Ana Sayfa Blog Sayfa 57

The common struggle of the peoples can stop the politics of war!

Many cities of Kobane and Rojava, which show that it is possible to resist and win against the raging and inhuman attacks of world’s reactionary forces, are bombarded with the claim of ‘security threats’.

The real ‘security threat’ of these geoghraphy is those who are the hitmen of imperialism and those who want to maintain their order based on looting, rent and war economy.

Workers, peoples, women’s desire for freedom and justice, their desire for a humane life is not in the policies of war, but in those who put this desire into practice by their own hands. These war policies can only be stopped by the common struggle of workers, peoples and women.

Kaldıraç

20.11.2022

Savaş politikalarını halkların ortak mücadelesi durdurabilir!

Dünya gericiliğinin azgın ve insanlık dışı saldırılarına karşı direnmenin ve kazanmanın mümkün olduğunu gösteren Kobane’nin ve Rojava’nın pek çok kenti ‘güvenlik tehdidi’ ile bombalanmaktadır.

Bu toprakların asıl ‘güvenlik tehdidi’ emperyalizmin tetikçiliğini yapanlar, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulu düzenlerini sürdürmek isteyenlerdir.

İşçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların özgürlük ve adalet isteği, insanca yaşam isteği, savaş politikalarında değil, bu isteği kendi elleri ile yazarak hayata geçirenlerdir. Bu savaş politikaları ancak işçilerin, halkların, kadınların ortak mücadelesi ile durdurulabilir.

Kaldıraç

20.11.2022

Cooperation Council of the Iranian Left and Communist Forces: “Let us strengthen the bastion of the revolution”

We received a message from ‘Cooperation Council of the Iranian Left and Communist Forces’ about Mahabad and ressistance. Here is the entire statement:

“Let us strengthen the bastion of the revolution for freedom and equality by supporting people’s revolutionary uprising in the cities of Kurdistan!

The repressive apparatus of the desperate regime of the Islamic Republic in Iran has surrounded the city of Mahabad with live bullets and shooting at the unarmed militant people. The Islamic Revolutionary Guard Corps (IRGC) have been sent from different cities to Mahabad to crush the resistance and brave struggle of the people’s masses that has continued in different cities of Kurdistan and to create a bloodbath in this city.

In the past two months, Kurdistan has become one of the bastions for the advance of the revolution to overthrow the Islamic Republic. Strengthen the bastion of the revolution for freedom and equality by supporting the revolutionary uprising of the people in the cities of Kurdistan.

We ask the militant people in Iran, the activists of the protests as well as committees and circles of local fighters who have advanced the revolutionary movement in different cities until now and who have been one of the main pillars of advancing the revolutionary movement throughout the cities of Iran, all the striking workers and teachers, the students, the activists of women’s movement, and all the honorable and freedom-loving people throughout Iran and the world to defend the people of Mahabad and Kurdistan and not allow the infernal repression apparatus of the Islamic Republic to achieve its goals.

With our solidarity and united fight, we can strengthen the revolutionary movement and help its advancement as much as possible and bring down the regime of repression, terror, torture.

Down with the capitalist Islamic Republic in Iran! Long live freedom; Long live socialism!”

Cooperation Council of the Iranian Left and Communist Forces
November 20th, 2022

Taksim’deki bombalı saldırı savaş politikalarının sonucudur!

13 Kasım günü, Taksim/İstiklal Caddesi’nde gerçekleşen bombalı saldırıda, 6 insanımız hayatını kaybetmiş onlarca insanımız ise yaralanmıştır.

Savaş tetikçisi TC Devleti çözülüyor, bu bilinen bir gerçektir. Bu gerçeğin üstünden her ne kadar atlanılmak istense de, çözülüşünün içinde halklara karşı uyguladığı her saldırganlık toplumun hafızasında tazedir. Kitlelerde 7 Haziran-1 Kasım’ın hatırlara gelmesinin bir yanı budur, bir yanında da seçimleri beklemeye kurulu Saraylı muhalefetin telkinleri bulunmaktadır.

Bu ülkenin egemenleri, Suriye’de, Libya’da ABD’nin tetikçiliğini yapanlar, bir laboratuvar virüsü gibi üretilen IŞİD’in ev sahipleri, El Nusra’nın eğit-donatçıları, her biri bir başka isimle beslenen onlarca çetenin hamileridir.

Yağma-talan, tecavüz, katliamlarla anılan bu çeteler ile egemenlerin, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları da bizlerin kanıyla gidermekten çekinmedikleri bilinmektedir. Daha önce Reyhanlı’da, Sultanahmet’te ve yine Taksim’de olduğu gibi bu katliam çetelerinin saldırıları gerçekleşmiştir.

Reyhanlı’da patlamadan sonra “Benim 52 Sünni vatandaşım öldü” diye çeteleri hizaya çekmek isteyenler, dün de “çiziktir, sıyrıktır” demiştir.

Kendi korkularını halklara bulaştırmak isteyenler, halkların mücadelesini kendilerine düşman görenler, bu çeteleri sadece “dışarıdaki” savaşta değil, “içeride” de bugüne kadar Diyarbakır’da, Suruç’ta, 10 Ekim Ankara katliamlarında da olduğu gibi kullanmaktan çekinmemiştir.

Egemenlerin savaş politikalarından halklara, kan, gözyaşı ve daha fazla sömürü dışında bir gelecek çıkmaz. Katliamların sorumlusu bölgemizi kan gölüne çeviren emperyalist merkezler ve onların bölgedeki işbirlikçisi devletlerdir.

Saray Rejimi, dökülen her bir damla kanın sorumlusudur.

İşçi-emekçilerin, halkların savaş politikaları ile daha fazla hayatını kaybetmemesi için, savaş politikalarına karşı direnmek, bu sömürü ve savaş düzenine karşı ortak mücadeleyi büyütmek, “işçilerin birliği, halkların kardeşliği”ni adım adım örmek için örgütlenmekten başka bir yol yoktur.

14 Kasım 2022

DİSK Limter-iş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı ile röportaj: Asgarî ücret aslında toplumsal bir toplu sözleşme

Kaldıraç: Her gün yeni veriler açıklanıyor. İşsizlik rakamları, sendikalara üye işçi sayıları, yoksulluk sınırı, enflasyon, zamlar ve daha fazlası. Asgarî ücrete ise uzun zaman sonra ilk defa bu sene 6 ayda bir zam yapıldı. Tüm bunlarla beraber, işçi sınıfımız için yeniden bir asgarî ücret tartışması süreci başladı. Peki bugün sınıfımızda durum nedir?

Kanber Saygılı: Hem ekonomik hem siyasal hem ideolojik hem pratik tartışmaların aslında bir bütün olarak, birbirlerine bağlı olarak etkilediklerini düşünüyorum. Verili koşullarda karşımızdaki gücün, emperyalist kapitalist gücün durumunu, aynı zamanda kapitalizmin hangi koşullarda bu politikayı uyguladığı ve işçi sınıfı, aynı zamanda emek örgütlerinin hangi koşullarda bu meseleyle muhatap olduğuyla ilgili. Bunun kısaca altını çizmek isterim.

70’lerden günümüze neoliberal politikaların uygulandığı bir süreçten geçiyoruz. Ve dünyada işçi sınıfı, ezilenler adına çıkarılan sesler yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Birincisi, 2022 yılının çeyreğinde, özellikle 21. yüzyıla girerken “Yeni bir dünya istiyoruz. Yeni bir dünya mümkün” şiarı ve sloganları durduk yere söylenen, atılan sloganlar değil. Çünkü neoliberalizmin artık çıkmaza girdiği, bu politikaların iflas ettiği bir süreçteyiz. Bunu hem dünyada hem de ülkemizde görüyoruz. İkincisi, emperyalist küreselleşme dönemindeyiz. Üçüncüsü, kapitalizmin varoluşsal kriziyle karşı karşıyayız. Yani emperyalist kapitalizm artık kendi kendisini üretemiyor.

Kapitalizm, 1800’lü yıllarda, 1900’lerin başında tekelci döneme geçti. Daha sonraki süreçlerde ise Sovyetler’in kurulması, sosyal devlet politikasına geçiş, 1970’li yıllardan sonra da neoliberal politikaların uygulanması süreci yaşandı.

En azından benim görebildiğim kadarıyla emek örgütleri, siyasal kuvvetler, sendikal örgütlenmeler bakımından bu yeni duruma uygun bir politikanın ve pratiğin uygulanması söz konusu değil. Kapitalizmin varoluşsal krizleri koşullarında, yani kapitalizmin kendisini üretemediği koşullarda sistem kendiliğinden yıkılmayacak. Bu çelişkileri kendiliğinden bertaraf etmeyecek. Peki bu durumun içinden nasıl çıkacak: Daha büyük bir saldırganlıkla. Emeğin haklarını daha kırparak, doğaya saldırarak, yıkımlar yaparak, yeni yeni toprak işgalleriyle, savaşlarla bu işin içinden çıkmaya çalışacak. Dolayısıyla aslında kapitalizm düne göre daha elverişli koşullarda değil.

Asgarî ücret durumu söz konusu olduğunda, asgarî ücreti tek başına ele alıp buradan bir değerlendirmeye gitmekten ziyade bunu daha birleşik düşünmek lazım. Mesela emeğe yönelik saldırılar var, sisteme karşı olan ekoloji mücadelesi var, kadın mücadelesi var, aynı zamanda ezilen ulusların mücadelesi söz konusu kendi coğrafyamıza baktığımızda. Tümünü kapsayan “bir birleşik mücadeleyi nasıl yürütebiliriz”, “nasıl karşımızdaki gücü bertaraf edebiliriz” üzerinden baktığımız zaman aslında daha elverişli koşullarda olduğumuzu düşünüyorum.

Dolayısıyla asgarî ücrete bu eksende bakmak gerekir. Asgarî ücret aslında toplumsal bir toplu sözleşme. Toplumsal bir toplu sözleşmeye de toplumsal olarak bakmak gerekiyor. Yani toplumsal olarak bakmak ve toplumsal bir karşı duruş örgütlemenin yol ve yöntemlerini aramak lazım. Birtakım istatistikler çıkarılıyor, Türk-İş de bunu çıkarıyor. Açlık sınırının 7 bin TL’nin üzerinde olduğu, yoksulluk sınırının 20 bin TL üzerinde olduğu gibi. Şimdi birincisi burada kıstası neye göre alacağız? Yoksulluk sınırına göre mi alacağız, açlık sınırına göre mi alacağız? Bunu teknik bir konu olmaktan çıkarmak gerekiyor. Peki bu eksende düşünmek ve tartışma yürütmeyle biz bunu nasıl kazanabiliriz?

Tabii kapitalizm koşullarında her şeyi kazanabiliriz demiyorum ama kapitalizm koşullarında da kazanacağımız şeyler var. Asgarî ücreti açlık sınırının biraz daha fazlasını almak üzerinden düşündüğümüz zaman burası bir çıkış yolu değil. Burası bir çıkmaz sokak. Fakat daha büyüğünü alabilmek için söylediğim gibi daha toplumsal ve birleşik mücadele yürütmek gerekiyor. Bunu sadece sendikaların, konfederasyonların üzerinden düşünmemek gerekiyor. Biz zaten Hak-İş ve Türk-İş’i biliyoruz. Devletle gizli anlaşmalar yapmaktalar. Daha öncesinde birtakım anlaşmalar yapıldı, kararlar alındı. Daha sonra da televizyonun, basının karşısında çıkıp bunlar ilan edildi. Dolayısıyla biz bunun dışında -Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı sendikalar gerçekten birlikte hareket etmek istiyorlarsa tabii ki bunun bir mahsuru yok- emekten yana tüm siyasal kuvvetlerle devrimci, ilerici, sosyalist, yurtsever tüm ilerici kuvvetlerle birlikte yürümek, saymış olduğum ekolojistleri, kadınları bu işin bir parçası hâline getirmemiz gerekiyor. Sendikaların bu işin merkezinde durmasında da bir sorun yok.

Memleketin 3’te 2’sinin işçileştiği bir ülkede mücadele ediyoruz, yaşıyoruz. Neredeyse bu ülkenin hemen hemen bütününe yakını işçileşmiş, emekçileşmiş, işsizleşmiş, yoksullaşmış. Bununla karşı karşıyayız. Diğer bir şey de şu: “Bunu yapabilir miyiz,” yapabiliriz.

Çünkü hem halkla devlet arasındaki çelişki hem emekle sermaye arasındaki çelişki arttı. Zenginlik bir arada toplandı, yoksulluk bütün topluma genişledi. Dünyada da gelişmeler bu yönde. Dolayısıyla bu işin muhatabı durumunda olanlarla beraber -yani bir konfederasyon, sendika bu işin merkezinde durabilir- herkesi bu işin bir parçası olarak düşünüp hareket etmeliyiz.

DİSK bu zamana kadar ciddi bir mücadele yürüttü değil mi? Fakat bunların yetersiz olduğunu, özellikle DİSK bakımından söylüyorum. DİSK zaten masaya çağırılmalı. Masaya çağırılmaması bile başlı başına bir sorun. Masaya gitmek, orada düşüncelerimizi ifade etmek, bunun için mücadele edebilmek için önceden bunun bir mücadelesini yürütmek gerekir. Bu da yasalara dayanarak, sadece yasal sınırlar içerisinde olmaz.

Dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini etrafında toplayan, fiilî meşru mücadeleyi öne koymak gerekir. Zaten işçi sınıfının rolü de bu. İşçi sınıfı önderlik edecekse; sen toplumun diğer kesimlerinin taleplerini kendi bayrağına yazmadığın, onları bayraklaştırmadığın zaman, onlar için mücadele etmediğin zaman ya da onları kendi etrafında toplayacak bir mücadele yürütmediğin koşullarda, işçi sınıfı da zaten rolünü oynayamaz. Sendikalar da siyasi partiler de rolünü oynayamaz.

Tabii en büyük dezavantajlarımızdan bir tanesi sosyalist hareketin işçi sınıfı içindeki gücünün zayıflığı. Ve işçi sınıfında emek cephesi çağrıları karşılığını bulmadığı koşullarda, söylemiş olduğum perspektif ile hareket ettiğimiz zaman çok kısa süre içerisinde sonuç alınmasa bile sonuç alacaksak buradan doğru alacağımızı düşünüyorum.

Bir şey daha eklemek isterim. Emek alanında da çelişkiler o kadar çok yoğunlaşmış ki; iş cinayetleri, işsizlik, düşük ücret, toplu sözleşmeler, uzun çalışma saatleri, mültecilik, göç… Yani işçi sınıfı içerisinde de çelişkilerin alabildiğine yoğunlaştığı, büyüdüğü koşullar var. Bunları da hesaba katarak buradan bir mücadele yürütmek gerekir. Bunun için de sadece basın açıklamaları yetmiyor, bunu görüyoruz. Buradan birilerine mesaj vermek anlamında söylemiyorum ama hakikaten gerçekçi olmak lazım. Çıkmazlarımızı görmek lazım. Şimdi bizim, bu patronlardan ve siyasal iktidarlardan sadece basın açıklaması ile haklarımızı almamız, hakikaten mümkün değil.

İşçi sınıfının bütün sorunlarını toparlayan ve asgarî ücret söz konusu olduğunda, bu aynı zamanda insanca yaşam için bir ücret, dolayısıyla insanca yaşamak, insanca çalışma koşulları için genel grevi, direnişleri, fiilî meşru mücadeleyi öne koyan bir hatta yürümemiz gerekiyor. Ancak böyle hakkımızı alabiliriz. Çünkü yılların deneyimi ortada, yıllardır yürütülen mücadelenin getirdiği yani bizim getirdiğimiz mücadele ortada. Hangi yol ve yöntemlerle ilerlersek karşımızdaki gücü bertaraf edebiliriz, haklarımızı alabiliriz? Bunlar çok ortada olan şeyler. Bunu bu zamana kadar yapamamış olabiliriz. Bu konularda eksikliğimizi görmemiz lazım. Kendimizi abartarak bu işin altından, bu sorunların altından kalkmamız söz konusu değil. Bir de önümüzdeki süreç, siyasal iktidarın ve patronların hem iktisadî hem siyasi hem politik hem ideolojik çok kapsamlı bir saldırısı ile özellikle fiilî saldırılarıyla karşı karşıya kalacağımız bir süreç. Dolayısıyla buna karşı mücadelemizin bu hattan yürümesi gerektiğini düşünüyorum.

Özellikle pandemi sürecinde iyice ağırlaştırılan koşullar, kısa çalışma ödeneği ile günde 39 liraya mahkûm edilen milyonlarca işçi ve yine günde 500 işçinin kod29’la işten atıldığı bir süreç yaşandı. Ancak bunlarla beraber pandemi sürecinde de başlayan, daha sonra bu senenin başında Ocak-Şubat’ta binlerce işçi direnişteydi. Yine geçtiğimiz aylarda birçok işyerinde direnişler vardı, içlerinde hâlâ sürenler de var. Bu direnişler bize ne gösteriyor? Bu direnişlerden ne öğrenmeliyiz?

Direnişlerin önemli bir çoğunluğu geleneksel sendikalardan bağımsız gerçekleşti. Bu tabloyu nasıl okumalıyız?

Söylediğiniz gibi, o koşullarda sendikal hareket bir bütün olarak işçilerin sorunlarına karşı ciddi bir mücadele yürütememiş olsa da işçilerin direnişleri hiç durmadı. Belirttiğiniz gibi Ocak-Şubat aylarında 100’ün üzerinde direniş oldu ve bu direnişlerin önemli bir kısmı sendika olan yerler değildi. Aslında bu bir eğilim. Şöyle bir eğilim; birincisi işçiler ekonomik anlamda kıskaca alındı, ikincisi yasaların uygulanmadığı bir memleketteyiz Ve bu sıkışma patladı. Sıkışma işçi sınıfını ister sendikalı, ister sendikasız olsun işçileri harekete geçirdi. Buradan çıkarılması gereken şey bence şu: Sendikal hareket kendisini şöyle görmeli yani bizim dışımızda da şahittik. Bir sendikanın örgütlenmiş olduğu alanda patronlar sadece işçileri işten atmıyor. Burada aslında bu direnişler bize şunu gösteriyor. Sendika adına konuşacak olursak bize “Harekete geçin” diyor yani. “Biz harekete geçiyoruz, biz örgütlenmek istiyoruz, haklarımız için mücadele etmek istiyoruz” şeklinde bir mesaj. Bizim buna ne kadar karşılık verdiğimiz önemli, biz buna kayıtsızız. Herkes şöyle düşünüyor, herkes kendi kapısının önünü temizlemeye çalışıyor, fakat saldırı her taraftan geliyor ve her tarafı toz duman ediyor. Yani toplu sözleşme yapmış olan sendikaların da zaten mevcut durumu koruma şansları yok. Kendisini güvencede hissedenlerin, TİS yapanların yani sendikalı olanların da kendilerini güvence altına alabilmeleri için, güvencesizleri örgütlemesi gerekiyor. Örgütsüzleri örgütleyemediğin koşullarda sermayenin saldırganlığının sınırının olması söz konusu değil. Birçok yerde TİS yapılmasına rağmen uygulanmıyor. Birçok yerde sendikalaştığın zaman işten atma oluyor. Dolayısıyla bu topyekûn saldırıya karşı; işçilerin kendiliğinden hareketini, hak arama mücadelelerini, direnişlerini birleştiren ve oradan bütünlüklü bir karşı koyuşu örgütlemen gerekir. Bunun zemini var. Bunu birleştirme noktasında hareket edilmiyor, bunu denemek lazım. Başarır mıyız, başaramaz mıyız; denemek lazım. Ki denendiği zaman başarıya ulaşacağına ben inanıyorum.

Asgarî ücrete geçen sene toplamda %80 zam yapıldı ancak bu zamlar bildiğiniz gibi hayat karşısında hızlıca eriyor. Bunu engelleyecek bir asgarî ücret mücadelesi mümkün mü? Ücretlere zam ile hayatın ucuzlatılması arasında nasıl bir bağ kurulabilir?

Şöyle bir sorunla karşı karşıyayız: Geçinemiyoruz, barınamıyoruz ve işsiziz. Şimdi tabii bizim zamlara karşı, iş cinayetlerine karşı taleplerimiz olmalı. Mesela geçtiğimiz günlerde vergiyle ilgili DİSK’in yürüttüğü bir çalışma söz konusu. Alternatifler tabii ki olmalı. Bir de bu ekonomi savaş ekonomisi. Yani bundan azâde bir şey düşünmemek gerekir. Mesela vergileri indirelim, tamam, ama bunu derken savaşa karşı bir şey de söylemek zorundayız. Çünkü savaş bizim cephemizdekini alıp götürüyor demek lazım. Emeğimizi, alınterimizi alıp götürüyor. Özellikle coğrafyamızda bu çok elzem, çok temel bir konu. Diğer tarafta doğamıza saldırılıyor, mesela asbestli gemi geliyor. Doğayı da kirletiyor ama işçi sınıfını da zehirliyor. Kadınların, ekolojistlerin de mücadelesi var. Burada şöyle bakmazsak birtakım kırıntılar vermeleri mümkün. Biraz önce söylediğim gibi 2023 yılının başında uygulanan asgarî ücret bugün 6 ay önce verilen ücretlerin çok daha altında olacağı gibi yarı yolda buharlaşacaktır. O zaman şöyle yapmak zorundayız. Demin asgarî ücret konusunda konuşurken toplumun tüm kesimlerine yarayan, toplumsal bir sözleşme bu. Toplumun tüm kesimleri derken bu konuya en duyarlı kesimleri bu mücadeleye kattığımız oranda bunu toplumsallaştırabiliriz. Bir “genel grev genel direniş”e dönüştürebiliriz. Bu perspektifimiz olmazsa, yani biz ekolojistlerle, savaşa karşı olanlarla, kadınlarla, öğrencilerle, gençlikle beraber hareket etmezsek, bunu kapsamlı bir program hâline getirip buna karşı mücadele yürütemediğimiz koşullarda gelmiş olduğumuz aşamada, siyasal iktidarın da saldırganlığını görüyorsunuz; Şebnem hocamız… Bir bilim insanı, tabiplerin onurunu temsil eden, Hipokrat yeminine uyan, çok bilimsel bir şey söyledi yani. Bu bize şunu da gösteriyor, bu aynı zamanda devletin ve patronların önümüzdeki günlerde işçilere vereceği ücretlerin hem ne kadar olacağını hem de buna karşı mücadele edenlerin nasıl bir saldırganlıkla karşı karşıya kalacağını gösteriyor. Yani bir şey kazanmak istiyorsak, bu asgarî ücret söz konusu olduğunda bu insanca yaşama hakkımızla ilgili bir şey o zaman buna karşı daha ciddi düşünmeli. Tamam taleplerimizi sıralayalım ama bu taleplerimiz patronlar, iktidar tarafından karşılanmaz. Ki bu devletle olan bir sözleşme. Dolayısıyla buna karşı ciddi bir mücadelenin yol ve yöntemini düşünmemiz, tartışmamız, konuşmamız gerekiyor. Tıpkı seçimler döneminde halkın politikaya katıldığı gibi bu süreç de işçilerin politikaya katıldığı bir süreçtir. Gözünün, kulağının toplu sözleşmelerde olduğu bir süreçtir. Bu bizim açımızdan büyük bir avantaj. Buradan hareketle, bu taleplerimiz kabul edilmediği koşullarda fiilî meşru mücadeleyi önüne koyan aynı zamanda genel grev genel direnişi de önüne koyan bir hattan yürümeyi de denemek lazım.

Geçtiğimiz günlerde “Emeğimiz ve Haklarımız İçin İşçi Emekçi Mitingi” gerçekleştirildi. Sizler de bu mitingin bir bileşeniydiniz. İşçi sınıfının önümüzdeki dönem “insanca yaşam” mücadelesi için neler yapılmalı?

Bence bu anlamlı bir deneme. Birilerinden beklememe yani bu görev esasen şöyle söyleyeyim, bu İşçi Emekçi Birliği talepleri itibariyle, daha düne kadar sendikalardan beklenen, sendikalar ve konfederasyonlar bir araya gelsin onlardan beklenen şeyleri denedi. Onlar yapmadığı zaman bu konuda çok da bu konuda hareket geliştirilmeyen bir süreçten geldik. Ama bugün itibariyle bu İEB’yi oluşturan kuvvetler tarafından biraz önce söylediğimiz gibi, talepler etrafında birleşerek bir miting yaptı. Miting bence anlamlı ve değerliydi. Aslında bu, bir irade de ortaya koydu. İkincisi birleşik bir irade söz konusu. Üçüncüsü sermayenin ve siyasal iktidarın karşısında olanları bir araya toparladı. Hem ekonomik hem siyasal alanda karşı olanları bir araya topladı, birleşik mücadele zemini yaratmaya da atılmış bir adımdı. Bu hattan yürümek gerekli. Bu birliktelik önümüzdeki süreçlerde saldırıların çok daha artacağı bir süreç, aynı zamanda önümüz 1 Mayıs, Newroz, 8 Mart. Dolayısıyla bu birtakım yerlerde de -bunu kadınlar çok daha öncesinden başlatıyorlar 8 Martlarda, 25 Kasımlarda, LGBTİ eylemlerinde de görebiliyoruz- daha önceden başlatırlar. Bugün itibariyle bunlar çok daha büyük bir kitlesellik kazandı, ciddi bir güç hâline dönüştü. Geçtiğimiz günlerde yaptığımız bizim de katıldığımız bu mitingi bu hâliyle düşünmek gerekir. Sayısal anlamda tabii büyük kitlelerin katılması önümüzde bir hedef olarak duruyor ama bunu bir başlangıç olarak görmek ve buradan değerlendirmek gerekiyor. Bu hatta yürümeye devam etmek gerekir diye düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Şebnem Hoca’nın gözaltına alınması sürecinde ölü taklidi yapanlar vardı. Bunu birçok noktada örneğin kimyasallar konusunda da söyleyebiliriz, devlet şiddeti karşısında da söyleyebiliriz. Ama hakikaten bu sadece Şebnem Hoca’nın şahsına yönelik bir saldırı değil. Bu aynı zamanda şöyle bir şeydir: “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” denildi, gözaltına alındılar. TTB’liler çeşitli açıklamalarıyla pandemi döneminde iktidarın kimyasını bozdular. Dolayısıyla bu da aslında topluma yönelik saldırının bir parçası. Bugün buna susarsan yarın da söz hakkını kaybedersin. Dolayısıyla bu yapılanı, tüm bu saldırıları, kendimize yönelik saldırı olarak kabul etmemiz lazım.

Diğer şey de şu; kısaca bir tersane örneği vermek istiyorum. Deniyor ki “İşçiler grev yapamıyor, işçiler genel grev örgütleyemiyor”… Bir örnek vereceğim. 2021 yılı bu devletin, bu patronların çok sıkıştığı bir süreçti. Özellikle zamların yapıldığı, herkesin gözlerinin açıldığı bir süreçte, Kılıçdaroğlu dedi ki: “Ben faturaları ödemiyorum” bu toplumsallaşması gereken, giderek toplumsallaşan, giderek öfke birikiminin patlama sürecine doğru gittiği süreçte, bizim adımıza, toplum adına hareket etti ve bunu söndürdü. Kılıçdaroğlu orada bizim adımıza konuştu, sendikalar da işçiler adına konuşuyor. ”İşçiler kabul etmez ki. Buna hazırlar mı?” Hazırlayacaksın kardeşim. Bakın biz 2008 yılında, iş cinayetlerinin fazlaca yaşandığı, sigortaların ödenmediği tersanelerde -toplu sözleşme yapabilen bir sendika da değiliz yani, TİS yapan sendika orada uyuyor- yaptık. Söz konusu oldu, başardık da. Bir zeminin varsa, yapacaksın. Bugün bu zemin yoksa daha ne zaman olacak? Bu zemin daha böyle devam edecek ama buna karşı bizim hazırlık yapmamız gerekiyor. Tersanede TİS yapan sendikalar da var yani bu defa da konuyu sadece toplu sözleşmeye çekmemek lazım. Yani toplu sözleşmem varsa bu işi yaparım yoksa yapamam anlamında bakmamak lazım. Zemin olgunlaşmışsa, ki hakikaten bu memleket artık bir barut fıçısı. Dünya da böyle. Bir yandan çakarsın çakmağı öbür yandan tutuşur gider.

Benim hafızamda kaldığı kadarıyla 2008’de Tuzla’da Limter-İş’in eylemlerine kadar iş sağlığı ve iş güvenliği önlemleri, kum torbası yerine işçi kullanıldığı, her ay 8-9 işçinin bu yüzden iş cinayetine kurban gittiği süreci Limter-İş fiilî meşru mücadele çizgisiyle tersine çevirmiş oldu. Hatta sadece Tuzla’da değil, Aliağa’daki, Mersin’deki limanda da etkisi oldu. Çeşitli limanlara örnek oluşturmuş oldu. Bugünden bir çalışma yürütmek isteyen her yere bir ışık olmuş oldu.

Zaten İSİG meclisi de buradan çıktı. Bakın Bartın’daki 41 arkadaşa “tane” dediler, “41 tane” dediler. Taneyiz yani hâlâ. Bizim taraftan düşünenler bile bunu tarif ederken “tane” olarak tarif ediyor. 41 arkadaşımız yaşamını yitirdi göz göre göre. Sabahleyin 1 saat iş durduramaz mıydık, 10 dakika bile iş durduramaz mıydık? Eğer sen bu işe karşı çıkıyorsan hakikaten can-ı yürekten karşı çıkıyorsan, hiç olmazsa 1 saat durdurursun.

Yine hatırladığım kadarıyla Limter-İş sadece kendi sendikasını değil tüm ilerici güçleri etrafında toplamıştı.

Bu çok önemli yani. Emekten yana basın, siyasi kuvvetler, sendikalar, üniversite öğrencileri, gençlik, orada kendilerine göre mesajlarını verdi. Uluslararası duyarlı güçler bizimle beraber hareket etti. Yani yaptığın zaman, oluyor, bunun zemini var. Soru şu: Zemin var mı yok mu? Zemin varsa ve yapmıyorsan, yapmıyorsun. Bilinçli bir tercih yapıyorsun. Zemini varsa yapacaksın. Niye yapmıyorsun, çünkü tercih yapmıyorsun, rahatı bozuluyor. Bu durumu asla böyle tutamazlar. Ya lehimize gelişir ya aleyhimize gelişir. Ama böyle yaparlarsa aleyhimize gelişir. Derlenir toparlanırsak, bu konuyu kolektif bir şekilde tartışıp derdimize derman ararsak, başarabiliriz.

 

Kamil Kartal ile röportaj: İnsanca ücret kavgasını, ülke genelinde genel grevin aracı olarak organize edebilecek bir yaklaşım sergilenmek zorunda

Kaldıraç: Her gün yeni veriler açıklanıyor. İşsizlik rakamları, sendikalara üye işçi sayıları, yoksulluk sınırı, enflasyon, zamlar ve daha fazlası. Asgarî ücrete ise uzun zaman sonra ilk defa bu sene 6 ayda bir zam yapıldı. Tüm bunlarla beraber, işçi sınıfımız için yeniden bir asgarî ücret tartışması süreci başladı. Peki bugün sınıfımızda durum nedir?

Kamil Kartal: Yani soru kendi içinde birkaç başlığı barındırıyor. Türkiye işçi sınıfının durumunu anlatmak farklı bir mevzuu, asgarî ücret tartışması farklı. İşçi sınıfının, emekçi hareketin Türkiye’deki durumu kötü.

Bunun çeşitli nedenleri var. 40 yıldır uygulanan özellikle neoliberal sistemin ortaya çıkardığı yoğun bir proleterleşme dalgası var. Yedek proleter sayısında da aşırı derecede yükselme var. Kırsalın tasfiyesi, hayvancılığın, ormancılığın tasfiyesiyle birlikte nüfusun şehirlerde toplanması üretim ilişkilerinde başka bir döneme girilmesini, sınıf hareketinde geri çekilmeyi ve çökmeyi beraberinde getirdi.

25 milyonun üzerinde emekçi, işçi kitlesinin gerçekçi olmayan bir oranla %14’ünün sendikalı gibi görüldüğü ama gerçekte 1,5 milyona yakın insanın toplu iş sözleşmesinden faydalandığı, 6-6,5 milyon insanın kayıt dışı çalıştırıldığı, kayıtlı çalışan 15 milyon civarındaki işçinin de neredeyse 13 milyondan fazlasının asgarî ücret seviyesinde bir ücrete mahkûm edildiği, toplumun %85’inden daha fazlasının örgütsüzleştirildiği, taşeronlaştırıldığı, güvencesizleştirildiği bir çalışma dünyasından, emek dünyasından bahsediyoruz. Doğal olarak burada korkunç bir örgütsüzlük var. Bu örgütsüzlük yenilemediği sürece Türkiye işçi sınıfının belli bir notaya gelmesi zaten mümkün değil.

Asgarî ücret tartışmasına gelince; özellikle pandemi ile beraber bütün dünyada bir daralma yaşandı, ekonomik anlamda bir daralma yaşandı. Ama uluslararası sermaye ve ülkemizdeki uzantıları, aynı zamanda da onun iktidarı olan mevcut iktidarlar bunu kendi lehlerine çeviren bir süreç inşa ettiler.

Yani emekçileri açlığa ve sefalete mahkûm ederken, her kriz döneminde olduğu gibi, bir taraftan da iç çatışmalarını derinleştirdiler, birbirlerini boğazladılar. Öteki taraftan da çok büyük kârların elde edildiği bir süreci inşa ettiler. Pandemi ile beraber özellikle lojistik işkolu başta olmak üzere, yeni kâr alanları açtılar. Bu süreç bir yandan işsizliği, örgütsüzlüğü çoğaltırken çok devasa bir kitleyi daha düşük ücretle yaşamlarını devam ettirmek durumunda bıraktı. Dünyada ve ülkemizde aşırı biçimde ve şok yoksulluk, derin yoksulluk diye tabir edebileceğimiz bir sürece girildi. Bu süreçte toplumun elinde birikmiş en ufak bir şeyi bile, yastık altı diye tabir edilen birikime bile el konulması sürecine girildi. Derin yoksullaştırma dediğimiz şey başta orta sınıf olmak üzere toplumu çok ciddi anlamda etkiledi ve alım gücü düştü.

Buna karşı ağırlığı kendiliğinden olan birtakım tepkiler gelişmeye başladı. Bu tepkiler organize ve örgütlü tepkiler olmadığından (istisnaî olanlar var) çok fazla büyümedi. Bazılarına bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sendika öncülük etti. Sermaye açısından, 2021’in Aralık ayından itibaren alım gücünün düşmesine, yoksullaştırmaya karşı “Geçinemiyoruz, yaşayamıyoruz” feryatlarıyla başlayan eylemlere karşı, toplumsal manada bir tepkiye dönüşmeden önce önlenmesi gerekiyordu. Çünkü sermaye birikimi diye tarif ettiğimiz bu süreçte enflasyonist politikalar devam ediyor ve sermayeye önemli ölçüde bir aktarım gerçekleştiriyor.

Uzun yıllar sonra asgarî ücrette %50 civarında arttırıma gidildi fakat bunu bir karşılığı olmadı. Geçmişte de 6 ayda bir arttırılan asgarî ücret, AKP iktidarı ile birlikte yılda bir sefere indirgendi. Yoksullaşmanın ve alım gücünün düşürülmesi aslında sermaye aktarımının önünde bir engel teşkil ediyordu. Çünkü alım gücü düştüğü için kimse hiçbir şey alamaz noktaya gelmişti. Bir parça rahatlamak için. geçici de olsa palyatif bir çözümleme olarak asgarî ücreti %50 civarında arttırdılar fakat bunun da yeterli olmadığı görüldü. Çünkü bağımsız unsurlara baktığımızda enflasyon %160-170’lerde seyrediyor. Devletin kendi rakamlarında ise %73 küsurlarda. Şimdi bir de seçim sathına girildiğinden 2023 Ocak’ından geçerli olmak üzere mevcut asgarî ücrete yine %50-60 civarı artış yapılacak gibi görünüyor.

Gerçekte emekçilerin günlük yaşamını kolaylaştıracak, alım güçlerini yükseltecek bir işlem yapmayacaklar. Çünkü açlık sınırının 8 bin liranın üzerine çıktığı, yoksulluk sınırının neredeyse artık 30 bin lira civarına geldiği bir ülkeden bahsediyoruz.

Özellikle pandemi sürecinde iyice ağırlaştırılan koşullar, kısa çalışma ödeneği ile günde 39 liraya mahkûm edilen milyonlarca işçi ve yine günde 500 işçinin kod29’la işten atıldığı bir süreç yaşandı. Ancak bunlarla beraber pandemi sürecinde de başlayan, daha sonra bu senenin başında Ocak-Şubat’ta binlerce işçi direnişteydi. Yine geçtiğimiz aylarda birçok işyerinde direnişler vardı, içlerinde hâlâ sürenler de var. Bu direnişler bize ne gösteriyor? Bu direnişlerden ne öğrenmeliyiz?

Direnişlerin önemli bir çoğunluğu geleneksel sendikalardan bağımsız gerçekleşti. Bu tabloyu nasıl okumalıyız?

Şimdi tabii sözlerimin başında da ifade ettim. Dünyada çok uzun zamandır özellikle 90’larla birlikte tek kutuplu bir dünyaya geçiş süreciyle beraber fiilen uygulamaya sokulan bir neoliberal sistemden bahsediliyor. Dünyada aslında ciddi etkileri olan bir şey. Çünkü neoliberal uygulamalar sadece yaşamın herhangi bir alanına sirayet eden kapitalist uygulama biçiminde gerçekleşmiyor. Yaşamın her alanını metalaştıran, doğayı katleden, iklim koşullarını değiştiren, kültürü ortadan kaldıran, üretim ilişkilerini parçalayan, güvencesizliği genel bir çalışma biçimine dönüştüren, her şeyi metalaştırarak ranta dönüştüren ve daha büyük tekelleşme süreçlerini inşa eden, her parlamentoyu o sermayenin yeni ihtiyaçları doğrultusunda yasa koymaya zorlayan bir süreçten bahsediyoruz.

Bu sürecin ortaya çıkardığı, 18.-19. yüzyıldan itibaren en büyük proleterleşme dalgasını yaşıyoruz. Ülkemize bakacak olursak kırsaldan şehirlere transfer edebileceğimiz insan kalmadı. Proleterleşmenin tıkandığı, bittiği bir noktadayız. Bu, yoğun işsizliği, yoğun kayıt dışı çalışmayı beraberinde getirdi. Aynı zamanda kamunun tasfiyesiyle birlikte yapılan özelleştirmelerle beraber üretim ilişkilerinin toplamını güvencesizleştiren, güvencesiz çalışmayı temel çalışma biçimi hâline dönüştüren bir süreci de dayattı. Bu aynı zamanda toplumu güçlü bir köleleştirme, örgütsüzleştirme sürecini de inşa etti.

Şimdi, işçilerin ekonomik ve demokratik çıkarlarının örgütü olan sendikalar, bu sürece müdahale etmeleri gerekirken, gelişmelere müdahale edebilecek pozisyon alıp ona göre kendilerini dizayn etmeleri, örgütlenme ve mücadele anlayışlarını ona göre düzenlemeleri gerekirken tam tersi bir yaklaşım sergiledi.

DİSK gibi adında “devrimci” geçen ve ona bağlı olan sendikalar, 12 Eylül faşizmiyle güçsüzleştirilmiş, kitleleri ortadan kaldırılmış, kapatılmış ve yaklaşık 12 yıllık bir süre sonrası yeniden faaliyete başlamanın getirdiği o yeni heyecanı güçlü bir örgütlenmeye dönüştüreceklerine, giderek bürokratikleşen ve sisteme uyum gösteren bir tavır sergiledi. Önce çağdaş sendikacılık tartışmalarıyla zamanını öldüren, örgütlenmeden ziyade temsile ağırlık veren, işçilerin ve halkın çıkarları için kitleleri seferber edebilecek bir mücadele, örgütlenme tarzını terk edip temsilî mücadele yöntemlerini gündeme getiren bir bürokratikleşme ile kendini yeniledi.

Bu neoliberal sistemle birlikte proleterleşmenin yoğunlaşması, üretim ilişkilerinin parçalanması tırnak içinde bir sanayi sektörünün hizmet sektörüyle yer değiştirmesi ile karşı karşıya kalındı.

Geçmişte kendi emeğinin karşılığını kendisinin belirlediği sektörlerde bile bir ücretli çalışma sisteminin devreye sokulmasıyla beraber, ortaya çıkabilecek tepkileri absorbe edebilmek ve denetim altına alabilmek için Türk-İş gibi sarı sendikalar (onlara bağlı birkaç sendikayı ayırıyorum) kendi koltuklarını koruyan, sermaye ile uzlaşan, iktidar ile kavga etmeyen bir pozisyon aldılar. Devlet, Hak-İş gibi bilfiil kendisinin organize ettiği ve denetim altına aldıkları sendikaları açığa çıkardı, irili ufaklı sendikaları gündeme getirildi. Türk-İş ve Hak-İş işçilerin üzerinde bir tahakküm örgütlüyor, sermayenin ve devletin işçiler tarafından “rahatsız” edilmemesi için çalışıyor.

Bu dönem açısından bu yapıları değiştirmek mümkün değil. Bürokratlaşmış, işçilerin politik mücadelesini temel alan bir yaklaşımdan kendilerini uzaklaştırmış yapılarla bir şey olmayacağı çok net gözüküyor.

O zaman başka bir şeye ihtiyacımız var. Yeni örgütlenme modellerine yeni örgütlenme formlarına ihtiyacımız var. Biz bu ihtiyacı tartışırken bunu kimler yapacak meselesi esas önemi taşıyor. Doğal olarak sınıf mücadelesi ile sendikal mücadele iç içe geçmiş olan iki farklı mücadele alanıdır.

Çünkü sendikal mücadele dediğimiz şey başında kim olursa olsun, işçilerin ekonomik ve demokratik mevcut sistem içi örgütlenmeleridir, sistemin uzlaşma araçlarıdır. Bu uzlaşma süreçlerinde sınıf sendikacılığı yaptığını söyleyenler ya da devrimci sosyalist sendikal mücadeleye gittiğini söyleyenler, emeğin hakkını daha fazla ön plana çıkartan, işçilerin sermaye karşısında korunmasını temel alan, mümkün olduğu kadar da artı-değer sömürüsünü asgarîye indirmeye yönelik bir mücadele süreci gerçekleştirirler. Sendikal alanın sınırları bellidir.

Şimdi bu mücadeleyi gerçekten bir sınıf mücadelesine devşirecek ona dönüştürecek bir yaklaşım tarzına ihtiyaç var. Çünkü sınıf mücadelesi dediğimiz şey politik mücadeledir ve işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden bir yaklaşım tarzıdır.

Doğal olarak sendikal mücadeleyi bir biçimde sınıf mücadelesine devşirecek, dönüştürecek bir mücadeleye ihtiyaç var, bir kavgaya ihtiyaç var, bir yaklaşıma bir anlayışa ihtiyaç var.

Bunu kimler yapacak, kimler yapmalıdır sorusunun cevabını bulmamız lazım. Benim kişisel düşüncem; bunu sosyalistlerin, devrimcilerin dışında kimsenin yapması mümkün değil. Fakat devrimciler ve sosyalistler de kendi bulundukları yerde kendi mecraları içerisinde kavga eder ya da mücadele eder bir pozisyonda. Dünyada ve ülkemizde bugün içinde bulunduğumuz nesnel koşullara baktığımızda hiç kimsenin tek başına bu sürecin altından kalkması mümkün değil.

Zaten sınıf mücadelesi dediğimiz şeyin kendisi de bir politik mücadele. Eğer iktidarı hedefliyorsan işçi sınıfı iktidarından bahsediyorsun. O zaman ne tartışılıyor? Tartışılan şey birleşik bir emek cephesinin oluşturulması. Nerede oluşturulacak bu? Mücadele alanları içinde oluşturulacak. Bunun öznesi kim? Öznesi işçiler.

O zaman bu işçilere ulaşacak, bu işçileri yaşadıkları temel sorunlar üzerinden bilfiil yaşadıkları temel sorunlar üzerinden örgütleyecek olan bir yaklaşım tarzına ihtiyacımız var. Bunun hem teorik düzlemde gündeme getirilmesine hem söylenenleri sınıfın bizatihi kendisiyle birlikte onun içinde, onu örgütleyecek olan unsurlara ihtiyaç var. Bunları tartışmak gerektiğini açığa çıkartmamız lazım. Bunları tartışmamız lazım.

Bugün çeşitli çevrelerin çeşitli emek cepheleri oluşturmak doğrultusunda girişimlerde bulunduğunu, adım atmaya çalıştığını görüyoruz. Fakat sınıfın içerisinde olmuyor. Sınıfı bilfiil bu sürece dahil etmeyen, sadece yukarıda 3-5 düşüncenin bir araya gelerek teorik düzlemde emek cephesi ya da birleşik emek mücadeleleri adına birtakım adımlar atması anlamlı bir şey. Ama bunun bir karşılığının bugünün nesnel koşullarında olmayacağını görmemiz lazım. Daha politik ve daha pratik bir faaliyete ihtiyacımız var. Yani teorik düzlemde söylenenlerin pratikte mutlaka uygulanmasını gündeme getirebilecek bir kadro devşirmesine ihtiyacınız var. O kadro devşirilmezse, devrimcilerle sosyalistlerle donattırılmazsa, onu da o alanın içerisinde sevk edecek bir organizasyon, bir merkezî yapılanma gerçekleştirilemezse birleşik bir emek cephesi gündeme getirilse bile pratik olarak karşımıza örgütlenme modeli olarak çıkması pek mümkün değil.

İşçi emekçilerin dışında diğer toplumsal mücadele güçleri de bir yandan direnişini sürdürüyor. Kadınların eylemleri, öğrencilerin eylemleri, mahallelilerin eylemleri devam ediyor. Bu güçler asgarî ücret mücadelesinde nasıl birleştirilebilir?

Şimdi biz toplumsal bir mücadeleden bahsediyoruz. Aslında sınıf mücadelesi dediğin şey kadınından öğrencisine, işsizinden bilfiil çalışanına kadar herkesi ilgilendiren bir şey, herkesi kapsayan bir şey. Bugünün gençleri yarının ücretli emekçileri. Yani üniversite bitirdi diye sınıfın dışında bir yerde konumlanmıyor. Sermaye sahiplerinin özel olarak yetiştirdiği yönetici sınıfı bir tarafa bıraktığımızda 50 tane üniversite bitirsin geleceği nokta işçi sınıfı. Doğal olarak o zaten senin mücadele alanının temel dinamiklerinden bir tanesi.

Yaşanmakta olan mevcut sürecin içinde dünyadaki mücadele dinamiklerine baktığımızda kadınların özgürleşme ve bağımsızlık mücadelesi öne çıkıyor. Sistemin bütün zorluklarına, yasaklamalarına, tehditlerine rağmen kitlesel ve militan tarzda bir pratik sergiliyorlar, nasıl bir irade gösterilmesi gerektiğini gösteriyorlar, önemli birikimleri ve deneyimleri açığa çıkarıyorlar. Yani bunların toplamı sınıf mücadelesinin parçaları, özneleri.

Çevre mücadelesi, iklim mücadelesini sınıf mücadelesinden ayrı düşünemeyiz. Çünkü uygulanan neoliberalizmin yani kapitalizmin, emperyalizmin gündeme getirdiği bütün metalaşma süreçlerine karşı verilecek olan mücadele toplumsal mücadele olduğundan aynı zamanda emek-sermaye çatışması mücadelesi olduğundan gençlerin, kadınların, çevre mücadelesi verenlerin birleşik bir mücadelesinden bahsediyoruz.

Asgarî ücrete geçen sene toplamda %80 zam yapıldı ancak bu zamlar bildiğiniz gibi hayat karşısında hızlıca eriyor. Bunu engelleyecek bir asgarî ücret mücadelesi mümkün mü? Ücretlere zam ile hayatın ucuzlatılması arasında nasıl bir bağ kurulabilir?

Tek başına asgarî ücret mücadelesi ile söylediğiniz bağı kurmak pek mümkün gözükmüyor. Asgarî ücretten ziyade, bir yaşamsal ücret kavramını devreye sokup bunun için kavga etmenin yol ve yöntemlerini bulmak, bunun araçlarını takip etmek gerekiyor. Asgarî ücret tartışmaları toplumda önemli bir ölçüde beklenti de yaratıyor. Biz bunu politik mücadele biçimine dönüştüremediğimiz ve güçlü bir şekilde sokağa yansıtamadığımızda asgarî ücret tartışmaları, mevcut siyasal iktidarın sosyal politikalarını da farklı bir biçimde devreye sokmasının da önünü açıyor. Biz bunun çok farkında değiliz. Yoksul ailelere verilen market çekleri, öğrencilere, kadınlara verilen yardımlar, 20-25 milyon ton kömürün ücretsiz olarak dağıtılması, aşevleri, tarikatların öğrenci yurtları gibi şeyler var. Bu uyguladıkları sosyal politikalarla da toplumu yukarıdan aşağıya önemli ölçüde konsolide ediyorlar.

Türkiye’de muhalifim diyen kesim, asgarî ücretin mevcut kapitalist sistem içinde bile yaşamsal ücret kavgası olduğunu, insanca yaşamaya yönelik bir mücadele aracı olarak devreye sokmadığı müddetçe, buradan mücadele yükseltmedikleri müddetçe mevcut siyasi iktidar ne derse o olacaktır. Buna karşı bugüne kadarki pratiklerimiz de gösteriyor.

Sadece bakanlık önüne 150-200 kişiyle gidip asgarî ücret arttırılsın diye bağırmanın bir karşılığı yok. İnsanca ücret kavgasını, ülke genelinde genel grevin aracı olarak organize edebilecek bir yaklaşım sergilenmek zorunda. Bu yapılabilir ise ki nesnel olarak bu mümkün. Çünkü son dönemde ülkenin 60-70 vilayetinde 200’ün üstünde eylem var, bugün itibariyle 24 ilde eylem yapan işyerleri var. Bunların birleşik bir mücadeleye transfer edilmesi ve buralardan elde edilen deneyim ve birikimlerden de yola çıkarak daha geniş kitlenin pratik bir mücadele içerisinde çekilmesinin önü açılabilir. Buna şimdiden başlamak lazım. Zaten bu aydan itibaren asgarî ücret tartışmaları başlıyor.

Sudan Komünist Partisi Politbüro üyesi Dr. Fathi Al-Fadl ile röportaj: “Başarı ve zafer olasılıklarının geçmişte olduğundan çok daha fazla olduğunu düşünüyoruz”

Devrimin son döneminin ilerleyişini anlamak için, Sudanlıların sosyal, ekonomik ve politik durumunu görmek için yoldaş Fadl’la röportaj yaptık.

Darbeciler ülkeyi yönetebiliyor mu?

Sudanlı ve diğer bütün siyasi gözlemcilere göre 25 Ekim darbesi hedeflerine ulaşmada başarısız olmuştur. Şimdi ise elebaşılar ya da darbeciler bir hata olarak geçen yıl 25 Ekim’de gerçekleştirdikleri askerî eylemin çözümlerini aramaktadırlar. Şu anda darbe liderleri, generaller ve bazı sivil siyasi liderler arasında aracılık yapmak Sudan’da bir BM misyonu olan Troyka, Afrika Birliği ve Mısır gibi aktörlere bırakılmış durumdadır; ayrıca ABD’nin yeni Sudan büyükelçisi sivil idareli bir yönetim kurma olasılığı üzerinden, diğer yandan da ordu, polis, güvenlik ve hızlı intikal güçlerinden oluşan Yüksek Askerî Konsey adını verdikleri oluşum üzerinden bir tür siyasi çözümü zorlamak için çalışmalarını artırmaktadır.

Ancak ABD büyükelçisi, troyka ya da bölgesel hükümet tarafından önerilen bu siyasi çözüm Sudan’daki radikal güçlerce tamamen reddedilmekledir. Bu radikal güçler Sudan Komünist Partisi, direniş komitelerinin koordinasyonları, sendikal hareket ve sivil toplum örgütleridir. Bugünden başlayarak Sudan’da gördüğümüz şey, 1964’te diktatörlüğü deviren Ekim Devrimi’nin 58’inci yıldönümünde tüm ülkede kitlesel gösterilerin olacağıdır.

Bu süreçte bugün, yarın, 25 Ekim’e kadar, bir diğer büyük planla, durdurmak ve devirmek için çok büyük kitlesel eylemlerle devam edecektir.

Sudan egemen sınıflarına ve darbecilere dönük, uluslararası-emperyalist güçlerin tavrında bir değişim gözlemliyor musunuz?

Emperyalist güçler ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi bölge devletleri; bunların hepsi Sudan’daki devrimci sürece karşı komplo kurmaktadır. Bu devrimci süreçte ilk olarak bağımsızlık ve kapitalist pazardan bağları koparmak hedeflenmektedir.

İkincisi, emperyalistlerin hedeflediklerinden farklı bir yöne doğru ilerlemektir. Kaynaklarımızı yeniden elimize almak ve Sudan halkının denetimine almak istiyoruz, Sudan’a doğrudan müdahalenin önüne geçmek istiyoruz.

Bağımsız bir dış politikaya sahip olmak istiyoruz. Sudan askerleri Yemen’dedir. Sudan toprakları kuzeyde Mısır, doğuda Avrupa devletleri tarafından işgal edilmiş durumdadır. Kızıl Deniz’den topraklarımıza müdahale olasılığı varlığını sürdürmektedir. BAE, Kızıl Deniz kıyılarını ya da Sudan’ın ana limanı olan Port Sudan’ı almak istemektedir. Amerikalılar ülkeye ayak basmaya çalışmaktadır. Afrika’daki en büyük CIA üssüne sahipler. Burada önemli olan, demokrasi ve sivil hükümete yönelik söylemlerine rağmen sivil hükümetle, belli başlı siyasetçilerle, generallerle ve çeşitli komitelerle hâlâ ortaklıklarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar.

Kitle hareketi gelişiyor mu?

Kitle hareketi hiç olmadığı kadar büyük biçimde sürmekte. Devrimimizin 58’inci yıldönümüne yönelik kitlesel gösteriler daha şimdiden başkentte ve büyük şehirlerde büyük kitle gösterileri ile kutlanıyor.

Bir diğer önemli nokta da bugün Komünist Parti demiryolu işçilerinin şehri Atbara şehrinde büyük bir miting örgütlemektedir. Kitle hareketi büyümekte ve yayılmaktadır. Önemli olan birlik olmak ve kitlenin farklı yapıları arasında diyaloğun sağlanmasıdır, bu yolla da umarız ki ortak bir program noktasında uzlaşmaya varmak ve devamında iktidarı, halkın iktidarını kurmak ve ulusal, sivil, demokratik bir hükümeti kuracağız.

Komünist Parti güç ve etki alanını artırıyor mu?

Sudan Komünist Partisi 6’ncı kongresinin ana sloganları “özgürlük”, “barış” ve “adalet”ti. Kongre tarafından ortaya dökülen siyasi hat kitle hareketinin omurgasıdır ve ülkedeki kitle hareketinin ve kitle örgütlerinin bakış açısını yansıtmaktadır.

Komünist parti, iki katı oranda büyüdü, yeni gelen üyelerin kabulünde ve yerleştirilmesinde bu büyük akın sebebiyle zorluklar yaşanmaktadır. Sendikaları kurmakta, sendikal hareketi güçlendirmekte elimizden geleni yapıyoruz. Kadrolarımız öğrenci ve gençlik hareketi içinde ve de kadın hareketi içinde sıkı biçimde çalışmaktadır.

Sözün özü, kitle hareketinin yeniden oluşturulmasında güçlendirilmesinde elimizden gelenin en iyisini ortaya koymaktayız. Ve kitle hareketinin ve komünist partiye ilişik olan bu yardımcı yapının güçlendirilmesiyle işçi sınıfı, devrimci aydınlar ve kitle arasında bir omurga oluşturuyoruz.

Devrimci hareketi; Özgürlük ve Değişim Güçleri (FFC), Direniş Komiteleri (RC), Meslek Örgütleri Birliği’ni (SPA) de dahil ederek bir bütün olarak yorumlar mısınız? Etki oranları nasıl? Güçlü ve zayıf yönleri ne ve ne yapılmalı?

Soruya ilişkin olarak bir tür sınıf farklılığının ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Şu anda genel anlamda bir SPA ya da FFC yapısından bahsedemeyiz. Evet SPA hâlâ varlığını koruyor ancak tamamen farklı bir durumda. Şu anda gözlemimiz şu: SPA bir şemsiye örgüt olmaktan çıktı ve farklı iş alanlarından, ister profesyoneller ya da işçi sınıfı ve köylülük olsun işçilerin yeniden sendikaları kurması noktasında.

FFC ikiye bölündü. Bir parçası muhtemel siyasi çözümün bir parçası olacak. Bir de gerici olan FFC var. Bu parça hükümetten bir pay kapmak istiyor.

Daha önce söylediğim gibi, sınıf farklılaşması toplumun kutuplaşmasına yol açıyor ve şu anda devrimci durum, iki gücün arasındaki mücadele keskinleştikçe daha açık hâle geliyor. Bu nedenle, ilerleme olanakları geçmişte olduğundan daha büyük.

Devrimin hedeflerinde değişiklik yaptınız mı? Hedefleriniz ve bir sonraki adımınız ne?

Değişiklik yapmıyoruz ve aynı çizgide devam ediyoruz. Örneğin, şimdi partinin son iki veya üç aydan beri 12’den fazla farklı siyasi ve toplumsal örgütle çalıştığını ilan ettik. Muhalefetin birleşik merkezi olarak adlandırdığımız yapıyı kurmak için çalışıyoruz. Ve bu sadece sivil siyasi güçlerle olmayacak, aynı zamanda partimiz, Juba barış anlaşmasının parçası olmayan bazı silahlı gruplarla, silahlı isyancılarla konuşmak için delegasyonlar gönderdi. Ve yakın gelecekte, muhalefetin birleşik merkezinde böyle geniş bir cephe kurulacağını düşünüyoruz.

Evet. Aralık ayaklanmasının başarısızlığının temel olarak özgürlük ve değişim cephesinin kurulmasında bize katılan güçlerin devrimin ana hedeflerine ihanet etmelerinden kaynaklandığını düşünüyoruz ve bu da esas olarak üretici güçlerin varlığının eksikliğinden kaynaklanıyor; burada özellikle Ocak 2018’den bu yana gerçekleşen kitlesel ayaklanmanın içindeki işçi sınıfını, köylülüğü ve devrimci aydınları kastediyoruz. Şimdi ilerlediğimiz daha geniş ittifakın temeli olarak bu yolu düzeltiyoruz ve bu tür bir ittifak yaratmanın doğru yolunda gittiğimizi düşünüyoruz. İşte bu yüzden başarı ve zafer olasılıklarının geçmişte olduğundan çok daha fazla olduğunu düşünüyoruz.

Ek olarak, Direniş Komiteleri hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?

Direniş komiteleri hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Her şeyden önce, 2010 yılında farklı siyasi partilerin genel seçime katılma anlaşmasının çökmesinden sonra parti inisiyatif aldı ve bunun sahte bir seçim olacağını keşfettik. Parti, yerleşim bölgesindeki halk komiteleri hakkında konuşmaya başladı. Ve oradan yerleşim alanları olan insanlarla çalışmaya başladık, ardından iş yeri ve eğitim kurumları hakkında konuşmaya başladık. Ancak, mevcut Direniş Komitelerinin bizim inisiyatifimizden oluştuğunu iddia etmiyoruz, ancak kesinlikle parti inisiyatifi, bugünün direniş komitelerinin kurulduğu çerçeveyi oluşturmuştur. Bu bir.

Direniş komiteleri, bizimkiler için konuşuyorum, genel olarak genç devrimcilerden, nüfusun deneyimsiz genç insanlarından oluşmaktadır, ancak bunların çoğu küçük burjuvaziye dahildir.

Üçüncüsü, aralarında çok iyi olanları da olmakla birlikte direniş komitelerinin iç ilişkileri birbirinden farklıdır, başkent merkezindeki ile kentin dış çeperlerindekiler de birbirinden farklıdır.

Yani direniş komiteleri, yoğunlukları ve siyasi yönelimleri bazında farklılaşabilir ancak direniş komitelerinin genel yönü halkın tarafında olmalarıdır. Şimdilerde halkın otoritesinden bahseden yeni bir metin yayınladılar ve bizce bu metin direniş komitelerinin, onların da koordinasyon komitelerinin bütün ülkedeki çalışmalarını üzerine inşa edebilecekleri bir metindir.

21-25 Ekim gösterileri direniş komiteleri tarafından ortaya konan eylem programına dayalıdır.

Darbe yönetiminin devrilmesiyle birlikte işçi sınıfı yönetimi ihtimaliyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Yalnızca darbe rejiminin devrilmesi ya da yenilmesinden söz etmiyoruz, aynı zamanda ülkenin geleceğini, sivil, demokratik vatansever iktidarının nasıl kurulacağı üzerine de konuşuyoruz. Bu da ulusal demokratik cephe ile halkın geniş birliğinin ittifakıyla kurulacaktır. Daha önce muhalefetin birleşik merkezi güçlerinden bahsetmiştim, bu yapı da rejimi yıkacak ve halk iktidarını kuracak olan eylemleri koordine eden, genel grevi ve sivil itaatsizlik eylemlerini hazırlayan devrimcileri, devrimci demokrat ve vatansever güçleri temsil edecektir. Hedefimiz budur.

Son olarak, dünyada çok sayıda isyan var. Bu isyanların birbiriyle ilişkilenmesi ve enternasyonal dayanışmayı güçlendirmek için ne yapılmalı ve nasıl?

Son olarak, sorduğunuz sorulardan birisi de tüm dünyadaki devrimler, isyanlar ve eylemler hakkındaki düşüncemiz. Yardımcı olabileceğini düşündüğümüz platformlardan birisi, 22’ncisi Küba’da gerçekleşecek olan komünist ve işçi partilerinin uluslararası toplantısıdır. Bu toplantı deneyim aktarımı ve olası ortak eylemler için zemin sağlayacaktır.

Ancak bölgesel düzeyde, Ortadoğu, Avrupa ya da Afrika’da hareketlerin ve kitle eylemlerinin koordine edilebilmesi için bir ağ kurmak devrimci partilerin sorumluluğudur. Sudan’da Afrika Ulusal Kongresi, Güney Afrika Komünist Partisi, Madagaskar Devrimci Partisi ve Botswana Komünist Partileri ile çalışıyoruz ve bir Afrika devrimci ağı kurmayı umuyoruz.

Elbette bu yeterli değil. Afrika’daki diğer demokratik ve vatansever güçler ile de çalışmamız gerekiyor, ancak başlamanın ve farklı ulusal inisiyatifleri ve mücadeleleri şimdi olduklarından daha güçlü bir düzeyde birbirlerine bağlamanın tek yolu bu.

Sri Lanka Halk Kurtuluş Cephesi MK üyesi Wasantha Samarasinghe ile röportaj: “Herkesin mücadeleye katılması, herkesin ülkeyi inşa etmesi için bir köprü kurabiliriz”

Başkanlık sarayından yönetici elitin havuzlarından, yanan villalardan gelen görüntüler tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de heyecana neden olmuştu.

Biz de bu süreçte yapmış olduğumuz röportajlarla hem bu heyecanı aktarmak hem de yaşananlardan dersler çıkarmak için çaba sarf etmiştik. Aradan geçen sürede yaşananları öğrenmek için fikrî takibin ve enternasyonal dayanışmanın ve öğrenmenin bir gereği olarak bu röportajı planladık.

İlk olarak, hoş geldin yoldaş. Hep beraber öğrenmek, enternasyonal dayanışmayı ve enternasyonal ilişkileri kurmak için yurtdışından yoldaşlarla röportajlar planlıyoruz. Başlangıç için, büyük direnişiniz adına, tüm dünyanın işçi sınıfını, devrimcilerini ve direnişçilerini selâmlayarak başlamak isterim Tekrar hoş geldin yoldaş. Ve nasılsın?

Röportaj için beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim yoldaş. Ben, Wasantha Samarasinghe, JVP’yi, insanların iyi tanıdığı JVP Janatha Vimukthi Halk Kurtuluş Cephesi’ni temsil ediyorum. Partinin merkez komitesinin bir üyesiyim ve genel olarak işçi kanadından sorumluyum.

Ve şimdi, tüm işçi sendikalarının farklı kategorilerini ve partilerini, TUCC, İşçi Sendikaları Koordinasyon Merkezi denilen tek bir hareket, tek bir şemsiye altında toparladık. Merkezin kurucularındanım. Son 6-7 ay boyunca ülkede büyük bir devrimci hareket yükseldi.

Bu hareketin güçlü tarafı şimdiye kadar bizdik. Fakat taleplerimizi yerine getiremedik. Bu sebeple, mücadelemiz devam ediyor. Dünyanın tüm emekçileri ve ilericilerinin direnişleri ile enternasyonal dayanışma için sizinle bizim deneyimlerimizi, eksikliklerimizi ve gelecek planlarımızı paylaşmak istiyoruz.

Tekrardan, sizinle bir röportaj yapmak güzel.

Memnuniyetle. Peki, son durum nasıl? Biliyorsunuz, yeni bir başkan seçildi. Protestolara ve protestoculara karşı sert davranıyor. Bu etkili mi? Yani, protestoların ve etkinliklerin sıklığı nasıl devam ediyor? Bu protestolar ve aktiviteler ülkede hâlâ yaygın mı? Ve halkın katılımı hakkında, hem nitelik hem nicelik olarak ne düşünüyorsunuz?

Seçilmiş başkan Gotabaya Rajapaksa’ydı. Bundan sonra, başkanlık seçimi için anayasal bir yol vardı.

Bu yol, seçimin parlamento ile yapılmasıydı. Rajapaksa, halk tarafından gönderildi, Wickremesinghe Rajapaksa ailesinin tam desteği ile başkan oldu. Diğer türlü bakan bile olamazdı. Milletvekili idi. Şimdi, her şeyden önce, başbakan oldu. Bundan sonra Rajapaksa’nın gelecek planlarının başkanı olur.

Şimdi ise, kendi hakları için savaşan vatandaşlar kendi hayalleri için toplanıyor; gelecek jenerasyonun iyiliği için, ülkenin iyiliği için dövüşüyorlar. Tam bu noktada, insanlar değişimin mümkün olduğunu gördüler. Solcu Marksistler olarak ayaklanmanın uygun olduğunu düşündük.

Hazmedilecek çok şey, içeride çok fazla sorun vardı. Etnik, dinî sorunlar tamamen çözüldü artık, tüm insanlar ortak düşmanı ortadan kaldırmak için din veya etnik ayrım olmadan toplanıyor. Halk sahneye çıkmak istiyor. Tek hamlede kazanabilirlerdi, kazanabilirdik; fakat ikinci bir planımız yoktu.

Bu ayaklanmada tespit ettiğimiz temel sorun buydu. Bir örgütlenme, bir parti olarak, örgütlü bir takım ile bu planın olacağını düşündük. Diğer türlü sonuç alamayacaktık. Şimdi bu şeyle yüzleşiyoruz. Halk “Tamam, Gotabaya, önceki başkan, gitti; Rajapaksa ailesi kabineyi ve parlamentoyu temizleyecek,” diye düşündü.

Sonra halk, Ranil Wickremesinghe, başkan, bir şey yapar diye düşündü; fakat hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey. Arkadaşları ve ailesi ile beraber girdi, fakat ülkeye hiçbir şey olmadı. Ülke günbegün çok daha da kötü bir hâl aldı. Halk üç öğün yemek yiyemez hâle geldi.

Öğrenciler iyi bir eğitim alamıyorlar. Okullarında yemek çıkmıyor. İşçiler işlerini kaybediyorlar çünkü hammadde sorunu var. Hammadde ithalatı için yeterince dolarımız yok. Hâlen, şimdiki hükümet yerinde duruyor, devam ediyor. Son 6 aydır borçlarımızı ödemiyorlar.

Dış borçlarımızı ödemedik. Şimdi, ülkemizde likidite oranı, bankacılık sistemi çok kötü hâle geldi. İnsanlar bankalara giderlerse, Sri Lanka’da da Lübnan’daki gibi bir olay yaşanacak. Özetle durum bu şekilde.

Gençlik, işçiler, köylüler, balıkçılar ve de aydınlar olarak halk savaşıyor. Şimdi meslek örgütleri de toplanmaya başladılar, çünkü Wickremesinghe’ye 3-4 aylık süre vermişlerdi fakat hiçbir şey yapmadı. Ne istediyse onu yaptı, benzin, gaz, elektrik, su, her şeye zam yaptı. Tüm vergilere zam yaptı.

Kişisel vergiler %200 oranında arttı. Kurumsal vergiler ve tüm öbür vergiler arttı. Halk acı çekiyor. Şimdi, yatan hastalara, yıllık oranı yüzde yüzü geçen bir şekilde zam yapıldı. Son ayda enflasyon oranı %92’ydi.

Gıda enflasyonu %150. Yani insanlar acı çekiyor. Çocuklarına yemek götüremiyorlar. Bu senaryonun içinde hükümet yeni vergiler koyuyor. Merkez bankası, ülkenin istatistik departmanı, dört kişilik bir ailenin üç öğün yemek yiyebilmesi için, hayatta kalması için aylık 120.000 rupi kazanması gerektiğini açıkladı.

Fakat hükümet 100.000’den fazla gelire vergi getirdi, aylık 250$ belki daha fazla. Vergileri hesaplamaya başladılar. Enflasyon ve dört kişilik bir ailenin yemek sepeti aylık 300$’dan fazla tutuyor. Sonra hükümet insanların kendi yemeğini bile alamayacağına karar verdi.

Ailelerin %60’ından fazlası günde üç öğün yemek yiyemiyor.

Bu senaryoda, ülkenin şu anki durumu bu şekilde; fakat insanlar mücadele ediyorlar. TUCC, biz, son aydan beri mücadele ediyoruz. Dünden önceki gün tüm birliklerle ve diğer örgütlenmelerle, öğrenciler ve diğer sosyal kurumlarla büyük bir toplanmamız oldu.

Yeni bir başlangıç yapacağız, ikinci bir devrimle iktidarı sol alacak ve hareket böyle ilerleyecek.

Aslında bu benim sonraki sorumdu. Gelecek hafta Colombo’da olacak büyük protestodan, 27 protestosundan bahsetmiştiniz. Bu ilerlemenin kitledeki yansımaları nasıl?

Evet, bugünlerde, birliklerle, sivil kurumlarla, aydınlarla, öğrenci hareketleriyle, köylülerle, balıkçılarla, sanatçılarla, avukatlarla çok fazla toplantı yapıyoruz. Toplanıyorlar çünkü halk artık Ranil Rajapaksa’yı anladı.

Protestoları kontrol altına almak için yasaları etik olmayan biçimlerde kullanıyorlar. ihlal ediyorlar. Hükümet polis ve orduyu kullanarak anayasayı ihlal ediyor.

Sonra, öğrenciler savaşıyorlar, sendikalar savaşıyorlar, köylüler ve balıkçılar, hepsi savaşıyorlar. Hepsini 27’sinde Colombo’da toplanmaya çağırıyoruz, ülkenin neresinde yaşanıyor olsa da herkes Colombo’ya gelebilir. Sonraki devrimi başlatacağız. Kesinlikle, bu parlamentoyu temizlemeliyiz, parlamento dağıtılmalı ve yeni temsiliyet oluşturulmalı.

Sonra, halk yeni parlamentoyu seçecek. Sonrasında, bu parlamento sorunları çözümlendirecek. IMF, Dünya Bankası, diğer ülkeler Sri Lanka hükümeti gibi yalancı. Yalan söylediler. Ülkeyi yanlış yönettiler. Halkı yanlış yönlendirdiler. İnsanlar kabullendiler, bir şey olacağını kabullendiler ama hiçbir şey olmadı.

Hükümet IMF’ye çok fazla vaatte bulunuyor. Kamunun işgücünün üçte birini kesecekler. IMF’ye bunu sundular. Kamu alanlarını satacaklar, dünden önceki gün, petrolün özelleştirilmesine izin çıkardılar.

Petrol dağıtımını şirketlere satacaklar ve her şeyi özelleştirecekler. Halk buna karşı toplanıyor. 27’si yeni bir başlangıcın günü olacak.

Bu noktada, biraz geri gitmek istiyorum. Colombo protestosu, toplanma çağrınız, bir devrimci koalisyon çağrısı mı? Bu koalisyonu örgütleyebildiniz mi?

İşçi sendikası olarak, şu anda, politik partiler ile uğraşmadık. Ben bir politikacıyım ama ben işçi sendikası sorumlusuyum. Her şeyden önce biz toplanmalıyız, işçi sınıfını harekete geçirmeliyiz.

Vergilerin kaldırılması, fiyatların düşürülmesi gibi çok talebimiz var. Biz, her şeyden önce, sendikalar, öğrenci hareketi, kurumlar, köylüler, balıkçılar olarak toplanmalıyız. Herkesin farklı politik ilişkileri olabilir, herkes bir politik partinin üyesi olabilir.

Bu önemli değil. Biz son zaferi planladığımızda, tüm muhalefet partileri toplanmalıdır. Petrol yasası parlamentodan geçerken biz, TUCC ve tüm muhalefet partileri orada toplanıyoruz.

Muhalefet lideri ve partisi, sendikaları özelleştirmeye karşı mücadeleye dahiller. Parlamentoda parti bulunmuyor.

Şimdi, sendika liderleri, büyük bir sorun ile karşı karşıya, çünkü aynı anda özelleştirmeye karşı çıkarlarken partileri hükümete özelleştirme için destek veriyorlar.

Partilere ortak taleplerini ortaya koymaları gerektiği için çağrıda bulunmuyoruz. Aksi takdirde platformumuzla birlikte olduklarında bizim sloganımızı, partilerine giderken kendi sloganlarını ortaya koyacaklar bu iki şey bir arada olmaz.

Bu doğru, partilerini çağırmıyoruz, tüm ilerici hareketleri, tüm ilerici grupları ve kurumları 27’sinde toplanmaya çağırıyoruz.

Aslında, dünyanın her yerinde benzer bir hikâye mevcut. Hepimiz burjuva politikaları yaşıyoruz. Sol hareketi bir bütünlük içinde tarif edebilir misiniz? JVP dışında bir devrimci, sosyalist hareket mevcut mu? Devrimin bu periyodundaki sol hareketi başarıları ve zayıflıkları ile tarif edebilir misin?

Elbette, biz bir başarı elde ettik. Sosyalizme inanan, Marksizm ve Leninizme inanan güçlü bir sol parti olarak JVP var. Planımıza göre halk hareketi ile iktidara geleceğiz. Öz örgütler JVP ile hareket edecekler ve diğerleri de dahil olabilecekler. Buna NPP, Ulusal Halk İktidarı diyoruz. Tüm halk bunun için toplanıyor.

Bazıları değişiyorlar. Bazıları bize katıldılar, bazıları, sanatçılar, aydınlar, profesyoneller, balıkçı örgütleri tabandan ulusal düzeye kadar. Buna NPP (Ulusal Halk İktidarı) diyoruz.

Bugünlerde politik hareketimiz halkla beraber tabandan sokağa, seçim düzeyinde, sonra ulusal düzeyde örgütleniyor. Gerçekten başarılı olduğumuzu söyleyebiliriz. Kesinlikle, sonraki seçimlerde ülkede iktidara geleceğiz. İnsanlar bunu istiyor. İnsanlar bunu kabul ediyor, bunu destekliyor.

İşte bu yüzden, yüzde yüz eminiz, sonraki seçimlerle Sri Lanka politikası sonsuza dek değişecek.

Evet, tabii ki bu güzel bir haber. Bu yüzden, biliyorsun, eski kapitalist diplomatlar gelip bizi ziyaret ediyorlar. Parti websitemizde ve diğer medya kanallarında bunu görebilirsin.

Çin ve Hindistan ile bir bağlantımız oldu, çünkü Hindistan çok yakın bir ülke, Çin bir komünist partiye sahip, ama bizim eleştirilerimiz var. Bir şeyler yapıyorlar, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ama bizim eleştirilerimiz var, bağlantılarımız var. Diğer politik partilerin ABD ile politik ilişkileri, bağları var ve biz bunu kabul etmiyoruz.

Bir ülke olarak Çin ile görüşmek durumundayız. Tüm dünya ile diplomatik çözümler bulmalıyız. ABD, Çin, Hindistan, Japonya, Avustralya, Kanada, eski diplomatlar gelip liderlerimiz ile parti ofisinde görüştüler ama ABD konsolosluğu, her ne yaşandıysa, gelmiyor.

Geliyorlar, çünkü istihbarat raporları sonraki seçimlerin küçük değil büyük değişimlere sebep olacağını söylüyorlar. Büyük değişimler olacak, bu sebeple.

Bu konuda bir sorum olacak. Emperyalist güçlerin bu yeni konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Temel Sri Lanka siyasetiyle ilgili konumlarında, size karşı konumlarında herhangi bir değişiklik görüyor musunuz ve ne düşünüyorsunuz? Egemen sınıflar ve tüm siyasetle ilgili planları nedir?

Ayaklanmanın başlangıcını kaydettiler. Bütün istihbarat teşkilâtları, imparatorluk, isyanın yönünü değiştirmek istedi. Aksi takdirde bu sefer kazanabileceğimizi biliyorlar. O zaman kazanabilirlerdi.

O zaman elimizi kesemediler, bu yüzden şimdi elimizi öpecekler.

Çünkü senaryoyu biliyorlar. Sri Lanka’nın mevcut durumuyla ilgili mevcut rekabet çok kötü. Ekonomik kriz devam ediyor. Siyasi kriz bitmeden ekonomik kriz bitmez. Dolayısıyla siyasi krizi çok kolay bir şekilde çözebiliriz.

Siyasi krizi bitirebiliriz. Bu yüzden genel seçimleri mümkün olduğunca erken istiyoruz. O zaman insanlar bu iki iktidar partisine karşı oy kullanacak. Bütün araştırmacılar ve aydınlar bunu düşünüyor. Bunu bilmeselerdi bize karşı başka bir formül oluşturmaya çalışacaklardı.

Bize karşı başka bir formül planlayacaklardır. Biz buna inanıyor ve çok iyi biliyoruz. İstediklerini vermiyoruz. Onlar hakkında iyi bir kavrayışa sahibiz. Onlar da bizden haberdar olabilir. Bizi çok iyi biliyor olabilirler. Değişiklikler olursa, bizimle çalışmaları gerekirdi.

Bu yüzden bizimle ilişki kurmaya çalışıyorlar. Ancak politikalarımız ve hedefimiz ülkenin iyileştirilmesi. Önemli olan bu. Son yedi, sekiz yılda ne oldu? İnsanlar acı çekiyor. Öğrenciler acı çekiyor. Anneler acı çekiyor. Herkes acı çekiyor.

Hiçbirini böyle bırakmayacağız. Bu nedenle siyasi hedefimiz budur. Gelecek planımız bu. Her şeyden önce, her şeyi değiştirmeliyiz. Bir gün insanlar sosyalizmin kapitalizmden daha iyi olduğunu söyleyecekler. Kitleleri bu yola getirmek istiyoruz.

Yavaş yavaş bilinçlendirmek, ekonomilerini güçlendirmek, ailelerini güçlendirmek gerekiyor. Sonra o günden sonra daha sorunsuz geçilecek. O gün sosyalist hareket sayesinde değişimin başarılı olduğuna inanacaklar.

Daha önce bahsettiğiniz tartışmamızı derinleştirmek için buna kesin bir cevap istiyorum. Sri Lanka’da bugün, bir devrim-işçi yönetimi ve hükümeti fırsatı görüyor musunuz?

Elbette durum kolay değil, kötü.

Ve proleter hükümet ihtimali zor olsa da var. Ama halkla bir araya gelebilirsek, halkla devam edebilirsek bu mümkün olabilir. Çünkü bu kapitalist yöneticiler, Sri Lanka’yı destekleyen pek çok kanalı ve Sri Lanka’da desteklenen pek çok şeyi yok ettiler. Planı insanlarla birlikte uygularsak, insanlar destekleyecektir.

Sana düşünmen için bazı şeyler vereceğim. IMF 700 milyonu 2,9 milyara vermeyi kabul etti. Ana, yıllık çeyreğimiz yaklaşık 700 milyon dolar. Ancak yurtdışında yaşayan Sri Lankalı nüfusumuz, eksiden çok destek veriyordu.

Aylık 700 milyon havalemiz vardı. Şu anda 300 milyona düştü. Halk bu politikacılara güvenmediği için her ay 400 milyon havale kaybediyoruz. Bu yüzden hükümet değişirse, insanlar bize inanacaklar.

Ve Sri Lanka diasporası bize inanıyor. Değişim istiyorlar. Ülke için bir şeyler yapmak istiyorlar. Bize destek vermeyi umuyorlar. İktidara gelirsek mutlaka destek verirler.

Daha iyiye götürmek istiyoruz. Bu nedenle bir destek oluşturmamız gerekiyor.. Hükümetimiz yabancı kurumlardan ve ülkelerden fon alarak kamunun parasını boşa harcıyor.

Rüşvet ve yolsuzluğu durdurmak için yapacak çok şeyimiz var. Sri Lanka’daki siyasi kültürü değiştirmeliyiz. İnsanlar acı çekiyor ama politikacılar sorunsuz yaşıyor. Ama kamu parasını kullanıyorlar. Bu yüzden ülkeye hitap ediyoruz. İnsanları bu konuda eğitiyoruz.

O zaman durumu, daha iyiye çevirebiliriz. Bu kolay değil, ama o kadar çok şeyi feda etmemiz gerekiyor ki insanlar bir araya gelsin. Kesinlikle solcu ve ilerici bir hareket olarak durumu değiştirebiliriz. İşçiler, solcular ve herkes buna katılmalı. Herkesin mücadeleye katılması, herkesin ülkeyi inşa etmesi için bir köprü kurabiliriz.

İşçi sınıfıyla devam edeyim. Şu an işçi sınıfı hareketini ve sendikaların rolünü anlatır mısınız? Ve bu dönemde sınıf savaşını nasıl tanımlayabilirsiniz?

Sınıf temelli sendikal hareket, evet. Uluslararası bağlantıya sahip ana sendikalar, WFTU (World Federation Trade Union – Dünya Sendikalar Federasyonu) var. Biz başkanlık konseyi üyesiyiz. Son on yılda, aktif katılım gösterdiğimiz için o konuma geldik. Ülke içinde şu anda en güçlü sendikal hareket biziz. İnsanlar bunu biliyor.

İşçi sınıfımız da olgun değil. Bazı sigortalar var, bazı işçiler hâlâ bu anlaşmaların bir şeyler yapabileceğine inanıyor. Bu bizim ana zorluğumuz. Bu anlaşmaları çocukları için takip ediyorlar. Bu konulara destek verirlerse çocuklarına şans vereceklerine inanıyorlar. Ama hiçbir şey olmadı. Çok örnekleri ve deneyimleri var ama şu anda işler ilerliyor.

Bir değişim oluşuyor. Bu yüzden insanlar toplanıyor, Bu yüzden insanlar yola çıkıyor. Bu yüzden insanlar, mücadelelere destek veriyorlar.

Yani işçi sınıfını hâlâ, örgütlemek zorundayız. Örgütsüz toplam çok yüksek. Örgütlülük çalışan nüfusun %15’inden az. Bu %15 çok şey yapıyor. Kimisi hükümete, kimisi muhalefete ve diğer partilere katıldı. Onların bazı engelleri var, bizimle çalışıyorlar ve biraz bağımsızlıkları var.

Siyasi görüşlerine göre çalışmıyorlar. Ama şu anda her şey adım adım değişiyor. Biz inanmadan önce de değişiyor. Bir zorluğumuz olduğuna inanıyoruz, ancak hedefimize ulaşmalıyız.

İşçi sınıfının örgütlenme yüzdesi nedir?

Ülkemizde işgücü, 8 milyon civarında. Artı şu anda örgütlü sektörlerden daha fazlası 4 milyon nüfuslu örgütsüz sektör ile tarım. Bu örgütlü sektörün 1 buçuk milyonu kamu sektörü çalışanları diğer 2,5 ila 3 milyonu ise özel sektördür.

Yani çiftçilerin örgütlülüğü iyi durumda değil, ama şu anda bunun üzerine çalışıyoruz. Büyük çiftçi örgütümüz var. Tüm eyaletleri kapsıyor. Ve eyaletleri kapsayan balıkçı örgütümüz var. Sendika kurumsal kamu sektörü, özel sektör, fabrikalar, ofis, ulaşım, petrol, bunun gibi örgütlenmelerimiz var.

Bütün bunlarda, biraz fikir edinmeniz için size bazı örnekler vereceğim. Ülke olarak bazı özel sektörün yarısından fazlası, aslında %60’tan fazla, birliğimizle birlikte sendikal açıdan örgütlüdür. Biz TUCC’uz. ICEU ile özel sektördeki en güçlü birliğiz.

Peki ya sanayi işçileri ve bankacılık çalışanları ne durumda?

Petrol, ulaşım, özel sektör, su tahtası, elektrik panosu, liman örgütlenmemiz var. Tüm sektörler, temsil ettiğimiz sektörler ve bazı özel sektörler, sanayi işçileri, endüstriyel organizasyonun %80’inden fazlası birliğimiz altında.

Unilever, Nestle gibi kiremit, çelik, gıda üretimi ve çok uluslu içecek üretiminin hepsi, tüm şubeler ve para birimi Del Lago’da yazdırılır. Ve maliyet ticareti, Amerikan ticareti sektöründeki, bunun gibi işçilerin hepsi birliğimiz altında. Bu nedenle ülkenin en güçlü özel sektör birliği hâline geldik. Ben o birliğin başkanıyım.

Bankacılık sektöründe güçlü bir sendikamız var. 75 yıllık bir sendika. TUCC ile çalışıyorlar.

Şu anda TUCC’ye bağlı iki-üç sendika daha var. Ve petrol… Akaryakıt sektöründe, 14 sendika var. Biri hükümetle, diğer 13 sendika, idarî memurlar sendikası, 13 sendika dâhil, bizimle çalışıyorlar, TUCC ile çalışıyorlar.

O hâlde konuyu değiştirelim. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da olan mahalle komitelerine benzer yurttaş komiteleri adı verilen bazı örgütleri duyduk, bunlar yaygın mı yoksa sadece söylenti mi?

Bu, şimdi partimiz altında örgütleniyor. Evet, o komitemiz var. Partimiz böyle insanları örgütlüyor.

Kapı kapı onları organize ediyoruz. O zaman bazı köyleri o komiteye çağırıyoruz. Sonra tekrar, bundan biraz daha fazlası oldu. Yine, bir yerel yönetim otoritesi boyutuna dönüştü. Bahsettiğiniz gibi ayrı bir sektörel organizasyon yapımız var.

Şu anki konu, sert bir konu. Tamil halkı ile son isyan arasındaki ilişkiyi anlatabilir misiniz? Tamiller protestoların etkili bir parçası mıydı? iç savaşın tarihini duyduk ve okuduk…

Eskiden büyük bir sıkıntı yaşadık. Şu anda yavaş yavaş ortaklaşma gelişti. Bu nedenle, başlangıçta size, Tamiller, Müslümanlar ve tüm dinlerle Sri Lanka’nın yararına olan, tek bir ulus olarak bir araya gelmek için mücadelenin etkisine dair görüşlerini söyledim.

Parti olarak da kuzeyde ve doğuda terörle ilgili bir sorunumuz vardı. Bu durum 13 yıl önce bitiyor. Şu anda Sri Lanka hükümeti onların ihtiyaçlarını bile karşılamıyor. Bu yüzden o bölgede politik çalışmalara başlıyoruz.

İnsanlar şu anda bizimle hareket ediyor. İki ay önce liderimiz o bölgeyi bölge düzeyinde ziyaret etti. Bütün Tamil partileri temsilcileri bizimle çalışmak istiyor. Bize bu kapitalist burjuva partilerinden daha çok inanıyorlar çünkü son yetmiş yıldan beri bu partiler onları aldatıyor.

Bu yüzden değiştirmek istiyorlar. Hayatlarını değiştirmek istiyorlar. Bize inanıyorlar. Bizimle bir şeyler yapmak istiyorlar. Ve düşününce o toplulukla da çok şey yapabileceğiz.

Peki. Sri Lanka’da bir Tamil sorunu olduğunu düşünüyor musunuz?

Gerçekten de Sri Lanka halkı ortak sorunlarla karşı karşıya. Şu anda Tamil, Müslüman fark etmiyor, bu tür farklılıklar yok. Şu anda tüm Sri Lanka’nın sorunu aynı.

Peki. Devam edebiliriz. Ve bence bu da önemli bir soru: Bir karşı-devrim öngörüyor musunuz? Baskıcılar ve kapitalist yöneticiler hakkında ne dersiniz, kendilerini neye hazırlıyorlar? Onların planı nedir?

Vazgeçmiyorlar: Planlıyorlar, yapmaya çalışıyorlar. Bizi zorlamaya çalışıyorlar. Planları bitmedi, ama biz zaten anladık, şu anda ne yapmak istediğimize dair bir fikrimiz var. Şu anda bunu yapıyoruz, halk, onlarla kaynaşmayacağımıza inanıyor.

Böylece son sorumuza geldik. Yani neredeyse her hafta dünyanın her yerinde var olan çok sayıda isyan var. Birbirleriyle iletişim kurmak için ilişkiler kurmaya, röportaj vs. yapmaya çalışıyoruz… Ama bu iletişimi derinleştirmek ve enternasyonal dayanışmayı güçlendirmek için onları birbirine bağlamak için ne yapılmalı ve nasıl yapılmalı?

Parti olarak, sendikal hareket olarak enternasyonal dayanışmaya ihtiyacımız olduğuna inanıyoruz. Dünyadaki tüm solcu, ilerici ve sınıf temelli sendikal hareketle birlikte hem de bu tür organizasyonlar ve partilerle çalışıyoruz. Enternasyonalizme çok güçlü bir şekilde inanıyoruz. Pek çok yeni hareket ortaya çıkacak ancak ideoloji olmadan hiçbir yeni hareketle hiçbir şeyin olmayacağına inanıyoruz. İşte bu yüzden, bu tip senaryoda, ideolojisiz, plansız, tüm solcuları ve hareketlere zarar verecek pek çok yeni örgütlenme ve hareket de ortaya çıkacaktır.

Bu nedenle onları anlamalı, onlar hakkında fikir edinmeli ve desteklerini almak için onlarla çok dikkatli çalışmalıyız. Ve tabii ki örgütsel olarak çalışıyoruz ve ideolojimizin olması gerekiyor.

Yoldaş sizi ağırladığımız için, tartışıp ve bir şeyler öğrendiğimiz için memnunuz.

İran İnşaat İşçileri Meclisi üyesi ile röportaj: “Sol güçler, devrimin başarılı olabilmesi için sahada birleşik bir cephe ile desteğini göstermelidir”

İran’da Masha Amini’nin ahlâk polisi tarafından öldürülmesi ile başlayan, kadınların, öğrencilerin ve işçilerin katılımıyla İran’ın tamamına yayılan protestolar devam ediyor. İnşaat İşçileri Meclis üyesi ile gerçekleştirdiğimiz röportajda mücadelenin mevcut durumunu ve gidişatını sorduk.

Öncelikle kadın düşmanı, kapitalist bir devlete karşı yürekleri ısıtan direnişinizin coşkusunu yaşadığımızı belirtmek isteriz. Kayıplarınız için üzgünüz. Başsağlığı diliyoruz. Direnişe dair nasıl hissediyorsunuz?

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. İran’ın tüm işçilerinin ve ezilenlerinin, İslamî kapitalizmin diktatörlüğünü yıkmak için devrimci coşkuya sahip olmasından çok umutluyum, çünkü ne rejimin yönetme becerisi var ne de insanlar bu rejimin egemenliği altında yaşamlarını sürdürebilecek durumda.

Bu sorunun cevabını bulmak için sokakları görmeniz gerekiyor. O zaman işçi sınıfının ve ezilenlerin devrimci tutkusunun boyutunu anlayabilirsiniz. Her yerde “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Kahrolsun diktatör”, “Diktatör aşağıya”, “İster şah ister lider olsun, zalime ölüm”, “Kahrolsun İslam Cumhuriyeti”, “Zorla tesettüre hayır! Özgürlük ve eşitlik!” ve sayısız sloganlar atılıyor.

İşçi sınıfı hareketini nasıl tarif edersiniz?

Şu anda İran’ın her yerinde işçi ve emekçilerin çocukları ve hatta işçilerin kendileri protestolara sınıf olarak olmasa da bireysel ve aktif olarak katılıyorlar. İşçiler rejimi genel bir siyasi ve ekonomik grevle felç edip herkesle birlikte sokaklara çıkmaya başlayana kadar devrimci hareketin olması gerektiği gibi meyve vermeyeceğini söylemeliyim.

Ancak işçiler, rejimin protestoculara yönelik baskıyı sürdürmesi durumunda greve gideceklerini açıkladılar. Kapitalist İslam devleti baskıdan başka bir yol bilmediği için işçiler greve hazırlandıklarını söylüyorlar.

Takipçilerimize işçi sendikanızı ve görevinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

İnşaat İşçileri Meclisi üyesiyim. Hem sendikal ve siyasi talepler alanında hem de meclis organizasyonlarının yaygınlaştırılması alanında aktif rol alıyoruz. Fakat bu alanda çalışma yürütmek çok zor. Çünkü inşaat işlerinde işçiler sürekli olarak bir şehirden diğerine gidiyor. Sabit olmadıkları için onlara ulaşmak oldukça zor. Onları tanıyana kadar binanın yapımı tamamlanmış oluyor ve sonrasında ülkenin farklı yerlerine gidiyorlar. İnşaat sektöründe çalışmak çok zor.

Genel grev çağrıları var. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Genel grevi organize etmek ve daha etkili hâle getirmek için neler yapıyorsunuz?

Evet, özellikle meclislerde örgütlenen işçiler başta olmak üzere toplumun diğer katmanları ile birlikte ülke genelinde sokak eylemlerine sürekli olarak katılmaya çalışıyoruz. Felç edici bir grevle rejimin ekonomisini sekteye uğratmak rejimin çökmesine neden olacaktır.

Son gelişmeler hakkında bilgi verebilir misiniz? Protestoların ve eylemlerin sıklığı nedir? Sendikanızın (ve diğer sendikaların) örgütlenmesinde ilerleme var mı? Örgütlülük oranını nasıl tarif edebilirsiniz?

Şu anda internet kesintileri nedeniyle farklı sorunlarla karşı karşıyayız. Ancak ayaklanma sürekli ülkenin farklı bölgelerine yayılıyor.

Protestoların sayısı çok fazla; henüz tüm toplumsal katmanları içermese de protestolarda en önde gençler var.

Evet, yarı açık ve yarı gizli örgütlerimiz birçok şehirde faaliyet gösteriyor ve diğer hareketlerle de temas hâlinde. Örgütlülük oranı seviyesi çok iyi.

Protestoları yürütürken dâhil olduğunuz bir muhalefet koalisyonu var mı?

Resmî olarak değil. Fakat devrimi ilerletmek için en çok çabayı halkın içinde devrimci sol hareketleri destekleyenler gösteriyor.

Mevcut protesto dalgası ile son direnişler (2009, 2017, 2019…) arasındaki farkı (sosyo-ekonomik, yöntemler, siyaset) açıklar mısınız?

İslam Kapitalist Cumhuriyeti’nin utanç verici yönetim hayatı boyunca, mücadelelerin çoğunu hep işçiler ve sol güçler örgütlediler ve İslamî rejim tarafından katledildiler. Ama bu mücadele bitmedi ve devam ediyor. 2009 yılında meydana gelen protestolarda seçim vesilesiyle halk sokaklara döküldü ve rejim tarafından katledildi. Halkın rejimi hedef aldığını ve seçimlerin vesile olduğunu gören reformistler insanları evlerine gitmeye zorladı. Bu da 2009 ayaklanmasının başarısız olmasına neden oldu.

Ancak 2017’de protestolar, açların protestosu olarak bilinen toplumun yoksul katmanları tarafından gerçekleştirilirken, İslamî rejimin protestoları bastırması ve devrimci bir alternatifin olmaması nedeniyle hedeflerine ulaşamadı.

2019 yılında yine insanlar sokaklara döküldü ve kısa sürede 1.500’den fazla kişinin katledilmesi ve binlerce kişinin tutuklanmasıyla sona erdi.

Bu dönemin, yani 2022 ayaklanmasının önceki ayaklanmalardan en büyük farkı, rejim illüzyonunun ortadan kalkması ve protestoların her gün devam etmesidir. Başta kadınlar olmak üzere gençler öncü rol oynuyor ve amaçları kapitalist İslamî rejimi yıkmak.

Bize kısaca devrimci ve sosyalist hareketin bir bütün olarak durumunu ve ilerlemesini anlatır mısınız? Ülke içinde gelişmeler gözlemliyor musunuz?

Sokakları gezerseniz, bu gençlerin ne talep ettiğini, sloganlarının ne kadar radikal ve anti-kapitalist olduğunu göreceksiniz, örneğin: “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Diktatöre ölüm”, “Zalime ölüm”, “Ne şah (kral) ne de rahbar (lider) istiyoruz.”

Evet, İran’daki sosyalist hareket iyi bir ilerleme kaydediyor ve bunu sokaklarda görebiliyoruz.

Ülkenizdeki emperyalist planlar hakkında ne düşünüyorsunuz? ABD ve NATO’nun İran’a yönelik yaptırımları hakkında ne düşünüyorsunuz? İran içindeki halklar emperyalist müdahaleden endişe duyuyor mu? (Sadece askerî müdahale ile değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal, politik, vekâlet savaşları vb.).

Elbette evet. Toplumsal hareketlerin, özellikle de işçilerin izlediği yol ve ayaklanmanın sorunların kökünü hedef alması paniklemelerine neden oldu. Reza Pahlavi Amerika’nın müdahalesi için iletişime geçti. Ama Amerika’nın bir şey yapacağını pek olası bulmuyorum. Çünkü İran, Afganistan, Irak veya Libya gibi değil. İran halkı gerekli bilince sahip ve emperyalizmin kötü niyetli hedefini biliyor.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İşçi hareketi, gücünü genel siyasi (politik) bir grevle* ve sahada sürekli mevcudiyetle sağlamlaştırmalıdır. Sol güçler, devrimin başarılı olabilmesi için sahada birleşik bir cephe ile desteğini göstermelidir.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

* Ortak ve yaygın bir kullanım olan genel politik grev, Genel Grev Genel Direniş çağrısına denk gelmektedir. – ç.n.

Okay Deprem’le röportaj: Donbas cephesinde gelişmeler – 1: ‘Rus kuvvetleri topyekûn karşı atağı başlatma eğiliminde’

Rusya ve NATO arasında Ukrayna ve Donbas coğrafyasında süren ve yayılma eğilimi gösteren savaş sertleşme eğiliminde… 2014’ten beri yıkım, ölüm, Neonazi artıklarının zulmü altındaki topraklar kendine has deneyimleri, zayıflıkları ve başarıya ulaşamasa da hayal ettirdikleriyle direnişçilerin de yatağı oldu.

Yıllardır Donbas’ta yaşayan gazeteci Okay Deprem’le ayrıntılı bir şekilde yaptığımız röportajı daraltmamak için iki parçada yayımlayacağız. Bu ilk bölümde güncel durumu tartışırken önümüzdeki sayıda yayımlayacağımız devam bölümünde ağırlıklı olarak 2014’ten bugüne; bugünden yarına bir yolculuğu tartışacağız.

“Rus kuvvetleri hazırlıklarını, özel kuvvetlerin hususî eğitimleri sürdürüyor. Rusya açısından bir hazırlık ayı olarak nitelendirebiliriz. Öngörüm şu şekilde, bu ayın sonunda Kasım ayı başlarında, Rus kuvvetleri büyük bir karşı atağı, topyekûn bir karşı atağı başlama eğiliminde, hazırlığında.”

“Yüksek ihtimalle şu an hem personel sayısı hem askerî yeterlilik yani mühimmat, malzeme, ekipman, cephane, ağır silah hem de savaş stratejisi planlaması noktasında buna dönük bir hazırlık var genel itibariyle.” ifadeleriyle yanıtlarına başladı Deprem.

Sahada son dönemde Donbas güçleri ve Rusya bir gerileme yaşadı. Sahadaki güncel durumu ve öngörülerinizi anlatabilir misiniz?

Söz konusu gerileme özellikle Ağustos ve Eylül aylarında yaşandı. Yaz sonu, sonbahar başı. Kherson, Harkov ve hatta Donetsk tarafının söz konusu olduğu, çok az da Lugansk’ın batı ve orta batı taraflarından…

Bunun nedenlerinden birisi Rus tarafının her şeye rağmen Birlik kuvvetlerinin askerî personel yani asker sayısı yetersizliği, ikincisi her şeye karşın genel koordinasyon eksikliği ki kendileri bunu itiraf etmişler. Çeçenistan Devlet Başkanı Ramzan Kadirov başta olmak üzere buna dikkat çekmiş. Üçüncüsü, moral motivasyon eksikliği. Nesnel açıdan bakıldığında dahi Ukrayna tarafına kıyasla daha azdı.

Dördüncüsü benim yorumum çerçevesinde şunu söyleyebilirim ki sahada devamlı ve uzun süreli duran ve savaş şartlarına alışan, buna göre kendini reorganize eden, gelişim sağlayan güçlerin sınırlı sayıda olması. Diğer bir ifadeyle, ilgili Rus ve yerel Donbas kuvvetlerinin sürekli cepheye gidip gelmelerle yani iki-üç ay zarfında sürekli sirkülasyon. Bu, özellikle Rusya’dan gelen gönüllü ve kontratlılar diye tabir edilen sözleşmelilerin de çok kısa sürede anlaşmaların bitmesi neticesinde geri dönmeleri nedeniyle de yaşanıyor.

Sahadaki durum, özellikle de Rus hava kuvvetlerinin başındaki isim olan ünlü General Surovikin’in atanması bunu Rusya aleyhine azaltan bir başka etmen rol oynamış oldu. Generalin özel askerî operasyonun başına atanması birlikte, ki kısmen kendi kadrosuyla birlikte… Aynı general hem Suriye’de, Tacikistan’da, Afganistan’da savaşmış bir isimdi.

Onunla politika değişikliğine gidildi. Seferberlik de aynı dönemde başladı. Birkaç hafta kadar önce referandumda Donbas, Kherson ve Zaporojye bölgelerinin düzenlemeleri eş zamanda olmuştu.

Seferberlikle birlikte en az üç yüz bin kişi, ki fiilen daha da fazla olma ihtimali yüksek askerî gücün; üçte ikisi hâlihazırda Donbas’a ve ilgili bölgeye aktarıldı ve Rusya onların dağıtımlarına devam ediyor.

İkincisi Surovikin’in göreve gelmesiyle gene son on gün içerisinde Ukrayna’nın genelindeki sayısız enerji tesisi, termik santral ve farklı elektrik santralleri, enerji güç üretim tesisleri dağıtım noktaları ve trafolar… En ufak enerji hatları Rus hava kuvvetlerince hedef alınmak suretiyle etkisiz hâle getirildi, ağır zarar verildi. Ülkenin enerji altyapısının en az üçte biri deaktive olmuş oldu. Bundan dolayı Kiev başta olmak üzere pek çok kentte karanlık geceler yaşanıyor adeta. En az üçte biri böyle; şu anda o yüzde kırk-elli arasında seyrediyor olabilir.

Durumu değiştiren bir başka faktör Rusya’daki gönüllülerin sayısının katlanarak artması. Şimdi on binleri buldu. Rusya’dan, bu ilgili üç yüz bin kişinin dışında söylüyorum; gelen, gelmekte olan gönüllülerin sayısı, gelmelerine dönük maddi manevi teşvikler arttı bu arada. Askerlere yapılan ödemeler başta olmak üzere, sosyal kompanzasyonlar da farklı sosyal destekleri de katlanarak arttı, geliştirildi. Bu da tabii daha çekici kılınmaya çalışıldı. Bu noktada savaşa katılım, operasyona katılım noktasında, Rusya’dan gelenlere iki yüz ila üç yüz bin ruble arası veriliyor. Biraz da ortalama maaş. Yani dolar kurunda bakacak olursak günümüz itibariyle en az üç bin, beş bin dolar kadar meblaya tekabül ediyor. Daha fazla alanlar da tabii ki var.

Bir başka faktör olarak, özellikle Donetsk tarafında her kafadan bir ses çıkan bir durum söz konusu. Yani başına buyruk, tırnak içinde otonom hareket eden işte Vostok, Doğu, Spartak, Somali, On Beşler gibi taburlar, askerî birlikler vardı.

Şimdi bunlar Lugansk tarafında olduğu gibi giderek daha fazla Rus kuvvetlere entegre ediliyorlar. Giderek daha yekvücut, yekpare ordu hâlinde hareket etmeleri planlanıyor. Ve o şekilde ilerliyor. Zaten Donbas Rusya’ya da katıldığı için biraz da bu süreç onu destekliyor.

Tüm bu saydığım etmenler tabii ki Rusya’nın Ukrayna’nın karşı ataklarını olabildiğince absorbe etmesini, kırmasını getirdi. Ama Ukrayna açıkçası cephedeki askerlerine pek acımadığı için günde verilen yüzlerce kayıp yerine hemen askerleri takviye ediyor.

Abdi Alaattunov adlı Donbas’taki Çeçen birliklerin komutanının -kendisiyle özel röportaj yapmıştım- verdiği rakamlara göre bazen tüm cephe hattında, yedi yüz-bin kilometreyi bulan cephe hattında, altı yüz ile bin kişi arası Ukrayna ordusunun kayıp verdiği… Ama Rus savunma bakanı sözcüsüne göre bu sayı yüzleri buluyor. Ukrayna bunu hemen kompanse edebiliyor. Yani diğer ifadeyle takviye edebiliyor.

Ukrayna ağır silahları batıdan gelmeye devam ediyor. Askerî zırhlı araçlar, zırhlı piyade taşıyıcıları, omnibüsler, büyük roketatar sistemleri Sezar, yani Fransız yapımı roket atar çok namlulu füze sistemleri, Amerikan yapımı sistemler, Almanya’dan geleceği düşünülen, vaad edilen yeni hava savunma, roket savunma sistemleri vesaire vesaire… Bunlar kesintisiz, sürekli devam ettiği için, bunların nakli dolayısıyla, sahada Ukrayna çok geri adım atmıyor.

İki taraf da pek genişlemiyor açıkçası şu ana kadar. Ama kesin olan bir şey var Ukrayna karşı atağı durduruldu, önemli ölçüde sekteye uğratıldı. Hem Kherson cephesinde hem Kharkov ama özellikle Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin orta ve kuzey taraflarında.

Ama son tahlilde, diğer bir ifadeyle söylenecek olursa son birkaç haftadır cephede fazla değişen bir şey yok. Tarihsel deyimle ifade edilecek olunursa batı cephesinde değişen bir şey yok. Ama an itibariyle, son süreçte…

Donbas’ta ve Ukrayna’da toplumsal durumu biraz anlatabilir misiniz? Savaş altında yaşam nasıl ilerliyor? Suç oranında vb. artış var mı? Nasıl bir değişim yaşanıyor?

Donbas başta olmak üzere geniş bölgedeki savaş şartlarına dair şunlar söylenebilir. Birincisi sokağa çıkma yasağı zaten vardı Donbas’ta sekiz yıldır. Şimdi uygulamaya geçirilen sıkıyönetim; diğer bir ifadeyle özel hâl veya olağanüstü hâlle önlemler katılaştırılacak. İşte kontrol noktaları olsun, insanların gözaltına alınma durumu olsun, seferberlik namına zorlanmalar olsun vesaire vesaire.

Teknik açıdan oldukça zor. Şunu söyleyebilirim ben dahil bunu yaşayan birisi olarak, içeriden çıkamayabiliyorsunuz. Eskiden beri evim Donetsk merkezinde. Ortalama Donetsk ili başta olmak üzere pek çok yer ama özellikle Donetsk’e üç günde bir su verilebiliyor yarım günlüğüne. Ve en fazla bir gün süresince. Sıcak su yok.

Anti parantez Sovyet döneminden beri merkezî sıcak su sistemi geçerliydi. Şehrin önemli kısmında pek çok konu dolayısıyla içerisinde hanenin su depoları olmadığı için otomatikman, sıcak su sistemine bağlılar. Bu da yok. Gene mobil internet, daha doğrusu mobile bağlantı… internet çok zayıf çalışıyor, yeterli gelmiyor pek çok yerde. Gerekli elektrik var allahtan! Kenar mahalle ve birçok banliyöde gaz kesintileri var.

Bunun dışında, tabii mal yetersizliği söz konusu. Çok fazla olmamakla birlikte bazı mallarda, çeşitlerde vs. birtakım eksiklikler aksaklıklar görülebiliyor. Dahası hem Donetsk hem de işte aynı adlı cumhuriyetin farklı bölgeleri hatta Lugansk tarafı için de geçerli; küçük dükkânların, mağazaların, pazar yerlerinin çok erken kapatılıyor olması, kapanması, geç açılıp erken kapatılması durumu var. Yani ortalama dokuz on arası açılırlar; dört beş arası kapanırlar en fazla. Buna büyük AVM’ler, büyük pazar yerleri dahil. Düşünün sabit pazarlarda merkezî en fazla beş gibi kimseyi bulamazsınız. Toplu taşıma bunlar haricinde seyrek işliyor, işliyor ama seyrek oldukça. Bu, şehirler arasında ve taşıtlar için de en geçerli.

Bölgede seferberlik yapılmıştı üst üste. Askerî harekâtın başlamasından evvel Rusya’da, Ocak’tan Şubat’a geçtiğimiz dönemden bugüne kadar üst üste ilan edilen o seferberlikle on binlerce kişi askere alındı, zorla çoğu. Hem Lugansk’ın hem Donetsk’in bölgelerinden…

Ve diğer tarafta baktığımızda Zaporojye, Kherson’da benzer durumu görüyoruz. Doğal olarak ve kaçınılmaz olarak. Ama Kherson’da durum biraz daha zorlu, çetin ve kritik. Çünkü orada Kherson cephesinde Ukrayna’nın en büyük müstahkem mevkileri, en büyük birikimlerinden askerî yığınaklarından bir tanesi söz konusu. Hem personel sayısı hem askerî araç vs. noktasında. Zaten son süreçte, altmış bin küsur sivilin tahliye kararı alınmıştı: Kherson’dan güneye, Kırım Cumhuriyeti’ne doğru en başta olmak üzere… Zaporojye de pekâlâ aynı olabilir. Rus güçlerinin hâkimiyeti altındaki cephe hattına yakın güney taraflarından bahsediyorum. Kasaba ve kentler işte Energodar, Kameyenka-Dineproskaya, Vasilyevka adlı yerleşim yerleri dâhil vesaire.

En önemlisi, tartışmasız güvenlik sıkıntısı. Donetsk kenti başta olmak üzere Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin ortalarının batı aksı ve kuzeyleri yani Donetsk’in geniş çeperi, Gorlovka ve geniş çeperi, Yasinova ve çeperi ve Makiyevka’nın kuzey ve batı taraflarının herhangi noktası, her an ateş altına alınabilecek riskte.

Diğer ifadeyle güvenli yekvücut ve rafine güvenli hiçbir yer yok. Şehir merkezi her an hedef alınabilir büyük roketatar top mermileriyle. Keza bu yaşanıyor. Neredeyse günaşırı ve her gün sadece Donetsk’te birkaç kişi hayatını kaybediyor. Ben sadece dün iki kişinin cesedini gördüm. Pekâlâ olabiliyor. Bu insanlar çok feci şekilde hayatını kaybediyorlar. Vücutları tamamen paramparça olarak. Dolayısıyla bu, insanlarda epey de bir korku iklimi yarattı, çoğu insan sokağa çıkmaya çekiniyor, korkuyor, kısa sürelerle çıkabiliyor veya çıkmamayı tercih ediyor. Önemli oranda evlerinde duruyorlar. Az buluşmaya, sokakta az durmaya gayret ediyorlar.

Belli saatten sonra sokakta çok az ikinci kişi oluyor Donetsk’te. Ve malum, günler de kısalıyor. Birkaç yüz bin kişi olmasına, kalmasına karşın aynı şey büyük kentler için de geçerli bu arada.

Bu tabii çok önemli bir faktör dediğim üzere. Tabii çok insan göç etti, gene aileler parçalandı, yüz binlerce aile parçalandı. Şu ana kadar on binlerce kişi, yani birlik kuvvetleri çatısı altında dahi on binlerce asker hayatını kaybetti. Yüzlerce sivil öldü sadece Şubat’tan beri. Dolayısıyla bir tanıdığını, akrabasını kaybetmiş kitlenin sayısı, dile kolay sadece Donbas’ta tanıdıklar, çevre, komşular, dostlarıyla belki birkaç yüz binlik bir kitleye ulaşıyor bir şekilde. Hatta giderek Zaporojye, Kherson’a ilerliyor olumsuz anlamda. Göç etmek durumunda kaldı yüz binlerce kişi Şubat ayından itibaren ve aileler parçalandı.

Suç oranında artış neredeyse yok. Çünkü buranın daha farklı bir sosyal iklimi var. Şu şartlar Türkiye’de olsa tahmin bile edemiyorum suç oranlarını… Hiç abartmaksızın burada en sert, zor, savaş şartlarında dâhil suç oranları nüfusa endeksli olarak Türkiye’nin normal barış zamanındaki suç oranının çok altında.

Şu örneği verebilirim kendimce: Yani herkesin hemen hemen silahlı olduğu adeta kovboy filmlerindeki ortamda dahi, yani önümüzdeki herkeste silah olma ihtimali çok yüksek olduğu hâlde, sivillerden güvenlik görevlilerine, tabii ki askerlere… Gene de ben şahsen ne Donetsk ne Lugansk’ta, akşam geç vakitlerde, yani karanlıkta ve gece dolaşmalarımda uzun yürüyüşlerimde bir kere birinin bana bir laf attığını, bir şey söylediğini, ters bir şeye denk geldiğim veya birinin yolumu kestiğini vs. ne gördüm ne duydum. Yani kendim yaşamadım dediğim gibi.

Ukrayna ve Donbas’ta ekonomik yaşam nasıl sürüyor? Ek olarak Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımların ekonomik etkisini nasıl gözlemliyorsunuz?

Ukrayna ve Donbas’ta ekonomik yaşamın yanıtı tamamen farklı artık Donbas Rusya’ya geçtiği için. Zaten sekiz yıldır entegrasyon sürecinde oldu ama son süreçle tamamen Rusya’ya dahil oldu. Şubat ayından itibaren Rusya’nın müttefiki hâline geldi.

Ukrayna ekonomisi tamamen çökmüş durumda. Ukrayna’nın ekonomisinin en az ve ortalama yüzde doksanı epeydir Batı’ya bağımlı durumda. Yani Batılı etkisiyle, desteği, sübvansiyonu ile ekonomik anlamda ayakta duran, güç bela deyim yerindeyse, ittire kaktıra ayakta duran, durmaya çalışan bir Ukrayna söz konusu. Batı desteğini bugün çekse yarın açlık başlar tüm Ukrayna’da.

Rusya’ya karşı yaptırımlar konusunda, böyle bir şey gözlemiyorum. Rusya etkilenmiyor her şeye karşın. Çünkü Rusya’nın altın rezervleri ve nakit dolar rezervlerinin toplamı en az bir trilyon dolar karşılığında. Zaten savaş sürecine kadar altı yüz milyar dolardan fazla dolar rezervi vardı. Tabii ki ruble rezervi var. Muazzam bir altın rezervi var. Bundan dolayı Rusya Federasyonu operasyon bölgesinde pekâlâ yüz binlerce kişiye ayda üç bin ila beş bin arası ortalama maaş verebilir durumda. Ondan daha evvelden beri, Donbas’taki memurların, devlet çalışanlarının maaşlarının tamamı Rusya’dan geliyor. O maaşlar da artık azımsanmayacak bir seviyede. İşte dolar bazında diyelim, 400-500 dolardan başlıyor, en az bin dolara kadar çıkıyor. Aynı şey Kherson ve Zaporojye bölgeleri için de geçerli.

İlgili bölgelerde, Donbas’ta da tüm emekli maaşları, aylıklar genelde Rusya tarafından karşılanıyor. Keza Donbas’ta Rusya aynı politikayı henüz 2015 yılında başlatmıştı. 2015’ten itibaren zaten Donbas’taki memurların, her kademeden devlet çalışanlarının ve emeklilerin tüm maaşları Rusya tarafından karşılanıyordu. Dolayısıyla tüm bunları fazlasıyla kaldıran bir Rusya var. Ama aynı Rusya yatırımlara da devam ediyor. Her şeye karşın yeni fabrikalar açılıyor, eski fabrikalar onarılıyor. Muazzam teknik gelişmeler var. Yatırımlar, inovasyonlar, altyapı tesisleri, metro inşaatları, tramvay, yol, köprü, tünel ve toplu taşıma yenilemeleri, geliştirmeleri onarımları; yeni hattın açılması devam ediyor.

Dolayısıyla Rusya çok güçlü her şeye karşın. Hiç olmadığı kadar güçlü. Sovyetler Birliği’nin de bazı dönemine kıyasla, bazı açılardan daha az kuvvetli değil. Tarım ve hayvancılıkta Sovyetler’in son dönemine göre çok daha güçlü olduğu kesin. Bu çok önemli. Zaten Rusya buna dayıyor sırtını. Tarım ve hayvancılıkta en az yüzde doksan oranında kendine yeter hâle geldi Rusya Federasyonu.

Coğrafyada bir savaş ekonomisi oluştuğundan bahsedebilir miyiz?

Evet, tabii ki bahsedilebilir. Donbas’ta bu zaten vardı. Şimdi iyice katmerlendi, güçlendi ve yaygınlık kazandı. Topyekûn Rusya bir savaş ekonomisine geçiyor, savaş seferberliğine, bir savaş durumuna…

Çeçenistan başta olmak üzere bazı bölgelerin zaten ekonomisi tamamen, savaşa bağlı. Donbas da dâhil oldukça aktif çalışabilir nüfusun azımsanmayacak bir kesimi giderek paralı asker hâline geldi ve geliyor. Ve bunlar aileleriyle birlikte, çevreleriyle, besledikleri hanelerle beraber yüzbinlerce bir kesime tekabül ediyorlar. Çeçenistan başta olmak üzere Kuzey Kafkasların önemli kısmı bu noktaya doğru dönüşüyor. Bu istikamette ama aynı şey Donbas için geçerli. Donbas’ta Şubat öncesi elli bine yakın zaten asker vardı. Onların maaşları da, o zamanki daha mütevazı maaşları, Rusya tarafından karşılanıyordu.

Ölen ve yaralanan birkaç on binlik kayba karşın şu an, Lugansk ve Donetsk’in toplam askerî kuvvet sayısı yüz binden fazladır. Bunların tüm maaşları tabii ki Rusya’dan… Ve bunlar ailelerle birlikte yüzbinlerce bir kitleyi besliyorlar, finanse ediyorlar. Zaten burada fazla bir nüfusun kalmadığını düşünürsek her şeye rağmen hatırı sayılır bir kitle, savaş ekonomisi döneminden bu bağlamda besleniyor.

Genel seferberlik kapsamı, Rusya tarihinde çok var. Sovyetler döneminde: 41-42-43 yıllarını hatırlatıyor. Tüm devlet organizasyonları idarî birimler, yetkilendirmeler, organizasyonlar, şemalar, tüm güvenlik organları, Güvenlik Bakanlığından emniyete ve diğer ilgili birimlere; tüm devlet çalışanları, memurlar, eğitim kurumları, tüm sosyal diğer müesseseler vs. her şey savaş durumuna göre şu anda giderek yeniden yapılanıyor. Buna göre yeniden organize ediliyor.

Özellikle komşu bölgeler için de geçerli. Sadece sıkıyönetim, özel savaş hâlinin, olağanüstü hâlin geçerli olduğu Kherson, Zaporojye ve Donbas değil ama aynı zamanda Ukrayna’ya komşu yukarıdan aşağıya Bryansk, Kursk, Belgrot ve Rostov eyaletlerindeki valilere, yönetimlere olağanüstü yetkiler verilmesi ve diğer ifadeyle yetkilerin önemli ölçüde artırılması uygulamasında da gördüğümüz gibi…

22.10.2022 – Devam edecek…

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...