Ana Sayfa Blog Sayfa 47

Yolumuz Çayanların yoludur!

İnsan böyledir: Evet, tarihimizde dostunu, sınıf kardeşini satmanın, korkuyla sinmenin, yolundan dönmenin de sayısız örneği vardır. Bu doğru. Ama neden onursuzlar öldüğünde, adlarını rüzgâr bile taşımazken, onurlu bir mücadelede sonuna kadar yürüyenler bugün hala yaşıyor? İnsan olmanın, toplum olmanın, tarihin meyvesi bu.

Bugün dünyanın dört bir yanında emekçiler, halklar, kadınlar, gençler isyana kalkıyor. Bu adaletsiz sistemden bir çıkış yolu arıyorlar. Çıkış yolunu biliyoruz: Devrim. Çıkış yolunu, yeniyi yaratmanın yolunu biliyoruz: Çok zorlu bir yol. Bize ekmekten önce onur lazım. Çünkü bu, onursuz kazanılamayacak bir yol. Sonunda ise ekmeği de özgürlüğü de kazanacağımız bir yol.

Tarihimizde öldürülemeyenler vardır onlar gibi. Spartaküs’ler, Şeyh Bedrettinler, Börklüceler, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş’ler… Hepsi bu sokaklara, bu fabrikalara, mahallelere bizim gözlerimizle bakıyor.

Öldürülemeyen şey; onurdur. Başkaldırmak ve zafere kadar kavgadır öldürülemeyen şey.

Bir adım attığında, bir yolunu bulduğunda, ya da bir tepesi attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı sermaye sınıfı.

Bizse kazanmanın yolunu biliyoruz. Devrim için örgütlenmek. Devrimi örgütlemek. Onurdan emek; emekten bilinç; bilinçten yeni ve özgür bir dünya yaratmak. Yürümek isteyene yol bellidir. Zordur, engebelidir, çelme takanı çoktur. Yürüdükçe aydınlanır. Üzerinde, adımlarımızın yanında ölümsüzlerin adımları vardır.

Yolumuz Çayanların yoludur!
Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

30 Mart 2023

To resist is to live

It is one of the phrases that should be emphasized the most in the process we are going through today. In our region where oppression, lies, cruelty and darkness prevail, resisting is the one and only way to live a humane and honorable life.

Our word is to those whose hearts are beating with those in the earthquake zone. Our word is to those who took action for solidarity from the first day, who gathered support with sleepless eyes, and who asked, “Who will answer for the lives we lost?” as their hearts were burning. Our word is to you, to us, to those on our side.

Those who are the same are in same side, others in the other side.

While the sovereigns and those on that side were rubbing their hands to share the new profit market in the earthquake zones; while they were making plans to depopulate Hatay as a border region and place gangs there; they competed for a place in the Palace’s one-heart campaign show and donated to the Palace’s chests what they stole from the public. And in the middle of this show, they said: “We have millions of dollars, what do your food parcels, what does the heater that you sent solve?” They jingled their money bags to suppress the cry of millions of people “There is no state, there is the people”.

The Palace Regime, which tries to maintain its existence through the economy of war, looting, profit, is dissolving, and as it dissolves, it attacks and suppress the masses through intimidation. However, their efforts are in vain. Despite all these policies of suppression, the streets are ringing with the voices and actions of workers-laborers, revolutionaries, women, youth and students. On March 12, 1995, we saw that the walls of fear created by the state with the coup of September 12, 1980 were demolished, barricade fires were re-lit in the streets, and that we could resist the panzers with stones and sticks. We bid farewell to our comrades who were martyred during this resistance towards the sun; their memories, struggles, fights are with us.

Although 28 years have passed, the Gazi Resistance is guiding us, just like the great workers’ resistance of 15-16 June, just like Gezi. Today, our streets are under the blockade of the state, which is trying to re-build the walls of fear. Corruption and gangs are fed and grown by the state; however, the entire neighborhood as a whole, especially the revolutionary and democratic individuals and institutions, is under total attack. We remember; Pınar Gemsiz, the mother of a 3-month-old baby, who was shot by a police bullet on the balcony of her house; Barış Kerem and Oğuzhan Erkul, who were killed by the police bullet without any reason while returning from a birthday celebration.

Our duty today is to come together. It is to unite our voices against injustice, lawlessness, darkness, oppression and cruelty, to join forces and to walk towards the light with courage.

We invite you to organized struggle, to be a part of the resistance, to organize in the ranks of Kaldıraç.

We are calling on you to shout the name of our martyrs, to embrace the resistance, to the streets and to action on March 12, in the 28th year of the Gazi Resistance.

Kaldıraç Istanbul

March 10, 2023

Direnmek yaşamaktır! / Kaldıraç İstanbul

Direnmek yaşamaktır.

Bugün içinden geçtiğimiz süreçte en çok vurgulanması gereken sözlerden biridir. Baskının, yalanın, zulmün, karanlığın egemen olduğu bölgemizde direnmek, insanca ve onurlu yaşamın yegâne ve tek yoludur.

Sözümüz, deprem bölgesindekilerle yüreği çarpanlara. Sözümüz, ilk günden itibaren dayanışma için harekete geçen, uykusuz gözlerle harıl harıl destek toplayan, yüreği yanarken “yitirdiğimiz canların hesabını kim verecek” diye soranlara. Sözümüz sana, bize, bizim taraftakilere.

Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.

Egemenler ve o taraftakiler, bir yandan deprem bölgelerinde yeni rant pazarını paylaşmak için ellerini ovuştururken, Hatay’ı sınır bölgesi olarak insansızlaştırıp oraya çeteleri yerleştirmenin planlarını yaparken; Saray’ın tekyürek kampanya şovunda yer kapmanın yarışına girip, halktan çaldıklarıyla Saray’ın kasasına bağışlar yaptılar. Bir de bu gösterinin ortasında şunu dediler: “Bizim milyon dolarlarımız var sizin gıda kolileriniz ne ki, sizin gönderdiğiniz ısıtıcı neyi çözer ki?” Milyonlarca insanın “devlet yok, halk var” sözünü bastırmak için para keselerini şıngırdattılar.

Savaş, yağma, rant, ekonomisiyle varlığını devam ettirmeye çalışan Saray Rejimi, çözülmeye, çözüldükçe saldırmaya ve kitleleri korkutarak sindirmeye çalışmaktadır. Ancak çabaları nafiledir. Tüm bu sindirme politikalarına karşı sokaklar işçi-emekçilerin, devrimcilerin, kadınların, gençlerin, öğrencilerin sesleriyle, eylemleriyle çınlamaktadır.
12 Mart 1995’te devletin 12 Eylül 1980 darbesiyle oluşturduğu korku duvarlarının yıkıldığını, sokaklarda yeniden barikat ateşlerinin yakıldığını, panzerlere karşı taş ve sopayla direnebileceğimizi gördük. Bu direniş sırasında şehit düşen yoldaşlarımızı güneşe uğurladık; anıları, mücadeleleri kavgaları bizimle.

Üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen Gazi Direnişi bize yol göstermekte, tıpkı 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gibi, tıpkı Gezi gibi. Bugün sokaklarımız, korku duvarlarını yeniden örmeye çalışan devletin ablukası altında. Yozlaşma, çeteleşme devlet eliyle beslenip, büyütülmekte; bununla beraber devrimci, demokrat kişi ve kurumlar başta olmak üzere, bir bütün olarak tüm mahalle topyekûn saldırı altında. Biz hatırlıyoruz; evinin balkonunda polis kurşunuyla vurulan 3 aylık bebek annesi Pınar Gemsiz’i, doğum günü kutlamasından dönerken hiçbir sebep olmadığı hâlde polisin kurşunuyla katledilen Barış Kerem ve Oğuzhan Erkul’u.

Bugün hepimize düşen görev, bir araya gelmektir. Haksızlığa, hukuksuzluğa, karanlığa, baskıya, zulme karşı sesimizi birleştirmek, ortaklaşmak ve cesaretle aydınlığa yürümektir.
Biz sizi örgütlü mücadeleye, direnişin parçası olmaya, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

Biz sizi Gazi Direnişi’nin 28. yılında 12 Mart’ta şehitlerimizin adını haykırmaya, direnişi sahiplenmeye, sokağa, eyleme çağırıyoruz.

Kaldıraç İstanbul

11 Mart Cumartesi | Saat:10:00
Alibeyköy, Çıksalın ve Feriköy Mezarlık Ziyaretleri (Araçlar Gazi Cemevi’nden kalkacaktır)

11 Mart Cumartesi | Saat: 19:00 | Panel
Yer: Gazi Cemevi

12 Mart Pazar | Saat:12:00
Gazi Cemevi önü’nde toplanma – yürüyüş – basın açıklaması – mezar başı anmaları

Solidarity cannot be stopped! – Istanbul Labor, Peace, Democracy Forces Earthquake Crisis Coordination

The rulers, who deliberately turned a natural disaster such as an earthquake into a massacre, did their best to prevent the solidarity of mine and construction workers, health workers, lawyers, engineers, women, students, old and young people who mobilized starting from the morning of the earthquake.

They showed their stance against the earthquake nakedly by blocking all the aid sent by the solidarity of the people, from tents to food parcels, by selling tents and food, and attacking solidarity centers and volunteers. They are trying to remove the earthquake coordination from Pazarcık to Osmaniye and from there to Antakya, and by threatening and detaining the volunteers, they are trying to prevent solidarity and prevent the people from taking their own destiny into their own hands.

At the point we reached today, everything from health to education, from basic vital needs to keeping evidences from being obscured in the earthquake-affected regions are done with the efforts of people who say “solidarity keeps alive”. Today, honorable people are still needed in order to build stronger solidarity in the region.

Primary health care services have collapsed in the areas affected by the earthquake. Volunteer health workers have been in the area since the first day, working village by village, street by street, in order to reorganize public health and primary care. Trying to prevent this is a crime against humanity.

Volunteer lawyers work day and night against those who try to create a great corruption in all damage assessment efforts, against the abduction of files by illegal structures, against the torture of people who have lost their lives and homes in the middle of the street by the state law enforcement officers. Trying to prevent this is a crime against humanity.

Revolutionaries, patriots, socialists, women and students continue to organize solidarity with the people against all these obstacles for the organization of the needs of the people, from tents to dry food, from infirmary to heaters. Trying to prevent this is a crime against humanity.

The real power is in the volunteers, who participate in voluntary search and rescue efforts despite all the obstacles of the state, take support trucks to the earthquake zones, organize the needs of the people, from electricity to water, shelter, food, and establish infirmaries for health; that is, the real power is in the people themselves! It is in human dignity that cannot be bought with money and cannot be silenced by threats.

As the Istanbul Labor Peace Democracy Forces Earthquake Crisis Coordination, we declare that we will not remain silent against the attempts to prevent the mobilization and solidarity of the people, and we call on the solidarity to grow.

March 3, 2023

A new future cannot be established without holding accountable those responsible of the massacre that came with destruction!

A new crime of the palace is revealed everyday as it sheds its crocodile tears and asks for forgiveness. As one day, it is revealed that children who were rescued from the earthquake were given to the dormitories of religious cults, the next day we learn that tents which were vitally needed after the earthquake were being sold. 

When the filth flows from all over the Palace Regime, the bourgeois opposition points to the day after the election to open a “clean page,” instead of insisting on asking for the account of the destruction. There is no tomorrow to be established without raising this demand of reckoning with this system, which condemned hundreds of thousands of people to death under debris. The death of at least 200 thousand people, the massacre and the subsequent dirt, cannot be swept under discussions of elections and candidates. If a human and honorable life will be established tomorrow, this will only be possible through the organized struggle of millions of millions of those who are mobilized at the first moment to heal their own wounds.

The question of how millions of people will meet their most basic vital needs is in front of us.

The question of the fate of thousands of children who lost their families is in front of us. 

The question of how to organize the process of reconstruction of destroyed cities by preserving historical demographic identities and without sacrificing cities to profit and looting is in front of us.

The question of how and when those responsible of this massacre, from the President to ministers, from the construction gangs to the municipalities, will face trial is in front of us.

Every debate that does not produce answers to these questions will help to throw soil on the real process.

The only way to prevent this is to transform the desire for solidarity, the anger that moves the millions into organization. 

All the social groups that acted from the first time moment of the earthquake should continue to enlarge the solidarity carried out with the earthquake zones and increase the struggle to hold accountable all those responsible.

We will never forget, we will never forgive.

March 3, 2023

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! / Deprem bölgesinden… 3-4 Mart 2023

25 gün önce, dayanışmayı büyütmek ve bu enkazdan yeni bir yaşam örgütlemek için, devrimciler, onlarca şehirden gelen gönüllüler ve Antakya halkıyla beraber kurduğumuz koordinasyon merkezimizde, dün, ilk kez geniş katılımlı bir halk toplantısı gerçekleştirdik.

Örgütlü bir dayanışmayla adeta yoktan var ettiğimiz ve bugün en temel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan günlük rutinlerimize kadar gerçekleştirdiğimiz yaşam alanımızı, ilk günden bugüne ilmek ilmek nasıl ördüğümüzü hatırlayarak ve hatırlatarak başladık toplantımıza. İlk günleri hatırlarken, bugün geldiğimiz noktada, verdiğimiz emeğin büyüklüğünü görürken, örgütlü bir dayanışmayla her şeyin, sadece bize bu yıkımın ortasında bir ev, bir mahalle olan bu alanın değil, istediğimiz, düşlerini kurduğumuz yaşamın örgütlenerek nasıl yaratılabileceğine tanıklık ettik.

Tam da bir gün önce, depremde halkı kendi kaderine terk eden devlet, Sevgi Parkı’nda günlerdir süren dayanışmaya müdahale etmek için kolluk güçlerini devreye sokarak halkı buradan tahliyeye zorlamışken, burada kurulan yaşamın anlamı ve bizi kurtaracak olanın yalnızca kendi kollarımız ve örgütlü dayanışmamız olduğu bir kez daha gözler önüne serildi.

Bizi ölümü terk eden ve hâlâ bize daha iyi bir yer ve yaşam alanı dahi vaat edemeyenlerin, kendi ellerimizle kurduğumuz yaşama da göz diktiği bu süreçte, burada yeni yaşamı kuracak olanların bu 25 günde yarattıklarından öğrenen Antakya halkının örgütlü gücü olduğunu bir kez daha gördük. Bugüne kadar dört bir yandan gelen gönüllülerle örgütlenen bu yaşamın içinde yönetmeyi öğrenen halkın, kendi emeğine sahip çıkması ve bu yaşam alanındaki tüm işlerde ve işleyişte daha aktif katılım alması gerektiğinde hemfikir olduk. İlerleyen zaman içinde, “gönüllüler buradan gittiğinde dahi bu yaşamı devam ettirmek adına kendi gücümüzü örgütlememiz gerek” diyen halkın, koordinasyon merkezimizdeki ortakça yaşamı sürdürmek ve tekrar tekrar inşa etmek için, buranın asıl özneleri olarak daha aktif rol almaları gerekliliği üzerinden işlerimizi planladık.

Aynı gün Akdeniz Mahallesi’ne gelip halka daha önce de gördüğümüz üzere boş vaatler yağdıran valiye karşı, “öyleyse şimdi acil ihtiyaçlarımızı karşılayın” diyerek, önümüzdeki günlerde bizi bekleyen hava şartlarına karşı palet, hijyen sorunlarına karşı çamaşır makinası ve hijyen malzemesi ihtiyaçlarımızın teminini talep etmek üzere, mahalleden 5 kişilik bir heyet oluşturduk. Ve halk toplantılarını belirli aralıklarla düzenli olarak sürdürme kararı aldık.

Ertesi gün, seçtiğimiz heyet, önümüzdeki günlerde bizi bekleyen hava şartlarına karşı acil ihtiyaç hâline gelen palet, hijyen ve su ihtiyaçlarının talebi için valiliğe görüşmeye gitti; ancak adeta terk edilmiş valilik binasında kendilerine muhatap bulmakta zorlandı. Depremin 25. gününde hâlâ su çekilmeyen çadırkentler, kaldırılmamış enkazlar varken, haftasonu olduğu için çalışmayan afet valisiyle görüşemeyince, vali yardımcısını bulup taleplerimizi iletti. Valilikten talep ettiğimiz ihtiyaçlarımız 300 adet palet, iki tane çamaşır makinası ve hijyen malzemeleri iken, akşam saatlerinde taleplerimize yanıt verdiğini söyleyen valilik bize 20 adet palet ve içinde bir miktar deterjan, ıslak mendil ve kolonya olan hijyen kolisi gönderdi. Bize vaat ettiklerinin sınırlarını bir kez daha görmüş olduk.

Derdimiz ortak, yaramız ortak. Öyleyse emeğimiz de ortak olmalıdır. Bizi kurtaracak olan dayanışmak, ortakça bir yaşamı inşa etmek ve emeğimize sahip çıkmaktır.

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Yıkımla gelen katliamın hesabı sorulmadan yeni bir gelecek kurulamaz!

Saray timsah gözyaşları döküp helâllik isterken her geçen gün yeni bir suçla deşifre oluyor. Bir gün depremden kurtarılan çocukların cemaat yurtlarına verildiği ortaya çıkarken ertesi gün deprem sonrası ilk elden ihtiyaç olan çadırların satışı bilgisi ortalığa saçılıyor.

Saray Rejimi’nin her yanından pislik akarken burjuva muhalefeti yıkımın hesabını sormak için ısrarcı olmak bir yana “temiz” bir sayfa açmak adına seçim sonrasına gün vermektedir. Yüz binlerce insanı enkaz altında ölüme mahkûm eden bu sistemle hesaplaşma talebini yükseltmeden kurulacak bir yarın yoktur. En az 200 bin insanın ölümü, yaşanan katliam ve sonrasında etrafa saçılan pislik, seçim ve aday tartışmalarının altına süpürülemez. Eğer yarın insanca ve onurlu bir yaşam kurulacaksa bu ancak kendi yarasını sarmak için ilk anda seferber olan milyonların örgütlü mücadelesi ile mümkün olacaktır.

Milyonlarca insanın en temel yaşamsal ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı sorusu ortadadır.

Ailelerini kaybeden binlerce çocuğun akıbetinin ne olacağı sorusu ortadadır

Yıkılan şehirlerin rant ve yağmaya kurban edilmeden, tarihsel demografik kimliklerinin korunarak yeniden inşa sürecinin nasıl örgütleneceği sorusu ortadadır.

Cumhurbaşkanından bakanına, inşaat çetelerinden belediyelerine bu katliamdan sorumlu kim var ise nasıl ve ne zaman yargılanacağı sorusu ortadadır.

Bunlara cevap üretmeyen her tartışma, her gündem gerçekte yaşanan sürecin üzerine toprak atmaya yarayacaktır.

Bunu engellemenin tek yolu biz milyonları harekete geçiren dayanışma isteğinin, öfkenin örgütlülüğe dönüştürülmesidir.

Deprem haberini ilk aldığı anda harekete geçen tüm toplumsal kesimler deprem bölgeleri ile yürütülen dayanışmayı büyüterek devam ettirmeli, tüm sorumlulardan hesap sormak için mücadeleyi yükseltmelidir.

Asla unutmayacağız, asla affetmeyeceğiz.

Dayanışma engellenemez! – İstanbul Emek, Barış, Demokrasi Güçleri Deprem Kriz Koordinasyonu

Deprem gibi doğal bir afeti, bile isteye katliama dönüştüren yönetenler, deprem sabahından başlayarak maden ve inşaat işçilerinin, sağlıkçıların, avukatların, mühendislerin, kadınların, öğrencilerin, yaşlı-genç seferber olan tüm halkın dayanışmasını engellemek için ellerinden geleni yaptılar.

Çadırlardan, gıda kolilerine kadar halkın seferberliği ile gönderilen tüm yardımları tekeline almak için engelleyerek, çadır, yemek satarak, dayanışma merkezlerine ve gönüllülere saldırarak deprem karşısındaki tutumlarını çıplak biçimde ortaya koydular. Pazarcık’tan Osmaniye’ye oradan Antakya’ya deprem koordinasyonlarını kaldırmaya çalışarak, gönüllüleri tehdit edip gözaltına alarak dayanışmayı, halkın kendi kaderini eline almasını engellemeye çalışmaktadırlar.

Bugün gelinen noktada depremden etkilenen bölgelerde sağlıktan eğitime, temel yaşamsal ihtiyaçlardan delillerin karartılmamasına kadar her şey “dayanışma yaşatır” diyen insanların emeğiyle yapılabilmektedir. Bugün bölgede hâlâ dayanışmanın daha güçlü örülmesi için onurlu insanlara ihtiyaç vardır.

Depremden etkilenen bölgelerde birinci basamak sağlık hizmetleri çökmüştür, toplum sağlığı ve birinci basamağın yeniden örgütlenebilmesi için gönüllü sağlık emekçileri köy köy, sokak sokak ilk günden beri alandadır. Bunu engellemeye çalışmak insanlık suçudur.

Tüm hasar tespit çalışmalarında büyük yolsuzluk döndürmeye çalışanlara karşı, usulsüz yapıların dosyaların kaçırılmasına karşı, evlerinden yaşamlarından olan insanların sokak ortasında devletin kolluk güçleri tarafından işkenceye uğramasına karşı gönüllü avukatlar gecesini gündüzüne katmaktadır. Bunu engellemeye çalışmak insanlık suçudur.

Çadırdan kuru gıdaya, revirden ısıtıcıya halkın ihtiyaçlarının örgütlenmesinde devrimciler, yurtseverler, sosyalistler, kadınlar, öğrenciler bir bütün olarak tüm bu engellemelere karşı halkla beraber dayanışmayı örgütlemeye devam etmektedir. Bunu engellemeye çalışmak insanlık suçudur.

Esas güç, devletin tüm engellemelerine rağmen gönüllü arama-kurtarmaya katılan, kamyonlar dolusu desteği deprem bölgelerine götüren, yıkılmış kentlerde elektrikten suya, barınmaya, beslenmeye, halkın ihtiyaçları için örgütlenen, sağlık için revirler kuran gönüllülerde; yani halkın kendisindedir! Parayla satın alınamayan, tehditle susturulamayan insan onurundadır.

İstanbul Emek Barış Demokrasi Güçleri Deprem Kriz Koordinasyonu olarak, halkın seferberliğini ve dayanışmayı engelleme girişimlerine sessiz kalmayacağımızı ilan ediyor, dayanışmayı büyütmeye çağırıyoruz.

3 Mart 2023

Örgütsüz “muhaliflik”, “risksiz eylem”, eylemsiz “söz”

Tolstoy, daha 1900’lere gelmeden, Çarlık Rusyası’nda, feodal soylulardan ve burjuvalardan oluşan egemenliği, çirkeflik olarak adlandırıyordu. Aslında o, yoksul köylülüğün sorunlarına odaklanmıştı denilebilir. Ama o denli sağlam bağlarla “gerçekçiliğe” bağlı idi ki, bu arada sistemin tüm çürümüşlüğünü de, müthiş bir edebî dille ortaya seriyordu. Belki kendisini de içine koyarak, insanın önündeki üç yolu tarif ediyordu. Birincisi, çirkefliğin bir parçası olmaktır. Bu, parababası ve egemen olamayacağınız için, bir anlamda, para kazanmak da içinde onların memuru olmak demektir. İkinci yol, ona göre, çirkefliğe karşı savaşmaktır. Bunun için “kahraman olmak gerekli” diye not ediyordu. Sadece Bolşeviklerden söz ediyor değildi, belki daha çok Narodniklerden söz ediyor olmalıdır. Ve eğer bu ikisini de yapamıyorsanız, o hâlde, her akşam içip sarhoş olmak dışında yol kalmıyor, diye not ediyordu.

Okuyucu beni affetsin, bunları “Canlı Ceset”te söylediğini ve birebir aynı kelimelerle aktarmadığımı not etmeliyim. Ama aşağı yukarı bu biçimdedir.

1800’lerin sonunda, sınıf mücadelesinde tutum, üstelik işçi sınıfı cephesinden bakmayan, büyük bir gerçekçi tarafından, bu biçimde ifade ediliyordu. Ya mücadele edeceksin -demek kendini yeterince kahraman görmüyor- ya bu çirkefliği, düzeni destekleyeceksin, bundan kesinlikle nefret ediyor ve ya da unutmak için içeceksin, içtikçe “doğruları” söyleyen kişiler kervanına katılacaksın.

Unutmak, görmemek, bilip de bildiğini göstermemek, duyup da duymamış gibi yapmak üzere, bol bol söz söylemek.

* * *

Emperyalizm çağında, 1870’lerden başlayarak, İngiliz emperyalizminin hizmetkârları, hem “üstün Anglosakson ırkı” teorilerini geliştiriyorlardı hem de bu burjuva kalemşörler, birer cellat gibi bilimin tüm dallarını doğramakla meşgul oluyorlardı. Tarihsel maddeciliği, diyalektik düşünceyi, bilimin zihin açıcı, ufuk açıcı sonuçlarını sınırlandırmak istiyorlardı. Metafizik okulu böyle kuruldu. Ve o günden başlayarak, sürekli olarak, bilime savaş açmış bir emperyalist ideologlar ordusu, bu iş için oldukça büyük efor sarf ettiler. Her gün, bilimi, diyalektik ve tarihsel maddeciliği, işçi sınıfının elindeki silahları yok etmek, hapsetmek için, çok paralar döktüler.

Onların sayesinde, bir kere daha öğrendik ki, “başlangıçta söz vardı.” Başlangıçtaki söz, bizim “devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz” vurgumuzdaki teoriyi ilgilendiren “söz” değildir. Söz, “başlangıçta söz vardı” formülünde her nedense kitaplarını “yazılı” olarak göndermeyen tanrının sözü anlamındadır. Mistik dünyanın, sözüm ona romancılarca, sanki dinden daha yüce bir şeymiş gibi hayatımıza sokulması anlamındadır “söz”.

Gerçekte, insan düşüncesi, insanın yaşamını sürdürebilmesi için gereken maddi malların üretimi ve biyolojik açıdan soyunu devam ettirme faaliyetleri içinde, giderek gelişir. Düşünce, içinden çıktığı bu günlük maddi zeminden zamanla kopar ve “görünenin” ardındaki gerçeği, hareketin yasalarını ele almaya başlar. Suyun bir hayatî içecek olduğunu bilmeden de su içebilen insan, zamanla su hakkında daha derin bilgilere ulaşır. Gece ve gündüzün birbirinin neden ve sonucu olmadığını, birbirini takip etseler de, aslında güneş ile dünya ilişkisinin bir sonucu olarak var olduklarını anlamaya başlar. Gece ve gündüz, karşıt olmaktan çıkar. İnsanın düşünce sisteminde gece ve gündüz karşıt diye sunuldu mu, hareketi ve bizim dışımızdaki gerçekliği temel alanlar, karşıtlığın “düşünsel dünya”dan gelmediğini, onun madde ve hareketten geldiğini söylemekten geri durmazlar.

Böylece, günlük bilinç, bilimsel ve sanatsal bilinç ile aşılmaya başlanır. Artık, “güneş doğdu” derken bir noktada yanlış bir şey söylediğimizi biliriz. Aslında güneş hiç batmaz. Avrupa’da “batar”ken, mesela Japonya’da “doğmakta”dır. Yine de günlük dilimizi kolayca değiştiremeyiz. Çünkü, çoğunluk, bilimsel düşünmekten uzaktır. Bu nedenle bilim ve sanat insanları, bu günlük bilinçten daha ileri düzeydeki bilimsel ve sanatsal bilinçle, yeniden günlük yaşama, değiştirmek amacı ile müdahale etmek zorundadırlar.

Elbette bu kolay bir iş değildir. Değiştirmek amacı olmazsa, anlamak da kolay olmaz. Değiştirmek, bir eylemdir ve etik-estetik sorunları da beraberinde getirir. Bu açıdan, eylemli sanatçının, eylemli bilim insanının buna uygun gelişkin bir etik ve estetik anlayışı da olur. Tersinden, etik ve estetik değeri kalmamış bilim insanı veya sanatçı kişi, aslında çürümüş sistemle, çirkeflikle bütünleşme çabasında demektir. Tolstoy’un sınıflamasında birinci gruptakilerdir. Biraz zeki iseler, para da kazanırlar. Ama ortada bilim ve sanat da kalmaz.

İşte bu nedenle, bu düzeyde bir kavrayış sahibi olmak önemlidir. Bilim ve sanat insanları, önce doğru “teoriyi” ortaya koymalı, sonra buna uygun bir eylem geliştirmelidir. Böylece, günlük pratikten gelmiş olan “söz”, ondan kopmuş ve şimdi o günlük pratik ile yeniden ve başka bir düzeyde ilişki kurmaya başlamış demektir.

Demek oluyor ki, “başlangıçta söz vardı”, aslında hem doğru değildir hem de bizim için bir konu olan söz ve eylemin birliği ile dirhem ilgili değildir. Tersine, “başlangıçta söz vardı”, İngiliz emperyalizminin altın çağında İngiltere’de yaratılan metafizik okulunun, bilimin gelişimine ve halka yansıyan etkilerine karşı savaş yürüten burjuva ideologlarının dini farklı bir tarzda yeniden diriltme girişimlerindendir. Onlar, dinin bu yeniden baştacı edilmiş hâline “felsefe” diyorlar. Hatta felsefe tarihinden, mesela Platon’u, Aristo’yu vb. bu mistik düşünce için kaynaklar hâline getiriyorlar. Öyle ya, herkese din, farklı biçimler altında gereklidir. Din, egemenin uyuşturma, yönetme aracı ise (inananlar için anlamından söz etmiyoruz), herkese üç kutsal kitaba dayalı yorumlar yetmeyebilir. Bu durumda, “felsefe” başlığı, birçok mistik düşünceyi savunmanın yolu olabilir. Ne de olsa, “söz” söylenmektedir.

Eğer sözler, ilginç olursa, hatta biraz da “anlaşılmaz-derin”liğe sahip olurlarsa, hani sisin arasında seçilen gölgeler gibi bir görünüp bir kaybolan hâlde olurlarsa, çok ama çok makbule geçer. Emin olun, emperyalist egemenler, bu konuda başarı gösterenlere epeyce para verirler. Çelişki bu ya, para, maddi bir itki olarak bu insanların “mistik dünya” için maddi çabalarını çok çok teşvik eder, ruhlarını şaha kaldırır.

Hikâye bu ya, adam, tüm dinlere yabancıdır ve dünyayı tanımaya çalışır. Kitlelerin toplandığı ibadethaneleri, sinagogları, kiliseleri, camileri dolaşır ve her birinde farklı ibadet şekillerini anlamaya çalışır. Kısa sürede, fark eder ki, hepsinde ortak bir yön var, her birinin tanrısı sınırsız güce sahip olsa da, her birinde, yapılacak işler için para toplanmaktadır. Bu hikâye gösteriyor ki, para, egemenlerin manevi dünya organizasyonları için, çok büyük bir teşvik edici güçtür ve yaratan bunu asla çözmemiştir.

Hayır, derdimiz, mistik düşünce sistemleri konusunu tartışmak değil. Derdimiz, Tolstoy’un önünde duran soruna, formüle ettiği şeye dönmek, oradan ülkemizdeki sınıf mücadelesinde bugün, insanın önündeki yolların, seçeneklerin ne olduğuna bakmak.

Sanırım bugün, bizim çağımızda doğup yaşayan insanların önünde üç seçenek var. İlki, içinde yer aldığımız, etrafımızı saran, gün be gün çürüyen ve tüm çürümüşlüğü insanım diyen herkese de bulaştıran sistemin, çirkefliğin, içinde yer almak. Bunun bir yolu, sizin parababası olmanızdır. Doğuştan burjuva sınıfın üst katmanı diyebileceğimiz tekelci sermayedarların ailelerinden değilseniz, bu durumda onların hizmetine girmeniz gerekir. Bu sadece devlet kademelerinde hizmetli olmak demek değildir. Günümüz tekelci kapitalizm dünyasında daha başka yollar da var. Mesela uyuşturucu baronlarının organizasyonuna girebilirsiniz. Ya da mesela mafyanın içinde yer alabilirsiniz. Mesela ülkemizde dinî tarikatların içinde yer almak da öyle bir yol olabilir. Kısacası bu çirkefliğin parçası olacaksınız ve iş aynı olmak üzere bunun çeşitli biçimleri var; basın, silahlı çete, yüksek devlet memuru olmak vb. Tabii burada da yükseleceksiniz ki para kazanasınız. Öyle ya, bu çirkefliği kuranların neden hizmetine giresiniz, para için. Öyle ise iyi para kazanamazsanız, o da sorun demektir. İkincisi, bu çirkefliğe karşı savaşmaktır. Bu 1800’lerin sonlarında olduğu gibi, şimdi de kahramanlık, cesaret, bilinç vb. ister. Eğer insan olmak, ezilenlerden, sömürülenlerden, işçi sınıfından yana olmak size bir anlam ifade etmiyorsa, zaten kahraman da olamazsınız. Üçüncüsü ise, sarhoş olmaktan geçiyor. Kimisi “felsefe” toplantılarında “mistik düşünce” içerek kendinden geçer, kimisi içki masalarında. Bileceksin ama biliyormuş gibi bunun gereğini yapmayacaksın. Bileceksin ama bildiklerin sende bir sorumluluk yaratmayacak. Bileceksin ama bilmeyeceksin. Öyle sarhoş olacaksın ki, kendinin bile gerçek olup olmadığını bilmeyeceksin. İçki masalarında bu daha “maddi” bir süreç olarak işlemektedir. İçiyorsun, unutuyorsun. Bazan kalkıp afra tafra yapıyorsun, sonra “ah kader ah” diyerek kendini sandalyene bırakıyorsun. Görüyorsun ama görmemiş gibi yapıyorsun. Çeşidi çok yani. Kimisi bildiğini unutuyor, kimisi doğru ve yanlışı ayırt edemez hâle geliyor, kimisi bildiğini gizliyor, kimisi ise bildiklerini çirkefliğe, sisteme karşı savaşanların umudunu kırmak, enerjilerini yok etmek için kullanıyor: “Ahh biz bu yollardan geçtik; siz mi devrimi yapacaksınız?” İşte bir bilen kişi! Ne biliyor? Kendisi devrimi yapamamış ise, kimse yapamaz. Demek ki, kendisi, en gelişmiş, zirveye varmış insan olmuş oluyor. Sadece “korkuyorum” dememek için, dün kendisinin de içinde olduğu mücadeleye küfrediyor.

Hastalıklı hâldir bu.

1

Bugün, bir toplumsal bunalım yaşanmaktadır. Bunalım, egemen sınıfı da, işçi sınıfını da, tüm toplumu sarmış hâldedir. Kitleler bu sistemde yaşamaktan rahatsızdır. Bir arayışları var, ama bu henüz öne çıkmış değildir. Demek, bunalım en derine henüz inmiş değildir. Ama yönü burasıdır. Yönetenler ise alışageldikleri metotlarla yönetemez durumdadırlar.

Ve işçi sınıfı, yönetilenler, tüm halk, büyük ölçüde devrimci politikaya uzaktır. Yani, örgütsüzdür. Zaten öyle olur. Doğası gereği böyledir, egemen sınıf örgütlüdür, en gelişmiş örgütü devlettir. İşçi sınıfı, devrimci sosyalizm bayrağı altında örgütlü değildir. Dahası, işçi sınıfı, ekonomik haklarını, sosyal haklarını, günlük haklarını savunmak için gereken sendikal örgütlenme de içinde, örgütlenmeden yoksundur, bu açıdan zayıftır. Belki bu başka bir ülkeye göre bir farklılık olabilir. Ama, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü gelişmiş olsa, işçi sınıfı bu toplumsal bunalımdan bir devrimle çıkmanın yolunu da bulur demektir.

İşçi sınıfının örgütsüzlüğünü saptamak, hatta bunu tüm detayları ile her açıdan ele almak, gerçekçi olarak masaya yatırmak önemlidir. Ama bunu yaptıktan sonra, her gün işçileri suçlamanın, kitleleri suçlamanın bir anlamı da yoktur. Bir fayda getirmez.

Bu koşullarda, sisteme karşı öfke, kendini bireysel biçimlerde ortaya koymaktadır. Bu “bireysel” biçimler, bugünkü Saray Rejimi’nden “sadaka” almak, borçlanmak, evde elektrikten, doğalgazdan tasarruf etmek adına donmak ve karanlıkta oturmak, ek iş yaparak hayatta kalmaya çalışmak, eşini dövmek, sevdiklerine ve aile fertlerine şiddet göstermek, intihar etmek vb. biçimlerde ortaya çıkıyor.

Bunlar sağlıksız tepkilerdir.

Giderek bu tepkiler, kendiliğinden eylemler şeklinde ortaya çıkmaya başlar. Bugün bu vardır. Bu kendiliğinden eylemlere bakıp, “a-ha başladı” diyen eski tüfeklerin, eylemler bitince “demiştim bu halktan bir şey olmaz” demeleri, kendi hâllerini teorize etme durumudur. Doğru bir tutum değildir, hastalıklı tutumdur. Kendiliğinden eylemler, sisteme karşı duyulan tepkinin, giderek bireysel tepkilerden çıkıp, ortak, sınıfsal tepkilere doğru evrilme hâlidir. “Evrilme” diyoruz, demek oluyor ki, hâlâ bireysel tepkiler varlığını sürdürür. Bu kendiliğinden eylemler, ne zaman örgütlü bir hâl alır ve ne zaman sınıf bilincine dayalı eylemlere dönüşmeye başlarsa, yani devrimcileşme gelişirse, işte o zaman, durumda bir değişim ortaya çıkmış olur.

Tüm bu süreç, sancılı bir süreçtir. Düz bir çizgi şeklinde sürekli ileriye gelişmez. Belki bir kuşbakışı ile eğilimin yönü görülebilir, ama günlük mücadelede bu, inişli çıkışlı bir yoldur.

Devrimci sosyalizm, bu hareketliliğin genel eğilimlerini doğru saptamakla yükümlüdür. Bu nedenle, her koşulda, direniş ve örgütlenme hattını öne koymak, devrim ve sosyalizm hattını öne koymanın pratik yoludur.

2

Ülkemiz 12 Eylül yenilgisini, SSCB’nin çözülmesini iki olumsuz süreç olarak yaşarken, aynı zamanda Kürt devriminin yükselişi gibi muazzam bir direnişi de yaşamıştır, yaşamaktadır. Bu üç süreç, çok farklı tipolojileri ve tutumları günlük mücadelede karşımıza çıkartmıştır, çıkartmaktadır.

Tüm toplumu saran bugünkü bunalımda, birçok farklı tutumun tarihsel temelinde bu üç süreç vardır.

Devrimci hareketin saflarında bir biçimde yer almış, ama yenilgiler sonrasında, uzun süre seyretmiş, kenara çekilmiş, düşüncelerini terk etmiş, devrime inancını kaybetmiş insanlar, bugün, gelişmekte olan devrimin şurasında, burasında harekete geçmeye başlamışlardır.

Birçok insan, bugün içinde yaşadığımız olağanüstü rejim, Saray Rejimi koşullarında, devletin baskısı karşısında geri durmakta, yalpalamakta, hatta kendi yaşam tarzlarına sımsıkı sarılıp devrimci hareketi “akılsız” çıkışlar yapma riskine karşı “önden” uyarmakta olduğunu sanmaktadır.

Kendi hâllerini “teorize” etme tutumudur bu.

Buna bağlı olarak, bazı “eylem” biçimleri ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır. Öyle ya, insan sonunda boş durmaz. Boş durmak, tanrılara mahsus bir hâldir. İşçiler dayak yerken, Gezi sürecinde gençler katledilirken, Saray Rejimi kurulurken, Diyarbakır Suriçi yerle bir edilip gerilla cesetleri sokaklarda sürüklenirken, Suruç’ta gençler, Ankara Garı’nda halk katledilirken, “sessiz” durmanın “eylemli” hâlleri de gelişmek zorundadır.

Bunlara şekilsiz eylemler de diyebiliriz. Çocuk tacizlerine karşı “siyah kurdele takma” eylemi, sokak köpeklerine vahşice davrananlara karşı “sosyal medya, tweet eylemi”, çoktan eskimiş tencere çalma, ışık söndürüp yakma eylemi bunlardandır. Elbette bunlar da bir çeşit “ses verme” hâlidir. Ama bunları yaparak; direnen işçilerin, kadınların, gençlerin polis karşısında barikatı aşamaması hâlini eleştirip, “bu halktan bir şey olmaz” sonucuna ulaşmak, kendini aşırı önemli addetmektir. Hastalıklı hâldir.

3

Denir ki, her devrimcide, her komünistte biraz anarşist ruh olmalıdır. Bu anarşist ruh, hastalıklara karşı vücudu sağlıklı tutmanın da bir yoludur.

Eylemsiz muhaliflik olmaz. Eylemsiz devrimcilik olmaz. Eylemsiz, söz ile yetinen bir devrimci tutum olmaz.

Örgütsüz devrimci mücadele, örgütsüz devrimcilik, bizim sol hareketimize, 12 Eylül yenilgisinin hediyesidir. Bu hediyeyi, paketi ile birlikte, süsleri ile birlikte reddetmek gerekir.

SSCB’nin yenilgisi, birçokları için, doğru ve yanlışın ortadan kalkması hâlini beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, mesela dünyanın her yerinde gelişen kitle eylemlerine bakıp, “ah ne güzel, lidersiz, öndersiz, örgütsüz” kitle eylemleri bir seçenektir, diyenler çıkabilmiştir. Oysa, devrim isteniyorsa, bir örgüte ihtiyaç vardır. Devrim kolektif bir iştir. En küçük bir oyunda bile bir organizasyon gereklidir. Karşımızda güçlü, merkezî, despot, örgütlü bir burjuva egemenlik var. Bu sadece bu ülkede değil, tüm kapitalist sistem için geçerli bir gerçekliktir. Egemenliği yıkacak, egemeni alaşağı edecek bir mücadele, nasıl örgütsüz bir zafer kazanabilir? Bunu söylemek, kendi korkularını, işçi sınıfına bir çözüm olarak dayatmak demektir.

Temkinlilik adına, örgütsüzlüğü, amorf yapılanmaları savunmak, kendini dayatmaktır. Devrim, işçi sınıfının önderliğinde, bu dayatmaları yerle bir ederek gelişmektedir. Erdoğan imzalı grev erteleme kararlarının yazılı olduğu kâğıt parçalarını yırtan işçiler, artık bu temkinliliğin işe yaramayacağını, işçi sınıfının bu sahte dostlardan kurtulmasının zamanının geldiğini göstermektedir.

Roman, bilimsel bir yazın faaliyetidir. Hikâye onun karikatür hâlidir ve işe yarardır. Ama masal, o işe yarar olmaktan çıkmıştır. Sözlü masalların savunucuları gibi, işçi sınıfına örgütsüz ve lidersiz bir mücadeleyi övmeye çalışanlar, olsa olsa masalcı teyzeler/dayılar olarak tarihe geçebilirler.

Eylemin öğreticiliği, tüm devrim sürecinin en önemli gerçeğidir. Eyleme geçmeyen, aklını da kapalı tutmaktadır. Kendi utanılası konumunu savunma tutumudur bu. Eylem, aklı açıyor. Her bir eylemden bir zafer beklemek, devrim sürecini, bu sürecin diyalektik işleyişini hiç ama hiç anlamamak demektir. Ama her eylem, bir derstir. Her direniş, büyük devrimci kalkışmaya çok farklı yollarla bağlanan bir adımdır, sürecin bir parçasıdır. Bu nedenle, direnişin içinde olmayan, onu seyretmekle yetinen, öğrenemez.

4

Biliyoruz ki, Saray Rejimi, tüm gücü ile saldırmaktadır. Zira, çok korkmaktadırlar. Egemeni bu korku sarmıştır. Saldırılarının nedeni bu korkularıdır. Bu korku, kökü derinde bir korkudur. Sınıflı toplumun tarihi kadar eski bir tarihi vardır bu korkunun. Ve yine, egemenin, ayakta kalabilmek, egemenliğini sürdürebilmek için saldırılarının da tarihi bir o kadar eskidir.

Bugün Saray Rejimi, her hak arama eylemine, her direnişe, en küçük bir soruya bile büyük bir şiddetle saldırmaktadır. TOMA’ları, copları, akrepleri, basını, yargısı, din adamları, tarikatları, mafyatik yapılanmaları, paramiliter güçleri ile açık bir iç savaş yürütmektedirler.

Bu bir gerçektir.

Ancak bilmek gerekir ki, buna karşı dinmeyen, sönmeyen bir direniş de vardır. Bu direniş, örgütlü, bilinçli, sosyalist hatta bir direniş olmayabilir. Ama her direniş, nihayetinde, sisteme karşı mücadelenin bir parçası hâlindedir.

Ve dahası, bilim bize gösteriyor ki, gerçekte, tarihsel olarak savunmada olan, bugün vahşice saldıran egemenlerdir, kapitalist dünyadır.

Saldırıda olan ise işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı, kadınlar, gençler bu saldırı hâlinin ne denli bilincindedir, bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama savunmada olan biz değiliz.

Bu saldırı, sistemi yıkmak, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak için yürütülen mücadelenin kendisidir. Bilmek gerekir ki, biz devrimciler sınıf savaşımını yaratmadık. Sınıf savaşımı bizim dışımızda var olan, sınıfların varlığına dayalı bir gerçektir. Bu toplumsal gerçek, biz içinde yer alalım ya da almayalım, sisteme karşı bir saldırıdır.

İşçi sınıfının zaferi, yani devrim ve sosyalizm mücadelesi, örgütsüz, amorf yapılarla zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının zaferi, sözle yürütülemez. Egemenleri ikna edecek “altın söz” yoktur. Egemen, kendi isteği ile egemenliğini bırakmaz. Tarihte bunun örneği yoktur.

Bu, mücadelenin açık bir gerçeğidir.

Bu nedenle, işçileri sokaktan, eylemden, direnişten uzak tutma girişimi, burjuva muhalefetin bir yaklaşımıdır. Bu burjuva muhalefet, Saray Rejimi de dâhil, sistemin ayrılmaz parçasıdır. Liberal sol, söylemlerle sistemi köşeye sıkıştıracağı hayalini kurmaktadır. Bu doğrultuda, sistemin kendi içinde “demokratik” dönüşüm yaşayacağı masalını işçilere anlatmaktadırlar. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılan bu liberal sol, işçi sınıfının sisteme karşı öfkesini bastırma işine soyunmuştur.

Her gün diktatörlük dedikleri sistemin, her gün anayasayı tanımadığını söyledikleri Saray Rejimi’nin, her gün hukuksuzluklarını sıraladıkları Saray Rejimi’nin, sözlerle köşeye sıkıştırılacağını söylemektedirler. Masalları budur. Saray Rejimi, bizzat sandıkları gömmüş, parlamentoyu devre dışı bırakmış, seçimleri hilelerle sonuçlandırmış, açıkça “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözleri ile hırsızlık ve hilelerini ilan etmiş iken, bunu defalarca yapmış iken, katliamlar yapmış iken, şimdi bu burjuva muhalefet ve liberal sol bize bir kere daha bu sistemin yasalarla devrileceği masalını anlatmaktadır.

Devrimci mücadele, işçi sınıfının nihaî çıkarlarının savunulması, amorf yapıların işi değildir. Bu, bilip de gerçeği gizlemektir. Bu tutum, görüp de gördüğünü saklamaktır, duyup da duymamış gibi yapmaktır. İşçi ve emekçilerden, halktan gerçeği saklamaktır.

Solu, işçi sınıfının eylemlerinden uzak tutma girişimidir.

Sözü olan, buna uygun bir eylemlilik içinde olmalıdır.

Eylemi olanın buna uygun bir örgütlülüğü olmalıdır.

İşçi ve emekçilerin çıkışı, devrimci sosyalizmdedir. Bu da devrimci bir örgütlenmeyi gerekli kılar. Elbette bu riskli bir yoldur. Deyim uygun düşerse kahramanlık ve cesaret gerektirir. Gerçeği söylemek de öyledir, gerçek bir eylemlilik, gerçek bir direniş hattı geliştirmek de.

Önümüzde zorlu bir sınıf mücadelesi vardır. Bugün bu mücadelede, işçi sınıfından yana saf tutmayanın, sosyalizm ve devrim davasına inanması bir anlam ifade etmiyor. Sosyalizm ve devrim, sözlerle gerçeklik bulamaz. İşçi sınıfının zaferi, sınıfsız bir toplum mücadelesinin zaferi, sadece tarihsel bir zorunluluk değildir, pratik mücadelenin de konusudur, günceldir ve olanaklıdır.

Olaylar, hurafeler, gerçekler

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, gerçek ile hurafeler birbirine karışıyor. Gerçek yerine “algı”lar geçiyor. Mesela, açlık, yoksulluk, ekonomik sıkıntı içinde yaşayan insanlara, iktidar, devlet, Saray Rejimi, tüm basını ile, tüm karanlık mekanizmaları ile, sorunsuz, başarılı ve toz pembe bir hayat çiziyor ve insanlar, kendi krizlerinin, kendi sıkıntılarının, kendi gerçekliklerinin bile “yanlış” olduğunu, “gerçek dışı” olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Biraz aklını yitirmemiş, aklını koruyabilmiş olanlar, bu kez, aslında yoksulluğun, işsizliğin, açlığın, kendi suçu olduğunu düşünmeye başlıyor. Öyle ya, her şey bu denli güzelse, TV kanalları, gazeteler, toplumun önde gelen kişileri, devlet yetkilileri, istatistik kurumları, resmî görevliler, profesörler, sanatçılar, hepsi yalan söylüyor olamaz ya, demek suç bende, diye düşünmeye başlıyor insan.

Kalkınıyoruz, “uçuyoruz ama kimse görmüyor”, dünya bizi kıskanıyor, kimse aç değil, işsiz yok, enflasyon öyle yüksek değil vb. Demek ki, “ben yanılıyorum, acaba deliriyor muyum” diye düşünmeden edemiyor insan. Her şey yolunda, ama nedense, benim ekmek alacak param yok, hiçbir şey harcamadığım hâlde, yemeğe para yetiremiyoruz, öğünleri küçülttüğümüz hâlde, yine de yetmiyor. Koskoca Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Hanım, öğünleri küçültün, dedi. Biz de zaten kedi maması ebadındaki lokmalarımızı ikiye böldük, ama yine de yetmiyor. Diyanet İşleri söyledi, çok yemek müsrifliktir, öbür dünyada hesabı sorulur, bizde yemeyelim dedik ama olmuyor. Öyle ise, “bende hata olmalı”, “ben başarısız, işe yaramaz bir kişiyim” diye düşünüyoruz.

En açık konularda bile, biz, kendi yaşadığımıza inanamaz hâle geliyoruz. Gerçek, artık bir anlam ifade etmiyor, “algı her şey”dir.

Bu elbette hastalıklı hâldir.

Bu hastalıklı hâl, herkese, toplumun tümüne egemen oluyor.

Burjuvazi, egemenler, artık tüm gerici karakteri ile düzenin sahipleri, kendi bunalımlarını halka bulaştırıyorlar. Sistem, kendi korkularını işçi ve emekçilere aktararak, kendi krizini işçi ve emekçilere aktararak, tüm toplumu kirleterek ayakta durmaya çalışıyor.

Doğrusu, sınıf savaşımını doğru anlamamak, kafaların karışması için önemli bir nedendir, zemindir. Sınıf savaşımını, sanki biz devrimciler var ediyoruz. Oysa öyle değil. Nasıl ki, hareket madde ile birlikte var, nasıl ki bizden bağımsız bir hareket ve maddi dünya var, aynı biçimde sınıf savaşımı da, biz devrimcilerden bağımsız olarak var. Yani, mesela sen, bu yazıyı okuyan devrimci yoldaşım, sen mücadele etmesen de, sınıf savaşımı var. Sınıflar var olduğu için var, sınıflar ortadan kalkıncaya kadar da var olacak.

Aslında biz devrimciler, kendi görevimizi, işçi sınıfının, sömürülen sınıfın, varlığı başka bir sınıfın varlığına bağlı olmayan çalışanların, emekçilerin iktidarı için savaşmak olarak tanımlarız. Bu, sınıfları ve elbette sınıf savaşımını da tüm yeryüzünden kaldırmanın biricik yoludur.

Herkes için “iyilik” dileyen “iyi kalpli insanların” dileklerini hayata geçirmenin yolunun, devrimci sosyalizm saflarında mücadele etmekten geçtiğini biliyoruz. Egemenlerin egemenliği, sömürü ve bundan gelen her türlü aşağılanma, iyi dileklerle yok olmuyor. Bunu biliyoruz ve bu nedenle, kendimizi zorlu ve tehlikeli bir mücadeleye atıyoruz.

Günlük yaşamı içinde işine gücüne bakmaya alışık, günlük yaşayan, toplumsal gerçekliği bilmeyen insan için, tüm bu kötülüklerin kaynağı “insan”dır. Oysa değildir. Tüm bu kötülüklerin kaynağı, insanın insan tarafından sömürülmesi, bunu kutsayan sistem, egemenlerin istekleridir. Egemenler, organize kötülük şebekesidir ve bu şebeke, egemenlerin iktidarı demek olan, onların baskı aygıtı demek olan devlet demektir. Devlet, toplumun ortak temsilini ifade eden bir makina değildir, tersine bir sınıfın diğer sınıfları bastırma aracıdır. Devlet, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.

Devlet, baba değildir. Devletin baba olarak sunulması, “algı yönetimidir.” Egemenler, bu bizim devletimiz, sizin değil dediklerinde, kendileri azınlık olduklarından, işçi ve emekçilerin, sömürülenlerin isyanını önleyemezler.

Egemenler, halkın önyargılarına, hurafelerine yatırım yapar, kendi gericiliklerini bunlarla beslerler. Böylece, sistemin devamını sağlamak isterler. Devleti, tüm toplumun devleti olarak sunarlar.

Maalesef, birçok “aydın”, birçok okuryazar, birçok solcu, bu algıdan kurtulamaz. Devleti doğru anlamamaktır bu.

Örnek mi? Bugünden verelim, uzaklara gitmeyelim.

TV kanallarına çıkıyor birçok “muhalif uzman” ve diyorlar ki, “böyle devlet yönetilmez”, “böyle devlet olmaz.” Ne demek istiyorlar? Şunu demek istiyorlar: Saray Rejimi, TC devletinin bugünkü olağanüstü örgütlenmesi, aslında çürümekte ve çözülmektedir. Bu nedenle, birçok kuralsız iş yapmaktadırlar. Olağanüstü dönemlere özgü davranışlar ortaya koymaktadırlar. Mesela, anayasayı çiğnemektedirler, mesela yargıyı kendi tekellerinde bir silah olarak kullanmaktadırlar, mesela polisi ve orduyu, egemenlerin çıkarları için halka karşı, işçi ve emekçilere karşı kullanmaktadırlar. Mesela seçilmişlerin yerine kayyum atamaktadırlar. Mesela yasaları tanımamaktadırlar vb. İşte bunlara bakan, bu iflah olmaz burjuva muhalifler, “muhalif uzmanlar”, “böyle devlet olmaz” diyorlar.

Peki nasıl olur?

Bizim “tüpçü”yü ele alalım. Demirören ailesidir. Milli Piyango artık onlardadır ve eskisi gibi bilet satılmamaktadır. Çünkü herkes biliyor ki, tüpçü, ne yapıp yapıp, hile üstüne hile yapmaktadır. Kumar oynatmaktadır ve gazino sahibi, kumarda ilave hileler yapmaktadır. Her zaman kasa kazanır, iyi ama bu tüpçüye yetmiyor. Çünkü tüpçü, kazancının bir kısmını Saray’a veriyor, Bilal Oğlan’a veriyor vb. Bu durumda tüpçü, Erdoğan’a verdiklerini çıkartabilmek için, kumarhane sahibi olarak, daha fazla hile yapıyor. Zaten hileli olan oyunu, tümden hileli hâle getiriyor. İnsanlar da, bu kumara girmiyorlar.

Gidip Milli Piyango bileti alanlar, yakında, bilet paralarını, her yılbaşında, zekât olarak tüpçünün hesabına yatırmalıdırlar.

İşte burada fitre ve zekât ayrımı önem kazanıyor. Zekâtlar tüpçüye, fitreler ise Saray’ın hesabına yatırılmalıdır. Zaten herkes IBAN numaralarını biliyor.

Şimdi bu durumu gören bizim okuryazar takımımızın (OYT) üyesi, “aaa böyle Milli Piyango olmaz” diyor. Diyorlar ki, bari, bizi usulünce yolun. Kaz yolmanın da bir adabı vardır diyorlar. OYT için büyük üzüntü kaynağıdır ve kendilerini hasta etmektedir. Oysa bu hastalığa neden olan durum, birçok insan için, Milli Piyango’ya para kaptırmaktan vazgeçmek anlamına da gelebiliyor. Buna sevinmek gerekir oysa.

Tüpçü, aslında, 1970’lerde, bir Rum işadamını (Rum ve Ermeni ise malına el koymak, TC devletinin genlerinden gelen bir tutum olduğundan normal karşılanıyor, yani olağandır) katlederek, devletin çeşitli kesimlerine, yargısına, siyasetçisine, bürokratına, generaline rüşvet vererek zengin olmuştur. Tıpkı, Ermeni ve Rum kıyımlarında, Süryani kıyımlarında yaşandığı gibi. Bunlar, elbette “vatan ve millet” adına yapılmaktaydı.

İşte şimdi, bu tüpçü, Milli Piyango’nun sahibi olmuştur. Zaten hileli olan Milli Piyango, baştan aşağıya hileli olmuştur.

Bu gerçeği görmeden, hakikatin ne olduğu ile ilgilenmeden, piyangoda hile var demek, böyle “devlet” olur mu demek ile aynıdır.

Şimdi tüpçü, Saray emri ile sahibi olduğu medyanın, ağırlıklı Doğan Medya’nın, iş görmez hâle gelmiş olmasına bakarak, bu görevden affını istiyor. Ve galiba tüpçü medya, Saray’ın emri ile, şimdi, Tosyalı Holding’e verilecek.

Bizim muhalifler diyorlar ki, “olur mu böyle şey?” Neden olmazmış? Çünkü hileli. İyi ama, dün hileli değil miydi?

Tosyalı, Saray Rejimi’ne kadar, bir soba borusu üreticisi idi. Şimdi, çelik sanayiinin en önemli aktörüdür, enerji işinde vardır. ABD emperyalizminin, burada kendine bağlı yeni sermaye sınıfı yaratma programının bir parçasıdır ve Erdoğan ailesinin kontrolündedir.

Öyle ise, şimdi o, “milli ve yerli” olarak, Saray medyasının bir yeni taşıyıcısı olabilir. Her ne kadar “haznedar başı” olmasa da, Saray cebi olarak işe yarayacaktır. Zaten o olmazsa, başkası olacaktır. Yeter ki Saray’ın emrinde olsun.

Demek oluyor ki, Saray medyası, emperyalist efendiler ile Saray’ın ortak organizasyonudur. Öyle sadece Erdoğan ailesinin de değildir.

Peki, ya böyle medya olur mu? Neden olmasın bay “ahlâk timsali” burjuva muhalif? Sen, kapının arkasında Saray destekçisi, devletçi, kapının önünde muhalif oluyorsun da, Saray medyası neden böyle olmasın?

Biri pislik üretiyor, tüm yönetim mekanizmasını açıkça pislikleri ile sergiliyor, diğeri ise bu pislikleri örtmeye, aslında bunun “iyisi” var demeye getiriyor. Acaba, hangisi daha kötüdür; organize suç şebekeleri mi, yoksa organize suç şebekelerine ahlak dersi verenler mi; hangisi daha tehlikelidir?

Medya böyle olmaz, peki nasıl olur? Mesela gazetecilerin haber yaptığı için öldürüldüğünü, hapse atıldığını, bu nedenle artık gazeteciliğin, tüm gerçeği söylemek için, her şeyi göze alarak mücadele etmesi gerektiğini mi savunur? Öyle ise buyurun. Ama bunu yapmazlar. Bunun yerine, daha usturuplu yalan mı söyler? Eskiden öyle yalan söylüyorlardı. Doğan Medya Grubu’nda iken, bunu daha “olağan” yöntemlerle yapıyorlardı. Şimdi, artık bu yöntemler yetmiyor ve onlar da her türlü karanlığı üretmek için, her türlü yalanı söylüyorlar. Siz, OYT, daha usturuplu yalan söylenmesinden mi yanasınız? Gerçekten yana değilsiniz.

Ülkenin her yanında açlık, işsizlik, yoksulluk, iş cinayetleri ve tüm bunlara karşı direnişler, grevler var. Siz bu grevleri mi savunuyorsunuz? Bu grev ve direnişlerin haberlerini bile yapmıyorsunuz.

Cumhurbaşkanı kararnamesi ile grevler ertelenirken, siz, “ülke çıkarı yalandır” diye mi yazdınız, siz grev yasaklayan belgeleri yırtan işçilerin eylemlerinden haberler mi yaptınız, siz işçilerden, direnenlerden yana mı oldunuz?

Bu mu sizin gazeteciliğiniz, bu mu sizin meslek onurunuz, bu mu sizin muhalifliğiniz, bu mu sizin dürüstlüğünüz?

Özgür Özel, çıkıp, Soylu’ya bağlı trollerden söz etti. Bu açıklamayı yapmadan önce, “bana bir şey olursa dosyayı üç kişiye daha verdim” dedi. Milletvekili, CHP’nin yöneticisidir. Ve açıklamalarına bakılırsa, başına bir şeyler gelmesinin normal olduğunu söylemektedir.

Oysa onun partisi, “devleti kurtarmaktan” söz ediyor. Halka diyorlar ki, “sakın sokağa çıkmayın, provokasyon olur ve olağanüstü hâl ilan ederler.”

Akılları mı yok, yoksa Saray’ın hizmetinde, devletin hizmetinde olduklarını mı ifade etmek istiyorlar? Elbette ikincisi. Ama devletin hizmetindeyiz deyip, bir de muhalif rolü oynamak, bir kaza kurşununa gitmek de demek oluyor. Bunu biliyorlar.

Bir milletvekilinin, Soylu trollerini açıklamak için, cuma gününe randevu verip, “bana bir şey olursa” diye önlem alması durumu “olağan” mıdır? Bu olağandır da, insanlar sokaklara çıkarsa, direnişe başlarsa olağanüstü hâl mi olacak? Bu olağanüstü hâl değil midir?

Saray Rejimi, bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir ve şimdi muhalif geçinen burjuva partiler, onların “muhalif uzmanları” bize bu hâlin olağan olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Durmadan tekrar ediyorlar; “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Sahi mi? Sahiden öyle midir?

Buraya geleceğiz.

Önce, trolleri konuşalım.

Özgür Özel, CHP’nin mücadeleci milletvekillerinden biridir. Bu nedenle, susturulacağını düşünüyor. Biliyor olmalıdır ki, onu susturmak için sadece Saray devrede değildir, CHP’nin derin devleti de devrededir. Sadece SADAT değil, Soylu çeteleri de, Atasagun çeteleri de, MHP çeteleri de devrededir. Bu nedenle, üç kişiye dosyalarını vermesi, umarız blöf değildir.

Ama “bana bir şey olursa” diye söze başlayınca, doğrusu, biz, daha ciddi belgeler açıklayacağını düşünmüştük. Çünkü Soylu trollerini herkes biliyor. Dahası var, bunu da herkes biliyor. Mesela Atasagun trolleri, mesela Diyanet trolleri, mesele Altun trolleri, mesela Külünk trolleri, mesela Pelikan trolleri ve daha başkaları yok mu? Hepsi bu mu?

8 bin kişilik bir trol ordusu, Soylu’nun emrindedir ve jandarma ile emniyetin sosyal medya hesaplarını yönetmektedirler.

Bunu açıkladı.

Bunu açıklayınca, Cumhuriyet gazetesi, “troller devlete sızmış” diye başlık attı. Zavallıcadır, gülünçtür. Soylu’nun çetelerinin devletin içine sızdığını söylemek, devleti kutsal ilan etmenin bir başka yoludur, devleti temize çıkartma girişimidir.

Dün Gülen Hareketi devletin içine sızmıştı. Sonra anladık ki, NATO mekanizması demek olan TC devleti, aslında Gülen Hareketi’ni devlet olarak örgütlemiştir. Şimdi, Erdoğan çeteleri mi devletin içine sızıyor? Şimdi anladık ki, Soylu trolleri, arkasında Ağar, Bahçeli, Atasagun, devletin içine sızmışlar. İyi de devlet kim? Bunlar devletin kendisidir. Troller, devlet örgütlenmesidir.

Saray Rejimi’ni doğru anlamamaktan kaynaklı bir yanılgı değilse bu; bilerek hedef şaşırtmak, devleti temize çıkartmaktır.

Troller, sadece Soylu’ya ait değil. Soylu’nun trolleri var, Altun’unkiler, herhâlde daha kalabalıktır, Pelikan trolleri var, Külünk’ün trolleri daha kalabalıktır. Diyanet’in trolleri daha da kalabalıktır.

Medyanın iş yapamaz hâle geldiği, her türlü yalan ve karanlık üretiminin artık işe yaramadığı, insanların o basını artık izlemez hâle geldiği yerde, sosyal medya için troller kurulması, devlet örgütlenmesidir, devlet refleksidir. Saray Rejimi budur. Yargı sistemi bunun bir parçasıdır ve hepsi tetikçidir.

Saray Rejimi, ABD emperyalizminin bölgemizdeki tetikçisidir. Bu tetikçi işini çok sevdiler. IŞİD çeteleri devletin içindedir. Tetikçilik sadece dışarıda işe yaramıyor, aynı zamanda içeride süren savaşın da tetikçilere ihtiyacı vardır ve yargısı ile, polisi ile, ordusu ile, tüm devlet mekanizması bu tetikçilerle iş yapmaktadır. Troller de bu tetikçi anlayışın içteki yansımasıdır.

Yani, troller devletin içine sızmadı. Devlet temiz bir mekanizma idi de, bunlar onu kirletmedi. Mesela tüpçü, hiçbir zaman temiz olmadı, şimdi kirli olması bir tuhaf durum değildir.

Cumhuriyet eğer haber yapacak olsa idi, Özel’in, “üç kişiye dosyaları bıraktım” demesini haber yapmalı idi. Bizim için değil, savundukları burjuva sistem için bu gerekli idi. Devletin içine sızmak, baştan aşağıya, eski devletin sahiplerinin ağzıdır.

Onlara göre, “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” İyi de bunun hiçbir dönem, hiçbir kelimesi, devlet hariç, doğru değildir.

Doğrusu, TC devleti, bir sömürge devlettir, ABD emperyalizminin, Batı emperyalizminin ortaklaşa sömürgesidir. Siyasal alanda NATO mekanizmaları ile ABD’nin, ekonomik anlamda ise Almanya başta olmak üzere AB’nin sömürgesidir.

Düne kadar, SSCB var iken, komünizm tehlikesi var iken, bu ortaklaşa sömürge hâli sorun değil idi. Şimdi sorundur. İşte bu nedenle, devletin her kurumunda çatışma vardır. İşçi ve emekçiler, bu çatışmanın tarafı değildir. İşçi ve emekçiler, devleti kurtarmak için değil, devleti yıkmak için göreve çağrılmalıdır. Çünkü, her güç, işçi ve emekçilerin düşmanıdır. Burjuva egemenlerin içindeki kavgalar, işçi sınıfının iktidarı alma hedefini değiştirmez.

Devlet laik midir? Sahi mi? Dün laik idi de, şimdi laik olmaktan mı çıktı? Hayır.

TC devleti, en başından beri, laik bir devlet olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı bunun kanıtıdır. Normal olarak burjuva anlamda laik devlette, devlet din adamları ordusu beslemez. Devlet, toplanan vergilerle din adamlarının parasını ödemez. Havralar, kiliseler, sinagoglar, tarikatlar, cemevleri devletten para almaz. Tersine, onlar, kendi mali sorunlarını kendileri çözerler. Diyanet İşleri Başkanlığı ve onun emrindeki 120 bin kişilik kadro, laik devletin göstergesi olamaz. Devlet, her dine eşit mesafede durur.

Bugün, dünden farklı olarak, TC devleti, dini daha azgınca kullanmaktadır. Bölgemizde, Ortadoğu’da üstlendiği tetikçilik görevine uygun olarak, İslam dünyasının liderliğini almaya çalışmaktadır. Bu açıdan, AK Parti iktidarı, dışarıda İslamî çetelere, IŞİD çetelerine yol açmakta, onlarla girift ilişkilere girmekte iken, içeride de daha İslamî bir günlük yaşam dayatmaktadır. Farklılık buradadır. Diyanet bir yana, tarikatların eğitim sistemine bir alternatif yaratacak şekilde 2 milyon çocuğun dinî eğitim yuvası hâline gelmesi, aslında tarikatların holdingleşmesi, mafyalaşması ile de uyumludur. Bunların devlet mekanizmasının içinde olması, yeni de değildir. 12 Eylül ile başlamıştır. ABD’nin, komünizme karşı Yeşil Kuşak Projesi ile İslam’ı kullanma girişiminin devamıdır. Farklılık buradadır.

Buna, bugünkü Saray Rejimi uygulamalarına bakıp da, “laiklik” elden gidiyor deyip, “eski” olanı savunmak, aslında, çok geri bir noktada durmaktır. TC devleti, tarihi boyunca hiçbir zaman laik olmamıştır. Bugün devletin dinî yaklaşımları daha da öne çıkmaktadır. Üstelik bu, sadece iktidarın uygulaması değildir, burjuva muhalefet de, tarikatlara “şefkat” ile yaklaşmak gibi politikalar belirlemektedir. Sanki, tarikatların onların şefkatine ihtiyacı varmış gibi.

Bir örnek olay var.

İsmail Saymaz’ın davasında gerçekleşiyor. Karşı tarafın avukatı, “namaz zamanıdır” diyerek ara istiyor. Hâkim, taraflara soruyor. Taraflar, özetle mahkemenin yöneticisinin hâkim olduğunu söylüyor. Hâkim, ara vermiyor. Avukat, öyle ise seccadem yanımda, burada kılayım, diyor. Bizim burjuva muhalefet, liberal solcularımız, tarikatlara şirin görünmek isteyen burjuva muhalefetimiz, konuyu, “bu da bir insan hakkı” diyerek ele alıyor. Böylece, yeni bir “insan hakları” başlığımız oluşuyor.

Ama bir Kürt annenin Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşma talebi, insan hakları başlığının içine girmiyor.

Din, kişi ile yaradan arasında bir ilişki olmaktan çıkartılıyor ve buna uygun olarak, yaşamın her alanında düzenleme talepleri, “normal” hâle getiriliyor. Oysa bir işçinin, bir kadının, bir LGBTİ+ kişinin, bir öğrencinin talepleri, mahkemelerce hiç düşünülmeden reddediliyor ve bunlara “insan hakları” diyen çıkmıyor.

Gerçek, bir kere daha karartılıyor ve bir kere daha “algı” öne çıkıyor.

Mesela Fincancı, kimyasal silah kullanıldığı yolundaki iddialar araştırılmalıdır, dediğinde, hiç tereddüt edilmeden hapse atılıyor.

Ve burjuva muhalefet, hiç utanmadan bu konuda sessiz kalıyor. Devlete zeval gelmesin anlayışı öne çıkıyor. Oysa, her zaman bir hekim, savaş suçları ile ilgilenmek zorundadır. Oysa her insan, insanım diyen herkes, savaşa karşı durmalıdır.

Ama konu, TTB Başkanı’nın açıklaması olunca, üstelik söylediği hiçbir şey yok iken, muhalefeti, açıkça Saray’a destek veriyor. Sözüm ona muhalif medya, Saray medyasından bir dirhem ayrı davranmıyor.

Gerçek, herkes için korkutucu oluyor.

Oysa o gerçeği savunamayan, o gerçeğe gözlerini kapatan, elbette ki Saray’ın karanlığına evet demek durumunda kalıyor.

Şimdi, tüm medya Fincancı’yı linç etmek için harekete geçmiştir ve harekete geçmiş olan sokak çetelerinin hedefi hâline getirilmektedir. Özgür Özel, “Fincancı’ya bir şey olursa” diye söze başlayarak, önlemler açıklamalıdır.

TTB, bir meslek örgütü olarak, barodan sonra, hedef tahtası hâline getirilmiştir. Ardından sırada mimarlar ve mühendisler odası olacaktır. Sendikacıların, odaların, tüm toplumsal muhalefetin Fincancı’ya sahip çıkması görevdir. Zira, ardından sıra herkese gelecektir.

Gazetecilik yapmakla övünenlerin, bir adım atıp, mesela Fincancı ile dayanışmaya gitmesi gereklidir.

HDP, meclisin üçüncü partisidir. Meclisin önemli olduğunu, seçimler konusunda bizim yanlış tutum aldığımızı, seçimleri önemsemediğimizi söyleyenlerin, kendilerinin meclisteki sandalyelerini artırmak isteyen solcu arkadaşlarımızın, meclisin üçüncü partisinin Hazine yardımlarından yararlanmaması için, daha bir karar yok iken, hesaplarına bloke konulmasını, öyle sıradan değil, açık olarak protesto etmesi gereklidir.

Gerçekte, biz seçimleri önemsemiyor değiliz. Burjuva parlamento da dâhil, her türlü legaliteden sonuna kadar, işçi sınıfı adına, devrim ve sosyalizm mücadelesi için yararlanmayı nasıl önemsemeyiz, tersine önemsiyoruz. Bu nedenle, orada bulunan her sol partinin, HDP’nin varlığını elbette değerli buluyoruz. Ama, biliyoruz ki, parlamentonun artık bir anlamı kalmamıştır. Parlamento, Saray Rejimi’nin bazı durumlarda kullandığı bir göstermelik organ hâline getirilmiştir. Buna rağmen, bu organın içinde olmak önemlidir, değerlidir. Orada etkili eylemler yapmak hâlâ mümkündür. Mesela KHK ile grev yasaklamasını dinlemeyen işçilerin o parlamentoda sesi olmalı ve yankılanmalıdır.

HDP’ye dönük saldırılar, orada yüksek sesle, olabildiğince cesaretle deşifre edilmelidir. Kürt illerine kayyum atanması sistemi, deşifre edilmelidir. Seçim güvenliği konusunda konuşurken, kayyum politikalarının ne demek olduğu anlatılmalıdır. Bunlar anlatılmadan, mesela İstanbul’a kayyum atanmasına karşı çıkmak mümkün değildir.

Saray Rejimi’nin tüm çıplaklığı ile anlatılması gereklidir.

Biz, Saray Rejimi’nin, devletin olağanüstü örgütlenmesi olduğunu söylüyoruz. Gerçek de budur. Bu rejime karşı, işçi ve emekçilerin direnişini desteklemek, bunu meclis kürsüsüne taşımak önemlidir.

Biz, burjuva muhalefetin, sandığa kadar bekle, sokağa çıkma, direnme, diyen politikasını eleştiriyoruz ve bunu eleştirmeye de devam edeceğiz. Zira bu politika, Saray Rejimi’ni güçlendirme politikasının devamıdır.

Devrimci hareketin, solun, seçimlere kadar beklemek gibi bir politikası, dolaylı da olsa olamaz. Direniş, sokaklarda, fabrikalarda, okullarda, işyerlerinde, tarlalarda başlar ve oralarda direniş gelişmeden, Saray Rejimi alaşağı edilemez.

Saray Rejimi’nin altılı masa ile alt edileceği, bunun seçimle gerçekleşeceği, doğru bir kabul değildir, yanlıştır, algıdır.

Saray Rejimi, suikastler ve yasaklamalar ile, kendi hukukunu dayatmaktadır. Bu iç savaş hukukudur. Kürtlere karşı süren savaş, aslında bu iç savaşın açık hâlidir. Oysa Batı’da da bu iç savaş örtülü hâlde vardır. Bunun ana nedeni, işçi sınıfı ve emekçilerin cepheden bir örgütlülük ile sisteme karşı duramıyor olmasıdır. Örgütlü direniş geliştikçe, bu iç savaş hukuku açıkça ortaya çıkmaktadır.

Belden yukarısı çıplak bir gencin arkadan vurulması bir örnek ise, bunu tamamlayacak bir başka örnek, Çorlu tren kazasında ceza yiyen ilk kişinin, kazada (cinayette) oğlunu kaybeden anne olmasıdır. Bu iç savaş hukukunun açık kanıtıdır. Grevlerin “ulusal çıkar”, “güvenlik” vb. adlarla yasaklanması, birçok ilde her türlü gösterinin sık sık yasaklanması, bu iç savaş hukukunun uygulamalarıdır.

Bunlara gözlerimizi kapattığımız zaman, gerçek ortadan kaybolmuyor.

Burjuva muhalefetin başını çeken Kılıçdaroğlu, birkaç kere, ağzından kaçırdı; devletle görüştüm, dedi. Bu cümle bize, devlet denilen şey konusunda bilgi vermektedir. Burjuva muhalefet, devleti kurtarmak gibi bir misyona sahiptir. Saray’ın baskı ve şiddetle halka yaymak istediği korku yeterli olmayınca, yasaklamalar, suikastler devreye girmektedir. Bunların yetmediği yerde, burjuva muhalefet, “sokağa çıkmayın iç savaş çıkar”, “eylem yapmayın olağanüstü hâl ilan edilir” tutumu ile devreye girmekte, korkuyu aşmaya başlamış kitleleri durdurmaktadır.

İlaç, gıda, inşaat ve enerji şirketlerinin hepsi birer kolluk kuvvetine sahip, mafyatik örgütlenmeler hâline gelmiştir. Bu koşullarda, sisteme karşı topyekûn bir direnişi örgütlemek, bunun için direnişleri desteklemek, örgütlemek ve büyütmek, gerçekte seçim güvenliği denilen şeyin garantisi olabilir. Elbette bunu yapabildiğimiz oranda, seçimlerden daha fazlasını da yapmış oluruz. Elbette ve ancak bu yolla, burjuva yasallığı işçi sınıfının yararına, devrimin yararına kullanabiliriz.

Burjuva muhalefetin muhalefet argümanları bellidir.

– Devlete troller sızdı.

– Devlette liyakat sistemi kayboldu.

– Siyasetçi-mafya-polis işbirliği.

– Paşalar, muhalefeti eleştirince Cumhurbaşkanı’nı alkışladı.

– Devletin valisi, AK Parti propagandası yaptı.

Bu muhalefet değildir. Bu “muhalefet”, devleti kurtarma ve halkın isyanını, işçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini önleme muhalefetidir.

Devlete kimse sızmadı, devletin kendisi budur. Saray Rejimi budur.

Devlette liyakat kaybolmadı. Rant-yağma ve savaş ekonomisinin gerektirdiği kadrolar göreve gelmektedir. Hırsızlık için en liyakatli kadrolar, hırsızlıkta sınır tanımayan cambazlar olur. Bunlara liyakatsiz demek doğru değildir, algıdır. Oysa bunlar, gayet güzel, nereden ne çalınır, rant nasıl ele geçirilir, yağma nasıl organize edilir, insanlar nasıl linç edilir, muhalifler nasıl susturulur, yargı nasıl bir silah olarak kullanılır ve benzerini gayet iyi bilen kadrolardır. İhale kanununu yüzlerce kere değiştirmek az iş midir? Tersine oldukça maharetli bir şeydir. Bir seferde, her türlü üçkâğıt için gereken yasal zemin hazırlanamıyor ki, her seferinde yeniden değiştiriyorlar.

Siyasetçi, mafya, polis işbirliği yeterli bir açıklama değildir. Devlet bu işleri bizzat organize etmektedir. Devleti bir yana bırakarak, bu süreçler açıklanamaz. İmamoğlu’na karşı dava da böyledir. Devlet, Saray Rejimi doğru anlaşılmazsa, tüm bunlar, liyakatsiz adamların kanunu çiğnemesi olarak ele alınır, ki bu doğru değildir.

Paşalar Cumhurbaşkanı’nı alkışlamış, valiler AK Parti propagandası yapmış üzerinden eleştiri, son derece yetersiz, son derece yüzeysel, Saray Rejimi’nin özünü kavramayan eleştirilerdir. Ve doğrusu bu eleştirilerle, burjuva muhalefet ancak ve ancak halkın direnişinin hedefini şaşırtmayı hedeflemektedir.

Gerçek çıplak olarak ortadadır.

TC devleti, Saray Rejimi ile bir olağanüstü, içinden geçilen döneme uygun bir örgütlenme yaratmıştır. Ve her işçi bilmelidir ki, bundan geri adım atmak istemeyeceklerdir. Bu nedenle, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin kendi kaderlerini kendilerinin yazmasının yolu, direniştir, örgütlü direniştir.

Başka bir yol yoktur.

Bu yol, sanıldığı gibi kolay bir yol değildir; bu doğrudur. Ama bu yol, diğer tüm yollara göre çok daha gerçektir ve çok daha kısa sürede sonuç alacak bir yoldur.

Devrimci sosyalistler, her koşul altında, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını savunurlar. Bu devrim ve sosyalizm çizgisidir ve bunu yapmak, gerçekliğe bağlı olmakla mümkündür. Devrimci sosyalistler, işçi sınıfına, ne kadar zor olursa olsun, gerçeği söylemek zorundadırlar.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...