Ana Sayfa Blog Sayfa 46

Tüm Naziler Ukrayna’ya

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı özel askerî operasyonu, başka bir deyişle, NATO ve Batı’nın Ukrayna üzerinde Rusya’ya savaş açma girişimleri birinci yılını doldurdu. Birinci yılını doldurmasının bir önemi olduğundan mı, yoksa durumun nazik safhaya dönmeye başlamasından mı bilmiyoruz ama, özel askerî operasyonun birinci yılında birçok gelişme oldu.

Çin, Ukrayna için bir barış planı önerisi sundu. 12 maddelik öneri “Çin casus balonu”, “Çin, Rusya’ya silah veriyor” gibi savaş propagandası örnekleri ile bastırılmak istendi.

Biden, gerçek mi bilinmez ama, Kiev’e “gizli” ziyarette bulundu. Ziyaret, aslında gizli değil elbette ama önceden duyurulmamış bir ziyaret. Biden’ın uçağı, Varşova’ya, birinci yıl gösterilerinin “açılışı” için havalanmış iken, birdenbire, Kiev’e indi. Ardından, Varşova’ya geçti ve Varşova’da, Ukrayna üzerinden bir savaş yürüten ABD ve Batı emperyalistlerinin liderleri teker teker boy gösterdi, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve diğerleri.

Bu iki gelişme, tam da Rusya’nın “özel askerî operasyon” dediği sürecin başlangıcının birinci yılına denk geldi.

Çin, bir barış planı sunarken. Batı, NATO güçleri, savaş naraları için Varşova’da özel bir ayin daha düzenlediler. Savaş severler, ayinsiz hareket etmezler. Öyle yaptılar. Her biri, bir yandan ABD’nin savaş politikalarının arkasında olduğunu açıklamış oldu, diğer yandan da Ukrayna üzerinden Rusya ve Çin’e karşı savaşın tırmanacağını ilan etmiş oldular.

ABD’nin en efsanevî başkanı, herhâlde Biden’dır. Hava ile tokalaşan, sırtını dönerek kalabalığın olmadığı boşluğa konuşan, doktorları tarafından “başkanlık görevini yürütecek” kadar sağlıklı olduğu açıklanan Biden, tam da içinden geçilen süreçlere uygun düşmektedir.

Biden, en son şöyle dedi: “Beyaz bir çocuk olabilirim ama aptal değilim. Gücün nerede olduğunu biliyorum… Şaka yaptığımı sanıyorsunuz. İlahi Dokuz’u uzun zaman önce öğrendim.”

İşte size veciz sözler. Beyaz çocuk olmak, mutlaka aptal olmak demek değilmiş. Bu 80’lik aptal olmayan beyaz çocuk, kime söylüyorsa, “gücün nerede olduğunu” bildiğini söylüyor. Gücün nerede olduğunu bilmek, aptal olmamak anlamına geliyor. Üstelik şaka da yapmıyor, kanıtı var, uzun zaman önce İlahi Dokuz’u öğrenmiş. Demek ki, ilahi dokuz ile, güç arasında bir bağ var. İlahi Dokuz, okunmuyor, ama öğrenilmesi gerekiyor. Her ne kadar İlahi Dokuz’u biz bilmesek de, beyaz çocuğun, bunu öğrendiğini anlayabiliyoruz.

Demek ki, efendilerine sesleniyor.

Acaba, beyaz çocuk, İlahi Dokuz’u, mesela Macron’a, mesela Scholz’a da öğretebilmiş midir? Yoksa onların öğretmeni farklı mıdır?

Macron, Rusya’nın tümden yok olmasını istemediklerini, ama yenilmesini istediklerini ilan ediyor. Beyaz çocuklardan bir diğer aptal olmayanı mıdır, bilmiyoruz. Ama Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi planlarını ifade etmek istedikleri anlaşılıyor.

Alman sermaye sınıfının en azından bir kısmının, Scholz’un, ABD planlarına bu denli bağlı olmasını, “Almanya kendi ayaklarına sıkıyor” diye değerlendirildiği düşünülürse, Scholz da, İlahi Dokuz’u, her ne ise, öğrenmeye başladığı anlaşılıyor.

Scholz, Varşova’daki Batı-NATO ayininden sonra, kendisi randevu isteyerek, Beyaz Saray’a gitti. ZDF televizyonu, Scholz’un ziyaretinin nedeninin “bir bilmece” olduğunu söyledi. “Ukrayna’ya tank meselesi yüzünden özür mü dileyecek” diye sordu. Almanya’nın Leopard 2 tanklarını Ukrayna’ya sevk etmekte tereddütlü davrandığı biliniyor. ZDF, “özür dilemek” ile bunu kastediyor. Demek ki, ABD, Almanya üzerine etkili tehdit mekanizmalarına sahip olmalıdır.

ABD, Almanya’yı, Ukrayna savaşı için bir operasyon merkezine dönüştürme yolunda ilerliyor. Almanya’nın bu konuda “tutuk” davrandığı varsayılabilir. Ama ABD, öyle anlaşılıyor ki, istediklerini elde etmekte zorluk çekmiyor.

Hatırlanacaktır. Kuzey Akımı 2 hattına, bombalı bir saldırı, sabotaj düzenlendi. Bu sabotajın failleri, hiçbir biçimde ortaya çıkarılmıyor. O kadar ki, eski NATO generalleri bile, bu saldırının ABD işi olduğunu açıkça söylüyor. Rusya ise en üst düzeyden, bu saldırının Batı’nın işi olduğunu söylüyor. Lavrov, G20 Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda, “Durdurmaya çalıştığımız ve Ukrayna halkı kullanılarak bize karşı başlatılan savaş, elbette enerji de dâhil Rus siyasetini etkiledi. Özetle artık Batı’daki hiçbir ortağa güvenmeyeceğiz, onların bir daha doğalgaz boru hatlarını havaya uçurmalarına izin vermeyeceğiz.” dedi.

Bilindiği gibi, gazeteci Seymour Hersh, sabotajla ilgili bulguları açıklamıştı. Lavrov, “ABD’liler bunu saçmalık olarak niteledi. Gazeteci Seymour Hersh bununla ilgili bulguları yayınlayınca, Avrupalı ve ABD’lilerin nasıl tepki gösterdiklerini gördünüz. Almanya, fiziksel ve ahlâkî olarak her anlamda küçük düşürüldü” dedi. Oysa Avrupa basını, sabotajın Rusya tarafından, kendi kendine yapıldığını yazmıştı.

Tüm bu trafik, Ukrayna’daki Rus özel operasyonunun birinci yıldönümünde, Şubat 2023’te yaşandı.

ABD’nin bugüne kadar Ukrayna’ya gönderdiği askerî yardım, 31,7 milyar doları buldu ve Biden, gücün nerede olduğunu bilen “aptal olmayan beyaz çocuk”, savaş ne kadar sürerse sürsün, Ukrayna’yı destekleyeceklerini söyledi.

Tam da buna uygun olarak ABD, Çin tarafından hazırlanan 12 maddelik barış planını “Çin’i güvenilir bulmuyoruz” diyerek reddetmiş oldu.

Bununla da kalmıyor ABD, Japonya’yı, NATO toplantılarına davet ederek, Çin’e karşı Japonya’yı savaşa sürmek istiyor.

Buna karşılık ise Rus denizaltıları ve gemileri, ABD açıklarındaki uluslararası sularda konumlanmış durumdadır. ABD’nin Akdeniz, Ege gibi alanlarda konuşlanmış gemileri ile de buna eklenmelidir.

Böylece, Rusya’nın Ukrayna planlarına özel askerî operasyonla tepki vermesinin birinci yılı geride kalırken, ABD stratejisi netlik kazanmaya başlıyor.

1

ABD, denetimi sıkılaştırdığı NATO müttefiklerini, Rusya’ya karşı savaş için daha organize hâle getirmek istiyor. Almanya, bu açıdan ABD savaş politikalarına göre şekil almaya başlamıştır. Almanya’da, askerî eğitim üsleri bu açıdan önemli işlev görmektedir. İki dünya savaşından da yenilgi ile çıkmış ve savaşı kendi topraklarında yaşamış olan Almanya, anlaşılan bu sefer de, aynı rolü, bu kez ABD planlarına uygun olarak oynamaya hazırlanıyor. Alman toplumundan gelen sesleri, bu açıdan Alman devleti dikkate bile almıyor. Almanya’da her hafta, savaşı protesto eden gösteriler ortaya çıksa da, Alman işçi sınıfının grev silahını kullanmadığı bugün, Alman devletinin çok rahatsız olmaması anlaşılırdır. Alman toplumunda savaştan duyulan rahatsızlığa rağmen, etkili bir grev vb. dalgası henüz ortaya çıkmış değildir. Alman ekonomisi, ciddi kayıplar yaşasa da, iş bu noktaya gelmiş değildir. Almanya, hem Rusya’ya mal satma olanaklarını kaybetmekte, başka kanallar bulan şirketlere rağmen büyük kayıplar yaşamaktadır hem de enerji maliyetleri nedeni ile zorluklar yaşamaktadır. Bunun üstüne artan enflasyon yükü gelmektedir. Bunların yol açtığı rahatsızlıklar, protestolarda bir artışa yol açsa da, henüz kritik aşamaya ulaşmış değildir.

ABD, Almanya, Fransa başta olmak üzere, tüm NATO ülkelerini, Rusya’ya karşı açık bir savaşa davet etmektedir ve doğrusu bu konuda Avrupa’nın da çok isteksiz olmadığı açıktır. Bu nedenle, Avrupa işçi sınıfının ayağa kalkması dışında bir yolla savaşı önlemek mümkün görünmemektedir.

2

ABD, Avrupa’da ağırlıklı Almanya eli ile sağladığı savaş üssü oluşturma planlarını, Çin’e karşı savaş için de geliştirmektedir.

ABD’nin uzmanlarının beklentilerinden biri olan Rusya’yı izole ederken, Çin’in Rusya’dan uzaklaşacağı görüşü de suya düşmüştür. Çin, açık olarak, Rusya’nın güçlü olmasından bir rahatsızlık duymayacağını, tersine müttefiklerinin güçlü olmasının kendilerinin de çıkarına olduğunu ilan etmiştir. Bu nedenle, ABD, Çin’e karşı kara propaganda mekanizmalarını devreye sokmaya başlamıştır. Çin’in casus balonu tam da böylesi bir propaganda için hazırlıktır.

ABD, Çin ile Rusya arasına ayrılık tohumları ekmenin işe yaramayacağını anlamış oldu. Bunun için bir yıl geçmesi gerekti. Şimdi, ABD politikası, yön değiştirmiştir ve Japonya, Çin’e karşı savaş üssü hâline getirilmek istenmektedir. ABD, Japonya’ya nükleer denizaltıların gönderilmesini de tartışmaktadır. Bu nedenle Japonya NATO toplantısına çağrılmaktadır.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak askerî alanda denetimi kabul etmişti. Aynı şey Almanya için geçerli idi. Bugün bize “teknolojik yenilik” olarak sunulan “sıfır stoklu üretim” ya da “esnek üretim” modelleri, aslında bu iki ülkenin silah sanayiinde doğan dezavantajlarını ortadan kaldırmak için geliştirdiği metotlardır. Toyota fabrikası, bir günde tank üretebilir hâle gelecek duruma getirilmişti. Bugün ise, ABD, sürdürdüğü hegemonya savaşında, Almanya ve Japonya’yı koçbaşı olarak kullanmak üzere hareket etmekte, bu nedenle onlara bazı silahları vermekte ya da İkinci Dünya Savaşı’nın silah üretimi ve ordu yapılanması konusundaki yaptırımlarını gevşetmektedir.

Japonya’nın savaş için bir üs hâline getirilmesi stratejisi, elbette Çin’e karşı savaş planlarının da yeniden sahaya sürülmesi anlamını taşımaktadır. Bu durumda, Blinken’in Tayvan ziyareti önemli görünüyor. ABD, Tayvan meselesini öne çıkartarak, Çin’e karşı bir savaş başlatmak istemektedir. Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden yürütülen savaş, Çin’e karşı Tayvan üzerinden yürütülmek isteniyor. ABD açısından Ukrayna’nın bu savaştan gördüğü zararın bir önemi olmadığı gibi, Tayvan’ın göreceği zararın da bir önemi olmayacaktır.

Böylece, ABD, Avrupa’yı güçten düşürmüş olduğu gibi, Japonya’yı da güçten düşürmüş olacaktır.

ABD, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını kendi topraklarında yaşamadı. Bir yeni savaşı da kendi topraklarından uzakta kabul etmek istiyor. Böylece, kendisi yara almadan bir savaş yürütmüş olacaktır.

Dünyanın emperyalist efendileri, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirmek, böylece de ABD hegemonyasının çözülmesini önlemek için, kendilerine en uygun stratejiyi bulmuş gibidirler.

Bir yanda Avrupa’yı, diğer yanda da Japonya’yı kullanarak ABD hegemonyasını devam ettirmek üzere savaş politikalarını güçlendirmek, bugün, NATO’nun tek yolu hâline gelmiş gibidir.

Buna bağlı olarak, dünyadaki tüm Neonazi örgütlenmelerini sahaya sürmeye başlamışlardır. Ukrayna, dünyadaki tüm Neonazi örgütlenmelerin üssü hâline getirilmiştir. Sloganları açıktır: Tüm Naziler Ukrayna’ya. Üstelik düşünecekleri bir anavatanları da yoktur. NATO tarafından beslenen tüm paramiliter güçler, şimdi gamalı haç altında ortaya çıkmaktadır.

Aynı sürecin Tayvan’da ortaya çıkması için çalıştıklarından endişeniz olmasın.

Rusya’ya karşı devreye sokulan yaptırımlar, gerçek anlamı ile sonuç vermediği hâlde, tüm Batı, bu yaptırımları sürekli artırmaktadır. Anlamını yitirmiş birçok yaptırım, şimdi yeniden ve yeniden devreye sokulmaktadır.

Çin’e karşı yaptırımların da artacağını düşünmek bir ileri görüşlülük olmayacaktır. Bunun ön çalışması olarak ABD, AB ülkelerine, ABD mallarını ithal etmeleri baskısını yapmaktadır ve bu konuda bazı anlaşmaların yapıldığı da bilinmektedir.

Şimdi şu soru sorulabilir: Bu savaşı durdurmak mümkün müdür?

ABD cephesi, hegemonyasını kaybetmektedir. Bu hegemonya kaybı sürecinin ortasında, 2008’de başlayan büyük bir kriz devreye girmiştir. Bu ilavedir. Ve üstüne, Çin gibi bir ekonomik güç, “dünyanın fabrikası”, kendi markaları ile ortaya çıkmıştır. Dünyanın en büyük şirketleri içinde, ilk 500 içinde Çin ilk sıraya yerleşmiş durumdadır. Bir ilave daha var, Çin ve Rusya, sömürgeleştirilme politikalarına izin vermemektedir ve bu konuda yeterince, en azından kayda değer bir askerî güçleri vardır.

Bu durumda, ABD’nin NATO dâhil edilerek girdiği bu savaşı kaybetmesi durumunda, ABD hegemonyası geri gelmemek üzere yıkılıp gidecektir. Çin’in ABD hegemonyası konusundaki açık vurguları, bu konudaki bilincin açık göstergesidir. Çok kutuplu dünya vurguları bu açıdan önemlidir.

ABD, hegemonyasını kaybetmek istemediği için bu savaşı başlatmıştır. Yeryüzündeki tüm savaş politikalarının nedeni ve bu savaş politikalarının odak noktası ABD ve NATO’dur. Bugün bu böyledir.

Öyle ise, ABD açık bir yenilgiye kadar bu savaşı sürdürmekten geri durmayacaktır.

Bu da, savaşın büyüyeceği anlamına gelmektedir.

Çin ve Rusya, bu savaşı genişletmek, büyütmek istememektedir. Ama ABD ve NATO saldırıları devrede olduğu sürece, buna yanıt vermekten de çekinmeyecekleri açıktır.

Bu durumda, ABD’nin savaşı sürdürülemez hâle gelmesi ve yenilgiyi kabul etmesi dışında bir yol görünmemektedir. Oysa ABD, buna razı olmayacaktır.

ABD içinde bu savaşı sürdürmenin anlamsızlığını düşünenler mutlaka vardır. Ama, savaş, emperyalist amaçların ürünüdür ve öyle “salt istek”lere bağlı değildir.

ABD’nin yenilgiye, hegemonyasının bitişine razı olmayacağı görüşü zaten buna dayanmaktadır.

Bu durumda savaşın kaçınılmaz olarak büyüyeceği sonucu kendiliğinden çıkmaktadır.

Demek oluyor ki, önümüzdeki belki on yıl, büyük olayların yaşanacağı, görülmemiş yıkımların ortaya çıkacağı bir on yıl olacaktır.

Bunu önleyecek tek şey vardır; dünya işçi sınıfının, 1917 Ekim Devrimi ile başlattığı, kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma mücadelesinin, yeni ülkeleri de içine alarak zafere ulaşmasıdır. Emperyalist merkezleri derinden sarsacak olan şey, işçi sınıfının devrimci sosyalizm bayrağını yükseltmesidir.

O savaş araçlarını üretenler, o savaşlarda gençlerinin emperyalist efendilerce, savaş baronlarınca sahaya sürülmesine onay verenler, halklar, işçiler ayağa kalktığında, savaşın şekli de değişecektir.

İki sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının, sömürenlerle sömürülenlerin bitmemiş savaşımını bitirmek, dünya devrimcilerinin, dünya proletaryasının elindedir. Bu hem bir zorunluluktur hem de mümkündür, olanaklıdır.

Kapitalist emperyalist sistemi sarsacak güç, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, barışı sağlayacak, tüm üretim araçlarını kamulaştırarak toplumun malı yapacak, egemen sınıfı alaşağı edecek, sömürünün ve aşağılanmanın her türlüsünü tarihe gömecek tek devrimci güçtür. Bunun dışında kalıcı bir barış, özgürlük yolu yoktur.

Yeryüzünü cehenneme çeviren, her şeyi yağmalayan, insanı köleleştiren kapitalist sömürü mekanizmaları, insanın insana kulluğu yok edilmeden barış diye bir şey düşlemek mümkün değildir. Kapitalizmin şurası ya da burası düzeltilerek yaşanacak bir sisteme ulaşmak, ancak liberal solcuların işçi sınıfına aşılamak istedikleri düşüncelerdir. “Kötü adamlar”ın iktidarları değildir mesele. Mesele bizzat kapitalist sistemin varlığıdır, bizzat üretim araçlarının özel mülkiyetidir, bizzat kapitalist sömürü mekanizmalarıdır, bizzat meta toplumudur. Bu nedenle, kapitalist sistemin kendisine, yeryüzündeki burjuva egemenliğe, emperyalist efendilerin boyunduruğuna savaş açmadan, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve barış olmayacaktır.

Bugün, kapitalist sistemin, burjuva egemenliğin ne denli bir sorun, insanlık ve gezegen için ne denli bir tehdit olduğu açık ve ortadadır.

Hiçbir işçinin emperyalist efendilerin hâkimiyet ve sömürgecilik için sürdürdükleri savaşta yeri yoktur. Dünyanın her ülkesinde işçiler ve emekçiler, silahlarını kendi ülkelerindeki egemenlere çevirmek zorundadırlar. İşçi sınıfı buna yapabilecek tek güçtür. İşçi sınıfının bu gücü üretimdeki yerinden gelmektedir. İşçiler, ekmeğin olduğu kadar silahların da üreticileridirler. Onların elleri, makinaların şalterlerini indirmeye uzandığında, ancak o zaman, bu karanlık, bu yalan ve talan dünyası yıkılabilecektir.

Dünyanın her ülkesinde gelişen direnişler bunun olanaklarını da göstermektedir. İşçi sınıfı, artık, burjuvaların, egemenlerin “ulusal çıkar” yalanlarını bir yana bırakmak zorundadır. Bizim, biz bu toprakların işçilerinin, Suriyeli işçilerle, Yunanistan’daki işçilerle hiçbir sorunumuz yoktur, olmamıştır. Dünyanın her yerinde egemenler, işçileri, halkları, kitleleri savaşa sürmek için milliyetçilik ve dini azgınca kullanmaktadır. Oysa savaşlarda bize düşen ölümdür, açlıktır, yoksulluktur. Efendilerin hangisinin galip geleceğini belirlemek üzere cephelere sürülmemize son dememiz gerekir. Onlar sömürülerine devam edebilsin diye, onlar bizim sırtımızda yükselttikleri cennetlerini sürdürsün diye, onlar bizim kanımızla sulanmış toprakların sahibi olsunlar diye, cephelere sürülmeye hayır dememiz gerekir.

Onların egemenliklerini, onların devletlerini savunmak, onların kârları için kanımızın emilmesine izin vermek bizim tutumumuz değildir. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Onların egemenlik savaşları, bizim sömürülmemiz üzerinden yürümektedir. Yenen kim olursa olsun, sömürü, aşağılanma değişmeyecektir. Egemen değişince, dünya daha iyi bir yer olmayacaktır. Bugün, dünyanın emperyalist metropollerindeki “rahat” hayat, aslında dünyanın kalanının sömürülmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, ABD’de sokakta boğazı sıkılarak öldürülen, derisinin rengi nedeni ile aşağılanan işçi ve emekçi, Almanya’da protestolara katılan işçi ve emekçi, Yunanistan’da caddeleri dolduran işçi ve emekçi, Kürdistan dağlarında direnen gerilla, Filistin’de taş atan çocuk, Kolombiya’da direnen gerillalar, bizim mücadelemizin, proletaryanın ortak mücadelesinin bir parçasıdır. Ve dünyanın her ülkesindeki egemenler, her kapitalist ülkedeki burjuva devletler, hepimizin ortak düşmanıdır. Hayatlarımızı çalan, emeğimize el koyan, bizi açlığa, ölüme, cinayetlere sürükleyen, işte bu burjuva egemenlik sistemidir.

İki sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı var olduğu sürece bu savaş sürecektir. İşçi sınıfı, eninde sonunda bu savaşın galibi olacaktır. Bugün, dünyanın bu hâlinde, işçi sınıfının zaferi, sosyalist devrimin başarısı, büyük ve acil bir ihtiyaçtır.

Tüm bu savaş naraları arasında, işçi sınıfının devrimci mücadelesi yükselecektir. Bugün bu mücadele, gelişmiş bir konumda değildir. Bu nedenle, savaşı bir kader olarak gören anlayış yaygındır. Oysa savaş bir kader değildir. Savaş sömürenlerin, egemenlerin, efendilerin egemenliklerini sürdürmek, daha çok sömürebilmek için kendi hâkimiyetlerini devam ettirmek için başvurdukları bir yoldur. Ve her emperyalist güç, savaş sahnesine, kendi çocuklarını değil, biz işçi ve emekçileri, halkları sürmektedir. Bizim üzerimizden süren bu savaşa son vermek, bizim ellerimizdedir. Bunun yolu açıktır. Biz işçi ve emekçiler, kendi kurtuluş savaşımızı, özgürlük ve sosyalizm savaşımını sürdürmek zorundayız. Bunun karşısında tüm egemenler bir aradadır. Onların egemenliklerini yıkacak sosyalist devrim zafere ulaştığında, işte o zaman insanlığın kurtuluşu da başlamış olacaktır.

Bugün tüm Naziler Ukrayna’ya, tüm paramiliter güçler Suriye’ye akmaktadır. Yarın, tüm paramiliter güçler Tayvan’a akacaktır.

Biz işçi ve emekçiler ise, devrimci sosyalizm bayrağı altında, tüm ülkelerde meydanlara çıkmalıyız. O güne kadar savaş, tüm yıkımları ile devam edecektir.

Önümüzde yıkımlara gebe, görülmemiş felaketlere gebe on yıllar olduğu kadar, insanlığın geleceğini şekillendirecek işçi ayaklanmaları ile dolu on yıllar da vardır. Dünya, gezegenimiz, sosyalizme ve devrime aç hâldedir. Bu savaş bulutları, kan ve toz içinde, bir sosyalist devrimler dönemi de mayalanmaktadır.

Ya sosyalizm ya ölüm!

Bir seçim yazısı ya da “bizi tüm kurtaracak olan…”

“Sadece parasal enflasyonun değil,
kavramlar ve değerlerin de
enflasyona uğradığı bir çağda yaşıyoruz.”[1]

 Yıl 1973: Ülke 12 Mart faşizminin karanlığından çıkmaya çabalıyor. CHP’nin 1972’de gerçekleşen Olağanüstü Kurultay’ında Bülent Ecevit İsmet İnönü’yü alt ederek parti genel başkanı seçilmiş. Ak güvercinli, mavi gömlekli “Karaoğlan” rüzgârı kasıp kavuruyor ortalığı. 12 Mart rejiminin katlettiği, astığı, Ziverbey Köşkü’nde, cezaevlerinde işkence tezgâhlarına yatırdığı devrimcilerin yoldaşları, sosyalistler dağa taşa “Karaoğlan” yazıyorlar. 1973 yılında Ecevit CHP’si tarihinde ilk defa seçim kazanıyor…

Yıl 1977: Ülkeyi iki yıl boyunca MSP ile birlikte oluşturduğu koalisyon ile yöneten Ecevit, bu dönemde gerçekleştirilen iki Kıbrıs çıkarmasının içeride sağladığı prestiji oya tahvil etmek üzere erken seçimi zorlamak için istifa edince, AP-MSP-MHP-CGP’den oluşan 1. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulacaktır. Devrimci gençler, işçiler, emekçilere yönelik faşist saldırılar yoğunlaşır. “Halkçı Ecevit” bir kez daha sahnededir. Devrimci-sosyalist hareket bir kez daha CHP’ye destek için seferber olur. CHP 1977 seçimlerinden bir kez daha birinci parti olarak çıkar, ama güvenoyu için yeterli sayıyı bulamaz. Hükümeti kurma görevi bir kez daha, 2. MC hükümeti için kolları sıvayan AP genel başkanı Süleyman Demirel’dedir. DİSK Milliyetçi Cephe tehdidine karşı, başta CHP dâhil bütün “ilerici güçler”e Ulusal Demokratik Cephe’de (UDC) birleşme çağrısı yapar… Ama CHP lideri Bülent Ecevit, parti mitinglerine katılarak kendisine destek veren sol örgütleri, partisinin Küçük Kurultay’ında “sırtımızdaki kene” olarak tanımlayacaktır: “Bizden yararlanmak istiyorlar, sırtımızdaki bu keneyi atalım!”[2]

Yıl 1983: Ülke üzerinden 12 Eylül silindiri geçmiş, işçi sınıfı hareketi, sosyalistler, devrimciler faşizmin zindanlarında, işkencehanelerinde susturulmaya çalışılmış, sol sendikalar, kitle örgütleri tarumar edilmiştir. Cunta, bu koşullar altında kontrollü bir “demokrasiye dönüş” kararı alır. Soldan geriye kalanlar ise bu kez de yasaklı CHP’nin “ikame partisi” Halkçı Parti’ye desteğe çağrılmaktadır…

Yıl 2018: Köprünün altından çok sular akmış, siyaset sahnesi köklü biçimde değişmiştir. AKP’li cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dayattığı “Tek Adam rejimi” 2017 referandumuyla, “atı (ç)alan Üsküdar’ı geçti” tartışmaları altında, şaibeli bir biçimde “kabul” edilmiş, ertesi yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri AKP ve RTE’nin iktidardan indirilmesi açısından “çok kritik” kabul ve ilan edilmiştir. Sol bu kez de CHP’nin adayı Muharrem İnce’nin ardından birleşmeye çağrılmaktadır. TRT’de seçimler gerçekleşmeden ilan edilen sonuçların aynının sandıklardan çıkması karşısında “Adam kazandı” diye sahayı terk edecek bir aday elinde “umut”lar bir kez daha heder olacaktır…

Geldik 2023’e… Yine çok “kritik”, çok hayatî bir seçimin arifesindeyiz. 21 yıllık baskı, yolsuzluk, liyakatsizlik, İslâmcı kadrolaşma, talan rejimine son vermek, daha doğru bir deyişle Türkiye’de siyasal İslâm’ın tahrip ettiği rejimi “fabrika ayarları”na geri döndürebilmek adına bir kez daha CHP’yi ve cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemeye çağrılıyoruz.

Üstelik bugün desteğe çağrıldığımız CHP’nin geçmiştekinden bir farkı var… Bir yandan AKP iktidarı ile birlikte iyice sağcılaşan bir tabana “helâlleşme” söylemleriyle güvence vermek adına (bunun son örneği, AKP iktidarı uygulamalarıyla çoktan gündem olmaktan çıkmış olan türban meselesini ısıtarak “yasal güvenceye kavuşturmak” savıyla neredeyse kendi kalesine gol atar pozisyona düşmesiydi!) kendi dümenini iyice sağa kırarak, bir yandan da Altılı Masa’da bir “ülkücü”, bir “siyasal İslâmcı”, bir “liberal” ve bir “irredentist” bir araya gelerek (eğer seçilirse) Türk sağının hiçbir eğiliminin eksik kalmadığı bir çevreyle birlikte hareket edeceğini ilan etmekle hiç olmadığı kertede sağa angaje olmuş bir CHP’dir söz konusu olan… “Umudumuz Ecevit”, en azından “Toprak işleyenin, su kullananın”, “Ne yoksulluk ne baskı, ne ezilen ne ezen, insanca hakça düzen” gibi sloganlarla emekçi sınıfların ve de solun kulağına hoş gelecek hayaller kurardı…

Altılı Masa’nın “Mutabakat”ında ise, ne kamulaştırmalardan, ne sermayenin vergilendirilmesinden, ne yabancı sermayenin/çokuluslu şirketlerin denetlenmesinden/kısıtlanmasından, özelleştirmelerin sınırlandırılmasından, ne işçi haklarından (örneğin “grev” sözcüğü bir kez dahi geçmiyor 244 sayfalık metinde…), bitmedi ne de “Kürt sorunu”ndan söz ediliyor. Kürtlerin olası bir Altılı Masa hükümetinden bekleyebilecekleri tek şey, “ilgili kanun ve yönetmeliklerde anadilinde kültürel ve sanatsal üretimin önünde engel oluş­turan maddeleri muğlak ifadelerden arındır”ılması ve “istismara açık olmayacak biçimde düzenle”nmesi yolundaki müphem vaat. Bir de “kayyum uygulamasına son verilmesi” var. Bir beş yıl bizden başka bir şey beklemeyin,” deniliyor emekçilere ve Kürtlere. “İşsizliği azaltmaya, enflasyonu indirmeye, sosyal güvenliğin kapsamını genişletmeye, bir de devlet okullarında okuyan çocuklarınıza bedava süt, su ve öğlen yemeği vermeye çalışacağız. Bu ve bunun gibi düzeltimlerle idare edin şimdilik…”

İnsan hakları konusundaki vaatler de pek parlak değil: Terörle mücadele ve güvenlik vurgusu tüm metinde ağır basıyor. Örneğin ifade ve basın özgürlüğü, bildiğimiz gibi… “Millî güvenlik, kamu düzeni, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ül­kesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, Devlet sırrı olarak kanunla düzenlenmiş bilgilerin açıklanmaması…” gibi nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan gerekçelerle sınırlandırılmaya devam… Sığınmacı ve göçmenleri ise, “hak” öznesi olarak değil, “tehdit” olarak gören bir zihniyet hakim, metnin tümünde…

Artık sadece bir “çevre sorunu” olarak ele alınması mümkün olmayan, insan, hatta yeryüzü yaşamını tehdit eden nükleer enerji konusunda Altılı Masa’nın pek “hayırhah” olduğu görülüyor. Örneğin, deprem kuşağında yer alan Akkuyu’nun kapatılması taahhüdünü bekliyor insan, en azından. Metinde ise, sadece muğlak bir “gözden geçirme” vaadi yer alıyor.

“Toplumsal cinsiyet” meselesi ise, öyle anlaşılıyor ki, Saadet Partisi’ne kurban gitmiş: İstanbul Sözleşmesi’ne dönülmesinden ve dahi, “farklı cinsel yönelimler”den bireylere yönelik şiddet ve ayırımcılıktan söz yok.

Vd. vd… Şöyle söyleyeyim, Kemal Kılıçdaroğlu ile iki belediye başkanı tahkimli Altılı Masa’nın Mutabakat’ta dile getirdikleri taahhütlerin ana gövdesi, AKP’nin yol açtığı tahribatın giderilmesiyle ilgili… Bir başka deyişle, bir “restorasyon” tahayyülü.

Son dönemlerde “sol’u ikna” adına hareketlenen apolojistler de bunun böyle olduğunun farkında. Bu nedenledir ki, Cumhuriyet gazetesi, Halk TV vb. mecralarda yazılıp çizilenlerin boyutu “hiç değilse” minimalizmini aşamıyor…

“Sosyal demokrasiye ihanet eden sahte sosyal demokratlar üzerinden genellemeler yapmak; şabloncu bir yaklaşımla, sosyal demokratları kategorik olarak emperyalizme ve kapitalizme hizmet etmekle suçlamak; (…) monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkarak devrim yapan CHP gibi bir siyasi partiyi küçümsemek; bugüne kadar Türkiye’de sosyalist-komünist devrimi gerçekleştirmeyi başaramamış olan sosyalistlere ve komünistlere saygınlık kazandırmaz…”[3] ayarını veriyor, örneğin Örsan K. Öymen. “Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılında, teokratik bir diktatörlük ile demokratik adımların atılacağı bir yönetim arasında seçim yapacaktır,” diye de ekliyor…[4]

Öymen’in yardımına Merdan Yanardağ koşuyor: “12 Eylül 1980 sonrasında ya da daha daraltılmış/odaklanmış bir bakışla dünya sosyalist hareketinde 1990 dönemecinde yaşanan büyük geriye savruluşun ardından zihin dünyası liberalizmle lekelenen sol, siyasal İslâmcılığın, Kürt hareketinin ve liberalizmin yükselişinin de büyük etkisiyle soğukkanlı ve dürüst bir tarih tartışması yapamadı. Cumhuriyet ve Kemalizm değerlendirmesinde yıkılması çok zor bir önyargı oluştu. (…) Dolayısıyla, İttihat ve Terakki Fırkası yönetimi Ermenilere karşı suç işledi ya da Cumhuriyet zamanla gericileşerek Kürt kimliğini reddetti, dahası asimilasyon, inkâr ve imha politikaları uyguladı diye (bu devrimler) tarihsel değerlerinden, bu toprakların kaderinde oynadıkları ilerici rollerinden hiçbir şey kaybetmez. Her tarihsel atılımın ‘kaçınılmaz kötülükleri’ vardır.”[5]

Merdan Yanardağ’ın Kemalist Cumhuriyet elojisinin günümüzdeki karşılığını Zülal Kalkandelen formüle ediyor: “Kürt sorunu, etnikçi siyaset, ayrımcılık ve terör ile değil demokrasinin güçlendirilerek insan haklarının tüm yurtta ödünsüz uygulanması ile çözülür. Bunun da yolu Cumhuriyet Devrimi’ne ‘100 yıllık yıkım’ diyerek siyasal İslâmcılarla Cumhuriyet düşmanlığında buluşmaktan değil tüm özgürlükleri yok eden baskıcı iktidara karşı demokrasi mücadelesinden, emperyalizme, sermayeye ve dinci gericilere karşı emekçilerin sesini yükseltmekten geçer. Türk’ün de Kürt’ün de Çerkes’in de Alevi’nin de deistin de ateistin de tüm yurttaşların da yazgısı bu ortak mücadeleye, sınıf mücadelesine bağlıdır.”[6]

Bu “telkinler” sosyalistler nezdinde de hayırhah bir tutumla karşılanmaktadır:

“Demokratikleşmeyi önemsiyoruz ve bütün ağırlığımızla bu seçeneğe yüklenmemiz gerekiyor. Otoriterliği geriletmek, siyasal özgürlüklerimizi geri kazanmak istiyoruz. Demokratikleşmeyi gerçek bir seçenek yapabilmek, onun ‘biraz daha özgürlük’ün ötesinde bir kapsamı olduğunu yurttaşlara anlatmamızdan geçiyor…”[7]

“Çelişkili ve zoraki muhalefet ittifakının cisimleşmiş hâli Millet İttifakı ise elbette emekçileri temsil etmiyor, sadece koyu bir kâbustan kurtulma imkânını temsil ediyor. Saray mı, Meclis Mİ? Osmanlı mı, Cumhuriyet Mİ? Tek adam rejiminin kalması mı, gitmesi Mİ? Şimdilik bu kadar sade ve basit: Zoraki ve çelişkili muhalif ittifaka koşulsuz EVET değil, Saray’ın zoraki ve çelişkili ittifakına kesin ve mutlak HAYIR.”[8]

Ya da Türkiye İşçi Partisi’nin HDP ile ittifak tasarısına “Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesi” şerhini koyması…[9] Ertuğrul Kürkçü’nün “partisinin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesini umduğunu” açıklaması…[10] (HDP, TİP, EMEP, SMF, TÖP ve EHP’den oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “makul adaylardan” olarak değerlendirdiği Kılıçdaroğlu için “doğrudan oy istememekle birlikte iktidarın yenilmesi ve oyların bölünmemesi çağrısı” yapacağını açıklaması![11]

[Kuşku yok ki, itirazlar da var. Örneğin Türkiye Komünist Hareketi, “cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermeyeceğini, ancak Millet İttifakı’nı da çare olarak görmediklerini ve göstermeyeceklerini, milletvekili seçimlerinde “sol bir odağın oluşturulması ve işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarlarının savunulmasını” esas alacaklarını açıkladı.[12] Devrimci İşçi Partisi ise, tutumunu Gerçek gazetesinin manşetiyle açıklıyor: “Bu düzene verecek canımız, kaptıracak hakkımız, düzen partilerine atacak oyumuz yok!”[13]]

Daha önce de ifade etmiştik:[14] Öyle gözüküyor ki sosyalist solun önemli bir bölümünün Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa iktidarından beklentisi, (olabildiği kadar) laikliğe dönüş ve (olabildiği kadar!) “demokratikleşme”yi aşmamaktadır. Tabii, “Kimsenin endişesi olmasın ne imam hatip okulları, ne başörtüsü meselesi, ne devlette görev almalar, bunların hiçbiri engellenmez. Bazıları ‘cemaatleri yasaklayalım’ diyorlar, cemaati yasaklayamazsın. Bu tip çıkışlar bazı yerlerde önyargılı hareketlerden kaynaklanıyor. Ben hiçbir kazanımdan, özellikle de bahsettiğimiz hususlarda taviz verilmeyeceğinin taahhüdünü veririm”[15] teminatını dillendiren Madımak hatibi Temel Karamollaoğlu ile laikliğe ne kadar dönülebilecek; bakanlığı döneminin faili meçhulleri hakkında, “Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum,”[16] diyen Meral Akşener ile “demokratikleşme” ne kadar sağlanabilecekse… Bunlara bir de, “Ben bir devrimciyim. Oy kullanmıyorum ama Kılıçdaroğlu’na kin ve nefret tutmanın, zulmetmenin hiçbir gerekçesi yok. Adam milyar dolar çalmamış, hiçbir kötülük yapmamış, bırakın seçilirse de seçilsin ya. Yeter artık ya! Kemal Kılıçdaroğlu’na zulüm yapmayın kardeşim” çıkışıyla Kılıçdaroğlu’na destek veren Mehmet Ali Ağca,[17] Sivas’tan CHP adayı olacağı yolundaki (doğrulanmayan) iddialar medyaya düşen Muhsin Yazıcıoğlu’nun oğlu Furkan Yazıcıoğlu vd. de eklenmeli…

Özetle, gerçek anlamda bir demokratikleşme ya da laiklik (örneğin Diyanet’in lağvedilmesi, dinsel faaliyetlerin finansmanının cemaatlere bırakılması, devletin din ile tüm ilişkilerini kesmesi vb.) bir yana, olası bir Altılı Masa iktidarının halka, emekçilere ve sola rejimi AKP öncesi ayarlara dönmenin dışında pek bir vaadi yok: Yolsuzluğun, hırsızlığın, kamusal israfın, kamu kaynaklarının yağmalanmasının, kayırmacılığın, yönetimde keyfiliğin, “şahsım rejimi”ne son verilerek, “şeffaf ve hesap verebilir” bir yönetim anlayışına geçilmesi…

“Eh, buna da şükür,” diyenler çıkabilir; sanırım çıkıyor da… Ancak bu vaatlerin, AKP iktidarını ve Tayyip Erdoğan rejimini keyfî, arızî, devleti her nasılsa ele geçirmiş ve olanaklarını kendi zenginleşmeleri yolunda har vurup harman savuran rastgele bir “çete” olarak görme, gerisindeki yapısal zorunlulukları kavrayamama hatasıyla malûl olduğunu görmek gerek. AKP iktidarında bunlar vardır, kuşkusuz, ama RTE rejimi bunun ötesidir. AKP bir yanıyla neoliberal sistemin Türkiye’deki en “şecaatli” uygulayıcısı (Türkiye’de yapılan tüm özelleştirmelerin yüzde 88’i AKP iktidarı döneminde yapıldı[18]) bir yanıyla da (MÜSİAD’ı, Anadolu Kaplanları, kamu bankaları, Orta Anadolu KOBİ’leri vb. ile) bir sermaye transferi projesidir. Türkiye kapitalizmi “pasta”sının “aslan payı”nın “Marmara Baronları”ndan “Anadolu Kaplanları”na transferi projesi. Ancak emekçiler üzerindeki baskılar yoluyla sermayenin kârlılığını katladığından, Marmara Baronları bu transfer çabasına fazla ses çıkartmamıştır. Bu sürece kültürel hegemonyanın da el değiştirmesi girişimi eşlik ediyordu: kitlelerin pasifikasyonunu sağlayacak bir “toplumsal yaşamı dinselleştirme” girişimi…

Altılı Masa’nın rejimi “fabrika ayarları”na döndürme niyeti, bu süreçte hatırı sayılır bir mesafenin kaydedildiği (tabir yerindeyse “atı (ç)alanın Üsküdar’ı geçtiği) bir noktada, üstelik de Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi bu sürecin mimar ve uygulayıcıları ile birlikte (ve de onların veto yetkisi altında) ne kadar gerçekleştirilebilir? Bu da bir muamma…

Ancak kesin olan bir şey var. AKP’nin “yükselttiği” kesimler, nemalandıkları bu rejimden kolay kolay vazgeçmeyecekler… Seçim öncesi çıkartılabilecek kargaşadan seçim hilelerine, ordu-emniyet teşkilâtı üzerindeki nüfuzu kullanmadan paramiliter çetelerin seferberliğine, bir dizi şom olasılık, seçim sürecini ve sonrasını bekliyor. Olası şiddet olaylarına şiddetin “olağan” hedefi olagelmiş kesimler, Kürtler, Aleviler, işçi-emekçiler ne denli hazırlıklı olduğu sorusu boylu boyunca ortada… CHP-İYİP-SP-DP-DAP-GP ittifakının böyle bir olası saldırıyı ne kadar karşılayabileceklerini sormuyorum bile…

* * *

Aktarmaya çalıştığım bu tablo, Türkiye devrimci-sosyalist hareketine ve Kürt dinamiğine “bir oy Kılıçdaroğlu’na bir oy bize” naifliğinden ya da milletvekilliği pazarlıklarından öte sorun ve sorumluluklar yüklüyor…

Öncelikle sosyalist hareket, neden ülkenin yazgısını belirleyen bir güç olamadığına, her seferinde dönüp dolaşıp şer’e karşı ehven-i şeri desteklemek zorunda kaldığına değgin gerçek bir muhasebe yapmalı… Bugün bu muhasebe, Türkiye sosyalist hareketinin esas çaba alanını oluşturması gereken işçi-emekçi örgütlenmesinden yan çizip Kürt hareketine eklemli “demokratikleşme” gündemine kilitlenmesini sorgulamaktan geçiyor. Bu ülkenin sosyalistlerinin, devrimcilerinin çoğu, sınıfı İslâmcı ve şoven eğilimlere terk ederek “yükselen” Kürt hareketinin sırtına binmeyi yeğledi. Bu belki sahibi olduğumuz, genellikle yüzde 1’in altındaki toplumsal desteğe rağmen, bize “parlamento” yolunu açtı – ama aynı zamanda parlamentarizmi aşırı önemseme defosunu da getirdi beraberinde… Bu bağlamda, “…bu gün Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlık gidiş açısından hayati bir önem taşıdığı kadar, Kürt sorununun toplumsal barış ve rızaya dayalı gerçek bir çözümü için de Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihtiyaç var. Ancak bu gün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil”[19] saptamasına katılmamak elde değil…

Eğer bunlar doğruysa, sanırım bizim cenaha düşen, parlamentoya daha az, yoksul mahallelere, fabrikalara, sokaklara daha fazla kafa yorarak, AKP neoliberalizminin ve İslâmcı cenderenin kıskacında bunalmış yoksullarla, emekçilerle, işçilerle, işsizlerle, kadınlarla, gençlerle, emeklilerle buluşmak… Ve kurtuluşun şu ya da bu “kurtarıcı” ile değil ancak, ama ancak kendi ellerimizle olabileceği düşüncesini kitleselleştirebilmek…

“Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan/ Nasıl bizleri kurtarır/ Bizi tüm kurtaracak olan/ Kendi kollarımızdır” dizelerini terennüm eder dururuz…

Artık onları hayata geçirmenin zamanı geldi…

18 Mart 2023, İstanbul.

[1] Zygmunt Bauman, Ahlâkî Körlük, çev: Akın Emre, Ayrıntı Yay., 2020, s. 155.

[2] “Ecevit, Dışındaki Sola Sırt Çevirdi”, Vatan, 3 Ekim 1977.

[3] Örsan K. Öymen, “Sosyal Demokrasi ve Komünizm”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2022, s. 10.

[4] Örsan K. Öymen, “Muhalefet İlk Turda Birleşmeli”, Cumhuriyet, 13 Mart 2023, s. 8.

[5] Merdan Yanardağ, “Türk Kompleksi ve Tarih Metodolojisi”, Birgün, 6 Kasım 2022, s. 10.

[6] Zülâl Kalkandelen, “Dinciler, Etnikçiler ve Emperyalistler”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2022, s. 6.

[7] Ş. Can Atalay, “Acil Talepler: Güncel, Somut, Kazanılabilir”, Birgün, 29 Ocak 2023, s. 10.

[8] Melih Pekdemir, “Yine ve Yeniden Temkinli İyimserlik Mİ?”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 9.

[9] “TİP, HDP’nin Ortak Liste Önerisine Şerh Koydu”, 12 Mart 2023… https://www.nupel.tv/tip-hdpnin-ortak-liste-onerisine-serh-koydu-kilicdaroglunun-adayliginin-da-desteklenmesi-gerektigini-duyurdu-268293.html

[10] “Kürt Seçmen Erdoğan’ı Göndermek İstiyor”, 14 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/kurt-secmen-erdogani-gondermek-istiyor

[11] Sefa Uyar, “Emek ve Özgürlük İttifakı’ndan ‘cumhurbaşkanı adayı’ açıklaması”, Cumhuriyet, 19 Mart 2023, https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/emek-ve-ozgurluk-ittifakindan-cumhurbaskani-adayi-karari-2062487

[12] “TKH: Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı Konusunda Komünistlerin Tutumu Nettir: Değiştirirse Düzeni Sol Değiştirir!”, 12 Mart 2023… https://gazetemanifesto.com/2023/tkh-kilicdaroglunun-adayligi-konusunda-komunistlerin-tutumu-nettir-507466/

[13] https://gercekgazetesi1.net/sites/default/files/2023-03/gercek162mart2023.pdf

[14] Bkz. Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Yolun Kendisi Olmak veya Seçim(ler)e Dair Uyarı(lar)”, Newroz, Mart 2023… https://rojnameyanewroz3.com/p27829/

[15] Akt.: Doğan Özgüden, “49 Yıl Sonra Aynı Senaryo mu?”, 13 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/ 49-yil-sonra-ayni-senaryo-mu-dogan-ozguden

[16] “Meral Akşener Kimdir?” Evrensel, 4 Mayıs 2018… https://www.evrensel.net/haber/351647/meral-aksener-kimdir

[17] “Mehmet Ali Ağca: Kılıçdaroğlu’na Zulüm Yapmayın Kardeşim”, 13 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/mehmet-ali-agca-kilicdarogluna-zulum-yapmayin-kardesim

[18] “Sattırmayan Erdoğan ve Gerçekler: Türkiye’deki Özelleştirmelerin Yüzde 88’i AKP Döneminde Yapıldı”, Sendika.org, 7 Haziran 2018… https://sendika.org/2018/06/sattirmayan-erdogan-ve-gercekler-turkiyedeki-ozellestirmelerin-yuzde-88i-akp-doneminde-yapildi-496395/

[19] Oğuzhan Müftüoğlu, “Devrimci Siyaset ve Günü Kurtarmak”, Birgün, 15 Ağustos 2022, s. 9.

Sürdürülemez kapitalizm: Kriz, savaş ve dünya hâl(ler)i*

“Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir”[2]

Sürdürülemez kapitalizmin krizi ve savaş tehdidiyle ilintili dünya hâl(ler)inden söz ederken, söylenmesi gereken ilk şey “Görünen köy kılavuz istemez,” vurgusu eşliğinde, Antonio Gramsci’nin “Zırh içindeki ölü” betimlemesidir.

Hayır; bu sefer sizi şaşırtmak pahasına Marksist-Leninist tahliller yerine sürdürülemez kapitalizmin sözcüleriyle anlatacağım krizi…

Rockefeller International’ın yönetim kurulu başkanı Ruchir Sharma’ya, “Dünya ekonomisi, on yıllardır görülmemiş bir döneme giriyor,”[3] dedirten tabloda 2023’ün “zor bir yıl olacağı” uyarısını dillendiren Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Kristalina Georgieva, “Dünya ekonomisinin üçte birinin resesyona girmesini bekliyoruz,”[4] derken; ‘Kriz Kâhini’ olarak anılan New York Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nouriel Roubini, enflasyon ve resesyonun gelecek yıllarda küresel ekonominin ayrılmaz ikilisi olacağını,[5] bunun da “durgunluk içinde enflasyon artışı”yla kapıda olduğunu yazdı.[6]

“Batı’nın kriz korkusu”;[7] “Küresel resesyon ufukta göründü,”[8] tespitleri eşliğinde Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), “2023, küresel ekonomi için 2009 krizinden sonraki en kötü yıl olacak,”[9] derken; Bülent Eczacıbaşı da, küresel ekonomik sorunların dünyaya yayılarak süreceğini ifade ediyor.[10]

Küresel resesyon olasılığıyla finansal kriz olasılığı da güçleniyorken; dünya ekonomisi tehlikeli ama değişimlere de açık bir döneme giriyor.

Görülmesi gerek: Bir dönem bitti ama yeni bir dönem başlayamıyor; belki başladı ama henüz ayırdına varamıyoruz. Dünya Ekonomik Forumu (DEF) kurucusu, genel müdürü Klaus Martin Schwab, “Çok yönlü siyasi, ekonomik ve toplumsal güçlerin küresel ve ulusal düzeyde parçalanmayı artırdığını görüyoruz,” deyip; DEF Risk Raporu’nun sonuç kısmı “Devam eden şoklar gelişirken dünya bir yol kavşağında duruyor… Yalnızca 1970’lerin, 2007-2008’in değil, 1930’ların da en kötü anlarına benziyor,”[11] tehlikesine dikkat çekiyor.

Federico García Lorca’nın, “Piyasaların son çöküşünü gözlerimle görme şansım oldu. Birkaç milyon dolar kaybettiler – denize dökülen bir ölü para yığını!” betimlemesini andıran bir eşik bu… Sorunun temeli de, son 30 yılda küresel çapta yaratılan kabaca 2.5 katrilyon dolarlık “varlıklara” dayalı ve bunların da karşılığı yokken; bu yakında patlayacak![12]

Hatırlatmadan geçmeyelim: ABD’de en zengin üç kişinin serveti, alt yüzde 50’nin toplam servetinden fazla; 50 yılda toplumun yüzde 90’ından en üst yüzde 1’e 50 trilyon dolar servet transferi gerçekleşmiş durumda.[13] Kapitalizmin tüm dünyada geldiği hazin durumun tezahürü. Milyarderlerin serveti günde 2.7 milyar dolar artarken 1.7 milyar işçinin ücreti ise enflasyon oranında dahi artmıyor[14] olması çelişkisidir…

Bu kadar da değil! ABD’li işçilerin refahı ve Federal Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme amacıyla yaptığı faiz artırımları arasındaki çekişmede, işçiler kaybeden taraftayken; ipin ucunda, milyonlarca Amerikalının işi var. Eski hazine bakanı ve ekonomist Larry Summers, işsizliğin bir yıllığına yüzde 10’u aşmasına müsaade edilebileceğini söylüyor. Sözü edilen oran şu ankinin oldukça üzerinde, bu da milyonlarca insanın işsiz kalması anlamına geliyor.[15] 1 Mart 2020’den sonra ABD’de 8 milyon kişi işini kaybeder, 4 milyon kişi işgücü piyasasını terk ederken, ulusal yoksulluk oranı da haziranda yüzde 9.3’ten kasımda yüzde 11.7’ye sıçradı.

Bu arada ABD’nin 644 dolar milyarderinin serveti aynı zaman diliminde yüzde 31.6 artışla 2.95 trilyon dolardan 3.88 trilyon dolara artış gösterdi. En zengin 5 kişinin serveti ise bu dönemde 358 milyar dolardan 596 milyar dolara yükseldi. Yüksek gelirli çalışanların sadece yüzde 4’ü işini kaybederken, en düşük gelirli çalışanların yüzde 20’si kapının önüne kondu.[16]

* * * * *

“Kapitalizm yenidünya’ya tüfek, mikrop ve çelikle sahip olmuş olabilir, fakat yeni dünya’nın düzeni; ırk, polis ve kârlar aracılığıyla korunmuştur,”[17] diye betimlenen merkez bu hâldeyken; ayrıca bir de Edward W. Said’in, “Hemen hemen tüm sömürge planları, yerlilerin geriliği ve genel olarak bağımsız, ‘eşit’ ve zinde olmaya elvermedikleri varsayımıyla başlıyor,” ya da Munsif Merzuki’nin, “Sadece gıdasını ve ilaçlarını değil, aynı zamanda hayallerini, fikirlerini ve değerlerini de ithal eden bir milletle karşı karşıya olduğumuz düşüncesi sizi hiç korkutmuyor mu?”[18] satırlarındaki çevre var!

Yeryüzü zenginliklerinin yüzde 70’inin dünya nüfusunun yüzde 2’sinin elinde toplandığı;[19] 2020 ve 2021’de en varlıklı yüzde 1’in, geri kalan yüzde 99’un iki katını kazandığı;[20] Survival of the Richest/ En Zenginlerin Hayatta Kalması raporuna göre, 95 gıda ve enerji şirketinin 2022’de kârlarını dünya çapında iki katından fazla arttırıp, dünya nüfusunun en zenginlerini oluşturan yüzde 1’lik kesimin, pandeminin başlangıcından beri, küresel servet artışının yaklaşık üçte ikisini tek başına elde ettiği[21] tabloda Oxfam’ın verilerine göre:

  • 10 yılda dolar milyarderleri servetlerini ikiye katlarken, en alttaki yüzde 50’nin 6 katı bir artış sağladılar.
  • 10 yılda yaratılan her 100 dolar servetin 54.40 doları en zengin yüzde 1’e giderken en alttaki yüzde 50’nin payına 0.70 dolar düştü.
  • Yüzde 1’lik en zengin grup son 10 yılda en alttaki yüzde 50’nin 74 katı servet biriktirdi. Covid-19 pandemisi sürecinde ise; 2020’den bu yana en alttaki yüzde 90’ın servetindeki her 1 dolar artışa karşın milyarderler 1.7 milyon dolar kazandı.
  • Aralık 2019 ve Aralık 2020 arasında yaratılan her 100 doların 63 doları yüzde 1’in payına düşerken alttaki yüzde 90’a 10 dolar kaldı.
  • 2020’den beri dolar milyarderlerinin serveti her gün 2.7 milyar dolar arttı.
  • En zengin yüzde 1 küresel servetin yüzde 45.6’sına, yoksul yüzde 50 ise sadece yüzde 0.75’ine sahip.
  • 81 dolar milyarderi dünyadaki servetin yüzde 50’sinden fazlasını elinde tutuyor.
  • 10 milyarderin serveti 200 milyon Afrikalı kadının toplamını geride bırakıyor.[22]
  • Amazon’un patronu Jeff Bezos’un serveti 200 milyar doları, Tesla’nın patronu Elon Musk’ın serveti 100 milyar doları aştı. Microsoft’un patronu Bill Gates ve Facebook’un patronu Mark Zuckerberg, servetleri 100 milyar doları geçen zenginler.[23]

Ayrıca Oxfam, dünyada gelir adaletsizliğinin giderek derinleştiği vurgusuyla, en zenginlerin servetlerinin yüzde 42 arttığına ve 250 milyon insanın aşırı yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya bulunduğuna dikkat çekti.[24]

BM verilerine göre dünya çapında yaklaşık 30 milyon çocuk açlık nedeniyle ölüm tehlikesi altında yaşıyor.[25] BM’nin raporuna göre 2021’de 5 milyon çocuk 5 yaşını görmeden hayata veda etti. BM, 2021’de her 4.4 saniyede bir çocuğun öldüğünü açıkladı.[26] BM Çocuk Ölümleri Tahminleri Kuruluşlar Arası Grubu’nun (BM IGME) raporuna göre, 2021’de 5 milyon çocuk 5 yaşından önce hayatını kaybederken, 5-24 yaş arası 2.1 milyon çocuk veya genç yaşama veda etti. Aynı dönemde 1.9 milyon bebek ölü doğdu.[27]

BM Gıda Programı (WFP) Yönetici Direktörü David Beasley, Somali, Kenya, Sudan, Etiyopya, Eritre, Cibuti, Güney Sudan ve Uganda’nın dahil olduğu bölgede 22 milyon kişinin açlık riski altında olduğunu söyledi.[28]

Alman Bertelsmann Vakfı’nın araştırması, her 5 çocuktan ve her 4 genç yetişkinden birinin yoksulluk riski altında olduğunu ortaya koydu.[29] Ayrıca öğrencilerin yüzde 38’i de yoksulluk riski altında.[30]

5.5 milyon nüfuslu Kongo Cumhuriyeti’nde nüfusun yüzde 52’si yoksulluk sınırının altında, yüzde 32’si kırsal kesimde yaşıyor.[31]

WFP’in 23 Ocak 2023’teki raporuna göre Doğu Afrika’da 1.7 milyondan fazla insan su ve yiyecek bulmak için evlerini terk etmek zorunda kaldı. Kenya’da 4.3 milyon insan “akut gıda güvensizliği” yaşıyor.[32]

Bunlarla birlikte Ukrayna savaşı dolayısıyla Rusya ve Batı arasında ikinci bir savaşa dönüşen tahıl krizi nedeniyle dünya alarmda…[33]

BM raporu Ukrayna savaşı ile iyice vahim bir hâl alan küresel açlık krizinin dramatik boyutlarını ortaya koyarken; Küresel Kriz Tepki Grubu’nun hazırladığı çalışmaya göre, 94 ülkede 1.6 milyon insan bu süreçten olumsuz etkileniyor. Böylelikle de 2019’dan beri aşırı yoksulluk altında yaşayan insanların sayısı 77 milyon artarken, şiddetli gıda güvensizliği ile yüz yüze kalanların toplamı da 193 milyona ulaştı. Afrika’da yoksulluk sınırının hemen üstünde yer alan 58 milyon kişi, pandemi ve Ukrayna savaşının ortak etkisiyle bu sınırın altına yuvarlanmak üzere…[34]

Gıda fiyatları küresel ölçekte görülmemiş bir hızla artıyor. Dünya Tarım Örgütü’nün (FAO) gıda endeksi, bir yılda dolar bazında yüzde 29.8’lik bir sıçramaya işaret ediyor. Hububat, bitkisel yağ, süt ürünleri, et ve şeker dahil tüm kategorilerde benzer bir enflasyon gözleniyor. Ancak uzun vadeli, son 20 yıllık bir perspektiften bakınca hububat ve bitkisel yağ fiyatlarında daha keskin bir artış eğilimi dikkat çekiyor. Bu veri, yoksulların beslenmesinde söz konusu iki grubun daha belirleyici rolü bulunması nedeniyle önemli.

2022 Mayısı başında Gıda Güvenliği Bilgi Ağı’nın yayımladığı 2022 Gıda Krizleri Küresel Raporu’nda 53 ülkede 193 milyon kişinin açlık tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu bildiriliyor. Sözü edilen 2021 rakamları, bir önceki 2020’ye göre 40 milyon artışa işaret ediyor. Çatışmalar 24 ülkede 139 milyon, özellikle Covid pandemisinin tetiklediği ekonomik şoklar 21 ülkede 30 milyon, kuraklık başta gelmek üzere iklim değişiklikleri 8 Afrika ülkesinde 24 milyon kişiyi açlığa sürükledi.[35]

* * * * *

Sürdürülemez kapitalist-emperyalist talan insanlığı açlığa mahkûm ederken; Desiderius Erasmus’un, “Savaş söz konusu oldu mu, hiçbir masraftan kaçınmazlar, hiçbir sakınca önemli değildir onlar için; ister hukuk, din isterse barış çiğnensin, hatta insanlık batsın, umurlarında olmaz,”[36] betimlemesindeki çılgınlık sarıp sarmalıyor yerküreyi, John Perkins’in ifadesindeki üzere:

“Asla kullanmayacakları (çünkü kullanamayacakları) savaş uçakları, füzeler, savaş helikopterleri, savaş gemileri vs’ye silah tekellerinin emri ve İsviçre bankalarına yatırılan cömert komisyonlarla milyar dolar harcarlar. Harcama satın alma ile bitmez, her yıl ‘modernizasyon’ ve bakım harcamalarıyla da servetlere servet katılır… Kalan para da ülkeyi yöneten despotların gösterişli ve efektif olmayan projelerine, saraylarına, lükslerine gider. Sonuçta her şekilde silah tekelleri ve yerel işbirlikçileri kazanır. Gün gelip halk sağlığı sorunları veya afetle karşılaştıklarında da tüm bayağı yaldızların altından üçüncü dünya sefaleti ve acizliği çıkar…”

Örneğin Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2022 küresel silah ihracatı raporuna göre, ABD’nin 2018-2022 kesitinde küresel silah ihracatındaki payı, önceki dört yıla göre yüzde 7 artış göstererek yüzde 40’a yükseldi.

İkinci sıradaki Rusya’nın payı ise yüzde 22’den yüzde 16’ya geriledi. ABD ve Rusya’yı üçüncü sıradaki Fransa, dördüncü sıradaki Çin ve beşinci sıradaki Almanya izledi.

ABD silahlarının yüzde 19’unu Suudi Arabistan’a satarken, yüzde 8,6’sını Japonya’ya ve yüzde 8.4’ünü de Avustralya’ya sattı. Küresel payı yüzde 4.2 olan Almanya’nın en çok silah sattığı ülkeler ise, yüzde 18 ile Mısır, yüzde 17 ile Güney Kore ve yüzde 9.5 ile İsrail oldu.

Küresel ihracattaki pay listesinde başı çeken ülkelerden ABD’nin toplam ihracatı yüzde 14 artarken, Fransa’nınki ise yüzde 44 arttı. Rusya (yüzde 31), Çin (yüzde 23) ve Almanya’nın (yüzde 35) ihracatlarında ise azalma meydana geldi.

Raporda ayrıca, Avrupa’nın silah ithalatının Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından olağanüstü bir artış gösterdiği bilgisine yer verildi. Avrupa ülkelerinin silah ithalatı, yüzde 47 artış gösterdi. NATO üyesi Avrupa ülkelerinin ithalatındaki yükseliş ise, yüzde 65 olarak göze çarptı. Silah ithalatı artan Avrupa’nın, uluslararası silah transferindeki rolü de ciddi biçimde artış gösterdi. 2013-2017 yılları arasında bu bağlamda yüzde 11’lik bir paya sahip olan Avrupa ülkelerinin payı 2018-2022 zaman diliminde yüzde 16’ya yükseldi.[37]

Sürdürülemez kapitalist yıkımın militarist birimi yaşamı talan ederken; dünyada ortaya çıkan ekolojik sorunların yüzde 34’ünün savaş ve silah harcamalarından kaynaklanmakta olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Savaşlar sadece bölgedeki ülkelere, savaşın yaşandığı alana etki etmez. Çünkü doğa bir döngü içindedir. Bu döngünün herhangi bir evresine verilecek zararın diğer evreleri de etkilediği bilinmektedir. 1991 Körfez Savaşı’nda Kuveyt’te petrol kuyularında yakılan 600 milyon ton petrolü tüketerek havada is, gazlar ve tehlikeli kimyasallardan oluşan bir battaniye oluşmuştu. Bu durum kara ve deniz ekosistemlerine büyük zararlar vermiş ve çıkan dumanlar bölgede güneşten gelen ışınları engelleyerek havadaki ısıyı 10C düşürmüştü. Petrol dumanı içindeki CO2 nedeniyle ortaya çıkan ısınma ise sonrasında asit yağmurlarına yol açtı.

Dünyada iki milyara yakın insan temiz içme suyuna erişememektedir. Savaşlarda kullanılan makinelerin ve savaş araçlarının atıkları olan petrol türevleri, yeraltı sularına ulaşarak kirletir. 1 litre mineral yağ veya benzin 1 milyon litre içme suyunu kullanılamaz hâle getirir. Yağ parçacıkları toprak ile bitkilere, suya, insan ve hayvanlara ulaşır. Kumlu 10 cm3 toprağın arınması için yaklaşık 400 lt su gerekir. 1991 Körfez Savaşı’nda koylar petrolle tıkandı. Mezopotamya’da 15 bin km2 sulak alan yok oldu. On binlerce kuş öldü, birçoğu petrolün kalıcı etkilerine maruz kaldı. Yüz binden fazla perde ayaklı ve göçmen kuşun beslenme alanı zarar gördü. Karideslerin yüzde 99’u yok oldu.

Savaş sonrası Irak’ta tarımsal faaliyetlere geçilebilmesi için 2007’ye kadar 11 milyar dolar harcanması gerektiği açıklanmıştı. Vietnam’da 2.2 milyar hektar orman ve tarım arazisi bombalama, mekanik temizleme, napalmlar ile çoraklaştırıldı. Vietkong güçlerinin çekildiği 1.5 milyon hektar (Güney Vietnam’ın yüzde 10’u) orman ve ekili alanları yok etmek için ABD tarafından 72 milyon litre herbisit (tarım zehri) kullanıldı. Kullanılan herbisit olan “agent orange” içindeki dioksin şu anda bile bitkiler, yiyecekler, yaban hayat, insan sütü ve yağ dokusunda görülmektedir. Bu müthiş ekolojik yıkımın etkileri henüz tam anlamıyla giderilmiş değildir.

1991’de Körfez Savaşı’nda bir ülkenin bütün bir nüfusunu yok edebilecek “mükemmel bir silah” gündeme gelmişti. Kapitalizmin nükleer santrallerden çıkan ve bertaraf etme yolunu bulamadığı atıklardan elde edilen “seyreltilmiş uranyum mermileri” üretildi. Öldürme gücü yüksek olan bu mermiler hava ile temasta alev alıp yanarken, hedefi vurduğunda parçalayıp radyoaktif toza dönüşmektedir. Seyreltilmiş uranyumun yarı ömrü 4.5 milyar yıldır. 25 Mart 2003 tarihli UNEP raporunda; Bosna-Hersek’te 1994-1995 yıllarında kullanılmış olan seyreltilmiş uranyumlu silahlar, içme sularını zehirlemiş ve bugün bile havada toz partikülleri şeklinde radyoaktif kirlilik görülmektedir.[38]

Ve tüm bunlar sürdürülemez kapitalizmin “olmazsa olmazı”dır; emperyalist “yeniden paylaşım”dan savaşın eşiğindeki uluslararası ilişkilere uzanan dünya hâl(ler)i de böyle!

Yani kriz, savaş, çatışma, kaos: Sürdürülemez kapitalist-emperyalist vahşetin büyük girdabını oluşturdu…

* * * * *

Askerî terminolojide savaşla barış arasındaki çizginin bulanıklaşmasını, sıcak çatışmaya girmeden düşmanı geriletme belirsizliğini ifade eden Gri Bölge/ Gray Zone’lerin daraldığı uluslararası jeopolitik denklemde yaşananları anlamak, anlamlandırmak için küresel öncelikle güç merkezlerindeki gelişmelere bakmakta yarar var.

Örneğin Üçüncü Dünya Savaşı’nın tamtamlarının yankılandığı tabloda Rus siyasetçi Aleksey Puşkov, “NATO’nun Rusya ile doğrudan çatışmaya tüm hızıyla ilerlediğini sadece körler görmüyor”;[39] Emre Kongar, “Dilerim Ukrayna’daki bu kanlı savaş, gelecekte dünyayı yok edebilecek boyutlara ulaşacak olan ABD-Çin rekabetinin öncü bir örneği değildir!”[40] derlerken; RAND Corporation’ın The Return of Great Power War/ Büyük Güç Savaşının Geri Dönüşü başlıklı rapor da, “Derin yapısal dinamiklerden” dolayı ABD-Çin çatışmasının uzun yıllar sürmesini, küresel çapta bir ekonomik ve siyasi parçalanma üzerinde yaşanmasını bekliyor![41]

Sürdürülemez kapitalist sistem bir kırılma noktasında. Bir yandan artan jeopolitik gerilimler, öte yanda merkezi kapitalist ülkelerdeki toplumların krizler karşısında giderek artan tepkileri söz konusu…

Görülmesi gerek: Küresel sistemde en azından 2008’den bu yana birkaç düzlemde kriz yaşanmakta. Öncelikle, küresel ekonomide bir yavaşlama dikkat çekiyorken; bir başka sorun da ABD’nin hegemonik kriziyle birlikte Çin’in yanında Rusya, Hindistan gibi güç merkezlerinin ağırlıklarını hissettirmeye başlaması. Uluslararası siyasetin giderek bir jeopolitik çekişme alanına dönüşmesi bir yandan küresel gerilimi artırırken öte yandan yeni siyasal gelişmelere yol açıyor…

Hatırlayın: 10 Şubat 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Tek kutuplu modelin günümüz dünyasında sadece kabul edilemez değil, aynı zamanda imkânsız olduğunu düşünüyorum,”[42] uyarısı ardından “küreselleşmeden sonra” temasına “ABD hegemonyasından sonra” teması eşlik eder oldu.

Bu bağlamda da “Yeni Soğuk Savaş eskisinden daha tehlikeli” saptaması, “Çin merkezli bir dünya nasıl bir şey olacak” soruları, üç alanda kaygıları güçlendiriyor:

Birincisi, Çin totaliter devlet kapitalizmine, haklar ve özgürlüklere değil görevler ve sorumluluklara dayanan bir modeli temsil ediyor.

İkincisi, ilk Soğuk Savaş’ta rakiplerin ikisi de II. Savaş sonrasında, galipler tarafında, “süper güç” statüsüne, birçok ortak değere dayanarak birlikte yükselmiş, bir denge kurabilmişlerdi. Bu kez ABD’nin gerilerken yeni bir dengeyi, Çin’in yükselirken verili düzenin yerleşik kurallarını kabullenme olasılıkları sıfıra yakın. İlk Soğuk Savaş’ta, fay hattı Avrupa’dan geçiyordu, burada başlayacak bir savaşı sınırlamak olanaksızdı. Bu kez, fay hattı Hint-Pasifik havzasından (denizden) geçiyor; bir savaşın, burada sınırlanabilme olasılığı, çıkma olasılığını artırıyor.

Üçüncüsü, iki büyük gücün karşılıklı konuşlanma çabası, orta büyüklükteki “bağımlı” ülkelerin yöneticilerinde, bir süper gücü öbürüne karşı dengeleyerek kendilerine alan açabileceklerine ilişkin, doğruluğu oldukça şüpheli algılar yaratıyor. Bu durum yerleşik ittifaklar düzeninde parçalanma eğilimini, oynak-karmaşık ittifaklar, istemeden bir büyük savaşa sürüklenme ya da yol açma risklerini güçlendiriyor.[43]

Bu da büyük bir dönüşüme denk düşüyor…

“Büyük dönüşüm” deyince akla hemen Polanyi’nin o ölümsüz yapıtı (1944) geliyor. Piyasa serbest bırakılırsa, toplumu, bireyin maddi ve ruhsal yaşamını ve doğayı çürütür gibisinden bugün daha da geçerli olan saptamaları bir yana, yalnızca, “100 yıllık barış” başlıklı ilk bölüme bakmak yeter. O bölüm “XIX. yüzyılın uygarlığı çöktü” saptamasıyla başlıyor; dünya ekonomisinin/pazarının nasıl parçalandığını, finans-kapitalin büyük savaşları engellerken küçük savaşları nasıl beslediğini, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutamayacağını anlayınca paylaşılmasını örgütlediğini, “güçler dengesinin” bozularak kutuplaşmaya, silahlanma yarışına, nihayet “büyük savaşa” yol açtığını, daha sonra ayrıntılı biçimde değinmek üzere aktarıyor. Kısacası, XIX. yüzyılda şekillenen liberal kapitalizmin küreselleşip finansallaşmış uygarlığı, 100 sonra büyük bir savaşa yol açarak çöküyor.

O uygarlığın çöküş süreciyle “bugün” arasındaki benzerlikleri görmemezlik edemezler: Küreselleşme ve finansallaşma dağılıyor, ABD hegemonyası gerilerken, Çin yükselirken, küçük savaşlar (Kongo, Nijerya, Sierra Leone, Liberya, Çad, Libya, Yemen, Suriye, Ukrayna, Ermenistan-Azerbaycan…) çoğalıyor, demokrasi hem çevrede hem de merkez ülkelerde gerilemeye devam ediyor. O çöken uygarlığın en önemli merkezlerinden Almanya, Japonya yine silahlanmaya askeri harcamalarını hızla artırmaya, silah sanayilerini geliştirmeye başlıyor. Büyük güçler bir taraftan, Afrika ve Ortadoğu’da birbirlerine “sürtünmeye” başladılar, diğer taraftan ittifaklarını genişleterek bloklaşmaya çalışıyorlar.[44]

* * * * *

Joe Biden yönetiminin yayımladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, emperyalizmin tüm “sırları” açığa vurup, ABD’nin nasıl bir politika izleyeceğini ortaya koydu: ABD “Hegemonyayı sürdüreceğim” deyip, Çin”’e mesaj verirken müttefiklerine de “Benimle olmaya mecbursunuz” diyerek, Rusya’yı “acil tehdit”, Çin’i “jeopolitik meydan okuyucu” olarak gördüğünü deklare etti, “Hâlâ oyun kurucuyum” dedi…

Anımsanır ise ABD Başkanı Joe Biden, 2021’de Anglo-Amerikan patentli “değerler” ve “kurallara dayalı düzen” söylemleriyle kalbi Batı’da atanlar nezdinde hayli “sükse yapmıştı.” ABD iç siyasetinde “kuşa döneceği” malum “harcama paketiyle” dünya solunun ilgisine mazhar olurken, dış politikada Trump’ın “tecritçi” diye anılan politikalarını tersine çevirip “büyük güç rekabetine” soyundu. İlk işi Rusya liderliğini “katil” ilan edip Ukrayna kundakçılığına girişmek olurken, Çin’e de diplomatik peşrev çekilmeye başladı. Sonrasında her şey -Donald Trump’a karşı Joe Biden’ı destekleyenleri tekzip ederek!- tepetaklak oluverdi!

“Kapitalizmin 80 yıllık ‘ağa devleti’ hem de dünya sermayesinin sorumlu sahibi”;[45] “ABD’nin bitmeyen savaşları”[46] vitesini yükseltirken; “ABD’nin Rusya ile savaşta olduğu fikri git gide normalleştiriliyor.”[47]

ABD ile Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı daha da derinleşirken; ABD, Çin ve Rusya arasında soğuk savaş sonrası başlatılan örtülü ve masa altı kavga ve askerî çatışmalar artık masa üstüne, gün yüzüne taşınmaya başlıyor.

Kolay mı?

“NATO’nun giderek soğuk savaş dönemini anımsatan bir duruş benimsemesi artık farklı bir uluslararası düzen ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. ABD önderliğindeki tek kutuplu dünya illüzyonu artık geçerliliğini yitirdi fakat yerine geçen düzen çok kutuplu dünya olmayacak… Rusya’nın dünyayı ‘üç kutuplu’ eksene kaydırma teşebbüsü, Ukrayna mevzilerinde giderek zayıflıyor. Dünyada birçok ülke yeni dünya düzeninde Çin’den yana mı, ABD’den yana mı taraf olacaklar, buna karar vermeye çalışıyorlar.”[48]

Örneğin Münih Güvenlik Konferansı, Batı’nın savaş formülünü köpürttüğü yer olurken, Hasan Erel’e göre, “Münih konferansı bağlama uyan bir konferans oldu. Ukrayna’daki savaşın devam etmesi için herkesin elini cebine atmasını talep eden, ‘Putin kazanırsa dünyanın sonu gelir’ diye korku iklimi yaratan, küresel Batılı kapitalistlerin sıkışınca başvurdukları klasik savaş formülünün tekrar köpürtüldüğü bir güvenlik toplantısı. Buna ‘güvenliğin, savunmanın Davos’u da deniyor. Bu seferki, NATO’nun üst karar kurulu gibi, daha çok iş adamlarının ya da sanayi ve askeri kompleksin tutumunu ortaya koyan bir toplantıydı. Çok ironik tarafları vardı. Goldman Sachs’dan gelen Rishi Sunak, ‘(Ukrayna’ya) Yardımları ikiye katlayalım’ dedi.”[49]

* * * * *

Uluslararası ilişkiler tablosunda Ukrayna çatışmanın bir cephesiyken; ötekilerden birisi de Asya-Pasifik…

ABD; Asya-Pasifik’te kurduğu QUAD (Dörtlü Güvenlik Diyaloğu), AUKUS (Avustralya, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletler üçlü bir güvenlik paktı) gibi ittifaklarla ve donanmasıyla Çin’i çevreleyip, Tayvan üzerinden tahrik ediyor.

Asya-Pasifik’teki ittifaklarıyla NATO arasında işbirliğini geliştirerek, NATO’yu da Çin’e karşı kullanmaya çalışıyor.

Arktik-Baltık Denizi-Cebelitarık-Akdeniz-

Süveyş Kanalı-Babülmendep Boğazı-Hint Okyanusu-Malakka Boğazı-Güney Çin Denizi hattında, müttefikleriyle birlikte, Çin’in deniz ticaret yollarını kontrol altına alırken Kuşak Yol Girişimi’nin ana ve tali koridorlarında krizler çıkarıyor.

Bu bağlamda Asya-Pasifik dikkat çekici gelişmelere sahne oluyor. Washington, Japonya’yı Çin’e karşı olası bir savaşta kilit bir rol oynayacak şekilde “hizalarken” Güney Kore’ye de daha fazla rol biçiliyor.

2022’de “Tayvan için savaşı göze alacaklarını” deklare eden Beyaz Saray, kışkırtmayı sürdürürken; Washington’ın “caydırılması gereken güç, hasım” ilan ettiği Çin, QUAD’a karşı tavır almaya başladı.

Tüm bunlar Washington’ın Pekin ile nüfuz mücadelesine girdiği Asya-Pasifik’te etkinlik mücadelesini keskinleştirirken; Çin’i kuşatmayı sürdüren ABD, Asya Pasifik’teki “eksik halka” Filipinler ile dört yeni askerî üs konusunda anlaştı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, Filipinler’i ziyaretinde mevkidaşı Carlito Galvez Jr. ile yaptığı görüşmenin ardından beş askerî üsse ilave olarak dört yeni üsse daha erişim sağlanacağını, böylece Amerikan askerlerinin toplam dokuz üste konuşlandırılacağını belirtirken; NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de, “Küresel nizam tehdit altında. Moskova ve Pekin, otoriter bir karşı çıkışın ön saflarında” deyip ekledi: “Bugün Avrupa’da yaşananlar yarın Doğu Asya’da da olabilir.”[50]

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in “Olabilir” tespiti stratejik önemdedir.

Çünkü Washington, Asya-Pasifik’teki ülkeleri yakın markaja alırken Çin’i kızdıracak adımlar ardı ardına geliyor; bu arada Japonya da silahlanmaya hız verdi. Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni güncellemeyi hedefleyen Japonya’da savunma bütçesi beş yıl içinde NATO üyeleriyle orantılı olarak GSYİH’nin yüzde 2’sine yükseltilecek. Gerekçesi de Çin ve Kuzey Kore’nin silahlanması.[51]

Öylelikle de, 30 üyeli NATO’nun, “Avro-Atlantik bölgesi dışında en uzun süreli partneri” konumundaki Japonya’da 54 bin Amerikan askeri, yüzlerce savaş uçağı ve Yokosuka’da konuşlandırılan 7. Filo bünyesindeki USS Ronald Reagan uçak gemisinin varlığı, ABD’nin Çin’e olası bir müdahalesinde Japonya’yı doğrudan Çin’in hedefi yapıyor.

NATO ile yakınlaşan Japonya II. Dünya Savaşı’ndan kalma pasifist anayasayı değiştirip, ülke dışına asker de göndermeye başladı. Japon milliyetçi liderler yayılmacı, militarist özlemlerini saklamıyorlarken; Savunma Çalışmaları Ulusal Enstitüsü’nün 3 Haziran 2022 tarihli raporunda Japonya’nın yaklaşık 6 trilyon yenlik yıllık ulusal savunma bütçesinin 10 trilyon yene (80 milyar dolar) yükseltilmesi gerektiği belirtiliyor![52]

Ayrıca askerî hamlelerinin ardından dış politikada attığı adımlarla da dikkat çekmeye başlayan Japonya, Avustralya ile “tarihi” olarak nitelendirilen bir savunma anlaşmasını imzaladıktan sonra İngiltere ile de benzer bir anlaşmaya imza attı.

Özetle ABD, “hasım” ilan ettiği Çin ve Rusya’ya karşı çifte kuşatma stratejisini adım adım hayata geçiriyor. Rusya’ya karşı 20 ülkenin daha Ukrayna’ya silah göndermesini sağlayan ABD, Asya-Pasifik’te de Çin’e karşı topyekûn bir seferberlik hâlinde.

Çin’e karşı Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi’ni (IPEF) hayata geçiren Biden’ın, 24 Mayıs 2022’de ABD, Japonya, Avustralya ve Hindistan’ın yer aldığı QUAD liderleriyle (ABD Başkanı Joe Biden, Japonya Başbakanı Kişida Fumio, Avustralya Başbakanı Anthony Albanese ile Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin) bir araya geldikleri Tokyo buluşmasından sonra yapılan ortak açıklamada; Ukrayna savaşına değinilerek güç kullanımı ile statükoyu değiştirmeye yönelik adımların kabul edilemez olduğu vurgulandı.

Asya-Pasifik bölgesinin istikrarı için kararlı şekilde hareket etmeye devam edileceği belirtilen açıklamada Çin’e, “Doğu ve Güney Çin denizlerinde serbest faaliyetlerin sağlanması konusunda uluslararası hukukun savunacağız. Bu bölgede tartışmalı sahaların askerileştirilmesi, statükoyu değiştirmeyi gözetleyen zorlayıcı, provokatif veya tek taraflı eylemlere güçlü şekilde karşı çıkıyoruz,”[53] diye mesaj verildi.

* * * * *

Verili tabloda Washington ile Pekin arasındaki etkinlik mücadelesi tırmanırken, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (APEC) Tayland’daki zirvesinde Çin, ABD’yi “Buralar arka bahçeniz değil,” diye uyarırken; ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, bölgede uzun vadeli planlarına vurgu yaparak “Burada kalıcıyız” yanıtını verdi.[54]

Gerçekten de ABD Hint-Pasifik Kuvvetleri (INDOPACOM), bölgede Uzay Kuvvetleri Komutanlığı kuracağını duyurdu. Yeni komutanlığın Çin ve Kuzey Kore’nin balistik füze tehditlerine karşı ABD savunma kapasitesini artırması amaçlıyor. INDOPACOM, komutanlığın düzenlenecek bir törenle tanıtılacağını duyurdu. ABD Uzay Kuvvetleri, Aralık 2019’da ülkenin uzaydaki çıkarlarını korumak ve uzay operasyonlarını yürütmek misyonuyla kurulmuştu.[55]

ABD ile Çin arasında olası bir “sistemik savaşa” ilişkin senaryoların irdelendiği RAND Corporation’ın The Return of Great Power War/ Büyük Güç Savaşının Geri Dönüşü başlıklı raporunda, “derin yapısal dinamiklerden” dolayı ABD-Çin çatışmasının uzun yıllar sürmesi bekleniyor. ABD’nin, küresel düzeyde, SSCB’den çok daha güçlü bir rakiple karşı karşıya kalacağı birçok kez vurgulanıyor.[56]

Bu madalyonun bir yanıyken; öteki yüzü de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çinli mevkidaşı Şi Cinping’e askerî işbirliğini artırmaya istekli oldukları ve iki ülkenin Batı etkisine karşı koyma çabaları ile askerî işbirliğini geliştirme mesajı var.[57]

Özetin özeti: Rusya ve Ukrayna arasında 24 Şubat 2022’de başlayan savaş, “küresel sistem” tartışmasına dönüşürken; Rusya ile Çin yakınlaştı.

Batı ülkeleri de, iki ülkenin ortaklığına karşı stratejiler geliştirmek için düğmeye bastılar. Japonya, dokuz yıl sonra savunma politikalarını yeniden tanımladı.

Batı ile Doğu arasındaki çekişme büyüyor, küresel güç sisteminde dönüşüm tartışılıyor

Batı ülkeleri, Rusya-Ukrayna savaşına, Moskova’nın ekonomisini zayıflatma amacıyla başlatılan yaptırımlarla karşılık verdi. İşgalle birlikte artan gerilim, Çin ve ABD arasında “Tayvan’ın egemenliği” tartışmalarıyla daha da tırmandı. Tüm bu gelişmelerin etkisi, küresel ölçekli oldu ve “dünyadaki yeni güç dağılım düzenin” işaret fişekleri sayıldı.

Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Galuzin 26 Aralık 2022’de “ABD’nin diğer ülkelere koşullar dikta ettiği” tek kutuplu dünya çağının sona erdiğini söyledi. Bu sözlerin ardından Soğuk Savaş dönemindeki çift kutuplu sistem tartışmaları kamuoyunda yeniden alevlendi.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de 25 Aralık 2022’deki açıklamasında Rusya ile bağlarını derinleştireceğinin sinyalini verdi.

Savaş kararından yaklaşık 20 gün sonra Çin ve Rusya liderlerinin “ortaklıkta sınır yok” formülü ile ilişkilerdeki sağlamlık bir kez daha gözler önüne serildi. İki ülke arasındaki ticaret hacmi ise 2022’nin ilk 11 ayında, 2021 yılının 12 aylık değerine kıyasla yaklaşık yüzde 32 artarak neredeyse 172 milyar dolara ulaştı. Öte yandan yaptırım uygulanan Rus enerjisinin Çin’e ihracatının değer olarak yüzde 64, hacim olarak da yüzde 10 arttığı ifade ediliyor.

Ayrıca Batı yaptırımlarına katılmayan ve Rusya’yı Ukrayna işgali nedeniyle açıkça kınamayan Pekin ile Moskova donanmaları arasında bugün sonlanan Japon denizindeki ortak tatbikat ile iki ülke askerleri dışındaki orduların da dahil olduğu Vostok-2022 tatbikatı, Avrupa basınında “askerî yakınlaşmaya örnekler” olarak değerlendiriliyor.[58]

* * * * *

Evet, Eduardo Galeano’nun, “Ve bu çılgın dünyada/ Her gece sanki son geceymiş gibi yaşansa/ Ve her gün sanki ilk günmüş gibi yaşansa…”[59] dileğini hak eden yerküre her an patlaması muhtemel bir barut fıçısı üzerinde ve yine Galeano’nun, “Dünya barışının aynı anda dünyanın ana silah üreticileri olan aynı beş ülkenin elinde olması adil mi?” sorusunu gündem maddesi kılan haksız savaşların mağduru!

Şimdi(lerde); sürdürülemez kapitalizmin giderek yıkıcılaşan krizinden çıkabilmenin tek yolu, kitlelerin duruma müdahalesi ve yerkürenin sınıfsız, savaşsız, sömürüsüz sosyalist ütopya doğrultusunda işçi sınıfı mücadelesiyle dönüştürülmesinden geçerken; altüst olan yerkürede, “Savaş, politikanın başka araçlarla (yani şiddet) devamıdır,” gerçeğini bir an dahi unutmadan V. İ. Lenin’e kulak verin:

“Savaş, savaşan güçlerin hâkim sınıfları tarafından savaşın patlak vermesinden çok önce izlenen politikanın, zor kullanma araçlarıyla devamıdır. Barış, aynı politikanın, askeri hareketler sonucunda rakipler arasındaki güç ilişkilerinde meydana gelen değişikliklerin dikkate alınarak sürdürülmesidir.”

“Çetin savaşlar, karmaşasız olmaz.”

“Savaş da, tarihteki öteki bunalımlar gibi, büyük yıkımlar ve insan yaşamındaki ani değişmeler gibi, bazı kimseleri sersemletir ve yıkar, ama bazılarının da gözlerini açar ve bunları çelikleştirir… dünya tarihini bir bütün olarak düşünürsek, ikinci tür insanların sayısının ve gücünün… birinci türden daha fazla olduğu görülür.”

“Savaşlar ücretli köleliği devam ettirmek ve güçlendirmek içindir; çünkü savaş proletaryayı bölüp sindirir, kapitalistler ise, savaşla zenginleştikleri, ulusal önyargıları kışkırttıkları ve tüm ülkelerde, en özgürlükçü ve cumhuriyetçi olanlarında bile hortlayan gericiliği güçlendirdikleri için bundan faydalanır.”

“Emperyalizm, dünya uluslarının bir avuç ‘büyük güç tarafından ezilmesinin durmaksızın arttığı bir çağdır. Bu nedenle, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaksızın emperyalizme karşı sosyalist enternasyonal devrim kavgasını vermek imkânsızdır.”

“Şimdi gözünüzde canlandırmaya çalışın: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha adil bir şekilde paylaşılması için, 200 kölesi olan bir başka köle sahibine savaş açıyor. Bu durum için, savunma savaşı ya da anayurdun savunulması için savaş gibi kavramların kullanılması tarihsel bakımdan kesinlikle yanlıştır, uygulamada ise sıradan halkın eğitimsiz ve cahil insanların, kurnaz köle sahipleri tarafından aldatılmasıdır.”

“Sosyalistler, hepsini de devirmek için, soyguncular arasındaki çekişmeden yararlanma yoluna gitmelidirler. Bunu yapabilmek için de sosyalistler, her şeyden önce, halka doğruları söylemeli; yani bu savaşın, köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında bir savaşım olduğunu söylemelidirler.”

“Sosyalistler, sosyalist olmaktan vazgeçmeksizin, genel olarak bütün savaşlara karşı olamazlar. Mevcut emperyalist savaşın bizi körleştirmesine izin vermemeliyiz. Büyük güçler arasındaki bu tür savaşlar, emperyalist çağın özelliğidir; ancak ezilen halkların zulmünden kurtulmak için kendilerini ezenlere karşı yürüttükleri savaşlar örneğinde olduğu gibi demokratik savaşlar ve ayaklanmalar da asla olanaksız değildir. Proletarya’nın sosyalizm için, burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaşlar kaçınılmazdır.”

“Soyut bir barış çağrısı yapan pasifizm, işçi sınıfını kandırmanın pek çok yolundan biridir. Kapitalizmde, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşlar kaçınılmazdır.”

“İster köleliğe, serfliğe, ister günümüzdeki gibi ücretli köleliğe dayansın, sınıflı toplumlarda, ezen sınıf her zaman silahlıdır.”

“Savaşta, gerek ‘kendi’ hükümetinin zaferini savunmak, gerek ‘ne zafer, ne yenilgi’ sloganını savunmak, sosyal-şovenizm görüşünden çıkar. Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlıkları ile onu devirme olanaklarının arttığını görmezlik de edemez.”

“Durumumuzun umutsuz olduğu; bu insafsız barışta olduğu gibi ‘onursuz’ bir ölümle, umutsuz bir savaşta ‘kahramanca’ ölmek arasında seçim yapmaktan başka bir çaremiz olmadığı doğru değildir.”

“Yığınların barıştan yana duyguları, çoğu zaman, bir protestonun başlangıcını, savaşın gerici niteliğine karşı kızgınlığı ve yığınların bu niteliğin bilincine vardıklarını ifade eder. Bu duygudan yararlanmak, sosyal-demokratların görevidir.”

“Savaş, kuşku yok ki, şiddetli bir bunalım yaratmış, yığınların endişesini beklenmedik ölçüde artırmıştır. Bu savaşın gerici niteliği ile bütün ülkelerin burjuvazisinin kendi yağmacılık amaçlarını ‘ulusal’ ideoloji sözü ardına gizleyerek söyledikleri hayasızca yalanlar, nesnel devrimci bir temele dayanarak hâliyle yığınlar arasında devrimci kıpırdamalar yaratmaktadır. Bu duyguların bilinçli bir hâle gelmesi, derinleşmesi ve şekillenmesinde yığınlara yardım etmek -bizim görevimizdir. Bu görev ancak şu slogan ile doğru olarak ifade edilir: emperyalist savaşı iç savaş hâline çevirin; ve savaş sırasındaki bütün tutarlı sınıf savaşımları, ciddi bir şekilde yürütülen bütün ‘yığın hareketleri’, eninde sonunda bu amaca yönelmelidir. Güçlü bir devrimci hareketin, büyük devletler arasındaki birinci mi, yoksa ikinci emperyalist savaş sırasında mı olacağını; savaştan önce mi, savaştan sonra mı patlak vereceğini şimdiden söyleyemeyiz, ama ne olursa olsun bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak yılmadan çalışmaktır.”

“Ancak devrimci bir mücadele yürütülürse ‘barış’ talebi proleter bir anlam edinir. Demokratik barış denen şey bir dizi devrim olmadan bir küçük burjuva ütopyasıdır.”

“Komünist Manifesto’daki ‘İşçilerin vatanı yoktur’ sözü bugün her zamankinden daha doğrudur. Proletarya ancak burjuvaziye karşı uluslararası bir mücadele yürüterek kazanımlarını koruyabilir ve ezilen kitlelere daha iyi bir geleceğin kapılarını aralayabilir.”

“Kulübelere barış, saraylara savaş! Bütün ülkelerin işçilerine barış! Bütün ülkelerin devrimci işçilerinin kardeşçe birliği! Yaşasın sosyalizm!”

“Ancak, biz tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir.”

“Devrimler olmaksızın sözde demokratik bir barış, dar kafalı bir ütopyadan başka bir şey değildir.”[60]

15 Mart 2023, İstanbul.

*: 29 Mart 2023 tarihinde DGB’nin İstanbul’da gerçekleştirdiği “Gençlik Seçimini Tartışıyor” başlıklı panel-forumda yapılan konuşma…

[2]    V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s. 60.

[3]    Ergin Yıldızoğlu, “Ayakları Yere Basmıyor!”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2023, s. 9.

[4]    “IMF: Dünyanın Üçte Biri Bu Yıl Resesyona Girecek”, 2 Ocak 2023… https://www.avrupademokrat2.com/imf-dunyanin-ucte-biri-bu-yil-resesyona-girecek/

[5]    “… ‘Kriz Kahini’ Roubini: Dünyayı Yüksek İşsizlik, Enflasyon Dönemi Bekliyor”, 16 Ocak 2023… https://www.dokuz8haber.net/kriz-kahini-roubini-dunyayi-yuksek-issizlik-enflasyon-donemi-bekliyor

[6]    Ege Cansen, “Krizin Geleceği Varsa…”, Sözcü, 1 Ağustos 2021, s. 7.

[7]    “Batı’nın Kriz Korkusu”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2022, s. 7.

[8]    Selim Somçağ, “Küresel Resesyon Ufukta Göründü”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2022, s. 10.

[9]    “IIF: 2023, Küresel Ekonomi İçin En Kötü Yıl Olacak”, Sözcü, 26 Kasım 2022, s. 7.

[10]  Jale Özgentürk, “Eczacıbaşı: Küresel Kriz Sürecek”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2022, s. 11.

[11]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Davos Man’ Tedirgin”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2022, s. 9.

[12]  Hasan Erel, “Davos Oligarşisi 2023”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2022, s. 2.

[13]  Ergin Yıldızoğlu, “Sanders, Wolf ve ‘Simit’…”, Cumhuriyet, 2 Mart 2023, s. 9.

[14]  Patrick Martin, “Borç Krizinin Suçlusu Kim?”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 13.

[15]  Ken Klippenstein, “Finans Piyasalarının İşsizlik Sevinci”, Birgün, 9 Ocak 2023, s. 11.

[16]  Hayri Kozanoğlu, “Bitcoin’in Akıbeti Laleye Benzer mi?”, Birgün, 23 Şubat 2021, s. 5.

[17]  Raj Patel-Jason W. Moore, Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi, çev: Serkan Gündüz, Kolektif Kitap, 2021.

[18]  Munsif Merzuki, Diktatörlük ve Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri, çev: Zahide Tuba Kor, Küre Yay., 2019.

[19]  Merdan Yanardağ, “Tek Kutuplu Dünyanın Sonu ve Moskova Konferansı”, Birgün, 20 Kasım 2023, s. 5.

[20]  “Krizler Zenginleştirdi”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2023, s. 7.

[21]  “Küresel Uçurum”, Birgün, 17 Ocak 2023, s. 5.

[22]  Hayri Kozanoğlu, “Davos’taki Bedbin Ruh Hâli”, Birgün, 24 Ocak 2023, s. 10.

[23]  Barış Doster, “Liberal Demokrasi ve Dijital Otoriterlik”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2021, s. 12.

[24]  “Oxfam: Krizler Zenginlere Yaradı, Servetlerine Servet Kattılar”, 16 Ocak 2023… https://www.dokuz8haber.net/oxfam-krizler-zenginlere-yaradi-servetlerine-servet-kattilar

[25]  “Dünyada 30 Milyon Çocuk Açlıktan Ölme Tehlikesi Altında”, 14 Ocak 2023… https://www.avrupademokrat2.com/dunyada-30-milyon-cocuk-acliktan-olme-tehlikesi-altinda

[26]  UNESCO İstatistik Enstitüsü’nün (UIS) Küresel Eğitim İzleme (GEM) Raporu’na göre 6-18 yaş arasındaki 244 milyon çocuk eğitim hakkından mahrum kaldı. UNESCO’nun verileri, Sahra Altı Afrika’da toplam 98 milyon çocuğun okula gitmediğini gösteriyor. Bu bölge, dünyada okula gitmeyen çocuk sayısının sürekli arttığı tek bölgedir. İkincisi ise, 85 milyon çocuğun okula gitmediği Güney ve Orta Asya’dır. Dünyada eğitimden en çok çocuğun dışlandığı ilk beş ülke Hindistan, Nijerya, Pakistan, Etiyopya ve Çin’dir (Ali Arayıcı, “Dünya Genelinde 244 Milyon Çocuk Eğitimden Yoksun”, Birgün, 25 Eylül 2022, s. 11).

[27]  “Her 4 Saniyede Bir Çocuk Ölüyor”, Birgün, 11 Ocak 2023, s. 2.

[28]  “22 Milyon İnsan Açlık Riski Altında”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2023, s. 7.

[29]  “Almanya’da Çocuk ve Genç Yoksulluğu Araştırması”, 5 Şubat 2023… https://www.avrupademokrat2.com/almanyada-cocuk-ve-genc-yoksullugu-arastirmasi

[30]  “Almanya’da Öğrenciler Yoksulluk Riski Yaşıyor”, 6 Aralık 2022… https://www.avrupademokrat1.com/almanyada-ogrenciler-yoksulluk-riski-yasiyor/

[31]  Gülseren Tozkoparan Jordan, “Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2022, s. 2.

[32]  Mert Cengiz, “İklim Krizinden Açlığa”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2023, s. 7.

[33]  Yaren Çolak, “Küresel Tahıl Krizinin Yeni ve Zorlu Rotaları”, Birgün, 8 Haziran 2022, s. 10.

[34]  Hayri Kozanoğlu, “Hayat Pahalılığı Milyarlarca İnsanı Esir Aldı”, Birgün, 10 Haziran 2022, s. 5.

[35]  Hayri Kozanoğlu, “Küresel Açlık Kapıda”, Birgün, 24 Mayıs 2022, s. 13.

[36]  Desiderius Erasmus, Deliliğe Övgü, çev: Nusret Hızır, Kabalcı Yay., 1998.

[37]  “Türkiye’nin Silah İhracatı Arttı, ABD İlk Sırada”, Cumhuriyet, 14 Mart 2023, s.9.

[38]  Yusuf Gürsucu, “Savaşlarda Göz Ardı Edilen Ekosistemler!”, Yeni Yaşam, 1 Mart 2022, s. 12.

[39]  “Felaket Yakın!”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 11.

[40]  Emre Kongar, “NATO ve Rusya, ABD ve Çin”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2023, s. 3.

[41]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Savaş’ın Geri Dönüşü-II”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2022, s. 9.

[42]  Sait Balcı, “Şanghay İşbirliği Örgütü”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2022, s. 2.

[43]  Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlığın Uzun Tarihi-Yeni Kavramları”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2023, s. 9.

[44]  Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Dönüşüm”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2023, s. 11.

[45]  Bilsay Kuruç, “ABD’nin Düşünürleri Ne Düşünürler?”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2022, s. 9.

[46]  Peter Maass, “Savaş, Çatışma Cehennemdir”, Birgün, 18 Ocak 2023, s. 13.

[47]  Caitlin Johnstone, “Biden’ın Yalanları”, Birgün, 7 Temmuz 2022, s. 5.

[48]  Stefan Wolff, “G7 ve NATO’nun ‘Etkisiz’ Zirvesi”, Birgün, 4 Temmuz 2022, s. 10.

[49]  Ceyda Karan, “Münih Konferansı Batılı Kapitalistlerin Klasik Savaş Formülünü Köpürttüğü Yer Oldu”, 20 Şubat 2023… https://sputniknews.com.tr/20230220/munih-konferansi-batili-kapitalistlerin-klasik-savas-formulunun-kopurttugu-yer-oldu-1067343446.html

[50]  “Pasifik Kuşatıldı”, Birgün, 3 Şubat 2023, s. 11.

[51]  “Japon Militarizmi Dönüş Yolunda”, Birgün, 1 Aralık 2022, s. 11.

[52]  “Korkutan İttifak”, Birgün, 9 Haziran 2022, s. 11.

[53]  “Kışkırtan Kuşatma”, Birgün, 25 Mayıs 2022, s. 11.

[54]  “Pasifik Hiç Kimsenin Arka Bahçesi Değil”, Birgün, 20 Kasım 2023, s. 11.

[55]  “Gri Bölge Uyarısı”, Birgün, 23 Kasım 2023, s. 11.

[56]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Savaş’ın Geri Dönüşü”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022, s. 11

[57]  Deniz Berktay, “Rusya ve Çin Lideri, İşbirliğini Geliştirme Mesajı Verdi”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2022, s. 7.

[58]  Mert Cengiz, “Dünya İki Kutba Ayrılıyor”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2022, s. 7.

[59]  Eduardo Galeano, “Hatırlayarak”, aktaran: Zeynep Oral, “Düş Kurma Hakkı”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2022, s. 11.

[60]  V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.

“Ah nerede, vah nerede” Devleti tanımak, rolünü oynamak ya da bizim Ahbaplarımız – Kutay Soybil

Bu yazının konusu devletin yaptıkları değil. Depremi kader planı ile katliama dönüştürmede devletin yaptıklarının detaylarına ilişkin Kaldıraç’ın şubat sayısında ilk günden itibaren yapılmış açıklamalara, deprem bölgesinden yazılan gözlemlere, Deniz Adalı’nın yazılarına bakılabilir.

Deprem 4.17’de, önce 11 ili sarstı. Sonrasında da devlet sarsılmaya başladı.

Bu sarsıntıdan sonra, zaten zemini çürüyen bu yapı için 4.17’den 4.51’e geçen süre de, sonraki 40 saat de bir yıkılma ihtimaline karşı güçlendirme çalışması olarak ele alınabilir. Benzerlik ayırt edicidir, devletler de binalar gibi doğal sebeplerle yıkılmazlar.

Yıkım, son derece bilinçli eylemlerin sonucudur. “Sermaye, vampir misali, yaşayan emeğin kanını sömürerek yaşayabilir ancak ve ne kadar çok emek sömürürse canına o kadar can katar” bilindik bir sözdür, ilk etapta yıkılan 200 binden fazla binanın yıkılması sermayenin sınıf bilinci sebebiyledir. Devlet de böyledir, kendiliğinden, doğal seyrinde yıkılmayacaktır. Bunun için onu tanımak, ayrı bir önem kazanmaktadır.

Depremin üstünden bir ay kadar geçmiştir. Bu, her günü bir yıl gibi geçen günlerin dersleri, notları çokça çıkacaktır. Yazının devamında okuyucu tek tek alıntılarla dolu bir polemik bulamayacak, ancak gittikçe daha fazla netleşen çizgileri artık daha kalın çizmek gerektiğini bulacaktır.

“Devlet nerede/devlet yok” ise niye “Hükümet istifa”?

Sanırım bu sürecin içinde en devleti tanıyan söylev Kılıçdaroğlu tarafından 28 Şubat günü yapıldı. Saray Rejimi içindeki rolü gereği devleti kurtarmak adına uzunca bir devlet dersi verdiği konuşmasının ortalarına doğru deprem karşısında ne yapılacağının bilinmediğinin yalan olduğu, tüm kurumların deprem raporlarının olduğu ve ne yapılması gerektiğinin bilindiğini ifade etti. Elbette yaşananların liyakat-beceriksizlik sebebiyle olduğu algısını da arttıra arttıra. Zira Kılıçdaroğlu devlet adamıdır, onun bunu demesine hiçbir itirazımız yok.

İlk günler halkın tabii tepkisi olan “devlet yok/devlet nerede” anlaşılırdır. Anlaşılırdır çünkü egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve toplum büyük oranda örgütsüzdür. Ki çözülen rejim bu serzenişteki insanların çoğunun kafasında bile kurtarıcı olarak durmamaktadır. Hâl böyleyken yıkma ve yeniyi yaratma iddiasında olanların savruluşu göz yaşartıcıdır.

Gerçek de değil ama hadi kabul edelim; “devlet yok”muş! Ee, ne güzel işte! Hangi devrimci devletin yokluğundan şikâyet edebilir, onun yokluğunu sanki çağırırcasına canhıraş bağırabilir? Bu bir kısmıdır. Üstelik devlet yok ise tırlarımızı, Beşir’in tekbirlerle ettiği dualar mı engelledi? Mesela yok ise Ahmet Güreşçi’yi kim öldürdü? İdlib’deki IŞİD’çilere SADAT eliyle gönderilen yardım malzemelerini liyakatsiz kadrolar mı gönderdi? Sorular uzar gider. Diyelim ki bu soruların hepsine “ama bu devlet değil hükümet” dediniz, eh Kılıçdaroğlu kadar devlet tanımak ancak devleti kurtarmakta işe yarar. Bu akıl tutulması değil ise ahmaklıktır.

Şimdi pek çok dostumuz açıklamalarında, sürecin hukuksuzluklarla dolu olduğu, Kızılay’ından AFAD’ına, oradan çocukların tarikat yurtlarına kaçırılmasına kadar onlarca suçtan bahsediyorlar, doğru da söylüyorlar. Kitleler gözünde yıpranmış, çözülüşü hızlanmış ve yarattığı yıkımın bir isyana dönüşmesinden korkan devlet gerçeği önümüzde dururken, tüm bu suçun sahiplerinden mi istifa etmeleri istenmektedir? Sloganlar programların en özlü ifadesidir. Örneğin AFAD’ın içinde onurlu bürokrat aramak (arıyormuş gibi yapmak da denebilir) daha programlı bir iştir ve bu burjuva program işçi-emekçiler lehine de değildir. Olmuş, yaşanmış şeylere “böyle bir şey olabilir mi ya?” diye tepki vermek eğer suçu gizlemek sebebiyle yapılmıyorsa saflık değil midir?

“Beynindeki polisten, ruhundaki devletten, kalbindeki zincirden kurtul” bugün ne kadar da duru bir pankart olduğunu anımsatıyor. Devlet budur, ilk günden oradadır, yıkılmalıdır.

Ne yazık ki devleti tanımada eksiklik olunca, hiçbir şey tam olamıyor.

“Tarihsel sorumluluk”ların gölgesinde

Gezi Direnişi ile Kobanê Direnişi’nin aynı kanallardan akmaya başlamasıyla beraber tüm kuruluş kodları halkların inkârı-imhası, işçi sınıfının reddi ve anti-komünizm olan bu devlet, olağanüstü bir örgütlenmeye gitmiştir. Bu örgütlenmenin adı Saray Rejimi’dir. Burjuva muhalefetin bu organizasyondaki büyük oranda rolü halkın isyanını engellemek üzerinedir. Saray Rejimi’ne “tek adam” rejimi demek ise hafifliktir.

Yanılmıyorsam burjuva muhalefet ilk erken seçim çağrısını 2020 yılında yaptı. 3 yılın tüm gündemlerine bakmaya kalksak üç cilt yazı çıkar. Pandemi, ekonomik krizin derinleşmesi, Gezi’ye yeni saldırılar… Uzar gider. Seçim eğer olursa, 18 Haziran yerine en erken 14 Mayıs’ta olacaktır. “İlk seçimde gidecekler”, “Erdoğan’ı göndermek önemli” diye harcanan 3 yılda elde edilen “erken”lik 34 gündür. Acı tablodur ancak gerçektir. 1980 yenilgisinden yadigâr “dengeli” siyasetle bir yere kadar gidilebilir. Samimiyetle söylemeliyim ki Kaldıraç Hareketi’nin bu 3 yıl içinde “seçim gündemini aşan, direnişi örmek ve devrimi örgütlemek için Birleşik Emek Cephesi” çağrılarına verilen “siz seçimi önemsemiyorsunuz”, “kitleler direnişte değil ki”, “yüksek siyasete de ihtiyaç var” cevaplarını değerlendirirken anlaşılmadığımızı da düşündüğümüz oldu. Ancak daha doğru ifade sanırım anlaşılmamak değil anlaşamamaktır. Devrimcilik irade, söylem ve eylemin uyumluluğu içinde anlam kazanıyor. Devrim bir andan ibaret değildir. Devrim örgütlenir ve devrimi örgütleme çabasında olanların “güncel fırsatları kaçırma”, “sürece kaba yaklaşma” gibi kaygıları ancak devrimi örgütlemeye dair olabilir, bu da iktidarı almayı istemektir, kusura bakmayın aşağısı bizi kurtarmıyor.

Bu halka iç savaş ilânını çok önce yapmış olan devlet, depremi ilk saniyesinden itibaren katliama dönüştürmüştür. Devrimciler, sosyalistler, yurtseverler, öğrenciler, kadın örgütleri, meslek örgütleri, DKÖ’ler de ilk saniyesinden itibaren bölgeye koşmuştur. Kıymetli bir adımdır bu, pandemide, yangında atılmamıştır. Ancak herkesin “iş başa düştü” dediği bir yerde “iş” nedir, tekrar altını çizmek gerekiyor. Zira en başından itibaren AFAD’la koordineli çalışacağını ilân eden AHBAP da ilk günden itibaren bölgededir. AHBAP’a kızmak ise yersiz, bu sistem içinde kalıp sadece “iyi” olmanın bile imkânsız olduğu bilinen bir gerçektir. “Dayanışma yardım dağıtmak değildir, ihtiyaçları örgütlemenin yoludur. Çiğli Vansan fabrikasında 400 kiloluk dalgıç motorları deprem nedeniyle devrildikten sonra çalıştırılmaya devam eden işçiler için işi durdurmak, dayanışmadır. ‘Deprem vergileri nerede?’ diye sormak, dayanışmadır.” Bu satırlar İzmir depreminin hemen ardından yazılmıştır.

Binlerce gönüllü adeta savaştan çıkmış gibi duran kentlere gitmiştir, milyonlarcası da onların lojistiğini sağlamıştır. Depremin daha ilk günü “merkezî koordinasyon” kurulması için toplantı önerilerine “Önce halkın yaralarını sarmamız lazım” bile dendiği olmuştur. Peki dostlar saralım, biz mesela bu milyonlarla Saray’ın önüne yürüsek? Hem sadece 11 ildeki insanlarımızın değil de tüm sınıfın yaralarını sarsak, iş biraz da bu değil midir?

Özellikle Antakya, devrimcilerin muazzam bir çabasıyla yaşama tutunmaya çalışıyor. Halkın ihtiyaçları devrimcilerin tüm olanaklarını seferber etmesi ile karşılanıyor. Bu yapılmasın diyor olabilir miyiz, ayıptır. Ancak bireysel çıkışları videoya alıp paylaşma dışında halkın öfkesini örgütlemek bir kenara atılmamalıdır. “Devlet nerede”, “donuyoruz”, “çadır lazım”, “içme suyumuz yok”, “yakacak yok”… Çadırdan bozma kaymakamlık orada durmaktadır, AFAD’ın el koyduğu mallar Expo’dadır, SADAT’ın bekçiliğini yaptığı çadırlar da orada durmaktadır. Tüm depremzedeler hijyen konusunda bilgilendirildiği kadar bu konuda da bilgilendirilse Antakya’da yeni bir yaşamı kurma mücadelesi daha da büyüyecektir, anlam kazanacaktır.

Dikkatli her göz, gelen devrim dalgasını görecektir.

“Tarihsel sorumluluğa uygun adımlar atmak”tan bizim anladığımız artık nefes kadar ihtiyaç olan devrime, sosyalizme doğru adımlamaktır.

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

7 Mart 2023

 

AFAD, Kızılay, UMKE; onlar da nedir ki? Boş verin abiler-ablalar, biz kendi deneyimlerimize bakalım!.. – Barış Altunsoy

6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen ve on binlerce insanımızın ölümüne, yaralanmasına ve kaybolmasına neden olan deprem felaketi karşısında öfke ve üzüntüyü Anadolu’nun tüm halkları olarak birlikte yaşadık. AFAD yoktu, Kızılay yoktu. Evet yoklardı ama birbirinden habersiz ama bir o kadar da organize binlerce insanımız 24 saat içinde deprem bölgesine elinde kazması küreği ile ulaşmakta bir an olsun tereddüt etmedi.

AFAD, Kızılay ve bilumum devlet organizasyonlarına ilişkin çok sözler söylendi ve daha da söyleneceği aşikâr. Ancak bu yazının konusu bu değil.

Genel olarak toplum tarafından “dayanışmacılar ya da gönüllüler” olarak adlandırılan, resmî otoriteden bağımsız ve kendi olanakları ile hareket eden, başta devrimci ve sosyalistler olmak üzere birçok gönüllü organizasyonun önceki deneyimleri ışığında bu deprem döneminde çıkardığı dersler üzerine tartışmak ya da deneyimleri bilince çıkarmak kıymetli bir çalışma olacaktır.

Aşağıda depremin ilk 25 gününde birebir sahada yer almış biri olarak ve birçok arkadaşla paylaştığım deneyimlerden ve gözlemlerden oluşan taslak notlarımı paylaşmak isterim. Elbette bu notları geliştirmek ve/veya değiştirip düzeltmek faydalı olacaktır. Adı üzerinde taslak ve geliştirilmeye ve değiştirilmeye ihtiyaç duymakta.

Afet koşullarında mücadele edenlere taslak notlar:

Dayanışma, halkını sevmek ya da bizim bizden başka dostumuz yok:

Aslında bizlerin, binlerce insanın 7 Şubat günü tipi ve fırtınaya rağmen bir an evvel bölgeye ulaşma çabasının altında yatan duygunun halk sevgisine dayalı dayanışma ruhu olduğunu düşünüyorum.

Her felakette Anadolu insanının kendi çaresizliği içerisine bırakıldığına bir kere daha tanık olduk ve kendi yaralarımızı kendimiz sarmak için yollara düştük.

Deprem bölgesinde yürüttüğümüz her çalışmada, enkaz altında çalışmaktan yemek yapmaya, erzak dağıtımından tuvalet temizlemeye kadar sayabileceğimiz onlarca şey ancak hesapsız güçlü bir halk sevgisi ile gerçekleştirilebilir.

Geç kalmak ölümdür:

İlk 72 saatin çok kritik olduğu tüm uzmanlar tarafından dile getirilmekte. Bu nedenle ilk 72 saat içinde bölgeye ulaşmalıyız denilebilir ancak bizim için kural 24 saat içerisinde bölgeye ulaşmak olmalı. Evet aletlerimiz ve deneyimimiz yeterli olmayabilir ancak biz bölgeye ulaştığımızda küçük bir grup olarak sadece kazma kürek murç kullanarak 8 Şubat günü 5 kişiyi enkazdan çıkarabildik. 9 Şubat günü yanlış hatırlamıyorsam 4-5 insanımızı daha enkazdan çıkardık. Her binadan ses geliyor ancak bir avuç insan olarak hangi binaya gideceğimizi bilemiyorduk. Çok ama çok fazla insan olmalıyız bölgede. Mükemmel ve eksiksiz bir şekilde bölgeye gitmek adına geç kalmak kabul edilemez. Belki geride görevliler bırakıp en fazla sayıda insanın bölgeye sevki için çabalamamız gerekir.

İkinci olarak bölgede zaman çok hızlı akmakta. Bölgedeki 1 saat belki normal yaşamda 1 gün 1 hafta gibi akmakta. Hâl böyle olunca sabah çok acil çözülmesi gereken konu ile öğlen çok acil çözülmesi gereken konular birbirinden farklılaşabilmekte. Özellikle ilk hafta her şeyi çok ama çok hızlı yapmamız gerekti. Tuvalet lazımsa örneğin çukur kazıp kireç bulup hızlıca yapmalıyız. Çünkü her geçen saatte insanlar tuvalet ihtiyaçları için hasarlı binaları kullanma eğilimine girmekte. Örneğin Malatya’da 7 Şubat’ta yaşanan depremde birçok kişi depremde hasar gören evlerine girdikleri için hayatlarını kaybettiler.

Ayrıca şunu da eklemeliyim, özellikle ilk zamanlar için önlük giymek sizin alanda sorumlu olduğunuzu ve taleplerin sizin tarafınızdan karşılanacağını, talimatların sizin tarafınızdan verileceğini herkese göstereceğinden dolayı önemli ve kargaşayı önleyici nitelikte diyebilirim. Bundan dolayı vereceğimiz talimatlarda ekstra etkisi olacaktır. Örneğin “tuvalet için kesinlikle hasarlı binalara girilmeyecek, hazırladığımız kireçle çalışan tuvaletler kullanılacak” talimatı herhangi bir tartışmaya yer bırakmadan yerine getirilecektir.

Son olarak hızla organize edilen işlerin örnek olup hızlıca yayılma özelliği var. O nedenle kendi bulunduğumuz alanda yaptığımız işlerin hızlıca duyurulması ulaşamadığımız birçok alanda benzer işler yapılmasını da beraber getirmekte. Örneğin hukukî bilgilendirme konusunda 14 Şubat’ta attığımız adımların benzerleri 3-4 gün içinde birçok bölgede bizden bağımsız olarak gerçekleşmeye başladı.

Gerçekçi ol imkânsızı iste

Bir tırda seyyar duşlar göründü. Hemen durdurulup alana indirildi ama bir sorun vardı. Duşlar için soyunma kabini yoktu. Projeler çizildi, malzemeler hızla tedarik edildi ve gece 2’de iş tamamlandı. İşi tamamlayan işçi arkadaş bitmiş hâli ile duşlara baktı “imkânsız diye bir şey yoktur” dedi ve yapılacak diğer işlere yöneldi. İşçi arkadaşın kendi deneyiminden çıkardığı sonuç hepimizi bir kere daha kendine hayran bıraktırdı.

İlk andan itibaren tamamı ile imkânsıza meydan okuyan bir anlayışı egemen kılmamız gerekiyor.

– Yolda tipi var gidemezsiniz! Hayır gidebildiğimiz son noktaya kadar gideceğiz.

– Malzemeler çok karışık önce düzenleyip sonra dağıtalım. Gece 2’de bir teyze “çok üşüyorum” diye ağlıyor, o hâlde biz hem malzemeleri düzenleyeceğiz hem de gece 2”de o battaniyeyi bulup teslim edeceğiz.

– Su yok tuvalet inşa edemeyiz. Eskiden köylerde kuyu kazıp kireç döküyorduk o şekilde yapacağız.

Biri bir konu ile ilgili bir sorun dile getiriyorsa kural olarak hemen şunu düşüneceğiz “sorun varsa çözüm de vardır, imkânsız imkânsızdır.”

Kırılma anlarının tespit edilmesi ve müdahale

Yemeklerimizi 4. günden sonra organize eden profesyonel aşçı -aynı zamanda sosyolog- bir arkadaşımızın bir tespiti ile konuyu daha iyi kavradık diyebilirim.

“Bu tip olağanüstü anlarda sıcak yemeğin ilk verildiği an, genel olarak insanlarda sorunları çözme iradesinin oluştuğu duygusunun ortaya çıkardığını ifade etmekte.” Gerçekten önemli bir tespit. Biz ilk andan itibaren odunları yakıp kazanda çorba kaynatmaya başlamıştık. Birçok topluluk tüpler ve kazanlar gelmeden yemek işine tam girişemediler, ki bu da 3. günü bulmakta. Hatta bizim gibi toplulukları ziyaret eden bir arkadaş bizim odun ateşinde 200 kişilik yemek çıkarmak için gösterdiğimiz çabayı görünce bize aynı gece profesyonel ocaklar, kazanlar ve tüpler organize edip getirilmesini sağladı.

İşte tuvalet sorununun çözümü, jeneratör aracılığı ile elektriğin icadı, artezyen kuyu keşfedip motorla su basıp depolayıp suyun keşfi, gevşeme anlarının fark edilip her zaman depreme karşı tedbirli olmayı elden bırakmamak gibi birçok kırılma anını tespit edip görevlendirmeler ile hızlıca giderebilmek gerekli.

Teçhizata ve tecrübeye dayanan cesaret

Hepimiz enkazlardan gelen sesleri duyduk, müdahale ettik ancak belirli noktalarda enkazda içeri ilerleyebilecekken, ilerlememiz, gerek ekipman eksikliği gerek teknik bilgi eksiğimiz gerekse de artçı depremler nedeni ile duyduğumuz korku nedeni ile engellendi.

Özellikle 7 Şubat günü gerçekleşen 2. depremde ilk deprem yıkılmayan birçok binanın yıkıldığı da göz önüne alınırsa “cesur” olmanın sınırları da kendiliğinden ortaya çıkmakta.

O hâlde şimdiden enkaz deneyimi olan arkadaşların özellikle kendilerini ve çevrelerini eğitmelerinin faydası olacaktır. Örneğin enkazdan bir yaralıyı çıkaran arkadaşımız bir videoda tesadüfen gördüğü bir yaralı taşıma tekniğini kullanarak yaralıyı enkazdan çıkarmayı başarmıştır. O hâlde basitten (eğitim videoları vs.) karmaşığa kadar, ilk yardım da dâhil olmak, üzere teknikler üzerine çalışmalıyız.

Ekipman işi de aslında hızla çözülecek bir konu. Belki profesyonel malzemelerimiz yok ama kazma, kürek, demir makası, murç, çeşitli kesiciler, uzun sivri demir (bir abimiz çok işinize yarar demişti bu demirler için, gerçekten de enkazda bekleyenler için hava kanalları açıp buradan su vb. maddeler iletilebildi) gibi malzemeler birçoğumuzda dağınık hâlde de olsa vardır.

Çevremizdeki herkesin birer takım edinmesini şimdiden sağlatabiliriz. Bence sağlatmalıyız da. Tekrar gördük ki yara kimdeyse merhem ondadır.

Yaralıların tedavisi ve ilaç tedariki

Enkazdan insanlarımızı çıkarmak ne kadar hayatî ise çıkardığımız insanları hayatta tutmak da o kadar önemlidir. Gördük ki enkazdan çıkanlar ciddi yaralanmalar ve kesiklerle çıkmakta. Temel sağlık bilgisi olan kişilerin tespit edilmesi ve konumlandırılması kritik önem taşımakta. Bu noktada yaşadığımız bir diyaloğu da aktarmakta fayda var diye düşünüyorum.

Sağlık sorumlusu arkadaşla (henüz hekim değil) sağlık birimleri arasında koordinasyon sağlamak için bir hekim beyfendiyi ziyaret ettiğimizde arkadaşın henüz hekim olmadığından bahisle tıbbî müdahalede bulunmasının doğru olmadığını ilettiğine tanık olunca, ilk 2 gün yaklaşık 50 kişiyi bir veteriner arkadaşın yaralıların kesiklerini açık yaraları diktiğini söyleyip söylememekte açıkçası çok tereddüt ettim.

Özellikle doktor, avukat gibi “nitelikli” meslek gruplarındaki temkinlilik hâlini yok saymadan ancak oraya da fazla takılmadan eldeki olanakları maksimum seviyede kullanmayı kendimize amaç edinmeliyiz.

Aynı şekilde ilaç tedariki de önemli. Müdahaleler için olanlar ve sık kullanılan ilaçlar dışında insanlar apar topar evlerini terk ettikleri için düzenli kullanmaları gereken kalp, şeker, tansiyon vs. ilaçlarının hızlıca eczane enkazlarından çıkarılarak tedavüle sokulmasından da önemli bir faaliyet alanı olarak bahsedebilirim. Zannedersem 3. gün tam donanımlı bir eczaneye sahip olmuştuk -içinde EKG röntgen cihazlarının da bulunduğu- ve günde 100’e yakın hastaya bakabilir hâle gelmiştik.

21 Şubat tarihinde hepimizi derinden etkileyen ve sarsan 6.4’lük deprem gerçekleştiğinde (merkez üssü bizim bulunduğumuz Defne ilçesi idi) megafonlarla insanları güvenli noktaya toparladık. Suyu ve elektriği devreye aldık ve sıcak çorba pişirdik. Ve tüm bunları 1 saat içinde gerçekleştirdik. 1 saat sonra sanki deprem olmamış gibi genel bir sakinliği sağlayabilmiştik.

Stokçuluk ve israfa izin yok

Bu tip durumlarda adı konulmasa da kural şu. İlk 3 gün malzeme olmaz (yıkılan marketler vs. insanlar ihtiyaçlarını sağlar) sonraki 7 gün yağmur gibi gerekli gereksiz malzeme gelir. Sonra malzemeler kesilir. Ve elde kalanlar kullanılır.

Bu denklem merkezî düzeyde yardımları biz koordine etmediğimiz sürece bu şekilde olacaktır.

Depremin 6. Ya da 7. gününde insanların pet şişelerden bir yudum su alıp sağa sola attıklarını görünce ilk gün 1 küçük suyu 3 kişinin paylaşması gerektiğini söylediğimiz günler geldi aklıma. Bütün arkadaşları uyarmamız gerekti; “bugün fazla olan yarın olmayacak tedarikli kullanalım” diye, ki nitekim de öyle oldu.

Bir de güçlü bir stokçuluk eğilimi karşımıza çıkmakta. Belirsizlik ve kaosun verdiği etki ile insanlar erzakı fazla fazla talep etmekte. Haksızlığa izin vermemek ile depremde felaketi yaşamış insanlara, kırmadan, üzmeden, yaralamadan bu durumu anlatabilmek arasında büyük bir çatışmalı ruh hâli ortaya çıkmakta. Ne olursa olsun yapmayacağımız, kesinlikle yapmayacağımız şey insanları kırmak, üzmek ve yaralamak olmalı. Kendisi de felaketi yaşamış gönüllü insanların erzak dağıtımında görev almasını sağlamak, erzakı günlük öğünler şeklinde paylaşmak kısmen yol açıcı olacaktır. Ama yine de kimi insanların ihtiyacından fazla almasını engellemek mümkün olamayabiliyor. Organizasyonumuz geliştikçe bu konular da konu olmaktan çıkacaktır.

Bu başlıklara ek olarak hijyen, mobil ekiplerin kurulması, hukukî müdahaleler gibi başlıklar da kurulabilir, geliştirilebilir. Bir giriş niteliğindeki yazı için bu saydıklarımın yeterli olduğunu düşünmekteyim. Karmaşık sorunların çözümünden ziyade basit sorunların çözümünün bizi daha fazla zorlayacağından kimsenin şüphesi olmasın. Basit olanı anlayacağız ve çözeceğiz.

Zor günlerden geçiyoruz, hem de çok zor. Çocukların gözlerindeki ışıltının kaybolmasını engellemek için yollara düştük. Güzel ve güneşli kentler kuracağımıza inancımız tam. Öfkemiz büyük. Yasımızı tutup, yaşama tutunduktan sonra tüm enkazların başı, bütün sokaklar ve caddeler intikam sesleri ile çınlayacak. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

13.03.2023

 

Depremin ekonomik boyutu

Tam yazıyı bitirmiş dergiye göndermeye hazırlanıyordum ki posta kutuma bir belge düştü. “Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı” tarafından hazırlanmış deprem raporu idi posta kutumdaki belge. Yeni bir şey bulabilirim umudu ile açtım belgeyi ve gerçekten de buldum; depremin ekonomik maliyeti 103,6 milyar USD imiş.

Hadi ya dedim kendi kendime. Bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla haklı bir ün kazanmış ve izleyicilerine güven telkin etmiş bilim insanları çok daha yüksek rakamlar telaffuz etmişlerdi depremin yaratmış olduğu zarar için. Üstelik bu rakamların daha da büyüme olasılığı vardı.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren kuruluşun hatalı bir hesap yaptığından emindim de nerede nasıl bir hata yaptıklarını merak ettiğim için oturup incelemeye başladım raporu. Bu nedenle birkaç gün gecikti yazı. Umarım dergiye yetişir.

Raporu incelediğimde bir hesap hatasından daha çok bir yöntem hatasının söz konusu olduğunu anladım. Deprem esnasında oluşan kayıpların tutarını hesaplamışlar. Oysa depremin gerçek maliyeti yitirilen değerlerin toplamı değil o değerleri yeniden yapmanın maliyetinin hesaplanması ile bulunur. Konuyu bir örnekle açalım:

Depremde kamu kesiminin toplam hasarı olarak 12,7 milyar USD olarak görülüyor. Bu hasar kamu hizmet binaları ile (okul, hastane vb.) bu binalara ait ekipmanları kapsamakta. Oysa hasarın gerçek boyutu yitirilmiş olan maddi değerleri yeniden yapabilmek için katlanılması gereken külfetin hesaplanması ile mümkün. Beş yıl öncenin ekonomik koşullarında inşa etmiş olduğun hastane binasını bugün aynı bedel karşılığında inşa edemeyeceğin gibi hastanede bulunan röntgen, MR ve tomografi cihazlarını da satın alındığı tarihteki fiyatları ile yenileyemezsin. Son derece açık.

Tüm hasar kalemlerinde hesaplamalar aynı yöntemle yapılmış olduğu için ortaya depremin getirdiği ekonomik yük değil de sigorta şirketlerinin ödeyecekleri maksimum hasar tazminatı çıkmış. Tüm enerjisi ile sermaye kesiminin palazlanması için çalışan bir yönetimden başka türlü bir hesap beklenmesi, daha doğru bir ifade ile depremin yaratmış olduğu ekonomik yükü doğru biçimde hesaplaması beklenemezdi zaten. Kendi bakış açılarından doğru olanı yapmışlar.

Şimdi bir de işin gerçeğine odaklanalım:

Her şeyden önce şunu belirtmek gerek resmî rakamlara göre 50 bin sınırına dayanan, gerçekte ne olduğunu bilemediğimiz ve belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz can kayıplarının bedelinin rakamla açıklanabilmesi mümkün değil.

Bir tek canın bile değerinin para ile ölçülebilmesinin mümkün olmadığı gerçeği bize depremde yitirdiğimiz canları düşündüğümüzde tarifi mümkün olmayan bir hasarla karşılaşmış olduğumuzu göstermekte.

Bunun yanında para ile ölçülebilmesi mümkün olamayan bir zararı daha var Anadolu’nun.

Depremde sağ kalmış olmakla birlikte deprem anına kadar gerçekleştirmiş oldukları tüm birikimleri birkaç dakika içinde yitirmiş olan insanların içinde bulundukları yıkımı rakamla ifade edebilmek mümkün mü? Bir daha belki de asla elde edemeyecekleri maddi varlıkların, kaybın gerçek sahipleri için ifade etmiş oldukları anlamı kayıtlı değer üzerinden hesaplayabilmenin olanağı var mı size göre?

Demem o ki deprem felaketinin yaratmış olduğu zararın büyük kısmının parasal değer olarak açıklanabilmesi olanak dışı. Bu hususu unutmadan hasarın küçük kısmının yani sayısal değerlerle açıklanabilecek bölümünü ile ilgili değerlendirmelerimizi yapalım.

Sayısal değerler ile açıklanabilecek maliyetleri iki ana başlıkta inceleyebiliriz.

Birincisi, hasar gören şehirlerin yeniden inşasının oluşturacağı maliyet.

İkincisi, depremde yitirilen üretim ve hizmet kapasitesinin yaratmış olduğu maliyet.

İlkinden başlayalım, resmî rakamlara güvenecek olursak eğer tam 520 bin bağımsız birim var yıkılmış veya derhal yıkılması gereken. Bahse konu birimlerin her birinin ortalama doksan m2 olduğu ve bir m2 inşaat maliyetinin güncel fiyatlarla yaklaşık 300 USD seviyesinde olduğunu düşünecek olursak çok kaba bir hesapla yıkılan konutların yeniden yapılabilmesi için 14 milyar USD tutarında bir kaynak gereksinimi çıkar ortaya.

Bu para sadece konutların yeniden inşası için gerekli; ticarethaneler, işyerleri, kamu hizmet binaları yollar, altyapı kuruluşları, havalimanları vb. tesislerin yeniden yapım maliyetleri yok bu hesapta. Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Malatya, Kahramanmaraş havalimanlarının depremde hasar görmüş olduğu ve bir kısmının tamamen, bir kısmının da kısmen yeniden inşa edilme gereksinimi olduğunu hatırlayalım. Daha sonra okul, hastane vb. birimlerdeki yıkımları ve bu yıkımlarla birlikte yitirilmiş olan ekipman envanterini getirelim göz önüne. Bir de depremde hasar gören tarihî yapıların restorasyonu var dikkate alınması gereken. Restorasyon yeni inşaat yapmaya göre çok daha pahalı bir operasyon elbette. Bunu da dikkate almak gerek. Ayrıca yine resmî rakamlara göre tekrar kullanılabilmesi için tadilat ve/veya güçlendirme yapılması gereken 78 bin bina var. Bunların da yeniden kullanılır hâle gelebilmesi için 10 milyar USD gerek (hasarlı bina sayıları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerinden alınmıştır).

Bütün bunları göz önüne alarak yapacağımız çok kaba bir hesap sadece şehirlerin yeniden inşası için 70 milyar USD üzerinde bir kaynak gereksinimini ortaya koymakta.

Üstelik şehirleri yeniden kurarken fay hattından uzak yerlerin tercih edilmesi ve gelecekte meydana gelmesi olası depremlerden daha az etkilenmesi planlandığı takdirde bu gereksinim daha da artar. Yeni yerleşim bölgelerinin fay hattından olabildiğince uzakta kurulması bir zorunluluk elbette. Ancak bu hususun pek de göz önüne alınmayacağını düşünmekteyim. İşte tam burada konu ile pek de ilgisi yokmuş gibi görünen ancak kanaatime göre doğrudan ilgili olan bir hususa değinmek istiyorum. Yeni yerleşim bölgelerinin seçimi, titizlikle üzerinde durulması gereken bir başlık. Elbette zaman kaybedilmemeli ancak acele edilmeden, gerekli incelemeler ve bilimsel çalışmalar yapılmadan karar verilmemelidir. Siyasi iktidar bu konuda kendisine yakışanı yapmış ve gerek deprem felaketinden yandaş müteahhitlere fırsat yaratmak gerekse yaklaşan seçimler öncesinde depremzedelere hizmet götürdüğü algısı yaratmak amacı ile depremden etkilenmiş pek çok bölgede yeni inşaatlar için alan seçimi yapmış ve bazılarında işi ihale etmiştir. İleride çok ağır faturalara neden olabilecek bu tutum bölgede yaşamakta olan halklara ihanet anlamını taşımaktadır.

Şimdi bir de deprem nedeni ile evi oturulamaz hâle gelmiş bunun üzerine bir de çalışma olanağını yitirmiş yaklaşık bir milyon insanın bir yıllık barınma ve yaşama maliyetini düşünelim. Konteynerlerden oluşan geçici konutların maliyeti de girer bu hesabın içine, bu insanların yeme içme, kılık kıyafet ve temizlik gereksinmeleri de. Deprem bölgesinde kurulacak konteyner kentlerin yaklaşık bir milyar USD gerektirdiğini içinde bulunduğum bir yardım organizasyonunun hesaplamaları nedeni ile bilmekteyim. Bu insanların her birinin bir yıl zarfında iki bin USD tutarında tüketim yapacağı varsayımı ile (oldukça mütevazı bir tahmindir bu) bu iş için de iki milyar USD tutarında bir kaynak gereksinimi ortaya çıkıyor. Bu durumda sadece kentlerin yeniden inşası ve depremde mağdur olmuş insanların bir yıllık yaşam gereksinmelerinin karşılanabilmesi için gereksinme duyulan tutar 73 milyar USD oluyor. Yıkılan evlerde bulunup da kullanılamayacak hâle gelen ev eşyaları için de her ev için ortalama 60 bin lira hesabı ile 1,65 milyar USD gerektiğini tahmin edebiliriz. Deprem nedeni ile kullanılamaz hâle gelmiş motorlu araçlarının sayısı henüz yok resmî kaynaklarda. Dünya gazetesinde yayınlanan bir makalede yaklaşık bir milyon aracın hasar gördüğü ve bunların üçte birinin de pert sayılacağı öngörülmüş. Hasarlı ve pert ayrımı yapılmaksızın araç başına 100 bin lira maliyet tahmin edecek olursak ortaya yaklaşık 1,5 milyar USD tutarında bir maliyet çıkıyor bu kalemde. Şimdi bunlara bir de arama kurtarma enkaz kaldırma işleri için harcanmış olan 6,5 milyar USD’lik tutarı ekleyelim (bu kesinleşmiş bir rakam). Birinci başlık altında ortaya çıkan maliyet kalemlerinin 82,65 milyar USD seviyesine ulaştığını görürüz.

Gelelim ikinci başlığımıza.

Bu başlık altında yapılacak incelemede ülke ekonomisi genelinde üretimde meydana gelebilecek aksamayı tahmin etmek gerekiyor. Depremden etkilenen bölgedeki iller ülkenin görece daha fakir bölgeleri. Bu durum GSYH açıklamalarında da rahatlıkla görülmekte. Deprem bölgesinde yaşayan insanlar ülke nüfusunun %16’sını oluşturmakta iken bölgenin GSYH içindeki payı %9,8 (Bkz. Ticaret Bakanlığı istatistikleri), bu da yaklaşık 90 milyar USD ediyor. Şimdi bu doksan milyar USD tutarındaki ürün ve hizmet üretiminin yaklaşık yarısının önümüzdeki bir yıl zarfında gerçekleşemeyeceğini düşünelim (hiç de abartılı bir tahmin değil), bu durum tam 45 milyar USD tutarında bir üretim azalması anlamını taşıyor. Tabii bu durumun bir de yansıma etkisi var. Şöyle ki; bölgede üretilen hammadde ve yarı mamul maddeler batıdaki sınai tesislere gönderilip burada gerçekleştirilen üretimin bileşeni oluyorlar. Şimdi bu ürünler gidemeyecek batı bölgelerine telafi için ya ithalat yoluna başvurulacak ya da üretim azalacak. Her iki durumda da GSYH’de %3,5’lik bir daralma öngörmekte uzmanlar. Bu da yaklaşık 31,5 milyar USD demek.

Ekonomik maliyeti hesaplarken fırsat maliyetini (opportunity cost) hesaplamak gerek. Burada ilk ele alınacak konu turizmde gerçekleşecek kayıplar. 1999 Gölcük depremi sonrasında turizm gelirleri %40 oranında azalmıştı. Bu kez de en az bu düzeyde bir azalma beklemek hiç de gerçek dışı değil. Adıyaman, Mardin, Gaziantep ve Hatay illerine önümüzdeki bir yıl içerisinde nerede ise hiç turist gelmez. Öte yandan insan doğası gereği depremden etkilenmemiş olsa bile deprem yaşamış bir ülkenin sahil kesiminde ziyaretçi sayısında önemli bir azalma olacağını öngörebiliriz (Rezervasyon iptalleri başladı bile). TÜİK rakamlarına itibar edecek olursak Türkiye’nin 2022 yılı turizm gelirleri 46 milyar USD. Eğer öngörüldüğü gibi %40 dolayında bir gelir kaybı söz konusu olursa turizm sektöründe yaklaşık 18,5 milyar USD tutarında bir gelir kaybı beklenmeli.

Bu kalemdeki gelir kayıpları toplamı 95 milyar USD ediyor.

Her iki başlıkta ele alınmış olan maliyetler toplamı 177,65 milyar USD.

İşte depremin minimum düzeydeki ekonomik maliyeti. Ölçülebileceği kadarı ile elbette.

Minimum düzeydeki diyorum çünkü bu hesabın içinde depremden fiziksel olarak etkilenmeyen bölgelerde gerek üretim gerekse turizm alanlarında meydana gelecek daralmalar nedeni ile artacak işsizliğin hesabı yok. Tıpkı deprem bölgesinde nerede ise tamamen yok olmuş tarımsal üretim nedeni ile doğacak arz eksikliğinin yaratacağı enflasyonist baskının hesabının olmadığı gibi.

Ayrıca bütün bu gelişmeler bir döviz likidite sorununun habercisi gibi yakın gelecekte yabancı paraların TL karşısında bir değer sıçraması yapacağını öngörmek hiç de zor değil.

Bütün bu yazılanlardan da rahatlıkla görülebileceği gibi deprem çok ağır bir ekonomik fatura yüklemekte insanlarımıza. Bu faturanın bir kısmı imar ve inşaat faaliyetleri olarak fırsata çevrilecek siyasi iktidar tarafından kendi yandaşları olan müteahhitlere yani kazanç kapıları açılacak. Can çekişmekte olan konut inşa sektörüne taze kan olacak. İrili ufaklı pek çok müteahhit varlıklarına varlık katacaklar bu sayede.

Öte yandan işin bir başka boyutu var, bana kalırsa daha önemli bir boyut. Asgarî ücretin 8506 lira, açlık sınırının 8865 lira yoksulluk sınırının ise 30 bin lira olarak hesaplandığı Tüketici Hakları Derneği açıklamasına göre halkın %56’sının açlık sınırı altında bir gelirle yaşamaya mahkûm edildiği koşullarda yaşamaktayız deprem ve sonrasında meydana gelen gelişmeleri. Bu ağır ekonomik koşullar altında ödeyeceğiz bu faturayı.

Kurumsallığın, hesap verebilirliğin (accountability) ve şeffaflığın olmadığı bir ülkede siyasi ve ekonomik anlamda iktidar olanlar değil, geniş halk yığınları katlanacak yukarıda izahına çalışılan yüksek maliyete. İktidarda olanlar ise TV kanallarında yardım şovları yaparak geçirecekler bu dönemi.

İçinde bulunduğumuz tüm olumsuz koşullara rağmen bu işin altından kalkabileceğimize, depremin açmış olduğu yaraları sarabileceğimize inanmaktayım. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın halkları dirençli ve zorluklarla başa çıkabilecek inatçı bir karaktere sahiptir. Dayanışma geleneği de yaygındır bu halklar arasında. Yapılması gereken iş zaten bu coğrafyanın halklarının yapısında mevcut olan dayanışma ruhunu organize edip yönlendirmekten geçiyor. Sosyalistlere de bu konuda görev düşmekte kanımca.

Deprem haberi duyulur duyulmaz soluğu deprem bölgesinde alan sosyalist örgütler başarılı bir sınav verdiler daha ilk anda. Şimdi yapılacak iş bu süreçte edinilmiş olan deneyimleri de işin içine katarak depremin yaşanmış olduğu bölgede hayatın yeniden kurulmasını sağlamak. Bunun için de merkezî bir koordinasyona gereksinme var. Bu konu ile ilgili çalışmalar da hayli ilerledi. Deprem gerçeğini unutmadan koordinasyon çalışmalarına destek vermek ve geçmiş deneylerden yararlanarak hayatı yeniden kurmak zor ama imkânsız değil, başarabiliriz.

Dayanışmayı ve koordinasyonu güçlendirelim diyerek tamamlıyorum yazımı.

Normalleşme söylemi, hüzün ve zamana hükmetme isteği

Bir aydır, bize pandemiden bakiye kalmış olması hiç de tesadüfî görünmeyen bir kavram dolaşıyor yine ağızdan ağıza: Normalleşme. Normal, normalleşme, normalleşememe, eski normal, yeni normal ve içinde “norm”a dair bir şeyler dahi barındırmayan bir kavram silsilesi. “Felaket” sonrası yaşantıyı tariflemeye çalışan bu yeni “normalleşme” kavramı, bugün, depremden sonra ilk kez karşımıza çıkmış bir söylem değil. Pandemi sürecinde bir “helâlleşme” adımı olarak devletin ortaya koyduğu normalleşme kavramı, bugün yine yönetilemeyen ve katliama dönüştürülen bir “felaket” sürecinin ardından açığa çıkıyor. Esasen, büyük ölçüde pandemiden bakiye kalan dayanışma ufkunun tekrar ve daha örgütlü şekilde açığa çıktığı bu süreçte, toplumsal bilinçdışı da normalleşme kavramını tekrar dayatıyor. Normalleşme fikrini veya isteğini değilse de bu kavramın kendisini tekrar güncelleştiriyor.

Dayanışmanın yiteceği kaygısının hissedildiği her an, dayanışmanın özneleri tarafından normalleşme olarak kavramsallaştırılıyor; çünkü normalleşme fikri bir saldırı olarak algılanıyor – ki gerçekte olan da budur. Bu gerçek, pandemide ortaya atılan normalleşme söyleminin içinde anlam kazanmıştır. Öte yandan, her söylem gibi normalleşme söylemi de birden fazla farklı anlam barındırmaktadır. Normalleştirmeye çalışan için buradaki anlam apaçık unutturmaktır. Peki, normalleştirme çabasının hedefinde olan ve normalleşmek isteğine kapılan için de bu sadece unutmaya mı eştir?

Burada bahsi geçen normalin, normlarla, normal olan ya da anormal dışında kalanla pek bir alakası yoktur. Yoksa neyin normal neyin anormal olduğu, yahut anormal olanın norm hâline geldiği toplumsal koşullarda, hâlâ normal kalma ya da normali bulma çabasının anlamsızlığından bolca söz edebiliriz; burjuva psikolojiyi de bu tartışma içinde mahkûm ederek. Oysa burada olan, normal olarak tanımlanan, eskiye, yahut stabil olmaya, durağanlığa, özünde sistemin ürettiği rutinlere atıf yapmaktadır. Normale dönmeye çalışan için iyileşme ihtiyacı olarak açığa çıkar gibi görünen şeyin ardında dahi, iyileşmeyi tanımlayan, iyileşmeyi sembolize eden bir eski zaman vardır. Zamanın eski ritminde akması… İyileşmek, zamanın kontrolünü tekrar ele almak gibidir. Nitekim normalleşme de bir zaman meselesidir, içinde gizli bir “artık” sözcüğü barındırır. Ancak normalleşme ve yeni normal söylemi içerisinde bahsi geçen zaman, kapitalizmin yarattığı zaman algısından beslenir.

Pandemi sürecinde devletin söylemi olarak açığa çıkan normalleşme söyleminin bugün kitle tarafından da refleks olarak açığa çıkması bence iki önemli şeyi vurgular niteliktedir. Öncelikle, unutturmaya karşı açığa çıkan bir kaygı ve buna karşı bir savunmadır, diğer yandan da bize şunu gösterir; tıpkı Covid-19 salgınındaki gibi, yaşanan yıkımın ruhsal etkilerinin de bir salgın gibi toplumda yaygın olarak algılandığının ve deneyimlendiğinin göstergesidir.

Depremin yarattığı travma, bu travma biçiminin özü gereği kişisel olanda yoğunlaşsa da aynı zamanda toplumsal bir travma açığa çıkarmıştır. Esasen, dinamiği gereği doğal afetler, toplumsal travma olarak deneyimlenmeye çok açık değildir, toplumsal travma olarak tanımlananlar daha ziyade insan eliyle yapılan, savaş, soykırım benzeri, şiddetin iktidarlarca topluca örgütlendiği ve uygulandığı eylemlerin sonucunda açığa çıkan ve kuşaklarca aktarılan travmalardır. Doğal afetlerin yarattığı yıkıcı etkiler ise daha çok kaderle ve doğa karşısındaki çaresizlikle tanımlanarak içselleştirilmekte ve kuşaklara yayılan bir toplumsal travma etkisi açığa çıkarmamaktır. İnsan ruhsallığını incelediğimizde bu ayrım teknik olarak doğrudur; ancak sınıflı toplumlar içerisinde afetlerin yarattığı şiddet ve yıkım, insan-doğa çelişkisinden değil, emek-sermaye çelişkisinden beslenmektedir. Dolayısıyla bugün, depremin toplumsal bir travma olarak deneyimleniyor oluşu bile bize, bunca ölümün, yıkımın sorumlularının kim olduğunu işaret etmektedir. Yaşanan, katliama dönüşmüş bir devlet şiddetidir. Ki bu da bizi aynı zamanda devlet var mıydı, yok muydu tartışmalarının da asıl cevabına götürür. Devlet, depremden önce de deprem sırasında da ve sonrasında da bu afetin şiddetini belirleyen olarak oradadır. İmar aflarıyla, yolsuzluklarla diktiği binalarıyla depremden önce orada olduğu kadar, kaldırmadığı enkazlarda, kurmadığı yaşam alanlarıyla da aynı şekilde oradadır; zira işlevi tam olarak da budur.

Yine buradan hareketle, yıkımın sorumlularını bilen, kavrayan ve bizzat görenler için yaşanan toplumsal bir travma iken, öteki için bu bir “kader” olarak algılanacaktır. Ancak bugün örgütlü dayanışmanın gücüyle de gözler önüne serilen ve şahit olunan tablo, manipülasyonla değiştirilemeyecek ölçüde, yaşananın bir kader değil, uygulanan şiddetin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Travmanın topluma yaygınlığı da bunu kanıtlamaktadır.

Öyleyse, süreç bunca toplumsal bir travmaya dönüşüyorsa bu normalleşme eğilimi, arzusu nedir ve nereden çıkmaktadır? Yahut bu normalleşenler kimlerdir? Normalleşen ve dahası normalleştirmek isteyenler, şüphesiz, bu kavramı, şiddeti unutturmak adına üretenler ve emek-sermaye çelişkilerinden beslenenlerdir. Ancak biz bir de bu kavramsal saldırının hedefi olup, normalleşme ihtiyacını duyanın ruhsallığına bakalım…

Depremin yarattığı travma süreci, daha ilk günden kişisel alana sıkıştırılmaya çalışılmıştır. Daha ilk günlerden psikososyal destek gerekliliğinin öne çıkarılması, psikologlara yapılan çağrılar, çocuklar başta olmak üzere ruhsal gereksinimlerden söz açılması, elbette uzun vadede bir ihtiyacı işaret etse de, buradaki acelecilik tabloyu psikolojikleştirme çabasının bir sonucudur. Oysa sistemin çıkarlarından bağımsız insan ruhsallığını bilebilmek, bu konudaki ikiyüzlülüğü de apaçık ortaya serer. En basitinden, travmanın açığa çıkardığı güvenlik ihtiyacı bir gerçektir; ancak psikososyal destek tartışılırken, en büyük güvenlik ihtiyacının barınma ve beslenme olduğu gerçeği bile bir kenara atılmaktadır. Psikolojik ilk yardım üzerine onlarca demeç verilirken, aslında bölgeye gönüllü olarak giderek depremzedelerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan, bir yaşam alanı kurmaya çalışanların aslında en temel psikolojik ilkyardımı uyguladığı gerçeği anlaşılmamaktadır. Bu aceleciliğin kendisini yalnızca panik ve kaosun yarattığı bir kafa karışıklığı olarak yorumlamak saflıktır. Bu aceleciliğe en iyi niyetlerle kapılan dahi, kapitalizmin aceleci zaman algısından beslenmektedir. Üstelik ölümle çarpıcı şekilde yüzleşilen bu süreçte, ölümün kendisini bunca hatırlatmasının yarattığı kaygıyla, kaçan, yiten zamana karşı daha da aceleci bir manik tepki gelişmiştir.

Kapitalizmin insan ruhsallığına düşürdüğü en büyük gölge, zaman algısında yarattığı bozulmadır. Zaman sürekli içeriğinin ne olduğundan bağımsız doldurulması gereken bir şey hâline gelmiştir. Tıpkı bedensel boşalma gibi, zaman boşaldığında, bir anksiyete krizine benzer, katlanılması zor boşluk hissi yaratır. Günümüzde yaşanan yoğunlaşmış kaygı ataklarının altında yatan da bu boşalan zaman algısıdır. Ve ardından, benzer şekilde, utanç ve suçluluk duygusu bırakarak bizi melankoliye hapseder. Yiten bir şey vardır; ancak yitenin ne olduğu anlamlandırılamamaktadır; çünkü zaman bize yiten bir şey olarak sunulmaktadır. Oysa zamanın akışı baskın bir gerçeklik olarak bize kendini dayatırken, zamanın akışını bir yitiş olarak algılamak bize anlamlı gelemez.

Normalleşme de bu zamansal algı sınırlarında ihtiyaçlaşmaktadır. Adeta ne zaman normalleşeceğimizi bilmek bizi rahatlatacaktır. Ancak bu, travma yaşayan kişinin bir umuda, bir gelecek tahayyülüne ihtiyaç duymasından farklı gerçekleşmektedir. Yaşanan kayıpların yarattığı duygularla geçen süreç, aynı zamanda yeni bir yapay kayıp ortaya koymaktadır, tüm bunlara ek olarak zaman kaybedilmektedir. Geçmişin kaybıyla yüzleşmeye ayrılan süre, şimdinin, akan zamanın kaybını sunmaktadır. Dolayısıyla bir an önce zamanı tutmak ve onu doldurmak gerekmektedir. Ancak koşullar, zamanı, şimdiye kadar rutinleşmiş hâlleriyle tutmaya elvermemektedir. Yıkımı bizzat deneyimlememiş olan için ne zaman normalleşeceğiz sorusunun altında yatan en büyük itki budur. Misal, ilk yedi gün milli yas ilan edilmesi, ortaya bir süre koymakta ve “kaybedilecek” zamana bir ömür biçmektedir.

Zamanın müthiş bir hızda akıyor olması algısı, devam etmenin en büyük bahanesi hâline gelmiştir; öyle ki zamanın bu hızlı tükenişi karşısında duygulara bile gereğinden fazla zaman ayrılamaz, duygularla zaman kaybedilemez. Kapitalizmin zaman algısında yarattığı boşluk, şu paradoksa kilitlenir: Zamanın kaybedileceği, yiteceği kaygısı bir yana, fazla zamanı olmak da bir tedirginlik hâline gelmiştir. Fazla zamanı olmak, “boş” zamanı çok olmak, bir yaşamasızlık hâli olarak algılanmaya başlanmıştır. Ve bu paradoks içinde, fazla zamanı olmak, zamanın tükeneceği kaygısını tekrar tekrar tetikler. Zaman müthiş bir hızla akmaktadır ve doldurulamamaktadır. Boş zaman, libido üzerindeki baskının azalmasına yol açar ve doyurulmamış bilinçdışı arzuların yarattığı rahatsızlığı açığa çıkarır. Bu yüzden boş durmak bize içimizdeki boşluğu hatırlatır gibidir. Doyurulmayan arzularımızı, yaşamasızlığı. Libidonun, yaşamsal olanın doyumunun, üretmekten kopartıldığı bir dünyada bu boşluk bize kendisini dayatır ve kapitalizmin sunduğu biçimlerle doldurulmaya çalışılır. O yüzden kapitalizmin yarattığı zaman algısına karşı gelerek açığa çıkan süreçler, bu boşluk hissini derinleştirdiği gibi, boş olanın aslında ne olduğu sorusunun da cevabını bulmak için bir imkan yaratır.

Zamanın kapitalist zamandan ayrılarak kendisini dayattığı bu süreçlerde, kendiliğinden zaman üzerine düşünmek ve konuşmak ihtiyacı açığa çıkar. Örneğin, pandemide zaman hemen herkes için aynı kısıtlılıkta akarken, bize bugüne kadar boş olarak dayatılan fazla zamana katlanmak zorunda kalmak, bizi onu deneyimlemeye ve zamanı algılamaya zorlamıştır. Zamanın akış hızında eşitlenmek fikri -üstelik tüm dünyayı saran bir salgında-, zamanın kaçan ve kovalanması gereken bir şey olduğu fikrinden bir nebze olsun bizi uzaklaştırmıştır; zira zamanın gerçek iktidarı, kapitalizmin aceleciliğine gölge düşürmüştür.

Bugün yaşananın ardında da deneyimlenen zamanın anlamı büyüktür. Ancak bugünkü tabloda, zamanın akışında herkes için bir eşitlik olmaması fikri, buna katlanmayı ya da akan zamanı deneyimlemeyi zorlaştırmıştır. Yıkımı yaşayan veya buna şahit olan, bu ruh hâlini paylaşan için zaman hüznün zamanına ayak uydurmak isterken, öteki için zaman hâlâ kapitalizmin sunduğu -dayattığı- hızda akmakta; böylece birileri için zaman kaçırılmaktadır. Birileri yaşamasız kalırken, öteki yaşamını sürdürmektedir. Dolayısıyla bu her anlamda bir hayatta kalma mücadelesidir. Normalleşme veya normalleşememe ayrımı da bu yüzden zamanla ilişkide gizlidir. Yıkımı derinden hisseden herkes için çok haklı olarak daha ilk günden açığa çıkan istek şudur: Şimdi zaman durmalı. Bu travmatik bir şekilde yaşamdan kopmak isteği değil, aksine yaşamasız olan zamanın akışına karşı bir çıkıştır. Çünkü durması istenen zaman, sistemin sürdürdüğü zamandır.

Freud’un “Yas ve Melankoli” isimli makalesinden de hareketle, yasta kişi sevdiği bir nesnenin -kişi veya olgu- kaybıyla yüzleşmektedir ve bunun acısını yaşar; ancak melankolideki ayırt edici fark, kişinin kaybedilenin ne olduğunu bilememesidir. “Yasta yoksul ve boş hâle gelmiş olan şey dünyadır; melankolide ise bizzat ego.”[1] Dolayısıyla zamanın “boşluğu”, zamanın kaybına dair kaygıdan besleniyorsa ve zamanın fazlalığı -yani varlığı da- bir boşluk ifade eder hâle geliyorsa, bu bir bakıma kaybedilenin ya da kaybedilenin içinde yitenin ne olduğunun bilinememesi hâlinin yarattığı bir sürekli melankoliye dönüşür. Héléne L’heuillet’in dediği gibi:

“Bugün melankoli, kendi hayatının zamanından yoksun olmanın ne demek olduğunu anlamamızı sağlayan toplumsal bir semptom. Melankoli özellikle yabancılaşmanın ve hızlanmanın bir yüzü oldu. Hızlandırılmış toplum melankoliyi benimser, öyle ki kaybetmeyi her zaman tahammül edilemez bir şey olarak görür; ama onun acısını çekmeyi yasaklar. Kaybımızın acısını duymamak için giderek daha hızlı yol alırız. ‘Kesinlikle arkaya bakma’ yeni parola olmuş gibi. Artık kendimize acı çekmek için zaman tanımak istemeyiz. Gel gör ki melankoli daha güçlü; yine de acı çekeriz, hatta bazen neden acı çektiğimizi bilmemenin acısını çekeriz. Böylece çağımızdaki melankoli örtülü biçimde ilerler ve hayatlarımızı ele geçirir. Zamandan kurtulma dileğinin kaynağında yer alır bütünüyle, bu da hızlandırılmış toplumun bizzat dayanağını oluşturur. Zamandan kurtulmak gerekir; çünkü kaybetmekten kurtulmak gerekir. Ama kayıp daha güçlüdür, hatta ondan kurtulma arzusuyla büyür. Gerçekte hiçbir şey kaybın kaybından daha zarar verici değildir.”[2]

Yaşanan, çokça zikredildiği ve öne çıkarıldığı gibi sadece bir travmadan ibaret değildir. Hem dış hem de onlarla bağlantılı iç nesnelerin kaybının yaşandığı bir yas ve melankoli sürecidir. Derin bir acı ve hüzün duygusudur. Bu bir sürgün psikolojisidir, hem mekândan hem de kendi benliğinden sürgün olmak meselesidir. Ciddi bir şiddetle karşı karşıya kalınmıştır, hem bunu toplumsal travma boyutuna da taşıyan, devlet şiddetiyle hem de bir doğa şiddetiyle yüzleşilmektedir. İç ve dış nesneler anlam değiştirmiştir. Nesnede yitenin ne olduğu sorusunun karmaşıklaştığı yerlerden biri de budur. İyi nesnelerle kötü nesneler birbirine karışmıştır. Kapsayıcılığı ifade eden ev, yuva, sadece evi yıkılanın değil, yıkılacağını bildiği hâlde kendi mezarına mahkûm edilmişcesine yaşayan için de artık bir şiddet unsuru hâline dönüşmüştür. Nesneler yitmiş; ancak içimizde karşılık geldiği anlamları da yalnızca yitmemiş, kılık da değiştirmiştir. İyinin kötüye dönüştüğü ve kötünün yasının tutulduğu bir biçime dönüşmüştür. Tıpkı melankoliye gömük olan eski zamanın bile yasının tutulduğu gibi.

İnsanların dış nesnelerle iç nesneler arasında kurduğu bağ kapitalizme içkin değildir; ancak meta ilişkilerine gömük bir toplumda, dış nesnelerin metalaşması ve insanın içsel nesneleri üzerinde metaların baskınlığı bir gerçektir. Ruhsallık toplumsal alandan bireysel alana çekildikçe, temsiller de bireyselleşir. Örneğin, güvenlik hissini veren, kapsayıcı olan, kişinin kendi evinde somutlanır. Oysa ev, bundan çok daha kapsamlı ve katmanlı bir kavramdır. Ancak iç nesnelere karşılık gelen kolektif temsiller olmadığında, bunu karşılayan salt bireysel olarak ilişkilenilen metalar hâline gelir. Kapitalizmin kaybedilen metaya karşı sunabileceği yalnızca bir yenisidir. Dış nesneleri iç nesnelerle olan anlamlarından kopuk önümüze sunar ve bunlardan yeni iç nesneler yaratmamızı talep eder; tüketimin şekillenişi buna göredir, yeni bir meta yeni bir sen yaratmanın aracıdır. Evin içsel temsillerinin yitimiyle ilgilenmeyerek, yıkılan evin yerine sana yeni bir ev vermeyi vaadedebilir -ki bugün bunu da karşılayabilecek gücü kalmamıştır-. Güvenli iç nesnelerin yalnızca toplumsal alandan, toplumsal olandan beslenebileceği kitle psikolojisinin bir gerçeğidir. Bugün, yeni yaşamı, yeni iç nesnelerle birlikte kurabilecek olan da ancak budur.

Yaşanan, aynı zamanda büyük bir öfke hâlidir. Ancak öfke, öyle pek de keskin hatlara sahip bir duygu değildir. Öfke, sanıldığı kadar güçlü bir duygu da değildir çoğu zaman. Öfke, ateşlidir, yıkıcıdır; ancak bu yıkıcılığı yönsüzlüğe açıktır. Misal, öfke yönsüz olduğunda, travma sonrası bir tepki olarak ve travmanın travma yaratarak aktarılmasında bir araç olarak da açığa çıkabilir, toplumsal travmaların ve şiddetin kuşaklar byunca aktarılmasının ardında da bu yönsüzlük vardır.

Zaman algısından bahsederken söylediğim gibi, eşitlik duygusu kitle ruhunun en önemli arayışlarından biridir. Dolayısıyla kitle içinde duygudaşlık oldukça önemli bir yer tutar. Kişi, iyi duygularını, aidiyet hissettiği, bağ kurduğu topluluğa yöneltirken, olumsuz ve yıkıcı duygularınıysa ötekine yöneltir. Aidiyet hissinin ideolojiye duyduğu ihtiyaç da buradan açığa çıkar. Öfkenin yıkıcılığı, yeniyi yaratmak için ön açıcıdır; ancak ötekini, öfkenin hedefini doğru belirleyebildiği sürece. Toplumdaki asıl ayrım olan sınıf ayrımını gölgelemek üzere açığa çıkan tüm diğer ötekileştirmeler, öfkenin hedefindeki ötekiyi yeniden tanımlayarak, öfkenin sınıf içerisinde tekrar tekrar birbirine aktarılmasını sağlar yalnızca.

Depremden sonra da öfkeye dair benzer bir durum vardır, sadece depremzede için değil, dayanışmanın öznesi olan herkes için haklı bir duygudaşlık arayışı vardır. Bu duygudaşlığı kuranlar birbirine yakınlaşırken, bunun dışında kalmış görünen herkes ötekileşir ve açığa çıkan öfkenin de nesnesi hâline gelir. Ancak bu duygudaşlık arayışının terazisi oldukça hassas ve yanlışa meyillidir. Bu, normalleşmeye bakışa dair söylediğime benzerdir. Normalleşmeyi bir saldırı aracı olarak kullananla, bu saldırının hedefi olmuş, iyileşme -zamana eski bildiğiyle hükmetme- arayışında olan arasında, vicdanen kabul etmesi zor olsa da, bir fark vardır. Normalleşme isteği, travma sonrası açığa çıkan güvenlik ihtiyacını rutinlerine dönerek, bildiği güvenli alana kaçarak yahut manik bir savunma geliştirerek açığa çıkabilirken, normalleştirme isteği ise son derece sınıfsaldır. Dolayısıyla normalleşmeye karşı açığa çıkan kaygı ve öfke, normalleşene değil, normalleştirene yöneltildiği sürece işlevseldir.

Dediğim gibi, öfke her zaman sanıldığı kadar güçlü bir duygu değildir. Samandağ’da depremin 40. gününde gerçekleştirilen eylemde açığa çıkan “Hüznümüz isyanımızdır!” sloganı, insan ruhsallığı açısından da son derece anlamlıdır. Kültürel olarak yası tanımlayan 40. günde yapılan eylemde hüzün ve isyan kelimelerinin yan yana gelişi, toplumsal olanın, ruh hâlini ve çözümü tanımlamakta ne kadar daha başarılı olduğunu gösterir gibidir. Hüzün, genellikle çok daha pasif ve eylemsizlik çağrıştırır şekilde algılansa da, aslında başlı başına kapitalist zaman algısına dahi bir isyandır. Yine Héléne L’heuillet’in dediği gibi:

“Hüzünde oyalanmak, çabucak çok fazla etkinliğe girişerek onu elinin kenarıyla itmemek, tam anlamıyla gecikmeyi, zamana uymadan yaşamayı, ritimleri çeşitlemeyi, fazladan birkaç dakika, birkaç gün daha geçirmeyi kabul etmektir. Hüznün bize farklı algılattığı şey, öncellikle zamandır.”[3]

Hüznü reddetmemek, ondan kaçınmamak, iyileşmek ve iyileştirmek, dünyayı -zamanı- yeniden yaratmak yolunda olanın geçmesi gereken yoldur. Kapitalist zamana dönmek isteğiyse bizi, kendi içinde varolan melankoliye hapseder. Ludwig Binswanger’in dediği gibi, hüzün empatiktir ve “bize dünyadan el çektirmez, tersine duygulanımlara, yaşama, başkalarına karşı algılarımızı özellikle açar. Melankolik acı ise, tersine, çöküş duygusudur. Melankolik öznenin kafası yalnızca kendi kaybıyla meşguldür. Kayıp bir dünyada kaybolmuştur.”

Hüznü tarif edenin deprem bölgesindekinin kendisi olması da oldukça anlamlıdır; zira dayanışmanın bir parçası olan için, deprem bölgesinde olmadığında ya da oradan çıktığında, kaybın anlamlandırılması daha güç meseledir. Kaybettiğinin ne olduğunu bilmeme duygusu ağır basar ve zamanın eski akışını reddetmek; ancak koşullar gereği eski zamanı deneyimlemek zorunda kalmak arasına sıkışmıştır. Hissettiği büyük ölçüde melankolidir. Üstelik bu içine döndüğü eski zaman, hâlihazırda melankoliyle bezenmiş kapitalist zamandır. Deprem bölgesine dayanışmaya giden hemen herkesin döndüğünde, söylemlerinde açığa çıkan bir zaman tarifi vardır. Orada zaman çok daha yoğun algılanmaktadır ve bir gün adeta bir haftaya eşitlenmiş gibidir. Bu, hüznün ve eylemin yarattığı bir zaman algısı değişikliğidir. Birarada olmak hüznü, melankoliden kurtaran şeydir. Zaman oradaki hemen herkes için eşitlenmiş gibidir. Ve eski zamana dönmek mümkün olmadığında yeni kendisini dayatır. Eyleme geçebilecek duruma gelmek için zamana yeniden kavuşmak, bunun için de hüznü deneyimleyebilmek gerekir. Bugün hüznü yaşayarak zamana karşı koyma cüretini gösterenler, zamana hükmetme yolunda da ilerleyebilecektir.

Son olarak, Antakya’da tanıştığımız bir arkadaş bir gece normal ile anormalin tartışıldığı bir muhabbete şu soruyla dâhil oldu: “Pislik nedir?” Yaşadığı kaybın ve geride bıraktığı yıkıntıların hepsine atıf yapar gibi sorduğu bu soruya kendi yanıtını vererek devam etti: “Pislik, orada olmaması gereken şeydir. Yağ, yemeğin içindeyken makul ve temizdir, oysa üstüne döküldüğünde, pisliktir. Anormal olan da böyle bir şey.” Bana kalırsa, bu örnek çok anlamlıdır. İnsanca olmayanın yaşam üzerindeki, zaman üzerindeki iktidarı, insanda anormal olanı yaratır. İnsanda anormal olanı yaratan, insanı kirletir. Bu kirlenmeyi; ancak insanca olanın iktidarı temizler. Açığa çıkan pisliği; ancak devrim temizler!

[1]    “Yas ve Melankoli”, Metapsikoloji, Sigmund Freud, Payel Yayınları, s. 246.

[2]    “Kaygı Veren Satürn”, Gecikmeye Övgü, Héléne L’heuillet, Yapı Kredi Yayınları, s. 68.

[3]    “Kaygı Veren Satürn”, Gecikmeye Övgü, Héléne L’heuillet, Yapı Kredi Yayınları, s. 76.

“Söyledim ve ruhumu kurtardım!..” “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” kitabı üzerine – Barış Altunsoy

Galina Serebryakova tarafından yazılıp 5 cilt halinde Türkçe olarak yayınlanan ve Karl Marx biyografisi olması yanında dönemi tüm siyasal ve sosyal gelişmeleri ile birlikte anlatan Ateşi Çalmak romanını okurken, Marksizmin klasikleri arasında en az dikkatimi çeken kitaplardan birinin “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” kitabı olduğunu üzülerek fark ettim. Üzülerek diyorum çünkü kitapta parti için yürütülen mücadele o kadar canlı anlatılmakta ki kişi ister istemez Marx ve Engels’in işçi sınıfı mücadelesini savunmak için gösterdikleri emeğe haksızlık ettiği zannına kapılmakta. Ayrıca yazılan her kelimenin, her cümlenin ne kadar özenle seçildiğini program taslağı üzerine eleştiri ve tartışmalarda okur açıkça anlayabilmekte, metinlerin büyüklüğü karşısında daha fazla saygı duymaktan kendini alamamakta.

Marksist klasikleri okuyan okurlar açısından durum nasıldır diye yaptığım küçük araştırmada sonuç pek de farklı değildi. Kitapyurdu sitesinde kolaylık olması açısından Yordam Kitap tarafından yayınlanmış Marx-Engels’e ait kitapları az satandan çok satana doğru sıralattığımda manga ve setten ayrı tekli olarak satılan kitapları bir yana bırakırsak (örneğin Kapital 2. Cilt gibi) en az satın alınan kitap olduğunu görünce Marksist klasikleri okuyanlara ve genel olarak ilgililere yönelik kısa bir tanıtım yazısı yazarsam kitabın üzerinde -şayet varsa- oluşan önyargıları kırabilirim düşüncesi eser hakkındaki bu tanıtım yazısının hazırlanmasını benim açımdan kaçınılmaz hâle getirdi. Söylediğim gibi kitaptaki metinlerin analizinden daha ziyade kitabın içeriği hakkında kısa bir tanıtım yazısı hazırlamak muradım.

Gotha Programının Eleştirisi, Lassalle öncülüğündeki Alman Emekçileri Genel Derneği ile Marksizm çizgisini benimsemiş Bebel, Liebknecht ve Bracke liderliğindeki Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi arasında 1875 Gotha kentinden düzenlenen birlik kongresi öncesi hazırlanan ve daha çok Lassalle’ın gerici etkisinde olan program taslağının eleştirisini içermekte olup Marx tarafından hazırlanmıştır. İlginçtir program taslağı delegelerden kongre anına kadar saklanmış, Marx’ın program taslağına ilişkin eleştirilerini içeren kendi mütevazı adlandırması ile “kenar notları” ise Lassalle etkisinin partiden hemen hemen atıldığı 1891 yılına kadar yayınlanmamıştır.

Gotha Birlik Kongresi ile kurulan Almanya Sosyalist İşçi Partisi, 1890 yılında Almanya Sosyal Demokrat Partisi adını almıştır. Halle kentinde 1890 yılında toplanan parti kongresinde 1891 yılında Erfurt’ta yeni program hazırlanması kararı üzerine Erfurt Program Taslağının Eleştirisi, Marx’ın 1883 yılında vefat etmesi üzerine Marx’ın notlarından yararlanarak Engels tarafından hazırlanmıştır.

Kitap farklı tarihlerde yazılan iki ayrı program eleştirisi ve bu parti program hazırlıkları üzerine Marx ve Engels tarafından parti ileri gelenleri ile yapılan yazışmalardan oluşmakta. Bu yazışmaları okurken, zor koşullar altında sosyalizmi içeride savunmanın siyasal yönünün yanında ağır duygusal yükü olduğunu da insan iliklerine kadar hissediyor. Beni oldukça sarsan “söyledim ve ruhumu kurtardım” cümlesi ile Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni tamamlamış olmasıdır. Metnin içinde o kadar sert ifadeler vardır ki Engels yıllar sonra 1890 yılında metni yayınlarken bazı parti yöneticilerinin (Kautsky olduğu söylenmekte) ısrarı üzerine bazı ifadeleri metinden çıkarmak veya yumuşatmak zorunda kalmıştır. Engels, “Elyazmasını bugün yayımlayacak olsa Marx da böyle yapardı.” (Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Karl Marx-Friedrich Engels, Yordam Kitap, Çev. Erkin Özalp, 2017, s. 14) diyerek iki nedenle bu kadar sert bir metnin ortaya çıktığını ifade ediyor.

Birincisi, Marx ile ben, Alman hareketiyle, başka herhangi bir hareketle olduğundan daha içten bağlara sahiptik; dolayısıyla, bu program taslağında ilan edilen kesin geri adımın bizi fazlasıyla şiddetli bir şekilde tahrik etmesi kaçınılmazdı. Ama ikincisi, o dönemde, yani Enternasyonal’in Lahey Kongresi’nden henüz sadece iki yıl kadar sonra, Almanya’da ve işçi hareketinde olup biten her şeyden bizi sorumlu tutan Bakunin’le ve onun anarşistleriyle en şiddetli mücadelenin içindeydik; dolayısıyla, bu programın gizli babalığıyla suçlanmamızı beklememiz kaçınılmazdı (Marx-Engels, age., s. 14-15).

Marx’ın kenar notları incelendiğinde görülecektir hazırlanan taslak program; Marksizmin en temel konularında dahi yüzeysel, özensiz tespitlere dayanan, birbirleri ile çelişkili ifadeleri içinde barındıran başarısız bir taslak. Sınıf savaşının çetin evrelerini atlatmış donanımlı bir hareketin sırf birlik uğruna bütün ilkelerini bir kenara bırakmaları işte bu kadar sert hazırlanan metnin sertliğinin gerekçelerini oluşturmakta. William Bracke’ye yazdıkları mektupta eğer program bu hâli ile kabul edilirse bir açıklama yaparak bu programın hazırlıklarında yer almadıklarını kamuoyuna ilan edeceklerini belirtir Marx ve Engels. Maalesef eleştirilere rağmen Gotha program taslağı çok az değişiklikle kabul edilmiştir. Ve Marx bize “söyledim ve ruhumu kurtardım” diyerek önemli bir miras bırakmıştır.

Lenin, Gotha ve Erfurt program taslaklarının eleştirileri ve yazışmalar hakkında şöyle yazmaktadır.

Marx ve Engels’in eserlerinde devlet üzerine eğer en dikkate değer değerlendirme değilse, en dikkate değer değerlendirmelerden biri, Engels’in Bebel’e 18-28 Mart 1875 tarihli mektubundaki aşağıdaki pasajdır. Geçerken belirtelim ki bu mektup, bildiğimiz kadarıyla Bebel tarafından ilk kez anılarının (“Yaşamımdan”) 1911’de yayınlanmış olan ikinci cildinde basılmıştır, yani yazılıp gönderilmesinden otuz altı yıl sonra (“Bebel’e Bir Mektup”, Lenin, Seçme Eserler Cilt 7 içinde, İnter Yayınları, 1996, s. 74).

Engels’in 29 Haziran 1891’de Kautsky’ye yolladığı ve ancak on yıl sonra Neue Zeit’ta yayınlanan Erfurt program taslağının eleştirisi, esas olarak tam da devlet düzeni sorunlarında sosyal-demokrasinin oportünist görüşlerinin eleştirisine ayrılmış olduğu için, Marksist devlet öğretisinin tahlilinde ele alınmadan geçilemez. Geçerken belirtelim ki Engels, modern kapitalizmdeki değişikliklerini ne kadar dikkatle ve tartarak izlediğini ve bu yüzden belli bir dereceye kadar emperyalist çağımızın görevlerini öncelemeyi bildiğini kanıtlayan ekonomik sorunlar üzerine de son derece değerli bir açıklama yapmıştır (“Erfurt Program Taslağının Bir Eleştirisi”, Lenin, age. içinde, s. 75).

Lenin’in satırlarından da anlaşılacağı üzere yaratılan çalışma özellikle burjuva devletin niteliği ve gelecekteki tekelci şekillenişi üzerine o ana kadar oluşan tüm birikimin üzerine yükselen analizler olarak ele alınabilir.

Keza Lenin yine aşağıdaki alıntının bulunduğu uzunca paragraf için “devlete karşı diyebileceğimiz en mükemmel ve en alaylı pasajdır” der.

… proletarya, devleti kullanmaya devam ettiği sürece, onu özgürlük adına değil, hasmını bastırmak için kullanır ve özgürlükten söz edilebilecek duruma gelinir gelinmez, bu anlamıyla devletin varlığı son bulur (Marx-Engels, age., s. 52).

Paris Komünü deneyiminin ışığı altında devlet-proletarya diktatörlüğü-devletin sönümlenmesi sorunu yukarıdaki alıntının da içinde bulunduğu paragrafta detaylı bir şekilde aktarılmaktadır.

Devamla,

Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna siyasal bir geçiş dönemi de karşılık gelir ve söz konusu geçiş döneminin devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz (Marx-Engels, age., s. 39).

Marx bu alıntıda oldukça açık bir şekilde ilk olarak kapitalizmden komünizme devrimci bir dönüşüm ile geçileceğini ikinci olarak ise bu geçiş dönemi devletinin proletarya diktatörlüğü olduğunu ifade etmektedir. Böylelikle reformizm ve proletarya diktatörlüğünü yok sayan yaklaşımlarla komünistlerin arasına çizgi çekmektedir. Lenin bu bölümü “Bütün devrimci doktrini özetleyen Marx’ın o ünlü sözü” olarak coşkuyla tarif eder.

Okur açısından bu konu bu hâli ile açıklığa kavuşturulmuş bir konu diye düşünülebilir ancak reformizm her şeyi olduğu gibi onu da sulandırmaktan kendini alamıyor. Aşağıdaki alıntı eminim sizde de aynı tepkinin oluşmasına neden olacaktır. Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan Deniz Adalı’nın “Kapitalizmden Komünizme Geçiş” kitabından aktaralım.

“Yazık ki, bu diktatoryayı nasıl düşündüğünü Marx kesin olarak dile getirememiştir.” (K. Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 120). “Marx’ın proletarya diktatoryası, yani tek bir kişinin değil de, bir sınıfın diktatoryası anlatımını kullanması onun, sözcük anlamında bu diktatoryayı kastetmediğini açığa kavuşturmaktadır.” (K. Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 120)

Bu cümlelerin sahibine verilen cevapları Deniz Adalı’nın ilgili kitabında keyifle okuyacaktır okur. Biz burada sadece reformizm için bundan sonrası konuyu sulandırmaktır diyelim. Marx yukarıdaki satırları yazarken Paris Komünü deneyiminin yaşandığını unutmamalıyız. Burjuva hukukçular gibi farklı farklı akıl yürütme metotları kullanarak konuyu aslında olabildiğince uzağa taşıyıp bir hayal âlemi yaratmaya güçleri yetememiştir demek isterdim ancak saflarımızda bu sinsi saldırıların etkisi sanıldığından da fazladır.

İzninizle kitaptan birkaç alıntı daha yaparak eser üzerine konuşmaya devam edelim.

“Adil” bölüşüm nedir?

Burjuvalar, bugünkü bölüşümün “adil” olduğunu iddia etmiyor mu? Ve bugünkü bölüşüm, gerçekten de bugünkü üretim tarzına dayalı biricik “adil” bölüşüm değil mi? İktisadi ilişkiler hukuki kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukuki ilişkiler iktisadi ilişkilerden mi kaynaklanır? (Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Marx-Engels, s. 24).

Marx’ın başka bir konuda da belirttiği gibi sosyalist bir program asla bu tip burjuva deyimlerle gerçeklerin örtbas edilmesine izin veremez. Ancak bu tartışmanın günümüzde hâlâ yapılıyor olması, altyapı üstyapı ilişkileri ve buna bağlı olarak devlet-parlamento-seçimler-demokrasi vb. başlıklar altında yenilenen tartışmalar ise ayrı bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Soru aslında çok net: İktisadî ilişkiler hukukî kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukukî ilişkiler iktisadî ilişkilerden mi kaynaklanır? Cevap ise bizler açısından oldukça berrak. Her işçinin kendi günlük yaşamından çıkarımda bulunarak varacağı sonuç bizim açımızdan tamamlanmış gibi görünse de eğer art niyet aramaz isek en iyi ihtimalle sosyalizmi kapitalizmden bakarak kavrama çabasının verdiği çelişki ve buhran karşımıza kaçınılmaz olarak sosyalizm soslu akademik burjuva gevezelik olarak çıkmaktadır.

Aşağıdaki uzun alıntıyı da paylaşmazsam olmaz diye düşünüyorum. Aslında kitabın birçok bölümünü bu yazıda paylaşma arzum öylesine fazla ki son noktada kitabın kendisinin okunması ile bu sorunun en azından benim açımdan giderilmiş olacağını bilmek sevindirici.

Hak doğası gereği, sadece aynı ölçeğin kullanılmasıyla ortaya çıkabilir; ama eşit olmayan bireylerin (ve bireyler, eşitsiz olmasalardı, farklı bireyler olmazlardı) aynı ölçekle ölçülmesi, ancak, tek bir bakış açısına tabi kılınmaları, yalnızca belirli bir taraftan bakarak değerlendirilmeleri, örneğimizde sadece işçiler olarak ele alınmaları ve onlarda başka hiçbir şeyin görülmemesi, başka her şeyin göz ardı edilmesi durumunda mümkün olabilir. Ayrıca, bir işçi evlidir, diğeri değildir; birinin çocuklarının sayısı diğerininkinden fazladır vb. vb. Demek ki, sağlanan emek miktarı ve dolayısıyla da toplumsal tüketim fonundan alınan pay eşit olduğunda, biri fiilen bir başkasından daha fazlasını alır, biri bir başkasından daha zengin olur vb. Bütün bu kusurların önüne geçmek için, hakkın, eşit olmak yerine eşitsiz olması gerekirdi.

Ama uzun doğum sancılarının ardından kapitalist toplumdan çıkıp gelmiş olduğu hâliyle komünist toplumun birinci evresinde bu kusurların varlığı kaçınılmazdır. Hukuk hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısının ve bununla belirlenen kültürel gelişmişliğinin üstünde olamaz.

Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireyin işbölümüne köleleştirici bağımlılığı ve bununla birlikte aynı zamanda kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalktıktan sonra; çalışmak, geçim aracı olmanın ötesine geçip, en önemli yaşamsal gereksinim hâline geldikten sonra; bireylerin çok yönlü gelişimiyle birlikte üretici güçler de arttıktan ve ortak zenginliğin tüm pınarları gürül gürül akmaya başladıktan sonra, ancak bu noktadan sonra, burjuva hukukunun dar ufku tümüyle aşılabilir ve toplum, bayrağına şunu yazabilir: Herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre! (Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Marx-Engels, s. 28).

Bu uzun ve oldukça keyifli alıntıda Marx kapitalizmin bağrından çıkmış hâli ile sosyalist toplum ve komünist toplumlar arasında “hak” kavramı üzerinden bir karşılaştırma yapmaktadır. Komünist toplumda “herkesten yeteneklerine göre herkese ihtiyacı kadar” sloganı işte bu çalışmada yayınlanması ile hepimizin hafızalarına kazınmıştır. Burada en önemli ön koşulu, burjuva hukukun dar ufkunun aşılması olarak belirtiyor Marx. Ayn Rand gibi başarısız burjuva kalemşörler yeteri kadar üretmeyenin hak ettiğinden daha fazla alacağı, çok üreteninse hak ettiğini alamayacağı safsataları ile kapitalist sistemin üretim anlayışı ile kendilerince cevap üretmeye çalışsalar da, sadece “biz aynı dünyaların insanı değiliz” diyerek cevap vermeyi uygun bulmaktayım.

Yazının bu aşamasına kadar sabırlı okuyucuda eğer merak uyandırmayı başarabildiysem amacıma ulaşmış sayılırım. Bu nedenle eser hakkında daha fazla detaya girmeden yazımı yavaş yavaş tamamlasam iyi olur sanırım.

1891 yılı Erfurt Kongresi’ne gelindiğinde Erfurt Program Taslağı 1875 yılındakinden daha ileri bir hâl alır. Gerek parti içi mücadele ve Lassalle taraftarlarının etkisini yitirmesi gerekse de partinin sınıf savaşımı içerisinde giderek büyümesi parti programını Marksist çizgiye yaklaştırmıştır. Engels, Erfurt Program Taslağı hakkında “bugüne kadarki programdan çok olumlu bir farklılık gösteriyor” derken bu durumu ifade etmektedir.

Erfurt Programı üzerine Engels tarafından yürütülen federalizm, özyönetim, yasal yollarla komünizmin gerçekleştirilmesi vb. tartışmalar okur tarafından ilgiyle okunacaktır diyerek bundan sonrasını meraklı okura bırakmalıyım. Ancak şunu muhakkak eklemek isterim. Sadece ilgiyle okumak maalesef kalıcılık için yeterli değil. Mutlaka ama mutlaka bütün eserlerde olduğu gibi üzerine düşünmeli çalışmalı ve tartışmalıyız. Kavrayışımızı ne kadar artırırsak öğrenmemiz ve yeni yöntemler bulmamız o kadar zenginleşecektir. Bu noktada birlikte tartışma sanıldığından etkili sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.

Milyonların yüzünü işçi sınıfı mücadelesine, sosyalizme dönecekleri günlerin ön günündeyiz, O hâlde daha da gür “şimdi Marksizm zamanı” diyebiliriz.

27.01.2023

 

 

Aleviliği düşünüp, değerlendirmek – Sibel Özbudun/Temel Demirer

“Anlamak, bendeki seni yeniden keşfetmektir.”[1]

Eline, beline, diline sahip ol.” “Hararet nârdadır, sacda değîldîr/ Kerâmet baştadır, tâcda değîldîr/ Her ne ararsan kendînde ara/ Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.”

“Bizim nazarımızda kadın, erkek farkı yok, eksiklik noksanlık senin görüşlerinde.” “Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir.” “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen bizden değildir.” vd.leriyle “olağan” denilen geleneksel iktidar ilişkilerini, varsayımları, alışkanlığını yapı söküme uğratan bu (ve benzeri) ifadeler sanki geçmişten değil de, henüz gelmemiş bir gelecekten söz etmektedir.

Bundan etkilenmemek de mümkün değilken; sözünü ettiğimiz Aleviliktir.

Yüzlerce yıllık bakı, inkâr, asimilasyon ardından Alevilik meselesi yeniden gündem maddesi oldu. Tartışıldıkça da meselenin aslına vakıf olmayanların, bilmeyenlerin, araştırmayanların kafalarını karıştırdı. Ayrıca meseleyi istedikleri yöne çekmek isteyenler ve yönetenler için çok cazip bir spekülatif ortam oluş(turul)masının önü açıldı.

Tam da bu kesitte “Sosyal Bilimler Perspektifinden Aleviler ve Alevilik-1”[2] başlıklı kitap, sürece bilimsel bir müdahale olarak yayınlandı.

Konuya ilişkin olarak GADEV Alevi Akademisi Adına Vakıf Başkanı Celal Fırat, “İnsanlığın var olduğu günden beri bin bir emekle büyük bir yol kat ederek kendisini taşıdığı yüzyılımız, daha da büyük gelişmelerin eşiğindedir. XXI. yüzyılda sosyal, bilimsel, teknolojik, ekonomik ve politik gelişmeler o kadar hızlı akıyor ki bunları takip etmek bile zorlaşmaktadır. Bu gelişmelerle birlikte, önemli toplumsal olay ve değişimler yaşanmaktadır. Alevi toplumunun da tarihin bu önemli dönemecinde yaşananlardan etkilenmemesi düşünülemez,” (s. 8) vurgusuyla ekliyor:

“GADEV Alevi Akademisi, Alevilik ve Alevilere dair konu ve sorunları tüm boyutlarıyla ve hakikât anlayışıyla, bilimsel perspektiften anlama ve açıklama çabasının bir ürünüdür.” (s. 9).

Bir “Sosyal Bilimler” çalışması niteliği taşıyan çalışma, “Gerçekte bu bilimlerin inşa biçimlerini de tartışan bir ‘eleştirel sosyal bilim geleneği’ olarak işlemiştir,” (s. 13) notuyla tanımlıyor kendisini.

* * * * *

Aleviliği “eleştirel sosyal bilim” meselesi olarak ele almak çok önemli.

Neil de Grasse Tyson’ın, “Bilimin güzel tarafı, ona inansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır”; Charles Darwin’in, “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir”; Loukianos’un, “Tarihçi özellikle her şeyden önce düşüncelerinde özgür olmalı! Ne korkmalı ne de kimseden bir beklentisi, çıkarı olmalı,”[3] uyarılarını “es” geçmeden elbette…

Bir de modern düşüncenin izlediği yolu “dünyanın büyüsünün yok edilmesi” olarak özetleyen Max Weber’in altını çizdiği üzere her teorik yorum gayretinin, hakikâti değerlendirmeye çalışırken, onu “farklılaştır”dığı ve her kavramsallaştırma faaliyetinin temelinde felsefi inançlar yattığı ve sosyal bilimlerin bazen unutturup, silerek, bastırarak var olduğu gibi…

“Sosyal bilimcilerin yaptığı tamamen bağımsız nesneleri gözlemlemek değildir; onlar üzerinde çalıştıkları insanları bizzat şekillendiriyorlar.”[4]

“Sosyal bilimler ortak-iyiyi tanımlar ve meşrulaştırır. Rıza ve itaati üretme rolünü üstlenir. İtaakâr birey bu şekilde üretilir.”[5]

O hâlde “Toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin tarihsel dönüşümlerinin incelenmesi için bu ilişkilerin her çağda nasıl deneyimlendiğini, yaşandığını da anlamak gerekir”ken;[6] bu da sosyal bilimlerin politik bir bakış açısına mecbur olduğunu görmemizi gerektirir…

* * * * *

Alevilik kavramı, özellikle XX’nci yüzyılda Kızılbaşlık sözcüğüyle (küçümseyici bir tonlaması vardı) yer değiştirdikten sonra yaygınlık kazanmaya başladı.

Alevilik, İslâmî gruplar açısından heterodoks ya da senkretik olarak görülürken; Osmanlı ulemasına göre Alevilik (diğer adıyla Kızılbaşlık) Osmanlı siyasal-dinî düzenine başkaldırının adıydı. O yüzden politik olarak isyancı, dini olarak sapkın/rafizî idi.

Aleviliği düşünürken Babaileri, Kalender Şah’ı, Börklüce’yi, Koçgiri’yi ve daha nice pratiklerin, siyasi ve felsefe boyutunu görmek gerekir; tabii Hallac-ı Mansur’u, Hacı Bektaş’ı, Kaygusuz Abdal’ı, Şeyh Bedreddin’i de…

Tarihinde süreğen bir baskıya maruz bırakılan Alevi inancının ritüellerine baktığımızda, İslâm’daki ritüeller ile uzaktan yakından alâkâsı olmadığı görülür: “Kabir Azabı”, “Cennet-Cehennem”, “Mahşer İnancı” vb. söylemler Aleviler için geçerli değildir.

“Enel hak” deyip, “namaz, oruç, kurban” gibi İslâm’ın kurallarına uymayan, “kul olma”yı kabul etmeyen Alevilerin “Hakk” dedikleri “Evren”dir.

İnsana “Can” derler; üstün tutukları tek şey insandır.

Şükrü Aslan’ın, “Alevi geleneği; dinlemeye-anlamaya yatkın; yargılama, suçlama gibi edimlere de uzaktır. Kusuru yüzüne vurmaktansa, kendini ifade etmek için alan açmaya eğilimlidir. Klasik manada ‘düşman’ saydığı bir toplumsal grup ve cana kıymak gibi ‘kutsal’ hedefleri de yoktur. Irkçılığa karşıdır elbette, faşizme, insanın, canlılara zulmüne karşıdır,”[7] notunu düştüğü duruş açısından: Kanaat ve sabır ehli olmak… Hak ve adalet sahibi olmak, şerrin diliyle, yoluyla olmamak… Hâl dilini elden ve dilden bırakmamak… Paylaşıcı olmak, başa kakıcı olmamak… Gözünün gördüğüne görmedim, kulağın duymadığını duydum dememek… Rızasız ve habersiz iş yapmamak… Haksız kapısına varmamak, zalim kapısından adalet dilenmemek… Düşmanıyla dil sahibi ve yol sahibi olmamak… Yalan söylememek… Hünerle üretmek, hürmetle tüketmek… Bildiğine bilmiyorum dememek, bildiğini, öğrendiğini öğretmeyi zahmet saymamak… Yol dışından yola karşı yönelme olursa canı başı hak yoluna koymakta tereddüt etmemek… aslî özellikleridir.

* * * * *

GADEV Alevi Akademisi öncülüğünde yayımlanan “Sosyal Bilimler Perspektifinden Aleviler ve Alevilik-1” başlıklı yapıt meseleyi geniş bir spektrumda ele alırken Ufuk Erol’un, “Osmanlılar, Kızılbaş-Aleviler ve Safeviler” (s. 21-30); Zeynep Oktay’ın, “Bir Bilim Sahasının Doğuşu: Alevilik Çalışmaları’nın Metodolojisi Ne Olmalı?” (s. 31-49); Çiğdem Boz’un, “Heterodoks İktisat ve Heterodoks Topluluklar: Aleviliğin Ekonomi Politiği” (s. 237-261); Ercan Geçgin’in, “Toplumsal Değişim Dinamikleri Çerçevesinde Aleviliğin Değişen ve Dönüşen Sınırları” (s. 62-86); Filiz Çelik’in, “Aleviliğe Psikososyal Perspektiften Yaklaşmak: Kerbela’dan Bugüne Toplumsal Travmalarda İnancı Yaşamak ve Yaşatmak” (s. 225-236) başlıklı çalışmaları dikkat çekiyor.

Bir de “Aleviliğin ne olduğu üzerine bir değerlendirme bu yazının konusu değildir. Yine de Aleviliğin ‘ne olduğuna’ dair bir şey söylemek gerekirse belki de sadece pek çok farklı inançları kesen, kendine özgü bir inanç olduğunu söylemek uygun olur.” (s. 56).

“Alevilik ve etnisite ilişkisine baktığımızda Alevi kimliğinin… bir şemsiye işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Bugün de somut olarak gördüğümüz gibi Alevi kimliği içinde farklı diller konuşan, aynı zamanda teritoryal birlikleri olan çeşitli kimlikler bulunmaktadır,” (s. 60) saptamalarıyla Şükrü Aslan’ın, “Kimlikler, İnançlar, Alevilik ve Etnisite” (s. 50-61) başlıklı çalışmasında altını çizdikleri…

* * * * *

Osmanlı Padişahı Yavuz Selim döneminin dinî otoritesi şeyhülislâm Ebu Suud Efendi’nin, “Bu Kızılbaş taifesinin katli vaciptir. Bunların malı, kadınları Müslümanlara helaldir, Kızılbaş öldüren Müslüman cennete gidecektir, ölen Kızılbaş’ın yeri cehennemin ta dibidir,” fetvasındaki Aleviler tarihte egemenlerin çıplak şiddet maruz kalırken; yakın tarihte ise Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da, Gazi Mahallesi’nde katledilip, Madımak’ta yakılmışlardır; nefretin dilinin hor gördüğü, aşağıladığı kimlik ve en önemlisi de “badem bıyıklılar”ın boy hedefi; özetle de coğrafyamızın “Homo Sacer”leridir.

“Homo sacer”, Roma İmparatorluğu hukukunda, “dışlanmış ve herhangi biri tarafından öldürülebilen adam” anlamına gelirken; Sivas’ta o karanlık “dünya görüşü”yle ayaklandırılan güruh açısından, kendi dünyalarının dışında olduğuna inandıkları “laikler”, Aleviler, Madımak Oteli’nde toplanmışlardı. Dahası, o gün dağıtılan bildiride vurgulandığı gibi bu “dışlanmışlar”, “şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmekteydiler.” Öyleyse bunlar öldürülebilirdi.

Pir Sultan Şenliklerine katılmak için gelmiş sanatçıların, entelektüellerin kalmakta olduğu otel bu arzuyla ateşe verildi. Modern Türkiye’nin bu aydınlık insanlarından 33’ü o karanlığın içinde can verdi. Karanlığın “doğasında var”! Liberal geçinen ana akım siyasetçilerin ve basının (Çiller, Hürriyet) yangını çıkaran ve alkışlayanları değil de Aziz Nesin’i suçlaması da bugüne kadar gelen biat çizgisinin ilk örnekleriydi.

Bundan da önemlisi Sivas Madımak Oteli’nde 2 Temmuz 1993’te gerçekleştirilen ve aralarında aydınlarla sanatçıların da bulunduğu 33 kişinin yaşamını yitirdiği katliamın üstünden yıllar geçse de, adaleti sağlamaya dönük güçlü bir yargılama yapılmadı.

Katliamın ardından 35 kişi gözaltına alındı, sonrasında gözaltı sayısı 190’a kadar çıktı ancak 66 kişi serbest bırakıldı. Geri kalanlar Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 1 yıl boyunca yargılandı. Dava sonucunda 22 sanık 15’er yıl, 3 sanık 10’ar yıl, 54 sanık 3’er yıl, 6 sanık 2’şer yıl hapisle cezalandırıldı. Yargılananlardan 37’si ise beraat etti. 1997’de Yargıtay DGM kararını bozdu ve sanıklar yeniden yargılandı. 8 sanık, 1997’deki bozma kararı sonrasında firar ederek kayıplara karıştı.

1998’de onaylanan yeni kararda 33 sanık idam, 14 sanık ise 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldı. Son olarak Sivas Davası 2014 yılında zaman aşımına uğradı ve tüm dava kapatıldı.[8]

Tüm bunlar Aleviliğin bir sosyal bilim meselesi olduğu kadar ve hatta ötesinde politik mesele olduğunu hepimize muştuluyor!

Kolay mı? Düzenle barışık olmayan unsurlar barındıran Alevi inanç/kültürü, aynı zamanda “açılımcı” düzeneklerle iktidara bağlanıyor/ bağlanmaya çalışılıyor.

Aleviliğin üzerinde yürütülen politik bir mücadele var; bunun görülmesi gerekiyor. Bu mücadelede pasif tavır almak ya da tavırsızlık, siyasette bir hatayı temsil ediyor.

Alevilerin düzen siyasetine yamanması için, Aleviliğin enine boyuna tartışılması ve hakikâti hurafelerden ayırmak şart oluyor.

* * * * *

Bu da Aleviliğin İslâm ve Hz. Ali ile ilişkisini tartışmaya açmayı “olmazsa olmaz” kılıyor. Soru(n) sadece teolojik ve akademik bir araştırma konusu değil, aynı zamanda politik bir sorundur.

Alevilerin günümüzde en çok tartışılan sorunu, Aleviliğin İslâmiyet karşısındaki konumunun, İslâmiyet’le olan ilişkisinin ne olduğudur.

Yaygın inanış ve sözlük anlamına göre, “Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse” demektir. Cem Vakfı’na göre, “Alevilik – Bir Anadolu İslâm sentezi”yken; kimilerine göre de, “Alevilik; Allah’ın birliğine Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin veliliğine inanan İslâm’ın özgün bir yorumu” ya da “Alevilik reel İslâm’ın muhalif bir söylemidir” veya “Alevilik-Şiiliğin daha ılımlı Anadolu yorumu”dur.

Lakin Alevilikte Hz. Ali ve Hz. Muhammed birer mitik şahsiyetken; hakikât pek de onlarla alâkâlı gözükmemektedir.

Yani Alevilikte en tartışma götürmez gerçek, “Ali”nin başat rolüdür. Gerçekten de Alevilikte başat bir anlam taşıyan “Ali” kavramı, tüm Alevilik tanımlamalarında ortak paydayı oluşturmakta, ancak yine tüm ayrılıklar da bu “Ali”nin ne, kim ve nasıl olduğu meselesinde düğümlenmektedir.

Aleviliğin Ali imgesi, Ali’de olmayan, onu niteliksel olarak aşan özellikler taşır.

Özetle başat soru(n), Ali’nin anlamıyken; sormadan geçilemez: “Aleviliğin nezdindeki Ali, gerçekte Muhammed’in kuzeni ve damadı Ali midir? Bu mümkün müdür?”

Buna verilecek olumlu bir yanıt da; “Alevilik Ali’yi sevmekse, ben de Aleviyim” diyen Recep Tayip Erdoğan’ın Aleviliği kadardır!

Alevi teolojisi, yaratıcı (Hakk) ile yaratılan (Halk) arasındaki mutlak ayrım üzerinde şekillenen İslâmcı teolojinin tam aksine, tanrı, insan ve doğa birliği temelinde şekillenmiştir. Bu anlamda o yaratan ile yaratılan ayrımını ortadan kaldırmaktadır.

Ayrıca şunu da not etmeden geçmeyelim: Şiilik, Alevilik denen yolun içinde değil, tamamen dışındaki bir yoldur.

Alevilik, Şiilik gibi Ali’den, onun kimlik ve mücadelelerinden türemiş bir Alicilik değildir. Kendilerini zorla değiştiren Müslümanlığın içinden Ali’yi kendine yakın bulup, egemene karşı bir savunma mekanizması olarak sahiplenmiş özgün bir sentezdir.

Ancak bu sahiplenmede Ali’yi olduğu gibi kabullenmemiş, onu kendi otantik değerlerine göre ortaklaşmacı ve barışçıl olarak yeniden yaratmış ve işte bu yeni niteliğiyledir ki onu kendi tanrısal anlayışına isim yapmıştır.

Görülmesi gerek! Aleviliğin İslâm içinde heterodoks anlamı da, sonradan gerçekleşen, tarihsel toplumsal koşulların gereği bir farklılaşma değil, ayrı bir inanç olarak kendini yaşaması olanağı elinden alınan bir inancın, mecburen İslâmiyet’in içine girip onun heterodoks bir kolu hâline gelmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

İslâm coğrafyasından Hindistan ve Çine kadar uzanan bütün inançların bir karışım ve sentezidir. Alevilikte tarih içinde etkilendiği Hint, Arap, doğu dinleri, Anadolu’nun eski dinleri, Hıristiyanlık ve göçebe aşiretlerinin bazı dini öğelerini kabullenmiş, bunları kendi içinde ve özüne bağlı kalarak eritmiştir. Bu özellik Sünni çoğunluk tarafından sapkınlık olarak görülmüş ve beraberinde bazen çok kanlı olan çatışmaları beraberinde getirmiştir.

O, pek çok dinin, inanışın sentezi olan, kendine özgü evrensel bir yaşam felsefesidir.

1 Mart 2023, İstanbul.

[1]    Zygmunt Bauman, Hermenötik ve Sosyal Bilimler-Anlama’ya Dair Yaklaşımlar, çev: Hüseyin Oruç: Ayrıntı Yay., 2017, s. 46.

[2]    Sosyal Bilimler Perspektifinden Aleviler ve Alevilik-1, Editörler: Şükrü Aslan-Çiğdem Boz-Cemal Salman, Ütopya Yayınevi, Ocak 2023.

[3]    Loukianos, Tarih Nasıl Yazılmalı?-Yalansever, çev: Emre Poyraz, Pinhan Yay., 2021.

[4]    Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2017, s. 315.

[5]    Philip Smith-Alexander Riley, Kültürel Kurama Giriş, çev: İbrahim Gündoğdu -Selime Güzelsarı: Dipnot Yay., 2016.

[6]    Maurice Godelier, Toplumsal Yaşamın Temelleri, çev: Ayris Taban, Heretik Yay., 2022.

[7]    Şükrü Aslan,  “Aleviler ve Akademileri”, Birgün, 25 Ocak 2023, s. 6.

[8]    Hüseyin Şimşek, “Madımak’ta Cezasızlık Yarayı 28 Yıldır Kanatıyor”, Birgün, 2 Temmuz 2021, s. 14.

İşçi ve emekçilerin kurtuluş yolu

Biliyoruz, seçim 14 Mayıs’ta diye bir ilan var. Bu dergi sizlerin eline ulaştığında, muhtemelen seçime 1 ay gibi bir zaman kalmış olacak, tabii eğer seçim başka bir sürece evrilmezse. Bu nedenle, sürece daha genel, “seçim geliyor ve bunlar gidiyor” heyecanına kapılmadan bakmak istiyoruz. Bu, belki de bizim ana gündemimizin seçim olmaması anlamına da geliyor.

Kapitalist sistem, büyük bir krizin içindedir.

Bu kriz 2008’de başlamıştır ya da bir zirve yapmıştır. Bu krizin kapitalist sistemin krizlerinden farklı iki özelliği daha var. Birincisi, emperyalistler arası (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya beşlisi başta olmak üzere) dünyanın yeniden paylaşım savaşımının içinde bu kriz ortaya çıkmıştır. ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu çözülüş, sürtünmesiz değildir. ABD emperyalizmi, hegemonyasını kaybetmek istemiyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş olan ya da pekişmiş olan, kurumlaşmış olan bu hegemonyanın çözülmesine ABD elbette razı değil. İkincisi ise, krizin ortaya çıktığı dünyada aynı zamanda Çin ekonomisi gerçeği var. Çin’in kapitalist sistemin kuralları içinde, bağımsız bir dev ekonomik güç olması, krizi daha da derinleştiriyor ve ABD hegemonyasını sarsıcı bir etki yaratıyor.

ABD, savaş politikaları ile, tüm dünyada savaş naraları atarken, çeşitli düzenlemelere girişti. Ama Suriye savaşı bir dönüm noktası oldu. Rusya, bir bağımsız güç olarak devreye girdi. İşte Ukrayna krizinin temeli buradan bakarsak anlaşılabilir. 2014’ten beri ABD, NATO, Ukrayna’da Neonazi bir organizasyon oluşturdu. Bugün Ukrayna’da, NATO ile Rusya savaşmaktadır. Bedelini büyük ölçüde, Ukrayna halkının ödediği bu savaş, aslında ABD’nin, rakibi olan diğer emperyalist Batı güçlerini kendi bayrağı altına toplamaları için kullanılmıştır. ABD’den kopmaya çalışan AB, bu savaş sonrasında, tamamen ABD denetimine girme eğilimleri göstermiştir.

Ve bugün savaş, NATO ve Batı ile, Rusya-Çin arasında bir savaş hâline dönüşmektedir.

Tüm bunların ortasında, kapitalist-emperyalist sistemin krizi hafiflemiyor. Daha mart ayında, banka batmaları yeniden gündeme geldi ve arkasının gelmesi büyük bir olasılıktır.

Ve tüm bunlar ülkemize de yansımaktadır.

Ülkemizde, bir Saray Rejimi vardır.

Saray Rejimi, burjuva devletin, çağımız burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin olağanüstü örgütlenmesidir. TC devletini bu olağanüstü örgütlemeye götüren süreç, Erdoğan’ın vb. isterik istemleri değildir. Tersine, üç etken bu olağanüstü Saray Rejimi’ni doğurmuştur. Biri, bu paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşımı, TC devletini de etkilemektedir. ABD, TC devletini bir tetikçi, bir kundakçı olarak kullanmak istedi ve buna uygun bir örgütlenmeyi istedi. Fakat aynı zamanda içeride, Kürt devrimini bir türlü bastıramayan, özel savaş aygıtları ile de sonuç alamayan devlet, çözülüşünü de durduramamaktaydı. Ve bir üçüncü etken, Gezi Direnişi ile başlayan ülkenin her yanını saran direniş sürecidir. Gezi, elbette o eski yoğunluğuna sahip değildir. Ama Gezi Direnişi’nden bu yana, ülkede direniş hiç durdurulamamaktadır. Bu durum ise, Kürtlere karşı savaşta ülkenin diğer alanlarının izole edilmesi durumunu ortadan kaldırmıştır. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi, tüm örgütlenme eksikliklerine rağmen, siyasal iktidarın kimyasını bozmaya devam etmektedir.

İşte, bu üç etken Saray Rejimi’ni, bir olağanüstü devlet örgütlenmesini gündeme getirmiştir.

Ve dahası, geçtiğimiz dönem boyunca, bu Saray Rejimi de dikiş tutturamamaktadır, sistemin çözülmesini engelleyememektedir.

Buna durumu özetleyen birinci madde diyebiliriz.

İkincisi, ekonomik krizin derinleşmesidir. Kriz tüm baskıya, tüm şiddete, tüm palyatif önlemlere rağmen derinleşmektedir.

Egemenlerin, “rant-yağma-savaş ekonomisi” konusundaki ısrarı, öyle geçici bir isteğin ürünü değildir. Tersine, kapitalist sistemin dünya çapındaki süreçleri ile de bağlantılıdır. Egemenler, bu rant yağma ve savaş ekonomisine devam etme isteğindedirler.

Yaşamak, artan enflasyon koşullarında, artan işsizlik koşullarında imkânsız hâle gelmektedir. Bu durum, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin hayatlarını çekilmez hâle getirmiştir. Bu nedenle de direniş sürekli büyümektedir.

Egemenler, bir yandan Saray eli ile, sürekli saldırı, baskı, şiddet, tutuklama vb. politikalarını geliştirirken, diğer yandan da burjuva muhalefet (ki Saray Rejimi’nin bir parçasıdır bu burjuva muhalefet) eli ile işçilere, emekçilere, topluma, öfkesi burnuna kadar çıkmış halka, “seçime kadar sabredin” sloganı ile “sahte umutlar” vermektedir.

İşte, insanların seçimi beklemesinin bir nedeni budur ve doğrusu Saray Rejimi ve onların partnerleri burjuva muhalefet, bunu bir noktaya kadar başarmış görünmektedir.

Bir toplumsal patlamayı önlemek için, asgarî ücret konusunda adımlar atılmış, bu yolla, ortalama ücretler asgarî ücret seviyesine çekilmiştir. Emeklilere yeni umutlarla 7500 TL en düşük emekli maaşı önerilmiştir. Böylece, tüm emeklilerin maaşları, en düşük emekli maaşına eşitlenmeye çalışılmaktadır.

Kısacası her attıkları adımda, sosyal patlamayı önleyecek bir parasal göz boyama işini yapıyorlar, hem de aynı zamanda, işçi ve emekçilerin sırtına ekonomik krizin tüm faturasını yükleyecek önlemler alıyorlar.

Bir yandan bir parmak bal çalma numarası, bir yandan “seçim var” fikri ile insanlar tam anlamı ile oyalanmaktadır.

Öte yandan, deprem sürecinde hep birlikte gördük ki, TC devleti katliamcıdır ve halkı ölüme terk etmiştir, enkazın altında insanların günlerce bağırarak, yardım isteyerek ölmelerine yol açmıştır. Bu bilinçli bir tutumdur.

Ne enflasyon geri duruyor, ne de devletin harç -haraç- ve vergileri yerinde sayıyor. Her iki cepheden de, bir günde açıklanan asgarî ücret vb. eriyip gitmektedir. Tüm bunların, gerçek bir seçim sürecinde oya dönüştürülmesinin planlandığı ise doğru değildir. Ne HÜDA PAR’ı seçim ittifakı yapması Erdoğan’a oy kazandırır, ne Çakıcı’nın adamlarının deprem bölgesinde jandarma komutanı ile poz verip bunu yayınlamaları oy kazandırır. Ne insanları açlığa mahkûm etmek, ne insanları enkazın altında bırakmak oy kazandırır.

Bu nedenle, işçi ve emekçilerin, devrimcilerin, süreci doğru anlaması gerekir.

1- İşçi sınıfı ve emekçiler, halk için, kadınlar ve gençler için, seçim, sonuçları ne olursa olsun bir çözüm değildir.

Ama bu toplumsal güçler, eğer bir gün bile dururlarsa, eğer direnişlerini geri çekerlerse, eğer mücadele alanlarından çekilirlerse, işte o zaman gerçekten kaybetmiş olurlar.

Devletin, Saray Rejimi’nin, muhalefeti iktidarı ile devletin yapmaya çalıştığı da budur. Halkın, sisteme, devlete karşı tepkisini, yeniden sistemin içine hapsetmek istiyorlar.

Oysa, sistem, bir bütün olarak, rant, yağma ve savaş politikalarına kilitlenmiş durumdadır ve bunu sürdürmek niyetindedirler. Bu ise, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin yararına hiçbir çözümün olmayacağı anlamına gelir.

2- Varsayalım ki bir seçim olacak olsun, bu durumda dahi işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin bağımsız örgütlenmesi, devrimci sosyalist bir işçi sınıfı çizgisi büyük öneme sahiptir. Öyle ise, örgütlenme ve direniş hattını terk etmek söz konusu olamaz.

3- Bugün, işçi sınıfı ve emekçiler, siyasal iktidarı almak, burjuva devleti, tüm biçimleri ile alaşağı etmek gündemi ile karşı karşıyadır. Bu nesnel olarak da mümkündür. Örgütlenmenin eksikliği, bunun zamanlamasını etkileyecektir. Ama örgütlenmemiz zayıf, gücümüz az diye, burjuva cephenin herhangi birinin kuyruğuna takılmamız, asla ve asla çözüm değildir, affedilemez bir hatadır.

Dün, birçok işçi, AK Parti’nin “sosyal tabanı” olarak görülüyordu. Gerçekten de birçok işçi oyları ile AK Parti’yi desteklemiştir. Ama biliyoruz ki, asla onun sosyal tabanı olmadılar.

İşçiler, hiçbir burjuva partinin sosyal tabanı değildir, olmamalıdır. İşçi sınıfının devrimci sosyalist bir çizgisi ne denli gelişmiş olursa, bu sorun da çözülecektir.

Bu nedenle, mesele seçim meselesi değildir.

Meseleyi böyle koymak, Saray Rejimi’ne ve onların yasalarına çok güvenmek anlamına gelir ki, kendileri kendi yasalarını çiğniyorlar. Yasalarını bir savaş hukuku çerçevesinde kullanıyorlar.

Mesele, işçi sınıfının, kendi bağımsız, devrimci hattında örgütlenmesidir. Bu, Birleşik Emek Cephesi de demektir. Bu örgütlenme var olduğu ve güçlü olduğu oranda, zaten egemenlerin atacakları adımları da sınırlayacaktır. İşçi sınıfı, kadınlar ve gençler, bizzat kendi mücadeleleri ile haklarını alıyorlar, başkası da mümkün değildir.

Bizim içinden geçtiğimiz koşullarda, seçime daha 40 gün var. Bir ay, bu koşullarda çok uzun bir zamandır.

Sistem, sadece Erdoğan vb. değil, bir bütün olarak Saray Rejimi, her türlü saldırıyı gündeme getirecektir. Saldırı ne olursa olsun, bu saldırılara karşı koymanın yolu, direniştir. Direniş hattını, sadece bir savunma hattı diye ele almak yanlış olur. Aslında, bir bütün olarak sistem savunmadadır ve işçi-emekçiler saldırı hâlindedir. Bu ruh hâlini korumak, bugün çok ama çok kıymetli görünmektedir.

İşçi ve emekçilerin hem genel olarak kurtuluş yolu, devrim ve sosyalizmdir hem de bugün içinden geçtiğimiz koşullarda işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi bağımsız direniş hatlarını korumak zorundadır.

Bunun pratik ve günlük anlamı, direniş hattını geliştirmek, örgütlenmeyi geliştirmektir. Hiçbir burjuva lider ya da parti, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözemez, buna niyet bile etmez. İşçiler, direnenler, kendi sorunlarını kendi güçleri ile, kendi elleri ile çözerler.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...