Ana Sayfa Blog Sayfa 57

Mayıs 2023 seçimleri | Derleme

Sunuş

TC devleti çözülüş içindedir. Biz bu çözülüşü üç ana etkene dayandırıyoruz. İlki emperyalistler arası paylaşım savaşıdır. Ekim Devrimi sonrasında ortaklaşa sömürge olarak örgütlenen TC devletinin tüm mekanizmaları bu paylaşım savaşından doğrudan etkilenmektedir. İkinci etken her türlü saldırıya, katliama, NATO desteğine rağmen bitmeyen, bastırılamayan Kürt Devrimi, Kürt halkının direnişidir. Bu direniş, halkların inkârı ve imhası üzerine kurulan bu devleti temellerinden sarsmaktadır. Son olarak ise batıda Gezi ile başlayan direniş sürecidir. Bir patlama olarak ortaya çıkan Gezi Direnişi, bugün elbette görkemli günlerindeki gibi kitlesellikle kendini ifade etmiyor. Ancak Anadolu devriminin Taksim’den göz kırpmasını sağlayan bu büyük direniş bugün irili ufaklı onlarca işçi direnişinde, kadın hareketinin ısrarlı mücadelesinde, öğrencilerin özgür bilimsel eğitim mücadelesini yeniden yükseltmesinde bir yol gösterici damar olarak duruyor.

Bu çözülüş sürecinin içinde bir olağanüstü örgütlenme olarak uygulanmaya başlanan Saray Rejimi’nin daha detaylı incelenmesi için okuyucuya yine Kaldıraç Yayınevi’nden 2020 yılında çıkan Saray Rejimi adlı derleme çalışmayı ve bir bütünde devlet organizasyonunun kavranması için son baskısı 2013 yılında yapılan Tekelci Polis Devleti adlı çalışmayı okumasını öneriyoruz.

Pandeminin ortasındayken, 2020 yılında ilk defa Meral Akşener tarafından “erken seçim” tartışmalarına daha sonra CHP’nin direnişe eğilimli kitleleri “evlerinde tutma”, “seçimleri bekleme” politikası eklenerek Mayıs 2023’te iki tur olarak gerçekleşen seçimlere gidildi.

Bu üç sene boyunca konuyla ilgili Kaldıraç dergisinin sayfalarında onlarca makale bulunmaktadır. “Seçimlerin yapılıp, yapılmayacağının belli olmadığı” vurgusunu defalarca yazdık, ne zaman ki NATO Ukrayna eliyle Rusya’ya saldırdı ve bu saldırı sırasında ABD, AB’yi yine kendi hizasına çekti, işte o zaman bu sürece ilişkin daha net şeyler söylemek mümkün oldu. Aynı zamanda tüm bu sürecin içinde Kaldıraç Hareketi “seçim gündemini aşan, direnişleri kitleselleştiren, kazandıran, birleşik bir hattı sokakta örmek için Birleşik Emek Cephesi” çağrısını örgütlemeye çalıştı.

Burjuva muhalefetin arkasında hizalanarak günden güne sağa kayan solun seçim sürecindeki tutumu bir bütün olarak toplumsal mücadelenin direnişçi güçlerine zarar vermiş, baştan aşağı hileyle, hırsızlıkla dolu seçim tiyatrosunun burjuva muhalefet eliyle kitlelerce temize çekilmesine yaramıştır.

Seçime gidilen son dönemece daha odaklı bir mercek tutmak, okuyucuya Kaldıraç Hareketi’nin süreçteki müdahalesine dair daha bütünlüklü bir tablo ortaya çıkartmak için elinizdeki derlemede bu üç senenin tüm tartışmalarından ziyade 2023 Nisan-Haziran arası çıkan makaleler ve açıklamalar bulunmakta.

“Sol hareket, bu seçimlerde, kendi bağımsız adayları ile hareket edebilme olanağını kaybederek, sisteme karşı radikal eleştirilerini kitlelere ulaştırma olanaklarını da reddetmiştir.

“Ama bu görev, koşullar ne denli zor ve olanaklar ne denli zayıf olursa olsun, devrimci sosyalistlerin görevidir.”

Aslolan devrimin gündemidir.

Kaldıraç Yayınevi

Tecrit insanlık suçudur! Merdan Yanardağ serbest bırakılmalıdır!

TC Devleti ilk gününden bu yana işçi sınıfının reddi, halkların inkârı ve imhası, anti-komünizm üzerine kurulmuştur.

Bu devletin 100 yıllık tarihi -elbette daha öncesi de-, halklar için katliamlar, baskı, tecrit tarihidir. Bu tarih aynı zamanda halklar için de direnişler tarihidir.

Kürt halkının direnişi, her türlü savaş suçuna, katliama, tecrite, tutuklamalara rağmen bastırılamayan, baş eğdirilemeyen bir gerçektir.

Kürt halkının önderleri, siyasetçileri rehin tutulmaktadır, evlatlarına sunulan ise ya ölüm ya da hapishanelerdir.

Uygulanan tecritte ve yürütülen savaşta Kürt düşmanlığı konusunda hep anlaşan egemenler, bu politikaya karşı anlaşılabilecek herhangi bir cümleye dahi tahammülsüzdür. Tahir Elçi’nin katledilmesinin tetikçisi “gazeteci” sıfatlılar dışarda dolaşabilirken bu saldırıların devamı olarak Merdan Yanardağ tutuklandı.

Saldırılar ancak halkların ortak mücadelesini büyüterek durdurulabilir.

Tecrit insanlık suçudur!
Merdan Yanardağ serbest bırakılmalıdır!

27 Haziran 2023

Kaldıraç dergisinin Haziran sayısı yayında

“Merhaba

Dünyanın her yanında burjuvazi ve onun devleti, ordusu, polisi, gönüllü-gönülsüz propagandistleri, dernekleri, partileri, okulları, yardım kuruluşları, medyaları, meclisleri, sistemlerinin irili ufaklı birimleri artık bize umutlu, güzel, hayata dair hiçbir şeyi vaat dahi etmiyor. Kanacağımız güzel vaatleri bile yok!

Peki biz neyin peşindeyiz?

Biz devrimciler, biz komünistler hayatın peşindeyiz. Bütün insanlar, bütün canlılar duysun! Doğa duysun; biz hayatın peşindeyiz! Biz sıranın sonundakiler, en arkadan çıktık geliyoruz. “Sırasıdır” diyoruz. Şimdi sırası… Toplanın.

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!”

 

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Haziran sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Yaşanan toplumsal bunalım, yaşamın her alanında kendini göstermektedir. İntiharlar artmakta, hastalıklar yaygınlaşmaktadır. İnsanlar ‘hastalıklı’, bunalımlı bir hâl almaktadır. Sistemin yaşadığı bunalım, tüm toplumu, en yaşlısından en gencine, sarmış durumdadır. ‘Böyle yaşanır mı’, ‘buna yaşam denilebilir mi’ soruları, kafaların içinde dolaşmaktadır.

İnsanlar, en yakın çevrelerine güvenmez hâldedir ve herkes, nereden ne kadar para bulursa kapmak için fırsat kollar durumdadır.

İşte bu derin bunalım, aynı zamanda sınıf çatışmasını, sınıflar arasındaki savaşımı da öne çıkartmaktadır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Derinleşen kriz ve işçi sınıfının durumu

Öyle ise, seçim sonuçları önceden bellidir.

İddialı bir söz gibi gelebilir ama değildir. Seçim sonuçları önceden bellidir ve ABD, NATO, önce seçimi yapmakta, kararı vermektedir, ardından buna uygun bir “seçim süreci” planlanmaktadır. Mesela 14 Mayıs’ta oluşmuş olan parlamentodaki milletvekillerini kim seçmiştir, halk mı? Elbette ki hayır. O milletvekillerinin büyük çoğunluğunu, HDP ve TİP hariç diyelim, NATO seçmiştir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Şimdi sıra bizde, şimdi sıra sokakta, direnişte

Kılıçdaroğlu çıksın ve halka, neden sonuçların yüzde 49,50’de durduğunu, hileyi yapanın neden daha ileri gitmediğini anlatsın.

Bakın devrimci demiyoruz, demokrat demiyoruz, sadece ‘ciddi’ diyoruz. Ciddi iseniz, seçimi kazanmak istiyorsanız, hile yapılacağı açık ise, ona uygun önlem alırdınız, YSK’ların önüne milyonları yığardınız.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Saray Rejimi gitmeli, gidecek, son söz sokakta, barikatta söylenecek

Öncelikle, ‘kazanılmış’ bir seçim, nasıl ‘kaybedilir’ konulu bir oyun yazılacak olsa, trajikomik bir oyun olarak sahneye konulabilir. Bu yapılmıştır. Bir uçta kötü adam hırsızdır, diğer uçta ‘iyi’ adam bir isteksizdir. Seçimi kazanmak istemeyen, seçimi kazanamaz. Tıpkı bir memur gibi, efendileri Erdoğan’ı nasıl seçmiş ise şimdi de kendilerini seçsin diye bekleyebilir. NATO tedrisatından geçmiş CHP kadrolarının başka türlü davranması beklenemez.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Seçimi çalmak ya da “kazanmama iradesi”

TC devleti, kuruluşunun en başından başlayarak, her zaman, bazı kişileri, çeteleri vb. katliamlar için ya da başka devlet işleri için kullanmıştır. Bu durum, NATO ile birlikte yapılanan Gladio, Ergenekon ya da adına ne denirse densin bu tip resmî ama gizli yapılarla daha da gelişmiştir. Ülkemiz, NATO karargâhından planlanmış birçok cinayete sahne olmuştur ve bu cinayetlerin tümünün kadroları, aslında devletin kadrolarıdır, her düzeyde.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – “Resmî” itiraflar ve Saray Rejimi

Bu sayımızda ayrıca Temel Demirer’in iki adet yazısı, Sibel Özbudun, Fikret Başkaya‘ın yazıları bulunmakta.

Ayrıca “Asperger Sendromum üzerine ufak bir yazı”, “Defne-Hatay”, “Ankara 1 Mayıs’ı”, “İstanbul 1 Mayıs’ı” ve tutsak Deniz Tepeli‘nin gönderdiği okur mektuplarımız da dergimizde yer aldı.

Yeni sayımızla birlikte artık İstanbul/Avcılar, Denizli, Ordu ve Antalya’da da dergi temin noktamız bulunuyor, tüm okurlarımızı dergi temin noktalarını çoğaltmak için katkı sunmaya çağırıyoruz.

 

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 263 / Haziran 2023
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ve WhatsApp’tan 0539 840 51 56’a ulaşabilirsiniz.

Varlığını “terörle mücadele” retoriğine borçlu bir rejim!

Bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji rejimin niteliğinin tartışılmasını, bilince çıkarılmasını ve anlaşılmasını engelliyor… Ana okulundan üniversiteye gençlerin bilinci resmî tarih ve resmî ideoloji yalanlarıyla iğdişleştiriliyor… Bu durum köklü bir entelektüel zaaf ortaya çıkarıyor… Bilinci köreltilmiş insanlar her söylenene inanır hâle geliyor. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı… Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti denilen Cumhuriyet rejiminde daha da kutsaldır… Devletin kutsal sayıldığı yerde gerisi teferruattır denir…

Rejim bidayetten itibaren ırkçı ve mezhepçidir. Resmî ideolojinin tarifini yaptığı insan, soru sorma yeteneğini kaybetmiş insandır… Okullar ve üniversiteler de resmî tarihin ve resmî ideolojinin mayalandırıldığı, özgür düşüncenin boğulduğu kurumlardır… Bu rejim, özgür düşüncenin ve özgür tartışmanın, sanatın ve sanatçının iflah olmaz düşmanıdır… En değerli düşünce ve bilim insanlarını, şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını gazetecilerini katletmediği zaman, hapishanelerde çürütmüş, issiz ve aç bırakmış, ilticaya zorlamıştır… İşte modernliğin, çağdaşlığın, ilericiliğin timsali sayılan rejim böyle bir şeydir…

Esasen rejimin bu niteliği, genetiğinde saklı temelli bir kötülüğün doğrudan sonucudur. Anadolu’nun kadim haklarının temizliği üzerine inşa edilmiştir. Emperyalist savaşı fırsata çevirip, Ermenileri, Anadolu ve Pontus Rumlarını, Süryanileri, Keldanileri… katliam ve sürgünlerle bu topraklardan temizlemiştir… Tartışmasız bir insanlığa karşı suç işlenmiştir…

Cumhuriyet rejiminin anti-emperyalist bir ‘kurtuluş savaşının eseri” olduğu kabulü tam bir kuyruklu yalandır… Anti-emperyalizm söylemi, resmî tarihin ve resmî ideolojinin bir tevatürüdür… Türkiye’nin sömürge halklarının kurtuluş mücadelesine esin kaynağı olduğu düşüncesinin de reel bir karşılığı yoktur… Tam tersine, sömürge halklarıyla kolonyalistler-emperyalistler her karşı karşıya geldiğinde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri hep emperyalist cephe safında yer almıştır

Cumhuriyet rejimi için makbul olan, Türk, Müslüman, Hanefi “vatandaştır”… Kürtler asimile edilebilir oldukları düşüncesiyle bidayette temizlik hareketi dışında bırakılmıştır… Asimilasyona itiraz edince de önce “şaki” sonra da “terörist” sayılmışlar ve gereği yapılmış, yapılmaya devam edilmektedir… Velhasıl yüzyıl sonra da “şark cephesinde yeni bir şey yok!”… Geride kalan yüzyıl, katliamların, baskının, yasakların, inkârın, yok saymanın yüzyılıydı… Alevi düşmanlığı da imparatorluktan mirastır… Aleviler oldum olası “iç düşman” sayılmışlar ve gereği yapılagelmiştir.

Bu sömürü düzeni iç ve dış düşmansız yapamaz… Zaten dış düşman verilidir… Sınırların dışındaki tüm halklar “düşmanımızdır”… Fakat “iç düşmanın” yaratılması gerekir ve gereği yapılıyor… Son dönemde mülk sahibi sınıflar ve siyasi aktörler için “terör” ve “terörle mücadele” etkili bir yönetim (iktidar) aracına dönüştürüldü… Kendisi gibi olmayan, farklı olan, farklı düşünen, farklı yaşayan, itiraz eden herkes kolaylıkla “terörist” sayılabiliyor…

Burjuva siyaseti toplumu kutuplaştırarak yol alıyor. Toplum ne kadar kutuplaştırılırsa aldatmak, oyalamak, yönetmek o kadar kolaylaşıyor. Muhalif olmak, itiraz etmek “terörist” sayılmanın yeterli koşulu…

Egemen söylem devletin kendi terörünü terör saymaz. Zira, neyin terör, kimin terörist olduğuna devletin adamları, onların akıl hocaları, egemen ideolojiyi/resmî ideolojiyi üretip yayan bilimi kendilerinden menkul zevat, “konunun uzmanı” denilenler karar verir… Boşuna, “nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir” denmemiştir… Bir devlet ne kadar büyükse ne kadar güçlüyse, tedhiş [terör] uygulama, dayatma potansiyeli de o kadar büyüktür. Şimdilerde terörle mücadelenin sembolü sayılan Amerika Birleşik Devletleri en büyük terörist devlettir. Tabii en büyük teröristin “terörle mücadelenin sembolü” sayılması da rahatsız edici bir ironidir… ABD’nin İkinci Emperyalist Savaş sonrasında Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Orta-Doğu’da 55-60 milyon insanı hunharca katletmesi “devlet terörü” değil miydi?

Neoliberal küreselleşme döneminde, geride kalan yaklaşık 30-40 yılda, terör, terörizm, terörle mücadele söylemi, emperyalist odaklar için devletleri çökertmenin (regime change- rejim değiştirmek diyorlar…), halk düşmanı rejimler için de muhalefeti etkisizleştirmenin, hak, özgürlük, eşitlik taleplerini etkisizleştirmenin, devlet terör rejimini dayatmanın etkili bir aracı hâline geldi… “Uluslararası hukuku by pass etmek kolaylaştı… Asıl önemlisi, evrensel bir hak olması gereken direnme hakkı da yok sayılıyor… Elbette yok saymak yok etmek değildir…

Burjuva siyaseti toplumu kutuplaştırarak yol alıyor… Bir toplum ne kadar kutuplaştırılır, hasım kamplara ayrılırsa, burjuva siyasetçilerinin işi o kadar kolaylaşıyor. Böylece “asıl sorunlar” gündem dışına atılabiliyor… Türkiye bu konuda önemli bir örnek sayılabilir… Dinci AKP’nin elinde “terör ve terörist”, ”terörle mücadele” söylemi dışında bir koz yok… Söyleyecek sözü yok… Muhalefeti topluca terörist ilan ediyor… Öyle ya, eğer bir “beka sorunu” varsa, ülke teröristler tarafından kuşatılmışsa… açlık, yoksulluk, işsizlik, sefalet, doğa yağması gibi… sorunları gündeme getirmenin, teröristlerin ekmeğine yağ sürmenin ne âlemi var…

AKP’nin Türkiye’yi bir İslam emirliği yapmak gibi bir niyeti ve perspektifi var… Eğer başarabilirse, ilelebet iktidar olacaklarını düşünüyorlar… Hesap ona göre yapılmış görünüyor ama aç tavuğun kendini darı ambarında görmesinin reel bir karşılığı yoktur… Önümüzdeki seçimler bu yüzden kritik öneme sahip… Aksi hâlde iş daha da zora girecek. Fakat sadece dinci AKP’den kurtulmak da yeterli olmaz… Rejimi değiştirmek, yeni bir şey yapmak, kapitalizmden çıkmadan mümkün değil… Aksi hâlde sınırlı bir rahatlama sonrasında araç kaldığı yerden yol almaya devam eder…

Kapitalizm bir sürdürülemezlik durumu, bir uygarlık krizi ortaya çıkarmışken, artık eski kafayla, eski yöntem ve araçlarla yol alma imkânı ortadan kalkmış bulunuyor… Vakitlice perspektifi ve paradigmayı değiştirmek gerekiyor, üstelik zaman da daralıyor… Aksi hâlde insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir… Velhasıl, “ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir” denmiştir…

Mahşerin dört atlısı: Bolsonaro, Trump, Orbán, Erdoğan

Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez. O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir. Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi, insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı, saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme… ırksal üstünlük fantezileri ve toplumsal arılığa yönelik tasfiyeci politikalar sayılabilir.[1]

Aslında sayıları dört değil. Daha birçokları var: kimi iktidarda, kimi ülkelerinin parlamentolarında en büyük muhalefet parti ya da cephesinin başında yer alıyor. Akademik yazın onları 21. yüzyılın “sağ popülist liderleri” olarak tanımlıyor. Ben “neofaşist” tanımının daha uygun olduğu kanısındayım. İki nedenle:

  1. “Popülizm” yaftasını yeğleyenlerin “sağ-sol popülizm” nitelemeleriyle, örneğin Chávez ile Trump’ı aynı kefeye koyma ve bu yolla da “liberal demokrasi”yi aklama gibi bir gündemden hareket ettiklerini düşünüyorum.
  2. Ve yine, “popülist” liderler tarafından yönetilen ya da bu tip hareketlerin etkili olduğu ülkelerde parlamentoların işlediği, seçimlerin yapıldığı, “gaz odaları”nın mevcut olmadığı vb. gerekçesini öne sürüp “popülizm” (ya da otoriteryanizm vb.) yaftasını yeğleyenlerin, faşizmin bir moment değil bir süreç olduğunu ve daha da önemlisi, ilk örnekleriyle yukarıdaki Giroux alıntısında da belirtildiği üzere özdeş olmasını beklemenin anlamsız olduğunu gözden kaçırdıklarını düşünüyorum. Az ileride açımlamaya çalışacağım üzere, kapitalizm var oldukça faşizm (ya da en azından ona mündemiç öğeler) de su yüzüne çıkmak üzere bekleyen bir ihtimal olarak her zaman vardır…

Bu yazının son bölümünde kapitalizmin günümüzdeki hâli, neoliberalizm ile (neo)faşizm arasındaki bağıntıları açımlamaya çalışacağım. Böylelikle 21. yüzyılın başlarına damgasını vuran bir “muamma”yı, yani İtalya (Meloni), Brezilya (Bolsonaro), Hindistan (Modi), Rusya (Putin), ABD (Trump), Macaristan (Orbán) ve Türkiye (Erdoğan) gibi çok farklı coğrafyalarda, birbirinin neredeyse karbon kopyası özellikler gösteren sağcı, otoriter, popülist, şoven, dinbaz, “maço” demagogların hemen eşzamanlı olarak yükselebildiği arkaplanı belirginleştirmeyi umuyorum.

Ama önce bu yazı bağlamında dört farklı iklimden seçtiğim ve muadilleri açısından “temsilî” olduğunu düşündüğüm “Mahşerin Dört Atlısı” şahsında “kim” ve “ne” olduklarına bakalım…

Latin Amerika’dan Jair Bolsonaro…

Brezilya, asker kökenli yöneticilere yabancı değildir. 1889’da monarşinin yıkılmasının ardından göreve gelen ilk devlet başkanı, Manoel Deodoro de Fonseca, bir mareşaldi. Onu izleyen Floriano Peixoto da bir general… Ülke 1964-1985 yılları arasında generaller tarafından yönetildi.

Ancak Jair Bolsonaro Brezilya tarihinde, asker kökenli olmakla birlikte, yüksek rütbeli olmayan tek devlet başkanı. Yüzbaşı iken, “aşırı ekonomik ve mali hırsı” nedeniyle ordudan atılmış…[2] Ardından politik sahnede bulmuş kendisini. Parlamentoda kalmayı başardığı 29 yıl boyunca, o parti senin, bu parti benim derken 9 parti değiştirmiş… Politik kimliğini belirleyen iki vurgusu var: paranoyak bir antikomünizm ve rütbesiz-düşük rütbeli askerlerin, polislerin ve diğer güvenlik görevlilerinin çıkarlarının savunuculuğu. Neoliberal ekonomi-politikaların daha da kırılganlaştırdığı Brezilya’nın demokrasi sahnesinde, demokrasiye güvenmediğini açıkça ilan eden, dikta rejimlerine övgüler yağdıran, 1964-85 yılları arasındaki askerî rejimi “yeterince ileri gitmemekle” eleştirip, “Ben olsaydım askerî rejimin yapmadığı işi yapıp 30.000 kişiyi öldürürdüm…”[3] diyebilen deklare bir faşist. Brezilya siyasal tarihinin belki de en “grotesk” lideri… Nam-ı diğer, “tropikal Trump”…

Brezilya İşçi Partili (PT) Devlet Başkanı Dilma Roussef’in mesnetsiz yolsuzluk iddialarından kalkınan bir “yargı darbesi” ile düşürülmesinin (2016) ardından, 2018 seçimlerinin ikinci turunda, oyların yüzde 55’ini alarak devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Başını çektiği antikomünist çığırtkanlık (“ılımlı bir sosyal demokrasi”yi savunan ve iktidara geldiği 2002 yılından iktidardan düşürüldüğü 2016’ya dek ılımlılaştırılmış neoliberal politikaları uygulayan İşçi Partisi’nin komünizmle uzak-yakın hiçbir ilişkisi olmamasına karşın) işe yaramış, Brezilya halkı 2008 krizinden bu yana ülkenin yakasını bırakmayan resesyonun faturasını İşçi Partisi’ne kesmişti.

Başkanlık yemin törenine üstü açık bir Rolls Royce ile gelen ve törende “aileyi korumaya, eşcinsellikle ve komünizmle mücadele etmeye[4] yemin eden ve tabii ki ilk alkışçısı Donald Trump olan- Bolsonaro’nun iktidarının dört sacayağına dayandığı belirtilir:

Ordu: İktidara geçer geçmez Bolsonaro’nun yaptığı ilk iş, hükümetini askerlerle doldurmak oldu. “Şu ana kadar etrafına generalleri topladı. Onun Savunma Bakanı, askerî diktatörlükten bu yana bu göreve getirilen ilk asker olacak olan emekli General Augusto Heleno oldu. Başkan yardımcısı başka bir general olacak; Hamilton Mourao. Bunların yanı sıra parlamento seçimlerinde başarılı olan PSL adaylarından çoğu ordudan gelen kişiler. Bolsonaro’nun kalelerinden olan Sao Paulo’da parti 15 sandalye kazandı, bunlardan dokuzunda subaylar oturuyor.”[5] Ordu desteği yetmemiş olacak ki Bolsonaro özellikle oğlu senatör Flavio Bolsonaro aracılığıyla paramiliter desteği de arkasına alacaktı.

Aşırı sağcı/faşizan ideologlar ve propaganda: Bu bahiste Bolsonaro’nun “guru”su, kendinden menkul “filozof” Olavo de Carvalho’dan ve onun tilmizlerinden söz etmek gerek. Bolsonaro’nun dışişleri bakanının ilk resmî açıklamasında, “Başkan Jair Bolsonaro’dan sonra Brezilya’nın deneyimlediği devasa dönüşümün en etkili ismi”[6] diye tanımladığı Carvalho, Bolsonaro döneminde dışişlerinden eğitime, ekonomiden çevre sorunlarına, tüm sürece damgasını vuran paranoyak siyasanın mimarıdır: solcuların, uluslararası kurumların, muğlak “küresel güçler”in ülkenin bütün kurumlarına, toplumsal yaşamın her alanına sızarak yıkıcı faaliyetlerini sürdürdüğü, ülkenin ancak “güçlü bir lider” eliyle sürüklendiği felaketten kurtarılabileceği yolundaki komplo teorisi… Carvalho’nun (ve hempalarının) Bolsonaro’nun tüm atamalarında, aldığı tüm kritik kararlarda etkili olduğu aktarılmaktadır.[7]

Bu faşizan akıl hocaları, aynı zamanda usta sosyal medya kullanıcılarıdır da. Facebook, Twitter WhatsApp gibi uygulamalardan İşçi Partisi’ne yönelik nefret söylemiyle yüklü mesajları yayarken, örneğin Bolsonaro’nun seçimlerdeki rakibi, İşçi Partisi adayı Haddad’ın ensesti savunduğu, muhaliflerini öldürtmeyi planladığı vb. yollu düzmece haberleri yayıyorlardı. Uluslararası Basın Özgürlüğü ödülüne layık görülen Brezilyalı gazeteci Patricia Mello Bolsonaro’yu destekleyen “trol ve bot’lar ordusu”ndan ve bunlara dökülen milyonlarca dolardan söz edecek (ve tabii bu teşhirleri nedeniyle taciz ve tehditlere hedef olacak)tır.[8]

Evanjelik Hıristiyanlık: Evanjelik Hıristiyanlık, yakın zaman öncesine dek nüfusunun yüzde 90 kadarı Katolik olan Brezilya’da hızla yayılıyor. Anket ve araştırmalar, son derece reaksiyoner motiflerden hareket eden köktendinci Evanjelikler ile tutucu Katoliklerin büyük bölümünün Bolsonaro’yu desteklediğini ortaya koymaktaydı. Bolsonaro’nun kürtaj, LGBTQI+ hakları, feminizm, Afro-Brezilyalı ve yerli hakları, çevrenin korunması gibi başlıklarda sergilediği açık düşmanlık, bu kesimlerin onun arkasında hizalanmasına yol açtı. Sık sık dile getirmekten hiç çekinmediği nefret söylemi: “Kadınlar evde otursun…” “Sana tecavüz etmek aklımdan geçmez, buna değmezsin…” “Oğlumun gay olacağına mezarda olmasını tercih ederim…” “Bir quilombo’yu (Afrika kökenli kaçak kölelerin torunlarının kurup yönettikleri cemaatler – b.n.) ziyaret etmiştim. Afrika kökenlilerin en hafifi yedi arroba (yaklaşık 100 kg.) çekiyor. Hiçbir şey yapmıyorlar! Üremeye bile yaramazlar.”[9]

Serbest piyasa(cılık): Ancak Bolsonaro’nun en büyük destekçisi, hiç kuşku yok ki en gözükara uygulayıcısı olduğu neoliberal politikalardan nemalanan iç ve dış sermaye idi. Bolsonaro’nun maliye bakanı Paulo Guedes kamu harcamalarını alabildiğine kısıp emeklilik yasasını gerek emeklilik yaşı, gerekse maaş ve diğer haklar açısından kuşa çevirirken, büyük sermayeyi vergi indirimleri ve çeşitli teşviklerle ödüllendiriyor, kamu mülklerini haraç mezat özelleştirmeye açıyordu. Çevre bakanı Ricardo Salles ise Dilma Roussef döneminde kabul edilmiş çevre koruma önlemlerini ilga ediyor, Amazon ormanlarını sığır yetiştiricileri, soya çiftlikleri, kereste şirketlerinin yağmasına açıyordu. Böylelikle, Brezilya Amazonu’nda bir yıl içinde orman yangınları yüzde 85 artacak, yalnızca 2019’un haziran ayında her 1 dakikada, beş futbol sahası çapında alan yakılarak tarıma açılacaktı. “Bu, bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 278 artış demekti.”[10] Bolsonaro iktidarında 20 bin kilometre karelik Amazon ormanı, katledildi![11]

Uluslararası sermaye, Bolsonaro’dan hoşnutluğunu “coşan” borsa ile gösterdi. Economist dergisi, Bolsonaro’nun birinci yıl icraatını, “Brezilya’nın küresel imgesi kötüledi, ekonomisi iyileşti” cümlesiyle değerlendirecekti.[12]

Tabii ekonomi, hayvancılık, kereste, soya vb. alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu firmalar, mali sermaye, ülkenin kamu mallarını ucuza kapatan yerli-yabancı şirketler, kitlesel işten çıkarmalar, sosyal harcamaların kısıtlanması gibi nedenlerle ucuzlayan işgücü maliyetinden yararlanan şirketler için “iyileşmişti”. 2021 yılında tarihsel bir rekor kırarak yüzde 14.2’ye varan işsizlik oranının (15 milyon işsiz), yoksulluk sınırı altında yaşayan 30 milyon, açlık sınırı altındaki 19 milyon ve yüzde 8’i aşan enflasyon ile, emekçilerin ve halkın “ekonomisi” dibe vuracaktı. Bolsonaro’nun yüzüne gözüne bulaştırdığı ve Brezilya’ya Covid-19’un dünyanın en kötü yönetildiği ülkelerden biri unvanını kazandırdığı pandemi sürecinde çöküş, katmerlendi. “Ben rakamları ciddiye almıyorum”, “hepimiz bir gün öleceğiz” diyen Bolsonaro’nun kamu sağlığı için tek kuruş harcamaya niyeti yoktu; sonuç, pandemi sürecinde Covid-19’dan 700 bini aşkın Brezilyalının yaşamını yitirmesi oldu.

Sonrası… Pandeminin hemen ardından gelen seçimler, Bolsonaro’yu (şimdilik) sahnenin dışına itti. “Şimdilik” diyorum, çünkü 2022 Ekimi’nde gerçekleşen başkanlık seçimini Bolsonaro, Luiz Inácio Lula da Silva karşısında tahmin edilenin tersine, “kıl payı” bir farkla kaybetmişti: Lula’nın yüzde 50,9’una karşılık, yüzde 49,1… Bolsonaro yandaşlarının sokaklara dökülmesi, Kongre, Yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’nı basmaları işe yaramadı, Bolsonaro görevi Lula’ya devretmeyi reddederek her ıskarta diktatörün son durağında, ABD’de aldı soluğu…

Bir Amerikan kâbusu: Donald Trump

Bolsonaro’nun şanssızlığı, ABD’deki “rol modeli” Donald Trump’ın, iki yıla yakın bir zaman önce, tıpkı kendisi gibi seçim kaybedip, bir de üstelik darbe girişiminde bulunduktan sonra etkisini -en azından bir süreliğine- yitirmiş olmasıydı…

Ama gelin öyküyü başından alalım…

Donald Trump’ın 2016’daki seçim zaferi, tüm kamuoyu araştırmacılarını, siyasal analistleri, TV yorumcularını, anaakım siyasetçileri şoka uğrattı. Çünkü makroekonomik veriler, hiç de fena gözükmüyordu; sıfıra yakın işsizlik, kesintisiz büyüme… 2016 seçimlerini iktidardaki parti, Demokratların alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Kimsenin aklına Amerikan taşrasında umudunu yitirmiş milyonların hissiyatı gelmemişti anlaşılan. Oysa 2008-2012 resesyonu özellikle zeminin ayakları altından kaymakta olduğunu hisseden düşük eğitimli, beyaz orta-alt sınıfı derinlemesine etkilemiş, statükoya güven yitimi zirve yapmıştı. “Büyük Göller yöresi, Kuzeybatı ve Ortabatının paslı kuşak eyaletlerinde bir zamanların sınai zaferleri ve istihdam olanakları artık yerini yıkım ve umutsuzluğa bırakmıştı. ‘Küreselleşme’ artık kirli bir sözcüktü”[13] Trump’ın seçim zaferinden sonra uğradıkları “şok”tan sıyrılmaya çalışan üniversite ve enstitüler, gözlerini özellikle taşradaki beyaz orta ve alt sınıflara çevirdiklerinde “acı” gerçeklerle karşılaştılar: Amerikalıların yaklaşık yarısının geliri son 30 yılda ya sabit kalmış ya da düşmüş; 10 milyon kadar Amerikalı 2008 krizinin ardından evini yitirmişti; eşitsizlik 1910’dan bu yana en yüksek seviyedeydi. Amerikalıların yüzde 59’u beklenmedik 500 dolarlık bir gideri karşılayabilecek durumda değildi; yüzde 17’si haftada 60 saatten fazla çalışıyordu. “Bütününde işlerin yolunda olduğu bir ülkede -ama eğer bir parçası değilseniz, işlerin iyi gidiyor olması ne anlama gelir ki?- bu umutsuzluk topraklarında isyan rüzgârları esiyordu. Belirtileri başarılı olanlara duyulan nefret, farklı olandan korku, yitirecek bir şeyi olmama duygusu ve bir kurtarıcının zuhuru beklentisi idi.”[14]

Küreselleşmenin konumunu zaafa uğrattığı, kapanan fabrikaların işsiz ve vasıfsız bıraktığı, sosyal güvencelerinden bir bir yoksun kılınan taşra Amerika’sının beyaz işçileri, küçük işletme sahipleri, ürünleri küresel pazarda rekabet edemeyen çiftçiler, durumlarının sorumluluğunu kendilerini görmezden gelen, aşağılayan elitlere ve “hırsız, tecavüzcü, işlerini ellerinden alan” göçmenlere yükleyen, lafa gelince küresel şirketlere kafa tutan, “Amerika’yı yeniden büyük yapma”ktan dem vuran bu TV yıldızı, ağzı bozuk mültimilyarderin arkasına dizildi. Trump göçmen akışını durduracak, ticaret anlaşmalarından çekilecek, korumacı önlemler, vergi indirimleri ve çeşitli teşviklerle “yerli” sermayenin yatırımlarını ülkeye yöneltmesini sağlayacak, böylelikle de istihdam hacmini genişletecek, kısacası “yerli ve milli politikalar” uygulayacaktı…

Donald Trump 2016 seçimlerini yüzde 1’lik bir çoğunluk ile aldı. Başkanlık koltuğuna oturur oturmaz, zücaciyeci dükkânında debelenen fil misali, “müesses nizam”ı, kurumları kırıp dökmeye koyuldu. Ülkeyi kendi şirketlerini yönettiği gibi yönetmeye kalkışıyordu: güçler ayrılığı ilkesine boş vererek, bürokratları baypas ederek, etrafına eş-dostlardan, akrabalardan oluşan bir “çevre” toplayarak[15] (“göreve başlar başlamaz ilk işi kızı Ivanka ile damadı Jared Kushner’i başdanışmanlığa atamak oldu. (…) Beyaz Saray’da personel olarak atadığı diğer kişiler de kendi arkadaş ve akrabalarını göreve getirdi. Örneğin basın sekreteri Kayleigh McEnany’nin baş asistanı kocası Sean Gilmartin’in kuzeni Chad Gilmartin idi. Trump ayrıca 2018 başlarında, aylar boyu Kushner’in yabancı hükümet görevlileriyle içli dışlı ilişkiler içinde olduğu yolundaki kuşkularını dile getiren genelkurmay başkanı John Kelly’e, damadına çok gizli düzeyde güvenlik belgesi verilmesi konusunda talimat verecekti.”[16]), yargı mekanizması üzerine baskı uygulayarak…

“Yalan” Trump’ın yönetim araçlarından biriydi: Washington Post, görev süresi sona erdiğinde Trump’ın başkanlık dönemi boyunca 30.573 kez yalan söylediğini hesaplayacaktı. Günde ortalama 21 yalan![17] Destekçileri pek aldırmıyordu.

Diplomasi Trump’ın üzerinde tepindiği bir başka alandı. Ülke liderleriyle ABD Dışişlerini es geçerek doğrudan ve kişisel ilişkiler kuruyor, görüşmelerinde kendi mutemetleri dışında resmî çevirmen kullanmıyor, tutanak tutturmuyor ve dış politikayı kendi çıkarları doğrultusunda eğip büküyordu: Örneğin ABD’nin Rusya karşısında desteklediği Ukrayna’ya Kongre’den onaylanmış askerî yardımı, Ukrayna hükümetinin, Biden’ın bir Ukrayna şirketinde yöneticilik yapan oğluna karşı soruşturma açması koşuluna bağlayabiliyordu…

ABD hükümetlerinin insan hakları konusundaki çifte standartlılığı malum. ABD ile uyumlu davranan iktidarların kendi halklarına karşı uyguladığı vahşet genellikle görmezden gelinirken, ABD çıkarlarına ters düşen hükümetler “zalim, diktatör, otokrat vb.” ilan edilerek yaptırımlara hedef olur. Ancak Trump’ın “insan hakları” sicili, ABD yönetimini dahi çileden çıkartacak ölçüde bozuktu: Meksika ile ülkesi sınırına ördürdüğü duvardan geçmeye çalışan kaçak göçmen ailelerden koparıp ülkenin iç kesimlerine evlatlık verdiği çocukların çoğu hâlâ anne-babalarıyla buluşturulamadı. Yurt içinde ülkedeki faşist yükselişe karşı protestolarını yükselten gruplara yönelik polis ve sivil faşist saldırılarına, siyahilere yönelik cinayetlere karşı kılını kıpırdatmıyor, dahası, saldırganlara alkış tutuyordu.

Trump’ın “kadın düşmanlığı” biliniyor. Kadınlara ilişkin cinsiyetçi yorumlarıyla dağlar devirirken (Hillary Clinton için: “Eğer Hillary Clinton kocasını tatmin edemiyorsa, Amerika’yı tatmin edebileceğini nasıl düşünüyor?” Kim Kardashian için: “Vücudu güzel mi? Hayır. Kıçı büyük mü? Kesinlikle.” Me too hareketi için: “Sonuna kadar inkâr edip bu kadınları püskürtmelisiniz. Eğer herhangi bir suçlamayı kabul ederseniz, ölürsünüz… Güçlü olmalısınız. Saldırgan olmalısınız. Var gücünüzle yüklenmelisiniz. Sizin için her söylediklerini inkâr etmelisiniz. Asla kabullenmeyin.” Kızı Ivanka Trump hakkında: “Güzel bir vücudu var. Kızım olmasaydı onunla flört ederdim.” vb. vb.[18]) pratiğiyle de yaşamı kadınlar için daha da sürdürülmez kılıyordu: Kürtaj karşıtı seferberlik, patronların kadınlara eşit ücret verdiklerine ilişkin kontrol mekanizmalarının ilgası, yükseköğrenimde cinsel taciz iddialarının soruşturulmasına ilişkin yönetmeliklerin kadın öğrenciler aleyhine değiştirilmesi, sağlık hizmetlerinde ayırımcılığa yönelik önlemlerin gevşetilmesi vb.[19]

“Muhafazakâr”, “köktendinci” Trump, kadın düşmanı olduğu kadar, LGBTI düşmanıydı da. İktidara gelir gelmez ilk icraatlarından biri, Obama döneminde yürürlüğe girmiş olan, ortaöğretimde trans bireylere destek programını iptal etmek oldu. Ardından trans bireylerin askerlikten yasaklanması geldi. Bu adımı, Sivil Haklar Yasası’nın cinsiyet temelli ayırımcılığı yasaklayan maddesinin “cinsiyet” kavramını biyolojik temelde yorumlayan karar ve uygulamaların teşvik edilmesi izledi: kişinin kadın ya da erkek olduğu için bir işe alınmaması, bir ayırımcılık sayılacak, ancak trans olduğu gerekçesiyle reddedilmesi, biyolojik cinsiyete gönderme yapmadığı için, “ayırımcılık” sayılmayacaktı.[20]

Ve bir “çevre katili”: “Yerli sanayi”nin teşviki, hiç kuşku yok ki çevrenin korunmasına yönelik tüm yasa ve yönetmeliklerin ayaklar altına alınmasını gerektiriyordu. Trump da tam öyle yaptı. “İklim değişikliğine inanmadığı” vurgusuyla, Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi; petrol ve doğalgaz çıkarımını sınırlayan/denetleyen önlemleri gevşetti; Obama döneminde yürürlüğe sokulan ve sera gazı salınımını azaltmayı hedefleyen “Temiz Enerji Planı”nı değiştirdi; arktik yaban yaşam alanını doğalgaz arama çabalarına açtı; kirlilik denetim kurallarını gevşetti; Tehlike Altındaki Türler Yasası’ndaki tanımları değiştirdi; cıva ve hava toksik standartlarını değişikliğe uğrattı[21]

Trump bu uygulamalarıyla, Amerikan toplumunun en ırkçı, köktendinci, reaksiyoner, erkek-egemen, faşizan unsurlarını merkeze taşıdı. Çay Partisi, Alt-Right, Neonaziler, Ku Klux Klan, Evanjelikler, “Aryen” örgütler… Cumhuriyetçi Parti’yi etkileri altına almış, iktidar organlarında doğrudan söz sahibi hâline gelmişlerdi.

Yabancı gelmiyor, değil mi? Devam edelim.

Bu kesimlerin Trump yönetiminde edindikleri kazanımları terk etmeye hiç de niyetleri olmadığını, “reis”lerinin Demokrat Parti adayı Joe Biden’a seçimi kaybetmesinin hemen ardından, 6 Ocak 2021 günü başkent Washington’da Kongre binasına yaptıkları baskınla gösterdiler. Capitol Hill’de darağaçları kuruldu, yüzleri gözleri boyalı, Nazi dövmeleri taşıyan, elleri sopalı güruh, Kongre binasına dalarak Demokrat Partili senatör avına girişti… İddialarına göre Demokratlar seçimleri “çalmıştı”; üç gün süren ayaklanma, beş kişinin hayatına mal olacaktı. İzleyen soruşturmalar, Trump’ın isyancıları teşvik ettiğini ortaya koydu. Ancak Cumhuriyetçi Parti’nin engellenmesi sonucu, bu suçlamadan yargılanamayacak…

Trump 2020’deki seçimleri Biden’ın 81 milyon oyuna karşı, 74 milyon oyla kaybederken, dört yıl öncesine göre oylarını 11 milyon arttırmıştı.. Şimdi sindiği köşede, 2024 seçimlerini bekliyor… Ama bu kadar da değil: hâkim kıldığı gerici iklim, birçok eyalette faşizan yasaların kabul edilmesini sağlıyor. Anayasa Mahkemesi’nin kürtajı anayasal teminat konusu olmaktan çıkartması sonucu, eyaletlerin kürtajı yasaklamaya başlaması, bu yönelişin göstergelerinden sadece biri. Ama pek bilinmeyen başka göstergeler de var: Örneğin 45 eyalette protesto gösterilerini kriminalize eden 230 yasa kabul edildi. 29 eyalet okullarda ırkçılık ve cinsiyetçilik konularının işlenmesini yasaklayan yasa tasarıları sunulurken, 13 eyalette bu yasaklar yürürlüğe girdi.[22]

AB’cilikten “liberal-olmayan demokrasi”ye: Victor Orbán

16 Haziran 1989’da Budapeşte’deki Kahramanlar Meydanı’nda 1956 Ayaklanması günlerinin Başbakanı Imre Nagy onuruna düzenlenen “ikinci cenaze töreni”nde uzun saçlı, kot pantolonlu bir genç adam meydanda toplanmış 250 bin kişiye seslendiğinde, adını bilen yoktu, ama genç adamın Sovyet birliklerinin Macaristan’dan çekilmesi ve serbest seçimler çağrısı kalabalıkları derinden etkilemiş ve 1990’da çok partili sistemin ilk Meclis’inin yolunu açmıştı.

Bu, Victor Orbán’ın siyaset sahnesinde ilk boy gösterişiydi. Bugüne dek oradan hiç inmedi – çizdiği politik zikzaklara rağmen…

Mayıs 1963’te Budapeşte’ye bir saat uzaklıktaki bir köyde Protestan bir çiftçi ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Dindar, hatta dinle uzaktan yakından ilgili değildi, ama bu, sonraki yıllarda Hıristiyan değerlerin savunucusu pozlarına bürünmesine engel olmayacaktı.

Budapeşte’deki hukuk öğreniminden sonra George Soros’un Açık Toplum Vakfı’nın bursuyla İngiltere’ye gitti. “Açık Toplum”un iyi bir öğrencisi olduğunu, yurda dönüşünde liberal bir parti olan Özgür Demokratlar İttifakı’na katılarak gösterdi. Ama hırsları, gençlik kollarında oyalanmasına elvermiyordu. Kısa süre sonra kendisi gibi genç liberal antikomünistlerle birlikte Macar Sivil Birliği Fidesz’i kuracaktı: “özgürlükçü”, sivil, serbest piyasacı, (neo)liberal… Sovyet sisteminin göçtüğü 90’ların büyülü birleşimi…

Ama bu pazarda çok satıcı vardı: eski komünist yöneticilerin bile bir kısmı liberalliğe, serbest piyasacılığa soyunmuştu! Orbán’ın bu alanda ikincil, üçüncül rollerden ötesini kapamayacağı belliydi… Eski muhafazakâr başbakan, Macaristan Demokratik Forumu’nun kurucusu József Antall’ın Aralık 1993’teki ölümü, Macaristan sağında büyük bir boşluk bırakacaktı. Orbán’ın kısa sürede getirilerini kavrayarak doldurmaya soyunacağı bir boşluk… AB muhibbi, “liberal” Fidesz, “milliyetçi ve muhafazakâr” bir partiye dönüştürülecekti.

Bunun için önce, ülkeyi “totaliter diktatörlük”ten piyasa ekonomisi ile yönetilen, NATO üyesi “özgür bir toplum”a dönüştüren liberal muhalifler kuşağı (Vaclav Havel, Adam Michnik vb.) ile köprüleri atmak gerekiyordu. Orbán bunu, 1989 dönemecini geçmişle gerçek bir kopuş değil, “liberal muhaliflerle sosyalistlerin (eski KP üyeleri) uzlaşması” ilan ederek gerçekleştirdi. Ardından Hıristiyan sağı ve Haider’in faşist partisiyle koalisyon kurarak Batı Avrupa’yı ayağa kaldıran Avusturya Halk Partisi lideri Schüssel’e destek vererek kendi partisinin kimliğini pekiştirdi.

Tabii ABD’ye ve onun savaş örgütüne karşı olmayan bir “milliyetçilik”ti bu: Orbán’ın 1998-2002 arasında başbakanlık yaptığı sağ koalisyon, Macaristan’ın NATO’ya girişine önayak oldu. 2002-2010 arasında ana muhalefet lideriydi; 2010’da iktidara gelen partisi, 2010, 2014, 2018 ve 2022 seçimlerini de kazandığından 13 yıldır kesintisiz olarak oturuyor başbakanlık koltuğunda.

Aslına bakılırsa, ülkenin neoliberalleştirilme sürecini, 1990’lı yıllarda iktidarda olan “sosyalist”-liberal koalisyonu neredeyse tamamlamıştı. Sosyalist Macaristan’da kamunun elinde olan tüm işletmeler, özelleştirildi. Orbán’a düşen, özel sektör vergilerini ve sosyal sigortalat payını düşürüp sağlık sistemini “reforme” etmekti: tabii “reform” maliyeti emekçilerin, çalışanların sırtına yıkmak anlamına geliyordu…

Başbakan olduğu sürece Orbán’ın yaptığı, özgürlükler alanını adım adım daraltmak olacaktı. Parlamentonun çalışma süresini sınırlandırdı, kritik pozisyonları sıkı yandaşlarla doldurdu, basın üzerine baskıları arttırdı.

Eli, yeniden başbakan olacağı, partisine de Anayasa değişikliğini gerçekleştirebileceği bir çoğunluk sağlayan 2010 seçimlerinden sonra iyice genişleyecekti. Orbán’ın “geleneksel değerlere, milliyetçiliğe, Hıristiyanlığa” bol bol gönderme yapan ve parlamentoyu sayıca ve işlevce sınırlayan yeni Anayasası 2011 yılında referanduma sunularak kabul edildi.

Kaçak göçmenler “sorunu” Orbán’ın faşizan yönelişini daha hızlandırdı. 2015 mülteci krizinin ardından Orbán yönetimi iki ana sınır kapısına, Nazi temerküz kamplarından biraz daha hâllice iki mülteci kampı kurdurmuş, sığınmak için başvuranları aç ve susuz bırakarak caydırmaya çalışıyordu.[23]

Kamplar her ne kadar insan hakları örgütlerinin protestolarına hedef olmuşsa da, “göçmen politikaları” AB’nin takdirine mazhar olacaktı!

Kaçak göçmen akınına pandeminin etkisi de eklendiğinde, Orbán’ın tepkisi, Hitler’in ilk yıllarını aratmayacak nitelikteydi: parlamentodan hükümete zaman sınırı olmayan bir olağanüstü hâl ilan etme yetkisi veren yasayı geçirdi. OHAL süresince başbakan ülkeyi kararnamelerle yönetecek, seçimleri askıya alabilecek, “yalan” haber yayanlara hapis cezası getirilecekti. OHAL iki buçuk ay sonra kaldırılsa da, aynı gün, hükümete “sağlık gerekçesiyle”, parlamentonun onayı olmaksızın OHAL ilan etme yetkisi veren bir yasa kabul edildi.[24]

Otokratik yöneliş, kendisine kişisel çıkarlara dayanan bir sadakatle bağlı bir eş-dost kapitalizmiyle el ele gidiyordu: “Orbán’ın reise sadakatin asli olduğu bir klan sistemini andıran ekonomik yurtseverliğine ise daha az dikkat çekiliyor. Uzun süre Orbán’a yakın duran bir oligark, Lajos Simicsca’nın bunu anlaması kendisine pahalıya mal olmuştu. Orbán’la siyasal anlaşmazlığını açık ettiği an bütün kontratlarını kaybetmişti.

Öte yandan, Orbán çocukluk arkadaşlarından başlamak üzere dostlarına karşı cömert olmasını bilir. Felcsut köyü belediye başkanı Lorinc Meszaros, birlikte büyüdükleri Viktor gibi bir futbol fanatiği. İkibin nüfuslu köyünde bu nüfusun üç katını alabilecek bir stadyum inşa ettirdi, karmaşık bir sulama sistemiyle sulanan çimleri FIFA standardındaydı. Stadyumda Orbán’a tahsis edilmiş bir VIP tribünü de bulunuyor. Stadyuma Avrupa fonlarıyla inşa edilmiş özel bir demiryolu (Macarlar bunun “hiçbir yerden gelip hiçbir yere gittiğini” söylüyor) ile gidiliyor. Başlangıçta bir mekanisyen olan Meszaros’un şikâyet edecek bir şeyi yok. 282 milyon euro olarak hesaplanan serveti bir yılda beşe katlandı (…) Sosyal-liberal ağların yerleştirdiği uluslararası yağmacılar karşısında ekonomik yurtseverliği savunurken, iktidarla bağlantılı bir düzine oligarkın kamusal ihaleleri (kentsel aydınlatma, reklam panoları, yol inşaat malzemeleri vb.) alan şirketleri kontrol ettiği bir sistemin inşa edilişine tanık oluyoruz.”[25]

Orbán, rejimini 2014’ten bu yana, “liberal-olmayan demokrasi/ illiberal democracy” olarak tanımlıyor. 2010 seçimlerinden önce niyetini “Bir kez kazanmamız yeterli, ama bu kitabına uygun olmalı”[26] sözleriyle açık ettiği düşünüldüğünde, Orbán’ın “demokrasi”sinin kendisini başbakanlık koltuğunda tutmaya uyarlanmış bir “demokrasi” olduğu görülecektir (Aklınıza ünlü “demokrasi bir tramvaydır” deyişi gelmiyor mu?).

Ve tahmin edin, Orbán’ın “rol modelleri” kimdir? Doğru bildiniz. Rus lideri Putin ve Türkiye’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a takdirini her fırsatta dile getiriyor. Orbán’a dair yazılmış hemen her yazı, onun Erdoğan’la siyasal akrabalığına değinmeden geçemiyor: “Orbánizm, Avrupa’nın saçaklarında kök salan diğer izm’lere benziyor -Rusya’da (Putinizm) ve Türkiye’de (Erdoğanizm). Kuşku yok ki onun varyantı sulandırılmış: kaba bir otoritaryenlik değil ve genel hatlarıyla AB normlarına uyumlu. Yine de hükümeti STÖ’leri, bağımsız medyayı ve hukuk sistemini, Erdoğan ve Putin’in takdir edeceği tarzda sakatladı. Onlar gibi, içeride ve dışarıdaki muhalifleriyle karşı karşıya geliş tarzı içerideki popüler konumuna güç kazandırdı. Orbán halkının onun sunduğu istikrar ve güçlü liderliği, Berlin duvarının yıkılmasından beri ‘politik doğruluk’ ve ‘anaakım politika’ ve köhnemiş liberalizme tercih ettiğini söylüyor.”

Ve bizzat Orbán, 2014’te Romanya’da yaşayan bir grup etnik Macar’a seslenişinde: “Liberal demokrasi küresel olarak rekabetçi kalamaz… Bugün düşünce sisteminde en popüler konu, Batılı olmayan, liberal demokrasi olmayan hatta belki de demokrasi olmayan sistemlerin yine de uluslarını başarıya ulaştırdığını anlayabilmektir.” Örnekleri ise, Singapur, Rusya, Türkiye, Hindistan ve Çin’di.[27] Ama hakkını yememek gerek, Orbán’ı “rol modeli” olarak alanlar da yok değildi. Örneğin, Trump’ın yakın arkadaşı, ABD’nin Budapeşte elçisi David Cornstein Trump’ın Orbán’a “Biz ikiz gibiyiz,” dediğini aktarıyor. Ve devam ediyor: “Başkanı 25-30 yıldır tanıyan biri olarak size diyorum ki, Viktor Orbán’ın koşullarına sahip olmayı çok isterdi, ama değil.”[28]

… Ve RTE

Bu örnekler (ve burada ele almadığım daha niceleri) bize bu “evrende” yalnız olmadığımızı anlatıyor; 2002’den beri bu coğrafyada yaşamak zorunda kaldığımız durumun aslında küresel bir “süreç”in bir parçası olduğunu gösteriyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” diye tanımladığı…

Recep Tayyip Erdoğan (RTE) yukarıda bir kısmını örneklediğimiz faşizan liderler arasında 1999’dan bu yana dönüşümlü olarak başbakanlık ve devlet başkanlığı koltuklarında oturan Rusya’nın Vladimir Putin’inden sonra en kıdemlisi.

Yaşam öyküsü artık ilkokul çocuklarına ezberletildi, ama yukarıdakilerle sergilediği paralellikleri vurgulamak için bir daha üzerinden geçelim…

Bolsonaro ve Orbán gibi, o da mütevazı ve taşralı kökenlerden geliyor. Babası Rize’nin Güneysu bucağından. Eşini ve iki oğlunu Güneysu’da bırakarak İstanbul’a göçüp Kasımpaşa’ya yerleşerek Şehir Hatları’nda kaptan olarak işe başlamış. Burada RTE’nin de annesi olan Tenzile Hanım ile evlenmiş. Tayyip Erdoğan Kasımpaşa doğumlu (1953). Kozmopolit Pera’nın hemen bitişiğinde, muhafazakâr, mütevazı bir semt. Muhafazakâr, dindar bir aile… RTE o yıllarda pek revaçta olmayan İmam Hatip okuluna gönderilmiş. Kasmpaşa’da başlayan futbol yaşamı da (o da Orbán gibi bir futbol düşkünü) birkaç yıl sonra, belki siyasallaşması, belki de baba baskısı nedeniyle sone ermiş. Gençlik yılları, işçi sınıfı hareketinin, devrimci yükselişin damgasını vurduğu, onlara karşı reaksiyonun ise din ve milliyetçilik temaları üzerinden örüldüğü 70’li yıllara denk düşüyor.

Erdoğan anti-seküler, Batı karşıtı, Osmanlı ecdadıyla gurur duyan, Kemalist “elitler”e düşman ethos’unu aile çevresinden edinmiş de olsa, ilk siyasal formasyonu, “resmî” biyografisinde[29] gençlik yıllarında “öğrenci kollarında aktif görev aldığı” belirtilen, 1965’ten sonra önce Türkçülüğün, ardından da İslâmcılığın baskın olduğu antikomünist bir öğrenci örgütüne dönüşen Milli Türk Talebe Birliği’nde[30] biçimlenmiş olmalı.

1976’dan itibaren ise önce MSP Beyoğlu ilçe, ardından da İstanbul il gençlik kolları başkanlığına seçildi. Siyasal İslâm’ın anaakım sağdan kopup bağımsız bir oluşum olarak biçimlendiği yıllar… 1979 yılında gerçekleşen İran İslâm (karşı-) Devrimi’nin derinlemesine etkileyip radikalleştirdiği bir hareket…

Ama öyle gözüküyor ki RTE 12 Eylül darbesini “kazasız belasız” atlatmış, az sayıda da olsa cezaevi/ işkence tezgâhlarından geçen İslâmcılar arasında yer almamış. Hatta özel sektörde danışmanlık, yöneticilik vb. görevlerde bulunarak dünyalığını da doğrultmuş.

Siyasal partilerin yeniden açıldığı 1983’te Refah Partisi saflarında siyasete geri döndü. 1984’te Beyoğlu ilçe başkanı oldu, ertesi yıl ise, partisinin MKYK üyeliğine ve İstanbul il başkanlığına seçildi. 1986’da milletvekili ara seçimlerinde ve 1989’daki yerel seçimlerinde (Beyoğlu belediye başkanlığına) aday olduysa da, seçilemedi.

Adının İslâmcı çevreler dışında da duyulmasını sağlayan, 27 Mart 1994’teki yerel seçimlerde Refah Partisi’nin adayı olarak İstanbul büyükşehir belediye başkanlığına seçilmesi oldu. Başkanlık dönemi, aynı zamanda “yandaş şirketler”e bol keseden dağıtılan ihalelerle,[31] yolsuzluk soruşturmalarıyla yüklüdür. Ve adeta 2002’den bu yana yaşayageldiğimiz RTE döneminin bir “provası” niteliğindedir.

6 Aralık 1997’de Siirt’te bir toplantıda okuduğu şu mahut “minareler süngü kubbeler miğfer” manzumesi nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırıldı, hakkında siyasal yasak getirildi. Dört aylık cezasını Temmuz 1999’da tamamlayarak tahliye oldu.

Bu sürede Refah Partisi 1998’de kapatılmış, yerine kurulan Fazilet Partisi de uzun ömürlü olamamıştı; o da 2001 yılında kapatıldı.

RTE tüm bu olaylardan ders çıkarmasını bildi. Selamet-Refah-Fazilet hattının temsil ettiği “Milli Görüş”çü çizgiden kopan arkadaşlarıyla birlikte 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu.

Bu “yenilikçi” hat “gömlek değiştirmişti”; “muhafazakâr demokrat”, “AB’ci”, “ılımlı”, “seküler” vb. söylemlerle girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların yüzde 34.3’ünü alarak iktidar oldu. Ama lider, yasaklıydı. Ona da çare bulundu, Deniz Baykal’ın CHP’sinin verdiği destekle[32] gerçekleştirilen Anayasa değişikliği sonucu RTE üzerindeki yasak kalktı; Siirt milletvekilliklerinden birinin boşalması üzerine yapılan ara seçimle parlamentoya girdi. AKP başkanı ve başbakanlık görevini yürüten Abdullah Gül emaneti kendisine iade edince de RTE devri resmen başlamış oldu…

İlk yıllar liberallerle AKP arasında “balayı”na sahne oldu: AB ile uyum yasaları hızla geçirilecek, Türkiye AB’ye üye olacak, Kürt sorunu çözüme kavuşturulacaktı. Tabii bunların olabilmesi için ülkedeki “vesayet rejimi”ne son verilmesi gerekiyordu: yani ordunun siyasetteki etkinliği tasfiye edilmeliydi. “Geriye bakıldığında,” diyecekti yıllar sonra bir Türkiye’de görev yapan bir Fransız görevli, “AKP Avrupa Birliği ile ilişkisini kendini Kemalist ‘derin devlet’ten koruyabilmek ve onun devlet işlerindeki etkisini azaltabilmek için araçsallaştırmış gözüküyor.”[33]

Bir “devlet krizi”nin ardından AKP hükümetlerinin uyguladığı IMF patentli “istikrar programı” ve haraç mezat yapılan özelleştirmelerin (2002-2010 yılları arasında yabancı sermaye girişi -büyük bölümü özelleştirmeler kaynaklı- 75 milyar dolar[34]) getirisi, AKP’nin 2007 seçimlerinde oyunu arttırarak iktidarını pekiştirmesi oldu (oyların yüzde 46.6’sı). RTE için her şey çok iyi gidiyordu.

Hüsranla sonuçlanacak olan “AB açılımı”nı “Kürt açılımı” izledi:

“2009’da ise Erdoğan ve hükümet çözüm sürecini başlattı. PKK ile çatışmayı bitirmeye yardım edecek bir plan duyuruldu. Bu süre içinde Kürtçe kullanımına izin verildi, Kürtçe şehir ve kasaba isimlerinin yeniden isimlendirilmesine karar verildi. Ayrıca çıkarılan yasayla birlikte silah bırakan PKK’lilerin eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini için gerekli tedbirlerin alınması kararlaştırdı. Hatta Erdoğan Dersim Katliamı için özür diledi. Son olarak Dolmabahçe’de HDP ve Hükümet yetkilileri bir araya gelip bir mutabakat metni oluştursa da Erdoğan bu görüşmeyi tanımadığını belirtti ve çözüm süreci 2015’te sonlandırıldı.”[35]

Bir yandan seçmen tabanını güçlendirmesi, bir yandan AB ve ABD’nin yüreklendirici tutumu, bir yandan içeride liberallerle Kürt hareketinin desteği, bir yandan da devlet içindeki konumunu bir hayli güçlendirmiş olan Fethullah Gülen hareketiyle giriştiği yakın işbirliği, RTE hükümetlerine karşı hoşnutsuzluklarını her vesileyle belli eden “vesayet rejimi”nin (Kemalizm) üçlü sacayağına (TSK, yargı, üniversiteler) karşı “operasyon” başlatmak için uygun zemini oluşturuyordu. Ordunun 2007’de görev süresi biten Ahmet Necdet Sezer yerine AKP’li Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine karşı açık tavır alması ile “start” verildi. Aynı yıl yapılan Anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi kararlaştırıldı. 2007’de polisin Ümraniye’de bir gecekonduda gömülü olarak bulduğu el bombalarıyla başlayan soruşturma, devlet içinde örgütlenmiş, asker, polis, gazeteci ve akademisyenlerin üye olduğu, AKP hükümetine karşı darbe planları yapan ve bu amaçla çeşitli terör faaliyetleri gerçekleştiren “silahlı bir gizli örgüt”, “Ergenekon” kurmacasını harekete geçirdi. Yüzlerce asker, polis, gazeteci, bürokrat tutuklanarak, Gülen cemaati mensubu yargıçlarca düzmece kanıtlara dayanan iddianamelerle ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.

“Ergenekon” davası kararları 2016’da Yargıtay tarafından bozulsa da, dava sürecinin kendisi, RTE için birkaç bakımdan yararlı oldu. Öncelikle ordunun siyaset sahnesinden çekilmesine vesile oldu. Ardından, komuta kademelerindeki atamalarla adım adım AKP çizgisine yaklaştırıldı. İkinci olarak, liberallerin ve (ordunun elinden çok çekmiş olan) Kürtlerin desteğini tam istim arkasına alarak siyasal İslâmcı ajandasını topluma yavaş yavaş zerk etmesinin zeminini hazırladı. Ve nihayet, kendisini “tek adam rejimi”ne taşıyacak olan sonraki toplu davalara bir model teşkil etti (“FETÖ” davaları, “Barış süreci”nin duvara toslaması ardından sökün eden KCK davaları, Gezi davaları, ÇHD davaları…)

TSK’nın “evcilleştirilmesi”ni, diğer iki “sacayağı”na nizam verilmesi izledi. Yargı kurumunun yapılan yasal düzenlemelerle hemen tümüyle hükümete bağlanması gerçekleşti. Üniversiteleri ise, 12 Eylül rejimi yadigârı YÖK sayesinde biat ettirmek çok daha kolay olacaktı.

Muarızların birer birer tasfiye edilmesi, toplumun AKP’nin İslâmcı gündemini hoş karşılaması/dinsel söylemin giderek yaygınlaşması, anaakım medyanın satın almalar, cezalar, vergiler aracılığıyla “havuz medya”ya dönüştürülmesi, ihaleler ve kayırmalar sonucu güçlü bir “yandaş sermaye”nin yaratılması ve bürokrasi içerisinde yoğun kadrolaşma, “liberal vitrin”in sonunu getirecekti.

“Karizma” ilk kez ciddi bir biçimde, ülke sathında milyonların sokağa döküldüğü 2013 Gezi Direnişi’nde çizildi. Genç kent yoksullarını, emekçileri, kadınları, Alevileri, sekülerleri, öğrencileri, çevrecileri, sanatçıları… bir araya getiren bu heterojen ve kendiliğinden sosyal patlama, RTE ve çevresi açısından hiç beklenmedik bir olaydı. Büyük kentlerde sokaklar, meydanlar birkaç günlüğüne de olsa isyancıların eline geçmişti. Ancak kısa sürede toparlanıp büyük bir şiddetle güvenlik güçlerini göstericiler üzerine sürdü. Protestocuların büyük bölümünün hazır olmadığı bu şiddet karşısında direniş kırıldı.

“Seni öldürmeyen darbe, güçlendirir,” derler; bu RTE’nin siyasal yaşamında birkaç kez doğrulandı.

Gezi olaylarının dumanı tüterken, 17-25 Aralık 2013’te Emniyet içerisindeki Gülencilerin RTE dâhil hükümet üyeleri ve AKP’li bürokratlarla ilgili başlattığı “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”nda çok sayıda “yandaş” iş insanı, banka müdürü, çeşitli düzeylerde kamu görevlileri, bakanlar, bakan çocukları hakkında “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma, kaçakçılık” gibi suçlamalarla soruşturma açıldı. RTE’nin oğluyla yaptığı, evdeki dolarları “sıfırlaması” konulu telefon görüşmelerinin kayıtları sosyal medyaya sızdırıldı.

Dedim ya, Ergenekon harekâtında, Gezi Direnişi’nin bastırılmasında “bilenmişti”, 17-25 Aralık operasyonuna karşı tepkisi çok hızlı ve kesin oldu: bir yandan havuz medya aracılığıyla Gülen cemaatine karşı şiddetli bir kampanya yürütürken bir yandan da “paralel devlet” olarak nitelenen cemaat hakkında operasyon başlatıldı. Hâkimler Savcılar Kurulu’nu doğrudan hükümete bağlayacak yasa değişikliği yapıldı. Ertesi yıl yapılan yerel seçimlerde AKP oyların yüzde 44’ünü elde ederek zaferini ilan ederken, Ağustos 2014’te gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçiminde RTE oyların yüzde 51.79’unu alarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu…

Ardındaki popüler destek güçlüydü ama, “Kürt açılımı”nın 2015’te “Hendek Operasyonları” ile birlikte fiyaskoyla sona ermesi, AKP’yi siyaset sahnesinde yalnız bırakmıştı. Bunun sonuçlarını 2015 Haziran ayında yapılan genel seçimlerde hissedecekti. Bu seçimlerde oy oran yüzde 40.9’a düşen AKP ilk kez tek başına hükümet kuracak çoğunluğu yitirmişti. Hükümet kurulamadı; seçimlerin 1 Kasım 2015’te yenilenmesi kararı alındı.

Haziran-Kasım 2015 ülkede “dehşet ayları” oldu: Diyarbakır’da HDP seçim mitinginde patlayan bomba (5 Haziran), Suruç’ta ESP’li gençlere yönelik bombalı saldırı (20 Temmuz), “çözüm süreci”nin tümüyle sonlandırılması ve Kürt bölgesinde TİHV raporuna göre 310’u sivil olmak üzere yüzlerce PKK’li ve güvenlik görevlisinin yaşamını yitirdiği çatışmaların yeniden başlaması (Temmuz-Ağustos 2015), Ankara Garı katliamı (10 Ekim)… 1 Kasım’da gerçekleştirilen seçimlerde oy dengesini köklü biçimde değiştirecek ve AKP bu seçimi de yüzde 49.5 ile kazanacaktı…

RTE 2015’ten itibaren “derin devlet”le barışarak yüzünü Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla tasfiye etmeye çalıştığı “milliyetçi/faşizan” güçlere döndü. MHP ile “balayı” başlamıştı…

Bu yeni “ittifak”, “Tanrı’nın bir lütfu” olarak tanımladığı, 2016 yılında, Fethullah Gülen cemaatinin önayak olduğu, akamete uğrayan “şaibeli” 15 Temmuz “darbe teşebbüsü” ile iyice pekişecekti.

“Darbe teşebbüsü”nün ardından MHP’nin desteğini arkasına alan RTE “tek adam rejimi”ne gidiş sürecinde tam istim yol almaya koyuldu: İlan ettiği Olağanüstü Hâl ile kendisine tanıdığı “Kanun Hükmünde Kararname” çıkartma yetkisiyle aralarında sendikacıların, sol muhaliflerin de bulunduğu binlerce kamu çalışanı “terör örgütüyle iltisaklı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı, gözaltına alındı, işkenceye uğratıldı. Kurumlara, şirketlere, yayın organlarına el konuldu, bunlar AKP’ye yakın iş insanlarına peşkeş çekildi. 2017 referandumuyla yasamayı işlevsizleştiren, yürütme ve yargıyla birlikte ülkenin tüm kurumlarını cumhurbaşkanına bağlayan “cumhurbaşkanlığı rejimi”ne geçiş yapıldı. Tek adam rejimi ülkeyi kasıp kavurmaya başlamıştı: kitlesel tutuklamalar, kitle örgütleri, Kürt siyasetçiler, sol partiler üzerinde ağır baskılar, Fethullah Gülen örgütüyle ilişkili oldukları gerekçesiyle ve uydurma kanıtlarla sürdürülen gözaltılar…

Günümüzde RTE rejimi, çoğunu yukarıdaki örneklerle paylaştığı birkaç özellikle karakterize olmaktadır:

  1. Hamasi milliyetçilik ve dinciliği harmanlayan koyu bir toplumsal muhafazakârlık: Ne RTE, ne de diğerleri, bir toplumun en “düşük” paydaları olarak, akıldan çok duyguları harekete geçirmeye yönelik milliyetçi-dinci muhafazakârlık olmaksızın kendilerini iktidara taşıyan çoğunluk desteğini sağlayamazlar. Yine bu “derin” duygulara seslenmeksizin, yol açtıkları ekonomik-siyasal-toplumsal yıkımı perdeleyemezler. RTE için bu, (Sünni) İslâm ağırlıklı, Osmanlıcılıktan beslenen bir milliyetçiliktir; kendisi pek de dindar sayılamayacak olan Orbán, 2011’de kabul edilen yeni Anayasa’da Macarların “Hıristiyan bir ulus” olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Trump ve onun “tropikal” versiyonu Bolsonaro ise fundamentalist Evanjeliklerin desteğini sağlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamışlardır.
  2. Milletinin “parlak” geçmişine özlem ve eski güzel günleri geri getirme arzusu, lebensraum iddiaları, fütuhatçılık: Gerek RTE gerekse diğer örnekler, neoliberal ekonomik politikaların ülkelerinde toplumsal çalkantılara yol açan krizlerin yarattığı istikrarsızlık ve belirsizlik koşullarında iktidara gelebilmiştir. Kriz, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların olduğu kadar, küçük ve orta boy sermaye gruplarının durumunu etkiler, konumlarını yitirmelerine yol açar. İşlerin yolunda, kazançların “tıkırında” olduğu, herkesin yerini bildiği, karının kocaya, küçüğün büyüğe, işçinin patrona saygı gösterdiği, mahallenin yabancılarla dolmadığı o “eski” günlere dönme arzusu bu sınıfları (neo)faşist güçlerin ardında sıralar. Trump’ın MAGA’sı (“Make America Great Again/ Amerika’yı Yeniden Büyük Yap”), Orbán’ın “Büyük Macaristan” söylemleri, RTE’nin “Osmalı’yı ihya etme” hayalleri… bu kaygılara seslenen, küreselleşme süreçlerinin, neoliberal politikaların yerinden ettiği sınıfları ardına dizme gayretleridir.
  3. Ateşli ve yağmacı bir piyasaseverlik: Her ne kadar neoliberal politikaların zedelediği toplumsal kesimlerin hoşnutsuzlukları üzerinden yükselse(ler) de RTE (ve diğer örnekler) “serbest piyasa ekonomisi”nin ateşli savunucularıdır. Ancak “rayından çıkmış”, kleptokratik bir serbest piyasacılıktır bu: eşe-dosta dağıtılan ihaleler, bunların karşılığında alınan yüklü komisyon/rüşvetler, mafyavari ilişkiler, çöreklenilen şirketler, borsa manipülasyonları vb. vb. aracılığıyla yeni (ve yandaş) bir sermaye kesiminin önünü açmak… Yanı sıra, çevre koruma önlemlerini, imar yönetmeliklerini, tarihi koruyucu yasaları, sağlık önlemlerini vb. hiçe sayan yağmacı bir sermaye birikimini öngörür. Macaristan’ın “yükselen kapitalist sınıfı”nın Orbán’ın yakın çevresi ve ona biat eden girişimcilerden oluşması, Bolsonaro’nun Amazon ormanlarının “dünya mirası” olduğu yolundaki BM kararını yok sayarak yağmaya açması, Trump’ın sağlık sistemi üzerinde tepinmesi, RTE’nin… hangi birini saymalı ki? Birkaç yılda mütevazı taşra KOBİ’lerinden Forbes’un “dünyanın en zenginleri” listesine yükseliveren Beşli Çete’yi anmak yetecektir…
  4. Kendi iradesini yasaların ve tüm kurumların üzerinde gören, güçler ayrılığı ilkesini hiçe sayan, ihlâl ya da ilga eden bir “tek adam”cılık: Bu da bizim “Reisçi” sistemden tanıdığımız, ama diğer örneklerde ortaya çıkan vurgulu bir özellik. Orbán’ın “Bir kez kazanmamız yeterli, ama bu kitabına uygun olmalı” sözü bu bakımdan çok anlamlı. Ortak strateji, bir kez seçimle işbaşına gelip, ardından bir daha gitmeyecek tüm önlemleri almak, “demokratik işleyiş”i (21. yüzyıl kapitalizminde “demokrasi”nin kendi karikatürüne dönüşmüş olması, ayrı bir konu) güvence altına alan bütün kurumları, mekanizmaları zaafa uğratmak, yürütme erkini yasama ve yargı aleyhine alabildiğine şişirmek ve olabildiğince tek elde toplamak, medyayı havuç ve sopa politikasıyla denetim altına almak… Seçimi kaybederse masayı devirecek mizansenleri devreye sokmak… Günümüzde “otoriter” ya da “totaliter” olarak anılan liderler, “gönüllerinde yatan arslan”ın “gelip de bir daha gitmemek” olduğunu pek çok kez gösterdiler.
  5. Her türlü muhalefeti şiddet yoluyla bastırmak: “Tek adam”cılık, zorunlu olarak kendisine yönelen her türlü muhalefeti bastırma, muhalefet şiddetlendikçe daha zecri tedbirlere başvurma, her türlü muhalefeti “kriminalize ederek” gayrımeşrulaştırma refleksini geliştirir. Sözü uzatmadan, burada örneklediğim neofaşist liderlerin iktidar dönemlerinde ABD düşünce özgürlüğü kuruluşu Freedom House’un listesindeki durumlarına bakalım. ABD’de hükümet fonlarıyla desteklenen hükümet-dışı bir kuruluş olan Freedom House’un 167 ülkeyi 60 kriter üzerinden değerlendirdiği 2016 raporunda Trump ABD’si 19. sıraya gerilemiş, “kusurlu demokrasiler” sınıfına dâhil olmuştu. Ertesi yıl, 2017’de ABD listede 21. sıraya, 2019 ve 2020’de de 25. sıraya geriledi.[36]

Freedom House Bolsonaro dönemi Brezilya’sını (2021) “kısmen özgür” kategorisinde değerlendirmekteydi.[37] Bolsonaro’nun başkanlıktan çekilmesiyle birlikte ülke 2023 yılında yeniden “özgür” kategorisine yükselecekti.

Orbán’ın başbakanlığı da, Freedom House’a göre Macaristan’a yaramadı. Ülke, artık “demokrasi” değil, geçiş ya da “hibrid rejim” olarak niteleniyor.[38]

Ve… “Freedom House’a göre Türkiye’nin gerilemesi dünyadaki her ülkeden daha hızlı oldu. Erdoğan’ın yönetimi altında Türkiye kusurlu ama umut vaad eden demokrasiden doğrudan otoriterliğe şoke edici bir hızla düştü. Seçimler Türkiye’de hâlâ önemli, ama barışçıl bir iktidar devriyle sonuçlanabilecekleri eskisi kadar kesin değil.”[39]

  1. Anti-elitizm, anti-entelektüalizm: Faşizmi (eskisiyle, yenisiyle) diğer baskıcı rejimlerden ayırt eden yön, bir kitle tabanına dayanması, yığınları harekete geçirebilme yetisidir. Bu yüzden de her daim “popülist” olması gerekir. Burada örneklemeye çalıştığım liderlerin ortak özelliklerinden biri de bu. “Popülizm”lerini biçimlendiren tutumlardan biri, tanımı muğlak bırakılmış olan seçkinlere ve aydınlara yönelik öfkeyi, nefreti körükleme çabasıdır. “Seçkinler” yoksul halkın sırtından geçinen ama onu aşağılayan, ona yabancı, ayrıcalıklı, üst sınıf mensuplarıdır. Rafine mekânlarda takılır, kozmopolit bir yaşam sürerler, halkın kültürüne yabancıdırlar. Tepeden inmeci yöntemlerle halklarını değiştirmeye çalışırlar, bunun için de “dış mihraklarla” işbirliğine girişmekten kaçınmazlar, hatta onların emri altındadırlar. “Dış mihrak” meşrebe göre Bilderberg, Soros, Vatikan vb. olabilir. Her durumda, yalnızca kendilerinin bildiği ulusun saf “öz”üne yabancı ve yabancılaştırıcı bir güçtür ve bu safiyeti bozmak için uğraşır. Aydınlar ile elitler aynı kalem altında sınıflandırıldığında ise bir taşla birkaç kuş vurulmakta, aydınlardan gelen her eleştiri, “dış mihrakların bozguncu faaliyetleri” olarak damgalanıp savuşturulabilir.

Yakın çevresi tarafından “disleksik” (okuma engelli) olduğu söylenecek kertede kitap okumayan Trump, örneğin, milyarder olmasına karşın, halk kitlelerine seslenmesini bilmektedir. “Onlar gibi konuşur, önyargılarını okşamasını bilir. Hâlen örgütlediği ve büyük coşku uyandıran dev mitinglerde onlara seçkinlerden korkmakta, kendilerini onlar tarafından terk edilmiş ve ihanete uğramış hissetmekte, elitlere güvenmemekte haklı olduklarını söylemektedir. Onları dinleyen, sayan ve anlayan yalnızca kendisidir. ABD şaşırtıcı bir durumdadır, tüm dünya onları sömürmekte, milyonlarca potansiyel göçmen, tecavüzcü ve cani ülkelerine akın edip işlerini ellerinden almaktadır. Ekonomi rayından çıkmıştır, ülke hiçbir çıkarı olmayan savaşların batağına saplanmış, hem yüksek maliyetli hem de işe yaramaz ittifakların tuzağına düşmüştür. Yeni Başkan’ın ilk konuşması böyleydi.”[40]

Diğerleri Trump’tan farklı değil. Viktor Orbán’ın anti-elitizm versiyonu, “uluslararası Soros şebekesi”, “Brüksel’e karşı mücadele”, “göç yanlısı politikalar” dayatan ve “toplumsal cinsiyet propagandası”nı teşvik eden “yabancıların finanse ettiği STÖ’ler”, “muhalefetin sol-liberal Avrupalı şebekelerin kuklası olduğu”[41] üzerinde odaklanırken, RTE’ninki çok daha geniş bir spektrumu kapsar: Milli Görüşçü geçmişinden tevarüs ettiği ve/fakat artık yalnızca en bağnaz taraftarları nezdinde zikrettiği “Mason-siyonist-Bilderbergciler”, “üst akıl”, “ulusaşırı lobiler”, Sorosçular, STÖ’ler, Kemalistler, CHP’liler, Boğaz’a karşı viski içenler, Dışişleri’ndeki “monşerler”, feministler, vesayet rejimi yandaşları vb. vb. RTE’ye göre aydınlar ise bu “şer çetesi”nin kuklası, “mankurt”lardır.

  1. Yalanlarla yüklü, demagojik bir söylem; şiddet yüklü bir dil: Neofaşist liderlerin bir ortak yönleri de dilleri. Anti-elitizm, anti-entelektüalizmlerinin, popülistliklerinin dışavurum araçlarından belki de en önemlisi. ABD medyasının, Trump’ın yönetim süresi boyunca 30 bini aşkın yalanını saydığını yukarıda belirtmiştim; “bizim” medya ne yazık ki böyle bir çetele tutmadı. Ama RTE’nin elli yıllık tesisleri, üniversiteleri kendisinin açtığı, sahte temeller attığı, üniversite giriş sınavında yeterli puan tutturamayan çocuklarını “başörtü nedeniyle/ İmam-Hatiplilere uygulanan katsayı nedeniyle ABD’de okuttukları” iddiası, bir türlü orijinali ortaya çıkartılamayan üniversite diploması ve “klasik” örnek, yakın tarihimize “Kabataş yalanı” olarak geçen hadiseyle birlikte, Trump’la bu konuda da yarışabileceğini ortaya koyuyor. Bolsonaro da yarışta iddialı: BM Genel Kurulu huzurunda, “Brezilya Covid aşılamasında şampiyonlar ligindedir”[42] diyecek kertede… Hatırlatayım, Bolsonaro’nun Covid’e karşı önlemleri hafife alması, hatta engellemesi, 600 bine yakın Brezilyalının hayatına mal olmuştu…
  2. Kadınları aşağılama: Bir ortak nokta daha. Trump, Bolsonaro, Orbán ve Erdoğan dörtlüsünün (ve diğerlerinin) en tipik ortak özelliklerinden biri de “antifeminist” olmalarıdır. Dinden çokça beslenen muhafazakârlıkları, maço popülizmle birleştiğinde, en iyi ihtimalle “en kutsal görevi analık olan, evinde, kocasıyla ve çocuklarıyla ilgilenmekle yükümlü, zorunlu olarak çalışması durumunda ise vasıfsız-güvencesiz-düşük ücretli işlere razı gelmesi gereken, her zaman erkeğe göre ikincil bir varlık” (RTE) ya da “şehvet nesnesi” (Trump, Bolsonaro) bir kadın tahayyülünü biçimlendiriyor. Birkaç sözle perçinleyeyim:

“Beş çocuğum var; beşincisi bir zayıf anıma geldi ve kız oldu.” (Bolsonaro).

“Sana tecavüz etmezdim. Bunu hak etmiyorsun.” (Bolsonaro).

“Çocukları severim. Ama onlara bakmak için kılımı kıpırdatmam. Ben parayı sağlarım, çocuklara o bakar. Onları Central Park’a gezmeye götürmeye yokum.” (Trump).

“(Kadınlar için): Onlara bok gibi davranmalısınız.” (Trump).

“(Esquire dergisi muhabirine:) Güzel bir kıçın olduğu sürece ne yazdıkları hiç önemli değil. Ama genç ve güzel olmalı.” (Trump).[43]

“Ben za­ten ka­dın er­kek eşit­li­ği­ne inan­mı­yo­rum.” (RTE).

“Ka­dı­na şid­det abar­tı­lı­yor.”[44] (RTE).

“Bu eşkiyalar bu teröristler adeta camilerin içini pisletti. Bunlar böyle bunlar sürtük.”[45] (RTE).

Ve bir icraat: RTE başkanlığındaki hükümet, kadına yönelik şiddete karşı bugüne dek hazırlanmış en kapsamlı uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi…

  1. Homofobi: Bu yazı çerçevesinde ele aldığımız dört örneğin yanı sıra, tüm faşist, neofaşist, proto-faşist, para-faşist… etiketlerin ortak paydası, bir diğer alamet-i farikasıdır homofobi. Tümü eşcinselliğin bir hastalık, bir “anomali” olduğunda birleşir. Önerdikleri “tedaviler” ise farklı farklıdır. Nazi Almanyası’nda eşcinseller cezaevlerinde, temerküz kamplarında ya da ötenazi merkezlerinde yok ediliyordu. Faşist İtalya’da “ırksal özellikleri bozdukları” için cezaevlerinde tecrit edilmekteydiler.

Günümüzde bu denli ileri gidemiyorlar. Ama “maço” söylemleri bir yana, yasalardaki LGBTI+ bireyler lehine yorumlanabilecek her türlü önleme karşı güçleri elverdiğince savaşıyorlar. Örneğin Trump Haziran 2020’de “LGBT bireylere sağlık alanında ayırım yapılmaması için sağlanan korumaların ortadan kaldırılmasını ve sadece ‘kadın’ ya da ‘erkek’ cinsiyetlerin dikkate alınmasını öngören bir karar”ı imzaladı.[46]

Brezilya’da eşcinselleri “dayakla yola getirmek”ten dem vuran Bolsonaro’lu yıllarda LGBTI+’ların durumu o denli kötüledi ki, Brezilyalı antropolog Luiz Mott’a göre 2020 yılında ülkede 26 dakikada bir, bir LGBTQ+ birey ya kendi canına kıymış ya da katledilmişti.[47]

Macaristan’da Victor Orbán, “Çocukları Koruma Yasası” başlıklı torba yasaya, LGBTI+ haklarını kısıtlayan bir dizi önlemi yerleştirmişti, gelen tepkiler üzerine LGBTI+ haklarını referanduma götürdü. Hatırlanacağı üzere RTE de Kemal Kılıçdaroğlu’nun “başörtüsüne yasal güvence” önerisini LGBTI+ hakları konusunda bir Anayasa değişikliği referandumu çağrısına dönüştürmüştü.[48]

  1. “Öteki” düşmanlığı: Kadınlar, farklı cinsel yönelimlere sahip bireyler, komünistler gibi “ortak” düşmanların yanı sıra, her bir neofaşist liderin, ortalama yandaşının öfke ve düşkırıklıklarının hedefi hâline getireceği iç ve dış “öteki(ler)”i vardır. Trump için Müslümanlar ve Latin Amerikalı göçmenler, Bolsonaro için Brezilya yerlileri, Orbán için (çoğunlukla Müslüman) göçmenler ve Norveçliler, Erdoğan için (yönetimde kaldığı süreç içinde değişmek kaydıyla) Yahudiler, Ermeniler, Aleviler, Kürtler, laikler… Düşmanlık genellikle sözel düzlemde, ama kimi durumlarda da fiiliyatta vücut bulmaktadır: Göçmen karşıtı politikalar, sınırlarda örülen duvarlar, dil yasakları, azınlık okulları üzerine baskılar, cemaatlerinin iç işlerine müdahaleler, ibadethanelerine saldırılar, yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler…

Neofaşizmin döl yatağı: Neoliberalizm

Biliniyor, neoliberalizm, 20. yüzyıl sonlarında darboğaza giren kapitalist sistemin, kendini kurtarma hamlesiydi.[49] Bir yandan sosyalist bloğun dağılmasının kapitalist sisteme sağladığı moral üstünlük, bir yandan bu yolla pazar imkânlarının alabildiğine genişlemesi, bir yandan da teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklar (özellikle dijitalleşme) ile birlikte, kapitalist dünyada emekçiler üzerine görülmemiş bir saldırı başladı. İşçi hakları sıfırlanır ve örgütleri dağıtılırken, istihdam güvencesinin yok edilmesi, emeğin deregülarizasyonu, sosyal hakların alabildiğine budanması emekçi kitleleri alabildiğine yoksullaştırdı. Sermaye transferleri önündeki hukuksal ve fiziksel engellerin kaldırılması yani sermayeye tanınan sınırsız serbest dolaşım hakkıyla emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu bölgelere bir sermaye hücumu yaşandı (küreselleşme). Yalnızca hareket serbestisi değil, kamusal bütçelerin özel sektöre, daha doğrusu bir avuç çokuluslu şirkete yönelmesi, bu kesimlere uygulanan vergi indirimleri, teşvikler, yerel üretimlerin çokuluslu tedarik zincirlerinin taleplerine kurban edilmesi, eğitim ve sağlık dâhil kamu değerlerinin üç kuruşa özel sektöre peşkeş çekilmesini sağlayan özelleştirme furyası… tüm dünyada gelir dağılımını ve varlık dengesini en zenginler lehine dramatik bir biçimde değiştirdi.

Bu politikaların bugünkü sonucu, çok net ve acıtıcı: yeryüzünde sekiz ailenin elindeki toplam servet, dünya nüfusunun yarısının varlığına eşit.[50] Bir başka deyişle, birkaç yüz kişinin elinde, dünya nüfusunun yoksul yarısının (2018 itibariyle 3 milyar 800 milyon kişi) toplam varlığına eşit miktarda bir servet var! Noam Chomsky neoliberal kapitalizmin “40 yıllık sınıflar savaşı”nda, ABD’de en zengin yüzde 1’lik dilimin cebine 50 trilyon doların aktarıldığını söylüyor![51]

Tabii neoliberalizm dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna eşitsizlik, yoksullaşma, işsizleşme, açlık vaat ederek gelmedi iş başına. İdeologlarının elindeki şeker kaplama çok cazipti: bireyler bürokratikleşmiş, köhnemiş, yolsuzluklara belenmiş devletlerin baskısından kurtulup özgürleşecekti! Devinim özgürlüğü, zenginleşme özgürlüğü, kimliğini (etnik, dinsel, cinsel…) özgürce yaşama olanağı… Neoliberal ideologların dilinde “özgürleşme”nin sadece, ama sadece “sermayenin özgürleşmesi” anlamına geldiği bilinmiyordu. Kendilerini 68’in devamcıları, hatta “devrimciler” olarak sunan neoliberalizm guruları, “özgürlük mü istiyorsunuz?” diye soruyorlardı kitlelere. “Zaten öğrenci hareketinin de amacı bu değil miydi? Tamam, size özgürlük vereceğiz, ama öbür talebi, sosyal adaleti unutun.”

“Piyasanın özgürlüğünün en önemli özelliği,” der David Harvey, “eşitlikçi gibi görünmesidir, ama eşitsizlere eşitmiş gibi davranılmasından daha eşitsiz bir şey yoktur.”[52]

“Yalan”, bir dönem moda olan, “devlet” geleneklerini, teamülleri filan hiçe sayan, “babacan”, “laubali” denecek kertede protokol tanımaz, özel hayatlarını sergilemekten bir çeşit haz duyan, sahne yıldızlarıyla içli dışlı bir lider tipolojisi eliyle yaygınlaştırıldı: şortu ve şıpıdık terlikleriyle askerî birlik denetleyen Turgut Özal, İtalya’nın skandallarıyla maruf medya patronu Silvio Berlusconi, Meksika’nın “Marcos’a bir telefonla Zapatista sorununu çözerim” diyen Vicente Fox’u, … neoliberal dünya sahnesinin, “sınırları zorlayan kültleri”ydi. “Küçülen” bir devlet ve genişleyen bir özgürlük alanı vaat ediyorlardı yurttaşlara. Küçülttükleri, devletin sosyal fonksiyonları, genişlettikleri ise sermayenin erişim alanı oldu oysa, yalnızca…

Bugün neoliberal kapitalizm farklı bir lider tipi üretiyor. Örneklerini yukarıda gördüğümüz. Hiçbiri öncelleri gibi “geniş meşrepli” değil. Diyeceğim, Trump-Bolsonaro-Erdoğan-Orbán vb. rastlantı değil. Sıkışmış bir neoliberal kapitalizmin sahneye sürdüğü “demir yumruklu”lar… Aynı yolsuzluklardan, yalanlardan beslenseler de, artık hiç de “liberal” değiller. Tersine, bu yeni faşist/faşizan kuşağın parolası, “illiberalizm”! “Örneğin Macaristan’da, Türkiye’de, Polonya’da ve daha birçok yükselen faşist devlette ‘illiberal (liberal-olmayan – bn.) demokrasi’ terimi ‘sözüm ona modası geçmiş bir liberal demokrasi’ biçiminin kodu olarak kullanılıyor. Gerçeklikte, terim hedefi bizatihi demokrasinin temellerine saldırmak olan popülist bir otoriterlik biçimini haklı göstermek üzere kullanılıyor.”[53]

Çünkü yoksullaşma, yoksunlaşma, çevrenin, yaşam kaynaklarının talanı, “kimlik, özgürlük, devletin küçültülmesi” retoriklerinin ardına gizlenemeyecek kertede barizleşmiş, sınıflar arası uçurum, hiç olmadığı kadar açılmıştı. Sistemin yağmacı niteliği iyiden iyiye gözler önüne serilirken, sürdürülebilmesi giderek zorbalığı gereksinir hâle geldi. Dünya kentlerinin sokakları, Latin Amerika cangılları, Güneydoğu Asya megapolleri, Ortadoğu varoşlarında “Yetti Artık!/ Edî Bese!/ Ya Basta!” haykırışları yankılanmaya başlamıştı.

“İyi yönetişim” çağı sona ermişti… “Bu durum yönetici elitleri kamuoyunun büyüyen öfke ve düşkırıklığını elitlerden kırılgan kesimlere yöneltmek için kaba ırkçılık, İslâmofobi, homofobi, bağnazlık ve kadın düşmanlığı taktiklerine başvuran sağcı demagoglarla işbirliğine zorladı. Bu demagoglar bir yandan küresel elitlerin yağmalanmasını hızlandırırken bir yandan da çalışan erkek ve kadınları korumayı vaat ediyorlar.”[54]

Neoliberal kapitalizm ile faşizmin uyumlu işbirliğinin önünü açan etkenlerden biri sınıflar arasındaki gelir uçurumunun görülmemiş ölçüde açılması ise eğer, bir diğeri de neoliberal ekonomik politikaların “burjuva demokrasisi”nin son kırıntılarını da silip süpürmesidir. Özelleştirme furyası yalnızca maddî değerler alanı olarak kamusalı yok etmekle kalmaz, insanların zihnindeki kamusallık ve ona içkin değerler sisteminin bütününü de tahrip eder. Bu anlamda Margaret Thatcher’in “Pek çok çocuk ve insanın ‘Bir sorunum var ve bunu çözüme kavuşturmak hükümetin görevi’ ya da ‘Bir sorunum var, onunla baş edebilmek için bir burs bulacağım’ veya evsizim ve hükümet bana bir ev vermeli’ demeye alıştırıldığı bir dönemden geçtiğimizi biliyorum. Böylelikle sorunlarını toplumun üzerine yüklüyorlar. Ama toplum kim? Böyle bir şey yok. Tekil erkek ve kadınlar ve aileler var ve hiçbir hükümet insanlar olmaksızın bir şey yapamaz ve insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır”[55] sözleri, bir dönüm noktasına işaret etmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren, hak ve hak mücadelesi bilinci, dayanışma/paylaşım, empati duyguları, başkaları için kaygılanma, kamusal/toplumsal tasavvurları, eşitlik özlemi, barışseverlik, insancıllık… velhasıl “insanım” diyebilmek için muhtaç olduğumuz ve tarih boyunca filozofların, bilim ve sanat insanlarının, yazarların, ozanların yücelttiği tüm değerler bireycilik, bencillik, metalaşma ve narsistik tüketimciliğe tahvil oldu. Kamuculuktan birey-merkezciliğe bu geçiş, başka şeylerin yanında “demokrasi” tahayyüllerini de kadükleştirecekti. Çağımızın narsistik, solipsist, hedonist bireyi için “kamusal” olan herhangi bir anlam ve değer ifade etmediği ölçüde, faşizan yönelişlere karşı etkin bir duruş olanağı da daralmakta, geçersizleştirmektedir.

Ya da Giroux’nun ABD değerlendirmesinde söylediği gibi, “Demokrasi için kritik fikir, değer ve kurumlar 50 yıldır imal edilen vahşi neoliberalizm altında solup giderken, ırksal üstünlük, toplumsal arıtma, apokaliptik popülizm, hiper-militarizm ve ultra-milliyetçilik yoğunlaşarak, ABD tarihinin bastırılmış gediklerinden devlet ve şirket iktidarının merkezine taşındı. Refah devletine cepheden saldıran onlarca yıllık kitlesel eşitsizlik, ücretli kölelik, imalat sektörünün çöküşü, mali elite tanınan vergi ayrıcalıkları ve vahşi kemer sıkma politikaları faşist söylemleri güçlendirdi. Popülist öfkeyi de nüfusun kırılgan kesimlerine ve kaçak göçmenlere, Müslümanlara, baskı altındaki ırksal gruplara, kadınlara, LBGTQ kişilere, memurlara, eleştirel aydınlara ve işçilere yöneltti. Neoliberalizm yalnızca birbirini güçlendiren ekonomik ve politik eşitsizlik dinamiklerini tırmandırarak demokrasinin temel unsurlarının temellerini oymakla kalmadı (…) aynı zamanda faşist fikir ve ilkeleri daha çekici kılan koşulları da yarattı. Bu hızlandırılmış koşullarda neoliberalizm ve faşizm kapitalizmin en kötü aşırılıklarını otoriter ‘güçlü adam’ idealleriyle -savaş tapımı, akıl ve hakikate yönelik nefret, ultra milliyetçilik ve ırksal saflığın yüceltilmesi, özgürlük ve tartışmanın bastırılması, yalanı, gösteriyi, ötekini günah keçisi ilan etmeyi teşvik eden bir kültür, bozulan bir söylem, vahşi şiddet ve nihayetinde devlet şiddetinin heterojen biçimlerde patlak vermesi- bağdaştıran rahat ve uyumlu bir devinim içinde buluşur ve ilerler. (…) Mevcut tarihsel momentte neoliberalizm bir çeşit hiper-kapitalizmden öte bir şeyi temsil etmektedir: eğer politikanın değilse, demokrasinin ölümünü işaretler.”[56]

Toplumlarda, dipteki çökeltileri suyüzüne çıkartarak değer kazandıran bu koşullar, insanları en kaba “müşterekler”de (yabancı/öteki düşmanlığı, milliyetçilik, dincilik, homofobi, machismo, şiddet düşkünlüğü, aydın düşmanlığı, tek adam kültü, “gemisini kurtaran kaptan”cılık vb.) buluştururken politik alanı da bir yandan daraltır, bir yandan da sağa kaydırır. “Sol” iki bakımdan sağcılaşır. İlki, taban kazanabilmek için milliyetçi, dinsel söylemlere prim verir hâle gelir. İkincisi, artık başka bir yol düşünemez olduğu “seçimler”le işbaşına gelebilmek için kapitalist olanın dışında bir yolu tahayyül etmeyi dahi terk eder. Ekonomiler üretimden kopup finansallaştıkça, borsalar belirleyici bir rol üstlenmiştir; başa geçenin birinci görevi, sermayeyi ürkütmemek, sermaye kaçışını tetiklememektir. Bu ise “sol” iktidarların manevra alanını fena hâlde daraltmaktadır: Çipras’tan Podemos’a, Latin Amerika’nın “pembe sol dalgası”na, son 20-25 yılın “sol” deneyimlerinin bizlere gösterdiği budur.

Evet, siyasal alan neoliberal çağda fazlasıyla daralmıştır; neoliberalizm ile neofaşizmin uyumlu beraberliğinin rasyoneli tam da budur… Çünkü, bir kez daha vurgulamalı, kapitalizmin “liberal”liği asla ve asla sermayenin (ne kadar sınırsız olursa o kadar iyi) özgürlüğünden başka hiçbir şey değildir; ve borsalar ürkmedikçe, her şey yolunda demektir! Savaş çıktığında coşan borsaları ürküten ise milliyetçilik, göçmen düşmanlığı, dinciliğin yükselmesi, LGBTQ+ ya da kadın düşmanlığı vb. değil, emekçilerin mücadelelerinin yükselmesi olasılığıdır…

* * *

Bu bağlamda, “Trump gitti, Biden geldi”, “Bolsonaro gitti, Lula geldi” diye faşizmin geriletildiğini düşünmek ya da “Erdoğan gidip Kılıçdaroğlu gelirse bahar gelir” diye umutlanmak, karşılıksız bir iyimserlikten öte bir anlam ifade etmiyor, ne yazık ki. Neofaşizm, günümüz kapitalizminin her zaman hazır tuttuğu, sistemin her kaçınılmaz krizinde başvurmaktan çekinmeyeceği bir silahtır. “Faşizmi doğuran kapitalizme ses çıkarmadan, faşizm hakkındaki doğruları nasıl söyleyebilirsiniz?” diye sorar Bertolt Brecht, ve haklıdır.

20. yüzyıl faşizmi gibi, 21. yüzyıl faşizmi de kapitalizmle yan yana, iç içedir; sermayenin daha iyisini bulamayacağı “bodyguard”ıdır. Kapitalizmden kurtulmadan, Trump, Bolsonaro, Orbángillerden kurtulmak, mümkün değildir.

15 Mayıs 2023, İstanbul.

[1]    Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, https://socialistproject.ca/2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/

[2]    Andre Pagliarini, “Beyond the pale, above the fray”, Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, s. 402.

[3]    Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu

[4]    “Bolsonaro Yemin Etti: Sosyalizmden Kurtulacağız”, 2 Ocak 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/11185/Bolsonaro-yemin-etti-Sosyalizmden-kurtulacagiz

[5]    Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu

[6]    Pagliarini, s. 406.

[7]    A.y. s. 407.

[8]    A.y. s. 408.

[9]    Hayri Kozanoğlu, “Maçoların Baharı Şimdi de Brezilya’da”, Birgün, 9 Ekim 2018, s. 5. Ayrıca bkz. Sam Meredith, “Who is the ‘Trump of the Tropics?’: Brazil’s divisive new president, Jair Bolsonaro – in his own words,” CNBC, 29 Ekşm 2018, https://www.cnbc.com/2018/10/29/brazil-election-jair-bolsonaros-most-controversial-quotes.html

[10]  Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Tıkanıklık”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2019, s. 11.

[11]  Nick Estes, “Yerlilerin Orman İçin Mücadelesi”, Birgün, 20 Eylül 2021, s. 5.

[12]  “Jair Bolsonaro’s contentious first year in Office”, The Economist, 4 Ocak 2020, https://www.economist.com/the-americas/2020/01/04/jair-bolsonaros-contentious-first-year-in-office?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=CjwKCAjwov6hBhBsEiwAvrvN6JfTSLJEGEzGk2el5lkzcaK9dzJNdQD3qYAq_WtSwGmAlS4gOAnKdBoC0NAQAvD_BwE&gclsrc=aw.ds

[13]  Klaus Larres, “Donald J. Trump, The authoritarian style in American politics”, Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, ss. 210-11.

[14]  Alexis Clérel, “Portrait of Donald Trump, President of the United States.” https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-donald-trump-president-united-states

[15]  “Çevresinde yalnızca sadık uygulayıcıları tutuyor. Amerikan yönetimi artık başıboş. Öfke nöbetlerini öngöremediği ve yönelişlerini onaylamadığı Başkanı’yla bağlantıları kopmuş durumda, işini yapmaya çabalayan kafası kopmuş bir tavuğu andırıyor.” (Clérel, a.y.).

[16]  Klaus Larres, ay. ss. 215-216.

[17]  Larres, ay. s. 215.

[18]  Jeva Lange, “61 Things Donald Trump said about women”, The Week, 16 Ekim 2018, https://theweek.com/articles/655770/61-things-donald-trump-said-about-women

[19]  American Progress Organization, “Women Have Paid the Price for Trump’s Regulatory Agenda”, https://www.americanprogress.org/article/women-paid-price-trumps-regulatory-agenda/

[20]  Selena Simmons Duffin, “‘Whiplash’ of LGBTQ protections and rights, from Obama to Trump”, NPR, 2 Mart 2020. https://www.npr.org/sections/health-shots/2020/03/02/804873211/whiplash-of-lgbtq-protections-and-rights-from-obama-to-trump

[21]  “Environmental Policiy of Donald Trump Administration”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Environmental_policy_of_the_Donald_Trump_administration

[22]  Jason Stanley, “America is now in fascism’s legal phase”, The Guardian, 22 Aralık 2021. https://www.theguardian.com/world/2021/dec/22/america-fascism-legal-phase

[23]  Keno Verseck, “Hungary’s slow descent into xenophobia, racism and human rights abuses,” Infomigrants, https://www.infomigrants.net/en/post/20220/hungary-s-slow-descent-into-xenophobia-racism-and-human-rights-abuses.

[24]  “Viktor Orbán”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Viktor_Orb%C3%A1n

[25]  Jacques Rupnik, “Portrait of Victor Orban, Prime Minister of Hungary”, 6 Kasım 2018, https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-viktor-orban-prime-minister-hungary

[26]  “How Hungary’s leaer Victor Orban gets away with it”, The Economist, 2 Nisan 2020, https://www.economist.com/europe/2020/04/02/how-hungarys-leader-viktor-orban-gets-away-with-it?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=Cj0KCQjwi46iBhDyARIsAE3nVrYZeFd3_bf0HZ-eKTmyANpD0lRwJMzcwT01qPNHLbcvQ3u2HH5vFL8aAkBnEALw_wcB&gclsrc=aw.ds

[27]  Luke Waller, “Viktor Orbán: Hungary. The conservative subversive.” https://www.politico.eu/list/politico-28/viktor-orban/

[28]  Jay Nordlinger, “Trump, Putin, Erdogan, Orbán”, National Review, 22.10.2019. https://www.nationalreview.com/corner/trump-putin-erdogan-orban/

[29]  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, “Biyografi”, https://www.tccb.gov.tr/receptayyiperdogan/biyografi/

[30]  MTTB’nin 1965-71 dönemi ve reaksiyoner söylemi için bkz. Emine Öztürk, “Milli Türk Talebe Birliğinde Değişen Milliyetçilik Anlayışı ve Antikomünizm (1965-1971)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2016/3, Sayı: 25, ss. 103-126.

[31]  “23 Mayıs 1994: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan, işçilerden oluşan giyim komisyonunun haberi olmadan 1.200 SUSER işçisinin ‘giyim yardımı” için yandaş Huzur Mağazaları ile anlaştı ve her işçiye 4 milyon 300 bin TL’lik alışverişini bu mağazadan yapma zorunluluğu getirdi.”

“2 Eylül 1994: Albayrak’ın kazandığı İSKİ’nin taşıma ihalesinde usulsüzlükler olduğu ileri sürülüyor: 5 Temmuz’daki ihaleye 5 gün kala Zaman gazetesine ilan verildi, ihale şartnamesinde R. Tayyip Erdoğan’ın danışmanı ve RP İl YK üyesi Necmi Kadıoğlu el yazısıyla düzeltmeler yaptı.”

“16 Eylül 1994: ‘Türkiye’deki ilk ve tek şeffaf ihale’ söylemiyle açılan, teklif zarflarını davetliler önünde İst. Büyükşehir Belediye Başkanı ve İSKİ YK Başkanı R. T. Erdoğan’ın açtığı İSKİ Ömerli-Çamlıca İsale Hattı ihalesini-keşif bedelinden %43 indirim yapan- (MSP eski milletvekili Korkut Özal’ın ortağı Hasan Kalyoncu’ya ait – bn) Kalyon İnşaat kazandı.”

“28 Eylül 1994: İst. Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın ‘ticari sır’ gerekçesiyle açıklamadığı İETT duraklarının reklam panoları ile otobüs ve tramvaylardaki reklam yerlerini 9 gün önce kurulan bir şirkete ihaleye çıkmaksızın büyük ayrıcalıklarla tahsis ettiği ortaya çıktı.”

“18 Aralık 1994: SHP’li eski İst. Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen: ‘Aldığımız duyuma göre Tayyip Erdoğan kaçak yapılardan para alıyor. Boğaz’daki rayicin 4-5 milyar TL arası olduğu söyleniyor. Trilyonluk bir kaçak yapıda 5 milyar verip kurtuluyorsanız, bu imar affı gibidir.’”

“2 Haziran 1995: İstanbul/Mecidiyeköy eski İETT Garajı’nın bulunduğu 60 dönümlük alanda ‘Kültür ve Ticaret Merkezi’ inşası için RP’li İstanbul Büyükşehir Belediye ile Cevahirler Grubu anlaştı (Ve Cevahir AVM yapıldı).”

  1. vb. Veriler Sol Hafıza sitesinden alınmıştır (https://twitter.com/GunlukArsiv/status/ 1093139445438693377).

[32]  Bkz. “2002’de Erdoğan’ın yolu nasıl açıldı”, Vatan, 30.06.2011, https://www.gazetevatan.com/siyaset/2002-de-erdogan-in-yolu-nasil-acildi-386242

[33]  François Livet (müstear isim), “Portrait of Recep Tayyip Erdoğan, President of the Republic of Turkey”, https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-recep-tayyip-erdogan-president-republic-turkey

[34]  Alaattin Aktaş, “Yabancı özelleştirme için de gelmiyor”, Dünya 21 Şubat 2011, https://www.dunya.com/kose-yazisi/yabanci-ozellestirme-icin-de-gelmiyor-dogrudan-yatirimlar-6-milyari-asam/9130

[35]  “Recep Tayyip Erdoğan kimdir? Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı döneminde yaşanan politik olaylar ve iddialar…” Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/398104/recep-tayyip-erdogan-kimdir-tayyip-erdoganin-hayati-ve-onemli-politik-olaylar

[36]  Klaus Larres, a.y. s. 207.

[37]  https://freedomhouse.org/country/brazil/freedom-net/2021

[38]  “Viktor Orbán”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Viktor_Orb%C3%A1n

[39]  Howard Eissenstat, “Recep Tayyip Erdoğan: “From ‘illiberal democracy’ to electoral authoritarianism”, Klaus Larres (der.) – Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, s. 367.

[40]  Alexis Clérel, ay.

[41]  Rita Hornok, “Márki-Zay vs Orbán: Will the 2022 Elections be a Tale of Two Anti-Elitisms?”, Populism in Central and Eastern Europe, https://populism-europe.com/poprebel/blog-posts/marki-zay-vs-orban-will-the-2022-elections-be-a-tale-of-two-anti-elitisms/

[42]  Tom Phillips, “Bolsonaro vowed to Show a new Brazil but ‘lie-filled’ UN speech cuts little ice”, The Guardian, 21 Eylül 2021, https://www.theguardian.com/world/2021/sep/21/jair-bolsonaro-brazil-un-speech.

[43]  Catriona Harvey Jenner, “25 things Donald Trump has actually said about women”, Cosmopolitan, 2 Kasım 2020, https://www.cosmopolitan.com/uk/reports/a42442/donald-trump-women-sexist-quotes/.

[44]  “Tayyip Erdoğan’ın kadınlara bakışı”, Sözcü, 9 Ağustos 2014, https://www.sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/tayyip-erdoganin-kadinlara-bakisi-573802/

[45]  “Erdoğan’dan Gezi direnişine: Bu eşkıyalar, bu teröristler böyle sürtük”, Dokuz8Haber, 1 Haziran 2022, https://www.dokuz8haber.net/erdogandan-gezi-direnisine-bu-eskiyalar-bu-teroristler-boyle-surtuk

[46]  ABD Başkanı Trump’tan tepki çeken LGBT kararı”, Habertürk, 13.06.2020, https://www.haberturk.com/abd-baskani-trump-tan-tepki-ceken-lgbt-karari-2711041.

[47]  “Jair Bolsonaro’s administration is hurting the lives of LGBTQ+ sex workers in Brazil”, The Conversation, 20 Ocak 2022, https://theconversation.com/jair-bolsonaros-administration-is-hurting-the-lives-of-lgbtq-sex-workers-in-brazil-173706

[48]  Birkan Bulut, “Erdoğan’ın anayasa teklifi ve Macaristan’daki referandum”: ‘Referandumlar ‘provokatif’ kampanyalardı’”, Evrensel, 1 Kasım 2022, https://www.evrensel.net/haber/473623/erdoganin-anayasa-teklifi-ve-macaristandaki-referandum-referandumlar-provokatif-kampanyalardi

[49]  “(Neoliberalizm) bir ekonomi-politik olarak özelleştirme, deregülarizasyon, metalaştırma ve sermayenin serbest dolaşımı ilkelerince yönetilen her şeyi kapsayıcı bir piyasa yaratır. Bu gündemleri dayatırken sendikaları zayıflatır, refah devletini ve ücretleri radikal biçimde aşındırır ve kamu mallarına saldırır. Devletin içi boşaltılırken büyük şirketler hükümetlerin işlevlerini üstlenerek sert kemer sıkma önlemlerini dayatır, serveti zenginlere ve güçlülere doğru dağıtırken toplumu kazananlar ve kaybedenler olarak böler. Yalın bir deyişle, neoliberalizm mali sermayenin dizginlerinden boşalmasını sağlar, piyasayı devletin dayattığı her türlü sınırlamadan kurtarmaya çalışır… Günümüzde hükümetler başat olarak zenginlerin kârını, kaynaklarını ve gücünü azamileştirmek için varlar.” (Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/).

[50]  Chris Hedges, “Neoliberalism’s Dark Path to Fascism”, 27 Kasım 2018, https://canadiandimension.com/articles/view/neoliberalisms-dark-path-to-fascism

[51]  “The Chris Hedges Report. Noam Chomsky: Neoliberalism and the Roots of Fascism”, https://therealnews.com/noam-chomsky-neoliberalism-and-the-roots-of-fascism

[52]  Akt.: Chris Hedges, a.y.

[53]  Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/

[54]  Chris Hedges, “Neoliberalism’s Dark Path to Fascism”, 27 Kasım 2018, https://canadiandimension.com/articles/view/neoliberalisms-dark-path-to-fascism

[55]  “Margaret Thatcher: There is no such thing as society”, https://newlearningonline.com/new-learning/chapter-4/neoliberalism-more-recent-times/margaret-thatcher-theres-no-such-thing-as-society

[56]  Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/

 

Şimdi sıra bizde, şimdi sıra sokakta, direnişte

Önce 14 Mayıs 2023’te, ardından, 28 Mayıs 2023’te seçimler yapıldı.

Seçimler, hem parlamento seçimleridir hem de cumhurbaşkanlığı (ya da başkanlığın bir türüne benzer cumhurbaşkanlığı) seçimleridir.

Seçimler, ikinci tura kaldı ve ikinci turda, Erdoğan %52 ile kazandı. Kılıçdaroğlu, %48’de, “buradayız” bölgesinde kaldı.

Siyasi rakip olarak kaybedenler, “büyük bir olgunluk” içinde seçim sonuçlarını “halkın kararı” olarak kabul etti, 3. kere seçilen Erdoğan ise, her zamanki tutumu ile, efendileri tarafından “seçilmiş” olmanın gurur ve kibri ile yoluna devam edeceğinin işaretlerini verdi.

Peki ne değişti?

Önce süreci netleştirelim.

TEK DEVLET PARTİSİ

TC devletinin, 12 Eylül baz alınırsa, o tarihten bu yana, tek bir partisi vardır, tüm partiler bir ve aynı partidir, “devlet partisi”.

Birbiri ile savaşan emperyalist merkezler, mesela Almanya, Fransa, İngiltere, ABD ve bunlarla birlikte etkin olan bir güç olarak İsrail, bu her biri birer devlet partisi olan partilerin, önemlilerinin içinde, kendilerini örgütlerler. Bu hâl, zaman zaman, acaba birden fazla parti var mı sorusuna yol açabilir. Ama aslında efendiler anlaştığında, NATO mekanizmalarına uygun olarak, tüm burjuva partiler, tek bir parti olduklarını tartışmasız ortaya koyarlar.

Baykal, mesela, Erdoğan ile ilişkilerinde, buna uygun davranmıştır.

Efendiler ne derse onu yaparlar.

Daha pratik bir örnek olsun, mesela cumhurbaşkanlığı seçimine girmiş dört adayın dördü de MİT ile bağlıdır. Evet her birinin ayrı görevleri vardır. Ama nihayet aynı yere bağlıdırlar. Erdoğan, muhbir olarak üniversiteye girmiş, okula devam bile etmemiş, okulu bitirememiştir. Oğan’ın MİT bağlantıları çok sık konuşuluyor. İnce ve Kılıçdaroğlu için, 5 yıl önce İnce daha “adam kazandı” dememişken, Yalçın Küçük, her ikisi de MİT mensubudur demişti. Yalçın Küçük’ün bilgisini yanlış kabul etmemiz için bir neden yoktur. Demek ki, dördü de aynı olan dört aday yarışmıştır. Mesela Oğan, bilmem ne kadar para ve mevki karşılığında Erdoğan’a destek vermekle kalmamış, seçimi Erdoğan’ın kazandığı ilan edilince, “Atatürkçüler kazanmıştır” demiştir. Ve dördü de, kendilerine tarif edilen görevi yerine getirmiştir.

Her biri, milliyetçiliği öne çıkartmış, her biri, sanki ülkede demokrasi varmış, sanki seçimler “normal” seçimlermiş gibi davranmıştır. Bu konuda Kılıçdaroğlu’nun daha büyük bir rol aldığına ne şüphe. Öyle ya, devlet için çalışmak, seçimi kazanmaktan daha önemlidir, bir de “ego” mu yapacaktı?

Ayrıca aynı mesele parti başkanları için de bir yere kadar geçerlidir. Mesela Ümit Özdağ için “istihbaratçı” diye Soylu söylemiştir. Elbette Soylu’nun hiçbir sözü makbul değildir. Ama yine de bozuk bir saat bile günde iki kere doğru olabiliyor, isteğe bağlı olmaksızın. Davutoğlu, belki birden fazla yere bağlıdır. Akşener ise “derin devlet”in “adamı” olmakla övünmektedir.

Yani, hepsi, devlet partisidir, tek bir partinin farklı yüzleri gibidirler.

SARAY REJİMİ, SEÇİMLER YOLU İLE MEŞRULUK KAZANMA PEŞİNDEDİR

Böyle olunca, işler biraz farklı yürüyor.

Egemen ne derse, ona uygun roller dağıtılıyor ve ajanslar aracılığı ile “medya hizmetleri” alınarak, her adayın davranış formları belirleniyor.

Peki, bu ayarı kim veriyor?

Elbette NATO ya da ABD.

Bu konuda mesela Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin etkileri yok mu? Olmaz mı, elbette var.

Türkiye bir sömürgedir.

Bu sömürge, siyasal olarak ABD’ye bağlıdır. Siyasal denildi mi, sadece siyasi partileri, hükümetleri vb. anlamak olmaz. Daha çok orduyu, polisi, yargıyı, bürokrasiyi anlamak gerekir.

Yani, bugün bizim Saray Rejimi dediğimiz rejim, 2017’den bu yana, tekelci polis devletinin, yani ülkemizdeki burjuva devletin olağanüstü örgütlenmesidir ve bu örgütlenmenin mimarı ABD ve NATO’dur.

Bu sömürgenin ekonomisi, Almanya başta olmak üzere AB’ye bağlıdır.

Böylece, Türkiye, az rastlanır bir sömürge türüdür, “ortaklaşa sömürge”dir. Bu “ortaklaşa sömürge” olma hâli, TC devletinin Ekim Devrimi ve SSCB’ye karşı, Batı’nın bir karakolu olarak organize edilmiş olmasından geliyor. Batı, anti-komünist mücadelede, SSCB yıkılana kadar, ortak davranmıştır. Başını ABD’nin çektiği bir emperyalist örgütlenme söz konusu idi. Bu nedenle, “ortaklaşa sömürge” olma hâli, dünden gelmektedir ve geleceği yoktur. Yani, bugünkü bu hâli uzun süre süremez; ya siyasal alanı elinde tutan ABD’nin olacaktır ya da ekonomiyi elinde tutan AB’nin, daha özel söylersek Almanya’nın sömürgesi olacaktır. Bu elbette, bir “seçim” meselesi değildir, ABD ve AB arasındaki savaşın sonuçlarına bağlıdır.

Şimdilerde bu savaş, Rusya ve Çin’e karşı Batı’nın ortak savaşı nedeni ile biraz arka planda yürümektedir.

Bu nedenle, İstanbul seçimlerinde ABD’ye meydan okuyan Almanya, muhalefetin arkasında durmuştur. Erdoğan’ın kaybetme nedeni, Şirin Payzın’ın uydurduğu gibi, Biden’ın ya da ABD’nin, “diktatörleri sevmemesi” nedeni ile değildir. ABD’yi çok sevmek, NATO’ya çok bağlı olmak, insanın gözlerini kör ediyor olsa gerek. Yoksa yeryüzünde hiç kimse inanarak, ABD’nin diktatörleri sevmediğini söyleyemez. Bu sözleri ABD yönetiminden duyarsınız ve onlar da bu sözleri inanarak söylemezler.

Bugün ise, AB, Ukrayna sürecinden sonra, ABD’nin kontrolünü daha fazla kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu koşullarda AB, ABD’den bağımsız hareket etme eğilimini “bastırmaktadır.” Elbette, bu seçimlerde, yani 14 Mayıs 2023 ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde ABD kararları etkin olmuştur.

Öyle ise, seçim sonuçları önceden bellidir.

İddialı bir söz gibi gelebilir ama değildir. Seçim sonuçları önceden bellidir ve ABD, NATO, önce seçimi yapmakta, kararı vermektedir, ardından buna uygun bir “seçim süreci” planlanmaktadır. Mesela 14 Mayıs’ta oluşmuş olan parlamentodaki milletvekillerini kim seçmiştir, halk mı? Elbette ki hayır. O milletvekillerinin büyük çoğunluğunu, HDP ve TİP hariç diyelim, NATO seçmiştir.

NATO seçici kuruldur. Onlar seçer; uygun adayları, uygun partilere dağıtırlar. Bunun bir-iki istisnası olabilir tabii. Ama her tiyatroda planlanmamış hamleler olur elbette. Bu kadarı, belki de seyirciye de hoş gelebilir.

Böylece NATO, ABD, seçtiklerini, “siz seçilmişlersiniz” diyerek alana sürmektedir.

Gerçekten de onlar seçilmiştir, ama halkın oyu ile, sandıkta değil.

Saray Rejimi, 2023 seçimleri ile, devletin halktan kopmuş bağını yenilemek, seçimler yolu ile bir meşruluk kazanmak istemekteydi.

Bunu, hep söyledik. Bu nedenle “restorasyon”dan söz ettik. Ve bu sonuçlar, bugün, bizi doğrulamaktadır.

SEÇİMLER SAVAŞ İLE BAĞLIDIR

Seçimlerin en önemli üç sonucu vardır. Ve bu üç sonuç, asla sandıktan çıkmamıştır. Bu üç sonuç, seçim sürecinde yaratılmıştır. Sahneye konan oyunun ana amacı budur.

İlki, seçimler boyunca TC devleti, Saray Rejimi (Dikkat edilsin, her ikisini aynı anlamda, ayrı ayrı kullanıyoruz. Bu konuda daha detaylı bilgi almak isteyenler, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan, 1990’da ilk baskısı yapılmış olan Tekelci Polis Devleti’ni ve yakın zamanda basılmış olan Saray Rejimi çalışmalarını okumalıdırlar), halkın devlete olan güvensizliğini kırmak istemiştir. Seçimler bunun için yapılmıştır. Yoksa “zamanı geldiği ve yapılması gerektiği” için değil. Bu nedenle “demokratik bir ülkeyiz” imajını vermek, halk seçti imajını vermek önemli idi. Bunu seçim sürecinde yaptılar. Tüm hilelerine rağmen, tüm hırsızlıklarına rağmen, öylesi bir illüzyon yarattılar ki, “demokrasi işliyor” ve “halk seçti” dedirttiler.

İkinci sonuç, bu halk desteği ile bağlantılıdır. Halk desteğini almak elbette geçici olacaktı. Çünkü ülke patlamaya gebedir. Bu durumda, solun, CHP eli ile sistemin yedeği hâline getirilmesi gereklidir. Bunu büyük ölçüde yaptılar. Bu konuda solun bazı kesimlerinin “demokrasiye”, “sandığa”, Saray Rejimi koşullarında hırsıza teslim edilmiş “seçimlere” güvenleri, aşırıdır.

Ve üçüncüsü, en önemlisidir. Savaş hazırlığı için, her türden, her kesimde etkili bir milliyetçilik yaratmak istiyorlar. Sola da uygun bir milliyetçilik, zaten Kemalizmden kopmamış olanlar için çok zor bir seçim değildir. Her türden milliyetçilik, değişik tonlarda milliyetçilik savaş hazırlığı için uygundur.

Savaş politikaları olmadan, ABD’nin TC devletini tetikçi olarak kullanma durumu anlaşılmadan, ABD ve NATO mekanizmalarının, ayakta zor duran bir Erdoğan ile devam etme isteği anlaşılamaz.

Ukrayna savaşı, TC’nin Suriye savaşındaki tutumu ve hâlâ orada işgalci bir güç olarak varlığı, dahası İdlib’deki özel hâl, bunu anlamaya yeterdi. Ama görmek istemeyen gözden daha körü yoktur. İdlib biter, Erdoğan o zaman gider. TC devletinin İdlib’deki varlığı, gerçekte ABD emridir. Elbette TC devleti bu savaş politikalarına çok heveslidir ve bir Kürt gördü mü saldırma isteği şahlanmaktadır. Yerli tekellerimiz, efendilerinden dinledikleri savaş kârlılıklarını, Suriye savaşı sürecinde tatmıştır. Bu kanlı para, onlar için çok caziptir.

Şimdi ise hedefte, İsrail’in belirttiği gibi İran vardır. ABD, bu doğrultuda hareket etmek istemektedir. Bir yandan Azerbaycan’a Türk yeşil pasaportları ile kaydırılan IŞİD çeteleri, paramiliter gruplar, diğer yandan Afganistan sınırından İran’a karşı hamle yapma hazırlıkları, ABD-İsrail tarafından dile getirilen İran sorununu canlı hâle getirmektedir. İran ile Suudi Arabistan arasındaki “normalleşme” süreçleri, ABD’yi rahatsız etmektedir. Bu durumda İran ile TC devleti karşı karşıya getirilirse, her iki ülke yıkımla karşılaşmış olsa dahi, bu hâl, ABD için uygun olacaktır.

Biz bu nedenle, seçimler ve savaş politikaları arasında bağ kurmanın önemini, seçimden önce defalarca ve ısrarla vurguladık.

Önümüzde, böylesi bir süreç vardır.

Saray Rejimi, yaşanmakta olan ekonomik bunalım nedeni ile bu savaş politikalarına oldukça yatkın olduğu bu politikalara dört elle sarılacaktır. Bu sadece Erdoğan’ın kişiliği ve kendini kurtarma isteği ile açıklanamaz (Elbette onlar da içinde).

SEÇİMLER MEŞRU DEĞİLDİR

Bugün, Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizilenler, seçimlerin ilk turunda “hile” olduğunu ilan etmektedirler. Muhtemelen ikinci tur için de aynısı söylenecektir.

Doğrudur da.

Sandık, hırsıza teslim edilirse, o hırsızın sizin gözünüzün önünden oyları aşıracağı kesin değil midir?

Hırsızdır, işi budur ve söylediğiniz gibi, liyakatsiz kadrolar meselesi değildir bu. Tam tersine, son derece mahir kadrolardırlar ve hırsızlık konusunda ustadırlar. Zira, suç dosyaları kabarıktır ve kaybederlerse, cennetlerini kaybedeceklerdir. Cenneti bu dünyada bulmuş bir kapkaççı, onu kaybetmemek için her yola başvuracaktır.

Bu bilinmez değildir.

Eğer Kılıçdaroğlu, eğer onu destekleyenler, eğer okuryazar takımı (OYT), eğer kendine entelektüel diyen sol liberaller, bu durumu bilmiyor idilerse, seçimlere hile karışacağını bilmiyor idilerse, zaten hiçbir zaman liyakat sahibi olamazlar.

Kanımızca biliyorlardı. Ama kendileri inansın ya da inanmasın, halkı seçimlerin normal olacağına inandırmak istediler. Bu konuda hırsızdan aldıkları sözleri, doğru imiş gibi halka sundular. Şimdi utanmadan, “aslında ikinci turda Erdoğan’ın kazanacağı belli idi” diyorlar. İyi ama TV ekranlarında “sandığa gidin” diyordunuz! Sandığa gitmeyenleri Erdoğan destekçisi ilan ediyordunuz!

Oysa sandığa atılan oy ile sandıktan çıkan aynı değildir.

Bu oylar nerede, ne zaman, nasıl değiştiriliyor, bunu hırsızlara sormanız gerekir. Saray Rejimi, ancak ABD “yapmayacaksın” derse, seçim hilesi yapmayabilir. Yoksa siz nerede, ne zaman, nasıl hile yaptıklarını anlamadınız diye, hırsızlık yok diyemezsiniz. Hırsızla başa çıkılmaz derler. Konu seçimler olunca, durum tam da budur.

Seçimler adil değildir.

Halk, ne parlamentoyu seçmiştir, ne de cumhurbaşkanını.

Erdoğan’ın, seçime girmesi bile yasal değildir.

Dün Ekmeleddin vakasını yaratanlar, dün İnce vakası ile “adam kazandı” vakasını yaratanlar, bugün Erdoğan’ın seçime girmesini kabul ederek, zaten ona desteklerini vermiş oldular.

“Biz onu sandıkta yenmek istiyoruz” diye üst perdeden halkı kandıranlar, şimdi bunun hesabını vermelidir. Biz buradayız diyerek, bir şey demiş olmazsınız.

Seçimleri çalanlar suçludur.

Seçimleri çaldıkları hâlde seçimler adil imiş gibi davrananlar bu suçun ortaklarıdır.

Seçimin usulsüz olduğu, seçim sürecinin ilk başlangıcında da bellidir.

Kılıçdaroğlu, mesaj atması engellendiğinde, “ne istiyorsunuz, seçime girmeyeyim mi” diye soruyordu. O kadar cesur olsan, seçime girmezdin. O kadar dürüst olsan, seçimin sonucunu önceden bildiğin hâlde adım atmazdın. O kadar dürüst olsan, seçimi niye kazanmak istemediğini halka anlatırdın. O kadar açık olsan, halkı TOMA’larla, coplarla, hapislerle korkutamayan Saray Rejimi’nin korku yayan aygıtlarına destek olur gibi “sakın sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar” demezdin, “evinizde oturun” çağrıları yapmazdın.

Seçimler meşru değildir.

Sadece bu seçimler değil, mesela 2015 Kasım seçimleri de meşru değildir. Mesela 2017 referandumu da meşru değildir. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” söylemi bir itiraftır. Mesela 2018 seçimleri de meşru değildir. Ve bu seçimler de meşru değildir.

Bu seçimlerde halk suçlu değildir. Oy atanlar, Kılıçdaroğlu’nu seçmiştir ve bırakın 418 milyar doları getirmeyi, siz halkın oylarına sahip çıkma iradesini bile göstermediniz. Tüm hilelere rağmen ilk seçimin sonuçlarına göre %53 ile Kılıçdaroğlu kazanmıştır ama bu sonuçlar bile açıklanmamıştır.

MİLLİYETÇİLİK, ETKİN DEĞİLDİR, YARATILMAK İSTENENDİR

Seçimin ikinci turuna girerken, Oğan’ın ve MHP’nin aldığı söylenen oylar üzerinden, seçim çalışmaları milliyetçilik üzerine daha fazla kurulmaya başlanmıştır.

Oysa CHP, İYİ Parti ve diğerleri, seçimlerde MHP oylarının %4 olduğunu, Oğan’ın oylarının %1,5 olduğunu biliyorlardı. Ümit Özdağ bir milliyetçi olarak CHP ile, Oğan ise bir milliyetçi olarak Erdoğan ile hareket etmiştir. Her iki taraftan da milliyetçilik öne çıkartılmıştır.

Bu durum bize, HDP’nin birleşik ittifak adayı çıkartmamasının ne denli büyük bir hata olduğunu göstermektedir. HDP adayı, her durumda %15-20 bandında bir oy almakla kalmayacaktı, aynı zamanda halka gerçekleri, halkın gerçek gündemini dile getirecekti. Bu durum, ikinci tur için, daha solda bir gerçek gündemin yolunu açacaktı. Taktikten söz ediyorsanız, taktik budur. Yoksa kendi gücümüzü, solun gücünü CHP kuyruğuna takmak taktik değildir, yanılgıdır.

Bugün, seçimler bitmiştir.

Seçimleri ve iktidarı, Saray’ı gayrimeşru ilan eden yoktur. Oysa gayrimeşrudur.

Ve bugün, bize milliyetçiliğin halkın eğilimi olduğu söylenmektedir. Dikkat edilmelidir. Bu doğru değildir. Egemen, efendiler, savaş politikaları için, her türden bir milliyetçilik kotarmak, bunun etkin bir biçimde halkın içinde yer tuttuğuna halkı inandırmak istiyorlar.

Eğer Kılıçdaroğlu, Erdoğan karşısında bir rakip idi ise, ona benzeyerek, daha İslamcı, daha neoliberal, daha milliyetçi, daha savaş yanlısı vb. politikalar dile getirip, rakibine benzeyerek kazanacağını düşünmüş olmalıdır. Bu mümkün değildir.

Ama bize göre, Kılıçdaroğlu’nun amacı kazanmak değildi. Zaten kazanmak konusunda isteksiz olduğu da açık olmalıdır. Onun misyonu, halkın devletten uzaklaşmasını önlemek, Saray Rejimi’nin çürümüş sistemini restore edecek adımlara zemin hazırlamak idi.

ŞİMDİ SIRA BİZDEDİR

ŞİMDİ SIRA SOKAKTADIR

ŞİMDİ SIRA DİRENİŞTEDİR

Birçok kere, sürece müdahale ettik. Bu konudaki metinlerimiz ortadadır. “Gerçekten, sahiden kazanmak istiyorsanız yapılacak olan nedir” üzerinde açıkça durduk.

Seçimlerin ikinci turundan hemen önce, kazanmak istiyorsanız, seçimlerde sandık hilelerini önlemek istiyorsanız, seçim biter bitmez, “ben Kemal, geliyorum, Saray’a yürüyoruz” diyerek, ülkenin her ilinden Saray’a bir yürüyüş başlatırsınız, dedik.

Saray Rejimi seçimle gelmemiştir.

Saray Rejimi bir Erdoğan mamulü değildir.

Saray Rejimi’nin mimarları ABD, NATO ve Batı’dır. Seçimlerle gelmemişlerdir.

Öyle ise seçimlerle gideceklerini düşünmek hatalıdır.

Ancak ABD, “seçimleri yapacaksın” derse yaparlar, ancak ABD “seçimlerle gideceksin senin biletini kestim” derse buna uyarlar. ABD, bunu ancak savaş politikalarında radikal bir değişim gündeme gelirse yapabilir.

Şimdi sıra bizdedir.

İşçi sınıfı, kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Devrim, bir köstebek gibi yerin altında yoluna devam eder.

Şimdi sıra işçi sınıfındadır.

Artık, halkı suçlamak kolaylığına izin verilmemelidir. Sandıktan çıkanlar halkın iradesi değildir.

Yapılması gereken, devrimci sosyalist bir çizginin örgütlenmesidir.

Şimdi yalanlara, talanlara, yağmaya, ranta ve savaş politikalarına karşı direnişi geliştirme, daha örgütlü hâle getirme, daha da yayma zamanıdır.

Elbette bunun zorluklarını biliyoruz.

Biz hayal satmıyoruz. Kimseye, kolay bir yolun yolcusu olmayı önermiyoruz. Ellerimizle, tırnaklarımızla, kendi kaderimizi yazmayı öneriyoruz. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi kaderlerini ellerine almalıdırlar. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır.

Bunalım daha da ağırlaşacaktır. Savaş daha da yoğunlaşacaktır. Görünen budur.

Bu koşullarda sınıf savaşımı daha da sertleşecektir.

İşçi sınıfı, birleşik emek cephesini örgütlemek, burada birleşmek zorundadır.

Sıra, direniştedir.

Sıra, sokaktadır.

Şimdi sıra bizdedir.

Derinleşen kriz ve işçi sınıfının durumu

Seçimin ikinci tura kaldığı, birinci turda, aslında çok da önemi olmayan parlamentonun tam anlamı ile birden fazla AK Parti’nin varlığına işaret ettiği bugünlerde, artık, ekonomik kriz ve toplumsal bunalım üzerine kimse durmuyor.

Seçimin henüz ikinci turu gerçekleşmeden bu yazı kaleme alınıyor.

Ama birinci turda da gördük ki, halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin gündemi, sorunları, yani ülkenin gerçek sorunları, asla ve asla hiçbir aday tarafından gündeme getirilmedi ve getirilmiyor. Sanki seçim, farklı bir “uzay-zaman”da gerçekleşiyor.

Mesela ülkede açlık yok.

Mesela ülkede işsizlik yok.

Mesela ülkede faturalar el yakmıyor.

Mesela ülkemizde intiharlar yok.

Mesela kiralar uçuşta değil.

Mesela konut sorunu diye bir sorun hiç yok.

Mesela cebimizdeki para her gün erimiyor.

Mesela markette, pazarda, bakkalda gördüğümüz fiyatlar bizi ruh hastası yapmıyor.

Mesela hastane kuyrukları yok.

Mesela bir film çektirmek için 6 ay sonraya zaman verilmiyor.

Mesela ülkemizde ilaç sorunu yok.

Mesela ülkenin tarımı yok edilmemiş.

Mesela ülkemizde eğitim sorunu yok. Bir yandan yılda 200-300 bin TL vererek okuyanlar varken, diğer yandan okulda yemek ücreti olan 10 TL’yi çıkartamayanlar yok.

Mesela ulaşım ücretleri çok düşük.

Mesela vergiler el yakmıyor.

Mesela kürkün, mücevherin vergisi %1 ve gıdanınki %8 veya 18 değil.

Saray Rejimi, sadece Erdoğan değil, tüm devlet, insanları dilenci konumuna düşürdü ve Kılıçdaroğlu, “sosyal yardım” vadediyor. Yani, Kılıçdaroğlu, rakibi diye ilan ettiği Erdoğan’a benzemeye çalışıyor.

Hangisi daha İslamcı, hangisi daha milliyetçi yarışı en öndedir.

Ülkenin gerçek sorunlarından uzak durma politikası, ABD-AB eli ile, yani efendiler eli ile ajanslar-pazar araştırma şirketleri ve “siyaset bilimci” unvanlı varlıklar tarafından empoze ediliyor. Böylece tüm adaylar birbirine benziyor.

Hepsi yalan konuşuyor.

Hepsi karnından konuşuyor. Sanki, ağızları yok, sanki diyecek cümleleri kalmamış gibi.

Her biri aynı partinin, tek bir devlet partisinin elemanları gibi konuşuyor.

Her birinin kibri, yüzüne, davranışlarına, üstten attıkları nutuklarla yansıyor.

Tüm bu sahne sahtedir ve hepsi sahtekârdır.

Tüm sahne yalandır ve hepsi yalancıdır.

Hiçbiri inandığı tek bir şeyi dahi söylemiyor.

Efendileri, yani onların ABD ve AB tarafından atanmış sorumluları, uluslararası sermayenin temsilcileri, onlara tiyatroyu aratır bu oyun için repliklerini ezberletmişler.

Bu bir tiyatrodan da beterdir, bir müsameredir.

Ne rol yapacak yetenekleri kalmış, ne bunu sürdürecek güçleri.

Yalandan, korkudan, karanlıktan besleniyorlar.

Savaş müptelasıdırlar ve hepsi savaştan besleniyor.

Şimdi, Oğan için çalanlar, MHP’nin %4 olan oyunu çalarak %11 yapanlar, hep birlikte “yeni milliyetçilik” dalgası yaratmak istiyorlar. Solu CHP’nin kuyruğuna takmak yetmedi. Bunu büyük oranda başardılar ama memnun değiller. Zira savaş planları için, solun da milliyetçi dalganın içine girmesi gereklidir.

Oysa, tüm bu toz bulutlarının, tüm bu yalan ve karanlığın içinde, yaşamın bir gerçekliği var. İşsizlik, açlık, yoksulluk, yokluk, şiddet, cinayetler vb.

Tablo şöyle konulabilir mi?

Nüfusu 5 dilme bölelim.

İlk dilimde yüzde 5 var. Bunlar, her yolla paralarına para katıyorlar. Devlet olanakları, yağma, rant, enflasyon yolu ile gelir aktarımı, kredilerin en kaymaklısı, devlet teşviklerinin en iyisi bunlara gidiyor. Bu yüzde beş, elbette Erdoğan’ın Saray çevresini de içeriyor. Yerleşik burjuvaları, zenginleri, paşababalarını içerdiğinden daha fazla, Saray çevresini kapsıyor. Saray çevresinde, uyuşturucu baronları, tarihî eser kaçakçıları, kadın ticareti yapanlar, organ kaçakçıları, petrol yağmacıları, rantçılar, tarikatlar, inşaatçılar, enerji sektörünün gözdeleri, silah sanayii, madenciler vb. hep birliktedirler. Bunlara yerleşik burjuvalarımız, bankalar, Koçlar, Sabancılar vb. de eklidir.

İşte bu yüzde 5, Erdoğan ailesi de dâhil, tüm Saray Rejimi boyunca, vurgunlarına vurgun kattılar. Halkı soyup soğana çevirdiler. Bunlar, çalışan milyonların kanını emenlerdir.

İkinci dilimi, nüfusun %10’u oluşturmaktadır. Bunlar, ister yüksek maaşla çalışanlar, ister devlet içinde yüksek mevkilerde olanlar, ister “ballı işlerden” pay alanlar olarak ele alınsın, artık, gelirlerini, yaşam standartlarını kaybetmektedirler. Boğazları, egemenlere, ilk dilimdeki yüzde 5’e bağlıdır ve bu nedenle onlara açıktan karşı çıkamazlar. Ama artık, bunlar kaybedenlerdir.

Üçüncü dilimde %15 var. Bunlar belli bir gelir grubunda olup, işlerin iyi gittiği zamanlarda kendilerini Koç misali düzenin sahibi sanan küçük burjuvalardır. Kendilerine KOBİ denilince sevinen, güzel adları seven, dolar, euro kur tahminlerini yapmayı marifet sanan, borsayı izleyen ve kendini maç seyreden her seyirci gibi uzman sanan kişilerdir. Artık kaybetmektedirler. İkinci gruptakilerin kaybettikleri gibi, gelirlerinin bir bölümünü ilk yüzde beşe vermektedirler. Elbette isteyerek değil. Bu üçüncü grubun sesi çıkar. Korkaktır ama sesi çıkar. “En muhalif” olanlar bunlardır ve her şeyin “en” olanına özenirler; en uzman, en bilen, en kuyrukçu, en korkak, en sağlıklı, en hasta, en iyi yaşayan, en bedbaht vb.

Kalan yüzde 70 işçiler, emekçiler, emekliler, yoksullar, işsizler, yoksul köylüler vb.dir. Yani halkın büyük çoğunluğu. İçlerinde doktor da var, 10 yıl önce orta hâlli bir yaşam sürerken, şimdi asgarî ücretliden biraz daha üstte olanlar. Aralarında mühendisler var, hani “beni ne mühendisler istedi” cümlesinde eskiden bir yer ve mevki sahibi olup da işçi olmaktan utananlar. İşçiler var, hep işçi olanlar. İşsizler var.

Bu yüzde 70’in bir bölümü, mesela nüfusun %40’ı, egemenlerin, zenginlerin, yüzde beşi oluşturan parababalarının, hâlâ bir akbaba gibi vurup da et koparabileceği bir yerleri olanlardır. Onlar da kaybetmektedir.

Bir de son dilim var, yüzde 30. Onlar artık fakirleşmiyor. Çünkü artık kaybedecekleri hiçbir şey kalmamıştır, koparılacak bir dirhem etleri kalmamıştır, salt kemiktirler, iskelet gibidirler. Hepsi işsiz değildir ama bir bölümü işsizdir.

İşte ekonomik krizden, toplumsal gerçeklerden söz ettiğimizde, bu nüfus gruplarını da ayrı ayrı ele almak gereklidir.

Bizim yüzde yetmiş dediğimiz kesimin, bu seçimlerde hiçbir talebi doğrudan dile getirilmemiştir. Onlara, Kılıçdaroğlu, “hiçbir çocuk aç yatmayacak” dedi. Peki ama neden açlar, neden aç uyur çocuklar? Bir “adalet bekçisi” olarak bu konulara değinmemeyi, efendilerinin söylediklerine harfiyen uymayı başardı.

Kılıçdaroğlu, bunun yerine, “Atatürk Havalimanı’nı şu şirkete vereceğim, şöyle bir uzay projem var” dedi. Anlaşılan, Kılıçdaroğlu’nun akıl hocaları ile, eski Bakan Berat’ın akıl hocaları aynı şirkette çalışıyor. Bakan Albayrak, şaşaalı günlerinde, aya dört gidiş dört geliş yol yapmaktan söz ediyordu. Bir kere daha Kılıçdaroğlu, rakibine benzedi. Din konusunda da onu taklit etti, milliyetçilikte de, neoliberal ekonomi politikalarda da. Rakibine benzeyerek seçim kazanma taktiği, herhâlde, bizim gibi sömürge ülkelerde, iki çatışan efendinin uzlaşması ile hayat bulabilir. ABD-Almanya uzlaşması bu olsa gerek.

Bugün ülkede işleyen ekonomi, yüzde beşin kazanması için, kalan kesimlerden kaynak transferine dayanmaktadır.

Duruma ilişkin bazı görüntüler, seçim gündemi arasında karışmış gibidir.

Ülkede bankalar, artık kredi vermemektedir. Bu kredi vermeme nedeni, uygulanan faiz politikaları ile oluşmuyor. Evet onunla oluşuyor ama yeterli değil. Bir yandan resmî faiz yüzde 8,5’tir ve öte yandan MB, bankalara yüzde 25 faiz ödemektedir. Bankalar, mesela ihtiyaç kredilerine yüzde 40 faiz almaktadır. %40 faiz ile ihtiyaç kredisi alan kişi, zor durumda olmalıdır.

Bu arada, parababaları, devlet bankalarından çok ama çok ucuza kredi alabilmektedir.

Kredi alınınca, insanlar aldıkları paraları dövize çevirmek istemektedir. Zira TL artık bir değeri olmayan paradır. 8.500 TL maaş alan bir kişi, 42 adet 200’lük banknot ve 1 adet 100’lük banknot alıyor eline. Ama bu parayı dolara çevirdiğinde, 4 adet 100’lük dolar banknotunu eline alıyor. Ve ayın sonuna doğru, hiç değilse kendini garantiye almak istiyor.

Seçim sonrasında doların 25-30 aralığında olacağı söylentileri oldukça yaygındır.

Ama dahası var.

Banka şubeleri, halkın döviz çekme taleplerini, değil kredi taleplerini, karşılayamıyor. Parası olanlar, 100 dolar alabilmek için, bankaya başvuruyor ve bir gün sonrasına parasını alabiliyor. O da şanslı ise. Şanslı olmama ihtimali oldukça yüksek. Her şubeye, talep edilen dövizin ancak üçte biri gönderiliyor.

Sadece Saray, döviz kurunu baskılamıyor. Aynı zamanda, bankalar, ellerinde olmayan döviz nedeni ile, isteyenlere paralarını veremiyor. Bu durum, ikinci, üçüncü ve dördüncü dilimdekileri ilgilendiren bir sorundur. Yoksa en alttakilerin böylesi bir konusu yoktur, üstteki yüzde beşlik kesimin de. Hepsi evlerinde kasalarında paralarını tutmakta, yurtdışı hesaplarına kaydırmakta, bitcoin gibi araçlar kullanmaktadır.

Dövizin bu kontrolü, Tahtakale ile ya da Kapalıçarşı ile bankalar arasında iki farklı döviz kuru oluşmasına neden olmaktadır. Bankalar, alış ve satış fiyatlarını son derece fazla açmaktadır. Bunlara siz, MB’nin elinde döviz olmaması gerçeğini de ekleyin.

Faiz ile beslenen rantiyeler için, bundan daha güzel günler olamaz.

Çeklerini %40 ile kırdıranlar, küçük işletmelerini ayakta tutmak için, tüm kârını bankalara veya tefecilere vermektedirler.

Tüketici kredileri tavan yapmış durumdadır. 427 milyar TL konut kredisi, 78 milyar TL taşıt kredisi ve 852 milyar TL ihtiyaç kredisi ile, toplam tüketici kredileri 1,35 trilyon TL olmuştur. Ve ihtiyaç kredilerinin faiz oranı, yüzde 40 civarındadır.

Üstelik bu krediler, insanlar parayı alıp dövize yatırır korkusu ile sınırlandırılmış, durdurulmuş durumdadır.

Bireysel kredi kartı borcu, 670 milyar TL’yi aşmıştır. Şirketlerin aldığını varsaydığımız taksitli kredi toplamı ise 1 trilyon TL’dir.

Yani, herkes borçludur ve herkes faiz ödemektedir. Bu faiz gelirlerini cebe indirenler, ilk %5’lik kesimdir.

MB, ne yapacağını günlük davranışlarla, saatlik tutumlarla ortaya koymaktadır. Kredi kartlarından nakit çekilmesine önce sınırlama getirdiler ve ardından, iki gün sonra bu kısıtlamayı kaldırdılar.

Bu tutumlar “iş bilmemek”, “liyakatsiz kadrolar” şeklinde açıklanamaz. Burada olan, en zenginlere her yolla, vergilerle, devlet olanakları ile, kredilerle, faiz oranları ile, enflasyonla vb. kaynak aktarılmasıdır.

Halkın yaşamı ise her geçen gün daha da kötüye gitmektedir.

İşçi sınıfı, hem yok pahasına çalışmakta hem daha uzun süre çalışmaya mahkûm edilmekte hem de işsizlik ve borç girdabında kıvranmaktadır.

İşçi sendikası diye ortada dolanan sendikaların çoğu, maalesef çok çok çoğu, lüks sendika binalarında, döviz kuru, borsa, altın vb. takip etmekte olan sendika mafyası tarafından yönetilmektedir. Kendilerine bağlı muhbirleri, “adam”ları vardır ve bunlar işçi sınıfının kanını bir sülük gibi emmektedir.

İşçi sınıfının hem ekonomik hem de siyasal örgütlülüğü zayıftır.

Ve bu koşullarda, milyonlarca işçinin iş cinayetleri ile günlük hayatları tehdit edilmektedir. Açlık, yoksulluk, borç, ölüm ortalıkta kol gezmektedir.

Yaşanan toplumsal bunalım, yaşamın her alanında kendini göstermektedir. İntiharlar artmakta, hastalıklar yaygınlaşmaktadır. İnsanlar “hastalıklı”, bunalımlı bir hâl almaktadır. Sistemin yaşadığı bunalım, tüm toplumu, en yaşlısından en gencine, sarmış durumdadır. “Böyle yaşanır mı”, “buna yaşam denilebilir mi” soruları, kafaların içinde dolaşmaktadır.

İnsanlar, en yakın çevrelerine güvenmez hâldedir ve herkes, nereden ne kadar para bulursa kapmak için fırsat kollar durumdadır.

İşte bu derin bunalım, aynı zamanda sınıf çatışmasını, sınıflar arasındaki savaşımı da öne çıkartmaktadır.

Egemen, bu sınıf savaşımının üstünü örtmek için, savaş politikaları için milliyetçiliği, dini öne çıkartmaktadır. Tüm seçim süreci, bu nedenle sahte gündemler üzerinden yürütülmektedir.

İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, Gezi’den başlayarak geliştirdikleri, sürdürdükleri direniş hattı ile, bu sürece karşı koymaktadır. Bu nedenle, direnenler, mücadele edenler, ancak onlar, sağlıklı ve insan olarak kalabilmektedirler.

Bugün, işçi sınıfının mücadelesi için, siyasal mücadele, siyasal örgütlenme, her türlü sendikal ve ekonomik-demokratik örgütlenmenin önüne geçmektedir. Bu nedenle işçiler, her direnişte, her grevde, sınıf dayanışmasının önemini tekrar tekrar idrak etmekte ve içgüdüsel olarak “genel grev, genel direniş” hattına yanaşmaktadırlar.

Seçimin sonucu ne olursa olsun, bu ekonomik ve toplumsal durum tümden değişmeyecektir. Ekonomik kriz daha da ağırlaşacaktır. Ülkemizin sömürge bir ülke olduğu gerçeği daha net ortaya çıkacak, devletin savaş politikaları ve emperyalist efendileri için tetikçilik görevi daha da gelişecektir.

Ne işsizlik, ne açlık, ne iş cinayetleri, ne yağma politikaları son bulmayacaktır. Ne kadın cinayetleri bitecek, ne gençlerin sorunları çözülecektir. Çözülmesi bir yana, bir dirhem bile hafiflemeyecektir. Bu nedenle TC devletinin savaş, yağma ve rant ekonomisi olduğu gibi devam edecektir. Ne konut sorunu çözülecek, ne sağlık sorunu çözülecek, ne eğitim sorunu çözülecek, ne tarım sorunu çözülecektir. Tüm bunlar uluslararası tekellerin, onların ortakları yerli sermayenin çıkarlarına uygun olarak ele alınacak, öyle “çözüm”ler öne çıkarılacaktır. Dahası, fakirlik, açlık, yoksulluk daha da artacaktır.

Kapitalizmin doğası budur. Kendi yarattığı krizin faturasını işçi ve emekçilere, halka yükleyerek yeni kâr alanları yaratır.

Kapitalist sistem içinde burada bir çözüm yoktur.

İşçi sınıfının siyasal örgütlenmesi, yani devrim hedefi ile örgütlenmesi, kendini tüm burjuva partilerden ayırarak bağımsız bir devrimci güç olarak örgütlemesi, bugünün ana sorunudur.

Bir yandan kitlesel direnişlerle yaşamın gerçeğine yakınlaşmak, yalan ve karanlığı parçalamak mümkündür, bir yandan da ancak bu yolla örgütlenmek olanaklıdır.

Baskılara, tehditlere boyun eğmeyeceğiz! Direnişi, mücadeleyi büyüteceğiz!

Yaşadığımız topraklarda burjuvazi ve onun devleti, ortaya çıkış ve kuruluş sürecinden bu yana tarihini hep imha, inkâr, asimilasyon, yalan, katliam, cinayet ve kanla yazmıştır. Neredeyse takvimin her gününe bunlardan birini-ikisini sığdırmıştır.

Bu, yalnızca Anadolu topraklarında değil tüm dünyada aynıdır.

Ve tüm dünyada olduğu gibi yaşadığımız topraklarda da bu ilişki biçimine “hayır” diyen, bu ilişki biçimini reddedenler, “bu sömürü düzenini değiştirmek gerek, örgütlenelim, yeni bir dünya kuralım” diyenler çıkar… Devrimciler!

Tüm dünyada, emek ve sermaye sınıfları arasındaki ilişkide burjuva sınıfı, devleti ve kolluk güçleriyle, sömürüsünün devamı için bu düzene karşı mücadele eden devrimcileri, işçileri, halkları, öğrencileri, kadınları velhasıl muhalefet eden herkesi daha fazla baskıyla, şiddetle korkutmaya, sindirmeye çalışıyor. Kendi korkularını bize bulaştırmak istiyorlar. Nafile bir çabadır!

Taciz, tecavüz, işçi cinayetleri, kadın cinayetleri, doğanın yağmalanması, savaş, işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik dışında bu topluma, insanlığa vaat edeceği hiçbir şeyi kalmamış kapitalist düzenin sahipleri ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini kurtaramayacaklar.

Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi, Kaldıraç dergisi okuru ortağımız Oğuzhan Kul, sivil polislerce baskı ve tehditlerle karşılaşmaktadır.

20 Mayıs Cumartesi günü saat 15.30 sularında Beşiktaş Barbaros Bulvarı’nda 2 sivil polis tarafından “rutin GBT kontrolü” denilerek önü kesilen dergi okuru ortağımız tehdit edilmiş, ajanlaştırma saldırısına maruz bırakılmıştır.

Ortağımız, bir yandan “Maddi olarak zor durumdasın, sana yardımcı olabiliriz”, “Evini özel harekâtla da basabilirdik, güzelce konuşmak istedik”, “Toplumsal olaylara karışmışsın, ailene haber vereceğiz” gibi bilindik cümlelerle korkutulmaya çalışılırken, diğer taraftan “Biz seni zaten takip ediyoruz, o pankart asılırken sen de Beşiktaş’taydın, astığını kabul et”, “Seninle tekrar görüşmek istiyoruz, bize sinyal ver biz alırız” denilerek muhbirlik dayatılmıştır.

18 Mayıs’ta İstanbul’un 10 bölgesine asılan “Mahir, İbo, Deniz yolunuzdayız” pankartı gerekçe gösterilerek “Bundan sonra bu kadar rahat hareket edemeyeceksiniz. … İçinizde terör örgütleriyle irtibatı olanlar var.” denilerek dergimiz kriminalize edilmek istenmiştir.

Bu saldırıdan dört gün sonra, 24 Mayıs Çarşamba günü saat 15.00 sularında evinin önünde 2 farklı şahıs tarafından izlenmiş ardından önceki 2 şahıs tarafından ara sokakta yolu kesilmeye çalışılmıştır. “Tekrar görüşmek istediğimizi söylemiştik” denilerek yolu kesilen ortağımız görüşmek istemediğini belirterek avukatını aramaya yeltendiğinde polisler hızlıca uzaklaşmıştır.

Biliyoruz; bu tehdit ve saldırılar ne ilktir ne de son. Biz bu saldırılardan korkmuyoruz. Biz, 97’de ajanlık dayatmasını kabul etmediği için fakültesinde öldürülen Ali Serkan Eroğlu’nun, Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledilen Burhanettin Akdoğdu’nun yoldaşlarıyız. Biz bu saldırılardan korkmuyoruz çünkü bu saldırıların devletin kendi korkusunun yansıması olduğunu görüyoruz.

Baskılarınız, işkenceleriniz, ajanlık dayatmalarınız bizi yıldıramayacak. Bu abluka dağıtılacak. İşçi sınıfı kazanacak.

Okurumuz, ortağımız Oğuzhan Kul’un başına gelecek her şeyden İstanbul Emniyeti, valilik ve bu devleti yönetenler sorumludur.

Okurumuza yönelik baskı ve tehditlerinize son verin!

 KALDIRAÇ

30 Mayıs 2023

Güzel günler, ona yürümezsen sana gelmez

Gelecek güzel günler, gelecek!

Gezi’nin 10. yılında, biz Geziciler söylüyoruz.

Savunduğumuz özgürlüğü, onurlu yaşamı mutlaka ellerimizle kuracağız.

Biz Geziciler söylüyoruz: Sandıktan çıkan hiçbir sonuç, bu topraklarda özgürlük isteyen insanların direnişine engel olamadı, olamaz.

Aylardır biz milyonları kaygılar arasında kutuplaştırdılar. Bizleri yüzdelik seçmen havuzlarının içinde tanımladılar. Egemenler havuz başlarında durdular. Hadi atlayın da sizi bir sayalım kaç kişisiniz, dediler. Ve bizim adımıza karar verdiler; dediler ki, ya şeriatçı olacaksınız ya laik ya milliyetçi ama mutlaka NATO’cu. Seçimlerin ilk turundan sonra adaylar aracılığıyla milyonları “en milliyetçi kim” yarışına sokmaya kalkıştılar.

Halkların kardeşliği konuşulmadı, milliyetçilik konuşuldu. Savaşsız, sömürüsüz bir dünya konuşulmadı; devlet konuşuldu, hudut konuşuldu, beka konuşuldu ve adayların tamamı savaş makinası NATO’ya bağlılığını kanıtladı. Göçmenlerin ülkelerini tarumar eden savaş politikasına onay verenler, “göçmenleri ülkeden göndereceğiz” naraları attılar. Ve şimdi savaştan hiçbir çıkarı olmayan milyonları ırkçı hezeyanlarla bu kampanyaya dâhil etmeye çalışıyorlar.

Şimdi yeniden bir seçim yapma zamanı. Yönetenlerin önümüze koyduğu seçenekleri konuşmayı bırakıp kendi istediğimiz geleceğe odaklanacağız.

İşsizlik gerçekten sona erebilir; patronların kâr hırsına karşı emeğimizi savunarak olabilir bu!

Bölgemizde savaş gerçekten sona erebilir: NATO’ya ve savaş politikalarına karşı çıkarak olabilir bu!

Halkların kardeşliği hüküm sürebilir: Milliyetçi hezeyanların karşısında halkların özgürlük talebine sahip çıkarak olabilir bu!

Kadınlar, öğrenciler direnişi büyüterek, birbirimizin mücadelelerinden öğrenerek kazanabiliriz!

Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

Hep yeni başlangıçlarımız olacak. Ama Gezi’deki özgürlük havasını soluduğumuz muhteşem başlangıcın üzerinden 10 yıl geçti.

Onurla, özgürlük arzusuyla isyana kalkışımızın 10. yılı.

Yıllar içinde topluma öğretilmiş özgüvensizliği, umutsuzluğu, korku duvarını parçalamamızın 10. yılı…

Bu 10 yılda direniş hiç bitmedi. İşçilerin, kadınların, öğrencilerin direnişleri ısrarla sürdü. En zor koşullarda bile. Artık bu 10 yıldan daha somut dersler çıkarmamız gereken bir noktadayız. Gezi günlerinde nasıl ki gündemi biz belirliyorduk; bizim taleplerimiz konuşuluyordu. Forumlarda bir araya geliyorduk. Beraber nasıl hareket edeceğimize dair kararlar veriyorduk.

Kimseden izin beklemedik. Kimseden bizi kurtarmasını da beklemedik. Biz bunu yaptığımızda güçlendik. Bugün de kendi gündemlerimizi ortaya koymanın ve daha örgütlü olarak direnişi büyütmenin zamanı.

Birbirimizi anlıyor, tanımaya başlıyor ve böyle güç oluyorduk.

Bugün hâlâ egemenlerin almaya çalıştığı, Gezi’nin intikamıdır. Korktukları Gezi’dir. Yönetenler iktidarıyla, muhalefetiyle, birbirlerinden korkmazlar. Onlar aynı düzlemde, aynı kurallarla oyunu oynuyorlar. Bazen kavga edip bazen uzlaşıyorlar. Korktukları, bize çizdikleri sınırları aşmamızdır; bizi koydukları seçmen havuzlarının, yüzdeliklerin dışına çıkmamızdır. “Seçmen değiliz, toplumun %99’uyuz, üretenleriz!” dememizdir. Özgürlüğü, kardeşçe yaşamayı Gezi’deki gibi kendi cümlelerimizle, kendi istediğimiz şekilde yaşamayı örgütlememizdir.

Korktukları budur. Bizim de tam olarak yapmamız gereken budur!

Biz Geziciler, kendi gücümüze güveniyoruz.

Biz Geziciler, bu topraklardaki özgürlük istemine güveniyoruz.

Birbirimize güveniyoruz biz. İşçilerin grevlerine, kadınların direnişine, halkların ortak mücadelesine, öğrencilerin direngen ruhuna!

Saray Rejimi direnişle gidecek!

Depremde kaybettiklerimizin hesabı, işçi cinayetlerinde kaybettiklerimizin hesabı, öldürülen kadınların, istismar edilen çocukların hesabı, açlığın, yokluğun hesabı direnişle sorulacak.

Direnişi büyütmeye çağırıyoruz seni, ait olduğun yere! Fikrinin, emeğinin, isteklerinin değerli olduğu yere, Gezicilerin yanına! Mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Stealing the election or “the will for not being able to win” – Deniz Adalı

This article published on May 19, just after the first round of the election

The May 14 elections provide very important information about the Turkish state, the Palace Regime. Of course for those who want to see. The eye that does not want to see is the blindest eye.

First of all, if a play were to be written about how to “lose” an election that has been “won”, this election could be staged as a tragicomic play. This has been done. At one extreme the bad guy is a thief, at the other extreme the “good” guy is a reluctant one. The one who does not want to win the election cannot win the election. Just like a civil servant, he can wait for his masters to elect him, just as they elected Erdoğan. CHP cadres who have been through NATO training cannot be expected to behave otherwise.

It is known that we called the July 15 coup a “theater”.

The elections of 2015, 2017, 2018 and now May 14, 2023 are worse than theater; they resemble plays staged by elementary school children.

The 2015 elections were rigged. The AK Party and Erdoğan had already lost the elections in June. But it didn’t happen that way. The CHP came to the rescue of the Palace with Deniz Baykal. [1]

The 2017 referendum was rigged. The referendum rejected the “new system”. There was no popular approval. In any case, a referendum under a state of emergency is not legitimate.

The 2018 elections were rigged. Ince, who is notorious due to various rumors about him, won these elections. But he declared that “the man won”. [2]

The May 14, 2023 elections were rigged.

All the decisions and governments formed by these elections are illegitimate, not legitimate.

And all parties, including the CHP, have recognized all of these elections and referendums as legitimate. Each time they told us, “it already happened”, “what can we do” and waited patiently for the next one.

You cannot win an election with cautions to stay indoors. [3]

Under the conditions of the Palace Regime, this is by no means possible.

1

We have been saying it all along and we will say it more and more. Turkey is a colony. What it means to be a colonial country is clear and unambiguous in the literature in all various tendencies. There is no qualitative difference of the colony with the “banana republic,” which our so-called intelligentsia team despises. Turkey is a colonial country. The fact that it is an “important” country does not contradict its colonial status.

The definition of semi-colony is only valid for a certain period of time. The Ottoman Empire became a semi-colony in the 1800s. The Turkish state was organized from the very beginning as a colonial country. If a country is a semi-colony, it cannot remain in that status forever. That is against the course of life. The Turkish state was born as a barrier, an outpost against the October Revolution. It is one of the prisons of the peoples and bases of anti-communism, organized against the USSR by the common will of the imperialist front. With NATO, this situation has become completely clear.

The imperialist camp, which was defeated against the Red Army (in the Second World War), has treated the Turkish state as a joint colony in the new world order which was created through NATO. The Turkish state is politically (i.e. with its military, army, police, judiciary, bureaucracy, etc.) tied to the US and economically tied to the EU. It has always been as such until the dissolution of the USSR. A colonial country, but a “joint colony”. Since the dissolution of the USSR, there has been a war of partition over whether the Turkish state will be a colony of the US or the EU. This war still has not been decided. The fight between the US, which holds the political direction, and the EU, which holds the economic direction, i.e. the fight between the masters, is reflected in every aspect of the mechanisms of sovereignty. This is why there is not one AK Party, but at least 5 different AK Parties, in which the US, Germany, France, the UK and Israel are active. The same is true for the CHP. It is possible to see this in every institution of the system. Cults, gangs, etc. can be considered together with this.

The reason why the AK Party lost the Istanbul elections was the open conflict that existed between the US and the EU at the time. Because of this conflict, the US rigging was limited. Today, the EU has bowed to the US with the Ukraine war. Therefore, the conflict is now more subtle and “negotiations” are emerging as a form of this conflict.

This is something to keep in mind when talking about the elections.

2

The May 14 elections were rigged.

No one should have any doubt about this. Every person has gained an opinion from their circle that Kılıçdaroğlu won and this cannot be covered up by any deception, by any lie, by any theft. The election was stolen, the election was allowed to be stolen.

We may not have a deep enough knowledge of the thief’s mechanisms and ways of stealing the election. But we know that the thief is a master at it. The Palace Regime does not run the state with “meritless” cadres, contrary to what has been said; it is ruled by master thieves who are adept at stealing, master thieves who pull rabbits out of hats. Indeed, if power is based on the economy of looting, profit and war, the cadres worthy of it will also have merit in this regard.

The Palace Regime is a master of theft.

The objections of the so-called intelligentsia, such as “well, but how do they steal?” is a case of “a person’s finding an excuse to believe in something”. It is also impossible to understand why those who have such faith in the Turkish state, in “democracy” and the electoral system are calling Erdoğan and the Palace Regime “thieves”. 

From Peker, Muhammed Yakut and Ali Yeşildağ’s statements [4] we hear astonishing stories of theft and cheating. It is not possible to understand the thefts by pondering them. The man is a thief and that is his job.

How can a man who is a thief in every field, in every issue, not be a thief in this issue?

One of those who published confessions from the state and palace circles, Ali Yeşildağ, says: Erdoğan is such a thief that he steals and then makes you applaud him. He did it in 2015, he did it in 2017, he did it in 2018 and he is doing it on May 14.

This network of theft is managed and operated by NATO. In other words, Erdoğan’s downfall through the ballot box can only happen if and only if NATO decides so. NATO, which supports and ignites war policies all over the world, is also mortifying the parliamentarism. Even in the most “democratic countries”, the star of parliamentarism has faded and is fading.

The Palace Regime is bloody-handed, murderous, thieving, war arsonist, war addict, looter, rentier. In accordance with all these, the “law of civil war” is being implemented in the country. Accepting all this and then falling for the CHP propaganda and expecting that the Palace will obey the law when it comes to elections is absurd, it is an eclipse of reason and the so-called intelligentsia of our country believe this.

Those who suffer from mental eclipse do not understand the illusion in front of their eyes. Their job is either to applaud or to fall down with sadness and grief and blame it on the people, but when realized, the success will be theirs.

Is Erdoğan really a “legal” candidate? Those who do not resist that also happen to be the ones who agree to do nothing against the theft.

It is clear that the vote cast in the ballot box and the vote that comes out of the ballot box are never, can never be the same. To be so naive about democracy needs to be a person who lost his mind.

3

NATO, the masters, have made an agreement under the weight of the United States. We do not know the details of this agreement. But this agreement is the basis for the announced results of the May 14 elections.

The elections were held as two elections in one.

The presidential part of the elections went to the second round.

But the parliamentary part of the elections is over. The parliament is dominated by the AKP. And the CHP did not object to this parliament. Moreover, the CHP candidates are the most right-wing candidates possible. This is how the parliament was intended to be. There is more than one AKP in the parliament.

The palace has once again stolen the election.

The CHP is a partner in this theft, it has remained silent, it has approved it.

Those who told the people “don’t take to the streets”, “trust us”, “stay at home” are the supporters of the Palace in creating the impression that there was a “democratic election”. NATO wanted it this way and the parties complied.

Nowhere did the CHP object to the parliamentary elections.

It gave the parliament. It is understood that this was the first step of the agreement.

But is there a clause in the agreement to give the presidency to Kılıçdaroğlu in the second round? We do not know this. But it is quite meaningful that the Palace stopped at 49.50%. It is meaningful that they did not go a little further and say that they won the election. This is because they want to create a perception of a “democratic election”. They need public approval for what they are going to do. That is the purpose of the theater. Otherwise, they would have said that they won the election with a little more fraud.

The master wants the people to believe that the elections were legitimate and all bourgeois parties, including the CHP, are supporters of the Palace in this regard. This is because the aim is to restore the worn-out institutions of the Turkish state.

However, these elections are not legitimate.

– President Erdoğan could not have been a candidate. Those who say yes to this, those who do not raise their voices are accomplices in this crime.

– The HDP was not allowed to take part in the elections and was faced a closure case. This is the clearest proof that the elections were not democratic. This situation provided good opportunities for the theft of HDP votes.

– And thirdly, the elections were rigged.

For these three reasons the elections are not legitimate and a normal “bourgeois opposition” should declare the results of these elections illegitimate. This is not a revolutionary position; on the contrary, it is an ordinary position for any bourgeois party. They don’t want to do even that.

4

With the elections, the Turkish state, the rulers have made some gains.

First of all, all left parties shifted to the right. In this way, the hopes of the masses in a state of resistance are turned towards the system and they wanted to take the possibility of rebellion away from them. Those who are disappointed today are the ones who actually believed that Kılıçdaroğlu would win and that there would be a democratic election.

Those who believed in the thief left their doors open and took no precautions.

Secondly, the Turkish state created a huge perception that a democratic election process was taking place in the country. The CHP was part of this process and the left participated in this process on the CHP’s tail. Today, those who repeat the words of the EU press, which declared that the elections were not on “equal terms”, cite as evidence the government’s use of the levers of power of the state. As if this was an unknown situation. They ignore the the desire to exclude the HDP, the illegal acceptance of Erdogan as a candidate and the rigging of the election.

With great anger, the literate team is angry with the people in the earthquake zone. But what is the vote that the people of this region cast? It is certainly not the vote that came out of the ballot box. CHP does not object to the election even in these provinces. It is a complete illusion and a fraud that the people in the earthquake zone supported the Palace, especially at this rate.

5

The CHP’s promises to the people “we have taken every precaution, trust us” were made to keep the masses away from the resistance and the streets.

It is a big lie that the signed election documents from ballot boxes will be monitored and that the election will not be rigged. The CHP must have been convinced after midnight. Where are the signed election documents from ballot boxes? Why did the flow of CHP results stop after midnight? Or did a cat get into the CHP’s system? Can this responsibility be removed with the resignation of Onursal Adıgüzel? Those within the CHP who objected to the process, especially Kaftancıoğlu, were silenced. All CHP staff know the truth.

The MHP’s votes are below 5 percent. Oğan’s votes are full of lies and the AKP’s votes are rigged.

The architects of this process are the NATOists within the CHP. Erdoğan Toprak and Oğuz Kaan Salıcı are the architects of this process. Almost every CHP member knows this. These two and their entourage are acting on the orders of NATO.

The Palace stole the election. The CHP, on the other hand, did not want to win the election and allowed it to be stolen.

In the name of using a “polite” language, they hid behind the agendas of the Palace, did not voice the realities of the country in any way, and the real agenda was covered up. The rotten Palace Regime, which is full of filth, was not criticized, and the propaganda of “spring will come, good days will come, wait, trust us” was created. Thus, the masses, including the CHP base, were kept passive and ads spectators.

Not all the ingenuity lies with the thief, a significant part lies with those who did not put the will to win the election, who yesterday created the Ekmeleddin case, the İnce case.

Those who do not see this, who vomit their anger at the people in a broken and hurt state, are not honest. Those who did not fight to win the election, those who neutralized those who did, those who locked the people in their homes, are also adept at blaming the people.

6

We said from the very beginning that HDP had to field a candidate. The entire left, the Labor and Freedom Alliance had to unite around this candidate.

Today, those who look for wisdom in Oğan, those who declare him a key force, have to weigh once again the results that would have occurred if the HDP had fielded a candidate.

Such a candidate would have carried the real agenda in the elections, the real problems of the people and the working class, women and youth. In this way, in the second round, these agendas would have become debatable again. Now, instead of a debate about how to respond to Oğan’s “nationalist” rhetoric, the debate would be about how to respond to the real agenda that the candidate of the Alliance for Labor and Freedom would articulate. The shift to the right and politics based on illusion and lies would not have been so effective.

This is not a mistake to be underestimated.

7

One of the important results of the elections is that the parliament has become the most right-wing parliament possible.

But even more important is the introduction of a new mood of nationalism.

The MHP’s votes are the result of theft. Otherwise, one would have to claim that Bahçeli’s recent statements such as “Hans, Joni, Toni, Herkel” were found “funny” by the masses and turned into votes. This is not true.

Oğan’s votes are also like this.

It is also not correct to talk about “nationalism” based on these votes. In this way, such a perception is created, as if there is a “domination of the nationalist mood” among the people. This is not true, this is what is aimed to be created.

Within the “new nationalism” that is wanted to be created as a result of the elections, there is also the nationalism of the left.

The left, which had collectively shifted to the right, is now wanted to be taken into the vortex of a nationalism with a slightly different tone. One would have to be mentally paralyzed not to realize that this is a NATO project.

TİP entered the elections with a separate list. The loss caused by this is quite heavy, both for the TİP and for the Alliance of Labor and Freedom. Those who everywhere say “boycotting the presidential elections will benefit Erdoğan” should now look at who benefits from the fact that the TİP entered the elections with a separate list.

The rulers want to revive a new nationalism in society, at every level, in every style. The path they are taking in this regard is much more important than the new composition of the parliament. The latter is more grave in terms of its consequences.

The masters, the rulers, want this new nationalism for the war policies that the world capitalist system, the imperialist centers of the West, NATO, have fomented and perpetuate. The masters, the rulers need this new nationalism to continue these war policies, to silence the social opposition, to take it off course, to tie it to the state. This is what they want to do.

The new “nationalism” is not yet a reality, it is artificial and they want to create it.

In the new period, the war addiction in our country will reach even more advanced dimensions. It is a separate issue what kind of war the masters will ignite against whom with the hand of the Turkish state. But without understanding the war policies, without seeing the “discredited” parliamentarism in the world, the election results cannot be understood correctly.

8

The working class, women, peoples, youth, must continue their line of resistance against this new wave of nationalism (which is presented as real, which they want to be create), without losing their morale, by gathering their energies.

The working class is nothing without organization.

Therefore, the issue is not a matter of elections. It is a question of the organization of the working class.

The Palace Regime will not be defeated with the ballot box, it will be defeated with resistance.

Already, according to the results of the first round of the election, the rulers have taken steps to restore the Palace Regime. The shift of the left to the right is a big problem in this respect.

This general shift to the right contradicts the desire and will of the masses to shift to the left, to connect to the line of resistance. We saw these two tendencies on May 1, 2023. Of course, the real movement will take shape within the line of resistance. After the elections, all the realities of life will be revealed with all their weight, and workers, laborers, women and youth will once again be confronted with the realities of the hellish life they live.

We do not know every aspect of what the sovereign, NATO, the masters are planning.

Perhaps Erdoğan will lose in the second round. Or rather, he has already lost and the second round of the elections will be used for the perception that “democracy exists”. We do not know this. But we are sure that there is a bargaining process between Germany and the US. It is clear that this bargaining process is going on with the weight on the side of the US. Therefore, the elections cannot be understood without understanding the war policies.

It may be that in this bargain it was promised that Erdoğan and his family would be left untouched. But it is difficult for Erdoğan to believe this. Because, starting from the moment he loses power, the demand for Erdoğan to be put on trial will somehow come to life.

However, what is clear today is that the masters have already reached an agreement among themselves.

An extraordinary process in Ukraine and Idlib could influence the second round of the elections. It is unlikely that this is possible, but it is possible.

If Erdoğan wins, he will not really have won, nor will anything change in the country if Kılıçdaroğlu wins. Either way, the elections are not legitimate. Whoever runs the casino of course knows the results.

The vote that comes out of the ballot box is important, not the vote that is cast.

Just banging on the table saying “I am here” does not put anyone in a state of “standing upright”. [5] Those who sink into the quagmire, by necessity, make a show of standing upright. This pounding on the table is a stage of the theater being played.

Those who told us, the people, “let’s end the elections in the first round” did not protect the votes. Those who think of democracy as nothing but the ballot box, those who exaggerate the ballot box and talk about it as “honor”, show us the results of their “great” system based on signed documents from the ballot boxes.

We say it once again; the masters want to impose their decisions on the people through the ballot box, want to make all say “the people chose”.

Within the capitalist system, under bourgeois rule, every election is an election with a predetermined outcome. Nevertheless, elections are important under normal conditions. These elections, however, are not “normal”. They are state of emergency elections. A civil war law is present in the country. Therefore, the only thing that could be done in the elections was for the left front to put forward a joint candidate. This candidate could have been the candidate of the Labor and Freedom Alliance, and this candidate could have had the opportunity to tell and explain the truth to the people. This could have had an impact on the whole election process.

So, we revolutionary socialists are not talking about boycotting every election. But today, we only have the presidential election. In the first round, it was important to influence the parliamentary elections by voting for the Green Left Party. Today we don’t face a such a situation. There is no election, there is no real ballot box. The election results are managed by a software program. The center of this software is in NATO. It is not enough to talk only about manipulations, only about repression and violence, only about unequal conditions.

The country is being steered towards an agenda based on a full-scale war, and they want to stop the line of resistance that has been going on since Gezi. These are open preparations for war. We cannot be a part of this. The working class, women and youth must take sides on the line of resistance. They must organized in this way and mass and organized resistance must be developed.

[1] After 7 June 2015 elections, Deniz Baykal – former chairman of CHP – had a closed-door meeting with Erdoğan in the Palace. After this meeting, CHP started negotiations with AKP under the title of “exploratory talks” in order to form a coalition government. After 45 days of negotiations, efforts to form a government came to an end and the elections were decided to be renewed. (t.n.)

[2] referring to Erdoğan(t.n.)

[3] This expression refers to the cautions of CHP and other main opposition parties towards the people, telling them to not protest, take it to the streets etc., but to show reaction at the ballot box. (t.n.)

[4] These are several Turkish mafia bosses and whistle-blowers who has made various allegations about Turkish politicians and numerous government engagements in illegal activities through their own social media accounts on Twitter, YouTube etc. (t.n.)

[5] refers to the video Kılıçdaroğlu published after the elections (t.n.)