Ana Sayfa Blog Sayfa 48

İyi ki yazdılar

“En güzel gecelere
Günün ak ekmeğine
yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölgede değirmene
Yazarım.”[1]

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Öyle bir devir ki; bilen yazmıyor susuyor, bilmeyen yazıyor susmuyor…” ifadesinde betimlenen bir kesitte; yine de ve her şeye rağmen Malcolm Stevenson Forbes’in, “Kâğıda dokunan kalem, kibritten daha çok yangın çıkarır”; Edward Bulwer’in, “Kalem, kılıçtan daha güçlüdür”; Susan Sontag’ın, “Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu. Edebiyat özgürlüktür. Özellikle de birer değer olarak okumanın ve içedönüklüğün ayaklar altına alındığı bir çağda edebiyat, özgürlüğün ta kendisidir!” tespitini ısrarla savunanlardanım.

“Edebiyat bir anlama uğraşıdır,”[2] ifadesine katılmakla birlikte eksik buluyor ve Murat Gülen gibi, “Edebiyat, keyif almak için, yoksulluktan ve yoksunluktan bihaber yapılamaz,” diyorum.

Kolay mı?[3]

Yazmak için hissetmek, hayata dokunmak gerekir ve “Gerçek deneyimler olmadan edebiyat anlayışına sahip olunamaz, değerlerini bilmeden sözcüklerle ilgili gramer yapısını bilmek fayda etmez”ken;[4] edebiyatın yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut kalan insanlara hiçbir şey söylemeyeceğini dillendiren Mario Vargas Llosa, “Edebiyat asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olan insanların sığınağıdır,” derken ekler Yaşar Kemal de: “Bir ülkede yoksulluk varsa onu yazmayan yazar, yazar değil; insan bile olamaz. Yoksulluk, insanlığın en aşağılanmış yeridir. En utanç verici yanıdır. İnsanlar yoksul olmamalı.”

Neresinden bakarsanız bakın: “Yazmak açımlamaktır, ortaya çıkarmaktır… Dünyanın gizlenmiş yanlarını görünür kılmaktır…” diyen Jean Paul Sartre, bunun ise, “İnsanların bu gerçekleri değiştirmeleri olanağını yaratmak ve istemek” olduğunu söyler.

Yazmak, doğayla, dünyayla ilgili gerçeklerin, bunları yöneten yasaların, örtülü yanlarının yazı yoluyla kurgulanıp biçimlendirilmesi, canlandırılmasıdır.

Yazmak gerçeği özelleştirirken cinsiyeti, rengi, ırkı, dili, kültürü, inancı farklı olan insanları ortak düşlerde, yaşamlarda buluşturur.

Yazar düş gücüyle, kurguyla, yaşananların katkısıyla yaratarak yaşamın boyutlarını genişletir, yaşamı zenginleştirir, derinleştirir, güzelleştirir.

Victor Hugo, “Ben size kendimden söz ederken aslında size sizden söz ediyorum”; Orhan Veli, “İş, olanı biteni belirtmekle bitmiyor. Derde deva aramak gerek”;[5] Sait Faik, de “Yazmasam deli olacaktım,” der.[6]

* * * * *

Bunlardan söz edince Yaşar Kemal’in dedikleri geliyor aklıma:

“Benim politikam sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi… Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım.”

“Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın. Savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin.”

“Bir yazar canını verecek kadar insan haklarına bağlı olmazsa, bu çağdaki insan haklarına, o yazar değil; insan bile olamaz. Benim eserlerimi okuyanlar insan öldürememeli, savaşa gidememeli, zulm edememeli.”

“Gözleri kocaman çocuklar için değer. Mücadeleye değer. Bir hayat pahasına da olsa değer.”

“Sevincimize sınır yoktu. Ve bizler umutla doluyduk. Sıkıntılardan sonra gelecek olan güzel günlerin, daha güzel olacağına inanıyorduk.”

“İnsan, düşleri öldüğü gün ölür.”

“Ölümü izlemek insanlığa yakışmaz. Vebali hepimizin.”

“İnsanın içindeki eşitlik, adalet, özgürlük duygusu var oldukça sosyalizm savaşımını zafere kadar insanoğlu sürdürecektir.”

“Zulmün artsın ki çabuk zeval bulasın! Anadolu’da zalimler için böyle derler.”

“İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder hayat çirkinleşir.”

“İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir.”

“Herkes kendindeki kazığa bakmadan, saman çöpü arıyor elin gözünde.”

“Fili görmeyen gözleriniz pireyi arıyor.”

“İnsan olmadıktan sonra güzel göz, güzel kaş, sırım gibi boy herkeste var. İnsan dediğin yüreğiyle, inceliğiyle insan olmalı.”

Sekiz yıl oldu Yaşar Kemal dünyadan göçeli. Lakin o hâlâ bizimle…

Kolay mı?

“Düşürdüler bizi hâlden hâllere” derken; doğanın, ezilenlerin gür sesi oldu.

Nasıl anlatılır, nasıl bahsedilir ondan?

“Ben Don Kişot’u çok seviyorum” diyor örneğin kendinden bahsederken…

O bizlere, “Mecbur İnsan”ı anlattı. “Mecbur insan”, yarınlardan umutlu insandır. Kararlıdır, dürüsttür, eğilmez, prangalara vurulmaz, bedeni vurulsa dahi fikirleri vurulmaz…

“Mecbur insan”ları kaleme aldı, İnce Memedleri, Kaymakam Fikret’i yarattı…

İnce Memed, haksızlığa gelemeyenlerdendi… Herkesin korkup titrediği zalim Abdi Ağa’yı bile öldürecek bir gözü kara idi. “Sosyal eşkıyalar”dandı; Robin Hood, Köroğlu vd.leri gibi…

İnce Memed’i ve onları en iyi Melih Cevdet Anday’ın, “Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli…” dizesi anlatır herhâlde…

Yaşar Kemal’dir bu: “En gerçekçi romanım,” dediği “Binboğalar Efsanesi”nde,[7] gerçekle düş, gelenekselle-gelecek arasında, sömürü-aşk-tutku-umut-özlem sarmalında, mülk sahibi toprak ağalarına karşı direnmenin destanını, düşünü anlatır bizlere.

Yaşar Kemal’e göre gerçeklikle düş gücü iç içedir. Belki de bu nedenle kendini Homeros’a yakın hisseder. Ama o kendini Homeros’a yakın bulurken, hem insanın derin iç dünyasını hem de yenmesi gerekirken yenilenin gerçeğini görür.

Yaşar Kemal’in kendisini büyük bir açıklıkla anlattığı “Alan Bosquet ile görüşmeler Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor”da şöyle der: “Ben sosyalist militanım ve Marksistim. Bunu en geniş anlamı ile söylüyorum. Militanım derken kendimi hiçbir zaman dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Bunu böyle anlatırken Marksizm’in kurallarını özümsediğimi sanıyorum. Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine Marksizm’e bireyin kurtuluşu, insanın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır… Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu.”[8]

Bir başka soruya şöyle yanıt verir: “Fildişi kulede de bir sanat yapılabileceğini hiç anlamıyorum. Benim kanılarım benim yapıtlarıma girmemiştir diye nasıl söyleyebilirim.”[9]

Ve şöyle anlatır yaklaşımını: “Benim maceram insanın gizemine varmak içindi. Düş gücüne gelince, o gün de bugün de sonsuz düşler kuruyorum. Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerinden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi?”[10]

Evet Yaşar Kemal’e göre gerçeklikle düş gücü iç içedir.[11]

Ve “Mecbur insan” İnce Memed bunun için vardır.

* * * * *

“Hayatımda en iyi dostlarım, seyahatler ve hayaller olmuştur. Canlı ve ölü. Ama, ruhumda en derin izleri bırakan insanları saymak istesem, belki Homeros, Buddha, Niçe, Bergson ve Zorba’yı sayardım. Birincisi benim için, her şeyi kurtarıcı bir ışıkla aydınlatan güneşin yüzü gibi, sırf ışıktan ibaret sakin bir göz olmuştur. Buddha, dünyanın, içinde boğulup kurtulduğu dipsiz göldü. Bergson, beni gençliğimin ilk yıllarında, uğraştırıcı bazı çözülmemiş felsefe sorunlarından kurtarıp hafifletti. Niçe, yeni acılarla zenginleştirdi beni ve sıkıntıyı, acıyı, kararsızlığı gurura dönüştürmeyi; Zorba’ysa hayatı sevmeyi, ölümden korkmamayı öğretti,”[12] diyen Nikos Kazancakis de “Mecbur İnsan”ların soyundandı.

“İçime ne kadar çok bilgelik dolarsa, yüreğim de o oranda acıyla dolup taşardı.”[13] “Gerçek insan, insanı aşmış olandır.”[14] “Başarılı olmak için önce başarabileceğimize inanmamız gerekir.” “Mutluluk, görevini yerine getirmek demektir. Görev ne kadar güç olursa, mutluluk da o kadar büyük olur,” vurgusuyla o hepimize, “Özgür değilsin, senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden daha uzun, hepsi bu kadar.” “Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır,”[15] diye haykırandı…

Ülkesi Fransa’dan anti-militarist olduğu için sürgün edilen, İsviçre’nin Cenevre kentinden “Boğuşmanın Üstünden” başlığını taşıyan yazılarıyla savaşan, birbirinin kanını akıtan tüm ülkelerin aydınlarına, gençlerine “Bu kanlı savaş oyuna alet olma” diye seslenen edebiyatçı Romain Rolland da onlardandı; “Paris Düşerken”in, “Fırtına”nın, “Dipten Gelen Dalga”nın dışında, çok sayıda yapıta imza atan İlya Ehrenburg da öyle…

Bir de “Gerçeğin ve adaletin yaratılması isteniyorsa bütün bir halkın eğitilmesi gerekiyordu. Ama ne büyük bir çaba sarf etmek gerekecekti bunun için, halk gömüldüğü o topraktan nasıl çıkarılacaktı!”[16] sözüyle müsemma “İnsanlık Vicdanının Anıtı” Émile Zola!

O bir yazar olarak şunları vurgulayandı:

“İnsan haklı oldu muydu, gözü daha bir kara, başı daha dik oluyor, değil mi?”

“Tehlikenin gözünün içine baktın mı onun sana zararı dokunmaz.”

“Ben sözcükleri sevmem… İnsan birini sevdi mi, yapabileceği en iyi şey onu göstermektir.”

“Pırlantadan alınmayan vergi, kitaptan alınıyordu; çünkü pırlanta alandan değil, kitap okuyanlardan korkuyorlardı.”

“İnsan üzüntülerini anlatarak başkalarını memnun etmemeli.”

“İnsan, dünyanın en geç olgunlaşan meyvesidir.”

“Ümit gidince, yaşamak zevki de gider.”

* * * * *

“Herkes erdemliliğe inanıyor ama erdemli olan var mı? Halklar özgürlüğe inanıyor, ama dünyada özgür bir halk var mı?”[17] sorusuna “Vicdan, sonunda onu boğana kadar en temel hakemimizdir,” yanıtını veren Honoré de Balzac, “Her büyük servetin ardında, büyük bir suç yatar,” gerçeğini hepimize hatırlatandı.

Bu kadar da değil, en azından şunlar da var:

“Özgürlük istemiyorum, özgürlükler istiyorum.”

“Düşünmek görmektir.”

“Bir kelimenin insanın hayatını değiştirdiği çok görülmüştür.”

“Bazı kimseler için bir güç kaynağı olur sefalet, ama bazılarını iyice uyuşturduğu da doğrudur.”

“Ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa; ama gülebilmek için birini ağlatma ve çıkarların için hiç kimseyi satma!”

“Bir kimseye edilecek iyiliğin en mükemmeli o kimseyi minnet altında bırakmamaktır.”

“İyiliğinize inanılmasını istiyorsanız, ondan hiç bahsetmeyin.”

“Alışkanlıklar bırakılmazsa zamanla ihtiyaç hâline gelirler.”

“Zaman öldürmek en pahalı harcamadır.”

Bunlar böyleyken ve yeri de gelmişken Arap edebiyatının Balzac’ı olarak nitelendirilen Necib Mahfuz’u unutmamak gerekir.

Onun romancılığında, onun yaşama biçiminin ve içinde bulunduğu zamanın/ortamın etkileri yoğundur. Gelenekle modernlik arasındaki Mısır’ı anlatır. Derinlikli bir bakış, sezgili bir yolculuğun ürünüdür onun anlatıları. Ülkesinin hem bugününe, hem dününe ilişkin anlattıklarıyla sizde bambaşka bir ufuk açar hem de usta bir hikâye anlatıcısı olmasıyla okur/yazar dağarcığınızı zenginleştirir. Yerelliğe tutunan, kendini orada sığlayan bir yazar değildir Mahfuz, yerlidir ama o ölçüde de evrenseldir.

Bir anlatı sanatı olarak roman günümüzde de ayna tutma işlevini sürdürüyor.

Topluma, insana bakışta romancının gözlemevine yansıyan her şey; odaklandığı bir konu/kişi/zaman/mekân ekseninde anlam kazanıyor. Romancı, topluma/insana ayna tutuyordu… Yaşayan/soran ve sorgulayan kahramanları ile sorgulayıcı ve eleştireldi!

Neredeyse tüm romanlarında ele aldığı konular ülke gündeminin sorunsallarından çıkıp gelirler. Bunların neden/niçinlerini gösterirken sorgulayıcı, bir o kadar da eleştireldir. Bunu da roman kahramanlarının üzerinden yapardı.[18]

* * * * *

“Kafanda kurduğun düşünceye benziyorsun,”[19] vurgusuyla müsemma şiirleri, dramatik yapıtları, romanları, öyküleri, anıları, günlükleri, sanata, edebiyata ilişkin yapıtları, oyunları, gezi izlenimlerini, velhasıl 140 ciltlik çalışmaları 83 yıllık ömre sığdıran “Bir deha olduğu aşikâr”[20] Johann Wolfgang Von Goethe…

Çok şey bıraktı ardında; işte kimileri…

“Yetenek, sükûnet içinde ortaya çıkar. Karakter ise dünyanın fırtınaları içinde.”

“Şimdiye kadar hiç kimse, doğru yolda kaybolmamıştır.

“Yeterli zamanımız hep vardır, yeter ki doğru kullanalım.”

“Sözleriniz yürekten gelmedikçe, hiçbir zaman iki kişiyi birleştiremezsiniz.”

“Her şey kolay olmadan önce zordur.”

“Bir aptalın endişelendiğini göremezsiniz.”

“Akılsızlar hiçbir zaman huzursuzluk duymaz.”

“Gerçek dost; düştüğünde sana yardım eden değil, seni düşürmemek için düşmeyi göze alan kişidir.”

“İnsan kendine çok şeyler ister; ama pek azına ihtiyacı vardır.”

“İnsan sadece anladığını duyar.”

“Kimse özgür olduğunu sanan köleler kadar ümitsizce köleleştirilmemiştir.”

“Kendine hükmetmeyen uşak kalır.”

Aynı derinliği Nâzım Hikmet’in, “Türkiye orta sınıflarının, köylüsünün, fukarasının hayatlarını bizde anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir. Fakat bunu büyük bir ustalık ve inkılapçı, halkçı, gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız odur,” diye tanımladığı Sabahattin Ali’de de bulursunuz…

“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.”

“Ama yeryüzünde hiçbir şey, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun sonsuz değildir.”

“Perişan bir hâldeyim. Fakat içimde kendimden bile sakladığım bir ümit var.”

“Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım.”

“Hayatta en büyük vazife, en büyük saadet olarak şunu almak lazımdır. Bize yakın ve uzak bütün insanlara yardım etmek, bütün insanların iyiliğine çalışmak.”

“Kendi menfaatlerini milletlerin menfaatinden üstün tutanlara, kendi hak edilmemiş ekmeklerini yiyebilmekte devam etmek için milletlerini kölelik zincirleri, cehalet karanlığı, korku uyuşukluğu içinde bırakmaya çabalayanlara lânet olsun.”

“Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır. Hiç olmazsa bir tek sözü.”

O, hepimizin yolunu aydınlatan sözleri söyledi; tıpkı şunları diyen Charles Dickens gibi:

“Asla sertleşmeyen bir bilince, asla yorulmayan bir mizaç ve asla incinmeyen bir dokunuşa sahip olun.”

“Acı ve ümitsizlik, dedim, müthiş bir güç barındırır içinde.”

“Yapabildiğin kadar yap ve onun hakkında olabildiğince konuş.”

“İnsan başkalarını iyileştirmeden kendisini gerçekten geliştiremez.”

“Ülkeyi yönetenlerin bir eli yağda bir eli baldaydı ve bunun bu şekilde ilelebet sorunsuzca süreceği fikri hâkimdi.”

“Bizi bastırmak için kendi zincirlerimizi oluşturuyoruz.”

“Aptallarla dolu bir dünyada yaşarken sinirlenmemem olanaksız.”

“Başarıyı farklı olduğunuzu hissettiğiniz an yakalarsınız.”

* * * * *

Ve komünizm propagandasından yargılandığı davada yargıcın, “Sen neden ülkemizin güzel şeylerinden, zenginliğinden, iyi ve olumlu yaşamından hiç söz etmez, yazmazsınız?” sorusuna, ““Ben, söylediklerinizi hiç yaşamadım ki. Ben, yaşadıklarımı yazdım,” yanıtını veren; “Bence asıl ölmek, istenilmeyen bir dünyada yaşamaktır. Her yirmi dört saatte bir yirmi dört kere ölerek,” cümlesiyle maruf Orhan Kemal…

“Böyle gelmiş ama böyle gider mi bilmem.”

“İnsan doğru oturup doğru konuşmalı.”

“En iyisi, ne açlar, ne de suçlular olmalı. Kimse kimseye muhtaç olmamalı!”

“Benim için bu milletin, şu milletin ferdi olmak değil, insanlığın yüz karası olup olmamak önemli.”

“Sen neysen biz de oyuz, biz neysek sen de o!” diyen o, TKP’liydi…

Müthiş bir yazardı; muhbir kişiliğiyle Bekçi Murtaza’yı, Habip’i, Cemile’yi, Kürt Zeynel’i ve diğer kahramanlarını tanıdıkça onun derinliğini kavrayabilirsiniz…

Ayrıca “Bitmemek için savaştığımız kadar insanız.” “Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam boyu bekliyoruz,” diyen bir diğer TKP’li Vedat Türkali de, yoldaşından farksızdı

Ve… “Sadece okumaya yarıyorsa kitaptan iyi afyon yok!”

“İnsana güvenmeden düşte bile yola çıkılmıyor!”

“Her dost göründüğü gibi dosdoğru dost olmuyor.”

“Devrimci teori, ancak devrimci sınıfla birlikte çözüm getirir,” gerçeğinin altını çizenlerdendi.

* * * * *

“Bir kişi, insanlarla açık konuşmalıdır. İçindeki duyguları, düşünceleri yüzüyle bile ifade edebilmelidir. İçtenlikle, tereddüt etmeden, insanların gözünün içine bakarak söylenen bir cümle, yüzlerce kitap sayfasından daha üstündür.”

“Zaten ömrüm boyunca çektiğim acıların baş nedeni mertlik, yücelik peşinde koşmam oldu. Diyojen gibi, elimde fener, mertlik peşine düşmüştüm,”[21] diyen Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski eklerdi:

“Zekice hareket etmek, zekâdan daha fazlasını gerektirir.”

“Merhamet, insan yaşamının en önemli, belki de tek konusudur.”

“İnsanlara saygın sonsuz, fakat sabrın sınırlı olsun.”

“Ne garip değil mi? Sevdiğimiz insanın her yalanında bir doğru, sevmediğimiz insanın her doğrusunda bir yalan ararız.”

“İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır.”

“İnsan yaşamının ikinci yarısı, tümüyle ilk yarıda biriktirilen alışkanlıklardan ibarettir.”

“Aslında insanı en çok acıtan şey; hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklardır.”

O insan(lık)ı yazıyordu. Andre Gidé, “Dostoyevski” başlıklı yapıtında Friedrich Nietzsche’nin “Dostoyevski ruhbilim konusunda bana bir şeyler öğretmiş olan tek kişi” ifadesini aktarır.

Gerçekten de öyledir. Onun yapıtlarının önemli özelliği nev-i şahsına münhasır karakterlerin ruh hâllerini tasviriyle, ölümsüz karakterler yaratmasıdır.[22]

Bunu yapabilmesindeki önemli özelliği müthiş bir gözlemci ve hayalperest olmasıdır.

“Ben bir hayalciyim; gerçek hayatı o kadar az yaşıyorum ki,”[23] vurgusuyla şöyle anlatır hayalperestleri:

“Hayalcinin tam bir tanımını yapmak gerekirse; insandan çok, ara kademede bir yaratık, demek yerinde olur. Oturmak için çoğu zaman cehennemin bucağındaki yerleri seçer. Gündüz ışığından kaçmak istiyormuş gibi, oralara sığınır. Bir köşeye yerleşince de, sümüklüböceğin duvara yapışması gibi, ayrılmak bilmez.”[24]

Kimi yanlarıyla benzer özellikleri, “Yaşamım kısa bir yaşam olmadı. Ama ondan hatırlayacağım çok az şey kaldı geriye,” diyen Demir Özlü’de bulabilirsiniz…

“Gitmek”, “yerinden yurdundan olmak”, “yolda olmak”, “ötelerde olmak”, “sürgünde yaşamak” Demir Özlü’nün edebiyatının değişmeyen yanını oluştururken, meselesi insandır.

“Dünya’da hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz.”

“İnsanları yalan söylediklerinde olmak istedikleri ama olamadıkları kişiyi anlatırlar.”

“Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır.”

“Hep böyleydi. Bir şey en gerektiği anda olmazdı.”

“Böyle içten yalnız çocuklar gülebilir. Bir de deliler,” saptamalarına, “Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En kötüsü buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım,”[25] vurgusunu ekleyen Yusuf Atılgan da onlardandı…

“İnsanın yaşamadığı şeyi anlaması güçtür,” vurgusuyla sıradan yoksul insanların her şeye rağmen birlikte edindikleri yaşam sevincinin peşine düşen Panait Istrati de…

Yapıtlarında Franz Kafka ile Sigmund Freud’un etkileri görülen; öğrenilmiş çaresizlik kalıplarını sarsan üslubuyla; bireylerin kuşaklar boyunca boyunduruk altına alarak özgürleşmesini engelleyen gelenekçiliği sorgulamayı şiar edinen Fars edebiyatının önemli ismi Sâdık Hidâyet gibi…

Nihayet Fransız edebiyatının beş büyük yazarından biri olan Marcel Proust için “Yaşamını yapıtına adadı” demek yetmez; o, yaşamıyla yapıtını takas edercesine, yazmak için yaşadı.

“Vücudumuz sadece bacaklar, kollar gibi uzuvlardan oluşsaydı, hayata tahammül etmek kolay olurdu ama içimizde kalp adını verdiğimiz o küçük organı da barındırırız… Hiçbirimiz tek bir insan değilizdir, hepimiz ahlâki değerleri farklı çok sayıda insan barındırırız içimizde,” diyen onun hakkında André Aciman’ın, “Proust okumak kendini okumaktır,”[26] demesi karşılıksız değildir.

“İnsan en çok kaçtığı şeyden asla kurtulamıyor.”

“Bir acı sonuna kadar yaşanmadıkça geçmez.”

“İnsan sevdiği şeyi yeniden yaratmak için, önce onu reddetmek zorundadır.”

“Mesele kaybolmak değil, yolunu tekrar bulamamak.”

“Arzu çiçek açtırır, sahiplenme ise her şeyi soldurur.”

“Düşüncelerin sayısı insanların sayısından çok daha azdır.”

“Bir alışkanlığın devamlılığı genellikle saçmalığıyla doğru orantılıdır.”

“Gerçek yolculuk, aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir,” ifadelerindeki üzere…

* * * * *

Sözü edilen “Gerçek Yolculuk”la 1900’lerin ilk çeyreğinden başlayıp, II. Dünya Savaşı’na giden süreçte çağının tanıklığıyla öne çıkan, yapıtlarıyla, fikirleriyle, felsefi söylemiyle, sanatçı-filozof kimliği ile yaşamsal tartışmaların fitilini ateşleyen Albert Camus’leri yarattı…[27]

O; “Bizim insan işimiz, özgür tinlerin sonsuz bunalımını yatıştıracak birkaç çözüm bulmak. Yırtılmış olanı dikmemiz, öylesine açık bir biçimde adaletsiz bir dünyada adaleti düşlenebilir, yüzyılın mutsuzluğuyla zehirlenmiş halklar için mutluluğu anlamlı kılmamız gerekiyor.”

“Her şey yok edilemez, bir kalıntı vardır her zaman.”

“Hiçbir şey, korkuya dayanan saygı kadar iğrenç değildir.”

“Bazı hâllerde devam etmek, yalnızca devam etmek, insanüstü bir şeydir,”[28] diyerek, başkaldıran insandı…

Bundan başka “Öğrenmekten daha ilginç bir şey yoktur.”

“Bana apaçık bir gerçek gibi görünen şunu yazdım ve tekrar yazmaya hazırım: ‘Güzel duygularla kötü edebiyat yapılır.’ Asla iyi edebiyatın salt kötü duygularla yapılabileceğini söylemedim ve düşünmedim. (…) Ancak sanatı ahlâki kıstaslara göre değerlendirmek yargıyı çarpıtmaktır.”

“Bir insanın düşüncesini çekici kılan en önemli unsur kaygıdır.”

“Söylenecek her şey aslında söylendi, ama kimse dinlemediğinden hep baştan başlamak gerekiyor.”

“… ‘Karakterli biri’ dediğimiz insanda, her zaman biraz olsun sertlik de vardır. Çünkü kendinizi kanıtlamak için bazı şeyleri kırmanız gerekir,”[29] diyen André Gide de sözünü ettiklerimdendi…

Ya Oktay Akbal[30] ya da “Türkiye’nin yarınını özgür kafalar kuracaktır. Kuşkun olmasın,” diyen Vedat Günyol veya “Devlet Ana”, “Yorgun Savaşçı”, “Göl İnsanları”, “Kurt Kanunu”, “Kelleci Memet”, “Esir Şehrin Mahpusu”, “Namuscular”, “Karılar Koğuşu”, “Damağası”, “Sağırdere”, “Körduman”, “Yediçınar Yaylası”, “Köyün Kamburu”, “Büyük Mal”, “Rahmet Yolları Kesti”, “Bozkırdaki Çekirdek”iyle Kemal Tahir unutulabilir mi hiç?

* * * * *

Onların hepsi toplumsal gerçekle yüzleşmek, yüzleştirmek için yazdılar; iyi ki de yazdılar… o

10 Temmuz 2023, Çeşme Köyü.

 

[1]    Paul Eluard.

[2]    Zafer Köse, “Zülfü Livaneli: Edebiyat Bir Anlama Uğraşıdır”, Pazar, 21 Mayıs 2023, s. 8.

[3]    “Bir kitap yalnızca bir kitaptır, sessiz bir nesne. Ama o kitap okunmaya başladığı anda, okuyan insan sayısı kadar çoğalır.” (Murathan Mungan, Güne Söylediklerim, Metis Yay., 2015).

“Bazı kitaplar vardır, bir dünyayı kapsar, içinde tutar; okursun, bitirdin mi bırakır gidersin. Ama nereye; neresi olursa, daha uzağa! Oysa bazı kitaplar kendi ülkemizin kapılarıdır sanki.” (Louis Aragon, Basel’in Çanları, çev: Attila İlhan, Altın Kitaplar Yay., 1969, s. 359).

[4]    Stefan Zweig, Karmaşık Duygular, çev: İlknur İgan, İş Bankası Yay., 2016.

[5]    Orhan Veli, İnsanları Uyandırmak, Hazırlayan: Aydan Burcu Özdem, Telgrafhane Yay., 2021.

[6]    Öner Yağcı, “Yazmak… Zamanı Aşmak”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2023, s. 12.

[7]    Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Toros Yay., 1990.

[8]    Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor-Alain Bosquet’nin Yaşar Kemal’le Konuşmaları, Toros Yay., 1993, s. 123.

[9]    yage, s. 129.

[10]  yage, s. 79.

[11]  Güray Öz, “Heredot’un Zaferini Düşleyen Çağdaş Homeros”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 822, 11 Aralık 2022, s. 4.

[12]  Nikos Kazancakis, El Greco’ya Mektuplar, çev: Ahmet Angın, E Yay., 1975, s. 508.

[13]  yage, 1975.

[14]  Nikos Kazancakis, Allahın Garibi, çev: Ender Gürol, İz Yay., 2016.

[15]  Nikos Kazancakis, Zorba, çev: Ahmet Angın, Ataç Yay., 1970.

[16]  Émile Zola, Gerçek, çev: Nesrin Altınova, Bilge Yay., s. 69.

[17]  Honoré de Balzac, Goriot Baba, çev: Nesrin Altınova, Remzi Kitapevi, 1972.

[18]  Feridun Andaç, “Anlatarak Gösteren Anlatıcı: Necib Mahfuz!”, Cumhuriyet Kitap, No:1730, 13 Nisan 2023, s. 4.

[19]  Johann Wolfgang von Goethe, Faust, çev: Beste Altun, Son Nokta Yay., 2005

[20]  Ayşe Acar, “Batı’dan Doğu’ya Bir Şiir: Goethe”, Cumhuriyet Pazar, 16 Nisan 2023, s. 2.

[21]  Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, çev: Erdener Tunalı, Sonsuz Kitap Yay., 2009.

[22]  Andre Gidé, Dostoyevski, çev: Bertan Onaran, De Yay., 1965.

[23]  Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Beyaz Geceler, çev: Nihal Yalaza Taluy, Varlık Yay., 1970, s. 15.

[24]  yage, s. 20-21.

[25]  Yusuf Atılgan, Aylak Adam, YKY, 2003.

[26]  Hicri İzgören, “Kayıp Zamanın İzinde Bir Yazar”, Yeni Yaşam, 17 Kasım 2022, s. 11.

[27]  Mehmet Rifat, Başkaldıran Yalnız Adam Albert Camus ve Çağdaşları, Yapı Kredi Yay., 2023.

[28]  Albert Camus, Düşüş, çev: Ferit Edgü, Ataç Kitapevi, 1961.

[29]  André Gide, Günlük-1, çev: Orçun Türkay, Yapı Kredi Yay., 2022.

[30]  Kemal Terzi, “Oktay Akbal Yüz Yaşında”, İnsancıl, Yıl: 33, No: 393, Mart 2023, s. 17.

Binmişiz bir alâmete…

İnsanlara, “ekonomi büyüyecek, milli gelir (GSYH) artacak, tüm sorunlar çözülecek…” diyorlar… Üretim, tüketim ve zenginlik artıyor. Milyarderlerin serveti insan havsalasını zorlayacak boyutlarda… Fakat, üretim ve tüketim arttıkça yoksulluk da artıyor ve sefalet derinleşiyor… Kapitalizm dâhilinde yoksulluk ve sefalet üretmeden zenginlik üretmek mümkün olmadığı için… Hepsi bu kadar değil, her ileri aşamada doğa tahribatı, ekolojik yıkım ve “iklim krizi” derinleşiyor, yaşamın temeli hızla aşınmaya devam ediyor… Demek ki, bu işte bir yanlışlık var! Böyle bir gerçeklik var ama siyasetin ve siyasetçilerin gündeminde öyle şeyler yok… Onlar “ilerde her şey güzel olacak” diyorlar ve fakat o güzel günler bir türlü gelmiyor… Hedef ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor…

Ekonomik büyüme sadece toplumsal refahın kaynağı sayılmıyor. Demokrasinin, “demokratikleşmenin” de vazgeçilmezi sayılıyor… Başka türlü söylersek, zenginlik artışıyla “demokratik performans” arasında da doğru yönde bir ilişki olduğu ima ediliyor… Oysa, gerçek dünyada söz konusu olan bunun tam tersi… Ekonomi büyüdükçe, “güdük” demokrasi pratiğinden uzaklaşılıyor… Bütün siyasî rejimler baskı rejimlerine dönüşüyor… İnsanlar ve toplumlar bir taraftan ekonomik zorun, diğer taraftan siyasî zorun baskısı altında eziliyor, nefes alamaz hâle geliyor… Şiddetin her türlüsü insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini girdabına alıyor…

Kapitalizmin ürettiği, kapitalizmi yeniden üreten “modern teknolojiler” bir kurtarıcı olarak sunuluyor… Ekonomi büyüyecek sorunlar çözülecek tekerlemesine, “teknoloji gelişecek sorunlar çözülecek” mavalı eşlik ediyor… Aslında kapitalizm dâhilinde teknoloji sorunların çözümünün anahtarı değil, kaynağıdır… Her teknolojik “harika”dan sonra işler daha da sarpa sardığına göre… Münhasıran kâr etmenin, sermayeyi büyütmemin hizmetinde bir teknoloji hangi sorunların çözümünün anahtarı olabilir?

Sıradan insanı büyüleyen teknoloji harikalarının yaşamı kolaylaştırması, güzelleştirmesi gerekmez miydi? Gerçek dünyada tam tersi oluyor, teknolojik gelişme/ilerleme paradoksal olarak insan ve doğa aleyhine sonuçlar ortaya çıkarıyor. Yeryüzünün Lanetlileri için yaşam her gün daha da çekilmez hâle geliyor…

Ekonomik büyüme ve “ileri teknoloji harikaları” kârı artırmanın, sermayeyi büyütmenin hizmetindeyken, işlerin sarpa sarmasına şaşmak niye?.. İşte böyle bir gerçeklik söz konusuyken, burjuva politikacıları ve bilimi kendilerinden menkul iktisatçı uleması “büyüme şarkılarını” söylemeye devam ediyor… Yaşamın temelini aşındıran ekonomik büyümeyi, sömürüyü, yağmayı, talanı “meşrulaştırıp” dayatıyorlar… Sorunların çözümü piyasaya ve kapitalist devlete havale ediliyor ama piyasa denilenin ne olduğu, nasıl işlediği, orada hangi aktörlerin ne iş çevirdiği, devletlerin aslında ne olduğu, kimin hizmetinde olduğu asla sorun edilmemek kaydıyla…

Oysa, neoliberal küreselleşme çağında devletlerin biricik misyonu ve varlık nedeni sermaye sınıfının ve bir bütün olarak mülk sahibi oligarşilerin tek yanlı çıkarını gerçekleştirmektir… Elbette bu, önceki dönemlerde devletin öncelikli amacının genel toplum yararını gözettiği demeye gelmez… Devletin varlık nedeni ve misyonu “genel toplum yararını gerçekleştirmek” değil, mülk sahibi parazit sınıfların servetini korumak ve çoğaltmak, iktidarlarının sürekliliğini sağlamak, bu amaçla da mülk sahibi sınıfları “zararlı sınıflardan” korumaktır… Siz devleti neden kutsadıklarını sanıyorsunuz?.. Tartışmasız her dönemde devlet, “özel çıkarların” gardiyanı olmaya devam etti… Bu da devletin neliği’nin de tartışılmasını, bilince çıkarılmasını gerektirir…

Oysa herhangi bir şeyi, bir olguyu sorun edebilmek için önce farkına varmak gerekir… Varlığından haberdar olunmayan bir sorunla yüzleşilebilir mi? Kaldı ki, bakmak görmek değildir… Nitekim Bernard Baruch, “milyonlarca insan elmanın düştüğünü gördü, sadece Newton neden diye sordu” derken, bakmanın görmenin garantisi olmadığını söylemek işitiyordu… Bir şeyi, bir olguyu, bir sosyal süreci anlamak bilince çıkarmak için önce onu görünür kılmak gerekiyor…

İnsanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği durum veri iken veya aynı anlama gelmek üzere, bir uygarlık krizi ortaya çıkmış, insanlık ve uygarlık tehlikeli bir eşiğe gelip/dayanmışken, artık “zararlı sınıfların”, bu dünyanın tüm zenginliğinin yegâne yaratıcısı olan Yeryüzünün Lânetlilerinin, Büyük İnsanlığın aklını başına alması gereken zaman gelip-çattı… Eğer ortada bir insanî, toplumsal, ekolojik sorun varsa, bu, insanların o sorunu çözecek potansiyele sahip oldukları anlamına da gelir… Sorunu yaratan da insan olduğuna göre… Bu konuda Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı başlığını taşıyan ünlü eserinde: “Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde oltaya çıkar” diyor…

Aynı şeyi başka türlü ifade etmek istersek, sorunların kendini dayattığı yerde ve zamanda çözümlerin de kendini dayatması daima potansiyel bir olasılıktır… Olaylar, şeyler ve toplumsal süreçler kendiliğinden bu hâle gelmediklerine göre, kendiliğinden başka şeye, “daha iyiye” evrilmeleri de mümkün değildir… Zira her zaman ve her durumda birilerinin “bilinçli eylemi” devreye giriyor…

Artık insanlık ve uygarlık tartışmasız kritik bir kavşağa gelip/dayanmış bulunuyor… Artık hiçbir şey eskisi değil ve olmayacak… Bu dünyada insan yaşamı için vazgeçilmez olan ne varsa elimizden alındı… Hava zehirli, su kirli -üstelik parayla satılıyor-, toprak yorgun… Artık yediklerimiz hasta ediyor… Otların, ağaçların, çiçeklerin kokusunun yerini benzin/mazot kokusu, sessizliğin yerini arabaların gürültüsü aldı. Çocuklar ekmeğin AVM’lerde üretildiğini sanıyor, buğdaydan habersiz… Devasa kuleler, neon ışıkları göğü, ayı, yıldızları görünmez kılıyor. Genç nesiller Çoban Yıldızı’nı bilmiyor. Beton ve asfalt insanların ayağını toprağa değdirmiyor… Hastane, hastane olmaktan çıktı, ticarethaneye, kapitalist işletmeye dönüştü, misyonuna ve varlık nedenine yabancılaştı… Hastalıktan kâr ediyorlar… İnsan ve toplum yaşamı için vazgeçilmez olan müşterekler, ortak yaşam alanları ve kaynakları özel mülk kategorisine indirgendi… Oysa müşterekler insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır…

Bütün bunlar insanların politika yapma haklarından kaşarlanmış profesyonel burjuva politikacıları lehine vazgeçmesinden kaynaklanıyor… Oysa, politikanın burjuva politikacılarına bırakılmayacak kadar önemli olduğunun bilinmesi gerekiyor… Aksi hâlde eller armut toplamaya devam edecek… Her şeyden önemlisi de kapitalizm dâhilinde asla bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor…

Akbelen-İkizköy direniyor! Yağma-rant-savaş ekonomisine karşı yaşamı savunmaya!

Limak-İçtaş’ın Muğla Akbelen’deki termik santralin maden sahasını genişletmek için Akbelen ormanında ağaç kıyımını başlatması üzerine çadır nöbetine başlayan İkizköylüler günlerdir direniyor. Jandarma saldırılarına rağmen İkizköylüler ve direnişe destek için pek çok ilden Akbelen’e gidenler Akbelen ormanına sahip çıkmak için direnmeye devam ediyor.

Rant-yağma-savaş ekonomisi Saray’ın gerçekliğidir. Direniş de bizim gerçekliğimizdir.

Yaşamlarımız üzerinden hesaplar yapanlar, doğayı katlederek ihalelerle rant dağıtanlar, savaş kundakçılığı yapanlar bu yağma-rant-savaş ekonomisinden besleniyorlar. Bu şirketlerin ve diğer büyük tekellerin patronları, Akbelen’de direnen köylülerin karşısına jandarmayı sürerler, işçi direnişlerini saldırılarla boğmaya çalışırlar, toplu iş sözleşmesi süreçlerinde çeteler olarak karşımıza çıkarlar. Her güne yeni bir zam haberiyle uyandığımız bugünlerde, bizlere yeni vergi zamlarını planlarken bu şirketlerin vergi borçları bir gecede silinir. Karşımızdaki böyle bir çete organizasyonudur.

Direniş yol gösteriyor. Ormanını savunmak için nöbet tutan İkizköylülerin yaptığı gibi yaşamlarımız için doğrudan harekete geçmek, kurtarıcı beklemeden alana meydana, sokaklara çıkmak, direnenlerin sesini kent merkezlerinde ve yerellerde de duyurmak, onurlu bir yaşam isteyen herkes için bir zorunluluktur. Direnenler; işçiler, emekçiler, kadınlar, halklar, öğrenciler olarak birbirimizden güç almaya, direnişi büyütmeye!

Akbelen’de direnenlere güç vermeye!

Kurtuluş yok tek başına;
ya hep beraber ya hiçbirimiz!

30 Temmuz 2023

Zam dalgası duracak mı?

Seçim tiyatrosunun perdeleri kapandı, gerçek gündem sahne almaya başladı.

Yatmadan şöyle bir haberlere baksak zam! Sabah kalkınca işe giderken radyodan bülten dinlesek zam! Çalışırken öğle arasında laflasak zam!

Gırtlağına çökmek derler ya hani, hep bir oldular, çöktükçe çöküyorlar.

Bankalar rekor kâr açıklıyor, en düşük kira maaşın yarısı.

Enflasyonun düştüğü açıklanıyor, pazardan 500 liranın altında eve dönemiyorsun.

Depremlerde en az 300 bin insanımız öldü. ’99 depreminden sonra bir seferlik diye konan Özel İletişim Vergisi ise hâlâ alınıyor. Televizyonlarda şov yapa yapa “şu kadar para vereceğiz” diyen şirketler vermedikleri paraları bile vergilerden düştüler. Biz suyundan benzinine, ekmekten deterjanına vergilerin katmerlisini ödeyeceğiz ve deprem bölgesine yine bir kuruş bile gitmeyecek.

“Memlekette aç mı var” deniyor; açlık sınırı 10.434 TL olarak açıklanıyor, emekli maaşları yerinde sayıyor.

Böyle arka arkaya okuyunca “ehhh yeter artık” dedirtebilir. Okumak ne ki! Arka arkaya aralıksız yaşıyoruz biz bunları.

Peki çaresi var mı?

Bu krizin sorumlusu biz değiliz, hele hele faturasını ödemesi gereken biz hiç değiliz; bizim üzerimizden zenginliğine zenginlik katan bir avuç asalak patron. Biz günde en az 10 saatimizi patronlara verirken onlar soframızdakileri günden güne azaltmanın peşindeler, hâlimizin sorumlusu onlar.

Üç beş kuruş kenardaki parayı bitcoine yatıran 2 ay sonra icralık oluyor; cep telefonundan kumarla kısa yoldan para kazanayım diyen yeni kredi borçlusu oluyor; mahallede bir çeteye giren gençlerimiz bir süre sonra onurunu, insanlığını satmaya başlıyor. Kendi kendimize söylenmek, televizyon karşısında küfretmek; bunlar derdimize çare olamaz.

Ekonomik bunalım, herkesi bunalıma sürüklüyor. Sürünerek yaşamak istemez kimse evet, onun için de bugün artık tek çare dövüşmektir. Dövüşerek ölmek, sürünerek yaşamaktan yeğ değil midir?

Çare bizde. Kimse kimseye, “ben seni kurtaracağım” demiyor. Biz, kendi ellerimizle, kendi irademizle kurtuluş yolunu örgütleyeceğiz.

Yaşadıklarımız topyekûn bir mücadeleye sebep olmasın istediklerinden seçimler diye diye herkesi oyaladılar. Hâlbuki hepsi aynı teraneyi okuyorlar. Bizim bizden başka kurtarıcımız yok!

Ve aslında, güçlü olan biziz.

Kafamızı şöyle bir kaldırıp etrafa bakalım. Gördüğümüz ne varsa, hepsini ama hepsini biz ürettik. Binaları biz diktik, camlarını biz siliyoruz, altlarındaki marketlerde biz çalışıyoruz, o markette satılanları biz yapıyoruz.

Ama o binalarda oturamayan da, ay sonunu düşünmeden alışveriş yapamayan da biziz. O zaman niye bir avuç zengin için üretmeye devam edelim ki? Bizim gücümüz ürettiklerimizde, emeğimizde. Mesela bizim bir aylık maaşımızı bir akşam yemeğinde yiyenler için çalışmayıp üretimi durdursak, onlar kendi başlarına götlerine giyecek don bulamazlar. Eğer birleşirsek, eğer ellerimiz şalterleri indirmeye giderse, eğer adımlarımız “yeter artık, hepiniz defolun” diye meydanları doldurursa, eğer her şeyi yaratan emeğimizi geleceğimiz için mücadeleye verirsek, işte o zaman açlığı da yokluğu da durdurabiliriz.

Mesela artan gıda fiyatlarına karşı mahallelerde boş tencerelerle sokağa çıkmak fiyatların düşürülmesinin yolu olabilir. Mesela işten atmaları, ödenmeyen maaşları, sürekli ve ısrarlı direnişlerle durdurmak mümkün olabilir.

İşyerindeki, mahalledeki, okuldaki, ofisteki bütün direnişleri birleştirirsek eğer geleceğimizi kazanabiliriz.

Geleceğimizi kazanmak için, örgütlenmekten başka çaremiz yok!

İnsanca ve onurlu bir yaşam için, bu kepaze düzeni başlarına yıkmaktan başka çaremiz yok!

Kendi kaderini gelmeyecek kurtarıcılara bırakmak istemeyenleri, yaşamını savunmak isteyenleri, Kaldıraç Hareketi saflarına çağırıyoruz. Bir adımda dünyaların değişmeyeceğini biliyoruz ancak bu insanlık dışı sisteme karşı sürekli mücadele için örgütlü mücadele yönünde atılacak bir adım çok şey değiştirecektir.

Milyonların küçük adımları, mucizeler yaratacak güçtedir.

Çözüm kendi ellerimizde, bu bildiriyi en az bir kişiye daha okut, dağıt. Küfretmek yetmez, bir adım daha at, örgütlen!

Krizin faturasını ödememek için
adımlar sokağa, eller şaltere
zamlara karşı direnişe!

20.07.2023

Kaldıraç dergisinin Temmuz sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Temmuz sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Bugün, CHP eli ile, Millet İttifakı eli ile umutları ile oynanmış olan okuryazar takımı (OYT), bu duruma düşmek konusunda kendi hatalarına da dönüp bakmalıdır. O burnu havada tutan tutumları yerine, başlarını birazcık eğip, devlet konusunda bu denli önyargıya nasıl sahip olduklarını bir kere daha düşünmelidir.

Bizim için değil bu düşünme daveti, elbette kendileri için.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – “Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır”

Parlamentarizm, yakın zamana kadar, burjuva egemenliğin apış arasını örten bir yaprak idi ise, bugün bu yaprağa gerek duyulmuyor. “Demokrasi” hayranlığı ile Batı demokrasilerini yücelten “elit” yazarlarımız için gözyaşı dökecek değiliz. Onlar için bir hayal kırıklığı anlamına gelebilir. Ama açıktır ki, dünya çapında, kapitalist egemenlik, parlamentarizmi gözden düşüren bir şiddetle yeniden örgütlenmiştir. Bu örgütlenme, Ekim Devrimi’ne ve devrimlere karşı yürütülen örgütlenmelerin kendisinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, “sürekli faşizm”, “süreç içinde faşizm”, “seçimli faşizm”, “seçimsiz faşizm” gibi tartışmaların, devlet konusundaki yanlış kavrayışın bir ürünü olduğunu söyleyeceğiz. Bu durumda da, sol eğilimli okuryazar takımını rahatsız etmiş olacağımızın bilincindeyiz. Ama neyleyelim, gerçekler böyledir, ilanihaye örtülemezler, eninde sonunda kendilerini hissettirirler.
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Kapitalist sistemin krizi ve savaş politikaları

Ve bir bütün olarak sol, içinde Yeşil Sol da dâhil, bu politikanın bir çözüm üreteceği, Erdoğan’ın gidip, Kılıçdaroğlu’nun geleceği hayalini kitlelere ulaştırdı.

7 Haziran 2015 seçimleri unutuldu. 1 Kasım 2015 seçim süreci unutuldu. Bu ülkede, Saray Rejimi koşullarında “demokratik seçim” olacağı vaat edildi. Buna inanmamız istendi. Ekmeleddin vakası, İnce vakası, Kılıçdaroğlu vakası ile tekrarlanmayacak sanıldı.

Kitlelere denildi ki, sandığa git, oyuna sahip çıkacağız. Müşahit koyacağız vb. Peki ama hırsıza nasıl güvendiklerini bize anlattılar mı? Hayır.

İşte bu basit durumu kavrayamamak kitlelerdeki moral kaybının nedenidir.”
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Su akar yatağını bulur

Bu savaş kabinesi, ABD’nin yürüttüğü, kışkırttığı savaşta, yeni roller almak için vardır. Tetikçiliğe devam için vardır. Ve bu yeni savaş alanının, İran olma ihtimali yüksektir.

ABD, İran’a dönük bir savaş için, her yoldan hazırlık yapmaktadır. Elbette karşısındaki cephe, armut toplamıyor. Ama sonuçta ABD, Suriye ve Ukrayna savaşlarında görüldüğü gibi, savaşı tetikçileri eli ile yürütüyor ve sonuçta o sahada kazanamasa da, başka sahada bir şeyler kazanmayı başarıyor. Mesela Ukrayna’da savaşı kaybettiği hâlde, AB üzerindeki denetimini ilerletmeyi başarmıştır.
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – NATO’nun gayrimeşru savaş kabinesi

CHP, NATO’ya bağlılık konusunda son derece açık bir sicile sahiptir. Hem NATO’ya bağlı hem NATO’cu hem de solcu olmak, olsa olsa bizim gibi sömürge ülkelere özgüdür. Ülkemizdeki son 70 yıllık her katliamda NATO’nun parmağı vardır. Sadece darbeler değil, katliamlar da NATO mamulüdür. Sivas’tan Çorum’a, Maraş katliamından 1 Mayıs 1977’ye, hepsi NATO organizasyonudur ve bunu bilmeden, bu ülkede politika yapmak mümkün değildir. Bunları bilip de hâlâ CHP’de sol aramak, büyük körlüktür.
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – CHP nasıl bir partidir ya da devlet konusunda önyargılar

Bu sayı ayrıca Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un ortak yazısı “14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inin eleştirel hikâyesi”, Hakkı Taşdemir’in Mesele sadece Nahel değil ve Türkiye ekonomisinde kayyum dönemi, Temel Demirer’in Aktörleri, faktörleriyle Ortadoğu ve Eski(meyen) TİP  yazıları ve Egecan Özgür’ün yazı dizisinden ikinci yazı olan Sanat Özgürleşmesi 2 yazıları da bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 264 / Temmuz 2023
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Kapitalist sistemin krizi ve savaş politikaları

Bugün, kapitalist dünya ekonomisi, derin bir kriz yaşıyor. Bu ekonomik kriz, aslında ekonomik kriz olma noktasını aşarak, tüm sistemin krizine dönüşüyor.

Biliniyor, kapitalist sistem krizsiz bir sistem değildir. Kâr için üretim, sürekli olarak krizleri beraberinde getiriyor. Bu krizler, kapitalist sistem tarafından, eğer sistem bir devrimle parçalanmaya başlamıyorsa, daha büyük bir krize gebe olacak şekilde aşılıyor.

Bu nedenle biz Marksistler deriz ki, krizler, kapitalist sistemi otomatik bir biçimde yok olmaya götürmez. Tersine, kriz ne kadar büyük olursa olsun, mutlaka sistemi yıkacak bir öznel güç, yani işçi sınıfının devrimci önderliği şarttır. Yani, oturduğun yerden “kurtuluş” diye bir şey yoktur. Mücadele edeceksin ve dahası öyle sıradan bir tarzda değil, sistemi yıkacak tarzda bir mücadele geliştireceksin.

Demek ki, hem krizler, sistem tarafından daha büyük krizlere gebe olacak tarzda aşılıyor hem de sistemin krizleri onun zorunlu ve otomatik yıkımı anlamına gelmiyor. Ama yine de her krizi ayrıca ele almak, incelemek gerekir. Yani, krizlerin önemsiz olduğu sonucuna da varmamak gerekir. Nasılsa kapitalizmi yıkacak bir devrimci örgütlülük yoksa, krizler kapitalizm tarafından aşılabiliyorsa, öyle ise krizlerin de önemi yok sonucu çıkmaz.

Tersine, devrimci durum ile bu krizler arasında sıkı bir nesnel bağ vardır.

İçinde bulunduğumuz bu son kriz, 2008’de başladı. Mortgage krizi olarak da adlandırılan, ABD finans sisteminin çöküşü ile tepe noktasını bulan bu kriz, bugün hâlâ devam etmektedir. Yani, 15 yıldır, kapitalist sistem, krize bir çözüm üretebilmiş değildir. Bu durum, bizi bu krizin tarihsel ve toplumsal boyutları ve kendine has özellikleri konusunda çalışmaya, kafa yormaya itmelidir.

Diyalektik ve tarihsel materyalizm, şeylere, “hareket, zaman ve mekân” birlikteliği içinde bakar. Demek ki, madde, hareket, mekân ve zaman birlikte ele alınır. Söz konusu olan toplumsal süreçler/olaylar olunca, tarihsel ve toplumsal bağlamından kopuk olayları ele alarak bir “gerçekçi” sonuca ulaşmak mümkün değildir. Zira zaman ve mekânı, tarihsel ve toplumsal olanı birlikte ele almak gerekir. Bu krize de bu yaklaşım içinde bakmak gerekir.

2008 krizi, sadece büyük bir “finansal kriz” değildir.

Aslında finansal kriz olarak başlasa da, daha derin bir krizdir ve tüm neoliberal politikaların çöküşünün de ifadesidir. Buna rağmen, emperyalist güçler, uluslararası tekeller yeni bir çıkış yolu geliştirebilmiş değildir.

Bu krizin ayırt edici özellikleri, iki etkenle birleşmesi ile oluşmaktadır.

Dediğimiz gibi, tarihsel ve toplumsal koşulları göz ardı ederek süreci, süreçleri anlamamız mümkün değildir.

Kriz, SSCB’nin var olmadığı bir dünyada, SSCB çözüldükten 18 yıl sonra ortaya çıkıyor. Kapitalist dünya, “alternatifsiz” olduğunu ilan etmiş iken, “tarihin sonu”nu ilan etmiş iken, “güllük gülistanlık bir dünya” yaşanmakta iken, bu kriz ortaya çıkmıştır.

SSCB’nin olmaması demek, aslında ABD hegemonyasının zirvesi de demektir. İki anlamda da; birincisi ABD dünya imparatorluğu hayalleri ile gerçek bir zirvede olduğunu ilan ediyordu ve bu güce sahip olduğunu düşünüyordu, ikincisi zirve aynı zamanda düşüşün başladığı yerdir, bu anlamda da zirve sayılabilir.

SSCB dağılınca, sosyalizm “tehdidi” “ortadan kalkınca”, hem ABD dünyanın tek gücü olduğunu ilan etti hem de diğer emperyalist rakipleri, en başta Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere olmak üzere diğer eski partnerleri, dünya egemenliğinden, dünya pazarlarından daha fazla pay alma isteklerini açığa vurdular.

1990’ların ortalarında, emperyalist güçler arasında bir yeni paylaşım savaşımının görünümleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Yugoslavya’nın paylaşılması, Irak ve Afganistan işgalleri, Libya işgali vb. saymakla bitmeyecek pek çok savaş, aslında bu yeni paylaşım savaşımının ilk hamleleri, görünüm biçimleriydiler.

İşte 2008 krizi, emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşımı savaşımının öne çıkmaya başladığı bir döneme rastlamaktadır.

Krizin, ayırt edici yönlerinden biri budur. Mesela 1971 krizi, böylesi bir paylaşım savaşımının açık hâller aldığı bir dünyada ortaya çıkmamıştı.

Paylaşım savaşımı, krizin şiddeti ve sürecini etkilemiştir, onunla birleşmiştir.

İkincisi, SSCB dağıldıktan sonra, zafer ilan eden kapitalist-emperyalist cephe, ucuz işgücü ve büyük kârlar nedeni ile gittiği Çin’den, diğer ülkelerden farklı bir sonuçla karşı karşıya kaldı. Emperyalist sermaye, her gittiği ülkeyi nihayetinde sömürge hâline getirebilme yeteneğine sahiptir. Çin söz konusu olunca, süreç tam olarak böyle işlemedi. 2000’li yılların başında Çin, dünya pazarına kendi markalarını sunma kararı aldı. 2003 yılında dünyanın 500 büyük şirketi içinde Çin’in hiçbir şirketi yoktu. Oysa bugün, 120’yi aşkın şirketi ile Çin, en büyük 500 liginde ilk sırada yer alan bir ülkedir. Bu şirketlerin ağırlıklı devlet sermayeli olması ayrı bir konudur. Ve bu gerçekleşirken, Çin, sömürge hâline getirilememiştir.

Çin, neoliberal ekonominin, kapitalist dünya ekonomisinin kuralları ile oynadı ve sonunda, pazara bir büyük güç olarak dönmeye başladı.

Bu durum krizi daha da ağırlaştırmaktadır.

Bu iki etken, kuşku yok ki, birlikte işlemekte, birlikte etki etmektedir. Ama sonuçta kriz, bu iki etken ele alınmadan anlaşılamaz. Yani krize iki global etken, sistemi ciddi biçimde etkileyen iki süreç eklenmektedir.

Şimdi, bugün, 2008’de başlayan, başlangıçta bir finans krizi görünümü alan ama aslında daha derin bir kriz olan kriz, artık salt bir ekonomik kriz olma noktasını geçmiştir.

Dünya kapitalist sistemi, derin bir bunalım yaşamaktadır. Ekonomik krizi aşan bu bunalım, kendini sadece savaşlarla ortaya koymuyor. Pandemi gibi uygulamalar da içinde birçok savaş metodu devreye sokuluyor. Kârlarına kâr katmak isteyen uluslararası tekeller, dünyayı yağmalıyor, dünya kaynaklarını hoyratça kullanıyor. Gezegenin varlık-yokluk sorunu bu sürecin, bu kapitalist kâr için üretimin sonucudur ve bu giderek daha sınır tanımaz bir hâl almaktadır.

1

Ama kriz, giderek bir bunalıma dönüşürken, derinleşirken, aynı zamanda, dünyada “parlamentarizm” gözden düşmektedir. Bu durum, yaşanmakta olan bunalımın açık kanıtıdır. Emperyalist merkezler, hem kendi ülkelerinde hem de kendilerine bağlı sömürgelerde, daha açık bir biçimde “tekelci polis devleti”nin şal ile örtülü mekanizmalarını açığa çıkartmak zorunda kalıyor.

Macron, Trump, Biden, Janson, Scholtz gibi liderler gösteriyor ki, emperyalist efendilere, egemen sınıfa, uluslararası tekellere, eski “kibar” ve uyanık, “maskelenmiş” yüzlü liderler yerine daha “aptal” seçilmişler gerekiyor. Kaba kuvvet rol oynayacaksa, ağızların da bozulması, kuralların da, “nezaket” kalıplarının da bir tarafa bırakılması gerekiyor.

Bu, parlamentarizmin gözden düşmesi denilen şeydir. Aslında, oradan bakınca görülen budur. Yani egemenler, efendiler için de parlamentarizm bir önemli başlık değildir. Çünkü, savaş, her açıdan şiddetlenmektedir, örtüler inmekte, maskeler gereksiz hâle gelmektedir.

Burada, uzatma pahasına biraz daha sürece yakından bakmalıyız.

Kapitalist dünyada devlet örgütlenmeleri, ilki Ekim Devrimi ile, ikincisi İkinci Dünya Savaşı’ndaki Kızıl Ordu’nun zaferi ile derin bir değişiklik yaşamıştır. Yeni kapitalist devlet, burjuva devlet, çok sevimli liberallerimizin, çok kibar salon sosyalistlerimizin değer atfederek kullandıkları şekli ile burjuva demokrasisi, faşizmin tüm dişlilerini kendi bağrında birleştirmiş, toplamış, ancak onların üzerini kadife ile kaplamıştır. Biz tam da buna tekelci polis devleti diyoruz. Tekelci polis devleti, esas olarak bir iç savaş örgütlenmesidir ve devletin hem tekellerin devleti olduğunu (her zaman en büyük, en gerici tekellerin devleti) hem de gözetleme ve denetim mekanizmalarının gelişmişliği nedeni ile “polis” kelimesinin yerine oturduğunu ifade ediyor. Sadece polis devleti demek, aslında bir geçici hâlden söz etmek olacağı kadar, daha vahimi, devletin sınıf karakterini de gölgede bırakabilir. Hukukçular, hukuk kurallarını çok saygın bulanlar, baskı ve şiddetin öne çıktığı hâllere “polis devleti” demeyi yeğlerler. Oysa bizim burada polis, daha kapsamlı anlamda kullanılmaktadır. Ve tekelci polis devleti denilmezse, aslında devletin sınıfsal niteliği gölgede kalmaktadır. Tekelci sermayenin devleti olduğunun altını çizme isteği bu nedenledir (Okuyucuya tekelci polis devleti konusunda daha detaylı bilgi edinmesi için, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan çalışmamızı öneririz. Böylece, daha kapsamlı bir görüş elde edebileceği gibi, 1990’da ilk baskısı yapılmış bir çalışmayı inceleme şansı da elde edilmiş olunur).

Parlamentarizm, yakın zamana kadar, burjuva egemenliğin apış arasını örten bir yaprak idi ise, bugün bu yaprağa gerek duyulmuyor. “Demokrasi” hayranlığı ile Batı demokrasilerini yücelten “elit” yazarlarımız için gözyaşı dökecek değiliz. Onlar için bir hayal kırıklığı anlamına gelebilir. Ama açıktır ki, dünya çapında, kapitalist egemenlik, parlamentarizmi gözden düşüren bir şiddetle yeniden örgütlenmiştir. Bu örgütlenme, Ekim Devrimi’ne ve devrimlere karşı yürütülen örgütlenmelerin kendisinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, “sürekli faşizm”, “süreç içinde faşizm”, “seçimli faşizm”, “seçimsiz faşizm” gibi tartışmaların, devlet konusundaki yanlış kavrayışın bir ürünü olduğunu söyleyeceğiz. Bu durumda da, sol eğilimli okuryazar takımını rahatsız etmiş olacağımızın bilincindeyiz. Ama neyleyelim, gerçekler böyledir, ilanihaye örtülemezler, eninde sonunda kendilerini hissettirirler.

Demek ki, emperyalist merkezlerdeki bu tuhaf “demokrasi” uygulamalarını “dünya nereye gidiyor” diye ele almak yeterli değil. Bunlar, kapitalist sisteminin krizinin bir genel bunalıma evrildiğinin göstergesidir. Paylaşım savaşımı ile krizin birleşmiş hâlinin dışa vurumudur.

Elbette, bu emperyalist Batı’nın “demokrasi”lerinde ortaya çıkan “arıza”, asla bir arıza değildir, tam da eşyanın tabiatına uygun bir gelişimdir. Devlet budur, egemen sınıfın siyasal örgütlenmesidir ve her bunalım durumunda sistemi devam ettirmek için, olağan dönemde gizlediği dişlilerinin üzerindeki örtüyü kaldırır. Egemen, egemenliğini her koşul ve şart altında savunur. Tıpkı biz işçilerin, bu egemenliği, her koşul ve şart altında yerle bir etmemiz gerektiği gibi.

“Gelişmiş Batı demokrasileri”ndeki bu hâl, Macronlar, Jansonlar, Bidenlar vb. bizde, sömürge ülkelerde, Erdoğanlara dönüşüyor. Efendiler, sömürge ülkelerde, daha “belkemiği” olmayan, daha sömürge valisi tipinin öne çıkmasını sağlıyor. Zira ortada bir paylaşım savaşımı var. Herkes kozlarını adım adım masaya sürüyor.

2

Bu durum, tüm toplumsal yaşamda, kapitalist dünyada, çürümeyi daha da fazla açığa vuruyor. Burjuva egemenlik, hem daha çok kâr için ürettiği günlük politikalarda daha vahşi davranmaktadır hem de “tarif edilmiş”, “geleneksel” denilen davranış normlarını, kendi yasalarını bir kenara bırakmak zorunda kalıyor. Böylece, savaş hukuku, iç savaş hukuku öne çıkıyor.

Böyle olunca, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde olduğu gibi, sol kesim, kendi burjuvazisinin, kendi egemeninin yanında saf tutmaya “davet” ediliyor. İkinci Enternasyonal’in büyük ihaneti, şimdi yeniden devreye sokuluyor. Bu bazan kendi egemenini, kendi ülkendeki devleti desteklemek tutumuna dönüşüyor, bazan da bir emperyalist güce karşılık, diğerinin emrine girme eğilimi olarak ortaya çıkıyor. Her ikisi de, işçi sınıfının davasına, sosyalizm ve özgürlük davasına, toplumsal kurtuluş davasına ihanettir.

Kapitalist meta ekonomisinin yatak odalarına kadar sızan egemenliği, tüm toplumsal hayatı dejenere ettiği için, bu “ihanet”, siyasal ihanetler, yeterince kavranmıyor ya da “normal” olarak görülmeye başlanıyor.

Bunalım, egemenin bunalımıdır ama artık tüm toplumu, tüm dünyayı sarmaktadır. Bu bir yanı ile bir çürüme olsa da, bir yanı ile, “böyle yaşamayı” reddetme eğilimini besliyor. Dünyanın her yerinde sessiz kitleler, bir kıvılcımla sokaklara taşıyor. Kendi egemenlerinin kuçukuçusu hâline gelmeye eğilimli sol sağa savrulurken, geniş ve örgütsüz kitleler sola, radikal direnişe yöneliyor. Bu süreç daha da ilerleyecektir; iki yönde de.

3

Emperyalist cephe, en başta ABD, tüm bu sürece uygun olarak, çıkış yolunu savaş ekonomisinde, savaş politikalarında görüyor. NATO, daha yakın dönemde, tüm üyelerine savaş sanayiine yatırım yapmalarını, savaş bütçelerini geliştirmelerini önermiştir. 14 Mayıs-28 Mayıs arasında, yani seçimin birinci ve ikinci turu arasında NATO, üyelerine, Türkiye’ye, savaş sanayiine yönelmeyi “önermiş”tir.

Batı güçleri, çözümü, ABD önderliğinde, Çin ve Rusya’ya karşı bir savaş organize etmekte bulmuşlardır. Bu ABD planıdır ve NATO, en başta ABD’nin olmak üzere emperyalist cephenin ortak savaş örgütüdür. Böylece, Rusya ve Çin hedef tahtasına konmuştur. Bu yolla, kendi aralarındaki paylaşım savaşımı, bir süre arka planda kalmaya başlamıştır. Bu durum, ABD için, çözülen hegemonyasını devam ettirme olanağıdır. Arayışları budur.

Nereye kadar?

Derler ki, çıkmamış candan umut kesilmez. ABD şu an, buna yakın bir politika uygulamaktadır. Bu yolla, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirmek istiyorlar. Gerçekten de bunu başarabilirlerse, Çin ve Rusya, paylaşılacak büyük bir alan olacak ve kapitalist sistemin bu derin krizi çözülmüş olacaktır.

Ama Rusya ve Çin, iki büyük güç olarak bu planlara karşı durmaktadırlar. Her ikisi de sosyalist değildir, ama her ikisi de sosyalist geçmişleri sayesinde, devrimleri sayesinde bugün, hâlâ bağımsız güçlerdirler.

Ukrayna hamlesi ile ABD, kendi hegemonyasına başkaldıran Avrupa güçlerini, kendi denetimi altına girmeye zorlamıştır. Burada hangi tehdit mekanizmalarının işlediğini bilmiyoruz. ABD, Almanya ve Fransa’yı sadece Erdoğan eli ile “mülteci” IŞİD çeteleri ile tehdit etmekle yetiniyor olamaz. Bunun bizim göremediğimiz başka mekanizmaları olduğundan eminiz. NATO, tüm bu mekanizmaların örgütlenmesinde bir araçtır.

1,5 yıldır sürmekte olan Ukrayna operasyonunda Batı, eğer Rusya ve Çin’e diz çöktürmeyi, onları yalıtmayı hedeflemiş idiyse, bu ölçü ise, bu savaşı çoktan kaybetmiş durumdadırlar. 2011’de Suriye savaşı ile içine girdikleri sürecin, 2012’de Rusya’nın sahaya inmesi sonrasında geliştirdikleri 2014 Ukrayna darbesi aşaması da onların derdine çare olmuş değildir.

Ama ABD, Ukrayna meselesi yolu ile, Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’yı kendi denetimine almış, bir zafer kazanmıştır, Batı güçleri, görüntüde de olsa birleşmiştir. Bu “birleşme” Soğuk Savaş dönemindeki kadar sağlam bir birleşme olmasa da, bir gerçektir.

Bu sürecin bizzat kendisi de kapitalist sistemin bunalımını derinleştirmektedir.

ABD hegemonyasının düşüşte olduğu gerçeği de açık olarak ortada durmaktadır.

4

Rusya ve Çin ekonomileri zayıflamış da değildir. Tersine, BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın başlangıcını yaptığı örgütün yeni sayısı 9 olmuştur) daha şimdiden G7 ülkelerini (ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada) ekonomik büyüklük olarak geride bırakmıştır. Batı’nın teknolojik üstünlüğü, eski bir hikâye hâline gelmiş durumdadır.

Tüm yaptırımlara rağmen, Rusya ve Çin’in “dolar”ı uluslararası para olmaktan çıkartma hamleleri yol almaktadır. Rusya’nın 2008’de başlattığı doları uluslararası para olmaktan çıkartma hamlesi, karşılık bulmaktadır.

Batı ekonomilerindeki kriz daha da derinleşmektedir. ABD, dolar aracılığı ile, karşılıksız dolar basarak, kendi krizini, enflasyonunu tüm Batı dünyasına ihraç etmektedir. Bugünlerde ABD’de temerrüde düşme, borçlarını ödeyememe tartışmalarının olması, o kadar da önemli değildir. Çünkü ABD, dolar basarak, bu işin içinden çıkma olanaklarına sahiptir. Ama yine de durumun ciddiyetini göstermektedir. ABD borçları, ABD GSMH’sini geçmiş durumdadır. Bizim gibi sömürge ülkelerde dış borç, büyük bir sorundur, ama elinde dolar basma olanağı olan ABD için bu sorun, o denli kritik bir sorun değildir. Yine de önemsiz de değildir.

ABD ve Batı’nın Rusya ve Çin’i yalıtık ülkeler hâline getirme girişimleri de başarısız kalmıştır. En azından bugüne kadar durum budur. Üstelik, Batı bu konuda oldukça saldırgan, Rusya ve Çin tarafı da sadece hamlelere karşılık vermekle yetindikleri hâlde. Dünya ticareti için oluşmuş liberal uygulamalar, Batı tarafından ayaklar altına alınırken, Rusya ve Çin, bu kurallara uymayı hâlâ sürdürmektedir.

Bu açıdan bakılırsa, ABD-NATO, Suriye savaşını da kaybetmiştir, Ukrayna savaşını da kaybetmiştir. Suriye yeniden Arap Birliği içine davet edilmekte, Türkiye ile kıyaslanmayacak ataklıkla Suudi Arabistan, Suriye ile ilişkilerini geliştirmektedir. Çin’in arabuluculuğu ile İran ve Suudi Arabistan arasında ilişkiler yeniden kurulmuş durumdadır. ABD’nin bu süreci baltalama girişimleri, tehditleri, eskisi kadar başarılı sonuçlar vermemektedir. Ukrayna’da da, Rusya’nın “askerî operasyon” dediği süreç, Batı’nın tüm desteğine rağmen, Batı’yı, NATO’yu durdurmuş durumdadır.

Her iki alanda da savaşı kaybetmiş olan NATO ve ABD, asla bunu kabule yanaşmamaktadır. Bu durum, ABD’nin savaşı büyütme politikalarının devrede olduğu anlamına gelmektedir. Savaşı büyütme, bugünlerde çok canlı bir politikadır.

5

Bugün görmekteyiz ki, ABD ve onunla aynı safta yarı-gönüllü saf tutmuş olan AB ve Japonya, savaş politikalarına devam edecektir. Daha şimdiden, silah şirketlerinin kârları uçmuş durumdadır.

İngiltere, savaş politikaları konusunda ABD’den daha atak olmaya heveslidir. Başka da bir yolu kalmamıştır. İngiliz yetkilileri, açıkça Rusya ile savaşta oldukları yollu açıklamalar yapmaktadır. Buna rağmen, açıktan Rusya’ya savaş ilan etmiş değildirler.

Demek ki savaşın bugünkü aşaması böyle şekilleniyor.

Egemen, kendi egemenliğini, savaşı büyüterek sürdürmek istemektedir. Dünyanın her alanını savaş alanı hâline getirme girişimleri, son hızla devreye sokulmaktadır. Bugünlerde Tayvan ve Balkanlarda yeni savaş senaryoları üzerinde çalıştıkları anlaşılmaktadır. Sırbistan-Kosova hattında askerî hareketlilik artmaktadır. Kuşku yok ki, bunları yenileri izleyecek gibidir. İngiltere, ABD, Fransa başta olmak üzere tüm NATO ve Japonya, savaş için tüm alanlarda harekete geçmiş gibidir.

Bölgemizde, Suudi Arabistan ile İran arasında yeniden diplomatik ilişkilerin kurulması, İran’a karşı Azerbaycan üzerinden provokasyonlar organize edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Tüm bölgeyi savaş alanı hâline getirme girişimleri, aralıksız sürmektedir. Emperyalist cephe, bununla, bu yolla, krizi aşmak peşindedir.

Tayvan üzerinden Çin’e savaş politikaları dayatmaları hız almaktadır. Ukrayna’da içine düştükleri açmazı, bu yolla aşmak istiyorlar. ABD, Filipinler’de üs kurmaya başlamıştır ve bunu Papua Yeni Gine izlemektedir.

Seçimler sonrası kurulmuş olan “yeni” hükümetin ilk işi, Saray’ın ilk işi, Kosova’ya asker göndermek olmuştur.

Mayıs sonunda toplanan Bilderberg, Lizbon’da bu savaş politikalarına eğilimini ortaya koymuştur. Kissinger, bu toplantıya, geçkin yaşına aldırmadan gelmiş ve orada, Ukrayna’nın NATO’ya alınması gerektiğini bildirmiştir. Kissinger’in bu açıklamaları hayata geçerse, Ukrayna meselesi, daha da boyutlanacaktır. Zaten, fiilî olarak, bir Rusya-NATO savaşı olan Ukrayna savaşı, bu kez, açık bir NATO-Rusya savaşına dönüşecektir. Mesela TC devleti de burada NATO çerçevesinde çok daha aktif görevler alacaktır.

TC eli ile ABD adına, IŞİD ve diğer İslamcı çetelere yeşil pasaportlar verilmektedir. Bu bir ABD-NATO operasyonudur. Bu çeteler, Afganistan-İran sınırına, Azerbaycan-İran sınırına ve Avrupa’nın değişik yerlerine kaydırılmaktadır.

Maskeler indirilmekte, cepheler netleşmektedir. Bir ABD’li uzman, AP’de, açıkça Covid virüsünün bir ABD laboratuarında üretildiğini, oradan Wuhan’a yayılmak üzere gönderildiğini ilan etmiştir. Uzmanın verdiği bilgilere göre, virüs için üretilen bazı aşıların, 12-17 yaş arasındaki çocuklarda miyokardite yol açtığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, savaşın değişik yol ve yöntemlerle nasıl geliştirildiğinin de kanıtıdır.

Karadeniz’de Türk-Akımı’na karşı İngiliz, Amerikan ve Avrupa menşeli üç adet drone-botla sabotaj yapıldığı ortaya çıkmıştır. Savaş, daha şimdiden, son derece şiddetli biçimlerde, korsan eylemlerle sürdürülmektedir.

6

Her savaş bir iç savaştır.

Bu iç savaş, tüm Batı dünyasını sarmaktadır. Başka yolu da yoktur.

İşte bu iç savaş anlaşılmadan, Batı demokrasisinin gözde ülkeleri de dâhil parlamentarizmin gözden düşmesi eğilimi de anlaşılamaz. Elbette, bu durum, Batı’ya bağlı sömürgelerde daha erken başlayan bir süreçtir. Merkezlerde etkisi ardından ortaya çıkmaktadır.

Bu savaş geliştikçe, liberal sol, savaşı iç savaşa çevirme devrimci taktiğini etkisiz kılmak için erkenden harekete geçmiştir. Sol içinde çeşitli bahanelerle, “ulusal çıkar” vb. adı altında, kendi egemenlerini destekleme eğilimi, bir yeni milliyetçilik dalgası yaratılmak istenmektedir. Ülkemizde bu oldukça net olarak ortaya çıkmıştır.

Seçimlerin amacı budur.

Seçimlerin sonucu bir savaş hazırlığına işaret etmektedir. Sol, bu açıdan “ulusalcı” bir milliyetçi çizgiye çekilmek istenmektedir.

İşçi sınıfı, başka ülkelerin emekçilerine silahını çevirmeyi, onlara kurşun sıkmayı, kendi egemenlerinin çıkarları için savaşmayı reddetmek zorundadır. Bu devrimci tutumdur, doğru tutumdur. İşçi sınıfının vatanı yoktur. Devrimci işçiler, enternasyonalisttir. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Bu nedenle, kendi burjuvazisi, kendi devleti adına savaşmayı reddetmelidir. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, emperyalist savaş maşası olmuş devletlerinin emirlerini reddetmelidirler. İşçi sınıfı, kadınlar ve gençler, gerçek dünya barışına giden yolu, devrimin zaferinden, sosyalizmden, sınıfsız bir toplum mücadelesinden geçtiğini bilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’nda da liberal solcular, dönekler, kendi devletlerinin safında yer almışlardı. Bugün artık, bu tutumun ne anlama geldiği biliniyor. Dünya devrim ve sosyalizm mücadelesinin tarihi, işçi ve emekçilerin almaları gereken tutum için, büyük derslerle doludur.

Bu nedenle, savaşın içine ne denli girmiş ise o ülkede iç savaş da gelişmektedir. Bu iç savaş, elbette bir iç savaş hukuku demektir ve bu da cephelerin netleşmesi, maskelerin indirilmesi, safların netleşme süreci demektir.

Bizde yaşanan budur.

Bu süreçte işçi sınıfının tutumu, açık ve nettir. Devrimi istemek demek, en başta kendi egemenine karşı savaşmak demektir ve bunu önceleyen hiçbir şey yoktur. Ülkemiz işçi sınıfı, dünyanın hangi ülkesi söz konusu olursa olsun, oradaki işçileri kendi kardeşi, kendi müttefiki, kendi yoldaşı olarak görmek zorundadır.

Su akar yatağını bulur

Erdoğan’ın üçüncü kere başkanlık-cumhurbaşkanlığı karışımı yeri işgal etmek için seçimleri çaldığı 28 Mayıs seçimlerinin ardından, derin bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı, umutların kararması süreci ortaya çıktı.

Doğrusu tarif etmesi oldukça zor.

Biz Marksistler, kavramlara son derece dikkat ederiz. Hele bir devrimin içinde yer alan, onun önderleri için, kitlelerin ruh hâli, sınıfın durumu üzerine yapılacak tartışmalarda kullanılacak kavramlar, son derece titizlikle seçilmelidir. İşin özü gereği bu böyledir. Çünkü, kitlelerin ruh hâlindeki her değişim önemlidir ve bunu anlamak için, bir öncekini doğru biçimde, abartısız betimlemek gerekir.

Devrimci mücadelede, ki bu bir savaştır, sınıfların durumu daha yavaş, ama kitlelerin, devrime katılan yığınların ruh hâli daha anlık değişir. Sınıfların durumu, cepheler, bu cepheler içinde güçlerin yerleşimi, güçler dengesi, elbette belli bir katılığa sahiptir. Değişmez anlamında değil. Ama, bu alanda anlık büyük değişiklikler çok sık karşımıza çıkmaz. Cephede durum, elbette an be an gözden geçirilir.

Ama kitlelerin ruh hâlindeki değişim, daha hızlı olabilir ve anlaşılması, doğru analiz edilmesi oldukça zordur. Bir anlamda ustalık ister. Tıpkı, “dün erkendi, yarın çok geç, şimdi” kararında olduğu gibi. Bu hafızalara kazınmış sözler, aslında hem güçler dengesini, yani durumu hem de kitlelerin ruh hâlini birlikte, birbiri ile bağı içinde ele almanın sonucudur.

Seçimlerin sonrasında ortaya çıkan “hayal kırıklığı”, aslında bir anlamda “derindir”, bir anlamda da sanıldığı kadar derin değildir. Değildir, çünkü, “hayal” ne idi sorusu ortadadır. Hayal, CHP’nin başkanının “partisiz cumhurbaşkanı” olması, “liyakatli kadrolar”ın göreve gelmesi, “en azından açıktan yasaların çiğnenmemesi” ve en önemlisi herkes için çekilmez olan bir kişi hâline gelmiş olan Erdoğan’ın, TV kanallarından izlenmesinin son bulması şeklinde idi.

Kitleler, solun büyük kesimi dâhil, “demokrasi” diye ikna edilmişti ama “demokrasi”den bekledikleri, daha çok Erdoğan’ı görmemek, yalanın, karanlığın dozunun azalması idi. Yani, öyle ahım şahım bir “demokrasi” hayalleri ya da beklentileri bile yoktu.

İşçi sınıfı, emekçiler, ama onlardan önce sol, Kürt hareketinin büyük bölümü, minimuma ikna edilmişti. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme budur.

“Hayal” bu denli derinlikten yoksun olunca, “hayal kırıklığı” da o denli derin olamaz.

Bu nedenle, bugün ortaya çıkan moralsizlik, aslında oldukça geçicidir. Daha çok bir kere daha gerçekle karşılaşmak gibidir.

Saray Rejimi, TC devleti, kitlelerin direnişini kırmak için, büyük bir algı operasyonu gerçekleştirmiştir. Bu, CHP ve Millet İttifakı’nı da Saray’ın parçası olarak ele almak şartı ile, Saray eli ile yapılmıştır. Saray’ın copu, sopası, TOMA’sı, hapisi, yargısı, basını, karanlığı direnişi durdurmaya yetmeyince, bu kez CHP eli ile, “bak bunlar iç savaş çıkartır” (sanki iç savaş yokmuş gibi), “bak bunlar olağanüstü hâl ilan eder” (sanki yokmuş, sanki olağan hâl yaşıyormuşuz gibi) korkutması ile kitleler evlerine, eylemsizliğe mahkûm edilmek istenmiştir.

Ve bir bütün olarak sol, içinde Yeşil Sol da dâhil, bu politikanın bir çözüm üreteceği, Erdoğan’ın gidip, Kılıçdaroğlu’nun geleceği hayalini kitlelere ulaştırdı.

7 Haziran 2015 seçimleri unutuldu. 1 Kasım 2015 seçim süreci unutuldu. Bu ülkede, Saray Rejimi koşullarında “demokratik seçim” olacağı vaat edildi. Buna inanmamız istendi. Ekmeleddin vakası, İnce vakası, Kılıçdaroğlu vakası ile tekrarlanmayacak sanıldı.

Kitlelere denildi ki, sandığa git, oyuna sahip çıkacağız. Müşahit koyacağız vb. Peki ama hırsıza nasıl güvendiklerini bize anlattılar mı? Hayır.

İşte bu basit durumu kavrayamamak kitlelerdeki moral kaybının nedenidir.

Kazanılmış bir seçime bile sahip çıkma yeteneği göstermeyen CHP’nin, aslında seçimi çaldırdığı görülmek istenmedi.

Aday olması yasal olmayan bir adayın adaylığı kabul edildi. YSK’ye güvenmediklerini ilan edip, sonra YSK kararları ile hareket edildi. Seçimden çekilmek ya da seçimi sokağa taşımak diye bir fikir akıllarına gelmedi. Ama bunu akıl edenleri korkutmaktan geri durmadılar.

Kolay bir “zafer” vaat ettiler. Bir vaatten çok, bir duaya benzeyen tarzı ile seçim kampanyası yürüttüler. Kılıçdaroğlu, daha sağ, daha İslamcı, daha neoliberal olmak yolunda Erdoğan’la yarıştırıldı.

Bu açıkça akıl yitimidir.

Bu akıl yitimi, aslında ortaya çıkan moralsizliğin mücadeleden kaçkınlığa dönüşmesi için bir yol olarak organize edildi.

Ülke savaşa hazırlanmaktadır.

Efendiler bunu istiyor. ABD, NATO, savaş hazırlıklarından yana olduğu için, seçimlerde “milliyetçiliğin” arttığını ilan ediyorlar. Analizleri, okumaları bu yöndedir. Suçu halkta buluyorlar. Genleri ile oynanmış bir halk, ne olursa olsun Erdoğan’a oy veriyor, diyorlar.

Oysa doğru değildir.

Seçim, hep birlikte, ortak bir çaba ile, çalınmış ve efendilerin istediği gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Burjuva muhalefet, seçimi meşru ilan etmiş ve sonuçları kabul etmiştir. Hırsızın çaldığı yanına kâr olarak kalmıştır.

CHP, öylesine bir sağ parti hâline gelmiştir ki, AK Parti’den farkı yoktur. Ve doğrusu, 2015 seçimlerinden bu yana gerçekleşen her seçimi çalan Saray iken, bu seçimi çaldıran CHP’dir. Burada başarı CHP’ye aittir.

İşte “hayal kırıklığı”nın kaynağı, her şey bu denli açık ve net iken, CHP’ye inanmış olmaktan geliyor.

Saray’ı, devlet kadrolarını, liyakat sahibi olmamakla eleştirdiklerinde, ısrarla bunun yanlış olduğunu, bunun çocukça bir yalan olduğunu söylüyorduk. Hırsız, kendisi gibi hırsız olanı yanına alır. Bu da liyakat sistemine son derece uygundur. Yağmacı, işini kolay kılacak kişileri kadro olarak alır. Rantçı, kendisine en uygun ve yararlı kadroları işe alır. Savaş müptelası, yanına katilleri toplar. Bunların hepsi, tam da onların düşündüğünün tersine, tüm liyakat sistemlerine, son derece uygundur.

Şimdi, Halk TV’si, Sözcü’sü vb. hep birlikte, Bakanlar Kurulu’nda meydana gelecek değişikliklerin “faydalı” olacağını empoze etmektedirler. Erdoğan’ı ikna etmek istiyorlar, “bak halk sana yarı yarıya destek verdi, sen de ona göre, kalan yarıyı üzme” diye akıl veriyorlar. Oysa bu akıl veriş, baştan aşağıya saçmadır, ikiyüzlücedir ve halkı kandırmaya yöneliktir. Dün bitmiş bir ekonomiden söz edenler, şimdi iyi kadroları göreve getirecek Erdoğan’dan umutludurlar. Dün, yasaların ayaklar altına alındığını yazıp çizenler, şimdi asgarî demokrasiden söz ediyorlar. İkiyüzlülüğün bu kadarı, çok ender görülür.

Beyler, siz dün diktatör dediğiniz adamdan mı medet umuyorsunuz, yoksa halkı kandırmak için yeni Saray oyunları peşinde misiniz?

Mesele açıktır.

1

TC devleti bir sömürgedir. Burada seçim, efendilerin sandıktan önce seçtikleri ile yapılır. Sandıktan çıkan, sandığa atılan değildir. Bu nedenle, “seçim demokrasisi” bitmiştir. Sistem, bunu tüketmiştir ve derinde var olan hile ve hırsızlık kuşkusu, siz ne derseniz deyin bir reel bilgidir, gerçekliktir.

2

Ülkenin parlamentosu sadece göstermeliktir, hiçbir hükmü yoktur. Aynı şekilde ülkede Bakanlar Kurulu vb. diye bir şey yoktur. Saray vardır ve Saray Rejimi, yeni süreçte restore edilmek istenmektedir.

Seçimler, Saray Rejimi’ni meşrulaştırma girişimidir.

3

Bakanlar Kurulu, Saray’dır. Meclis değil, yetki sahibi Saray’dır. Efendilerinin, emperyalist odakların, ABD ve NATO’nun tanıdığı tek yer Saray’dır.

4

Ülke ekonomisi yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır. Bu savaş ekonomisi, bu yağma, bu rant ekonomisi daha da gelişecektir.

Savaş ekonomisi daha fazla öne çıkacaktır.

5

Seçimler ile yaratılan hava, aynı zamanda savaş hazırlığı havasıdır. Milliyetçilikten vb. dem vurmalarının nedeni budur. Herkesin gördüğü, izlediği videolarda, yeşil pasaport meselesi anlatılmaktadır. TC devleti, Saray Rejimi, yeşil pasaportları, IŞİD’ci, İslamcı, Afgan vb. paramiliter güçlere dağıtmıştır. Bunlar, Ukrayna, Avrupa, Kafkaslar ve Suriye bölgelerine dağıtılmıştır. On binlerce paramiliter güçten söz edilmektedir. Bunlara 2 bin dolar maaş verilmektedir. Bu sadece TC devletinin değil, aynı zamanda CIA’nın ve NATO’nun operasyonudur.

Ülke bir tetikçi olarak, emperyalist Batı adına savaşa hazırlanmaktadır.

Her savaş bir iç savaştır.

Ülkemizde iç savaş zaten vardır.

İşte bu durumu bize göstermektedir.

Bu koşullarda, “moral” kaybı ile kitlelerin bir dinginleşme sürecine girdiği doğrudur. Ama bu derin bir süreç değildir.

Zira, kitleler, kendilerine sunulan “kolay kurtuluş” yolunun olmadığını görecektir. “Kolay kurtuluş”, sadece sandığa gidip oy vererek, hadi bir de sandık başlarında bekleyerek, riske girmeden sağlanacaktı. Bu yalana inanmak isteyenler, mücadele etmek yerine bu kolay yolu seçenler elbette çoğunluktaydı.

Ama şimdi, seçim sonuçları ortadadır.

Seçimler meşru değildir.

Sandığa giderek, hadi bir adım daha “büyük özveri” imiş gibi sandıkta nöbet bekleyerek, demokrasinin gelmeyeceği anlaşılmış, hırsızın bu yolla hırsızlık yapmasının önlenemeyeceği kavranmıştır.

Bu henüz bir bilinç durumuna, yüzeye çıkmamıştır. Ama bu durum, herkesin bildiği bir şeydir. Her işçi, her emekçi, her kadın, her genç, aslında hırsızlığın, hırsızdan söz alınarak, onun sözüne güvenerek, sandıklara nöbetçi koyarak engellenemeyeceğini bilmektedir.

Sokağın ve direnişin yolunun, tek gerçek yol olduğu, bunun riskli bir mücadele yolu olduğu, bunun kolay bir süreç olmayacağı, artık açıktır.

Biz devrimci sosyalistler, kimseye, hiçbir işçiye, hiçbir kadına, hiçbir gence, kolay ve risksiz bir zafer yolu önermiyoruz. Hayır, biz yalanlara sarılmıyoruz, tersine, işçileri gerçeğe, gerçeğin kendisine sadık kalmaya çağırıyoruz.

Bu şaşkınlık geçecektir.

Taşlar yerine oturacak, sis perdesi aralanacak, gerçek bir kere daha tüm sıcaklığı ile, tüm ağırlığı ile kendini ortaya koyacaktır.

Direniş yolu, gerçek bir yol olarak adım adım kendini geliştirecektir.

Evet, bugün, solun büyük bir kesimi, kitlesel olarak sağa kaymıştır, gerçek durumdan kopmuştur, kendini kolay zafer vaatlerine inandırmıştır. Dahası işçileri, emekçileri, gençleri, kadınları da buna inandırmak için canhıraş bir çaba sarf etmiştir.

Bu yeni bir engeldir.

Gelişecek toplumsal muhalefetin önünde solun bu sağa kayma hâli bir fren işlevini görecektir.

Şimdi, bu aynı sol, bir ayrışma yaşayacaktır.

Solun bir kesiminin, tıpkı İkinci Enternasyonal’in, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve süresince, kendi hükümetlerinin, kendi egemenlerinin savaş politikalarının yanında yer almış olması gibi, bugün de savaş yanlısı egemenlerin politikalarının yanında yer alacağı açıktır. Bunu bize, kitlelere, “vatanı savunmak”, “ulusal birliği ve ulusal çıkarları korumak” olarak sunacaklardır. Dün, Erdoğan’ın gitmesi birinci mesele idi ve CHP’nin kuyruğuna takıldılar. Biz devrimcileri, Erdoğan’a destek vermekle suçladılar. Oysa kendileri bu desteği vermiş oldular. Bugün de bize, egemenlerin savaş politikalarına, “vatanı korumak” adı ile destek vermeyi anlatacak, vatanın tehlikede olmasını birincil sorun olarak sunacaklardır.

Ama bir bölümü, elbette bu zehirli milliyetçiliği görecek ve tutum almaya yönelecektir. Bu, yeni ayrışma noktasıdır.

İşçi sınıfının mücadelesi enternasyonalist bir mücadeledir. İşçilerin vatanı yoktur. Dünyanın tüm işçileri kardeştir.

Onlar bize bunun tersini, son derece alımlı kelimelerle, son derece süslü nutuklarla anlatmaya çalışacak, işçileri mücadelede diz üstü çöktürmek için egemenlerin maşası olmayı sürdüreceklerdir.

Bu eski bir politikadır.

Eski olmasına rağmen etkilidir de.

Peki ne olacak? Savaşta kimler, kimlerin çocukları ölecek? Savaş bütçelerinin yükü kimlerin sırtına yüklenecek?

Bu durum, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin yaşamını daha da çekilmez kılacaktır.

Direnişler, adım adım, yeniden moralleri düzeltecektir.

Su akacak ve yatağını bulacaktır.

Suyun her zaman gözle görünür bir akışı olmayabilir. Ama ne olursa olsun, su kendine bir yol bulacaktır. O büyük nehirler hâline gelmeden de, bu yolda ilerleyecektir, bugün de ilerlediğinden zerrece kuşkumuz yoktur.

Her şeyi çalmayı becerenler, onurumuzu, mücadele azmimizi de çalmaya çalışacaklardır. Moralimizi, değerlerimizi de çalmaya çalışacaklardır. Bunu önlemenin yolu açıktır; direniş, direniş, direniş.

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, direniş hattına bir kere daha, daha ağır adımlarla, daha vakur bir hâlde, daha büyük bir inatla yüklenmek zorundadır.

Daha büyük dalgalar, denizin daha durgun olduğu dönemlerin ardından gelir. Bu nedenle umutsuzluğa yer yoktur.

Umut, bizim kendi mücadelemizden, kendi direnişimizden, kendi eylemimizden, kendi örgütlenmemizden gelir.

Bu sisteme karşı kararlı bir direniş, ancak gelişmiş bir örgütlülükle mümkündür.

İşçi sınıfının, kadınların ve gençlerin, daha gelişmiş ve daha sağlam bir örgütlenme için devrim saflarına yönelmesi dışında yol yoktur.

Bu elbette ki kolay bir yol değildir. Zaten biz de kimseye bunun kolay olacağını söylemiyoruz. Biz kimseyi kolay bir yola çağırmıyoruz, onurlu bir yola çağırıyoruz, mücadele etmek için çağırıyoruz.

Şimdi, daha sağlam bir örgütlenme, daha kararlı direnişlerin zamanıdır. Şimdi sokakları özgürleştirmenin zamanıdır.

Daha derin bir kavrayış olmadan, daha sağlam bir bilinç olmadan, gerçeği olduğu gibi görmekten güç almadan, daha cesurca mücadele geliştirilemez. Bu ise, her şeyden önce sakin olmayı, öfkemizi kusmayı değil, onu biriktirmeyi gerekli kılmaktadır.

Mücadelenin daha da sertleşeceği, sınıf mücadelesinin daha da öne çıkacağı, buna bağlı olarak cephelerin daha da netleşeceği bir süreç içindeyiz.

Seçimler ve sandık ile sistemin değişmeyeceği artık bir toplumsal gerçekliktir. Kitlelerin giderek daha geniş kesimleri, bugün yaşadıkları bu moral kaybı içinde, bu durumu daha da net anlayacaktır. Bunun olanakları vardır.

Devrimci görev, gelişmekte olan, durulup geri düşse de sürmekte olan direniş hattını daha da geliştirmek, onu örgütlü bir yapıya büründürmek ve ülkenin her yanına yaymaktır.

Su akar yatağını bulur. Bunda kuşku yoktur. Devrimci görev, sadece bunu anlamak değildir, aynı zamanda bu suyun gücünü, etkili ve hedefe doğru kullanabilmeyi başarmaktır.

Ekonomik kriz, toplumsal bunalım daha da ağırlaşacaktır. Bu bunalım, egemenin bunalımıdır ama tüm toplumu sarmıştır. Ortaya çıkan moral kaybının esas kaynağı, doğru mücadele araçları geliştirememekten, yetersiz örgütlenmeden ya da örgütlenmenin yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Çözüm de buradadır.

Artık ortada seçim diye bir süreç yoktur. Artık mesele, işçi sınıfının kendi gücünü örgütleme meselesidir. İşçi sınıfı, burjuva partilerin kuyruğuna takıldığında, bir hiç hâline gelmektedir. Artık işçi sınıfı bir “oy deposu” bile sayılamaz. Çünkü seçimlerin atılan oyla bir ilişkisi yoktur. Seçimlerde halkın neye göre nasıl tutum aldığı vb. yorumları, anlamsızdır. Ortada 2015’ten bu yana, burjuva anlamda bile bir seçim yoktur. Efendiler, seçim sandıklarını gömmüştür, parlamentarizmi bir kenara itmektedir. Bu sadece ülkemizde değil, dünya kapitalist sisteminde açık bir eğilimdir.

Bu nedenle, işçi sınıfı, bağımsız bir güç olarak sahneye çıkmak zorundadır.

Siyasal arenaya bağımsız bir güç olarak çıkmak istiyorsa işçi sınıfı, devrimcileşmek, devrimci bir örgütlenmeye girişmek, saflarımıza katılmak zorundadır. İşçi sınıfı, ancak devrimci sosyalist bir çizgi ile bağımsız bir güç olarak siyasal arenada yer alabilir. Bunun dışında işçi sınıfının çıkarlarını dile getirmesi mümkün değildir.

Toplumsal mücadelede bazan günler, yıllara bedeldir. Önümüzde bunun birçok örneğinin ortaya çıkabileceği günler durmaktadır.

Yaşam, üzerinde yaşadığımız topraklarda son derece hızla akmaktadır.

Dünyayı sarmakta olan ve kaynağı Batı emperyalizmi olan savaş politikaları, bölgemizde yoğunlaşmış durumdadır. En azından bölgemiz bu savaşın, bu paylaşım savaşımının odaklarından biridir. Batı’nın Rusya ve Çin’i sömürgeleştirme hedefi, en çok onların çevresini sarma politikaları ile ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bölgemizin her alanını savaş alanı hâline çevirmektedir.

Halkların kardeşliği, işçi sınıfının enternasyonalist yolunda bir anlam ifade eder. Yoksa halklar, efendilerin elinde birbirine karşı savaştırılmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız coğrafyada, Kürdistan da dâhil, sınıf çelişkileri öne çıkmaktadır. Ayrışma bu sınıf çelişkileri üzerinden yürümektedir. Bu nedenle halkların kardeşliğini, işçi sınıfının enternasyonalist yolu ile anlamlı kılmak mümkündür. Bu, sanıldığından daha fazla kritik bir durumu ifade etmektedir.

Bölgemizde, bir devrim mayalanmaktadır.

Bu devrimin zaferi, enternasyonalist bir örgütlülükten geçmektedir. Egemenin milliyetçilik zehrine karşı panzehir, enternasyonalist devrimci mücadeledir.

NATO’nun gayrimeşru savaş kabinesi

Seçimler bitti. Adına seçim denilen bu tiyatrodan da ilkel “müsamere”de rol arkadaşlığı yapan Kılıçdaroğlu, Erdoğan, İnce ve Oğan, her biri sonuçtan memnun, sahneden indiler. Kılıçdaroğlu, Oğan ve İnce öyle anlaşılıyor ki, en azından hizmet ettikleri bir kurum, en az bir kurum için görev yapmışlardır. İçlerinde aynı anda iki kuruma hizmet edenleri de olabilir elbette. Erdoğan ise, “süpürülmeyip kullanılan” çerçevesinde ABD’nin projesidir ve artık açığa çıkmıştır, MİT için muhbirlik yapmıştır.

Yani, her biri, en az bir kurum aracılığı ile birbirine bağlıdır.

Ama yine de, bizim üzerinde durmak istediğimiz konu bu değildir.

Seçimler, NATO tarafından organize edilmiştir.

Bazı “akademisyenler”, çok çok “uzman” olanlar, bizi affetsinler, bu ülkede, 2015 seçimlerinden bu yana, burjuva anlamda, en geri düzeyde dahi bir “demokratik” seçim yapılmamıştır. Okuryazar takımı (OYT), isterse bizi hiç affetmesin, sandığa giren oylar ile sandıktan çıkan oylar, çok uzun süredir asla aynı değildir.

Ve son derece “saygı değer” bir iş yaptığına inanan, sandıklarda hile yapılmaması için görevler alan vatandaşlar, hiç kusura bakmasınlar, oynanan müsamerede, sahne dekoru olarak bir değer yaratabildiler. Başkası yoktur. Oy ve Ötesi vb. kuruluşlarda çalışan gönüllü insanlar, gerçeği görmelidirler, asla ve asla, sandıkları korumak diye bir şey yoktur ve sandıkları gerçekten korumak, ancak ve ancak, tıpkı devlet gibi, organizasyonlara sahip olmakla mümkündür. TC devleti, Saray Rejimi, Tekelci Polis Devleti, silahlı adamları, polisleri, jandarmaları, özel timleri, özel yargı güçleri, YSK’si, basını vb. ile tam kadro seçim konusunda hile için organize olmuştur. Tam olarak bunun karşısında bir organizasyon kurmadan, “sandıklara sahip çıkacağız” demek, aslında, asla yapamayacağın bir iş konusunda halkı ikna etmek demekti. Bu da Saray Rejimi’ne dolaylı, istemeden yardım etmek demektir. Elbette, herkes, bu tiyatroda, bu tiyatrodan ilkel oyunda bir rol almak, hatta sahne dekorunun bir parçası olmak hakkına sahiptir. Ama kimse bunu “demokrasi mücadelesi” olarak bize satmasın.

Ne kendinizi kandırın, ne de halkı, işçileri ve emekçileri, kadınları ve gençleri.

Seçimler bitmiştir.

CHP ve onunla birlikte burjuva muhalefet, bazı sol gruplar, seçimi meşru ilan etmek için, Erdoğan’a yardımcı olmuşlardır. Kılıçdaroğlu ve burjuva muhalefetin aslî görevi zaten buydu. Sol hareketin bazı kesimleri, CHP kuyruğuna takılıp bu sürece katkı vermişlerdir.

Oysa, seçim meşru değildir.

Erdoğan’ın ne adaylığı yasaldır, ne de seçim sonuçları meşrudur.

1

Seçim gayrimeşrudur. Yani, sandıktan çıkan bir Erdoğan ve sandıktan çıkan bir parlamento yoktur.

Sandığa atılan oylar ile, sandıktan çıkan oylar aynı değildir.

Ortada, sevimli hukukçularımızın deyimi ile, “halkın iradesinin sandığa yansıması” diye bir şey yoktur ve bu 2015’ten bu yana böyledir.

Yanlış anlaşılmasın, o tarihten önce seçimlerin “demokratik” olduğunu söylemiyoruz. Sadece ve sadece, o tarihten sonra, yapılan hiçbir seçim meşru değildir, hilelidir, çalınmıştır, diyoruz.

Saray, hırsızlar sarayıdır.

Saray, rantçılar sarayıdır.

Saray, yağmacılar sarayıdır.

Saray, savaş ekonomisinin sarayıdır.

Saray, tekelci sermayenin sarayıdır.

Saray, sömürge bir ülkede görevlendirilmiş işbirlikçilerin sarayıdır.

Saray, uluslararası tekellerin sarayıdır.

Saray, halkları düşman gören, işçi ve emekçileri düşman ilan eden egemenin sarayıdır.

Saray, en az Erdoğan’ın sarayıdır, Erdoğan’dan çok çok fazla işbirlikçi egemenlerin sarayıdır.

Ve seçim sonuçları meşru değildir.

2

Seçim sonuçlarına üç noktadan bakılabilir.

Bu gayrimeşru seçim sonucunda Erdoğan yeniden seçilmiş, Kılıçdaroğlu, onu meşru ilan etmiştir. Seçime giren dört aday da aynı kurumların elemanlarıdır, az ya da daha çok olmak üzere.

İkincisi, parlamento seçilmiştir. Parlamento, önceden seçilmiştir ve seçilmiş olanlar, halka onaylatılmıştır. Bu ilkel ve hile dolu müsamere, efendilerin NATO’nun eseridir. Bu denli düşmüşlerdir ve parlamento da, onların adamlarından oluşmaktadır. CHP ya da AK Parti adayları arasında farklılık yoktur. CHP’nin milliyetçi olmayan, CHP’nin dinci olmayan milletvekili parmakla sayılacak kadar azdır.

Egemenin “tek devlet partisi”, tam olarak bu parlamentoda, kör gözlerin bile görebileceği kadar açıklıkla ortaya çıkmıştır.

Parlamento NATO tarafından organize edilmiştir.

NATO, açıkça bu seçimlerde daha açık olacak şekilde, sömürge bir ülkede efendilerin dizaynlarının nasıl hayata geçmek zorunda olduğunu göstermiştir.

Üçüncüsü ise seçim sonucunda oluşan yeni “kabine”dir.

“Kabine”, bilindiği gibi, şekil olarak Erdoğan tarafından belirlenmektedir.

Mevcut sistem şöyledir.

– Göstermelik, apış arasını bile örtemeyecek kadar göstermelik bir parlamento.

– Hepsi tek bir parti hâline gelerek, parti olmaktan başka her şeye benzeyen partiler.

– Saray’da işlevsel bir devlet bürokrasisi. Bunların ne kadarının hangi uluslararası güçlerin emrinde olduğunu bilmemiz zor. Ama ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail’in Saray’da yerleşik olduklarını söylemek abartılı değildir.

– Kabine. Saray tarafından atanan ve her koşulda NATO ve ABD tarafından onaylanan bir kabine.

İşte yeni kabine, tam olarak, bir savaş kabinesidir.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD tetikçisi olarak işlev görmektedir. Biz bunu, Irak savaşında, Libya savaşında, Kafkaslarda ve Suriye savaşında açıkça gördük ve görüyoruz.

Yeni kabine, NATO’nun gayrimeşru seçimlerinin sonucu oluşmuş bir savaş kabinesidir.

Bu kabinede, bürokraside yer alanlar, NATO’ya bağlı hizmetlilerdir. İçlerinde ABD-İngiltere-İsrail ittifakına ait olanları görmek mümkündür. ABD-İngiltere hattına ait bir kabine, elbette savaş planları için oradadır.

Kalın, yeni görevi MİT’te, bu hatta bağlıdır.

Dışişleri Bakanı, eski MİT başkanı Fidan, bu hatta bağlıdır.

Yaşar Güler, bu hatta bağlıdır

Yeni, “liyakati” efendilerine bağlılıkla kanıtlanmış olan Maliye Bakanı Şimşek bu hatta bağlıdır.

Kabine, bir savaş kabinesidir ve daha çok İngiliz-ABD ekseninde, ama özünde NATO’ya bağlı bir kabinedir.

Erdoğan’ın ismi, sadece kabinenin başında olmaktan ibarettir ve etkin değildir.

3

Bu savaş kabinesi, ABD’nin yürüttüğü, kışkırttığı savaşta, yeni roller almak için vardır. Tetikçiliğe devam için vardır. Ve bu yeni savaş alanının, İran olma ihtimali yüksektir.

ABD, İran’a dönük bir savaş için, her yoldan hazırlık yapmaktadır. Elbette karşısındaki cephe, armut toplamıyor. Ama sonuçta ABD, Suriye ve Ukrayna savaşlarında görüldüğü gibi, savaşı tetikçileri eli ile yürütüyor ve sonuçta o sahada kazanamasa da, başka sahada bir şeyler kazanmayı başarıyor. Mesela Ukrayna’da savaşı kaybettiği hâlde, AB üzerindeki denetimini ilerletmeyi başarmıştır.

İran’a dönük savaş hazırlıkları üç bölgeden yürümekte gibidir.

Birincisi Azerbaycan üzerindendir ve burada TC devleti ile İsrail görev almaktadır. Bu cephe oldukça önemlidir, zira TC devletinin savaşa bu cephedeki gelişmelere bağlı olarak girme ihtimali yüksektir.

İkincisi Afganistan üzerindendir. TC devleti, Afganistan’dan gelen Afganlar ile, Suriye’de İdlib’de üslenen İslamcı güçleri, bu savaş için hazırlamakta, onlara yeşil pasaport vermekte, onlara 2000 dolar aylık maaş bağlamaktadır.

Bu savaş, birincisi, İran savaşı olarak kalmayacak kadar büyük bir savaştır. İkincisi bu savaşta Türkiye ile İran, birlikte tahrip olacaktır.

İşte yeni savaş kabinesi, bu nedenle özellikle ayarlanmıştır.

4

Seçimler yolu ile, Saray bir “meşruluk” kazanmak istemiştir. Bu meşruluk konusunda CHP, İYİ Parti ve diğer burjuva muhalefet, önemli bir rol üstlenmiştir. Bu güçler, gayrimeşru bir seçimin sonuçlarını tanıyarak, bu seçimi meşru ilan ederek, sürecin önemli bir parçası olmuşlardır.

Sol hareketin bir bölümü, küçümsenmeyecek bir bölümü, seçim sürecinde CHP’nin kuyruğuna takılarak, hem halkın umutlarını tüketmiş, direniş hattını kırmaya yönelmiştir hem de Saray’ın kendini toparlanması için ona fırsatlar sunmuştur.

Şimdi bu yeni savaş kabinesi, savaş ilan ettiğinde, hem İran’daki sol hareketin, devrimci ve sosyalistlerin, komünistlerin silahlarını kendi ülkesindeki iktidara çevirmesi gereklidir hem de Türkiye’deki sol hareketin silahlarını kendi egemenine, kendi ülkesindeki iktidara çevirmesi gereklidir.

İkinci Enternasyonal, Kautsky’nin önderliğinde, savaş politikaları gündeme gelince, her sosyalist hareketin kendi burjuvazisini destekleme kararı almıştır. O dönem, Lenin ve arkadaşları, gerçek devrimciler, gerçek sosyalistler, bu karara karşı çıkmış ve silahlarını işçiler kendi burjuvalarına çevirmelidir, demiştir. Bugün, o döneme ait yazılanları, tarihi inceleyenler, gerçekte Lenin ve arkadaşlarının, savaşta işçilerin silahlarını kendi ülkesindeki iktidarlara karşı çevirme tutumunun ne kadar da doğru olduğunu söyleyebilmektedirler.

Ancak aynı tutum, savaş bulutlarının yoğunlaştığı bugünlerde de gündeme getirilmelidir.

Sadece İran’daki devrimcilerden bunu istemek yetmez. Biz, Türkiye içinde mücadele eden devrimciler de aynı tutumu almak zorundayız.

Bu, savaş konusunda doğru tutumdur ve devrimciliğin turnusol kâğıtlarından da biridir. Kendi burjuvazisini desteklemek, solun işçi ve emekçilere ihaneti olur.

Bunu, bugünden açık ve net olarak ortaya koymak gereklidir.

Tüm devrimci hareketin bu konuda net bir tutum alması, bunu bugünden ilan etmesi gereklidir. Biz, işçi ve emekçileri, emperyalist efendilerin, onların yerli ortakları olan tekellerin, Saray’ın savaş politikalarının destekçisi olmaya çağıranları, ihanetçi olarak ilan edeceğiz. Zaten biz etsek de etmesek de, onlar gerçek anlamda, Kaustskylerin yol arkadaşları olmuş olacaklar.

Bu nedenle, mevcut kabinenin karakterini doğru tespit etmek gereklidir. Seçimler konusunda CHP’nin kuyruğuna takılma hatasının bir özeleştirisi yapılmazsa, korkarız ki, bu tutum savaş konusunda da hatalı bir tutuma zemin olacaktır.

Savaşı önlemenin de başkaca yolu yoktur.

İşçiler, dünyanın tüm işçileri, bir sınıfın üyesidir, sınıf kardeşidir. Bu nedenle, hiçbir işçi ve emekçi, silahlarını, kendi burjuvazisi adına, başka ülkelerin emekçilerine çevirmemelidir.

NATO’nun bu yeni savaş kabinesi, gayrimeşrudur. Bunu net olarak ilan etmek gereklidir. Seçim, çalınmıştır. Seçimi çalanlar, bu seçim sonucunda oluşturdukları tabloyu halka onaylattıklarını ilan edenler, elbette ki, savaş politikalarına, yağma ve rant politikalarına devam edeceklerdir. Bunda kuşkuya yer yoktur.

İşçi ve emekçiler, direniş hattında, direnişleri geliştirmek ve örgütlü hâle getirme doğrultusunda saf tutmalıdırlar.

İşçi ve emekçiler, Birleşik Emek Cephesi ile bu mücadelelerini daha da ileri taşıma iradesini ortaya koymalıdırlar. Devrimci olmanın ayırt edici noktası, bugün bu hatta, direniş hattına sahip çıkmaktan geçmektedir. Birleşik Emek Cephesi, bugün, bu direniş hattını geliştirmek, yaymak ve derinleştirmek, örgütlü hâle getirmek için büyük bir adım olacaktır.

CHP nasıl bir partidir ya da devlet konusunda önyargılar

Vaka sayısı bir değildir. İlkin Ekmeleddin vakası vardır. İkincisi, İnce vakasıdır.

Her ikisi de cumhurbaşkanlığı adaylığına Kılıçdaroğlu ve CHP tarafından gösterilmiştir. Ve her ikisi de, AK Parti’den aday gösterilseler kimse şaşırmazdı. Her ikisi de sağcıdır. Ama sağcılıkları, bir “özellik” değildir. Ekmeleddin’in bağlantılarını bilmiyoruz. Ama Erdoğan seçilsin diye aday yapılmıştır.

İnce’nin birçok bağlantısı biliniyor. MİT bağlantısı kadar, dershaneler yolu ile bağlantıları, Erdoğan’ın elindeki kasetleri vb. biliniyordu. Bugün değil, o zaman da bunlar konuşulan şeylerdi. İnce de Erdoğan seçilsin diye aday yapılmıştır.

Her ikisini de aday yapan CHP’dir ve CHP, açıkçası Erdoğan için çalışmıştır.

Kılıçdaroğlu, “sanki kazanmak istemiyor” dediğimizde bize kızgın bakışlar atanlara, Kılıçdaroğlu’nun aslında Erdoğan için çalıştığını anlatmamız oldukça zor oluyordu.

Üçüncü vaka, Kılıçdaroğlu’dur.

Geçmişteki bu vakalara baktığımız zaman, kendisi konusunda ilave bir şey eklemeye ihtiyaç duymuyoruz. Alevi’yim demişti, doğru kabul etmeliyiz. Eklemişti, “insan ailesini seçemiyor,” ciddiye almalıyız, demek ki seçebilse, Hanefi mezhebinden olması muhtemeldir. Alevi olduğunu bu kadar utançla söyleyen bir kişinin, gerçekten de, “renksiz bir cumhurbaşkanı” olma ihtimali yüksek olurdu. Ama aslında, plan bu değil idi.

Oğan, sanki kertenkele cinsine uygundur, Nagehan Alçı’ya, “plana uyun” demiştir. Seçim sürecindedir.

Artık sadece biz söylemiyoruz, bu tiyatro demeye bin şahit ister, bu ilkokul müsameresine benzeyen seçim oyununda, aslında arkada bir “plan” vardır. Bunu sadece kertenkeleler itiraf etti diye söylemiyoruz, ama CHP’nin davranışları da bunu gösteriyor.

Demek ki CHP, Erdoğan’ı seçtirme partisidir.

Kızdınız mı? Peki sizi biraz daha rahatlatalım.

Tüm burjuva muhalefet, aslında Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. Saray Rejimi, sadece Erdoğan değildir. Saray Rejimi sadece MHP değildir. Bu nedenle, “Erdoğan ve Bahçeli faşizmi” işi karikatürize etmektir. Oysa durum son derece ciddidir. Egemenler, tekelci polis devleti, TC devleti, kendini olağanüstü bir tarzda örgütlüyor ve bunun adı Saray Rejimi’dir. Bu Saray Rejimi, CHP’nin de, Akşener’in de içinde olduğu bir rejimdir. Saray Rejimi, muhalefetin de görevlerinin belli olduğu bir rejimdir. Yani sadece CHP, Erdoğan’ı seçtirme partisi değildir, hepsi öyledir. Umarım şimdi içinize bir dirhem su serpilmiştir.

Biz, CHP üzerinden tartışıyoruz, çünkü sol hareketimiz, CHP’yi sol bir parti olarak görmekte, öyle de görmek istemektedir. CHP’nin sol bir parti olmadığını anlatmak için, bunun üzerine duruyoruz. Yoksa mesela Davutoğlu Partisi üzerine konuşmayı gerekli bile görmüyoruz, Babacan’ın partisi üzerine de konuşmayı gerekli bulmuyoruz. İnce ve kertenkele konusunda söylediklerimiz ise, cumhurbaşkanlığı seçimi de dâhil, seçimi aşırı biçimde “demokratik” bir olay, “halkın iradesini ortaya koyması” olarak görenlere bir uyarıda bulunmak, onları uyandırmak üzere dürtmek içindir.

Demek ki, “tek parti vardır, o da devlet partisidir” derken, aslında içine CHP’yi de koyuyoruz ve diğerlerini vurgulama gereği bile duymuyoruz.

Saray Rejimi demek, öncelikle parlamentonun rafa kaldırılması demektir. TİP’in mesela parlamentoda etkin bir muhalefet yürütmesini önemsemiyor değiliz. Ama parlamentoda 4 yerine 20 milletvekili olacağız diyerek, bu “büyük adım” için, seçime HDP ve ittifak dışında girmeyi, siyasal körlük olarak görüyoruz. Zira, TBMM artık bir siyaset merkezi değildir. Saray Rejimi’nin ana organlarından değildir. Sadece eski alışkanlıklar gereği varlığı sürdürülen, göstermelik bir organdır. Ve eğer sistemin bir ana merkezi aranıyorsa, NATO ve ABD merkezleri dışında bu yer, Saray’dır. O nedenle diyoruz, TBMM’ye yürümenin bir anlamı yoktur, yollar Saray’a çıkmaktadır. İller bazında valilik ve belediye binalarından daha önemlisi, AK Parti merkezleridir, belki valilik, birçok yerde bunun dışında tutulabilir çünkü zaten valilik artık bu gözle organize edilmektedir. Ama örnek olsun, Rize’de valilik, AK Parti başkanlığından elbette ki sonra gelir. Kitleler zaten bunu bilmektedir ve Rize’de yürümek isteyenler, AK Parti merkezine yürümeyi seçerler.

Saray Rejimi, sadece parlamentoyu devre dışı bırakmadı. Onunla birlikte, siyasal partileri de yeniden formatladı. Artık, AK Parti diye bir partiden söz edilemez. Elbette, bir siyasal parti anlamında, yoksa orada öyle bir çete vardır. Artık, MHP bir parti değildir ve CHP de bu yolda epeyce yol almıştır.

Saray Rejimi, mesela “kuvvetler ayrılığı” ilkesini, burjuva demokrasisi ya da burjuva devlet örgütlenmesinin bir gereği olarak var olan bu ilkeyi de ortadan kaldırmıştır. Tekelci polis devletinin, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesinden söz ediyoruz. Saray Rejimi budur. Bu durumda zaten kuvvetler ayrılığı gibi, şeklî sorunlarla uğraşmalarına gerek, hatta zaman yoktur. Olağanüstü dönemlere uygun, olağanüstü yollar devreye sokulur.

Bizim solcu hukukçularımız, akademisyen hukukçularımız bizi affetsinler. Ama ortada “hukuk yok” demek yanlıştır. Biz onların söylemek istediğini anlıyoruz. Onlar diyorlar ki, hukuka göre kararlar verilmiyor. Evet doğrudur. Onlar diyorlar ki, savunma hakkı yok edilmiştir. Evet doğru. Onlar diyemiyorlar ama demek istiyorlar; savcı devleti temsil eder ama hâkim devleti temsil etmemeli, hukuku temsil etmeli. İyi ama bu zaten kapitalist devlet örgütlenmesinde hep böyledir. Bu son noktayı bu nedenle bir yana bırakalım. İşte sizin “hukuk yok” dediğiniz bu şeye, biz “iç savaş hukuku” diyoruz. Yani ortada bir hukuk var, ama yasalar da dâhil, yasaların uygulanması da dâhil, andan âna, durumdan duruma, kişiden kişiye göre değişmektedir. Mesela Gezi Davası’nda, bir kişi, ikinci kere aynı suçla yargılanamaz ilkesi çiğnenmiştir, demek ki “hukuk yok” diyorsunuz. Biz de diyoruz ki, evet çiğnenmiştir, işte bu “iç savaş hukuku”dur.

Demek ki, Saray Rejimi, devletin baskı aygıtlarında, yani, polisi, ordusu, yargısı vb. bir yeni ayarlama demektir. Yargı, polis teşkilâtının bir uzantısıdır, bu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Demek ki Saray Rejimi, parlamentonun göstermelik varlığını kabul eder, buna bağlı olarak siyasi partiler, tek devlet partisinin çeteleri hâline gelirler.

Ve bizim ülkemizde olağanüstü devlet yapılanması denildi mi, içine efendileri ABD, Almanya, İngiltere, İsrail, Fransa gibi güçleri de katmanız gerekir. Yani, yargıdan basınına kadar tümü, bu efendilerin isteklerine, aralarındaki ilişkilere göre düzenlenmektedir.

Demek ki, olağanüstü devlet örgütlenmesi, yani Saray Rejimi denildi mi, devletin tüm ideolojik üretim sisteminin buna göre ayarlanması gerekir. Bu nedenle, binbir çeşit tarikatı ile İslamî örgütlenmeye ve birçok çeşidi ile milliyetçiliğe özel bir önem verilmektedir. Sen solcu musun, peki ol, ama önce bir ton milliyetçilik alacaksın, yoksa olmaz. İşte tutum tam da budur.

CHP üzerine konuşacaksak, tam da bu çerçeve içinde olmak üzere konuşmak zorundayız.

1

CHP, sanıldığı ya da ona atfedildiği ya da zaman zaman onun “ben böyleyim” dediği gibi bir sosyal-demokrat parti değildir.

Biliniyor, şeylerin varlıkları, zaman ve mekân içinde gerçekleşiyor. Bu nedenle özellikle toplumsal varlıklara, tarihsel ve toplumsal boyutu ile bakmak gerekir.

Sosyal demokrasi, aslında Avrupa kökenlidir ve çoğu Birinci Dünya Savaşı öncesindeki sosyalist partilerdir. Birinci Dünya Savaşı döneminde, Kautsky ihanet edip, işçi hareketinin kendi burjuvazisini savaş boyunca desteklemesi gerektiğini savunduğunda, Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde bir yol ayrımı ortaya çıktı. Bu, tüm dünyada görünen bir süreç oldu. Sosyal demokrat işçi partisi isimlerinin yerine, sosyalist veya komünist parti isimleri ortaya çıkmaya başladı.

Demek oluyor ki, mesela Almanya’daki sosyal demokrat işçi partisi, gerçekten bir işçi partisi idi. İhanet edene kadar da öyle kaldı. Ama CHP, hiçbir zaman işçi davası ile ilgili bir parti olmadı, öyle de kurulmadı.

CHP, bilindiği gibi, Atatürk tarafından, bir “devlet” partisi olarak kurulmuştur. Atatürk’ün, “komünist partisi lazımsa, onu da biz kurarız” yollu sözleri biliniyor. CHP, Atatürk tarafından, bir sosyal demokrat parti olarak da kurulmuyor. Devlet partisi olarak kuruluyor

Zaman zaman, CHP kadrolarının, biz devletin kurucu partisiyiz, zaman zaman biz Atatürk’ün partisiyiz, zaman zaman da biz sosyal demokrat bir partiyiz dediklerini duyarsınız. Oysa bunların içinde gerçekler olsa da, CHP hiçbir zaman devlet partisi dışında bir şey olmamıştır.

Sosyal demokrat partiler, Avrupa’daki geçmişlerinde, devletle karşı karşıya gelmiş, işçi haklarını savunmuşlardır. CHP’nin hiçbir zaman böyle bir tutumu ve duruşu olmamıştır. CHP, en fazla, seçim meydanlarında, o da temkinli bir tarzda işçi sınıfından söz eder.

12 Eylül öncesinde, sol CHP’nin peşine takılırken, en azından bir dönem, CHP de bir anlamda sola eğilim göstermiştir. 12 Eylül, bu eğilimi tamamen yıkmıştır. Baykal ve ardından Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP’de yerleşik devlet güçleri, bu görevi yerine getirmiştir.

CHP, hiçbir zaman sosyal demokrat bir parti olmamıştır. Hiçbir zaman, işçi ve emekçilerin haklarını savunmamıştır.

2

Şöyle düşünelim, birçok kapitalist ülkede, 1980 sonrası, özellikle de 1990’larda özelleştirme programları gündeme gelmiştir. Bu özelleştirme programlarına birçok burjuva parti, organize bir tarzda destek vermiştir. Zira bu özelleştirme dalgası, neoliberal bir saldırıdır ve işçi sınıfına dönük bu saldırı, çok boyutludur. Hem özelleştirme yolu ile tekellere büyük meblağlar aktarılmıştır ama hem de işçi ve emekçilerin sosyal hakları, sendikal örgütlenmeleri vb. gasbedilmiştir. Kısacası kapsamlı bir saldırıdır.

Özelleştirme dalgası boyunca birçok şirket, tekellere peşkeş çekilmiştir. Bu sırada, bazı burjuva partiler, bu özelleştirme programlarının bazı bölümlerine karşı çıkmıştır. Evet burjuva partidirler, ama buna rağmen, bu yağmanın bir parçasına olsun karşı durmuşlardır.

Siz, CHP’nin, bugüne kadar, yürütülen özelleştirme programlarına karşı bir kampanya yürüttüğünü gördünüz mü?

En son Kılıçdaroğlu liderliğinde “millet ittifakı” tarafından hazırlanmış olan programda, neoliberalizm dışında bir şey var mıdır? Tersine, Millet İttifakı’nın ve CHP’nin programı, tam da Şikago veletlerinin neoliberal politikaları ile bağlıdır.

Yanlış anlaşılmasın, CHP özelleştirme programlarına karşı çıksa idi, solcu olmayacaktı. Ama en azından, CHP’de sol bir şey arayanlar için birkaç veri sunuyor olacaktı.

CHP, neoliberal politikalara sonuna kadar bağlıdır.

CHP, tıpkı AK Parti gibi, uluslararası sermayenin, emperyalist efendilerin emrinde bir partidir ve hep öyle olmuş olması bir yana, tamamen buna göre formatlanmıştır.

3

Siz bu seçim sürecinde neler duydunuz ya da neler biliyorsunuz, bilmiyoruz. Ama bize gelen bazı bilgileri, oldukça anlamlı buluyoruz.

CHP veri merkezini yönetenin Tuncay Özkan olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Doğrusu, belki de biz bunu en son bilenlerdeniz, çünkü çok da dikkate almamıştık. Tuncay Özkan’ın nasıl bir süreç yolu ile AK Parti ve Saray’a bağlı olduğunu artık herkes biliyor.

Ama izninizle, bizim, sizin yeni öğrendiğiniz bu şeyi, Kılıçdaroğlu’nun çoktan bildiğini bir kenara yazmaktan geri durmayacağız. Demek ki, aslında Kılıçdaroğlu bunu bile bile, onu orada tutmuştur.

Aynı şeyi, başka belediyeleri bilmesek de, mesela İstanbul’da Maltepe ve Ataşehir Belediyeleri için söylemekten geri durmayacağız. Ataşehir ve Maltepe Belediye Başkanlarının, Soylu ve Ağar ekipleri ile bağlarının olduğu herhâlde bir sır değildir. Ve her ikisi de, bizzat Kılıçdaroğlu ısrarı ile belediye başkanı olmuşlardır.

CHP, seçimlerden önce, seçim sonrasında olabilecek bir “kurultay” için, üye kayıtlarını sisteminde görünmez hâle getirmiştir. Demek seçimin sonucu önceden bilen CHP kadroları vardır. Oğuz Kaan Salıcı ve Erdoğan Toprak ile mi sınırlıdır bu kadro?

CHP, her zaman, devlet uzantısı olarak çalışmıştır. Buna uygun olarak birçok şeyin manipüle edilmesinde görev almıştır.

Son seçimlerden önce, CHP, arkasına aldığı rüzgârı büyütmek için bile olsa, mesela adaylarını delegelerine seçtirme yoluna bile gitmemiştir. Tüm milletvekili adayları, Kılıçdaroğlu imzası ile atanmıştır. Tıpkı AK Parti’de olduğu gibi. Ve bu adayları, NATO seçmektedir. Hiçbir tüzüksel işleyişi, “demokratik” bir özellik göstermeyen bir partidir.

4

CHP, NATO tedrisatına bağlı bir partidir.

Bu durum da yeni değildir.

Belki Atatürk dönemine göre tek farklılığı bu olabilir, zira Atatürk döneminde NATO henüz yoktu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, CHP, tümü ile NATO tedrisatına göre ayarlanmıştır.

Son milletvekili seçimlerine bakalım, bu seçimlerde CHP’den seçilmiş olan adayların, yüzde kaçının, istenirse AK Parti’den de aday olamayacağını hesaplayın lütfen. Böyle bir şey yoktur. Seçilmiş tüm CHP adayları, belki yüzde 10’u hariç, kalan yüzde doksanı, AK Parti tarafından da seçilebilecek, aday gösterilebilecek kişilerdir. Zaten adayları, NATO belirlemektedir. Böylece, CHP’nin güçlü olduğu yerden seçilecek adayı CHP’den, AK Parti’nin güçlü olduğu yerden seçtirecekleri adayı AK Parti’den aday göstermektedirler.

Yaptıkları budur.

CHP, NATO’ya bağlılık konusunda son derece açık bir sicile sahiptir. Hem NATO’ya bağlı hem NATO’cu hem de solcu olmak, olsa olsa bizim gibi sömürge ülkelere özgüdür. Ülkemizdeki son 70 yıllık her katliamda NATO’nun parmağı vardır. Sadece darbeler değil, katliamlar da NATO mamulüdür. Sivas’tan Çorum’a, Maraş katliamından 1 Mayıs 1977’ye, hepsi NATO organizasyonudur ve bunu bilmeden, bu ülkede politika yapmak mümkün değildir. Bunları bilip de hâlâ CHP’de sol aramak, büyük körlüktür.

5

Aslında CHP’nin solcu ilan edilmesi, devlet hakkında beslenen önyargılarla da bağlantılıdır. Devletin, “iyi ve kötü” bürokratlardan, “iyi ve kötü” paşalardan vb. oluştuğunu düşünmek, ülkemizde oldukça derin bir köke sahiptir.

Devleti “baba” olarak görmenin devamıdır bu.

“Devlet baba”, aslında bir yandan, devletin şiddetini, her türlü işkence ve aşağılamayı meşrulaştırma deyimidir, öte yandan ise devletin içinde iyi paşa arayarak onlarla uzlaşma ve onlar aracılığı ile devlete biat etme yolunun ismidir.

Devlet baba anlayışı, devletin “şefkatli kollarına sığınma” aslında, devletin vahşi ve katliamcı yapısını da gözler önüne serer. Ama o gözle bakanlar için. Bu nedenle bu terim, “devlet baba”, zaman zaman, devletten birtakım haklar beklemeyi içerirse de, çoğunlukla, devletten korkuyu içerir.

Ama “devlet baba”, her durumda devletin kimliğini, devletin kimin devleti olduğu gerçeğini örter. Devleti, sanki herkesin ortak organı olarak gösterir. Devletin, egemen sınıf adına, para babaları, kapitalistler, tekeller adına toplumu baskı altına alma makinası olduğu gerçeğini örter.

CHP, her koşulda, her şart altında, devleti korumak için, toplumsal alanda biriken öfkeyi kontrol altına alarak, devlete yönelmesini önlemek için “sol”a yatma görevini üstlenmektedir. Bugün, gelişen tüm toplumsal tepkiyi, CHP, Erdoğan üzerine toplayıp, kitlelerin sistemi sorgulama ve devletle yüzleşme yollarını tıkamak işini yapmıştır. Doğrusu, solun CHP kuyruğuna takılması, bu görevi yerine getirme olanaklarını da güçlendirmiştir.

Devlet makinasının içinde “iyi” ve “kötü” kadrolar arama yolu, halkın her zaman devletten umudunu sürdürmesinin yollarından biridir. Bunun tersi, umudunu kesmek, isyana yönelmektir, ki bu durumlarda devletin baskı ve şiddetinin devrede olması gerekir.

Seçim süreci boyunca, bir yılı aşkın bir süredir, CHP, Saray’ın baskı ve şiddetinin işe yaramadığı yerlerde, “sokağa çıkmayın, bunlar katildir”, “eylem yapmayın provokasyona meydan vermeyin”, “sokağa çıkmayın zaten bunlar iç savaş için bahane arıyor”, “sakın bir şey yapmayın, olağanüstü hâl ilan ederler” tarzındaki söylemleri ile, korkunun egemen olmasında aktif rol oynamıştır.

Türkiye solcusu, devleti, sanki tüm toplumun üstünde, sanki kutsal bir şey olarak ele alan bir günlük reflekse sahiptir. Bunun ne derece yaygın olduğu bir ayrı tartışma konusudur. Ama bu durum, devletin sınıf niteliğinin gizlenmesinde önemli rol oynamaktadır.

Bu nedenle, “kötü” adamlar iktidara geldiğinde, devleti faşizm, “iyi adamlar” geldiğinde de devleti demokrasi olarak tanımlamaktan geri durmazlar. Oysa gerçek böyle değildir.

İster kötü adamlar, ister iyi adamlar işin başında olsun, devlet her zaman egemen sınıfın, tekellerin, burjuvazinin devletidir ve bizim ülkemiz söz konusu olunca, sömürge bir ülkede yaşadığımız gerçeğinden hareketle, devlet her zaman efendilerin devletidir.

Burjuva devlet, kişilerin niteliğine göre “kötü” ya da “iyi” olmaz, olamaz. Dünyanın her yerinde bugün, parlamentarizm gözden düşmektedir. Bunun nedeni, emperyalist cephenin, Batı’nın savaş politikalarıdır. İçinde bulundukları krizi, savaş politikaları dışında bir yolla aşabileceklerini düşünemez durumdadırlar.

Türkiye solu, bazı akademisyenler, sanki Türkiye bir sömürge ülke değilmiş gibi konuşmayı severler. Bağımsız bir ülkeyiz sözünü ağızlarından düşürmezler. Ama sıra ABD veya NATO’nun kararlarına geldi mi, hemen gereğinin yapılmasını, NATO ve ABD’ye karşı çıkılmamasını isterler. Bağımsız bir devlet olma hâli, sanki birilerinin isteğine bağlı imiş gibi davranırlar. Mesela, biz BM’de kendi ülkemiz adına oy kullanıyoruz, öyle ise sömürge değiliz tarzında düşünceleri vardır. Oysa bu ölçü olsa, dünyada sömürge ülke kalmaz. Dünyada sömürge ülke yok ise, dünyada emperyalist ülke de kalmaz. Öyle ya, sömürgesi olmayan emperyalist güç olur mu?

Bu durum, TC devletini, 1923’ten beri bağımsız bir ülke olarak tanımlama alışkanlığına da dayanıyor. Onlara göre, bizzat işgal altında değilseniz, demek ki bağımsız bir ülkesiniz. Ve bağımlılık meselesini de, zaten herkes birbirine bağımlı diye açıklamayı severler.

TC devletinin bir sömürge olduğunu kabul ettiniz mi, bu kez, devletin oluşumu ve niteliği konusunda daha gerçekçi yaklaşımlara yönelirsiniz.

Pratikte, bunu yaptıkları hâlde, yine de ülkemizin bağımsız olduğunu söylerler. Mesela derler ki AK Parti ve Erdoğan, bir ABD projesidir. Ki bu doğrudur. Bu durumda ülkenin “bağımsız” sömürge olmayan bir ülke olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz?

İşte devlet konusundaki bu yanılgılı duruşlar, tarih konusundaki burjuva ideolojisine bağlılıklar, solun hem devlete yanlış bakmasına neden olmaktadır hem de bunun bir devamı olarak solun CHP içinde “sosyal demokrat” bir parti aramaktadır. CHP’yi solcu ve demokrasinin bekçisi ilan etmek, aslında ülkede yaşanan süreçlerden fersah fersah uzak yaşamak demektir.

“Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır”

Seçim süreci, bir kez daha, umutları ile oynanmış insanların yeniden umutsuzluğa, çıkışsızlığa, çaresizliğe hapsedilmesi girişimidir.

Seçim sürecinin kendisindedir mesele.

Saray Rejimi, seçim ve sandık meselesini, usulünce çoktan gömmüştür. 2015 yılından bu yana, tüm seçimler, değil “demokratik” olmak, yasalara da uygun değildir, hilelidir. Bu nedenle, 2015 yılından bu yana, seçimler sonucu oluşturulan tablo, meşru değildir. 7 Haziran seçimleri ile iktidardan düşmüş olan AK Parti-Erdoğan, seçimleri iptal etmiştir ve kasım seçimlerine kadar her türlü katliam devreye sokulmuştur. Suriye savaşında İslamî çetelerle kurulan ilişkiler, içeride meyve vermiştir. Tüm bu bombalamalar, devletin tüm organları ile, bu çeteler kullanılarak yapılmıştır. Ardından, 15 Temmuz müsameresi, ardından referandum, ardından 2018 seçimleri ve şimdi 2023 seçimleri, hepsi hilelidir.

Bugün, CHP eli ile, Millet İttifakı eli ile umutları ile oynanmış olan okuryazar takımı (OYT), bu duruma düşmek konusunda kendi hatalarına da dönüp bakmalıdır. O burnu havada tutan tutumları yerine, başlarını birazcık eğip, devlet konusunda bu denli önyargıya nasıl sahip olduklarını bir kere daha düşünmelidir.

Bizim için değil bu düşünme daveti, elbette kendileri için.

Bu OYT ne kadar umutsuzluğa düşerse, o denli kendi umutsuzluğunu çıkışsızlık olarak sunmakta, o denli “bu halktan adam olmaz” teranesini tekrarlamaktadır. Bu nedenle, düşünme yeteneklerini de kaybetmeye başlamışlardır. Her durumda kendilerini haklı görecek açıklamalar yerine, gerçekte devlet denilen iç savaş makinasını tanımadıklarını anlamaya başlamalıdırlar. Zira, sıra onlardadır. Hapishaneler, savaş meydanları, onlara kucaklarını açmış durumdadır. Kaçışları yoktur.

Şimdi, işçiler ve emekçiler, samimi olarak çıkış yolu arayanlar, direnenler, kadınlar ve gençler, bu “umutsuzluk” teranelerine kulaklarını tıkamalıdırlar.

Önümüze, mücadeleye bakmamız gerekir.

Biz, yoldaşlarımız, devrimciler, bugün, çıkış yolu direniş hattını büyütmekte, örgütlemektedir, çıkış yolu bir sosyalist devrimdedir dediğimizde, bize ilk verilen yanıt, “bu imkânsız, hayal.” Belki de “hayal”dir, iyi ama daha iyi bir fikri olan yoksa, bu hayal için dövüşmeye değerdir.

Bu ülkede sınıf savaşımı mı bitti?

Bu ülkede emek-sermaye çelişkisi mi ortadan kalktı?

Bu ülkede, tarihsel materyalizmin kuralları mı işlemiyor?

Elbette gerçekçiyiz.

Bu ülkede, onlarca yıldır her türlü savaş devreye sokulmuş olduğu hâlde, bastırılamayan bir Kürt devrimi var, hemen yanı başımızda.

Bu ülkede, Gezi’den beri, 10 yıldır durdurulamayan, onca baskıya, onca şiddete, iç savaş hukukuna rağmen ve daha bunca örgütlülük zayıf iken, durdurulamayan bir direniş var, bir toplumsal direniş.

Bu direniş, işçi sınıfının, kadınların, çevrecilerin, gençlerin direnişi olarak sürekli farklı yerlerden ortaya çıkmaktadır.

Elbette bu direniş, aynı anda ülkenin her yanında ortaya çıkmamaktadır. Ama normal olanı da budur. Direniş, örgütlü de değildir. Kendiliğinden karakteri daha gelişmiştir. Ama bu direnişe katılan kitleler, işçiler, kadınlar, gençler, yaşlılar, devleti biraz daha yakından tanıma olanağı elde etmekte, direniştekilerin kendi dava yoldaşları olduğunu, yalnız olmadığını görmektedir.

Direnenler, her an ve her direnişte, yeni şeyler öğrenmektedir.

Öğrendiğimiz şey somuttur; eğer mücadele edersek, eğer daha örgütlü mücadele edersek, eğer direnişi yaygınlaştırırsak, eğer sınıf kardeşliğini geliştirebilirsek kurtuluş, devrim mümkündür.

Ve tersinden, eğer sürekli en yakın çevremize yakınmakla yetinirsek, eğer içinde kendimiz de yer aldığımız halka küfredersek, eğer sürekli bu halktan bir şey olmaz demeye devam edersek, eğer bizim gibi işçilere, bizim gibi kadınlara, bizim gibi gençlere güvenmezsek, eğer sürekli kendi postumuzu kurtarmakla uğraşırsak, eğer devletten dilenmeye devam edersek, eğer mücadele etmezsek, her gün daha da moralsiz, her gün daha fazla köle olacağız.

Mesele bu kadar açıktır.

Kimse kimseye, “ben seni kurtaracağım” demiyor. Biz, kendi ellerimizle, kendi irademizle kurtuluş yolunu örgütleyeceğiz.

Bu yol bellidir, sosyalist devrim ve komünizm yoludur. Dünyanın her ülkesinde yol budur ve dünya kapitalist sistemden temizlenene kadar bu mücadele devam edecektir. Bu yol, 1917’de de doğru ve geçerli idi, şimdi de doğru kurtuluş yoludur. Elbette mücadele etmek isteyenler için. Mücadele etmek istemeyenin, “kurtuluş yolu” arama isteği de olmaz.

Bugün, işçi ve emekçiler, ağır ekonomik kriz koşullarında, yaşam ve çalışma şartlarının sürekli kötüleşmesi ile karşı karşıyadır. Egemenler, içinde bulundukları ekonomik krizin tüm faturasını halka, işçi ve emekçilere yüklemek isteğindedir. Bunun için akıl almaz vergiler, zamlar devrededir. Sürekli olarak yoksuldan zengine servet aktarımı sürmektedir. Tüm vergiler, tüm kamu olanakları tekeller için, uluslararası sermaye ve onların ortakları için kullanılmaktadır.

Saray Rejimi, tüm bunları yapabilmek için daha fazla şiddet ve baskıyı artırmaktadır.

Saray Rejimi, içinde bulunduğu emperyalist bağlar, NATO ve ABD denetimi altında, savaş politikalarına hız vermektedir. ABD adına tetikçilik, TC devletinin her dönem yaptığı şeydir. Bugün, TC devleti, ABD ve NATO politikalarına uygun olarak, savaş hazırlıklarını geliştirmektedir. Binlerce yabancı savaşçıya yeşil pasaport verilmesi bundandır. Onlara ayda 2000 dolar maaş verilmektedir. İdlib ve Suriye’nin diğer yerlerindeki işgalci tutumları devam etmektedir. TC devleti, ABD tetikçiliğine, NATO tetikçiliğine çok da heveslidir. Kore savaşından beri, 50 cente asker satan bir geleneğin üzerine oturmaktadır Saray Rejimi.

Elbette bu savaş politikalarının içerideki yansıması, daha fazla vergidir, halkın çocuklarının, gençlerin savaş alanlarına sürülmesidir, kandır ve gözyaşıdır, baskıdır ve yalandır, yağmadır ve talandır.

Her işçi, her gün, daha zor şartlarda yaşamını kazanmak için fabrikaya, işe gitmek zorundadır. İşçiler, kadınlar, gençler artık daha net görmektedirler ki, gökten bir kurtarıcı gelmeyecek. Kurtarıcı biziz, kendimiziz, nasırlı ellerimizdir, zincir konulamaz düşüncelerimiz, zapt edilemez özgürlük ve mücadele bilincimizdir.

Öyle ise, somut konuşmalıyız.

Gerçekçi, ciddi ve somut konuşmaya ihtiyaç var.

Tüm işçileri, tüm kadınları, tüm gençleri, ülkenin tüm “insan” olmakta kararlı olanlarını, Saray Rejimi’ne karşı, sisteme karşı, kapitalist egemenliğe karşı, egemenin iktidarına karşı, para babalarının cennetlerini başlarına yıkmak üzere mücadeleye çağırıyoruz.

Bugün devrimcilerin görevi açık ve nettir: Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, örgütlemek ve bu yolla, sisteme karşı etkili bir mücadelenin yolunu döşemek.

Birleşik Emek Cephesi, kendi kaderini, kendi geleceğini kendi ellerine alma iradesi demektir. Bu yola girmek, buna girişmek demektir.

Birleşik Emek Cephesi, devrimci güçlerin, daha uzun erimli, daha kalıcı ve sonuç alıcı bir mücadele ortaklığı, savaş arkadaşlığı geliştirmesi demektir.

Birleşik Emek Cephesi, mücadelenin farklı alanlarında ortaya çıkan direnişleri, hayatın her alanında gelişmekte olan mücadeleyi birbirine daha sistemli tarzda bağlayabilme olanağının ortaya çıkması demektir.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının, siyasal sahnede, ben de varım, demesinin yoludur. İşçi sınıfının devrimcileşmesinin kanallarından biridir.

Özellikle bugün, umutsuzluğu yılgınlığa dönüştüren liberal solcuların, OYT’nin etkisini kırmak ve işçi sınıfının, direnişlerin etkisini artırmak için, mücadele bizden Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeyi istemektedir.