Ana Sayfa Blog Sayfa 48

TC devleti, NATO ve paramiliter örgütlenmeler

Ülkemizin sadece liberali değil, sadece işçisi ve emekçisi değil, solu da devleti tanımak konusunda sınıfta kalmıştır.

Sıradan insan için devlet “baba”dır ve bunun bir anlamı “koruyucu” gibi görünse de, esas anlamı, dayakçıdır, despottur. Bu açıdan, sıradan insanlar, liberallerden, okuryazar takımından (OYT) ve maalesef solculardan daha iyi hissederler devleti.

Sol ve liberal sol için, sisteme tam karşı cepheden savaş açmamış ama kendine solcu diyen, kendine demokrat diyen, kendine devrimci diyen için devlet, içinde iyi ve kötünün birlikte yer aldığı, bir toplum üstü mekanizmadır. Onlara göre devlette iyi paşa, kötü paşa vardır; iyi devlet adamı ve kötü adam vardır. Ve nerede bir suç varsa bunları hep kötüler yapmıştır. Süryani kıyımı mı; bunu kötüler yapmıştır. Ermeni kıyımı mı; bunu Hamidiye Alaylarını kullanan demokrat olmayan kötüler yapmıştır. Mustafa Suphilerin katliamı mı; bunu kötü paşalar yapmıştır. Pontus kıyımı mı; bunu Topal Osman çeteleri gibi kötü adamlar yapmıştır. Devlet de böyle açıklar. Arada birileri bu kötü adamları “kahraman” ilan ederse eğer, onu da görmemezlikten gelin, derler. Hep kötü adamların işidir bunlar. Hrant’ın katilini karakolda övgü ve sevgi gösterileri ile karşılayanlar, aslında devleti “temsil” etmezler, hep kötü adamların işidir bunlar. Ve devlet, aslında iyi adamların olduğu bir yerdir.

İşte Türkiye solu, bu masala büyük ölçüde inanmıştır. Belki tek tek olaylara bakarsanız, devletin bu işlerin içinde olduğunu size söyleyeceklerdir. Ama yine de, hep kötü adamların işi diyeceklerdir. Mesela Maraş katliamı, mutlaka kötü olanların, faşistlerin işidir, devletin işi değildir. Elbette bunu yapanlar faşisttir ama, devlettir. 1 Mayıs katliamı mı; kötü adamların işidir. Peki ya Sivas katliamı; kötü adamların işidir.

Aslında bu düşünüş tarzı, farkına varsın varmasın, devleti “aklayan” bir akıl yürütmedir ve buna uygun da bir pratik ortaya çıkar.

12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde, birçok sol örgüt, Kenan Evren’in CHP’ye oy verdiğini ileri sürerek, 12 Eylül’ün karakterini görmezlikten gelmişlerdir.

Bu sol anlayış, mücadeleyi de böyle ele alır. Aslında bu, devletçi, Kemalist anlayışın bir uzantısı, ortaya çıkış hâlidir.

Onlara göre, legal mücadele, düzenin yasal alanlarının kullanılması da, bu mantıkla ele alınır. Devlete bir çeşit biat edilir, çizilen kırmızı çizgilerin içinde kalınacağı sözü arka planda verilir; böylece legal bir statü elde edilir. Oysa bu doğru tutum değildir. Legal alanın, parlamenter alanın kullanılması, devletin iznine tabi olarak ele alınamaz. Tersine, mücadele gelişirken, legal olanakları zorlar ve mücadele için meşru alanlar yaratır. O yasal alanda, devlete biat edilerek, illegal alanda devlete karşı sosyalizm için savaşılamaz. Böylesi bir ikili yaşam yoktur. Legal olanakları kullanırken, devrimci ve sosyalist kimlikten taviz verilemez. Kişinin siyasal görüşleri, ideolojisi, fikirleri illegal olmaz. İllegal olmak bu değildir, olamaz.

Konumuza dönelim.

Herkes üzerine alınmak zorunda değil. Ama, devletin içinde iyi paşa, iyi bürokrat vb. aramak, aslında devleti tanımamaktır.

Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Devlet, egemenlerin en gelişmiş siyasal mekanizmasıdır, örgütüdür. Devlet, egemen sınıfın, düzenin devamı için organize ettiği, silahlı güçler, yargı, diğer yönetim organları, ideoloji üretim merkezleri vb.den oluşur. Devlet, egemen sınıfın devletidir.

Toplumun devleti olmaz. Bizim devletimiz diye bir şey yoktur. Bu sözü ancak, burjuvalar, tekeller, onların ardındaki güçler söylerler. Devlet, onların devletidir.

Bizim ülkemizde devlet sadece Koçların, Sabancıların vb. devleti değildir. Sadece parababalarının, sadece tekellerin devleti değildir. Çünkü, Türkiye bir sömürgedir ve bu tekeller, bu bankalar, uluslararası sermayenin, onların devletleri olan emperyalist devletlerin ajanı, uzantısıdırlar.

Bizim ülkemizde, devletin örgütlenmesinde, en başından beri iki şey önemli rol oynamıştır. İlki, Ekim Devrimi’nin karnının altında bir burjuva devlet organize edilirken, sömürge karakterine de uygun olarak, anti-komünist bir karakterde, emperyalist cephenin bir ileri karakolu olarak organize edilmiştir. Bu, emperyalist efendilerin isteğidir. Aynı zamanda, gelişen Ekim Devrimi’nin halkları özgürleştirerek, Karadeniz sınırlarına kadar gelmesi, TC devleti için, en başından başlayarak halklara düşman bir organizasyonun ortaya çıkması ile karşılanmıştır. Bu nedenle, TC devleti en başından beri, bu topraklarda yaşayan tüm halkları, ayrımsız tümünü, sadece Ermenileri, sadece Rumları, sadece Süryanileri, sadece Müslüman olmayanları değil, dayandığını söylediği Türkmenleri de düşmanı olarak görmüştür.

Bu nedenle, en başından beri katliamlar planlamış, gerçekleştirmiştir. Bu katliamlar için, her zaman uygun kesimleri kullanmıştır, katilleri devreye sokmuştur. Ermeni katliamında, Pontus katliamında, askerlerin yapamayacağı tarzda katliamları, özel çetelere yaptırmıştır. Topal Osman, hem Karadeniz’de hem Koçgiri’de aktif olmuştur. İşi bitince de bunları ortadan kaldırmıştır.

Bu katliamcı yapı, ırkçıdır ve Nazizmi aratmayacak kadar ırkçıdır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’nin zaferi, Kızıl Ordu’nun faşizmi yenmesi ile, tüm dünyada bir sol dalga gelişmeye başlamıştır. Bu dalgayı yenmek için, ABD emperyalizmi öncülüğünde, Marshall Planı ve Truman Doktrini devreye sokulmuş, komünizme karşı cadı avı başlamıştır. 1950’li yıllarda Türkiye’deki cadı avı hatırlanabilir kadar tazedir.

İşte bu dönem, emperyalist kamp, bir yandan IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods anlaşmaları gibi ekonomik organizasyonlar devreye sokarken, öte yandan NATO gibi bir militer örgüt, bir savaş organizasyonu devreye sokmuştur.

NATO, birçok ülkede, İtalya’da adı Gladio olan, bizde Gladio, Ergenekon vb. adlarla anılan özel savaş örgütleri organize etmiş ve iç savaş için devlet mekanizmalarını yeniden organize etmiştir. Adeta faşizmin dişlileri kadife ile kaplanmış ve devlet, bizim adlandırmamızla, faşizmi aratmayacak bir tekelci polis devleti yapılanmasına bürünmüştür.

Bu elbette bizde de etkili olmuştur.

Ekonomik olarak AB’nin, daha çok Almanya ve Fransa’nın sömürgesi olan Türkiye, siyasal alanda, NATO mekanizmaları ile, ABD sömürgesi hâline gelmiştir.

İkinci Dünya Savaşı daha yeni bitmişti ki, mesela Türkeş, NATO adına, ABD’de özel kontrgerilla eğitimine alınmıştır. Bizim ünlü Ergenekon ya da iç savaş örgütü, kontrgerilla örgütlenmemiz, işte o dönemden başlar. Kore’ye asker gitmeden çok önce, TC devleti NATO için hazırlanmıştır. Görünüşte “demokratik” bir parlamenter sistem için kollar sıvanmış, CIA denetiminde Türk-İş kurulmuş, Diyanet İşleri buna göre organize edilmiş, İslamcı hareket ve tarikatlar yeniden organize edilmiştir.

Latin Amerika’da kurulan paramiliter örgütler, hem devlet adına iş yapan hem de gerektiğinde devlet oldukları reddedilen yapılar olarak organize edilmişti. Bu devleti sürekli aklıyor ama devlet, katliamlarını illegal örgütlenmelerle yapıyordu. Bu örgütler aslında yasal olarak vardı ama halktan gizli idi. Korku salıyorlardı ama işler karıştı mı, devlet bunları reddediyordu.

Bizde, eski Topal Osman vb. çetelerin durumu gibi. Bu gelenek, NATO mekanizması ile şekil değiştirmiş, yeniden organize edilmiştir. Derin devlet denilen şey, işte bu NATO mekanizmasına dayalı örgütlenmedir. Bu örgütlenmeyi finanse etmek için örtülü ödenekler, uyuşturucu paraları vb. kullanılmıştır.

İşte MHP, bu paramiliter örgütlenmenin bir parçasıdır. Görünüşte bir yasal partidir. Ama gerçekte bir paramiliter örgütlenmedir. Devlet, mesela “damga pulu” basım işini, mesela porno işini, mesela eroin işini vb. bunlara pay verecek şekilde örgütlemiştir.

MHP, hiçbir zaman bir gerçek siyasal parti olmamıştır. 12 Eylül sonrasında bazı MHP’liler, eski misyonun tamamlandığını düşünüp, bir siyasal parti olmaya çalışmışlardır.

Sanırım 2003 yılı olmalıdır. Bush ile Erdoğan, eski yapıyı tasfiye edip, yeni bir organizasyona yönelme kararı almıştır. ABD emperyalizmi, Avrupalı ortaklarına artık ihtiyaç duymayacağını, dünyanın tek hâkiminin kendisi olacağını hesaplamış olmalıdır. Bunun için, TC devleti bir tetikçi hâline getirilmiştir. Bu açıdan, Gülen ve Erdoğan, birlikte devreye sokulmuştur. Bu durum, aslında, düne ait “kötü”lerin temizlenmesi ve yeni “kötü”lerin organize edilmesidir. Yoksa “temiz eller operasyonu” değildir.

İşte SADAT, bu yeni dönemin bir paramiliter gücü olarak organize edilmektedir.

Yeni dönemde, NATO mekanizması içindeki çatlaklar da etkili olmuştur. Susurluk’un patlatılması, aslında ABD’nin bu yapı ile iş yapmasından sıkılmış olan AB’nin işidir. Ve henüz, bu çatışmalar devam etmektedir. AK Parti, ki artık bir parti değildir, içinde birçok gücü taşımaktadır, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, İsrail ve ABD’nin, ayrı ayrı AK Partileri vardır. Gülen Hareketi için de bu böyledir. Dahası her tarikat içinde de bu durumun yansımaları vardır. Ve devletin her kurumu, diyelim ki Maliye Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı vb. de böyledir. Emperyalist güçlerin her biri, bu kurum ve organizasyonlarda kendi egemenliklerinin peşinde koşmaktadır ama her biri, duruma göre dinci, duruma göre milliyetçi görünmektedir.

TC devleti, Kürtlere karşı azgınca bir saldırıyı devreye koyduğu yıllarda, mesela Lice’yi yerle bir etmek için uğraşırken, aslında ABD’li efendileri, onlara “saldırın, daha şiddetli saldırın” komutunu verirken, aynı zamanda Kürtleri kendi denetimine geçirmek için onlarla da ilişkiler kurmakta idi. Bu politikanın devamıdır, Ankara Garı katliamı, Suruç katliamı. IŞİD çeteleri, ABD ve NATO ve TC devleti ile yakın ilişkili çetelerdir. IŞİD kötü, ABD ve NATO, TC devleti iyi demek, aslında bu durumu hiç kavramamak olur.

Bugün, güncel olarak karşımıza SADAT çıkmıştır.

SADAT, aslında bundan 10 yıl kadar önce, ABD’nin Türkiye’yi tetikçi olarak kullanmasının da içinde yer aldığı bir ortamın ürünü olarak organize edilmiştir.

En son Beyoğlu’ndaki patlamada, Soylu’nun ABD’ye köpürmesi, aslında kendi güçleri yerine SADAT’ın kullanılmasına kızgınlığın ifadesidir.

SADAT, sol hareket tarafından, 10 yıl önce deşifre edilmiş, tüzüğü yayınlanmıştır. Bir şirket olarak ne kadar yasal olduğu o günlerde çok dar bir sol çevrede tartışılmaktaydı.

Oysa şimdi, iki olay üst üste geldi ve SADAT gündem oldu. Biri, SADAT’ın, İslam devleti fikrini ilan etmesidir. İkincisi ise, Kılıçdaroğlu ile ilgili olaylardır.

Kılıçdaroğlu, SADAT’ın kapısına dayanmıştır. Ama aynı Kılıçdaroğlu, kendisine dönük linç girişiminin faillerini deşifre etmek için hantal kalmıştır.

SADAT’ın kapısına dayanınca, bir TV kanalında Uğur Dündar’a konuk iken, Kılıçdaroğlu’nun konuşması sırasında, bir alt reklam bandında SADAT devreye girmiştir. Görünüşe göre SADAT bir reklam vermiştir. Reklamı gören insanlar, SADAT ürünleri almak için sıraya girmemiştir. Reklam ölçümlerinde, reklamın satışa etkisi ölçülmemiştir. SADAT’ın ne denli korku yaratacağı belki ölçülmüştür. Belki de bu ölçüm de sonraya bırakılmıştır.

Burjuva muhalefet, Beyoğlu bombalamasının ardındaki gücü deşifre etmemiş, devleti korumayı seçmiştir. Ama aslında bu saldırının kimin tarafından yapıldığı bilinmez değildir. Bu durumda SADAT, açıktan devreye girmiş, Kılıçdaroğlu’na “gol atmış”tır. SADAT’ın sorumluları bunu söylüyor. Gol attık diyorlar. Oysa ortada bir maç yoktur. Ortada var olan şey, SADAT’ın, burjuva muhalefet üzerinden, tüm topluma, tüm mücadele edenlere bir korku salma isteğidir.

Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Böyle olduğu için, her gün, ayrı bir olağanüstü gün hâline gelmiştir. İşçilerin her hak arama eylemine, kadınların ve gençlerin her eylemine saldıran devlet, artık bu saldırılarla korku salma işinin de sonuna gelmiştir. Şimdi, TC devleti, Saray Rejimi, eski MHP kadrolarını katlederek, Kılıçdaroğlu’na tehditler savurarak, Akşener’i dövdürme organizasyonları yaparak, yasaklı siyasetçiler ilan ederek, kayyum politikasını yaygınlaştırarak korku salmaya çalışmaktadır.

Kılıçdaroğlu, zaman zaman ağzından kaçırıyor, “devletle görüştüm” diyor. O görüştüğü devlet, ona bir görev vermiştir, “halkı evinde tut, işçileri sokaktan uzak tut, gençleri provokasyon ile korkut, olağanüstü hâl ilan ederler, silahlılar ve iç savaş ilan ederler de” demişlerdir. Öyle anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu bunları yapmaktadır.

Ama halkı sokaktan uzak tutacak bir muhalefet, işçilerin direnişine Saray kadar duyarsız bir muhalefet, hiçbir şey yapamaz.

İmamoğlu yasaklanınca, CHP, miting yapılmasına bile karşı çıkmıştır. İmamoğlu, o mitingi, Kılıçdaroğlu’na rağmen yapmıştır ve daha ileri gitmemiştir.

SADAT reklam olayından sonra ise, Kılıçdaroğlu, “aklınızı alırım” demiştir. Aklınızı alırım, sizin dosyalarınızı açıklarım mı demektir? Aklınızı alırım, “sizi eşek sudan gelinceye kadar döverim” mi demektir? Bunu bilmiyoruz.

Kılıçdaroğlu’nun SADAT’ın aklını nasıl alacağını merakla bekliyoruz. Ama SADAT yönetimi, Kılıçdaroğlu’na bir gol attığını ilan etmiştir. Yani, pek de akılları alınmış gibi değildirler.

Devlet, Saray Rejimi, yasaklamalar, suikastler, çeşitli saldırılar ile, aslında açık bir iç savaş yürütmektedir. Bu iç savaşta, işçi sınıfı muhataptır. Bu savaş, CHP’ye karşı değil, bu savaş, burjuva muhalefete karşı değil, işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere, direnenlere karşı bir savaştır. İşçilere, kadınlara, gençlere, direnişlere ne denli saldırırlarsa saldırsınlar, artık işe yaramıyor. Bu nedenle, bazı simge isimlere dönük saldırılar planlıyorlar.

Bunu görmek için, devleti doğru anlamak gerekir. Bu yağma, rant ve savaş ekonomisi, içeride ve dışarıda savaş politikalarına dayanmaktadır. Bu, emperyalist efendilerin isteği olduğu kadar, tekelci sermayenin, bankaların vb. de isteğidir. Parababalarının isteğidir.

Öyle ise, SADAT vb. paramiliter örgütlenmelerin var olduğu, başkalarının da var olduğu bir gerçektir. Soylu’nun trolleri gibi, Gülsuyu çetesi gibi, Külünk’ün çeteleri gibi, Altun’un çeteleri gibi, tarikatların mafyatik örgütlenmeleri gibi.

Tüm bunları, açık olarak bir devlet örgütlenmesi olarak ortaya koymak gerekir. Soylu trolleri, jandarma ve polis sosyal medyalarını kullanmaktadır. İş bu kadarla sınırlı değildir. Burjuva muhalefet, elindeki bilgileri bile, açık ve net bir tutumla açıklamamaktadır. Ankara Belediyesi’nde Gökçek ekibi ve dosyaları, İstanbul Belediyesi’ndeki Erdoğan dosyaları bu nedenle açıklanmamaktadır.

Mesela Çakıcı organizasyonu, Ağar organizasyonu vb. neden açıklanmamaktadır? Mesela İnan Kıraç dosyaları neden açıklanmamaktadır?

CHP, altılı masa, bunları, bu dosyaları, pazarlık konusu yapmaktadır. Oysa bunlar, halkın bilmesi gereken, açık suçlardır. TC devleti, tam da budur. Birileri suç işler, diğerleri bu suçların ortaya çıkması durumunda, bunun devletin işi olmadığına halkı ikna etmek ister. “Troller devlete sızmış” açıklamaları, tam bu anlamda devleti aklama girişimleridir.

Bu devlet, işçilerin, milyonların, kadınların, emekçilerin, halkların, gençlerin devleti değildir. Bu devlet, emperyalist efendilerin, yerli tekellerin devletidir. Bu devlet için halk, her türlü isteği ile bir düşmandır.

SADAT vb. olaylar sonrasında, savcıları göreve çağırmak, hiçbir rolü kalmamış parlamentoda sözde araştırma komisyonu kurma teklifleri ile oyalanmak boşunadır. Halkın gözünü boyama girişimleridir.

İşçiler, emekçiler, direnen herkes, sokaklara çıkma hakkına sahiptir. Direnmek için, yaşamı savunmak için, haklarını almak için, kimseden izin istenemez. İşçiler sokaklara çıkmadıkça, kendi bağımsız sınıf çizgileri ile siyaset sahnesine müdahale etmeden, devrimci sosyalizm çizgisinde mücadele etmeden, bir çıkış yolu yoktur. Bu devlete karşı her yol ve araçla mücadele etmek, hem zorunludur hem de meşrudur.

Doğal afet-toplumsal afet
Saray Rejimi, çürümüş-kokuşmuş burjuva egemenlik

6 Şubat 2023 sabahı, saat 04.17’de, bir deprem gerçekleşti. Aynı gün, öğlen sularında ikincisi geldi. Her ikisi de 7.5 manyetik şiddetin üzerindeydi. Maraş, Antep, Malatya, Adıyaman, Hatay yıkımın daha şiddetli olduğu yerler oldu.

Üst üste iki deprem, çevre denizlerde oturmuş ABD gemilerinin varlığı, acaba bu deprem de 1999 depremi gibi, Gölcük depremi gibi bir Amerikan yapımı deprem mi tartışmalarını da beraberinde getirdi.

Sanmıyoruz.

Ama, savaşın yoğunlaştığı, TC devletinin ABD ve NATO adına tetikçilik yapmaya çok hevesli olduğu, bu uğurda Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Kafkaslarda operasyonlar yaptığı bir dönemde, böylesi büyük ve art arda, aynı gün içinde iki büyük depremin meydana gelmesi, her türlü soru için zemin hazırlıyor.

Lakin, bu doğru bir tartışma metodu değildir.

Değildir, çünkü, zaten depremin kendisi, TC devletinin tutumu yeterince açıktır. Esas tartışma da buradadır. Doğal felaketler, toplumsal felaketlerle katmerlenince ortaya çıkan ağır manzara sorunu büyütmektedir. Bu nedenle, depremin nasıl tetiklendiği, aslında bambaşka bir tartışmadır ve doğrusu, yaşananları anlamayı da kolaylaştırmaz.

Çıplak gerçek ortadadır: İkisi de 7.5 şiddetinden büyük iki deprem, aynı bölgede, aynı gün içinde, birkaç saat farkla gerçekleşmiştir. Bunun az rastlanır olması meseleyi değiştirmez.

Deprem, sabah saat 04.17’de gerçekleşmiştir.

Saray Rejimi, depremi, öncelikle 7.5 şiddetinin altında ilan etmiştir. Bu, klasik yalan söyleme tutumunun devamıdır.

Her zaman, her konuda, Saray Rejimi, TC devleti yalan söylemekte tereddüt etmez. Öyle ki, devletin yetkilileri bir şey söylüyorsa, halk bu söyleneni, “bu kesinlikle yalan” diye dinlemektedir. Diyelim ki, “deprem 7.4 şiddetinde” dediklerinde, halk, “demek 7.4’ten fazla olursa, bu durumda bazı uluslararası yasalar olabilir, bunlar da depremi 7.5’in altında söylemektedir” diye düşünür. Diyorlarsa enflasyon %65’tir, halk bu rakamı, hiçbir biçimde uzmanca bir çabaya girmeden 3 ile çarpmaktadır. ENAG’da yer alan çok değerli bilim insanları bizi affetsin, ama, halk devletin enflasyon açıklamalarını kolaylıkla 3 ile çarpar ve gerçeği bulur durumdadır. Enflasyon %195’tir.

Halkın devleti tanıma “içgüdüsü” çok eskilere dayanır. Katliamlara, kıyımlara dayanır. Özellikle 2015 sonrası dönemde, bu tanıma süreci daha da gelişmiştir ve 2017’den başlayarak Saray Rejimi’nin ortaya çıkışı ile, bu süreç daha da açık hâle gelmiştir.

Mesela, bir TV muhabiri, bir gazeteci, samimi olarak depreme niye yardım edilmediğini sorabilir. Gerçekten de bu soruya yanıt arıyor olabilir. Ama halk bilir ki, Saray, o anda, yeni rant alanları hesabı yapmaktadır. İster siyasal rant ister parasal rant, ama mutlaka rant hesabı yapmaktadır.

Erdoğan, mutlaka ve mutlaka, imamlara danışmıştır. Falına bakma eğilimi, korkak diktatörlerde daha çok yaygındır. Hitler acaba fala baktırır mıydı? Muhtemelen, nadiren, en çok korktuğu anlarda. Bunu tam da bilmiyoruz. Ama emin olun Erdoğan, her gün falına baktırıyordur; acaba bugün ölecek miyim (her canlı ölümlüdür ama ben de mi), acaba bugün işçiler saraya yürür mü (zaten benim, koskoca Cumhurbaşkanı olarak benim altında imzam bulunan kâğıdı yırttılar ve greve çıktılar. Gel ki, o kâğıdı imzalamayacaktım, tüm suç bu Mehmet Uçum’un), acaba bugün şu “lanet” kadınlar yine bir yeri karıştırır mı (zaten onlara, elbiselerine baktığı Dolmabahçe ofisinden Gezi eylemleri sırasında güvenilmez damgasını vurmuştu), ya gençler harekete geçerse, hem bu gençler molotof da kullanmaktadır. Falcıya bunları sormakla işe başlamaktadır. Konu, para kazanmak olunca, Erdoğan’ın fala ihtiyacı yoktur. Onun yollarını biliyor ve kendisini, “para işlerinden çok anlayan asrın lideri” olarak görüyor. Ama konu eğer iktidarını sürdürmek için ABD’den destek gelecek mi sorusu olunca, uzmanlarına danışmaktadır. Bir tek aşk meselelerinde falcı lazım, bir de hani şu halk denilen şeyin sarayı basma ihtimaline karşı fal işe yaramaktadır.

Deprem olunca, Erdoğan, diyelim ki 40 saat ortada yoktu. Birçokları onun ülkeyi terk ettiğini bile düşündü. Ülkeyi terk etmemiş ama ortada yoktu.

Bu konuda çeşitli tartışmalar var.

İlkine göre, Erdoğan uyuyordu ve kimse onu uyandırmaya cesaret edip, deprem oldu efendim, diyemedi.

İyi ama bu durum, 40 saat süremez.

Bu görüşü savunanlar, hemen pes etmiyor. Sonra uyanmıştır ama gidip hocalara, falcılara sorması gerekmiştir, diyorlar.

Bir görüşe göre ise, Erdoğan ve Saray derin bir âlem partisi yapmaktaydı. Bu nedenle kimse onlara ulaşamadı. Korktular, kesip, “deprem var” efendim diyemediler. Ya da dediler ama, âlemde yer alan bir derin hoca, “efendim deprem kader planında var” demiş olabilir. Bu durumda, “kader planı” gibi, sadece “kader” sözünü aşan bu açıklama, herkese uygun gelmiştir ve parti 40 saat daha devam etmiştir.

Bu görüşü de tutarlı bulmayanlar çok. Mesela, bu arada dünyanın yardım gönderme taleplerini nasıl kabul etmiştir? Rusya’dan yardım, Antep havalimanına inip de, boş yere bekletilmeye alındığında Erdoğan hâlâ ortada yoktu. Demek Erdoğan, bu arada Rusya ile görüşmüştür. Bu durum, ilk iki görüşü tutarsız hâle getirmektedir. Erdoğan’dan bağımsız kimse karar almayacağından, demek ki varsa bile âlem, 40 saat sürmemiştir.

Üçüncü bir görüşe göre ise, Saray, hep birlikte, deprem haberi ile uyanmış, hemen kaçış planı üzerine çalışmaya başlamıştır. Çünkü Saray ve Erdoğan, “deprem” denilince, bir “sosyal deprem” yani devrim anlamışlardır. Bu durumda, paraların sayılması, kaçış için gerekli hazırlıkların yapılması, helâlleşme, imamların duaları vb. 40 saat almış olabilir. 40 saat geçince, aslında bir doğal afet olarak depremin gerçekleştiği, yoksa işçilerin saraya doğru yürüyüşe geçmediği ancak anlaşılmıştır.

En tutarlı senaryo bu gözüküyor.

Dördüncü açıklama; bunlar beceriksizdir, bu nedenle işi ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Ki, bu da doğru değildir. Yine de bizi çok ilgilendiren bir konudur “becerisizlik” tarifi. Liyakatsizlikten bu hâldeyiz açıklamaları, aslında AK Parti’yi, Saray Rejimi’ni eleştirirken, gerçeğin binde birini söyleyip, devleti kurtarma/aklama girişimidir. Şimdi bu “liyakatsizlik” örtüsü, bu kez deprem sahasında, Erdoğan’ı eleştirirken Saray Rejimi’ni aklama yolu olarak “beceriksizlik” hâline gelmiştir.

Elbette bizce konu daha derindedir. Ama ortada bir sorun olmalı, gecikmeyi açıklamak için bir “şey”e ihtiyaç var.

Yoksa, Saray Rejimi’nin bu denli “hinoğluhin” adamı varken, nasıl olur da bunlar, Malatya’da yerleşik 2. Ordu’yu hemen, 04.30’da harekete geçirmezler ve nasıl olur da, aynı anda maden ocaklarını tatil edip madencileri sahaya sürmezler? Mesela Altun bunu akıl ederdi. Çünkü böylece, tüm sahada, kontrolü sağlarlardı. Ölü sayısını gizlemek daha kolay olurdu, insanların dayanışma aktiviteleri az olurdu vb.

Bunları yapmak için, Altun çok zeki sayılır. Daha az zeki olanları bunları düşünebilirdi. Mesela Bilal. Altun, elbette, bu durumdan, “Allah’ın lütfu” tutumu nasıl çıkar diye kafa yormakla meşguldü. Mehmet Uçum, hukuk sorunları ile ağırlaşan kafasında bu sorunu hemen çözerdi.

Yok efendim, askeri devreye sokmaları için protokol varmış da onu iptal etmişler gibi açıklamalar uyduruktur. Akla her gelenin söylendiği bir ülkedeyiz ve herkes kendi uydurup da söylediğini bir başkasından duyunca sorgulamadan inanıyor; fenası, artık buna da gerek yok, kendi kendine kurduğu şeyi yüksek sesle söylüyor ve o kendi sesi de olsa söyleneni duyunca onu gerçek sanıyor ve inanıyor.

Öyle ya, haber alma kanalı kalmayınca, duyulan ses ne söylüyorsa, videolarda ne varsa o gerçek olarak, sorgulanmadan baştacı yapılıyor.

Yasaların asla kaale alınmadığı bir ülkede, kim ordunun protokollerini hesaba katar? Kimse katmaz. 10 ilde olağanüstü hâl ilanının nasıl ilan edileceği bile belli değildir, acaba Erdoğan KHK mi yayınlar, yoksa meclisten yasa mı çıkar, bilen yok. Bu durumda protokollerin ne önemi var?

Efendim ne imiş, askeri sahaya sürmediler çünkü “darbe olur” diye korktular. Bunu insan kendi kendine söyleyip inanmadan önce o ilk duyduğu anda, gülmeye başlar. NATO’suz darbe olur mu? Olmaz. NATO darbe yapacaksa, “orduyu deprem sahasına görevlendirme” manevrasını mı bekler? Asla.

Soru ortadadır, ne askeri devreye sokmuşlardır, ne de madencileri. Ne iş makinalarını devreye sokmuşlardır, ne inşaat işçilerini, ne de uluslararası yardımları.

Hepsinde, “geç kalmışlardır.” Peki bilmeden mi geç kaldılar? Ya da “beceriksizlik” midir bu?

Bir deprem felaketinde, hemen her felakette olduğu gibi, insanoğlu zamanla yarışır. Çünkü su, nefes alma, donmama gibi şeyler, nihayetinde zamana bağlı olarak işlemektedir. Bir süre sonra oksijensiz kalırsınız, bir süre sonra kan kaybından gidersiniz, bir süre sonra susuzluktan ölürsünüz, bir süre sonra soğuktan ölürsünüz. Konu deprem olunca, ilk saatler çok daha fazla önemlidir. 72 saat deniliyor. Oysa uygulamalara bakınca, Erdoğan, ancak 40 saat sonra ortaya çıkıyor. Sahne ayarlanıyor ve banttan bir yayın yapılıyor.

Korkaktır.

Saray Rejimi’nin her tuğlasını korku salmıştır.

İşte size üçkâğıtçının, kolpacının şahı! Depremde ortalık yıkılıyor, beyefendi, reis, “asrın lideri”, banttan yayın yapıyor. Bölgeye gidemiyor.

Peki “seçim var, seçime kadar sabredin” diyenler, Saray’ın bu geç kalma hâlini nasıl açıklarlar? Oysa oy almak, seçimi kazanmak oya bağlı idi ise, ancak atak, hızlı bir görüntü çizmekle mümkün olabilirdi. Ordu ve madenciler, helikopterler vb. bunun en iyi yoludur. İsterse hiç adam kurtarmasınlar, bu yolla görüntüyü kurtarırlardı.

Ya seçim önemli değil, çünkü zaten olmayacak -yani deprem olduğu için olmayacak değil, zaten olmama ihtimali olduğundan olmayacak (lütfen düşünün, biz neredeyse bir yıldır seçimin olma ihtimalinin ABD emirlerine bağlı olduğunu söylüyoruz)- ya da seçim için oy önemli değil. Oy ne olursa olsun, sandıktan çıkacak olan, önceden bellidir. 2015’te seçimleri kaybetti Erdoğan. Sonra, referandumu kaybetti ve çaldı. Sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti ve CHP yardımı ile yine çalmayı başardı. Tüm burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin bir parçası olduğu için, Erdoğan’ı meşru ilan etti. Ona seçilmiş dediler. Oysa seçilmemişti.

Demek ki, bu işler için ille de doğal bir afete, depreme vb. gerek yok. Karar mercii ABD’dir, NATO’dur. Onların kararının sandıklar aracılığı ile onaylanmasıdır seçim. Belki de efendiler, egemenler, artık, bu onaya o kadar da ihtiyaç duymuyorlar.

Bu ülkede gerçek anlamı ile bir demokratik seçim olsa (ki tarihi boyunca hiç olmamıştır. Ve bugün dünyada bir tek Batılı ülkede dahi demokratik seçim yoktur. ABD buna örnektir; Amerikan halkının “özgür ve demokratik” bir seçimle, hava ile el sıkışan bir savaş müptelasını seçtiğini mi iddia edeceğiz?), Erdoğan barajı geçemez. Ama artık o noktada değiliz. Saray Rejimi, seçimle gitmez. Bir sosyal depremle gider.

Can Dündar, “depremle geldi, depremle gidecek” diyor. 1999 depremi sonrası Erdoğan’ın geldiğini söylüyor. Bu aslında tarih olarak tutuyor. Ama gelmesinin nedeni o değildir. Gün geceden sonra gelir ana gece günün nedeni değildir. Erdoğan 1999 depreminden sonra geldi ama nedeni o değildir. Erdoğan, AK Parti, bir projedir ve ABD’de pişmiş bir projedir, NATO onaylıdır. Gidişi de iki yolla olabilir; ya getirenler götürür ya da işçi sınıfı ve emekçiler. Bu ikinciler Saray Rejimi’ni indirirse, bu elbette bir depremdir, ama Can Dündar’ın dediği gibi bir doğal deprem değil, bir sosyal depremdir, mesela devrim gibi. Yoksa, desteğini kaybetmek anlamında söyleniyorsa “gidecek” sözü, Erdoğan o desteği zaten çoktan kaybetmiştir. 2015’ten bunu biliyoruz. “Desteği çalmıştır.” Milletimizin gördüğü en başarılı hırsızdır, Allah’ın cebinden peygamberi çalmakta usta nadir yeteneklerdendir.

Saray Rejimi’nin Maraş merkezli depreme neden 40 saat içinde müdahale etmediği bir sorudur ve sanırım bu soru, “depremi HAARP teknolojisi ile mi yaptılar yoksa doğal bir deprem midir” tartışmasından çok daha önemlidir.

Öte yandan, bizim liberal solcularımızın açıkladığı gibi, bu 40 saat müdahale etmeme durumu, “beceriksizlik” değildir. Hırsızlıkta, rantta, yalanda, algı operasyonunda bu denli becerikli olan bir Saray Rejimi’nin, göstermelik hamlelerle harekete geçmesi, hiç de zor olmazdı.

Elbette, sahada devletin beceriksizliği var. Ama önce, müdahalede gecikme var.

Mesela diyelim ki 72 saat sonra müdahale edilirse, becerikli de olunursa, bir işe yarar mı? Elbette yaramaz. sadece insanları ölüme terk etmeye yarar.

Saray Rejimi’nin suçu beceriksizlik değildir. Bu liberal solun, ne denli yanılgılı düşündüğünün kanıtıdır. Saray Rejimi’nin suçu, insanları ölüme terk etmektir, ülkeyi bir toplu mezarlığa çevirmiş olmaktır. Bu taammüden cinayet işleme suçunun kendisidir, katliam suçudur.

Saray Rejimi, bununla yargılanacaktır.

Ne burjuva muhalefet, ne liberal sol, bu suçu, “beceriksizlik, liyakatsizlik” hâline çeviremeyecektir.

Bu durum, silahla cinayet işleyerek eşini öldüren bir kocayı, silah bulundurmakla suçlamak gibidir, 6 yaşındaki kızını veren adamı sevgisizlikle suçlamak gibidir. Suçların en ağır olanını temel almak gerekir. Elbette Saray Rejimi birçok “beceriksizlik” yapmıştır. Ama Saray Rejimi, TC devleti, öncelikle, halkı ölüme terk etmekten suçludur.

Ve bu suç, deprem günü başlamaz.

Bu suç, kapitalist sistemin konut politikalarına kadar iner. TC devleti, en azından 1999 depreminden başlayarak, izlediği rantçı şehirleşme politikaları ile, insanları ölüme terk etmiştir. Deprem paralarını vergilerle toplayıp, tekellere, inşaat firmalarına, bankalara peşkeş çekmekle insanları ölüme terk etmiştir. Diyelim ki E5’in kenarındaki çirkinlik abidesi olan Fikirtepe, depremle yıkıldığında mı suçlu olacaklar? Hayır. Onlar, şu anda orada binlerce insanı dolandıran müteahhitlerin ortaklarıdır ve suçludurlar. Onlar orada, ev değil, mezar yapmaktadırlar. Ülkenin her yanında bu vardır, Saray Rejimi, konut değil, mezarlık yapmaktadır. Bu demektir ki onlar dünden başlayarak insanları ölüme terk etmiş bulunmaktadırlar.

Dine, Allah’a inandıkları, kadere inandıkları için o binalar öyle çürük yapılmamıştır. Hayır. Onlar, daha fazla kâr, rant için bu binaları ucuza yapıp pahalıya satmışlardır. İnandıkları şey paradır. Ancak deprem olunca, isyan çıkmasın diye, kaderden, kader planından söz etmektedirler.

Erdoğan, Soma’da fıtrat demişti. Orada da inandığı şey para, kâr, rant idi. Fıtrat, aslında işçileri aşağılamanın yoludur. Fıtrat aslında işçileri ölüme göndermenin yoludur. Kendisi binlerce koruma ile dolaşıyor. Reis olmanın, asrın lideri olmanın da fıtratında suikast var, demiyor. Koruma alıyor. Maden ocağına inen işçilere sıra geldi mi, işin içine fıtrat giriyor. Saray hep birlikte “fıtrat”ı işliyor; camilerinden ilkokullarına, Kur’an kurslarından TV programlarına her yerde.

Hocalara, ulema diye sunulan tarikatlara danışmıştır ve “kader planı” demiştir. Bu söz emin olun, bir şeyhten çıkmıştır. “Kader planı”, günlük hayatımızdaki “kader işte” sözü ile aynı değildir. “Kader planı” daha kapsamlıdır. Mesela bir şeyh eğer kendi kızı ile cinsel ilişkiye girerse, bu kader olmaz, bu “kader planı” olur. Onlara sorarsanız, yaratan, sanki onlar için bir çeşit tuzak kurmuştur. Samimi olarak inananların inançlarını bu denli hor ve kibirle kullanmak, az bulunur. “Bu kadar cahillik ancak eğitimle kazanılır” sözündeki gibi bir anlam taşır “kader planı”. Kader planı, eğitilmiş ve dini kullanmakta sınır tanımayan bir aklın ürünüdür. Bunlar kadar soysuzu, bunlar kadar katili, bunlar kadar hırsızı, bunlar kadar rantçısı bu milletin karşısına hiç çıkmamıştır.

Buna bakarak, Erdoğan’ın 40 saat boyunca, kimlerle ne görüştüğü konusunda bir fikir edinebilirsiniz. Bu derin bir korkudur. Saray, korkudan titremektedir. Doğal depremin korkusundan değil, ardından gelebilecek olan olası bir sosyal depremin, bir ayaklanmanın korkusundan titremektedir.

Bu nedenle, askerleri ve madencileri sahaya sürmemiştir. Ne askerler, ne madenciler bu acıların yaşandığı bir yerde, halk ile yakınlaşmaktan kaçamazlar. Halk ile yakınlaşmak, organize olmak, örgütlü olmak, Saray’ın en büyük korkusudur. Bu nedenle, kendilerine en çok bağlı güçleri, mesela SADAT’ı, mesela tarikatları sahaya sürmüşlerdir.

Enkaz altından bir kişi canlı çıkacakken, ekipleri durdurup, bunu bize bırakın diyenler, ardından da “tekbir” diye bağıranlar, SADAT kontrolündekilerdir. 40 saat içinde gelen yardımların büyük bölümünü engelleyip, onları İdlib’e, Suriye’nin TC devleti tarafından işgal edilmiş alanlarına taşıyanlar da SADAT ve IŞİD organizasyonlarıdır.

TC devleti, Suriye’nin kendi kontrolündeki alanlarında yaşananlarla ilgili hiçbir bilgi vermemektedir. İdlib acaba yerle bir olmuş mudur? İdlib’e yardım götürmek için Hatay’a giden tırları kaçırmak tercih edilmiş bir devlet politikası mıdır? Sahaya askerin girmesi hâlinde, bu işin SADAT’ın kontrolünü azaltma ihtimali, nesnel olarak var mıdır? Madencilerin sahaya girmesi, gönüllülerin sahaya girmesi, tüm bu operasyonları tehlikeye mi atacaktır?

İşte yanıt buradadır.

O 40 saatlik gecikmenin nedeni, SADAT’ın devreye sokulmasıdır. SADAT, ancak bu kadar sürede devreye girebilmiştir.

Bu süre içinde, bölgeye koşan yardımlaşma grupları, eğitimsiz ama gönüllü insanlar, ellerinden geleni yapmışlardır. Ama SADAT’a sahanın kontrolünü vermek isteyen Saray Rejimi, en kritik zaman olan 72 saatin üçte ikisini, en kıymetli saatleri boşa harcamıştır. Bu durum, bir katliam politikasından farksızdır. Bu nedenle Saray Rejimi’nin suçu, halkı ölüme terk etmek suçudur.

Tüm yağmalardan bizzat SADAT organizasyonu sorumludur. Ortada videolar var. Bu videolarda, tırların önünü kesen araçların plakaları bile görünmektedir. Tırları İdlib’e, IŞİD ve gruplarına taşıyanlar bellidir. Halka, “kader planı” diyenler, IŞİD’e, El Nusra’ya yardım etmekte kaderci değildirler.

Saray Rejimi budur.

Bu kokuşmuş, çürümüş bir burjuva egemenliktir. Bu, sömürge bir ülkede, kâhyalık görevini yürütenlerin halka karşı tutumudur. Bu, Saray Rejimi’ni ve onun ekonomik temeli olan yağma rant ve savaş ekonomisini sürdürme davranışıdır.

Bu, devletin halka karşı yürüttüğü iç savaşın devamıdır. Bu iç savaş, Kürt halkına karşı açılan savaşa sıkı sıkıya bağlıdır. Gezi Direnişi sonrasından başlayarak, Saray Rejimi’nin organize edilmeye başlandığı 2015’te ilerleyerek, nihayet Saray Rejimi ile tüm ülkede bir iç savaşa başlamışlardır. Ülkemizde uygulanan yasalar, iç savaş yasalarıdır. İşte bu depremde “devlet yoktu” demek yanlıştır. Devlet budur ve görevi de budur. TC devleti, işçi ve emekçilere karşı, halklara karşı iç savaş yürütmektedir. İçeride ve dışarıda savaş politikası budur. Halkı kendine düşman görmektedir.

Yangınlarda da bunu gördük.

Sellerde de bunu gördük.

Bu beceriksizlik değildir.

Bu Saray Rejimi’nin bilinçli politikasıdır.

Bu, çürüme ve kokuşmanın hâlidir.

En büyük afet, bizzat devletin kendisidir.

Bugün, Maraş, insan cesetleri ile doludur. Elbistan’dan yükselen koku, gerçekte, çürümüş burjuva egemenliğin kokusudur. Bu, benzetme değildir, gerçeğin kendisidir. İslahiye diye bir yer kalmamıştır. Hatay, ortadan neredeyse kalkmıştır. Saray Rejimi, Adıyaman’da yaşayanlara insan muamelesi yapmamaktadır. Tüm halklar, Saray Rejimi için, neredeyse böcekler, küçük varlıklar olarak görülmektedir. Saray Rejimi’nin kibri budur.

İşte bu kibir, “kader planı” açıklamasını yapmaktadır.

Utanmadan, Erdoğan, yarın daha rahat olacağız, öbür gün daha da rahat olacağız, diyor. Enkazlar, altındaki ölülerle birlikte yok edilecektir. Daha şimdiden, emin olun, depremin ikinci, üçüncü gününden başlayarak Saray Rejimi, enkaz kaldırma çalışmalarını hangi inşaat şirketlerine verecekleri ile meşguldür. Bilal Oğlan, şimdiden paraları saymaya başlamıştır.

Ölülerin üzerlerinde kimlikleri yok diye, kayıtsız olarak toplu mezarlara atılması, SADAT uygulamasıdır. Sabahın 04.17’sinde kendini pijamaları ile sokağa atan, ayakları çıplak insanların kimlikleri olmasını beklemek, tam bir iç savaş uygulamasıdır. Oysa o insanların bulundukları adres kayıtları vardır. Bu telâş, aslında kayıp sayısını gizlemek içindir.

Tüm deprem bölgesinde, yağmacılığın baş mimarı devlettir, Saray’dır, SADAT’tır. Kur’an kursu enkazından insan yerine, kasaların aranılarak çıkartılması, orada devletin olduğunu gösterir.

“Burada devlet yok” cümlesi yanlıştır.

Orada tam da bir devlet var. İşte TC devleti tam da budur. Paranın, rantın peşine düşen, insanları ölüme terk eden, IŞİD’e yardım eden, soyan ve yağmalayan bizzat devletin kendisidir.

Deprem karşısında devletin tüm organları ile tutumu, aslında devletin gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.

Birer asalak olarak halkın, işçi ve emekçilerin sırtına yapışmış olan bu rejim, yağma-rant ve savaş ekonomisinin gereklerini yerine getirmektedir. Bu konuda da hayli mahirdirler, hayli beceriklidirler.

İnsanlar, kendi elleri ile, kendi kayıplarını enkaz altından çıkartmak için mücadele vermektedir. Elleri ile molozları kazanlar, gözyaşlarını kaybetmektedir. Ve bu yolla, bu devlete karşı çetin bir mücadelenin gerekliliğini öğrenmektedirler.

Hastahanelerin önleri sıra sıra cesetlerle doludur. Ve bu durum karşısında halkta var olan yardımlaşma isteğinin zerresi, iktidar sahiplerinde yoktur, hiç olmayacaktır da.

SADAT ve paramiliter güçler deprem faaliyetlerini yönetmektedir. Bu nedenle, İçişleri Bakanı Soylu, ortada yoktur.

Diyarbakır Tabipler Odası’nın kriz masasına dâhil edilmesini kim önlemektedir? Sahaya ulaşmış gönüllü insanların kurtarma faaliyetlerine katılmasını kim engellemektedir? Yardımları kim aşırmakta ve kim İdlib’e göndermektedir? Milyonlarca insan neden Ahbap gibi organizasyonlara yardım için güvenirken, devlete zerre kadar güvenmemektedir?

Ülkenin beşte birini, yaklaşık 18 milyon insanı kim ölüme terk etmiştir?

İşte “kader planı” bu kibrin, bu egemenlerin tutumudur. Burjuva egemenlik budur. Saray Rejimi budur.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı, utanmadan, “10 adet iş makinası kiraladık” demektedir. O makinaları, acaba delil oluşturacak unsurları temizlemek için mi kiraladınız? Oysa birçok iş makinası bölgeye ücretsiz olarak gönderilmektedir. Bu iş makinaları devletin el koyması gereken makinalardır. Bu makinalara el koyan devrimciler, suçlu ilan edilmektedir. Marketleri halka açanlar, asla ve asla yağmacı değildir. Yağmacılık sizin işinizdir. Marketleri halka açan devrimciler, oradaki ürünleri gerçek anlamı ile sahiplerine, ihtiyacı olanlara dağıtmaktadır ve halk, bu konuda son derece vakurdur. İhtiyacının fazlasını alma derdinde değildir. Canının, sevdiklerinin hayatının derdinde olanlar, yağmacı olmazlar. Lüks villaların içine girip barınma sorununu çözmeye çalışan halk yağmacı değildir. AVM’leri korumak için jandarmayı devreye sokanlar, bankaların kapılarına asker ve polis dikenler, polisleri sivil giydirip Erdoğan’ın etrafına toplayanlar kimlerdir, bu bellidir, açıktır.

Deprem karşısında Saray’ın tutumu, halkı, insanları ölüme terk etmek olmuştur. Kendi siyasal çıkarları, siyasal, ekonomik rantları için, bize “siyaset yapmayın” diyorlar. Bugün, bu gerçekleri görmek, göstermek, bu yolda siyaset yapmak, halkın, insanların en doğal, gerekli savunma yöntemidir. Siyasal rant peşinde koşanlar, iktidar sahipleridir, egemenlerdir, Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi, bu süreçten bir “Allah’ın lütfu” çıkartma peşindedir. Bu nedenle buna “kader planı” demektedirler. Tarikatlar, “derin” hocalar, uzmanlar, SADAT vb. hepsi, “kader planı” peşindedir.

Muhtemelen, Hatay’da yeni nüfus politikaları göreceğiz. Şimdiden, tüm muhalifleri uyarmak isteriz, deprem sonrası nüfus hareketleri dikkatlice incelenmelidir. Suriye savaşının başında 2011 yılında TC Dışişleri Bakanı, “bize bir tampon bölge lazım” diye söylenirken, ABD’li uzmanlar ona, “tampon bölge zaten var, Hatay” demişlerdi. Bugün Hatay yerle bir olmuş iken, “kader planı”, bu alanda güçlü nüfus hareketlilikleri organize edecektir. Bundan kimsenin zerrece kuşkusu olmasın.

Saray Rejimi, şimdiden rant paylaşımı peşindedir.

Yangınlarda, sellerde gördüğümüz Saray Rejimi ve halk karşıtlığı, bu kez daha kapsamlı ve geniş bir alanda yeniden ortaya çıkmıştır. Hâlâ Saray Rejimi’ni anlamayanlar, hâlâ seçime kadar bekleyin diyenler, eğer gerçekten ahmak değillerse, iktidarın, Saray Rejimi’nin uzantıları, destekçileridir.

Deprem bölgesinde, devletin kendisinin büyük ve gerçek afet olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır.

Saray Rejimi korkmaktadır.

Depremi izleyecek bir toplumsal patlamadan korkmaktadır. Üniversitelerin süresiz tatil edilmesinin nedeni budur. Gençliğin eylemlerinden korkmaktadırlar.

Saray Rejimi’ni yıkacak olan şey, doğal afetler, depremler değildir. Saray Rejimi’ni yıkacak olan şey, sosyal depremlerdir, devrimdir, sosyalizm mücadelesidir. Konutların neden kamulaştırılması gerektiği açıktır. Dünyada örnekleri vardır; Ekim Devrimi, onca yokluğun ve yoksulluğun içinde konut sorununun nasıl çözüleceğini göstermiştir. Bundan tam 105 yıl önce. Sağlık, eğitim, ulaşım ve konut, kamulaştırılmak zorundadır. Bunun yolu, sosyalist devrimdir.

Deprem sahalarında rant uğruna dayanıksız konutlar yapılmasını önlemenin tek yolu budur. Bu konutlar, daha yapılırken, halka mezar olarak yapılmıştır. Bu durum, bir kere daha ortaya çıkmıştır. Depremden az etkilenen Adana, depreme, bu depreme uzak olan İstanbul, aynı sorunları yaşamaya adaydır.

Saray Rejimi’nin, devletin konut politikası, ranta, yağmaya dayanır ve insanlara canlı hâlde mezara girme önerisini temel alır.

İşte “kader planı” tam da budur.

Kader planı, sistemin, insanlara biçtiği geleceğin en somut kanıtıdır. İnsan hayatının hiçbir değeri yoktur. Yaşamak pahalıdır ama ölmek son derece ucuzdur. Bu ölümlerin üzerinden tekrar rant devşirme, Saray Rejimi’nin en büyük ve büyülü becerisidir.

Bu kader planına karşı, işçi ve emekçilerin, halkın tek çıkış yolu, kendi kaderini kendi ellerine almak, kendi geleceğini kendisi yazmaktır. Bunun yolu ise, örgütlü mücadeledir, devrimci sosyalizm bayrağını yükseltmektir. Bugün, o sahaya koşan her gönüllü, yaşadıklarını açık olarak hafızasına kazımakla yetinmemelidir. Bu durumu, bir bilince dönüştürmek gereklidir. Bu örgütlenmekle mümkündür.

Artık “devlet nerede” diye sormanın anlamı yoktur. Devlet oradadır ve tam da budur. İşte orada, sizin karşınıza çıkan, gönüllülerin yardımlarını engelleyen, insanları ölüme terk eden, öncesinde onlara ev diye mezar yeri satan, bu sistemi sürdürmek üzere organize olmuş silahlı güç, işte devlet budur. Devlet oradadır, yalnız halkın yanında değil, tam olarak karşısındadır.

Artık sözün kâr etmediği, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, acıların tarif edilemez olduğu, gözyaşlarının yüzlerde kuruduğu bugün, kendi kaderimizi elimize almanın zamanıdır. Yaşamanın, insan olarak kalmanın tek yolu, bu sisteme karşı mücadele etmektir.

Doğal depremler, yerin altını üstüne getiriyor.

Toplumsal deprem, sistemin altını üstüne getirecektir. Sistemin en alt tabakasında yer alan işçi ve emekçilerin iktidarı dışında hiçbir yol, özgürlük ve insanca yaşama yolu değildir. Artık yeter demenin yolu budur.

Yaşanan acıların ağırlığı ile hayata küsmenin zamanı değildir. Bu mezarlıkta böylece yaşanamaz.

Zaman bu bilinçle, bu haramileri, bu burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermek üzere, harekete geçme zamanıdır. Devrimci saflara katılma zamanıdır.

Demişler ki, yel eken, fırtına biçer. Fırtına gelmektedir.

Unutmayacağız, affetmeyeceğiz

6 Şubat 2023 Elbistan ve Pazarcık depremleri ile, sadece 11 il yıkılmadı. Tüm ülke, ağır bir yüzleşme süreci ile karşı karşıya kaldı.

Depremi aşan bir şeydir bu.

Doğal olarak deprem, bir felakettir.

Ama TC devleti, en büyük felaketlerden biridir.

Acıdır, ama deprem sürecinde biz bunu da gördük.

Aklımıza, sadece yıkık binaların görüntüsü kazınmadı. O anlaşılmaz değildir. Çok savaş yıkıntısı görenler için, bilinmedik değildir.

Ama, enkazın altından yakınlarına, kardeşlerine, babalarına, annelerine, insanlara seslenenlerin seslerini duya duya, ellerinle kazıyarak onlara ulaşamamak denilen çaresizliği de gördük. Asla unutmayacağız.

Gördük ki, Saray Rejimi, ilk 40 saatte ortada yoktu. 40 saat içinde SADAT, depremin yönetimini devralmıştır. Ve gördük, zihinlerimize kazıdık ki, Saray Rejimi, SADAT, insanların yardıma koşmasını önlemek üzere devreye girmiştir.

Unutmayacağız.

Sultan rollerinde kendinden geçen “asrın lideri”, sahaya gidemeden, kurgulanmış sahnelerden deprem hakkında atıp tuttu. “Kader planı” diye, tüm suçu Allah’ın sırtına yükledi. Korkakça, halkı, yardıma koşanları, durumun vahametini anlatanları tehdit etmeye başladı. “Not ediyoruz” dedi.

Affetmeyeceğiz.

SADAT ve paramiliter güçlerin, tırları kaçırdıklarını gördük. Her birinde GPRS takip sistemi bulunan tırlar, herkesin gözü önünde kaçırılarak İdlib’e, El Nusra ve IŞİD unsurlarına götürüldü. Not ettik, unutmayacağız.

Deprem bölgesine yardım için koşan gönüllülerin yüreklerinde büyüyen yaşama ve direnme tutkusunu, insanlık değerlerimiz olarak not ettik, unutmayacağız.

Enkazdan para, kasa çıkartıp, insan çıkartmakla ilgilenmeyen, enkazın altından yükselen sesleri duymayan, onlara yardım etmek isteyenleri engelleyen, Saray Rejimi’nin suçlarına katılan, ortak olanları gördük. Unutmayacağız, affetmeyeceğiz.

Saray Rejimi’nin borazanı olarak bölgeden gerçekleri yansıtmamak için dolarlar alan, kendine uzman, gazeteci vb. diyen insan şeklinde varlıkları gördük. Not ettik, affetmeyeceğiz.

Bölgede terör estiren devleti, yardımlara el koyan Saray Rejimi’ni, bölgede insanları öldüren, dayak atan paramiliter güçleri gördük. Not ettik, affetmeyeceğiz.

Deprem boyunca, takip eden günlerde, devlet eli ile yardımların ulaşmasının engellenmesini, halka kibir ve üstten bakan Saray Rejimi’nin politikalarını, “beceriksizlik” diye eleştirip, devleti sadece beceriksizlikle suçlayan, insanların açıkça ölüme terk edilmesi suçunu unutturmak isteyen burjuva muhalefeti gördük, not ettik, unutmayacağız, affetmeyeceğiz.

Sellerde, yangınlarda, felaketlerde var olan, devlet ve halk karşıtlığı, deprem boyunca bir kere daha, daha ileri seviyede ortaya çıkmıştır. Saray Rejimi, düşman olarak gördüğü halka yardımları engellemekle kalmadı; her yardımın kendisinden geldiğini göstermek için alicengiz oyunları sergilemekle kalmadı; halka, yaralı insanlara, büyük acı yaşayan insanlara ve onlara yardım götüren gönüllülere saldırdı. “Devletten büyük müsünüz ki yardım edeceksiniz” sözünün sahipleridir bunlar. Ve tüm ülkede, her olayda olduğu gibi, deprem bölgesinde de, Maraş’ta, Adıyaman’da, Hatay’da açıkça düşman hukukunu, iç savaş hukukunu devreye soktular.

Unutmayacağız.

Affetmeyeceğiz.

Türkiye, yaşamanın pahalı, ölmenin ise çok ama çok ucuzladığı bir ülke olmuştur.

Enkazın altında 200 binin üzerinde insan vardır. Ve Saray Rejimi, insanların ölülerini bile tespit etme zahmetine girmemiştir.

Bölgede soygun ve hırsızlıkları organize eden, sadece sıradan insanlar değildir, en başta paramiliter güçlerdir. Yağmacıdırlar. Bu yağmacılıklarını, burada da gösterdiler.

Rantçıdırlar. Ülkenin tüm şehirleşme kültürünü, rant ekonomisine çevirdiler. Rantçılar, bu ülkede, her alanda, insanlara mezar olacak evler inşa etmektedirler ve utanmadan, sıkılmadan, buna “kader planı” demektedirler.

Hiçbirini unutmayacağız.

Affetmeyeceğiz.

Biz, şubat başında, bu ülkede, bir doğal afet görmekle kalmadık; bunca ölüme ve yıkıma yol açan, sadece deprem değildir. Bunca ölüme ve yıkıma yol açan, rant ekonomisidir, yağma ekonomisidir, savaş ekonomisidir.

Sadece doğal bir deprem görüp yaşamadık. Aynı zamanda sosyal bir afet yaşadık. TC devleti, insanları bilerek isteyerek, ölüme terk etmiştir. Soma’da maden ocağındaki nasıl bir cinayet ise, deprem meselesi de böyle bir cinayettir, hem rant için üretilen, kâr amaçlı üretilen konutları nedeni ile hem de devletin ilk 40 saat seyretmesi ve bir ayaklanma korkusu ile bölgeyi SADAT ve iç savaş planlarına terk etmesi nedeni ile.

Unutmayacağız.

Affetmeyeceğiz.

Ağızlarını açarken halkı, her türden gönüllü insanı suçlayanları gördük. O kadar korkuyorlar ki, tehditler savuruyorlar. Saraylarında korkudan titreyerek sığınakta yaşar hâle gelmişlerdir. Halktan korkuyorlar, çünkü suçları çok büyüktür.

Bir isyandan korkuyorlar. Bunun için üniversiteleri kapatmışlardır.

Unutmayacağız ve affetmeyeceğiz.

Ülkenin konut, eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu alanlarını rant alanı hâline getirenleri, asla ve asla affetmeyeceğiz.

Gönüllü gelen yardımları engelleyenler, Merkez Bankası’ndan, devlet bankalarından gelen “bağışlar”dan kampanyalar örgütlüyorlar.

Halkın, gönüllülerin, kalpten gelen dayanışma yaşatır kampanyalarını engelleyenler, ancak kamu kaynaklarını yardım diye, bağış diye lanse ederler.

Utanmazdırlar.

Korkaktırlar.

Halk düşmanıdırlar.

Unutmayacağız ve affetmeyeceğiz.

Saray Rejimi, bir büyük toplumsal depremle, toplumun altı üstüne gelerek yıkılacaktır.

Toplumsal devrim, sosyalizm, yaşamak ve yaşatmak için, özgürce, eşit, insanca, kardeşçe yaşamak için gelmektedir.

Halk düşmanlarını söküp atalım

6 Şubat’taki ilk depremden bu yana gerek Hatay/Antakya’ya gerek depremin yaşandığı her yere yetişmeye çalışan milyonlarız biz.

Ve bugün, 22 gün sonra bir kez daha teşrif etti beyefendiler.

İlk defa bugün değil, daha önce de gelmişlerdi.

22 gündür; kurdukları yaşam alanının etrafında dolaşan devrimcileri “Sizi burada kaybederiz kimse bulamaz” diye tehdit ettiler, döve döve insan öldürdüler, yardım tırlarını IŞİD çetelerine kaçırdılar, her enkaz başına iki SADAT’çıyı diktiler, insanlara yakınlarının donarak ölmesini izlettirdiler, binlerce insanı paramparça ettiler. Devlet budur.

Yağma-rant ve savaşın düzenidir bu. Bunun dışına çıkmadan temiz kalma şansınız yoktur.

Bölgeye gönderilen malzemeleri yağmalayan AFAD’dan kan satan Kızılay’a, İbrahim Kalın’dan teşekkürlü AHBAP’a, bir bütün olarak bu sistem çürümüştür.

Dün Hatay’da koordinasyon merkezlerinin üstünde, o çok övünülen dronelar vardı, bugün de akşam 18.00’a kadar süre verip, bir de “söküp atmak”tan bahsediyorlar.

Bugün tüm samimiyetiyle elindeki tüm imkânları dayanışma için sunanlar, insan kalmak isteyenler “sökülüp atılmak istenenlerin” safına geçmelidir.

Ayrıca, o iş geçti beyler.

Siz bu enkazın altında kaldınız.

Bu saatten sonra Hatay’ın tek bir insanından onların yanında olan devrimcileri, yurtseverleri, doktorları, avukatları, gençleri, kadınları söküp atamazsınız.

Atacağınız her adım halk düşmanlığınıza bir çentik daha atacak.

Hepinizi ama hepinizi yargılayacağız, “insaf diye inlediğinizde, göçük altında bıraktığınız kardeşimizin cesedini göstereceğiz”!

Hatay’ın demografik ve kültürel yapısının değişmesinden duyulan kaygıda samimi iseler milletvekilleri, sanatçılar, aydın-akademisyenler, basın emekçileri, yüreği depremden etkilenenlerle atan onurlu her insan, daha fazla beklemeden hemen şimdi Hatay’da yapılmak istenenlere karşı tutum almalı, ses çıkarmalıdır.

Hemen şimdi Hatay/Antakya’nın yanında olmak için bir adım daha atmanın vaktidir.

28 Şubat 2023

 

YOUR PROFIT REGIME KILLED, NOT THE EARTHQUAKE THOSE IN CUSTODY SHOULD BE RELEASED!

20 days passed since the February 6th earthquake. In these 20 days, hundreds of thousands of our people were left under the wreckage. In these 20 days, we witnessed hundreds of thousands of our people being sacrificed for the established policies of plunder and profit of the capitalist system. In these 20 days, we lived through and are still living through countless, thousands practices of enmity towards the people, including ISIS remnant gangs shooting at aid trucks, plundering AFAD that captures everything from drinking water to tents, torture towards volunteers in the streets, search and rescue operations to attain from wreckage bank safes. Kızılay (Turkish Red Crescent) selling people’s tents for money was only the latest scandal that emerged from this plunder order. 

As all these are happening, millions of people, volunteers, revolutionaries, socialists, patriots, anarchist, women’s organizations, labor and professional organizations, ecology organizations, from those who tape parcels to those who engage in search and rescue operations, those who unload trucks, those who put up posters, have been engaged in mass mobilization to live and keep others alive. 

Those who are responsible of the disaster in the earthquake region, primarily in Hatay/Antakya, today attacked the action of Istanbul Labor, Peace and Democracy Forces Earthquake Crisis Coordination, formed by those who have been weaving the solidarity from day one. Hundreds of people shouting “Your Profit Regime Killed, Not the Earthquake” were detained. 

Our friends must be released immediately!

Those who turn the earthquake into a massacre will respond to the people, and those who stand with the people.

Hatay Earthquake Crisis Coordination

Ya sosyalizm ya ölüm!

Yüz binlerce enkaz, şu ana kadar açıklanan 44.218 ölüm, açıklanmayan on binlercesi, hâlâ enkaz altında çürüyen bedenlerimiz, binlerce yalnız kalan çocuk ve dahası… 

Yaşadığımız kitlesel bir katliamdır.

Sorumlusu, deprem değil, rant, yağma, savaş üzerine kurulu kapitalizm ve halk düşmanı Saray Rejimi’dir.

Deprem sonrası yaşananlar Saray Rejimi’nin çürümüşlüğünü olanca açıklığı ile resmetmiştir. 

Açığa çıkan tablo içinde ilk günden itibaren Saray Rejimi ve kendiliğinden harekete geçen milyonlarca insan iki farklı refleksle hareket etmiştir.

Biz:

Canı pahasına enkazlardan insan kurtarmaya koştuk, elimizde avucumuzda ne varsa depremzedelere ulaştırmaya çalıştık, onlarcamız ilk gece yola düştü, afet bölgelerinde yaşam alanları kurduk, işçiler ve gençler olarak can kurtardık, doktorlar olarak yara sardık, avukatlar olarak enkaz başlarında nöbet tuttuk, her şeyini bir gecede kaybeden insanlara ekmek, su ulaştırmak için şehir şehir seferber olduk.

Bir gün parçalayacağımız bir “defter”e yazıldık ama durmadık.

Onlar:

Depremden sonra arama kurtarma çalışmaları için ilk 40 saat kıllarını kıpırdatmadılar.

Yardım tırlarına ateş açtılar.

Depremden etkilenen milyonların beklenti ve tepkilerini bir iktidar sorunu olarak görüp tüm hamlelerini iktidarlarını korumak üzere planladılar.

Enkazlardan insan çıkarmaktansa SADAT’ın başında olduğu bir organizasyonla yıkılan kentleri zapturapt altına almak için seferber oldular.

Milyonlara “mucize kurtuluş” haberleri verip “iyileşeceğiz” yalanı ile süren katliamın üzerini örtmeye çalıştılar.

Süslü ekranlarından topladıkları paralarla akılları sıra kendilerini akladılar.

“Kader planı” diyerek ölümü bize hak gördüler.

Yaşanan budur, gerçek yalındır, Saray Rejimi halk düşmanıdır.

Devlet, halk düşmanı olarak refleks gösterirken milyonlarca insan ise kimseyi beklemeden yüzünü kardeşine dönmüştür. Devlet 3 gün sonra sahada sadaka dağıtacağını ilan ederken, devrimciler sahada yürütülen gönüllü çalışmalarının koordinasyonunu kurmuş, kendilerini muhatap görüp “yeniden inşa” iradesini ortaya koymuşlardır. 

Bu gerçek görülmeden, bu ayrımı ortaya koymadan bugüne kadar yapılanların anlamı ve bundan sonra yapılacak olanların önemi kavranamaz.

Bu gerçeği görerek onu kabul etmek gerek. Bu gerçeğin onurlu parçasında yer alma iradesini sürdürmeden atılacak hiçbir adım, ne yarın yeniden kurulacak olan hayatı mümkün kılacak, ne de ülkenin geri kalanında milyonlarca insanın yaşadığı, kaygı, yas, öfke ya da mücadele isteğini sonuca ulaştıracaktır.

Bu gerçeği gören ve kabullenen için ise sıradaki adım bugün sahada kurulan dayanışmadan güç alarak enkazında ölmediğimiz bir ülke kurmak için örgütlü mücadeleye katılmaktır. 

Tüm bu karanlığın içinden bir ışık doğacak ve yeni bir dünya kurulacaktır.

Bu dünyayı kuracak olanlar selde, yangında, depremde haberi duyduğu anda harekete geçen insanlardır. Yola çıkan gönüllüler yönetmeye de kadirdir.

Enkaz altından çıkardığına sarılıp çorbasını verenler, dayanışmayı büyütenler ölümleri ile anılmayan bir ülke kurabilir.

Bu, devrimle, sosyalizmle mümkündür.

Bunun dışında hiçbir yol kalmamıştır. Sosyalizm artık ekmek kadar, su kadar değil nefes almak kadar hayatîdir ve gerçeğe dönüşecektir.

Biz, bunu gerçekleştireceğiz. İşte o zaman;

“Hiçbir ağaç

böyle harikulâde bir yemiş vermemiş

          olacaktır

Ve en vadedici

    bir yaz gecesi bile

           böyle sesler

böyle inanılmaz renklerle

      sabaha ermemiş olacaktır.”

Birbirimizi ancak biz kurtarabiliriz.

Ya sosyalizm ya ölüm!

Kaldıraç

25.02.2023

“Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca/ Eller temizlenecektir/ Bir tören olacaktır/ Ölülerimiz toplanacaktır.”

“Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.”

Devlet nerede diye soranlara, devlet budur.

Yapamadılar diyenlere, hayır yapmadılar.

Deprem her şeyi açığa çıkarmıştır. Bugünün devleti budur. Vergiler toplar, yollar, köprüler yapar, elektrik hatları döşer. Her şeye kadir olduğunu anlatır her gün televizyonlardan. Kendine güvenilsin ister. Kurumları vardır, sağlıkla, eğitimle ilgili. Bir kitabı vardır kendi uymaz ama ister herkes uysun ona. Orduları, polisleri vardır. Kadiri mutlak olduğunu gösterir karşı çıkanın önünde.

Tüm bu yapılarını onlar karlarına kar katarken milyonlar isyan etmesin diye kurmuştur. Milyonlar kaderlerini ellerine almasın da biz onların kaderlerini planlayalım diye kurmuştur. Deprem, pandemi, sel, madende göçük, inşaatta ölüm, devlet elbet bir yol bulur öldürmek için. Dirisine ayak takımı denilen bir yerde ölüsüne saygı gösterilmesi beklenemez bu devletin.

Zor zamanlarda açığa çıkıyor bu bilgimiz. Kim bekledi ki devleti, kim arkasına yaslanıp çözerler bu işi dedi ki. Diyenler beri tarafa, kimse beklemedi devleti. Depremi duyduğu an kimi yola çıktı, kimi erzak toplamaya başladı, kimi ihtiyaç listelerini oluşturdu. Herkes ayrı ayrı elinden ne geliyorsa onu yaptı, yapıyor ve yapacaktır.

Elden gelenin fazlası ancak örgütlü güç ile mümkünüdür.

Tüm sanayiyi durdurup, tüm işçilerle, tüm iş makineleriyle arama kurtarma çalışması yapılabilirdi. Tüm doktorlar bölgeye gidebilirdi. Tüm ihtiyaçlar koordineli bir şekilde ulaştırabilirdi. Bunu yapacak olan ancak bizim örgütlülüğümüzdür. Bu ancak insanı, yaşamı ve doğayı öne alan bir aklın örgütlenip yaşamını eline alması ile mümkündür.

Bu devlet olmasaydı eğer, ürettiklerimiz bizim, iş makineleri bizim olsaydı tüm imkanlarımızı seferber edebilirdik. Bu devlet olmasaydı enkaz altında kalanları kurtarmaya giderken işimizi kaybedip aç kalır mıyız diye korkmazdık. Hatta bu devlet olmasaydı, onun inşaat çeteleri, kar hırsları, diyaneti, iç işleri olmasaydı eğer biz böyle mezarlar inşa etmek zorunda kalmazdık birbirimize. Hatta böyle bir devlet hiç olmasaydı biz yaşamı ve doğayı öne alan bir dünya kurardık.

O zaman bu düzeni yıkıp yeni bir dünyayı ellerimizle kurma sorumluluğunu üzerimize alalım.

Devletin üzerine almadığı sorumluluğu biz alalım üzerimize. Tüm sosyalist güçler, emek ve meslek örgütleri, sendikalar, odalar, kadın örgütleri, ekoloji örgütleri, öğrenci örgütleri, halkların kurumları, büyük küçük diye düşünmeden tüm mahalle dernekleri, yaşamın ve yaşatmanın sorumluluğunu taşıyan her bir insan yeni bir yaşamı kurmak için bu sorumluluğu üzerimize biz alalım.

Ayrılar zaten ayrı taraftadırlar ve kimsenin de onlardan bir beklentisi kalmamıştır. Herkes beklediği güç için dönüp kendine bakmalıdır.

Bir daha bu enkazların altında sevdiklerimiz kalmasın, biz kalmayalım istiyorsak bu sorumluluk ile hareket etmeliyiz. Yargılansınlar istiyorsak bu ancak bizim örgütlü gücümüz ile mümkünüdür. Bu şehirler bu sefer dayanıklı inşa edilsin, kimse yerinden yurdundan edilmesin, yıllardır bir arada yaşayan kültürler yok olmasın istiyorsak bu ancak mücadeleyi büyütmemiz ile mümkündür.

Depremin olduğunu duyduğu anda harekete geçen insanlar tüm bu süreci yürütmeye de kadirdir. Yola çıkan madenciler, inşaat işçileri yönetmeye de kadirdir. Enkaz altından çıkardığına sarılıp çorbasını verenler, dayanışmayı büyüten kadınlar, öğrenciler yönetmeye de kadirdir.

Devrim bugün ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu bizlere göstermiştir. Beklemeyin devleti siz varsınız, biz varız. Başka da insana yaşama dair bir şey yoktur. Bizim ölülerimiz de dirilerimiz de toplanacaktır bir gün. Büyük bir ateş yanacaktır işte ancak o zaman temizlenecek ellerimiz.

Altında kaldığımız bu şehirleri kanımızı dökerek bize yaptırdılar. Biz bu enkazı da kaldırabiliriz. Üzerimize yıkılmasını beklemeden her şeyi yıkıp yeniden de yapabiliriz.

Zor ve ağır geliyor bu gerçeği kabul etmek. Kabul edeceğiz.

Öfke ve acı birikiyor her gün. Sahip çıkacağız, örgütleneceğiz.

Biz karar vereceğiz geleceğimize.

Sosyalizmi kuracağız!

Deprem Bölgesinden İzlenimler / 22 Şubat – Antakya

22 Şubat Çarşamba.

 

Yürüyoruz emin adımlarla. İmkânsız yok bizde; 6.4’lük depremden hemen sonra çadır düzenini oturttuğumuz, duşakabini işler hâle soktuğumuz, kortun üstüne çöken çatıya girip eşyalarımızı boşalttığımız, Şebnem Hoca’yla kahvaltı ettiğimiz, bir yanda TÖP’ün dayanışma ziyareti gerçekleşirken öte yanda çavuşların oturup patates soyduğu bir gün.

 

Devletin, halkın sorunlarını çözmeyi seçmediği için krizle başa çıkamayarak çözüm olarak bizi gösterdiği, çadır ve kalacak yer arayan aileleri Defne Evi’ne yönlendirdiği için koordinasyon merkezimizin genişlediği bir gün. Kızılay’ın depremin 16. gününde gelip bir anda düzensizce çadır dağıtımına başladığı; alan bilgisinin bizde olduğunu, dağıtımı bizim gerçekleştirmemizin sağlıklı olacağını söylediğimizde “Kızılay yok diyorlar, bizim kendi önlüklerimizle dağıtım yapıp fotoğraf almamız gerekiyor” diye direterek kendi başlarına hareket etmeye çalıştıkları, akabinde yaşanan karmaşanın ve “Afrin’e iki günde girenler depremin ikinci haftasında bize geliyorlar” diyen mahallelinin tepkisiyle bizimle koordine hareket etmek zorunda kaldıkları bir gün.

 

Köy evlerinde oturup mahallesine, kimliğine, yaşamına sahip çıkmak isteyenlerin bizden erzak almaya gelerek yaşamlarını idame ettirdiği bir gün. Bir sigara ikram ettiğimizin iki saat bize hayatını anlattığı acısını paylaştığı yasını öfkeye çevirdiği ve “ben neresinden tutayım bu işin” diye yanımıza geldiği bir gün. Çadır sakinlerinin köylerden akrabalarını çağırıp biberli ekmek yaptıkları, mutfağa yaklaştırmayan, mutfaktan çıkanların haricinde hiçbir yiyeceğe dokunmayan şeflerin o biberli ekmekleri bir bir yiyip depremzedelerle mutfakta birlikte çalışmaya başladıkları; üretimin sağaltıcı gücünün görüldüğü bir gün.

 

İstanbul’a dönmek üzere otobüse binen gönüllülerin “istifa etmek, evimi kapatmak için gidiyorum, buraya döneceğim sonraki otobüsle” deyip ağlayarak, herkesle sarılarak, arkalarından su dökülerek gittikleri bir gün.

 

Malzeme temini için iletişimde olduğumuz başka merkez ve gönüllülerin AFAD’ın yardımlara el koymasıyla çok az ihtiyaç maddesine ulaştıklarını, birkaç gün içinde o azı da bulamayacaklarını, şimdi var olan birçok ekibin geri çekileceğini bildiklerini ve öfkeye kapıldıklarını söyleyip “siz varsınız güvendiğimiz, sizin yaptıklarınızı birlikte büyütmek istiyoruz” diyerek kapımızı aşındırdıkları bir gün.

 

Cephelerin niteliği belirginleşiyor burada. Kendini sahte görüntülerin ardına saklamaya çalışan bir devlet, ortakça bir yaşamı örgütlemek amacıyla hareket ederek kendini odaklaştırabilen iktidarını kurabilen devrimciler ve yanlarında kendi gücünü buna kanalize etmek isteyen gönüllülerle bu yaşamı birlikte kurmak isteyen halkın birliği. Olanaklar var önümüzde var olanı geliştirebilmek için ve olanaklar var önümüzde bu yaşamı sürekli örgütleyebilmek için. Heyecanlıyız; duyuyoruz attığımız adımların sesini, yaklaştırıyoruz bir gün daha o muhteşem finali.

Deprem Bölgesinden İzlenimler / 21 Şubat – Antakya

21 Şubat Salı, bitmeyen bir gecenin devamı.

Pazartesi akşamı yaşadık depremi. Birimiz kamyonla kap kacak taşırken binaların teker teker çöküşünü izledi, birimiz bir köy masasında depremzedelerle sohbet ederken çayını devirdi; birimiz ateş başında bir elini yanındakine verip diğeriyle devrilmesin diye sobayı tuttu, ötekimiz İstanbul’dan Defne’ye gelirken neyle karşılaşacağını bilmeden haberlerde kayboldu.

İki yol vardı önümüzde; ya anın şokuyla kargaşanın karşısında paniğin yayılmasına müsaade edip gidişata seyirci kalacaktık ya da tümünü bizim örgütlediğimiz bir alanda daha önce yaşamadığımız bu afetin önünde en iyi bildiğimizi yapacak, hızlıca kontrolü ele alacaktık. İkincisine koyulduk canla başla; ağlayan çocukları sakinleştirdik, kriz yaşayanlara doktorlarla müdahale ettik, megafonla herkesi meydana çağırdık, güvenlik ekipleri oluşturarak tüm çadır ve alanların boşaltılmasını sağladık, giriş çıkışların kontrolünü aldık, hasarını inceleyerek tuvaleti düzenli kullanıma devam ettirdik, jeneratörden elektriği sağlayarak karanlığı deldik, patlayan su tankerini kaldırıp suyu temizledik, merkez dışında depreme yakalanan ortaklarımızın sağlığından emin olduk, brandaları orta alana çekerek başımızın üstüne bir çatı ördük, sobaları kurduk, çorba yapıp su ve battaniyeyle dağıttık, çadırları yeniden kurgulayarak herkes için orta alanda ve Defne Evi’nde yatacak yer sağlayıp nöbet sistemini yoğunlaştırarak devreye soktuk. Belki beynimizden önce başladı ellerimiz işe koyulmaya. Geceyi genelde dışarıda felaket tellalı kelimeleri yenmeye çalışarak geçirip başka bir sabaha uyandık sonra.

Başka bir sabahtı bu, nasıl yaptıklarımızın karşılığını an be an aldıysak bugüne değin, şimdiye dek kurduğumuz düzenin bir anda bozulmasını da yaşamış olduk, oturdu içimize. Zaten azalmış malzemelerimizin bir kısmı artık kullanılamayan depoda zarar görmüştü. İlçeye gelen yardımların bulunduğu lise kaymakamlık binasına verildiği için dağıtılamayan yardımlardan payımızı alamıyorduk. Çayına kadar erzakı biten, yatakhane ve mutfağı kullanılamayan merkezimizde; depremi bir daha yaşamış depremzedelerle depremi burada ilk kez yaşayan bizler başladık çalışmaya. Yatakhaneyi boşalttık, erzak kısmını kapattık. Mutfağı meydana taşıdık, yatacak yerleri yeniden ayarladık, depo için yine çadır kurup bir işleyiş sağladık. İstanbul’dan bugün gelen gönüllüler, ilk günlerde yaşadığımız yoktan var etmeyi bize benzer şekilde deneyimlediler aslında böylece. Ve asıl önemlisi, depremzedeler daha fazla el verdiler bugün bize. Aslında 15 günde kurduklarımıza nasıl bağlandığımızı hem biz hem onlar yaşayarak anladık; ve anladık hepimiz ki tüm bu bağlandıklarımız biz yapmazsak olmayacak,  bir tek ellerimiz var güvenebileceğimiz ve yanımızdakiler var elimizi verebileceğimiz. Çadırlar birlikte kuruldu böylece, elektrik kabloları birlikte bağlandı, birlikte aş pişirildi bugün, tuvaletler temizlendi, çöpler toplandı. Hızlıca oturtmaya çalıştık gündeliği ve başardık da. Şebnem Hoca geldi TTB toplantısı alındı bir yandan, bir yandan devrimci kurumların koordinasyon toplantısı yapıldı, milletvekilleri ve sanatçılarla gezdik eskinin eteğinde inşa edilen yeniyi ve tek günde kurulabilen bu düzen onlara da gösterdi: Burası işliyor, burası yaşamı yeniden var ediyor.

Görevimiz bir kez daha belirdi önümüzde; mahalleliyle birlikte burayı daha işler kılmak, büyütmek ve yaygınlaştırmak; şehri bu örnek üzerinden yeniden inşa etmek için alanın özneleriyle birlikte kahvaltıda zeytin yerken de, tuvalet sırası beklerken de yaşamı örgütlemek ve örgütlenmek.

Kabul ediyoruz deprem sarstı hepimizi, 15 günün yorgunluk ve çekinceleri bir anda bütün olarak sırtımıza bindi; salt eksiden var etmeyi değil, vardan yokluğa dönmeyi de  yaşayınca. Ama şimdiye dek okuduğumuz dizeleri yaşamın içinde oyulu bulunca anladık bir daha; her şey ne kadar basitmiş, bütün mesele yaşamı ilmek ilmek örmekmiş. Çıkış ne onda ne bende, sadece bizde, ellerimizdeymiş. Buna tutunacağız ve devam edeceğiz her saniye.

Artık hesap sormadan yaşanabilecek bir hayat yoktur… Kaderimizi ellerimize alacağız!

Sözümüz, deprem bölgesindekilerle yüreği çarpanlara. Sözümüz, ilk günden itibaren dayanışma için harekete geçen, uykusuz gözlerle harıl harıl destek toplayan, yüreği yanarken yitirdiğimiz canların hesabını kim verecek diye soranlara.. Sözümüz sana, bize, bizim taraftakilere.

İki taraf var. Bu katliam, iyi bildiğimiz bu gerçeği tüm çıplaklığıyla yeniden ortaya koyuyor.

Bir tarafta onlar; bizim vergilerimizle ellerinde bulundurdukları imkanları enkaz altındakileri kurtarmak için kullanmayan, depremden etkilenen halkın sağlığı için kullanmayan; bunun yerine halka hakaretlerle tehditler yağdıran, halkın kendi dayanışmasını engellemeye çalışan yönetenler, egemenler… Diğer tarafta yokluk içindeki tüm imkanlarını seferber eden; ay sonunu güç bela getirirken deprem bölgelerine gıda ve ihtiyaç malzemesi gönderen halk; ilk günden itibaren arama-kurtarma dahil deprem bölgesindeki her türlü yaşamsal ihtiyaç için otobüslerle bölgeye giden devrimciler, gönüllü maden işçileri, inşaat işçileri, sağlıkçılar, öğrenciler, avukatlar; yani biz.

Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.

Egemenler ve o taraftakiler, bir yandan deprem bölgelerinde yeni rant pazarını paylaşmak için ellerini ovuştururken, Hatay’ı sınır bölgesi olarak insansızlaştırıp oraya çeteleri yerleştirmenin planlarını yaparken; sarayın TekYürek kampanya şovunda yer kapmanın yarışına girip, halktan çaldıklarıyla sarayın kasasına bağışlar yaptılar. Bir de bu gösterinin ortasında şunu dediler: Güç… dediler, paradır. Bizim milyon dolarlarımız var, sizin gıda kolileriniz ne ki, sizin gönderdiğiniz ısıtıcı neyi çözer ki, dediler. Milyonlarca insanın “Devlet yok, halk var” sözünü bastırmak için para keselerini şındırdattılar. Bizden çalarak doldurdukları keseleri…

Bunu yapıp, bir de doğrudan kendi dayanışmasını geliştiren halka tehditler savurunca, hesap sormaktan vaz geçeceğimizi düşünüyorlar. Bir yandan gözleri sokakta. Ya bizler, depremzedeler, yakınları, aynı saftaki milyonlar sokaklara dökülürse diye deli gibi korkuyorlar. Bu yüzden o küçümsedikleri kolileri yüklediğimiz tıra çeteleri saldırıyor. Dayanışmamıza engel olup bizi sessizleştirmeye çalışıyorlar. Birlikte güç olmamızdan ölesiye korkuyorlar.

Yarın ne yapacağımıza karar vermek için unutmamamız gereken tek gerçek budur: İki taraf var. Bu iki taraf, iki sınıftır. Bir tarafta biz işçi sınıfı; emekçiler, halklar, kadınlar, öğrenciler… Bir tarafta onlar; sermaye sınıfı ve onlar adına yönetenler.

Canlarımızın ölümünü bekleyenler… Ölülerimizi hafriyat sayanlar… Ailelerini depremde kaybetmiş çocuklarla evlenilebileceği üzerine fetva veren diyanetiyle, İçişleriyle, inşaat çeteleriyle, rant gruplarıyla, merkezi ve yerel yöneticileriyle, deprem öncesi ve sonrasındaki tüm bu yaşananların sorumluları yargılanmalıdır.

Bu hesabı yalnızca biz sorabiliriz. Birbirinin yarasını sarmak için harekete geçenler sorabilir.

Normalleşmek, bu yaşananları unutmak isteyenler; hesap sormadan, dayanışmayı sürdürmeden yaşanabilecek bir hayat bulabilirse; “ne yapalım, gücümüz yok, elimizden gelen bu kadarmış” diyerek yaşananları sineye çekebilirse, bu yönetenlerin kan parasını kabul etmektir. Hesap sormamak, yine yapın, bizim canlarımızın bir değeri yok, sizin para keseleriniz daha değerli demektir. Hayatına kaldığı yerden devam edebilenlerin yolu açık olsun. Artık hesap sormadan yaşanabilecek onurlu bir hayat yoktur. Bu yüzden bizim sözümüz, rahat uyuyamayana, bizden olana, sana:

Hesap sormak için, kaderimizi ellerimize almak için bizimle yan yana gel.

Deprem bölgelerinde dayanışma devam ediyor. Bazı merkez ve köylerde halk bölgesini terk etmemek üzere yeniden yaşamı kurmaya çabalıyor. Halkın, devrimcilerin, mühendislerin, avukatların, gençlerin gönüllü çalışmasıyla gıda, sağlık, giyim, barınma gibi pek çok soruna birlikte çözüm üretiliyor. Bunu sürdürebilmeleri için olduğumuz tüm illerden, uzun soluklu bir dayanışmayı örgütlemek üzere seferber oluyoruz.

Bulunduğumuz mahallelerde kurduğumuz ve kuracağımız dayanışma ağlarında, gönüllü gruplarında bir araya geliyoruz. Hem deprem bölgeleriyle dayanışmak, hem de kendi yaşam alanlarımızda birbirimize sahip çıkmak için güç oluşturuyoruz. Bize katıl.

  1. Birçok ilde Deprem Koordinasyonları oluşturulmuş; İstanbul, Ankara, Hatay ve İzmir’de sendikalar, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve sol kurumların katılımıyla bu deprem koordinasyonları genişlemiştir. Bu koordinasyonlar; deprem bölgeleri ile dayanışma örgütlerken aynı zamanda olası İstanbul depremi gibi konularda çalışma yürütecektir. Bu koordinasyonların kampanyalarına katıl.
  2. Katliamın hesabı 2-3 müteahhitten sorulamaz. İmar affını onaylayanlardan, usulsüz konutların yapımına izin verenlere, arama kurtarma ekiplerini, araçlarını sevk etmeyenlerden, yapılara ilişkin kanıtları yok etmeye çalışan devlet yetkililerine tüm sorumlulardan hesap sormak için sesini yükselt.

Milyon TL “bağışlayan” inşaat çetelerini, rant ortaklarını, yönetenleri biz bağışlamayacağız!

Anne-babalarının canına kıyılan çocuklarımız bağışlamayacak!

Hesap sormak için, birbirimiz için, bize ölümü reva gören düzene karşı bir araya geliyoruz.

Esas güç buradadır.

Esas güç, devletin tüm engellemelerine rağmen gönüllü arama-kurtarmaya katılan, kamyonlar dolusu desteği deprem bölgelerine götüren, yıkılmış kentlerde elektrikten suya, barınmaya, beslenmeye, halkın ihtiyaçları için örgütlenen, sağlık için revirler kuran gönüllülerde; yani halkın kendisindedir! Parayla satın alınamayan, tehditle susturulamayan insan onurundadır.

Kaderimizi ellerimize alacağız!

 

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...