Ana Sayfa Blog Sayfa 56

Asgarî ücret neye göre belirleniyor?

Asgarî ücret tekrar konuşuluyor. Bu sene bu konu hiç bitmemiştir. Milyonlarca insanın asgarî koşullarda yani “en aşağı, en düşük, en az”  koşullarda nasıl hayatta kalabileceği tartışılmaktadır. Bu pazarlıklar sürerken masada taraflar yoktur, masada milyonlarca işçi adına devlet, iş verenler ve sendika kisvesi altında her ikisinin içinden çıkmış olan Türk-İş vardır ama milyonlarca işçi adına bir kişi yoktur bu nedenle ortada bir pazarlık da yoktur.

Kapitalizmde ücret, işçinin ölmeden bir sonraki gün de işe gidebilmesi için gerekli ihtiyaçlarını karşılaması üzere belirlenir. Şu an tartışılan ise bir işçinin isyan etmeyeceği, marketleri yağmalamayacağı, kredi çekerek de olsa faturalarını ödeyebileceği rakamı en asgarîsinden hesaplamaktır.

Açıklanan, açlık sınırı, yoksulluk sınırı, enflasyon -o da açıklananı- ortada iken rakamların bir önemi kalmamıştır. Biliniyor ki ücretlere gelecek her zam birkaç katı ile peynire de gelecek, biliniyor asgarî ücrete gelecek her zam birkaç katı ile faturalara da gelecek. Biliniyor zamma ihtiyaç var ama ücretler artınca işten çıkarmalar da olacaktır. Biliniyor hayatta kalabilmek için daha yüksek ücret gerek ama maaşlar artınca işten atılmamak için alınan paranın bir kısmı elden geri istenecektir, güvencesiz çalışma artacaktır.

Rakamlar sürekli büyümektedir ama yaşamlar sürekli küçülmektedir.

Hiçbir işçi için aldığı maaş ile o ay ne kadar süt, yumurta alacağı belli değildir. Ama adı asgarî ücrettir ve en azından asgarî ihtiyaçları karşılaşması beklenmektedir. Rakamların bu kadar anlamsızlaştığı bir zamanda ücretlerin ancak et, süt, doğalgaz cinsinden anlamı olmaktadır. Ve bu hesap yapıldığında da görülmektedir ki et, süt, doğalgaz sürekli azalmaktadır.

Her gün her şeye zam gelmektedir. Gelen zamlar yüksek perdeli küfürlerle karşılanmaktadır. İhtiyaç dâhilinde alınması gerekenlerin fiyatları her görüldüğünde edilen küfürler fiyatların birer hanesi hâline gelmiştir. Milyonlarca işçinin ayrı ayrı ettiği bu küfürler kiraları, faturaları düşürmemektedir.

Hâl böyle iken süren asgarî ücret tartışmaları beklenemez, seçim beklenemez, hayatta kalabilmek beklenebilecek bir şey değildir.

Bir araya gelmek, mücadele etmek her geçen gün hayatta kalabilmek ile eş anlamlı hâle gelmektedir. Öfkeyi peynire, faturaya değil onların fiyatlarından sorumlu olanlara yöneltmek gereklidir.

Öfkesini muhatabına yönlendiren, greve giden, direnişe çıkan işçiler kazanmaktadır.

Evet bugün işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır, sendikaları ellerinden alınmıştır. Fakat kurtuluş için bu örgütlülüğün geliştirilmesinden başka bir yol da yoktur. Hakları için ve yaşamları için adım atan herkes yaşamanın ancak böyle mümkün olduğunu görecektir.

Bugün uzak bir fikir gibi gelse de, olmaz dense de elektriğin, suyun, doğalgazın kamulaştırılması ve ücretsiz olması mümkündür. Sağlığın, eğitimin, ulaşımın ücretsiz olması mümkündür. Bu sistemin sınırları içinde bile mümkündür. Önemli olan bu sistemin sınırlarını aşan bir mücadeleyi geliştirebilmektir. Önemli olan bu sistemi topyekûn yıkma hedefi ile yola çıkmaktır. Ancak o zaman kazanımlar elde etmek mümkün hâle gelmektedir.

Rakamlar anlamsızlaşırken mücadelede de konu rakamları aşmak zorundadır. Tersi olsa bir avuç sermaye sahibi, soyadlarını yazsak yarım sayfa etmeyeceklerin toplamı milyonlarca insanı açlık ve sefalete razı edebileceklerini akıllarından bile geçiremezlerdi.

Örgütlenme her geçen gün daha elzem olmaktadır. İşçilerin, kadınların, öğrencilerin bir arada yürüteceği mücadele asgarî bir yaşamı aşarak özgür bir dünya kurma mücadelesi olacaktır. Bugün hayatta kalabilmek de, yaşayabilmek de, insan olabilmek de direnişle, örgütlenmekle mümkündür.

10 Aralık 2022

Kaldıraç dergisinin Aralık sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Aralık sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Günlük bilinç içinde, artan asgarî ücrete sevinirsiniz, ertesi ay artan gaz, elektrik, su fiyatları karşısında şaşkına dönersiniz. Rakamlar, para, önemini kaybeder. Kendisi çok önemlidir ama artık miktarının anlamı kalmamıştır. Peynir fiyatına bakarsınız ve şaşkına dönersiniz, oysa az önce maaşınızı çektiğinizde 5500 TL’nin büyük bir rakam olduğunu hissetmiştiniz. Biliyoruz ki, Aralık ayında, yeni yıldan geçerli olacak asgarî ücret tartışmaları ortaya çıkacak.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Asgarî ücret ve anlamını yitiren rakamlar

Bugün işçi hareketinin ana sorunu sendikal hareketin, sendikalaşma oranının geri olması değildir. Bu elbette bir gerçektir. Ama ana sorun, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin zayıflığıdır ve başka bir deyişle, işçi sınıfının devrimci harekete uzaklığıdır, siyasal mücadele alanına kendini bir sınıf olarak ortaya koymamasıdır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – 2022 sonunda işçi sınıfının durumu üzerine

Beyoğlu saldırısının ardından, devletin açık olarak Kürtlere karşı bir saldırı için harekete geçmesi içeride ve dışarıda savaş politikasının kendini göstermesidir. Kimyasal silah kullanan bir devletin, aslında dış saldırı için bir “bahane”ye de ihtiyacı olmamalıdır. Ama Beyoğlu bombalaması, bu saldırılar için, ulusal ve uluslararası alanda yeni bir zemin edinme girişimidir.

Seçim senaryolarına da buradan bakmak faydalıdır. Burasını, ABD’nin savaşı büyütme politikalarını, TC devletinin ABD tetikçisi olması hâlini unutup, seçim süreci üzerine tartışmak, ormanı görmemektir, olup biteni doğru anlamamaktır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – İçeride-dışarıda savaş

Taksim’deki patlama, devlet güçlerinin korkuyu daha fazla yayma ihtiyaçlarının ifadesidir. Bunun için başka yollar aradıklarının farkındayız. Devlet, düne kadar, bugüne kadar uyguladığı şiddet politikaları ile, olağanüstü hâli olağan hâle getirmiştir. Artık, bu saldırganlıkları, istedikleri sonuçları vermemektedir. Bu nedenle, daha ileri, daha açık, daha farklı bir şiddet politikasını devreye sokmak arzusundadırlar. Taksim bombalaması ve sonrasında uygulamaya konan karartma, ortaya saçılan yalanlar, yalan yamuk açıklamalar, bu arzunun ifadesidir. Buna karşı, kitlesel direniş yolu dışında, işçi sınıfının devrimci mücadele yolu dışında bir çıkış yolu yoktur.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Taksim bombalaması; karartma, korkutma ve katliam

Ayrıca dergimizin bu ayki sayısında birçok röportaj bulunmakta. Haiti teleSUR muhabiri Jackson Jean ve Okay Deprem ile yaptığımız röportajları isimlerin üzerine tıklayarak ve sitemizde yeni açılan “Röportajlar” bölümünden okuyabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 257 / Aralık 2022
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ve WhatsApp’tan 0539 840 51 56’a ulaşabilirsiniz.

Okay Deprem’le röportaj – Donbas cephesinde gelişmeler – 2: “Halk Sovyeti’nin ilk temsilcileri, oldukça farklı kesimlerden ama hatırı sayılır oranda işçiydi”

Rusya ve NATO arasında Ukrayna ve Donbas coğrafyasında süren ve yayılma eğilimi gösteren savaş sertleşme eğiliminde… 2014’ten beri yıkım, ölüm, Neonazi artıklarının zulmü altındaki topraklar kendine has deneyimleri, zayıflıkları ve başarıya ulaşamasa da hayal ettirdikleriyle direnişçilerin de yatağı oldu.

Yıllardır Donbas’ta yaşayan gazeteci Okay Deprem’le Ekim ayı sonunda ayrıntılı bir şekilde yaptığımız röportajın geçtiğimiz sayımızda yayımladığımız ilk bölümünde güncel durumu tartışırken elinizdeki sayıdaki devam bölümünde ağırlıklı olarak 2014’ten bugüne; bugünden yarına bir yolculuğu tartıştık.

Hem halk meclisleri ve cumhuriyetleri açısından hem de Ukrayna açısından ve ayrıca Rusya açısından değerlendirirsek büyüyen çatışmalara bir meşru zemin oluşturulabiliyor mu? Bu savaşa taraflarda toplumsal desteğin durumunu nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, önemli ölçüde oluşturulabiliyor, diyebiliriz. Bunu yalnız ayrı ayrı değerlendirmek lazım: Donbas, Zaporojniye ve Kerson tarafları ve Ukrayna ve Rusya’nın geri kalan kısımları açısından dört farklı bölgeye göre ayrı ele almak gerekir.

Hadi Rusya’dan başlayalım. En başta tabii destek bugüne kıyasla oldukça azdı. Rusya’da böyle bir seferberlik, savaş hâline destek öngörülebilir değildi. Şu anda biraz daha arttı. Çünkü, başta kitlesel, mainstream veya devlet medya aygıtları olmak üzere, Rusya’da, maddi, manevi, teknik imkânlara sahipler.

Ayrıca onlarla organik hareket eden sayısız kanaat önderi, kolektif ve bireysel anlamda Telegram kanalı vesaire… bunlar da yekvücut. Hepsi yirmi dört saat kesintisiz bir propaganda faaliyeti içindeler. Halk desteğini yükseltme, safları pekiştirme amacıyla.

Dolayısıyla şu an her şeye rağmen ben kendi tanıdıklarım üzerinden biliyorum ki, bu savaşa, Rusya’nın askerî harekâtına destek ve hatta daha da güncel nokta itibariyle, bu seferberberliğe destek giderek artış eğiliminde, artıyor. Ama tabii bunun her şeye karşın, nüfusun ezici çoğunluğunu kapsayan. çok yüksek bir eğilim olduğu söylenemez.

Bu konuda anket pek yapılmıyor. Ama kesin olan bir şey var ki halkın çoğunluğunun, Rusya halkının bu özel harekâta karşı olduğu daha evvelden, Donbas’ın askerî müttefik ilan edilmesi, destek verilmesi ve de resmî olarak Rusya Federasyonu’na alınmasına karşı oldukları değil, destek oldukları söylenmeli.

Ama şöyle bir ayrım var Rusya’da. Halkın genel ağırlığının Donbas’a bakışıyla Kerson, Zaporojiye başta olmak üzere Ukrayna’nın geri kalan kısmı, Rusya’nın yakın zamanda referandumla topraklarına kattığını ilan ettiği yerlere bakışı farklı. Daha somut söyleyecek olursam, Rus halkının önemli kısmı Donbas’a destek verilmesini eskiden beri istiyor.

Ve resmî olarak düzenlenen referandumlarla bu bölgelerin, yani Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetlerinin gene Rusya’ya katılması halkın önemli kısmının arzusu, beklentisi ve onayıyla oldu denilebilir açıkçası.

Ama aynı halk, yani Rusya halkı Zaporojiye, Kerson konularında aynı eğilimde değil. Bu eğilimde olma ihtimali zayıf. Çok karşı da değil ama aynı biçimde desteklemesi gerçekçi değil.

Kerson, Zaporojiye pek çok insanın çok umurunda değil. Her şeye karşın çok benimsemiş değiller o tarafları. Zaten geri kalan kısmından bahsetmiyorum bile. Rusya’nın belki alma ihtimalinin olduğu Nikolayev, Odesa, Harkov vesaire gibi yerler, devletler ve kentler…

Harekâta destek Donbas’ta çok yüksek düzeydeydi ve hâlen öyle. Donbas bunu bekliyor ve istiyordu. Donbas halkının önemli kesimi dâhil. Ben bunu yerelden de fazlasıyla biliyorum. Yani röportaj yaptığım belki yüzlerce insan bundan referandumda oy kullandınız mı, kime verdiniz, bu harekâtı destekliyor musunuz, harekâta bakışına dair özel soruların, hepsi olumluydu. Yani Rusya lehine ve harekât lehineydi kesinlikle. Bunun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekiyor.

Yani Donbas halkı, özel olarak da Lugansk ve Donetsk Halk Cumhuriyeti yaşayanları yıllardır böyle bir harekât bekliyorlardı. Rusya’yı kurtarıcı olarak görüyorlardı. Hâlen görüyorlar.

Halk Cumhuriyetlerinin yapısı, yönetim biçimi ve niteliğini çok az bilgi sahibi olan okurlarımıza tarif edebilir misiniz? 2014’ten itibaren idarede nasıl bir dönüşüm yaşandı?

Halk Cumhuriyetlerinin yapısında çok kompleks, çok zor bir yön yok. “Rusya’ya entegre olana kadar” hem LNR hem DNR’yi sosyal hareketler yönetiyordu partiler yerine.

Bu da uzaktan kumanda, ABD’deki Cumhuriyetçiler-Demokratlar misali bir “yasama-yönetim” biçimi gibi gözüktü, ortaya çıktı. DNR-Donetsk Halk Cumhuriyeti’nde örnek olarak işte Donetsk Cumhuriyeti ve Özgür Donbas hareketleri yer aldı Halk Sovyeti’nde.

Türkçesiyle Halk Konseyi elli küsur mebustan, üyeden oluşan, yasama organı. Konseydeki hareketler, burada masa başı oluşturulan güya birbirlerinin alternatifi, hâlbuki hiçbir şekilde birbirine alternatif olmayan veya biri iktidar, biri muhalif olmayan son tahlilde fiiliyatta, adıyla tekrar söyleyecek olursam sosyal hareketti.

Resmî anlamda olmasa da fiilen DNR Komünist Partisi başta olmak üzere partiler vardı. Ama bunlar parti olarak Halk Sovyeti’nde değillerdi. Orada birkaç temsilcileri sosyal hareketlere eklemli şekilde temsil oluyorlardı.

Bunun dışında cumhuriyetlerin yönetim yapısında yasama organlarının başkanları, başkan yardımcıları, komisyonların başındaki isimler, Bir de her bir cumhuriyetin başındaki isim tırnak içinde devlet başkanı vs. vardı. Bunun dışında tabii ki yerel organlar. Bizdeki belediye şeklinde, Kent Konseyi, Şehir Sovyetleri. Bir de aynen Rusya Devlet Başkanlığı gibi başkanlık aygtıtı oluştu sonradan.

Hem DNR hem LNR’de, on on beş arası bakanlık var. Yani Rusya’da özerk cumhuriyetlerin her birinin ayrı yerel bakanlıkları olmasına benzer. Genel itibarı bu şekilde oldukça basit, yalın bir mekanizma.

2014’te seçim, 2016’da da bir önseçim denilen 2018’de daha gerçekçi seçimler yani 14-18’de iki kere seçim yapıldığı söylenebilir. Hem merkez hem yerel organların seçilmesi noktasında.

Bunun dışında, en baştaki kısa süreyi saymazsak, özel bir demokratik katılım veya yerelden bir halk demokrasisi mekanizması hiç olmadı.

Başlarda özellikle 2014 Mart-Nisan sürecinde, olabildiğince spontan ve yerel, özgün, sıradan -olumlu anlamda kullanıyorum ifadeyi- güçlerden türeme bir yönetim oluşageliyordu.

Hakikaten halkın oldukça doğaçlama seçtiği kişilerin ve grupların defakto yönetmeye başladığı Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri vardı işin en başında. Nisan’ın ilk hafta sonu, ikinci haftasının başına itibaren, art arda DNR ve LNR’nin bağımsızlık ilanıyla başladı.

Halk Sovyeti’nin ilk temsilcileri, vekilleri gene olabildiğince spontan, yani doğal halk önderleri, kanaat önderleri, oldukça farklı kesimlerden ama hatırı sayılır oranda emekçi işçiydi. Ama sonra işin rengi değişmeye başladı hızla. Açıkçası aynı orduların değiştiği gibi.

Halk milisleri tamamen gönüllü, hiçbir maddi karşılık beklemeksizin, bir çıkarı olmaksızın, tamamen fikirsel, politik, ideolojik sebeplerle; tabii duygusal, sosyal nedenlerle koşan giden, katılan insanlardan kuruluydu. En azından ezici çoğunluğu bu şekildeydi.

Ama sonradan ikisinde de bir yerde hızlı bir yerde peyderpey dönüşüm yaşandı. Minsk Anlaşması bu bakımdan özellikle milattır. Ordu yavaştan profesyonelleşmeye başladı. Yani halk milisi karakterini yitirdi.

Komünist Parti’nin 2014 seçimlerine katılması engellendi. Bu konuda CP DNR’nin, Donetsk Halk Cumhuriyeti Komünist Partisi lideri de açıkçası pek kılını kıpırdatmadı.

Sol Güçler Birliği lideri Maksim adlı biriydi yanlış hatırlamıyorsam. Kaldığı yurtta el bombasının infilak etmesi sonucu şaibeli bir şekilde öldü sonradan.

Diğer sol yapılanmalar da törpülendi hızlıca. Neden? Çünkü iktidar giderek 2014 sonbahardan itibaren daha küçük burjuva güçlere geçmeye başladı. Orta üst kademelere yani, eski ticaret erbabına. Bunlar açıkçası giderek ipleri ellerine aldılar.

Çok önemli bir kırılma yaşandı o dönemde. İşçi kitlelerinin, gerçek anlamda politik, ideolojik ve aynı zamanda, örgütsel organizasyonel bir liderliğin, bir öncü örgütünün yokluğu hakikaten de kendini çok fazlasıyla gösterdi.

Dolayısıyla o zamana kadar, Komünist Parti Başkanı Litvinov’un kendi ifadesiyle, seçim olsa ve seçime katılmış olsak oyların yarısını alırız, demesini hatırlıyor insan bu bağlamda.

İşte böyle bir halk desteğinin olduğu antifaşist rüzgârın estiği ve o antifaşist rüzgâr çerçevesinde eski Sovyetik komünist idealler, sosyalist duygu, düşünce ve eğilimlerin yeniden canlandığı, kuvvetlendiği durum değerlendirilemedi ve çok hızlı sönümlendi.

Kısacası liderlikten yoksun olduğu için bu kitleler, meydan küçük burjuva yapılara kaldı. Bireysel geniş bir takım girişimciler, finansçılar gibi kişi ve gruplar bazılarının silahlanması suretiyle de ve Rusya’dan gelen rüzgârın etkisiyle yönetimi aldı. Çünkü sonuç itibariyle hakikaten de sosyalist güçlerin, sosyal sınıfsal anlamda da ağır sanayi çalışanları ve madencilere dayalı bir demokratik merkezci yönetimin şekillenmesi Rusya’nın işine gelmiyor.

Askerî cephede ise dediğim gibi giderek profesyonel bir ordu havasına bürünüldü. Yani askerler maaş almaya başladılar, memur hâline geldiler. Sonra zaten işte önce DNR ve LNR ordularının her nedense adları halk polisi hâline geldi veya getirildi. Bu şekilde değişim yaşandı yapısal, idari, politik ve ideolojik anlamda.

Nazilere karşı direnişin başında Hayalet Tugayları, Komünist Parti gibi örgütler; Mozgovoy ve Litvinov gibi figürlerden oluşan komünist odaklar ve bağımsızlıkçı hareketler gözlemleyebiliyorduk. Bugünkü durumları ne?

Litvinov’un bugün çok az bir etkinliği kaldı. Halen parti varlığını koruyor. Ancak parti büyük ihtimalle Rusya Federasyonu Komünist Partisi’ne, yani tamamen düzen yanlısı reformist klasik bürokratik örgüte eklemlenecek. Onun için ölecek gibi gözüküyor. Bu olursa şayet ne olur? Litvinov. Rusya KP Donetsk Halk Cumhuriyeti örgütünün başındaki isim olur.

Yani eski malum SBKP’nin her cumhuriyet, bölge, eyaletteki farklı parti başkanları gibi. Belki de bu kariyeri öngörülüyor veya bekliyor ayrı konu. Keza kendisi, işte liderlik ettiği hareketle Moskova’nın DNR’yi tanıması, ardından ittifakı, buraya askerî harekât düzenlemesine giden yolun önemli taşlarını Rusya Federasyonu KP ile kurduğu ittifak üzerinden etkilemiş bir isim. Özetle bu tanınma olayın arkasında temel figürlerden bir tanesi Litvinov’dur.

Özetle Litvinov ekibi Rusya Federasyonu KP’sini ikna ettiler. Zaman içerisinde Rusya Federasyonu Komünist Partisi iktidar partisini etkileyebildi. İktidar partisi de doğal olarak devleti etkiledi. Ardından tabii devlet son tahlilde kararını verdi tanıma yönünde ve ardından müdahale geldi.

Ama Hayalet Tugaylarına (Prizrak Brigade) falan gelecek olursak: Pek bir etkinlikleri yok artık. Yani varlıkları yoklukları bir, deyim yerindeyse. O dahil olmak üzere bir takım örgütler diyelim.

Epeydir zaten Lugansk’ta askerî-politik anlamda özellikle otonom yapılara izin verilmemesi ve kabul edilmemesi etkili oldu.

Fiilen oldukça merkezî, askerî-politik, idarî ana bir yapı var artık Lugansk’ta. Alchevsk yani Prizrak’ın merkezi olan şehir dahil.

Rusya’da savaş sonrası politik-sosyal-ekonomik nasıl gelişmeler gözlemliyorsunuz?

Bir kere bu savaş, az çok normal konvansiyonel şartlarda, yani nükleer bir muharebeye dönüşmez ise şayet, uzun süreceğe benziyor. Bir yıl da sürebilir, birkaç yıl da kısacası.

Rusya en kötü senaryoda bile daha da güçlenerek çıkacaktır bu uzun ve büyük global savaştan. Rus devleti giderek seferberlik (mobilizasyon) ekonomisine geçtiği için, tüm yaptırımlara karşın iktisadî yapısı daha da kuvvetlenecektir. Yabancı sermaye, ara malı veya yurt dışından yatırıma çok daha az bağımlı hâle gelmiş yepyeni bir Rusya ile karşı karşıya kalacağız ilerleyen yıllarda.

Zaten bu süreç 8.5 yıldır devam ediyor, son 9 ay ise ivmesi çok artan bir hızda büyüyerek devam ediyor. Rusya Federasyonu, yerli ve milli ekonomisine son zamanlarda inanılmaz oranda ve miktarlarda yatırımlar yapıyor.

Bir yandan millileştirme bir diğer yandan ise Rusya’dan çıkan ve çıkmakta olan ve düne kadar hemen her sektörde faaliyet yürütmekte olan yabancı firmaların, konsernlerin, şirketlerin yerlerini Rus üreticiler, Rusyalı şirket ve firmalar alıyor.

Rusya onlarca yıldır ihmal ettiği ve yüksek teknoloji gerektiren sayısız sahada teknik inovasyon-geliştirme ve güçlendirme programları uyguluyor ve bunları da yaygınlaştırıyor.

Öte yandan zaten hâlihazırda güçlenen Rus para birimi Ruble daha da güç kazanacak ve de dünyanın sayılı para birimlerinden birisi hâlini alacak. Dolar ve euronun küresel anlamda güç kaybettiği yeni uluslararası konjonktürde Rusya dünya iktisadî ittifaklarının da merkez vektörlerinden birisi olacak.

Avrasya iktisadî bütünleşme ve entegrasyon sürecinin Çin ve Hindistan ile birlikte 3. motor ülkesi olacak. Nominal ve reel gelirlerin geliştiği, yoksulluk sınırının çok daha yüksek çıtalara çekildiği, daha fazla sosyal karakteri olan bir devlet ile dünya – küresel pazarlarda çok daha fazla devlet ve özel markası, brendi ile yarışan bir ülke karşımıza çıkacak yeni dönemde.

Politik açıdan ise: Nükleer-termo nükleer savaş olursa ve doğal olarak ABD-İngiltere ve bir ihtimal İsrail haritadan silinirse, Rusya yeni yüzyılın ve önümüzdeki asırların en büyük jeopolitik ve askerî gücü olur tartışmasız olarak. Yeni dünyanın jeopolitiği Rusya ve yakın ittifakları tarafından çizilecektir. Tüm yeni jeopolitik, ticari-iktisadî ittifakların merkezî ülkesi Rusya olacaktır.

Bunun dışında, yeni dünyanın sosyo-kültürel değerleri açısından da Rusya ve müttefik-dost ve partner ülkeleri Batı dünyası başta olmak üzere, dünyanın geri kalanına kendi değerler dizgesini dayatma değil, ancak şiddetle savunma ve kabul ettirme ve bu konudaki hegemonya savaşında önemli mevziler elde etme adına büyük avantajlar yakalayacaklardır. Bir örnek vermek gerekirse LGBTQ+ küresel hareketi ila post-burjuva feminist hareketi büyük bir darbe yiyip, geçici ve konjonktürel hegemonik üstün konumunu kesinkes kaybedecektir…

Son olarak savaş coğrafyası açısından ve uluslararası boyutta yaşananlara dair nasıl politik gelişmeler yaşanabileceğini düşünüyorsunuz?

Donbass merkezli savaş bölgesine baktığımızda, ekonomik-sosyal-askerî-demografik olarak çökmekte olan bir Ukrayna ile karşı karşıya kalıyoruz. 9 aylık savaş sürecinde Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin hâlihazırdaki kaybı yüz binleri buluyor. Bizzat Amerikalılar başta olmak üzere Batılı askerî uzmanların ve jeostratejistlerin tahminlerine bakılırsa, Ukrayna ordusunun kaybı 300 ila 400 bin arasında değişiyor. Bu sayıya ölü, yaralılar ve esirler dahil.

Öte yandan, Ukrayna tarafında savaşan askerler arasında yabancıların sayı ve oranları her geçen gün artıyor; diğer bir ifadeyle Ukrayna’nın kendi askerî rezervi sürekli suretle ve süratle azalıyor.

Bir diğer taraftan Ukrayna’da korkunç derecede bir nüfus azalışı adeta demografik çöküş hâli söz konusu, 2014 öncesi nüfusu 40 milyonun üzerinde olan ülke, 2022 Şubat arifesine gelindiğinde 26-27 milyonlara kadar düşmüştü. 8 milyon kişinin Avrupa başta olmak üzere yakın ülkelere, artı Rusya’ya göç etmesi, dahası Kiev Rejimi’nin Lugansk eyaletinin geri kalan kısmını, Donetsk ilinin bir bölümünü daha ve de Zaporojye ve Kherson vilayetlerinin belli bir kesimini kaybetmesi sonucu; sonuç olarak Ukrayna’nın hâlen egemen olduğu bölgelerdeki net nüfus 18 milyona kadar düştü.

Her gün savaşta ölen yüzler, yaralanan ve sakat kalan gene bir o kadarlık bir kitleye; açlıktan, soğuktan, savaş ve yoksulluk durumu ile ilgili ölen yüzbinlerce kişi de eklenince Ukrayna’nın nasıl büyük bir nüfus erimesi içinde olduğu anlaşılabilir.

Ülke ekonomisinin çoktandır yüzde 90’ından fazlası yurt dışına, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya bağımlı durumda. Ülkenin yerli ve milli ekonomisinden geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamış durumda. Ukrayna sanayi ülkesi olma özelliğini henüz 2014’ten sonra kaybetmişti keza.

Şu anda tarım ülkesi hüviyetini de yitirmekte. Savaştan kaynaklı olarak tarım arazilerinin kayda değer bir oranı bu sene ekilemediği ve de ekilemeyeceği için ülkeyi gelecek sene çok büyük ihtimalle kıtlık ve açlık bekliyor.

Gene ülkenin enerji altyapısının en az yüzde 60’ı Rusya Silahlı Kuvvetleri tarafından etkisiz hâle getirildiği için Ukrayna’nın hatırı sayılır bir kısmı uzun süredir elektriksiz ve susuz durumda. Ülke genç ve kadın nüfusunun ise çok mühim bir nispetini göç ile yitirmiş hâlde.

Tüm bunlardan dolayı; Ukrayna’da haritalar daha da değişecektir. Ortadan tamamen ikiye ayrılmış bir Ukrayna’yı göreceğiz gelecek sene içerisinde. Çok büyük ihtimalle Ukrayna’nın bir kısmı (Batı ve Orta kısmı) ancak çok yüksek olasılıkla deniz bağlantısını yitirmiş ve topraklarının da belki yarısından fazlasını kaptırmış bir hâlde geriye kalacaktır.

Dahası, bu büyük savaş Moldova’ya da sıçrayacak ve ülkenin bir kısmı bir iç savaş geçirmek suretiyle parçalanmasına veya en azından TransDinyester kısmının Rusya Federasyonu ile birleşmesine yol açacaktır.

Muhtemelen giderek bir Doğu Avrupa savaşı hâlini alacak harp, bir sonraki aşamada Polonya ve Romanya’ya da sirayet edebilecektir. Ve Doğu Avrupa’da da, aynen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi hem kısmen haritalar hem de en önemlisi rejimler değişebilir. Son olarak aynı akıbet çok çok yüksek bir ihtimalle Baltık ülkelerini de pekala bekliyor…

Haiti teleSUR muhabiri Jackson Jean ile röportaj – “Latin Amerika bölgesi halkları solcu, ilerici, sosyal adaletçi politikalar izleme kararı almışlardı. Haitililer de aynı kararı aldılar.” –

Deprem, sel, darbe, isyan ve ekonomik krizle karşı karşıya olan Haiti’de son durum nedir?

Dünyadaki tüm ülkeler gibi Haiti de doğal afetlerin yanı sıra dönemsel krizlerle de karşı karşıyadır. Sorun krizlerin ve felaketlerin ötesine geçmektedir. Sorun krizlerin nedenleri veya kendimizi neden sarmal bir kriz içinde bulduğumuzdur. Demokrasinin doğuşundan bu yana ülkede yaşanan siyasi, ekonomik ve sosyal krizler, uluslararası müdahalenin, egemenliğin ve aynı zamanda Haiti halkının kendi kaderini tayin hakkının ihlal edilmesinin bir ürünüdür.

Tekrarlanan darbeler (1991, 2004) silahlı çetelerin finansmanı, silahlandırılması, kamu şirketlerinin özelleştirilmesi… hepsi esas olarak ABD, Kanada ve Fransa tarafından yönetilmekte. Bu bir görüş, bu bir gerçeklik. Bütün bunları kanıtlayan arşivler, tanıklıklar, belgeler var.

Kısacası, ülkenin kısır krizlerinin çözülmesi için öncelikle yabancı ülkelerin kamusal işlerimizde sınırlandırılması gerekmekte. Aksi takdirde doğru yolda yürümeyi riske atarız. Çünkü bizim için kriz onlar için fırsat demek.

Son yıllarda Haiti’deki isyanlarla ilgili haberler-makaleler okuduk. Son isyana kadar gelişen süreci tarihsel bağlamıyla birlikte, isyanların nedenleri ve talepleri ile birlikte aralarındaki benzerlik ve farklılıkları da açıklar mısınız?

Gerçekte, asırlardan beri Haiti’de bir ayaklanma yok. Sadece uluslararası emperyalist topluluğun Haiti topraklarındaki varlığının meşruluğunu kanıtlamak için yönettiği senaryolar var.

19. yüzyılda Amerikalıların Haiti’yi işgal etmek için mazeretlerinden biri ülkede yaşanmakta olan iç savaştı. Güya, Pikeler (Güney Milisleri) ile Kakolar (Kuzey milisleri) arasında savaş vardı. Bugün tarih bu mazeretin “Amerika Amerikalılara” sloganlı emperyalist doktrinine dayanarak adayı işgal etmek için kendileri tarafından uydurulduğunu kanıtlayabilmekte. 1910’lu yıllara doğru ABD hemen hemen tüm Latin Amerika ülkelerini işgal etti ve hepsinde değişik bir bahane buldu.

1991 yılında Başkan Aristide’nin görevden alınmasıyla sonuçlanan çatışmalar da bir senaryoydu. Pentagon tarafından gizliliği kaldırılan belgelerde ABD’nin her iki tarafı da aynı anda finanse ettiğini gözlemleyebiliyoruz.

Bu senaryolar daima ilerici veya solcu bir hükümetin bulunduğu zamanlarda veya halkın bir şeyleri sarsmak üzere olduğu koşullarda ortaya çıkar.

Birkaç yıl sonra, Başkan Nord Alexis’in bir “bütünleşme davası” başlatması ve bütün oligarklarla yabancıları ve yozlaşmış politikacıları tutuklamasını ve kredi almamaya karar vermesini takiben ülkede Amerika menşeli güçlü bir siyasi istikrarsızlık baş gösterecektir. Bu süreçte Alexis iktidardan indirilir ve beş yıl sonra ABD ülkeyi işgal eder.

1950’lerde, 20. yüzyılın en ilerici Haiti devlet başkanı Dumarsais Estimé bir darbeye maruz kaldı. Birkaç yıl sonra, 1957’de, ABD tarafından desteklenen François Duvalier tarafından 1986’da sona eren bir diktatörlüğe maruz kaldık.

İlk demokratik başkan Aristide’ye karşı 1991 yılında gerçekleştirilen darbe, 2002 yılına kadar siyasi krizlere yol açmış, Aristide seçim sandığı yoluyla iktidarı yeniden ele geçirmiş ve 2004 yılında bu güçlerden tarihî tazminat talep ettiği için tekrar darbeye maruz kalmıştır. O tarihten beri, 2017’ye kadar BM güçlerinin varlığına rağmen, onların (ç.n. emperyalistlerin) desteği olmadan ve bu desteği şiddet kullanan silahlı çetelerden yardım almadan seçim kazanan bir başkanımız olmadı.

Bugün gözlemlediğimiz şey, silahlı çeteler arasındaki çatışmalar dikkat dağıtmak içindir. Haiti’ye 1990’lardan bu yana silah ambargosu uygulanmaktadır. Polis bile Kanada’nın izni olmadan hafif silahları satın alamaz. Peki bu Amerikan yapımı savaş silahları nereden gelmekte?

Haiti’deki çetelerin hikâyesi giderek daha da netleşiyor. Her seferinde BM güçlerinin görev süresinin sonuna doğru ülkede asayiş endişesi artıyor. Amerikalıların, sadece sosyal adalet, egemenlik ve Haiti halkının refahı için Haiti krizi karşısında bir Haiti çözümü talep eden barışçıl gösterileri kriminalize etmek amacı ile bu çeteleri kullanan yabancı silahlı güçlerin varlığının sürmesi konusundaki ısrarı bu çabanın tamamen jeopolitik olduğunu ve insancıl bir yanının bulunmadığını açıkça göstermekte.

Haiti’ye yönelik emperyalist müdahaleyi meşrulaştırmak için yoğun bir propaganda kampanyası yürütüldüğünü görmekteyiz. ABD ve Kanada Haiti’de ne yapmaya çalışıyor?

Haitililer için Haiti 2004’ten beri işgal altında. Gerçi bugün artık Haitililer tarafından kovuldukları için BM askerî varlığı yok. Bölgesel ve küresel bağlamda Haitililer de ilerici bir politika izleyerek bölgesel siyasi sürece girmek istiyorlar.

Rusya’ya yönelik yaptırımlarla birlikte, Haitililerin %60’ı işsizken (yurtdışındaki ailelere bağlı olarak) petrol fiyatı üç katına çıkmıştır. Ayrıca petrol fiyatlarındaki artış diğer ürünlerin fiyat artışını getiriyor. Bu da halkın alım gücünün düşmesine yol açıyor.

Öte yandan ABD yönetimi Ariel Henry’den (Haiti başbakanı) Haiti’nin tek gerçek devlet sübvansiyonu olan petrol sübvansiyonuna son vermesini talep ediyor. Çünkü Ariel, 2010 yılından bu yana BM güçleri tarafından halkın zararına emperyalistlerin çıkarlarını korumak üzere kurulan aşırı sağcı bir rejimin ürünüdür.

Aynı uygulamaların kurbanı olan Latin Amerika bölgesi halkları solcu, ilerici, sosyal adaletçi politikalar izleme kararı almışlardı. Haitililer de aynı kararı aldılar ve bu durum geleneksel emperyalist güçler için bir tehlike oluşturmakta. Bu nedenle Haiti’ye asırlardan beri kurulmuş olan yeni sömürgeci tuzaktan kurtulmak için Rusya ve Çin ile işbirliğine girmesini engellemeye çalışıyorlar. Bunun için propaganda ve askerî güç gösterisine kadar her türlü aracı kullanmaktalar.

Haiti’ye yönelik emperyalist saldırı planının Haiti madenleri ile bir ilişkisi var mı?

Haiti’nin yeraltı zenginlikleri, ABD Hazine Bakanlığının petrol ve maden deposu olarak kabul edilmektedir. Bir Haiti adası olan Navas, ABD tarafından ele geçirilmiş durumda (Çevirenin notu: Bahse konu ada üzerinde ABD hak iddia ettiği için ada, uluslararası anlaşmazlık konusu olan toprak parçaları arasında yer almaktadır). Kanser hastalıklarının tedavisinde yararlı bir ürün olan guano (ç.n. deniz kuşlarına ait dışkıların uzun süre bir yerde birikip beklemesi ile oluşan azot ve fosfat bakımından zengin bir madde) ABD’nin tekelindedir.

Lityum, iridyum vb. teknolojinin geleceğidir ve Haiti bu madenlerin yatağıdır. Dolayısıyla evet, saldırı jeopolitik temellidir ve bu temel doğal kaynaklarla ilişkilidir.

Şu anda birçok yerde “Haiti’ye dokunma” kampanyaları yürütülüyor. ABD karşıtlığı Haiti’deki eylemlerin ana dinamiklerinden biri mi? Sizce Haiti’deki süreç nasıl gelişecek?

Rus ve Çin bayrakları ile Haiti devriminin bayrağının (siyah ve kırmızı) varlığı bu duygunun en güçlü simgesidir. Anglosaksonların ve Batı’nın şu andaki düşmanlarının Rusya ve Çin olduğunu bilen Haitililer kendilerini Rusya ve Çin tarafında konumlandırıyorlar. ABD karşıtı söylemler çok fazla ve ayrıca gösterilerin hedefi Fransa, Kanada, ABD büyükelçilikleri ile BM ofisleri. Bu süreç tıpkı 1991’de olduğu gibi ancak halkın kendi liderlerini ve kendi geleceğini belirleyebildiği zaman sona erecek. Bu tarihten sonra Haiti halkı politikadan dışlandı. Irkçılık karşıtlığı, Batı karşıtlığı ve tarih halkın temel motivasyonunu oluşturmaktadır.

Haiti’de faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının ve diğer uluslararası kuruluşların ülke siyasetindeki rolünü nasıl yorumluyorsunuz?

Çekirdek Grup -El rol Core Group- (Büyükelçilikler Birliği), BINUH (Birleşmiş Milletler Entegre Ofisi), hatta bazı kiliseler, Haiti halkının zararına, Batı’nın çıkarlarını korumak için faaliyet gösteren kurumlardır. Ana görevleri halk örgütlerini işlevsizleştirmek, yoksulluğu kurumlaştırmak ve halkı dilenci gibi yaşamaya alıştırmaktır.

Depremden sonra Amerikan Kızılhaçı, USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı), CIRH (Uluslararası Kısırlık Mücadele Merkezi) gibi kuruluşlar yaklaşık 15 milyar dolar topladı. Kızılhaç 400 milyon dolara sadece 7 tane ahşap ev yaptı. Şimdi bu insanlar çadırlarda yaşıyorlar. Cannan bölgesi başkentin en silahlı ve tehlikeli bölgelerinden biri.

Taşrada ise kültürümüzün bir parçası olan “konbid” adlı yaşam biçimi (ç.n. Türkiye’de bir zamanlar mevcut olmakla birlikte bugün neredeyse tarihe karışmış olan imece benzeri bir uygulama) sayesinde herhangi bir ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda işbirliği yapan köylüler arasında çatışma tohumları ekiyorlar.

Sözüm ona köylüleri eğitmek ve onları finanse etmek için geliyorlar. Bugünlerde Artibonite’deki (Haiti’de bir eyalet) en büyük çatışma para çatışmasıdır. Üreticilere ödeme yapılıyor ve bu nedenle üreticiler birbirleri ile gönüllü işbirliğine girmiyorlar. Pirinç üretimi yok edilmek isteniyor. Şu anda ABD’nin en büyük tarımsal sanayileşmiş pirinç ihracatçısı konumundayız. Kilise insanları bireyselleştirir ve vatandaşlık duygusunu onlardan alır. Herkes değişime katılmak yerine bir şeyleri değiştirmek için bir “İsa” bekliyor.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Haiti halkının savaşı, emperyalizmin küresel ajandasına karşı bir mücadeledir. Dolayısıyla diğer mazlum halkların da Haiti ile dayanışma içinde olması gerekir. Her şeyi sömürmek isteyen ancak hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu yıkıcı sistemi ortadan kaldırmak için en emin yol budur.

27 Ekim 2022

2022 sonunda işçi sınıfının durumu üzerine

Sanırım, bugünün en önemli sorunlarından biri, işçi sınıfının, eskiyi yıkma ve yeniyi kurma iradesini gösterecek tek sınıfın somut durumu üzerine net bir bakış açısına, bunun ürünü olan bir değerlendirmeye sahip olmaktır.

Bu sadece “işçi sınıfı bitti mi” türü, eskimiş tartışmaları arkada bırakmak için gerekli değil. Tersine, bu tartışmalar aşılmaya başlamıştır bile. Ama, bu tartışmaların değişik kıyafetler içinde ortaya çıkan farklı türleri de var. Ve bunların başında, gelişmekte olan devrimin, kapitalizmin yıkılışının dayanağının işçi sınıfı olmadığı yolundaki tartışmalardır. Bu açıdan da işçi sınıfının durumu üzerine tartışmak gereklidir. Ama dahası, işçi sınıfının devrimin öncüsü olduğu fikrine sahip olanlar için, işçi sınıfının durumu üzerine tartışmak gereklidir. Doğrusu, bizim ilgi noktamız da burası, bizim gibi işçi sınıfının devrimin öncü sınıfı olduğunu düşünenler ile tartışmaktır. Dikkat noktamız burada olmak üzere bir tartışma yürütmektir. Öyle ise, bize en yakın, bizim yoldaşımız diyeceğimiz kişi, çevre ve grupların meseleyi ele alışı bizi ilgilendiriyor, uzaktakiler değil. Bu aslında bizim, devrimci direnişe, devrimci mücadelenin her bileşenine, direnişlerin her biçimine odaklanmak gerekir görüşümüze de uygundur.

İşi kolaylaştırmak için, maddeler şeklinde tartışmak istiyoruz.

1

Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin artan toplumsal niteliği ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Kapitalist üretim, gün be gün, kapitalizm geliştikçe, herhangi bir metanın üretimini, tek tek işçilerin emeğinin sonucu olmaktan çıkartır ve onun toplumsal niteliğini öne çıkartır. Bir ayakkabıyı bile üretmek, binlerce, on binlerce işçinin ortak emeğinin yer aldığı üretim sürecinin sonunda ortaya çıkar. Bir yandan deri sektörüne, diğer yandan iplik sektörüne vb. bağlıdır. Tek bir metanın üretimi, işçilerin ortak toplumsal emeğinin içinde yer aldığı bir süreçtir.

Ve bu toplumsallaşma, sermayenin daha ucuz emek cennetleri olan ülkelere kaydığı zaman, ortaya çıkan uluslararasılaşma sürecini de içine alır. Bugün, tek bir metanın üretimi, birden fazla ülkede işçilerin ortak emek sürecinin sonucu olmuştur.

Ve bu toplumsallaşma ile tezat olarak, mülk edinme, özel karakterde kalır. Üretilen metalar, sermaye sahiplerinin malları olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda daha az kapitalistin elinde toplanır.

Üretimin toplumsal niteliği ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki bu çelişki, bizim emek-sermaye çelişkisi dediğimiz şeyin kendisidir. Emek sermaye çelişkisi, kapitalist üretimin bu karakterinden gelir.

Bu aynı zamanda, daha çok insanın işçi olarak üretim sürecine girmesi de demektir. Bu daha yoğun ve daha yaygın sömürü de demektir.

Mülk edinmenin özel karakteri ile, üretimin artan ve gelişen toplumsal niteliği arasındaki çelişki, gerçekte, kapitalist sistemin yıkılması ile sonuçlanır. Üretim toplumsal bir süreçtir ve bu nedenle, bir önceki ya da daha önceki üretimlerin sonucu ortaya çıkan makinalar, şimdi üretim araçları olarak “sermaye” görüntüsünde yeni üretim sürecine girerler. Emek ürünü olan bu makinalar, kapitalistlerin elinde cansız emektirler ve canlı emek emmek, canlı emeği sömürmek için devrededirler. Yani, kapitalist “para”ya sahip olduğu için, sadece bundan dolayı değil, bu para ile üretim araçlarının sahibi olarak ortaya çıktığı için, işçileri sömürür. Ve onları üretim aracı yapan sistem, içinde kapitalist devleti de içeren, kapitalist toplumun, daha genel söylersek, sınıflı toplumun varlığının sonucudur.

Bu noktanın iyi kavranması gerekir.

Emek-sermaye çelişkisi üzerine dururken, basit bir “sevgi” ilişkisi tarif edilmiyor. İşçiler patronları, psikolojik vb. nedenlerden dolayı sevmemezlik yapmıyorlar. Mesele açıktır. Kapitalist, sermayenin insan hâline girmiş biçimidir. Kapitalist, sermayenin isteklerine uygun olarak davranır ve bu durum onun temsilcilerinin kişilik özelliklerini belirler. Karakterini veren şey, sermayenin kendisidir.

Daha önceki emek sürecinin ürünü olan, örneğin bir tekstil makinası, şimdi, işçilerin canlı emeğini kullanıp ondaki artı-değeri sızdıracak bir hâle, sermaye hâline girer. Bu da sınıflı bir toplumun varlığını şart koşar. Devleti de içinde.

Kapitalist, kişilik hâline gelmiş sermaye olarak, işçileri değil, onların canlı emeğini “çok sever.” Bu sevgi, işçilerin canını çıkartmaya varır çünkü işçideki canlı emeği sömürmenin gereğidir bu.

Üretimin toplumsallaşması geliştikçe, aslında zaten toplumsal üretimin sonucu olan ve şimdi karşımıza sermaye olarak çıkan makinaların, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesini “talep eder.” Yalnız, bunu ancak ve ancak, devrimci işçi sınıfının ağzından, mevcut sömürü sistemini koruyan kapitalist devlete karşı açık bir mücadele içinde talep eder. Yani, üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyete son verilmesinin nesnel temelini oluşturur ve bu durum, işçi sınıfının iktidarı alması ile sonuçlanana kadar sürer.

İşçi sınıfının devrimci rolünün kaynağı buradadır.

Kapitalist toplumun iki temel sınıfı vardır. Biri kapitalistlerdir, diğeri işçi sınıfıdır. Üretimin toplumsallaşması ve mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki, aynı zamanda, toplumun daha geniş kesimlerinin işçi hâline getirilmesini zorunlu kılar. Kapitalist üretim, aynı zamanda, işçi sınıfını ve kapitalist sınıfı yeniden üretir.

Bu iki sınıftan kapitalist sınıf, eğer işçiler yoksa, var olamaz.

Bize “elveda proletarya” diye nutuk atanlar, aslında işçiler yoksa zaten kapitalistlerin de var olamayacağı gerçeğini hokkabazca atlarlar. Teknik gelişmeler, siber teknik, robotlar vb. eğer işçi sınıfını yok ediyorsa, demek ki kapitalistleri çok daha fazla yok etmiş olmalıdır. Bu durumda, “elveda proletarya” tezleri ile bilim cakası satanların, önce kapitalist sınıfa elveda demeleri gerekirdi. Ama öyle yapmıyorlar. Çünkü onlar, burjuva sınıf adına, kapitalist sınıf adına bir ideolojik mücadele yürütmektedirler ve amaçları, işçi sınıfının devrimci öncü rolünü reddetmek, onu devrim yolundan vazgeçirmektir.

Oysa işçi sınıfının varlığı, başka bir sınıfın varlığına bağlı değildir. Emekçi, sermaye sınıfı olmadan da var olur, üretmeye devam eder ve eğer kendisi bizzat üretim sürecinin ve toplumun yönetimini devralırsa, tüm sınıfları, bu arada kendisini de yok etmeyi başarabilir. Öyle ya, karşıtı olarak kapitalist yok ise, işçi sınıfının varlığından bir sınıf olarak söz etmenin de anlamı kalmaz.

Demek ki, kapitalist sınıfın, onun ideologlarının birincil önceliği, işçi sınıfının bu devrimci rolünü kavramasını önlemektir.

Kapitalizmin keskinleşen çelişkisine rağmen, işçi sınıfı ve onun devrimci örgütleri, bu sürece hazırlanmaz ve iktidarı almanın strateji ve taktiklerini geliştiremezlerse, işte o zaman kapitalist sistem yaşamaya devam edebilir.

2

İşçi sınıfının kapitalist sınıfa, kapitalizme, kapitalist topluma karşı mücadelesi, tek boyutlu değildir.

Kapitalist sınıf, aslında kapitalist toplumun sahibidir. Bu sahiplik, gerçekte, onların siyasal örgütlenmesi ile sağlanır ve kapitalist toplum onların egemen olduğu toplumdur. Kapitalist toplumun egemeni olan burjuva sınıf, kendi çıkarlarını, ulusal çıkarlar olarak ifade eder ve bunu topluma kabul ettirir. Bunun için, devleti vardır. Bu egemenlik, kültürel alanda da vardır.

İşçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki savaş, gerçekte, işçi sınıfının, kapitalist topluma karşı savaşımıdır.

Bu savaşım, salt ekonomik bir savaşım değildir. Bu savaşım, ekonomik, siyasal ve ideolojik bir savaşımdır. Ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımının bu üç biçimi, aslında bir bütündür.

Sınıf savaşımının ekonomik biçimi, daha günlük ve daha çok kendiliğinden bir mücadeledir. Yani, işçiler kendi ekonomik ve sosyal haklarını almak, geliştirmek vb. için, örgütlülük düzeyi ne olursa olsun bir mücadele yürütürler.

Onların bu ekonomik mücadelesi, sadece orada kalsa bile, burjuvazi bu savaşıma karşı, ekonomik, siyasal, askerî, ideolojik, kültürel, yani her açıdan bir mücadele yürütür. Ve bunu, birçok burjuva örgütlenmenin yanısıra, esas olarak en gelişmiş burjuva sınıf örgütü olan devlet ile yaparlar.

En “demokratik” hâli ile burjuva devlet, burjuvazinin işçi sınıfını bastırma, topluma kendi çıkarlarını dayatma aracıdır, işçi sınıfını bastırma aracıdır.

İşçi sınıfının bu devlete karşı mücadelesi, salt ekonomik bir mücadele ile sınırlı kalırsa, asla zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi de, ekonomik, siyasal, ideolojik bir mücadeledir. Bu yönlerin tümü, sınıf savaşımı denilen şeyin kendisidir.

Ekonomik mücadele sınıf mücadelesinin en basit, en temel, günlük biçimidir. Oysa bu mücadele, mutlaka siyasal ve ideolojik biçimlerle birleşmelidir. Nasıl ki, “ekonomik mücadele sınıf mücadelesi değildir” dersek hata edersek, aynı biçimde, siyasal ve ideolojik mücadeleyi ekonomik mücadelenin uzağında tanımlarsak da doğru bir şey yapmamış oluruz. Yani “ekonomik mücadele” ve sınıf mücadelesi diye bir ayrım yapmak yerinde olmaz. Bunun tümü bir aradadır. Ekonomik mücadele, her koşulda sürer. Ama siyasal ve ideolojik mücadele, daha gelişmiş örgütlülükler gerektirir. Sendikalar, bu sınıf savaşımı içinde ortaya çıkmıştır ve işçi sınıfının temel olarak ekonomik-demokratik mücadelesi için işlev görürler. Bu açıdan düzen içi örgütlenmelerdir. Ancak bu mücadele eğer, siyasal ve ideolojik mücadele ile birleşmezse, alabileceği sonuçları dahi alamaz hâle gelir.

Bu nokta bizim ülkemiz için oldukça önemlidir.

3

12 Eylül, bir karşı devrimdir. Devrimci hareketin iktidarı alma iradesini geliştirememesinin bedelidir. Devrimci hareket, iktidarı alma perspektifini, günlük mücadelesinin bir parçası hâline getiremeyince, egemenler, askerî bir darbe ile, süreci kontrolleri altına almayı başarmışlardır.

İşçi hareketi açısından bu nokta önemlidir.

Sendikaların, en gelişmiş işçi sendikalarının dahi, işçilerin elinden alınıp, sendika mafyası olarak örgütlenmesine neden olan süreç, aslında işçilerin siyasal ve ideolojik olarak devrimci mücadeleden kopartılmaları ile başarılmıştır.

Önce işçi sınıfının devrimci örgütleri yenilmiş, ardından öncüsüz kalmış olan işçilerin sendikaları da ellerinden alınmıştır.

Siyasal ve ideolojik alanda meydana gelen erozyon, işçi sınıfının ekonomik örgütlenmelerine, aynı anlama gelmek üzere günlük mücadelelerine dahi sahip çıkamaz hâle gelmesine neden olmuştur.

Devrimci hareketin, bu yenilgi sürecini sokaklarda, barikatlarda yaşamaması, yeterli direnişi gösterememesi ayrı bir konudur ve doğrusu bu yazının konusunu aşmaktadır. Bu konuda, Kaldıraç Hareketi’nin analizleri, rahatlıkla ulaşılabilir durumdadır. Meraklıları bu analizlere bakabilirler ve dahası mutlaka bakmalıdırlar. Devrimci dostlarımızı bu konulara bakmaya davet etmek, aslında bizim için kaçınılmaz bir çağrıdır. Ve bu konudaki analizlerimizin ilgili yerlere ulaşmamış olması hâli varsa, bunu açıkçası kendi eksiğimiz olarak görürüz.

4

TC devleti, önümüzdeki yıl, Cumhuriyet’in 100. yılını doldurmuş olacak. TC devleti, daha ilk günden kurulurken, ateşleri içinde doğduğu mücadelenin gereklerine göre, ileri bir burjuva bilinçle doğmuştur. İki etken, burjuvazinin ve onların bağlı olduğu emperyalist efendilerin ustaca bertaraf ettiği iki süreç iyi anlaşılmalıdır. Bu, TC devletinin doğuş ve şekillenme sürecidir. İlki, Ekim Devrimi’dir. TC devleti, emperyalist efendilerin kontrolünde, Ekim Devrimi’nin yayılmasına karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiştir. İkincisi, savaşın içinde gelişen anti-işgal direnişin burjuvazi tarafından kontrol altına alınmasıdır. Anti-işgal hareket, anti-emperyalist bir bilince erişmeden, burjuvazi tarafından boğulmuştur. Bugünden o günlere, “kurtuluş savaşı” günlerine baktığımızda, sahip çıkılacak her şey, halkın anti-işgal mücadelesidir. Ve fakat bu mücadele anti-emperyalist bir karakterde olsa da anti-emperyalist bir bilince yükselemediği için kolaylıkla yenilmiştir. TC devletinin halkların imhası ve inkârı, işçi sınıfının inkârı, anti-komünizm üzerine yükselmesi aslında bu iki sürecin, dışarıdan savaşa son veren ve işçi sınıfının önderliğinde yeni bir dünyanın kurulmasına olanak tanıyan Ekim Devrimi’nin ve içeride de halkın anti-işgal direnişinin bastırılması amacı ile bağlıdır.

Buradaki burjuva bilinci doğru görmek ve anlamak gerekir. İleri bir sınıf bilincidir bu. Ve bunun arkasında, Ekim Devrimi’ne kadar dünyayı aralarında yeniden paylaşmak için savaşa tutuşmuş olan emperyalistlerin, Ekim Devrimi korkusu ile savaşın rotasını değiştirmeleri bilinci yatmaktadır.

Bu açıdan TC devleti, yeniden emperyalizme bağlanmış, sömürgeleşmiş bir devlettir. Emperyalist efendilerden bağımsız bir burjuva egemenlik yoktur burada. Ve bu daha en başından Takrir-i Sükûn yasalarında kendini açıkça ortaya koymuştur. Bu andan başlayarak adım adım, emperyalist egemenlik yeniden güçlenmiş ve şekillenmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonunda faşizme karşı kazanılan zafer, kapitalist-emperyalist dünyada, ABD hegemonyasının oturtulmasını sonucunu da vermiştir. Bu ABD hegemonyası, IMF, Dünya Bankası, doların egemenliği gibi ekonomik organizasyonların yanında, NATO gibi siyasal ve askerî organizasyonların ortaya çıkması ile tahkim edilmiştir.

Bu tarihten başlayarak, TC devleti yeniden organize edilmiştir.

Konumuz olduğu için, sendikalara bakmalıyız. Diğer değerlendirmeler, meraklıları için Kaldıraç Hareketi’nin belgelerinde yer almaktadır.

Bugün Ukrayna sürecinden anlıyoruz ki NATO, önce bir ülkeye giriyor, sonra resmî hâle gelerek ülkeyi NATO üyesi yapıyor. Ülkemizde bu süreç 1945 ile başlar. Ve Türkeş de içinde bazı askerlerin özel eğitime alındığı ABD süreçleri 1946’da başlar. Ama TC devleti, NATO’ya 1952’de alınır. Kore’ye asker gönderme karşılığı da alınarak, Türkiye NATO üyesi olmuştur.

Aynı dönemde Türk-İş kurulmuştur.

İşçi sınıfının gelişmişlik düzeyi, 1900’lerin başlarındakine göre daha ilerde idi. Ve gelişmiş burjuva bilinç, emperyalist efendilerinin kontrolünde, Türk-İş’in kurulmasında da kendini göstermiştir. Bunu yapmamış olsalardı, gerçek anlamda bir sendikal hareket ortaya çıkacaktı; burjuvazi ön almıştır.

Demek ki, sadece Hak-İş değil, öncesinde Türk-İş de devlet eli ile kurulmuştur.

1960’larda sınıf mücadelesi, DİSK’i ortaya çıkarmıştır. DİSK’in önemi de buradan gelmektedir. DİSK, gerçek bir işçi sendikası olarak ortaya çıkmıştır. 15-16 Haziran Direnişi, bu gelişen işçi hareketinin, siyasal ve ideolojik alanda tüm eksik örgütlenmesine rağmen, bu sürecin ürünüdür. Ve 12 Mart ve 12 Eylül, bu süreci kontrol altına almak, bastırmak amacına sahiptir. Tek amacı bu değildir elbette. Ama biz burada işçi hareketi ile ilgiliyiz.

Öyle ise, DİSK’e sadece sıradan bir işçi sendikası diye bakmak eksik olur. Elbette DİSK bir işçi örgütüdür ve amacı, işçilerin ekonomik ve demokratik sorunlarına sahip çıkmak, bunun için mücadele etmektir. Ama öncesindeki sendikalar, bizzat devlet eli ile kurulmuş olduklarından, hatta Türk-İş’in kuruluşunda bizzat CIA’nın devrede olmasından hareketle DİSK’in önemi daha iyi anlaşılmalıdır. 12 Eylül yönetimi ve TC devletinin DİSK’e karşı tutumunu buradan hareketle anlamak gerekir.

Diyebiliriz ki, Türk-İş ve Hak-İş aslında devletin örgütlenmeleridir. Hak-İş, ABD’nin Yeşil Kuşak projeleri, komünizme karşı İslam’ın kullanılması ile daha doğru bir yere oturtulabilir. Ama bu durum, Türk-İş’in temize çıkarılmasını sağlamaz.

Elbette biz, tek tek sendikaların olumlu gelişimini yok sayma niyetinde değiliz. Daha çok, burjuva bilincin, devlet eli ile sendikacılığa müdahalesinin anlamı üzerinde duruyoruz.

12 Eylül sonrasında bir yandan DİSK biçilmeye çalışıldı ve diğer yandan ise, sendikal hareket, Türk-İş’in içinden gelişen sendikal arayışları da durdurmak üzere, yeniden örgütlendi. 12 Eylül hukuku, aslında sendika mafyasının egemen hâle gelmesini sağladı. Sendika mafyası, sadece işçi hareketi içinde bir uzlaşmacı kanal ile sınırlı değildir. Elbette sonuçta “sarı sendikacılık” ile aynı yere çıkar. Ama ülkemizde bu süreç çok farklı gelişmiştir. Bunu doğru kavramak, sendikal mücadele kadar, sınıf savaşımının tüm biçimleri açısından önemlidir.

Yukarıda vurguladık, sınıf savaşımının ekonomik, siyasal ve ideolojik biçimleri vardır. Bunlar birbirinin içine de girmiş, bütünlüklü süreçlerdir. Ama eğer biz sendikal hareketin gelişimini doğru anlamazsak, siyasal ve ideolojik mücadeleyi olduğu kadar sendikal mücadeleyi de doğru ele almış olamayız.

Sadece bir örnek olsun; bugün eğer Saray Rejimi’nin ekonomik politikasını anlamazsak, Saray Rejimi’ni doğru anlamazsak, sendikal mücadeleyi, işçilerin ekonomik ve demokratik hakları için yürüttüğü mücadeleyi de doğru anlayamayız. Mesela yağma-rant ve savaş ekonomisinin “savaş ekonomisi” vurgusunu unutursak, en sıradan bir talebi, mesela güncel olan asgarî ücret meselesini bile doğru anlayamayız. Savaş ekonomisini yokmuş gibi ele almak, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”ni anlamamak demek olur.

Bu nokta, Birleşik Emek Cephesi’ni (BEC) doğru anlamak için de gerekli ve zorunludur. Görüldüğü gibi, sınıf mücadelesinin ekonomik ayağını anlamak için de, siyasal ve ideolojik mücadeleyi doğru yürütmek gerekiyor.

5

2022 sonunda, toplumun en kalabalık sınıfı işçi sınıfıdır. Nüfusun 85 milyon olduğu varsayılmaktadır. Yaklaşık 21 milyon aile demektir bu. Bu 85 milyonun, 64,5 milyonu çalışabilir nüfustur. Yani, çocukları, öğrencileri, çok yaşlıları düşerek bu rakama ulaşılmaktadır. Bu 64,5 milyon çalışabilir nüfusun 32,6 milyonu kadındır ve 31,9 milyonu erkektir.

Kadınların, yani 32,6 milyon kadının, 5,9 milyonu, kayıtlı çalışmaktadır.

Biliniyor, kırsalda çalışan kadınlar, çalışıyor sayılmazlar. Oysa emekçidirler.

Biliniyor, modern şehir yaşamının köle-hizmetçileri, temizlikçi ve bakıcı kadınlardır ve bunların da çok ama çok büyük bir kesiminin kayıtlı çalışmadığı biliniyor.

Kayıtlı çalışma, elbette bir kurumda sigortalı olmak, sosyal güvenceye sahip olmak olarak da tanımlanabiliyor.

Kayıtlı olduğu hâlde, sigortası yattığı hâlde çalışmayan insanlar da vardır ve bunlar hesaplamanın dışında bırakılabilir.

Kaba hesap 6 milyon kadın çalışana, bir o kadar da kayıtsız çalışan eklemek gerekir. Ucuz kadın emeği, toplumumuzun bir gerçeğidir.

Bunun üstüne, kendi evini çeviren kadınlar da hesaba katılabilir. Ama biz bunu bir yana bırakalım. Çünkü artık pek çok evde, kadınlar, ev işleri dışında da çalışmak zorunda kalmaktadır.

Erkek nüfusun içinde, yani çalışabilir 31,9 milyonun içinde, 15,4 milyon kayıtlı çalışan vardır.

Burada da, yani erkekler içinde de, kayıt dışı çalışma söz konusudur ve oldukça yaygındır. Bu konuda, kayıt dışı istihdam konusunda maalesef tam veriler yoktur.

İşte sendikacılığın geri olmasının bir sonucu da budur. Sendikalar, bizzat kendi iş kolları üzerinden, kayıt dışı çalışan sayısını hesaplayabilir ve emin olun ki, bu hesaplamalar, TÜİK gibi bir yalan makinasınınki ile kıyaslanmayacak kadar gerçekçi olurlar.

Kanımızca, çalışabilir nüfusun 30-32 milyonu, işçi olarak çalışmaktadır, kayıtlı ve kayıt dışı.

Bu kadarla sınırlı değil.

Çocuk işçiler, 4 milyonu aşkın bir rakama ulaşmaktadır.

Dahası var, işsizler de işçi sınıfının bir parçasıdır, yedek sanayi ordusudur ve en azından bugün işsiz rakamları 10 milyonu geçmiş durumdadır. Hatta birçok hesaplama bizi 15 milyon rakamına götürmektedir. Böylece işçi sınıfının toplumsal ağırlığı ortaya çıkmaktadır. Fizikî olarak toplumun %75’ine ulaşmaktadır.

Elbette emeklileri de bunun içine koymak gerekir. Böylece, işçi sınıfının fizikî ağırlığı ortaya çıkmış olur.

Şimdi, sendikalı işçi sayısına bakılabilir. Bu çok küçük bir orandır, %15’e ulaşmamaktadır ki, bu da sadece kayıtlı işçilerin içindeki orandır. Kayıtsız işçiler vb. hesaba katılıp da, işsizler hesap dışı tutulsa bile, bu rakam yüzde 8-10 arasına inmektedir.

12 Eylül’ün hemen arifesinde, bugünkünün üçte biri oranında bir işçi sayısı olduğu hâlde, sendikalı işçi sayısı 3 milyonu geçmekteydi. Bugün sendikalı sayısı hâlâ aynı gibidir ve işçi sınıfı büyüklük olarak, nicelik olarak 3’e katlanmıştır. Demek ki sendikalılık oranı, sendikalaşma oranı üçte bire düşmüştür.

Bunun ana nedeni, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin ya da devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin zayıflığı, başka bir deyişle işçi sınıfının burjuva partilerin kuyruğuna bilfiil takılmış olmasıdır.

Bu nokta oldukça önemlidir.

Bugün işçi hareketinin ana sorunu sendikal hareketin, sendikalaşma oranının geri olması değildir. Bu elbette bir gerçektir. Ama ana sorun, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin zayıflığıdır ve başka bir deyişle, işçi sınıfının devrimci harekete uzaklığıdır, siyasal mücadele alanına kendini bir sınıf olarak ortaya koymamasıdır.

6

Örgütlülük ne kadar zayıf ise, işçi sınıfı içinde burjuva etki o kadar kuvvetlidir.

Bu burjuva etki, kendini sadece din veya ulusalcılık şeklinde ortaya koymaz. Milliyetçilik ve din, egemen sınıfın ülkemizde sürekli kullandığı ideolojik rıza üretme araçlarındandır. Ama burjuva etki sadece bununla sınırlı değildir.

İşçiler arasındaki rekabet, gerçekte burjuva etkinin, örgütsüzlüğün, siyasal tutum eksikliğinin doğrudan sonucudur ve baş edilmesi gereken sorunların başında gelmektedir.

Egemenler, işçileri sürekli bölüp parçalayarak yönetmektedirler. Bu bölüp parçalama işinin başında, işsizlik koşullarının üzerine yükselen, işçiler arasındaki rekabet gelmektedir.

Rekabet, açlar dünyasına aittir.

Rekabet, kapitalist sömürünün, eşitsizliğin ve adaletsizliğin gizlenmesi için büyük olanaklar sunmaktadır.

Yedek sanayi ordusu, yani işsiz nüfus ne kadar kalabalık ise, işçilerin işi kapma ve daha ucuz ücretle, daha kötü koşullarda çalışmaya razı olma durumları o kadar gelişmektedir.

Bu nedenle, biz sosyalist devrimciler, bu rekabete karşı hareket etmek zorundayız.

İşçilerin yoksul olduğu bir gerçektir. Ama yoksul olmak, işçi olmakla eş anlamlı değildir. İşçi, en başında bir sınıfın üyesidir. Toplumun en altında yer alan evsizler, yurtsuzlar vb. birçok işçiden çok daha yoksuldurlar. Ama onlar üretimden uzaktır ve bu nedenle, mücadele disiplinleri de gelişmiş değildir. Bu nedenle bunlara “lümpen proletarya” deriz. Bu kesimler, güce göre eğilip bükülmek konusunda daha “yetenekli”dirler. Oysa onların geleceği de, işçi sınıfının geleceği ile eştir. Kapitalizmin onlara sunacağı şey, açlık, evsizlik, yurtsuzluktur.

Devrimciler, işçi sınıfının yoksulluğu arttıkça, onun daha devrimcileşeceğini varsayamaz. Bu doğru değildir. Yoksulluk, açlık, işsizlik, elbette nesnel olarak mücadeleyi sertleştirebilir. İyi ama örgütsüzlük yaygın ise, bu sonuç ortaya çıkmaz.

İşçi sınıfı, toplumun en yoksulu değildir. İşçilerin kaybedecek bir şeyleri olmaması, aslında, onların üretim araçlarının sahibi olmamaları ile, kendi emek güçleri dışında bir şeye sahip olmamaları ile bağlantılıdır.

Kapitalist mekanizmalar, bazı dönemler, çeşitli mekanizmalarla işçileri borçlandırmaktadır. Borçlanmış işçi aileleri, hem işini kaybetme korkusu ile daha da sıkışmakta, korkaklaşmaktadır hem de kendince kurduğu geleceğini kaybetme korkusu yaşamaktadır. Oysa, bu borçlanma süreci, aslında onun için bir gelecek değil, bir hayaldir. Bankalara borçlanan işçiler, gelirlerinin bir bölümünü bankalara kaptırmaya başlarlar ve içine düştükleri kısır döngü, onları yıkıma götürmektedir.

Bir işçinin, yoka yakın parası ile borsa oyunlarına girmesi, kumara alışması, aslında geleceksizlik açmazının bir sonucudur. Burada bir işçiye gülen “talih”, diğerlerinin karşısına bir boyun kemendi gibi çıkmaktadır.

Buradan da anlaşılacağı üzere, işçi sınıfı, gününü, anını kurtarma yarışına saplandığında, siyasal bilinci gelişmemiş olduğunda, açmazını daha da büyütmektedir. Böylece, milyonlarca işçi için, ağır bir yazgı yazılmış olmaktadır. Bu durumlar olmamış olsa, “fıtrat”, “kader” gibi sözlerle iş cinayetlerinin savunulması bu kadar fütursuz gerçekleşmezdi.

İşçilerin ekonomik mücadeleleri için bile sendikal örgütlenmeleri zayıftır. 1,4 milyon işçi toplu sözleşmeden yararlanmaktadır. Bu toplu sözleşmelerde de çoğunlukla işçiler, devlet ve patronlara satılmaktadır.

7

İşçi hareketinin en başta gelen sorunu, siyasal örgütlenmenin zayıflığıdır. Devrimci sosyalistler, işçi sınıfı içinde etkin, örgütlü olmak zorundadır. Başka türlü işçi sınıfının sağlıklı bir sendikal mücadele yürütmesi de mümkün değildir.

Şu görüş sorunludur: İşçiler önce sendikal örgütlenmelerini geliştirecek, sonra siyasal örgütlüğün içine girecekler. Bu, hayata “aşamalı bakma” anlayışıdır. Ünlü aşamalı devrim teorileri gibi yanlıştır. Tersine, sendikal örgütlenme, siyasal örgütlenme, ideolojik mücadele, hepsi birlikte, ama eşitsiz gelişir. Yasa budur; bileşik ve eşitsiz gelişim.

Yani, işçiler hem devrimcileşecek hem de devrimcileştikçe, daha etkili sendikal mücadele gelişecek. Daha etkili sendikal mücadele, ülke genelinde işçilerin sendikalaşmaya meyletmelerine yolu açacaktır.

Bu nedenle, bugün, sendikal çalışmanın önemine vurgu yaparken biz, sendikal çalışmayı tek çalışma olarak ele almıyoruz. Bu nedenle, Birleşik İşçi Kurultayı gibi, ara örgütlenmeleri de öne çıkartıyoruz. Elbette, nihayetinde, işçiler her fabrikada, her işyerinde, yasal sınırlara hiçbir zaman sığmayacak devrimci örgütlenmeler de geliştirmek zorundadırlar.

Devrimci işçiler, sendikal alanda ellerine olanak geçtikçe, ele aldıkları sendika şubelerini, sendikanın bütününü, gerçek bir işçi sendikacılığı örneği ortaya koyacak tarzda çalışmak zorundadırlar. 12 Eylül’den bu yana 40 yılı aşkın bir zaman geçti ve o günün işçilerinin deneyimleri, artık, insan vücutlarında taşınmıyor. Bugün işçilerin çoğunluğu, 12 Eylül öncesindeki gibi bir deneyime sahip değildir. 15-16 Haziran deneyimine sahip değildir. Hatta, birçok işçi, Gezi Direnişi’nin bile dışında kalmıştır. Elbette konu Gezi Direnişi olunca, içinde yer alan işçi sayısı da bir hayli kabarıktır. Ama bu katılımlar, sendikal düzeyden çok bireysel gerçekleşmiştir. Buna rağmen bu önemli bir deneyimdir.

Devrimci işçiler, sadece sendikal alana sıkışan, sadece orayı hedefleyen, “sendikal çalışma yapmayan işçi siyasal çalışma yapmaz” diye düşünen bir hatla mücadeleyi geliştiremezler. Elbette ki, insanların kendi ekonomik, demokratik sorunlarına ilgisiz olması bir sorundur. İyi ama, eğer bir işçi sendikal alanı yıkmanın, orada gerçek bir işçi sendikacılığı örneği ortaya koymanın zorluğunu görüyorsa, o işçinin siyasal mücadeleye atılmayacağını nereden çıkartıyoruz? Belki işçiler, daha ileri bir çıkış yolunun arayışındadır. Her eylemde, TOMA karşısında dağılmak zorunda kalan kalabalıklar, bunda ısrar ettikçe, TOMA’ları devirme yollarını da bulacaktır. Ve o gün, TOMA karşısında etkisiz kaldığını düşündüğü için kenardan seyredenlerin bir bölümü, mücadeleye büyük bir coşku ile katılacaktır.

Gelişim eşitsiz ama bileşiktir. İleri ve geri düşüşleri olmayan bir mücadele yoktur. Bugün sendikal alanda çalışmak, neredeyse, illegal bir örgütlenme yapmak gibidir. Aslında değildir elbette. Buna bakarsak, sokak gösterilerinin her biri anayasal haktır. Ama hiçbir gösteriye izin verilmemektedir. Nasıl ki, izin almaya gerek duymadan sokaklara çıkmak gerekiyorsa, sendikal mücadeleyi de sadece yasalar içinde bir mücadele olarak ele almamak gerekir.

Evet, gelişmiş örneklerle, gerçek bir işçi sendikacılığı ortaya koymak, çok büyük bir öneme sahiptir. Bunu yapmak, büyük bir hamle demektir.

Ama birçok yerde, işçi eylemlerinin kendisi, işçilerin öğretmenleri olmaktadır. Hem yeni mücadele biçimleri gelişmekte hem de var olan sendikal anlayışları aşan tutumlar ortaya çıkmaktadır.

Bizi her seferinde satan Türk-İş veya Hak-İş’in üye sayısını geliştirmesi saçma olurdu.

Biz devrimci işçiler, hem en geri sendikanın içinde örgütleneceğiz hem fabrikalarda örgütleneceğiz hem de Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler geliştireceğiz. Ve bunları yaparken, siyasal ve ideolojik mücadeleyi asla ve asla unutmayacağız.

8

Bugün hem dünyada hem de ülkemizde işçi sınıfının mücadelesi gelişmektedir. Kapitalist sistem, insanlık için bir yıkım olarak ortaya çıktıkça, insanlar, buna aydınlar da dahil, gözlerini işçi sınıfına çevirmektedir.

Eğer elinize İşçi Gazetesi’ni ya da Kaldıraç’ı ya da başka bir işçi gazetesini alırsanız, bir aylık bir sürede gerçekleşmiş eylemlerin derlenmiş hâlini görünce şaşıracaksınız. Bunun nedeni, bu eylemleri günlük yaşantınızda duymuyor olmanızdır. Herkes, neredeyse sadece kendi içinde olduğu eylemden haberdardır, daha ilerisi yoktur.

İyi bir işçi sendikası, her ay işçi eylemlerini, niteliği ne olursa olsun duyurmak zorundadır.

İşçi Emekçi Birliği’nin geçen sene Ekim-Kasım ayında gerçekleştirdiği eylemin nasıl sendikaları, işçileri harekete geçirdiğini hatırlayalım. Oysa İşçi Emekçi Birliği, daha yeni yeni adımlar atmaktaydı. Bunun sürekliliğini sağlamak, elbette başlatmak kadar önemlidir.

Biz devrimci işçilere, daha uzun soluklu bir mücadele perspektifi gereklidir. Bu nedenle, İşçi Emekçi Birliği, oldukça önemlidir. Tümü ile pratik gereksinimlerden doğmuş olsa da, çok değerlidir.

Burjuva basının karartma politikaları, işçi eylemlerini, başka eylemleri, kadın veya öğrenci eylemlerini, çevre eylemlerini duyulmaz hâle getirmektedir. Bunu aşmak için sadece sosyal medya üzerinden bir etkinlik yeterli değildir. İşçilerin başka işçilere ulaşması, fizikî olarak, yüz yüze onlara yaşadıkları deneyleri aktarması, büyük bir adım olur. Bunu küçümseyen, gerçekte burjuva basının karanlığı içinde kalmaya razı tutum almış olur.

Her işçi kendi sendikasından, açıkça aylık, haftalık eylem bültenleri yayınlanmasını istemelidir. Sadece o sendikanın yaptığı eylemlerin dökümünden söz etmiyoruz, ileri ya da geri, “iyi” ya da “kötü” her işçi eyleminin, her direnişin, sendikaların bültenlerinde açıktan yer alması gereklidir. Bunu sendikalarda talep etmek gereklidir ve mümkündür.

Her işyeri cinayetini, açık ve net bir dille, detayları ile ortaya koymak gereklidir.

Başka bir yolla, bu eylemlerden, işçi sınıfının öğrenmesi mümkün değildir.

Sendika şubelerinde, her hafta, her ay, gerçekleşen eylemlerin üzerine sohbetler yapılmalıdır. Bu, öyle yabana atılacak bir iş değildir.

9

Ve elbette, işçiler, sadece kendi eylemleri ile, kendi yaşadıkları ile sınırlı bir tutum alamazlar. Ülkede süren iç savaş, gelişen her türlü çevre, kadın ve öğrenci eylemi, Kürt halkına karşı uygulanan kıyımlar vb. iş cinayetleri, işçi intiharları, kadın cinayetleri işçilerin gündemi olmalıdır.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin öncüsüdür. Buna uygun davranmak zorunluluktur. Biz, eğer öğrencilerin eylemine sessiz kalırsak, biz eğer kimyasal silah kullanımına karşı sessiz kalırsak, kendimizi de örgütleyemeyiz, toplumu da örgütleyemeyiz.

İşçi olmak, emekten yana olmak, günlük olarak sisteme karşı mücadele ile ilgili olmakla da bağlantılıdır.

İşte tüm bunlar, mücadelenin sadece bir biçimini değil, her biçimini kullanmayı gerektirmektedir. Sadece ekonomik mücadele yürütmekle yetinirsek, inanın o ekonomik mücadeleyi de istenildiği gibi başarı ile yürütemeyiz.

İşçileri kendi kabuklarının içinde yaşamaya mahkûm etmek, devrimci politika değil, işçi sınıfının mücadelesi değildir.

Bu açıdan yol almak, elbette kolay değildir. Kimse devrimcilere mücadelenin kolayını seçmeyi öğütleyemez. Zaten bunun da bir anlamı yoktur.

Bir anda, kısa sürede, tüm bu sorunların üzerinden gelecek bir sihirli hamle yoktur. Eğer bize mucize lazım diyeniniz varsa, bir dereceye kadar ona katılmamız mümkündür: O mucize emekle, inatla, doğru politik hatta ısrar etmekle, mücadele ile gerçekleşecektir.

Bugün tarihin hızlı aktığı bir dönemden geçiyoruz. Bazan bir ay, bir yıla bedeldir. Bu önümüzdeki günler, böylesi günler olacaktır. Önümüzde, dünya işçi sınıfı için, tüm yeryüzü için oldukça zorlu, bir o kadar da şanlı çıkışlara gebe bir süreç vardır.

Bu sürece hazırlanmak demek, bir-iki konuşma ile sonuç elde etmek demek değildir. Bu yanlış beklentidir.

Birleşik Emek Cephesi (BEC), aslında, işçi sınıfının mücadelesinin doğru hattıdır. Elbette bunu gerçekleştirmek zordur. Ama olanaklıdır.

Mücadeleye daha geniş bir perspektiften bakmak gerekir.

Dünya, sanıldığı kadar büyük değildir. Bugün dünyanın her yerinden işçi eylemleri, direniş haberleri gelmektedir. Bu direnişlerin gelişimi, başka ülkeleri de etkileyecek şekildedir. Bu nedenle, “şurada şu eyleme gelmeyen ile nasıl BEC konuşalım” demek, olumsuz bir abartıdır. Yorgunluk belirtisidir. Oysa mücadele edenler, tüm zorluklara rağmen yorulmayanlardır. Onlarca kere denediğimiz şeyi, tekrar deneyebilmek, aslında devrimci bilincin ürünüdür. Bu devrimci bilince, bu devrimci morale gölge düşürmemek gerekir. Nasıl ki, mücadelenin zorluklarını görmemek ateşle oynamak ise, aynı biçimde sadece bu zorluklara bakarak geri durmak da umutsuzluğa kapılmaktır. Oysa en çok bugün, bu çakal ulumaları, bu katliamların içinde gelişmekte olan gelecek güzel günleri görebilmek önem taşımaktadır.

Büyük bir cesaretle, işçi sınıfına, özellikle de genç işçilere, gerçekleri açıklamak gereklidir. Buradan geri durmadan, çıkış yolunu, devrimci yolu, BEC yolunu göstermek gerekir.

BEC, sadece bir araya gelmekle sınırlı değildir. BEC, aynı zamanda işçilerin gözlerini devrime dikmelerini de istemek demektir. Ve elbette BEC, ne başka örgütlenmelere engeldir, ne de her siyasal grubun kendi örgütlenmesinin önünde bir engeldir. İkisi de değildir. BEC, uzun soluklu çıkış yoludur. İşçi sınıfının toplumsal öncülüğe soyunmasının da yoludur.

Direnişler gelişecektir. Bugün bunu durdurmaları mümkün değildir. İşçi ve emekçiler gelişmiş bir örgütlülükten yoksun olmalarına rağmen, bu mücadelenin içindedirler. Bu direnişlerin daha örgütlü, daha yaygın hâle getirilmesi, BEC ile mümkündür.

BEC sadece işçilerin birliği demek değildir. Kadın hareketinin, öğrencilerin, avukatların, doktorların, kısacası toplumsal mücadelenin tüm aktörlerinin ortak cephesidir. Sabırla, inatla, bilinçle, emekle örgütlenecektir. Devrime inanç, bu örgütlenmenin temelidir.

İşçi sınıfı ancak mücadele içinde, ancak mücadele ettiği ölçüde, gerçek anlamda sınıf bilincine erişecektir.

Hareket etmeyenin öğrenme şansı yoktur. Seyrederek ancak düşmanın ne denli zalim olduğu gözlenebilir. Oysa bizzat mücadele edenler, o zalimliğin kaynaklandığı korkuyu, egemen sınıfların cennetlerini kaybetme korkusunu görebilirler, anlayabilirler.

Burjuvazinin, egemenin saldırılarının nedeni, artan korkusudur. Yoksa en sıradan bir hak arama eylemine, bu denli vahşice, devletin tüm güçleri ile saldırmaları açıklanamaz. Korkuyorlar. Bu nedenle, her eyleme, basını, copu, TOMA’sı, yargısı, ordusu, polisi vb. ile saldırıyorlar. Bunca yalan, burjuva kalemşörlerin kalemlerinden damlayan kan, aslında işçi ve emekçileri susturmak içindir.

2022 yılının sonuna geldiğimiz şu günlerde, ülkemizde sınıf mücadelesi öne çıkmaktadır. Sınıfların arasındaki savaşımın üzerini örten karanlık da dağılacaktır. Ve kimsenin kuşkusu olmasın ki, mücadele daha da sertleşecektir. Bu nedenle, işçilerin, kadınların, öğrencilerin, çevrecilerin direnişi çok ama çok önemlidir. Ne bu direniş bitecektir, ne de başka ülkelerde ortaya çıkan direnişler bitecektir.

Bu nedenle, telâşa düşmeden, büyük bir güvenle, kararlılıkla doğru ve devrimci rotada yürümeyi, adım adım örgütlenmeyi elden bırakmamalıyız. Mesele ceylan gibi yeryüzünde hareket edebilmekte değil, mesele köstebek gibi yerin altını kazma becerisindedir.

Gezi Direnişi, bir kendiliğinden sosyal patlamadır. Bize, birikmiş öfkenin nasıl bir sele dönüştüğünü göstermektedir. Mesele bunun varlığını bilmek ise, artık bunu biliyoruz. Mesele buradan bir devrimci zafere yürümek ise, işte şimdi örgütlememiz gereken de budur.

İçeride-dışarıda savaş

Ne senaryolar dolanıyor ortalıkta! Her gün, seçimlerin yapılıp yapılmaması, yapılırsa ne şekilde yapılmasının ihtimal dahilinde olduğu, sonuçların nasıl olacağı, devletin ve sarayın yeni bir saldırı dalgasını ne zaman başlatacağı gibi konularda senaryolar yazılıyor. Artık, okuryazar takımı (OYT) doğrudan senarist olmuştur. Zaten, yıllardır var olan bir eğilim, bir “level” atlamıştır, yeni bir düzeydedir. Eğilim şudur: Bizim ülkemizin mesela erkekleri, her futbol maçının antrenörlerinden daha bilgilidir, her hakemden daha doğru kararlar verirler. Bu eğilim, hekimlikte de yaygınlaşmıştır, herkes, tanıdıklarının doktoru gibidir, teşhisi koyar ve ilaçları vardır.

Futbol, sanırım 1971 krizi sonrası, bambaşka bir şeye dönüştü ve en az futbol hâline geldi. Artık futbol, en az futboldur, daha çok paradır, daha çok FIFA mafyasıdır. 1971 rastgele bir tarih değil. Kapitalizmin krizlerinden biridir ve ABD doları çökmüştür. Çünkü ABD karşılıksız para basmıştır ve yakalanmıştır. Nixon TV kanallarına çıkıp, durumu itiraf etmiştir. Karşılıksız para basan ABD, dünyanın hegemon gücü olmayı bırakmak istememiştir elbette. Bu nedenle, “petro-dolar” devreye sokulmuştur. Petrol satışları sadece dolar üzerinden yapılacaktı ve bu dolarlar ABD bankalarına yatırılacaktı. İşte, Katar da o dönem “bağımsız” bir ülke oldu. Bir petrol kuyusu olarak İngiliz kuyusu olmaktan, BM üyeliğine yükseldi ve elbette ABD-İngiltere eksenine bağlı kaldı. Şimdi Dünya Kupası, Kasım ayının 20’sinde Katar’da başlayacak.

Dünya Kupalarının en kanlısı, en pahalısıdır. 224 milyar dolar para harcanmış, 6750 işçi inşaatlarda can vermiştir. Katar’ın milli geliri, yıllık 240 milyar dolardır. Seyirci olsun diye Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerden günlüğü 10 dolar üzerinden insan “ithal” edilmiştir.

İşte futbol, 1971 sonrasında, tam anlamı ile futbol olmaktan çıktı, para aklama, kara para, mafya ilişkiler ağının içine girdi. Yoksa Katar’da Dünya Kupası düzenlemek mümkün olmazdı.

Ve konumuza dönersek, futboldaki bu çürüme, satma ve satın alma işlemleri, insanların da hakemden daha fazla hakem, futbolcudan daha fazla futbolcu olmasının önünü açtı.

Demek bir çürüme, güven kaybı, ardından da inançsızlık, herkesi “konunun uzmanı” yapabiliyor.

Bugünlerde, her TC vatandaşının bir senarist olması, özellikle ülkedeki çürüme ve çöküş ile ilgilidir. Tarih hızlanabilmek için kapitalizmin, bu sistemin Saray Rejimi’nin mezar kazıcısını beklerken, karşımıza OYT tarafından geliştirilen bir senarist kalabalık çıkmaktadır. Hoş, bunun da iyi yanları olsa gerek. Ama yine de vurgulayalım, ihtiyaç duyulan senarist değildir, ihtiyaç duyulan mezar kazıcısıdır, her şeyi bilen değil eyleme girişendir ihtiyaç duyulan, bilgiçlik taslayan değil emektar olup mücadeleye atılandır gereken.

Seçim senaryoları böyle gelişirken, deneyimli her TC vatandaşı da, ciddi ciddi politik uzman kesiliyor. Beyoğlu’ndaki bombalamanın, asla ve asla Soylu’nun dediği gibi olmadığına inanıyor. Kimisi, bu inançsızlığını ortaya koymuyor, çünkü korkuyor, çünkü çıkarı var, ama kimisi gerek bile duymuyor. Yakalanan kadının değil PKK’li olmaması, değil ÖSO içinde ve çevresinde yer alması, Suriyeli bile olmadığını, Kürt olmadığını biliyorlar.

TC devletinin, Beyoğlu bombalamasının ardından, bir saha tarif ederek, saldırılacak alan belirlemeye çalıştığını, sadece ABD bilmiyor. Soylu, Mümbiç, Kobanê demekle kalmıyor, tüm bölgeyi tarif ediyor. Biden’dan izin alan Erdoğan, G20’de kendisi için bir gündem yaratmakla kalmıyor, terör mağduru ülke havasına da bürünüyor. İyi ama kimse bunu yemiyor.

ABD ise, bu sayede, savaşı büyütme operasyonlarını geliştiriyor. ABD, Rusya’nın üzerine gidecek ve savaşı büyütecek her yolu deniyor. Aynı savaşın bir benzeri, ABD’nin çevresinde ortaya çıkmadığı için, ABD kaybetse de, kendisi “yenilmiş” olmuyor. Ukrayna’da NATO yenildi ama bunu kabul etmeleri mümkün değil, zira Savaş Ukrayna’da gerçekleşiyor. Orada gerilediklerinde Suriye’ye yöneliyorlar, olmadı Kafkaslara, olmadı Libya’ya, olmadı Tayvan’a vb.

TC devleti, Saray Rejimi, tüm bunları kullanarak, her fırsatta ABD tetikçiliğini ispat etmeye çalışıyor. Bir yandan ABD’yi saldırıların arkasındaki güç diye lanse ediyorlar, ama öte yandan ondan izin alarak saldırılar organize ediyorlar.

Görülüyor ki, artık içerisi-dışarısı birbirinin çok daha fazla içindedir.

Beyoğlu’nda patlayan bomba, bir yandan Erdoğan’ın elini G20 toplantısında kolaylaştırıyor, diğer yandan içeride seçim tartışmaları için yeni bir sayfa daha açıyor. Artık Beyoğlu, bir açıdan dışarısıdır. Dışarıya mesaj vermek için Saray Rejimi, kendi ülkesinde bombalar patlatıyor. Suriye’den iki füze atar, savaşa bahane hazırlarız taktiği, şimdi içeride iki bomba patlatırız ve dışarıda savaş için hamle yaparız taktiğine dönüyor.

Irak içlerine ve Suriye’ye, İran’a ve Kafkaslara doğru hamleler yaparız ve içeride seçimleri kazanırız da bunun bir başka boyutudur.

Bunların gerçekleşeceği anlamında değildir bu.

Saray Rejimi öyle hamleler yapıyor ki, ne yapsa, kendisi kaybediyor. Ama konumuz zaten bu değil.

Seçim senaryoları, artık kahvehanelerde, her içki masasında konuşulmaktadır. Mesela Almanya’nın, seçimi ikinci turda Erdoğan’ın az farkla kazanması ama parlamentoda 6’lı masanın 400 milletvekilini geçmesi fikrine yakın olduğu söyleniyor. Duymadınızsa eğer, işte duydunuz ve bu kahvehanelerin konusudur. Sadece sizin kahvehaneye henüz ulaşmamış demektir. İyi ama, parlamento ne işe yarar ki? İyi ama Erdoğan’ın elindeki yetkiler böyle mi sınırlandırılır? Almanlar, bu yolla “yumuşak geçiş” yapmayı hayal ediyormuş.

Peki ya Kılıçdaroğlu’nun kazanması ihtimali? Almanların buna da meyletmiş olması gerekmez mi? ABD ve İngiltere ziyaretinden sonra Kılıçdaroğlu, Almanya’ya da gidecektir. Belki o zaman daha iyi görebiliriz, daha çok şey duyabiliriz.

Kılıçdaroğlu, söylentilere göre, birincisi seçimin yapılacağına inanıyor, ikincisi Erdoğan’ın seçime girmesi gerektiğine inanıyor ve üçüncüsü seçim tarihinin 28 Mayıs olacağını ileri sürüyormuş.

Kendisinin kazanacağını eskisine göre daha az bir vurgu ile söylüyormuş. İmamoğlu’nun belki de daha şanslı görünme ihtimali mi arttı?

İşte tam bunların ortasında, Beyoğlu’nda bomba patlıyor. Soylu, Vali’den bilgi alan Erdoğan için biraz geride kalıyor. Öyle ise, bombayı patlatanı, yakında Soylu’nun itiraflarında bulabiliriz. SADAT ve ÖSO bağlantısı çıkarsa şaşmamak gerekir. PKK olmadığını, herkes ama herkes biliyor.

Erdoğan seçimi kazanmak için, işyerlerine krediler dağıtacak, asgarî ücreti 7500 civarına çıkartacak, emekli maaşlarını artıracak vb. deniyor. İyi ama bunları yapmasalar zaten bir sosyal patlama meydana gelecektir. Kaldı ki, Erdoğan bunları yapınca, Saray bu hamleleri gerçekleştirince, işçilerin eline geçen para, ne kadar zamanda eriyecek? Bir ay mı, iki ay mı, üç ay mı? Bu durumda Erdoğan’ın seçimi Mart ayında yapması gerekmez mi? Oysa Kılıçdaroğlu seçim tarihini 28 Mayıs diye vermektedir. Hem yeni seçim yasası Nisan’da yürürlüğe girecek. Sanki uygun gibidir. Öyle ise ekonomik “göz boyamalar”, makyajı çabuk dökülen yaşlı kadınların yüz boyamasına benzemekten öteye geçmeyecek.

Acaba, Beyoğlu’ndaki saldırı sonrası, açık ve net bir tutumla süreci deşifre edemeyen altılı masa, bundan sonra gelecek bombalamalar, suikastler karşısında aynı tutumu almayacak mı? Acaba, altılı masa Irak’a, Suriye’ye, İran’a vb. yapılacak operasyonlar için, Saray Rejimi’nin kolları altına payanda olarak devreye girmeyecek mi?

Kanımızca ABD’nin tutumu, seçimler konusunda belirleyici olacaktır. ABD, tetikçiyi nasıl kullanmak istiyorsa, ona uygun adım atacaktır.

ABD, bugün, dünya çapında hegemonyası çözülmekte olan güçtür. Bu “çözülmüştür” demek değil, ama çözülmektedir. Ve öyle görünüyor ki, bunu “olağan” süreçlerle durdurmak mümkün değildir. Bu nedenle ABD, savaşı, daha da ilerisi bir dünya savaşını dayatmaktadır.

Ukrayna’daki operasyonlar, bir kukla ile neler yapılabileceğini göstermektedir. Zelensky, tam anlamı ile bir ABD-NATO kuklasıdır. İngiliz ve ABD ortak operasyonları ile, hem Almanya ve Fransa’yı ABD’nin denetimine almasını kolaylaştırmıştır hem de Rusya’yı savaş süreçlerinin daha fazla içine sokmuştur. Sonuçta Ukrayna’nın yıkımı, umurunda değildir.

Bugün ABD-İngiltere ve NATO, Ukrayna’da savaşı kaybetmiştir. Ama bu durum, onların kendi topraklarında yaşanmıyor ve onlar da hâlâ bu süreci sürdürme yeteneklerini korumaktadır. İsrail’i bu sürecin içine koymak gerekir. Böylece, savaşı daha da büyütmek için, her türlü fırsatı bir provokasyona çevirmekte tereddüt etmemektedirler.

Erdoğan, Rusya’ya yakınmış gibi yaklaşarak, aslında ABD için ne kadar vazgeçilmez olduğunu ortaya koymaktadır. Beyoğlu bombalamasının ardından G20’de Biden’dan ayaküstü izin alıp, saldırıya geçmesi, aslında bu sürecin derinliğini göstermektedir. Yüzeyde Erdoğan, Rusya ile iyi ilişkilerini sürdürmek ister gibidir. Ama alttan alta, mecbur olduklarının dışında Rusya ile ilişki geliştirmeyi önlemektedir. Bu durum, ABD açısından bazı sorunlar yaratıyor gibi görünse de, işin doğasına uygundur. Nihayetinde ABD, ne emrederse, Saray Rejimi bunu yerine getirmektedir.

Saray Rejimi için, TC devleti için elzem olan, içeride ve dışarıda şiddet ve savaştır. Bunu yapmak için gerekli uluslararası desteği alacak manevralar yapmakta da zorlanmayacaktır. Beyoğlu bombalamasında altılı masa, tüm ikiyüzlü muhalefetini ortaya koymuştur. Devletin çıkarları maskesi altında Saray Rejimi’ni desteklemekten geri durmamaktadırlar.

Bu durum bize gösteriyor ki, ABD ve Saray Rejimi’nin örtüşen çıkarları vardır. TC devleti, tam bir ABD tetikçisidir ve Rusya karşısında çok zorda kalmadıkça, ABD adına iş yapmakta tereddüt etmemektedir.

Son saldırıda Suriye tarafında Suriyeli 12 asker ölmüştür. Kürt savaşçılardan da kayıplar olduğu anlaşılmaktadır. Beyoğlu bombalaması, TC’nin dışarıda saldırıya geçmek için elini kolaylaştırmış gibidir.

TC devleti, Saray Rejimi, Kürtlere karşı Irak toprakları da içinde kimyasal silah kullanmaktadır. Bu artık açıktır. Konuya ilişkin ortaya çıkan video görüntüleri, meseleyi açık olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle, TTB Başkanı tutuklanmıştır ve dediği sadece “kimyasal silah olayı araştırılmalıdır”dan ibarettir. Konuya ilişkin tutum alan herkes hakkında tutuklama vb. kararları çıkmaktadır. Oysa dünya kamuoyu, AB ve Batı’nın tüm suskunluğuna rağmen konudan haberdardır. saldırının arkasında ise, ABD, İngiltere, Almanya ve NATO vardır.

TC devletinin bu saldırıları, aslında ABD’nin savaşı büyütme planlarının bir parçasıdır. Aynı şeyi İsrail’in saldırıları için söylemek de mümkündür. Tüm bunlar ABD’nin başını çektiği saldırganlığın birer parçasıdır. NATO bu saldırının uluslararası örgütüdür ve tüm Avrupa’da yükselmekte olan Neonazi örgütlenmesinin merkezidir. NATO olmadan bu Neonazi örgütlenmelerin yükselişini açıklamak mümkün değildir. Bir kişinin “demokrasi”den söz edip, NATO’yu savunması, ikiyüzlülük değilse, hafifliktir. Hangi tür demokrasiden söz ederlerse etsinler, hangi insan haklarından söz ederlerse etsinler, NATO’yu savunanların, eli kanlı katilleri savunduğu gerçeği ortadadır.

Tüm bu süreç, TC devleti, Saray Rejimi örgütlenmesinin dayanağıdır. TC devleti, Saray Rejimi için, bundan daha iyi ortam bulunamaz. İçeride ve dışarıda savaşı tırmandırmak için, NATO ve ABD hamleleri, son derece uygun bir zemin oluşturmaktadır. Bu nedenle, TC devletine, Saray Rejimi’ne karşı mücadele edenlerin, NATO’ya bağlılık yeminleri etmeleri, Saray Rejimi muhalifliklerinin sahte olduğunun kanıtıdır.

Beyoğlu saldırısı da içinde, bu topraklarda meydana gelen, 1952’den bu yana, her katliamın ardında, içinde NATO mekanizması vardır.

Beyoğlu saldırısının ardından, devletin açık olarak Kürtlere karşı bir saldırı için harekete geçmesi içeride ve dışarıda savaş politikasının kendini göstermesidir. Kimyasal silah kullanan bir devletin, aslında dış saldırı için bir “bahane”ye de ihtiyacı olmamalıdır. Ama Beyoğlu bombalaması, bu saldırılar için, ulusal ve uluslararası alanda yeni bir zemin edinme girişimidir.

Seçim senaryolarına da buradan bakmak faydalıdır. Burasını, ABD’nin savaşı büyütme politikalarını, TC devletinin ABD tetikçisi olması hâlini unutup, seçim süreci üzerine tartışmak, ormanı görmemektir, olup biteni doğru anlamamaktır.

ABD isterse, NATO ve Batı kendi içinde anlaşırsa, bir seçim mümkündür elbette. Ama bu sürecin kendisi ve sonuçları, NATO mekanizması tarafından belirlenmektedir.

Beyoğlu saldırısı, yeni bir sürecin başladığının kanıtıdır. Bu süreç, içeride ve dışarıda, artık olağan hâle gelmiş olan devlet terörünün yeniden organize edilmesi demektir. Bu süreç, elbette 7 Haziran-1 Kasım sürecine bazı açılardan benzeyebilir, ama ondan farklı olacaktır. Orada uygulanan şiddet, artık “olağan” hâle gelmiştir. Bu nedenle TC devleti, daha farklı bir saldırının denemelerini yapmaktadır.

Sahi, egemenden bağımsız bir savaş politikası olabilir mi?

Peki ülkenin egemenleri kimlerdir?

Sadece beşli çete midir? Koçlar, Sabancılar, savaş ekonomisinin aktörleri, bankalar ve tüm bu sermayenin arkasındaki uluslararası güçler (öyle ya Türkiye bir sömürgedir) sayılmadan, egemenden söz edilebilir mi? Kimisinin “devlet aklı” kimisinin “derin devlet” dediği şey, bu egemenlerden bağımsız mıdır, NATO mekanizmalarından bağımsız mıdır?

Elbette ki değildir.

Elbette ki egemenler, bir savaş politikasını devreye çoktan koymuşlardır. Bu savaş politikası, sadece dışarıda savaş ile sınırlı değildir. Dışarıdaki her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır. Bu nedenle içerideki savaşı görmezlikten gelmek, ahmaklıktır. Bu savaştan henüz yeterince zarar görmemiş ve günlük düşünmeye alışık iseniz bile, bu savaşı görmezlikten gelmeniz mümkün müdür?

Saray Rejimi’ni doğru anlamak, işte bu nedenle çok önemlidir. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Bu olağanüstü örgütlenmeden, egemenlerin vazgeçeceğini düşünmek, ya içinde yaşadığımız süreçlere gözlerini kapama hâlidir ya da çocukluğu aşan bir saflıktır.

Gücümüz yetmiyor, Saray Rejimi’ni biz devrimciler, işçi ve emekçiler deviremeyiz, diyor olabilirsiniz. İyi ama bu sizin gerçeğe bu denli gözlerinizi kapatmanızı açıklar mı? Siz gözlerinizi yumduğunuz zaman, bay liberal solcular, gerçeklik ortadan kalkıyor mu?

Biz, işçi ve emekçilerin devrimci ayaklanması ile bu egemenliğin yıkılması gerektiğini, başka çıkış yolu olmadığını söylüyoruz. Evet sizin kadar biliyoruz ki, işçi sınıfının devrimci gücü bu açıdan henüz yetersizdir. İşte tam da bu nedenle, direnişi geliştirmekten ve örgütlenmekten söz ediyoruz. Yani, işçi sınıfının güçlenmesinden, devrimcileşmesinden, bunun gerekliliğinden söz ediyoruz. Siz ise, bunu yapmak zor, öyle ise, CHP politikalarına mecburuz, diyorsunuz. Burada durmuyorsunuz, işçi ve emekçileri, kadınların, çevrecilerin ve gençlerin mücadelesini de küçümsüyorsunuz. Onları evlerine kapanmaya razı etmek istiyorsunuz.

İşçi sınıfını, emekçileri, kadınları, çevrecileri, gençleri, kısacası direnen herkesi “provokasyona” gelenler olarak damgalıyorsunuz. Siz kendi korkaklığınızı, siz kendi öngörüsüzlüğünüzü, siz kendi güvensizliğinizi herkese bulaştırmak istiyorsunuz.

İktidar korkuyor, egemenler korkuyor. Çünkü cennetlerini, bu sistemi kaybetme riskleri var. Siz ise korkunuzdan, onların içinden “aklı başında” adamlar arıyorsunuz. Bu mudur devrimci politika, bu mudur çıkış yolunuz?

Yarın bize, bu liberal solcular, savaş sırasında devleti desteklemek gerektiğini anlatacaklar, daha güçlü olarak bunu ifade edecekler. Oysa savaşı durdurmanın tek yolu, her ülkedeki işçilerin kendi egemenlerine karşı savaşıyor olmasıdır. Bunun başka da yolu yoktur. Alın Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyin. Ekim Devrimi bu savaşı bitiren süreçtir.

Bu savaş politikaları, işçiler için, emekçiler için, yıkım, açlık, ölüm, yoksulluk, işsizlik demektir. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin bu savaştan paylarına düşecek olan budur, ölümdür, açlıktır. Bu nedenle, tüm işçiler, emekçiler, bu savaşta, kendi yolları, kendi zaferleri için savaşmalıdırlar. Tüm güçleri ile iktidarı almak için mücadele etmelidirler. İşçi sınıfının, emekçilerin, halkların devrim ve sosyalizm dışında bir çıkış yolları yoktur. Dünyanın herhangi bir yerinde direnen her işçi, direnen her halk, ülkemizdeki her direnişçinin, her devrimcinin açık ve endişesiz dostudur, safımız onların safıdır.

Mücadele etmeyenler, işçi sınıfının ve halkın mucizeler yaratan direnişini küçümserler. Onlara göre, tarihi her zaman egemenler yazar. İyi ama egemen oldukları sürece bu böyledir. İşçi sınıfı, onların egemenliğini yerle bir etmekle görevlidir, misyonu odur. Biz devrimcilerin görevi, güçsüzlük üzerine edebiyat yapmak değildir, bu mücadeleye önderlik, öncülük etmektir.

Taksim bombalaması; karartma, korkutma ve katliam

Kasım 2022’nin ortalarında, Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde, Mis Sokak girişinde bir bomba patlatıldı. Bombalı saldırı, orada kimin olacağının önemsiz olduğu kurgusu ile gerçekleştirildi. Yani, şu veya bu kişiler hedeflenmiş değildi.

Patlama, Erdoğan’ın, G20 toplantısına katılmak üzere yola çıkacağı bir ana “denk geldi.” Şans işte. Erdoğan, uçağa binmeden, hemen “valimden aldığım bilgilere göre” diye açıklamalar yaptı. Yani, çok bozuk lisanlı, çok bozuk sicilli, çok iktidarın ayna gibi yansıtıcısı İçişleri “Bakanım”dan bilgi almadı. Soylu kaynaklı açıklamalar yerine, validen al haberi açıklamaları devreye sokuldu.

Ülkede herkes, isterse AK Partili olsun herkes, aslında bu saldırının, devletin özel operasyonlarından biri olduğu düşüncesini, beyninin arka tarafında tutuyordur. Açıklamalar ve konuşmalar bu ortamda yapılmaya başlandı.

Kendisi “suç örgütü” liderliği konusunda Sedat Peker’i on kat geride bırakan Soylu, Saray’ın başı, AK Parti’nin başı, cumhurun başı ve her şeyin başı olan Erdoğan’dan farklı açıklamalar yaptı. Soylu, saldırının ardından taziye yayınlayan ABD’yi, açıkça “taziyenizi kabul etmiyoruz” diyerek olayın arkasındaki güç olarak ilan ederken, Erdoğan, ABD taziyesine bizzat teşekkürlerini sunuyordu.

Sorudur; acaba her türkü devlet terörünün arkasında yer alan Soylu, bu olayda, devre dışı mı bırakıldı? Devlet, TC devleti, Saray Rejimi, bu bombalamayı devreye koyarken, Soylu’ya haber mi vermedi? Erdoğan, acaba, mesela Kalın ile Soylu’ya çalım mı attı? Dediğimiz gibi sadece sorudur.

Soylu’nun telâşının, Soylu’nun tutarsız açıklamalarının ardında ne var? Beni nasıl devre dışı bırakırsınız serzenişi olabilir mi? Acaba SADAT ne yapmaktadır?

Biliniyor, hâlâ hafızalarda tazedir, 7 Haziran-1 Kasım sürecinde, TC devleti, bizzat bir politik yol izleyerek, ülkenin her yanında “terör” eylemleri ortaya koymuştur. Ankara Garı katliamı sonrasında bugün “altılı masa”da yer alan o dönemin başbakanı Davutoğlu, “oylarımız artıyor” diye açıklama yapmıştı.

Bugün Özdağ’a sorarsanız, Davutoğlu’nun neleri söylemediğini biliyormuş. Biz bilmiyoruz. Ama yine de biz, Davutoğlu’nun oylarımız artıyor dediğini biliyoruz. Yani, bildiğimiz şeyler de var.

Özdağ ile Davutoğlu, birbirlerini açıklama yapmaya davet etmektedir. Devlet kadrosu olmakla övünen Özdağ, belki de Davutoğlu’nun neler bildiğini bize, kamuoyuna bizzat kendisi açıklar. Belki, bu yol, Davutoğlu’nun “korkaklığı”na bağlanan suskunluğunu da bozabilir.

Ama kanımızca, bu eylem, bu saldırı, bu katliam, 7 Haziran-1 Kasım sürecinden farklı ele alınmalıdır. İşte bu nedenle, konuyu biraz daha geniş bir çerçeveden ele almalıyız.

1

Eyleme ve sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, açık çelişkileri, devletin telâşlı açıklamalarla bir şeyi gizlemek istediğini anlamamız zor değil.

Yakalanan kadın, Suriyeli diye lanse edilmiştir. Ama anlaşılan odur ki, kadın Suriyeli değildir. Kadının Suriye’den, önce Münbiç, sonra Kobané bağlantılı olarak ülkeye girdiği söylenmiştir. Ama anlaşılan o ki, kadın, bir yıldır zaten Türkiye’de yaşamaktadır.

Nasıl oluyorsa, kadın bombayı bıraktıktan, bomba patladıktan sonra, oldukça şüpheli, soğukkanlılıktan uzak tutumlar almıştır. İlgi çekici bir giyim içinde koşmaktadır vb. Ama daha da önemlisi, kadın, Taksim’de sorun olmadan taksi bulabilmiştir ki bu çok büyük bir şans demektir. Ve nedense, cep telefonunu yanında taşımıştır ki bu da çok tuhaftır. Öyle ya, artık herkes biliyor ki cep telefonları izlenebilmektedir.

Saldırı ile MHP’nin bir ilçe başkanının telefonları arasında bağlar bulunmuş ve o bölgenin valisi, bu durumun önemsiz olduğuna ilişkin bir açıklama yapmıştır. Normalde patlama İstanbul’da olmuş ve 8 savcı göreve çağrılmış, İçişleri Bakanı da her gün açıklamalar yapmaktadır. Nedense bu telefon bağlantısı konusunda başka bir ilin valisi, bunun önemsiz olduğunu bildiren bir açıklama yapmıştır.

Buraya kadarı, deneyimli her TC vatandaşı tarafından ele alındığında, işin arkasında Saray Rejimi’nin, devletin olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Daha fazlası, açıklanan bilgilerde doğru ve yalanın ayıklanmasını sağlayacak bir detaylı çalışma gerektirir ki, olayın araştırılması, yasaklar nedeni ile çok da mümkün değildir.

Soylu, ardından tüm devlet, olayın failinin PKK olduğunu ilan etmiştir.

PKK, sivillere dönük saldırılar yapmayacaklarının bilindiğini, bu saldırının kendileri ile ilişkisinin olmadığını açıklamıştır.

Irak içlerine doğru PKK’ye karşı saldırılarını sürdüren TC ordusu, kimyasal silah kullanmaktadır. Ve bu durum, uzun süredir dünya tarafından bilinen, ama Batı’nın, ABD, Almanya, İngiltere ve NATO’nun arkasında yer aldıkları bir saldırı olduğu için gözlerini kapattıkları bir durum idi. Türkiye içinde ise, birkaç devrimci grup bir yana bırakılırsa, kimyasal silah kullanıldığı konusunda bir tartışma yürüten kimse yoktu. Neredeyse Türkiye kamuoyu, olaydan habersizdi. Son Mersin eylemi sonrasında, kimyasal silah kullanma meselesi kamuoyunun gündemine oturmaya başladı. Hatta bu yüzden Fincancı tutuklandı ve TTB’ye dönük saldırılar yeniden alevlendi.

TC devleti, olayın arkasında PKK var diyerek, Irak içlerine bir yeni saldırı başlatmak, aynı zamanda kimyasal silah kullanımını arka plana atmak için harekete geçti.

Öyle ise bu açıklamaların tümü, aslında savaşı daha da tırmandırma politikasının içindedir. Saldırının hedeflerinden biri de budur. Böylece TC ordusunun kimyasal silah kullanımı gündem dışına itilecek ve bir de PKK’ye karşı kimyasal silah kullanımı, “normal” hâle getirilecektir. Saldırının amaçlarından biri budur.

TC devleti, efendisi ABD ve NATO tarafından, Kerkük petrolleri hevesi ile, Irak içlerini sokulmakta, buradan İran’a karşı bir saldırı cephesi için hazırlıklar yapılmaktadır. İran’a saldırmanın, TC devleti açısından bir nevi intihar olduğu söylenebilir. Doğrudur da. Böylesi bir savaşın kazananı İran ya da Türkiye olmaz. Her ikisi de tahrip olur ama ABD bu sayede epeyce kazançlı bir yeni sürece adım atabilir. Onun için bu “zayıf” ihtimali akılda tutmak gereklidir. Zira, hem oldukça zor durumda olan Saray Rejimi’nin ve güç kaybetmekte olan ABD’nin neler yapabileceği belli değildir. Ukrayna’da, esir askerleri kurşuna dizen Batı-NATO, ABD ve İngiltere, zaten bu örnekle, savaş suçları konusunda sınır tanımayacaklarını ilan etmiş bulunuyorlar.

2

Bu saldırı, bir “dinamik araştırma” gibi görünmektedir.

Biliniyor, birçok araştırma şirketi, oy oranlarından tutun da birçok konuya ilişkin araştırmalar yapmaktadır. Bu araştırmalar, bazan telefonla, bazan yüz yüze anketlerle vb. yapılmaktadır. Dinamik araştırma ise, bu araştırmaların farklı bir türüdür. O anda bir eylem gerçekleştirip, bunun sonuçlarına bakmak mümkündür. Bu arada insanların ölüp ölmediği egemenin umurunda değildir.

Beyoğlu’nda patlama gerçekleşir gerçekleşmez, devlet, tüm hızı ile, karartma uygulamış, hem konuya ilişkin haber ve paylaşımları yasaklamış hem VPN üzerinden iletişime geçenleri saptamaya karar vermiş ve buna yönelmiş hem de tüm interneti devre dışı bırakmıştır.

Olayın vahameti nedeni ile insanlar, bu anlaşılmaz önlemleri “normal” karşılamaya başlamıştır.

İşte dinamik araştırmanın bir bölümü budur: Hangi hızla bir karartma uygulanabilmektedir? Karartma kararı alınınca ne olmaktadır ve bu nasıl kontrol altına alınabilir? Dinamik araştırmanın bir bölümü budur.

Dinamik araştırmanın ikinci bölümü, konuya ilişkin devlet açıklamalarına halkın nasıl yaklaştığı ile ilgilidir. Ortaya çıkmıştır ki, insanlar çoğunlukla devletten gelen açıklamalara güvenmemekte, ama açıktan bu olayı devlet yaptı demek konusunda da tereddüt göstermektedir. Herkes, içten içe olayın ne olduğunu sezmekte veya bilmektedir. Ama bu sezgilerini ve bilgilerini dışa vurmamaktadır.

Araştırmanın üçüncü boyutu, fail PKK denildiğinde, nasıl bir tutum alınacağı konusunda olabilir. Görülen o ki, insanlar, devletten gelen açıklamaları şüphe ile karşılamaktadır. Saray Rejimi’nin olduğu kadar, TC devletinin tescilli katliam geçmişi, bu konuda bir “hafıza” yaratmıştır. Bu hafıza kendini açık bir dille ortaya koymasa da, varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle, Davutoğlu’nun 7 Haziran-1 Kasım süreci ile ilgili bilgileri açıklaması talebi, etkili bir talep hâline gelebilmektedir.

3

Elbette bu eylem, aynı zamanda korku salma isteğinin de ifadesidir. Saray Rejimi, TC devleti, kendi cephesinden neler yapabileceğini göstermek istemektedir. Bu saldırı, halkı, geniş kitleleri, işçileri, öğrencileri, kadınları vb. korkutmayı hedeflemektedir. CHP kuyruğuna takılmış bir işçi muhalefeti, elbette bu saldırılar karşısında korkuyu daha fazla hissedecektir. CHP, açıkça saldırının arkasındaki süreci açıklamak istemeyecektir. Bu durum, altılı masanın, her zaman “devlet çıkarları” adı altında Saray’ın hizmetinde olacağının da göstergesidir.

Korku salma politikası, sadece devlet şiddeti ile sağlanmıyor, bir de devletin bir kesiminin CHP gibi, kitleleri sanki onlar bir şey yapmış gibi, onları eve kapatmaya yönelmesi ile yürütülüyor.

Böylece, kitlelerin, bu çürümüş, bu kokuşmuş sisteme karşı mücadele azmi kırılmak isteniyor.

4

Saldırganın devlet olduğu açıktır. Aslında binbir yolla bunu da ifade etmektedirler. Yoksa beceriksizlik nedeni ile olaylar ortaya çıkmıyor. Bir kadın saldırgan hakkında ortaya konan bilgiler, tek başına bunlar bile, süreci açığa vurmaktadır.

Bu nedenle, 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi bir yoldan, daha farklı bir yol izleyecekleri anlaşılmaktadır. Bu patlama, aslında bunun da araştırılmasıdır. Bu araştırmaların bir ucunda Bekir Ağırdır gibi “demokrasi” adına manipülasyon yapanlar varsa, diğer ucunda da bu tarz şiddet vardır. TC devletinin, Saray Rejimi’nin, uygulayageldiği baskı ve şiddetin “olağan” hâle gelmesi nedeni ile, daha farklı tarzda şiddet için hazırlıklar yapılmaktadır.

Saray Rejimi, devlet terörünü sürekli uygulamaktadır.

Bunu Kürt illerinde yapıyorlar ve bu konu, Batı’daki ile aynı öze sahip olsa da, ondan ayrı bir politika olarak sunulmaktadır. Kürtlere karşı kimyasal silah kullanımı, oradaki “olağan”laşmış devlet şiddetinin üzerine çıkma isteğidir. Buna benzer biçimde Batı’da, sürekli olarak her eylemi polis copu ile, yargı ile, yalanla vb. bastırma politikaları artık olağanlaşmıştır. Batı’da da devlet, daha dozu artırılmış, henüz olağanlaşmamış şiddete, teröre yönelmek istemektedir. Bu bombalama, bunun dinamik araştırmasıdır.

5

Şimdi, yeniden seçimlerin olup olmayacağı tartışması içten içe tartışılmaktadır.

Varsayalım ki, seçimler olacaksa, bunun nasıl bir süreç içinde yapılacağı, bu tip devlet saldırıları karşısında tutum bile alamayan burjuva muhalefetin seçimlerin güvenliğini sağlamak denilince ne anladığı üzerinde düşünülmesi gereklidir.

Saray Rejimi, devlet, tüm interneti ve sosyal medyayı kapatınca, bunun karşısında burjuva muhalefetin alacağı tutum ortaya çıkmıştır. Devletin kendi organları VPN kullanırken, burjuva muhalefetin sosyal medyanın karartılması konusunda üzüntülerini ifade etmesi, “büyük bir muhalif” atak olmalıdır!

Sadece devlet cephesinden gelen açıklamalar değil, muhalefetin açıklamaları da komiktir. Hep birlikte, “ilahi komedi” oynamaktadırlar.

Nasıl ki Erdoğan’ın yeniden aday olması konusunda ses çıkartamıyorlar, nasıl ki yasal yeterliliği olmadığı hâlde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını, başbakanlığını gayrimeşru ilan edemiyorlarsa, aynı biçimde ortaya konan her türlü saldırganlık konusunda da uykuya dalmış numarası, patates çuvalı numarası yapıyorlar.

Devlete zeval gelmesin mantığı ile muhalefet bundan ileri gidemez. Kaldı ki, bizzat kendileri, hukukun, anayasanın askıya alındığını söylüyorlar. Buna rağmen, seslerini çıkartmadıkları gibi, kitleleri de evde kalmaya ikna etmek için her yolu deniyorlar.

İmamoğlu’nun davası gibi davalarla “sizi yasaklı ilan ederiz” tehdidini bile, açıktan karşılayamaz durumdadırlar. Sen mecliste dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verirsen, sen Kürt illerinde seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasına onay verirsen, sen Libya, Suriye, Irak vb. alanlara asker gönderilmesine onay verirsen, zaten gerisini de kabul etmek zorunda kalırsın. Muhalefet, halkın, işçilerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin eylemleri ile Saray Rejimi’nin yıkılmasından, en az Saray Rejimi kadar korkmaktadır.

Bu koşullarda, seçimlerin yapılacağını, hangi güvence ile söylüyorlar? ABD ve İngiltere mi güvence vermektedir? Seçimlerin yapılmaması yasal olmaz diyorlar, iyi de ülkemizde hangi yasa uygulanmaktadır ki? Ülkemizde var olan hukuk, iç savaş hukukudur. Diyorlar ki, seçim yapılmazsa, “meşru” olmazlar. İyi de şimdi, nasıl meşru oluyorlar, diploması bile olmayan bir Cumhurbaşkanı mı meşrudur, oyların çalındığı seçimler mi meşrudur?

Bir sonraki seçimde, yine oylar çalınırsa, yine hile boyu geçerse, o zaman mı “meşru değilsiniz” diyecekler? O zaman bunu diyecek olanlar, dün seçimlerdeki hileleri nasıl görmezden gelip, rejimi meşru ilan etmektedirler?

Açıktan halkı hedef alan bir katliamı organize edenleri deşifre edemeyen bir burjuva muhalefet mi, seçimlerin güvenliğini sağlayacak?

Tüm bunlar, işçi ve emekçileri kandırmak, mücadele ve direniş hattından koparmak, onları eve kapatmak için yapılmaktadır.

Saray Rejimi, katliamlar ile, korkutma politikasını uygulamaktadır. Bunun için daha etkili yollar aramaktadırlar. Bu açıdan, birçok kişinin dile getirdiği suikastler vb. devreye sokulabilir. 7 Haziran-1 Kasım sürecinden farklı bir saldırı politikası arayışında oldukları anlaşılıyor.

Medya, büyük oranda ellerindedir. Bunu daha etkili kullanmak için, derin bir hazırlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Hem sosyal medyayı hem de tüm medyayı karartma için uygun hâle getirmek istedikleri açıktır.

Yalan ve karartma, aslında devlet terörünün bir diğer tamamlayıcısıdır. İkisi birlikte olmazsa, etkili sonuçlar elde etmeleri zordur. Bu nedenle, aynı anda karartma uygulanmaktadır. Her devlet terörü eylemini, karartma ile tamamlamaktadırlar.

Irak parlamentosu, TC devletinin, kendi sınırları içinde kimyasal silah kullanması nedeni ile bir komisyon kurmuş, olayları araştırmaya karar vermiştir. Ancak, ülkedeki burjuva muhalefet, böylesi bir adım atmaya bile yanaşmamaktadır.

Aynı süreç, Taksim bombalamasında işlemektedir. Hiçbir biçimde, açık çelişkilerin dahi üzerine gitmeyen bir burjuva muhalefet vardır ve bu burjuva muhalefet, Saray Rejimi için bulunmaz nimettir.

6

Bu nedenle, ülkemizdeki gerçek toplumsal muhalefetin, burjuva politikacıların kuyruğuna takılmasına son vermek gereklidir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, çevreciler, her muhalif kesimin, Saray Rejimi’ne karşı, işçi sınıfının devrimci yolunu rehber alarak, direnişlerini geliştirmeleri gereklidir. Bugün, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci politikaya olan uzaklığı, bu açıdan yeterli örgütlülüğe sahip olmaması, burjuva politikacıların peşine takılma siyasetini mecbur hâle getiriyor görüşü savunulamaz. Bu görüş, mücadeleden kaçma görüşüdür. Açıktır ki, işçi sınıfının devrimci harekete uzaklığı, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki yetersiz örgütlülüğü, kitlelerin yetersiz örgütlülüğü, bizi daha örgütlü bir direniş hattını örmekle görevlendirir. İş budur. Güçlerimiz yetersiz ise, güç toplamak ve örgütlenmek otomatik olarak öne çıkan bir görev olmalıdır. Diğeri teslim olmaktır.

Elbette, birçok aydın, birçok okuryazar, birçok liberal solcu, teslim olmayı seçebilir. Onlar nasıl kendi yollarını seçmekte özgür iseler, bizim de, işçilerin de, direnen herkesin de kendi yolunu seçme özgürlüğü vardır.

Biz biliyoruz ki Saray Rejimi, ancak ve ancak, halkın direnişi ile, işçi sınıfının devrimcileşmesi ile, devrimci bir direnişin gelişmesi ile yıkılabilir. Evet biliyoruz ve görüyoruz ki devrimci cephenin, işçi sınıfının güçleri, örgütlenmesi yetersizdir. Öyle ise, bu eksikliği tamamlamak, örgütlenmek, direnişi geliştirmek, iktidarı alacak bir perspektifi örgütlemek en gerçekçi, en olası yoldur.

İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, çevrecilerin, gençlerin, başka bir kurtuluş yolu yoktur. Sosyalizm dışında, burjuva iktidarın alaşağı edilmesi dışında bir barış yolu, bunun dışında bir özgürlük ve kurtuluş yolu yoktur.

Biz, eksik ve yetersiz güçlerimizle böylesi bir savaşa atılmayı, burjuva politikacıların kuyruğuna takılmaktan bin kat daha gerçekçi, bin kat daha olanaklı bir yol olarak görüyoruz.

Taksim’deki patlama, devlet güçlerinin korkuyu daha fazla yayma ihtiyaçlarının ifadesidir. Bunun için başka yollar aradıklarının farkındayız. Devlet, düne kadar, bugüne kadar uyguladığı şiddet politikaları ile, olağanüstü hâli olağan hâle getirmiştir. Artık, bu saldırganlıkları, istedikleri sonuçları vermemektedir. Bu nedenle, daha ileri, daha açık, daha farklı bir şiddet politikasını devreye sokmak arzusundadırlar. Taksim bombalaması ve sonrasında uygulamaya konan karartma, ortaya saçılan yalanlar, yalan yamuk açıklamalar, bu arzunun ifadesidir. Buna karşı, kitlesel direniş yolu dışında, işçi sınıfının devrimci mücadele yolu dışında bir çıkış yolu yoktur.

Asgarî ücret ve anlamını yitiren rakamlar

İnsanın günlük düşünce sisteminde, toplumsal bilinç oldukça baskın ve etkili olabiliyor. Yani, siz eğer bilim ile düşünmüyorsanız, sadece günlük düşünce sistemi ile idare ediyorsanız, sizin çevrenizdekilerin, basının vb. etkisi, sizin üzerinizde daha fazla etkili oluyor.

Diyelim ki siz bir işçisiniz ya da işsiz ya da küçük esnafsınız, işinizde meydana gelen kötüleşme, düşen geliriniz, azalan sosyal haklarınız vb. eğer sizin çevrenizde “sizin beceriksizliğiniz” olarak ele alınıyorsa, eğer siz hırsızlık yapmayıp, komşunuzu kazıklamayıp, dürüstçe yaşıyor ama ayın sonunu zar zor getiriyorsanız, eğer siz AVM’lerde yüksek fiyatlı ürünler alamıyorsanız, markette giderek küçülen fileleriniz varsa ve tüm basın, tüm medya “ekonomi tıkırında, uçuyoruz, büyüyoruz” örnekleri ile dolu ise ve siz bu resmi anlayamıyorsanız, gerçeği göremiyorsanız, günlük düşünme ufkunu aşamıyorsanız, “ben beceriksizim” demeye başlıyorsunuz.

Sanki, kader bir tek size gülmemiş. Sanki madende ölmek sizin kaderinizmiş, sanki açlık sizin yazgınızmış, sanki sadaka almak sizin bu dünyadaki yaşam tarzınızmış gibi düşünmeye başlarsınız. Bir süre sonra buna alışırsınız. Böyle düşünmeyi kanıksarsınız.

Komşunuz uyuşturucudan para kazanmış ve size bunun kaynağını söylemiyorsa, siz “bak gördün mü, o da kazandı, ama ben salağım” diye düşünmeyi sürdürürsünüz. Sanki, yaşam sadece sizin için şansızlıklarla doludur, sanki herkes gemisini yürütmektedir ama sizin değil geminizi yürütmek, kayığınız bile yoktur.

Ev kiranız artar ve size ev sahibi artan enflasyondan söz eder. Ama sıra sizin maaş almanıza geldiğinde, bu kez patron, para yok, krizdeyiz der. Ve markete gittiğinizde alacaklarınızın miktarı sürekli azalır. Ülkeyi yönetenler ise size “benden önce buzdolabın yoktu” derler.

Günlük bilinç içinde siz, burada bir terslik olduğunu anlarsınız, ama gerçeği görmediğiniz sürece, bütünü kavramadığınız sürece, buna kader diye bakmak zorunda kalırsınız.

Diyelim ki, gelir elde edebilmek için, vücudunuzu dahi satarsınız ve sonunda, ne fark eder demeye başlarsınız. Oysa, aslında bu bütünle, bu gerçekle, bu sistemle hesaplaşmanız gereklidir, zira başka da çıkış yolu yoktur.

Günlük bilinç içinde, artan asgarî ücrete sevinirsiniz, ertesi ay artan gaz, elektrik, su fiyatları karşısında şaşkına dönersiniz.

Rakamlar, para, önemini kaybeder. Kendisi çok önemlidir ama artık miktarının anlamı kalmamıştır. Peynir fiyatına bakarsınız ve şaşkına dönersiniz, oysa az önce maaşınızı çektiğinizde 5500 TL’nin büyük bir rakam olduğunu hissetmiştiniz.

Biliyoruz ki, Aralık ayında, yeni yıldan geçerli olacak asgarî ücret tartışmaları ortaya çıkacak.

Asgarî ücret belirlenirken, tablo şöyledir: Masada üç temsilî güç vardır; devlet, işveren ve işçi temsilcisi olarak Türk-İş. Aslında biliyoruz ki, bu üçü de işçi temsilcisi değildir. İşveren zaten patrondur ve işçi temsilcisi olma gibi bir iddiası hiç yoktur. Devlet, zaten sermayenin, egemenin devletidir ve işçi sınıfını ezmek dışında onunla bir ilişkisi yoktur. Masanın son temsilcisi, işçilerin temsilcisi olduğunu iddia eden, adına sendika denilen Türk-İş’tir. 1952 yılında, CIA’nın bizzat içinde yer aldığı bir organizasyonla kurulmuş bir sendikadır bu. Sendika mafyası dediğimiz örgütlenmenin başıdır ve görevi, işçilerin öfkesini kontrol etmektir.

Eğer bu masada işçi sendikası kisvesi altında Türk-İş yer almamış olsa, aslında belirlenen asgarî ücreti sorgulamak, tüm işçiler için daha kolay olacaktır.

Bunların arkasına döşenen zemin, TÜİK eli ile açıklanmış enflasyon rakamlarıdır. Bu enflasyon rakamlarının yanlış, yalan olduğunu sanırız TÜİK bile kabul edecek hâldedir. Ülkenin bazı akademisyenleri, ne iyi ki, bir enflasyon hesaplaması başlattılar. Aslında işçi sendikalarının yapması gereken bir iştir bu. ENAG’a göre enflasyon, TÜİK’e göre olanın iki katıdır.

TC devleti, Merkez Bankası eli ile, enflasyon hedefini, 2021 sonuna göre, 2022 sonunda %65 olarak açıklamıştır. İşte bu asgarî ücret komisyonu toplanırken, arkadaki zeminde TÜİK’in buna yakın enflasyon hesabı olacaktır.

Devlet, Saray Rejimi, şöyle diyecektir: Geçen yılın başında, yani 2022 Ocak ayında asgarî ücret 4254 TL idi. Bugün 5500. Temmuz 2022’de %29 zam yapılmıştır. Bu durumda, enflasyonun %30’u zaten işçiye verilmiştir. Bu durumda asgarî ücret 7000 TL olmalıdır. Sonra Cumhurbaşkanı devreye girecek, benden de bir miktar verin diyecek, böylece, ulufe, sadaka dağıtmış olacak. İşçilerin, emekçilerin vergilerinden onlara lütfedip 500 TL verecek, böylece asgarî ücret 7500-8000 TL olacak. İşverenler, bugünden buna başlamışlardır, devletten kendilerine, işçi başına bir geri ödeme isteyecekler ve elbette alacaklar.

Sonuçta Ocak 2023 sonunda işçilerin eline, 7500 TL para geçecek, belki 8000 TL. İşçiler bir anda kendilerini iyi hissedecek. Ardından zamlar gelecek ve bu para adım adım eriyecek. Mesela süt fiyatları daha da artacak.

Saray, kalkıp tüm medya aracılığı ile, işçilere verilen haklardan söz edecek ve herkes kendini pembe bir tablonun içinde sanacak. Sonra, hayatın gerçeği ortaya çıkacak, ekmek artacak, simit artacak, yumurta artacak vb. 8000 TL’lik asgarî ücret, eğer olacaksa seçimlere kadar idare etsin istenecek. Bu arada ise, sadaka dağıtımı devam edecek.

Nereden mi biliyoruz?

Bugünlerde TBMM’de 2023 bütçesi hazırlanmaktadır.

2022 bütçesi, ilk altı ayda fazla vermişti. Şimdi, meclisi devre dışı bırakarak Saray, bütçenin 461 milyar TL açık vermesini hedeflemektedir. Bu, para dağıtımı da demektir, savaş ekonomisini desteklemek de demektir.

2022 yılı merkezi bütçesi, 1 trilyon 750 milyar TL idi. Şu an bu bütçe, 3 trilyon 134 milyara çıktı. Hedeflenen açık 461 milyar TL’dir. Ve 2023 bütçesi, savaş ekonomisini, halkın rakamlarla aldatılmasını içeren, bir çeşit transfer bütçesidir. Rakam 4 trilyon 469 milyar TL’dir ve hedeflenen açık, daha şimdiden 659 milyar TL’dir.

İşte buradan çıkıyor para transferleri bütçesi olduğu. İşçi ve emekçilere sadaka verip oylarını almak isteyecekler, mücadele ve onurlu yaşam seçeneklerini tıkamak isteyecekler. Bu bütçe ile savaş ekonomisini daha da teşvik edecekler. Faize ve işverene giden miktarı artıracaklar.

İşçiler eğer günlük düşünmeye, gerçeklerden uzak düşünmeye devam ederlerse, ceplerine giren paranın artmasına bakacaklar. İşçilerin bu yanılgısı, belki Haziran ayında tamamen ortadan kalkmış olacak. Ama o zamana kadar o günlük düşünme, ağır bedeller ödemenin aracı hâline gelecek.

Peki bu durum, işçilerin yaşamlarını mı kolaylaştıracak?

Elbette ki hayır.

2022’nin başını hatırlayalım. Asgarî ücret 4254 TL olduğunda işçiler sevinmişlerdi. Bu sevinç, Mart sonuna kadar bile sürmedi. Vergiler, harçlar, artan gıda fiyatları, yükselen faturalar, artışla birlikte sevinci de alıp götürdü.

Bugün de aynısı olacak.

Kiralar yükselmeye devam edecek. Süt ve peynir fiyatları yükselecek. Ve yine Saray Rejimi, milliyetçilik ile dini karıştırıp, halkın önüne sunacak. Yetmez, bir de savaş naraları yükselecek. İçeride devletin eli ile yeni saldırılar devreye sokulacak. Böylece her türlü hak arama eylemini bastırmayı hedefleyecekler.

İsteyecekler ki, herkes daha fazla korksun. İsteyecekler ki, herkes daha fazla sinsin.

Bu arada ise, Saray Rejimi ve onun sözüm ona muhalefeti, burjuva muhalefet, işçi ve emekçileri seçim tartışmaları ile oyalamayı sürdürecek. Bankalar, holdingler, çeteler daha da fazla kazanacak. Savaş ekonomisi daha çok kazanacak. Uyuşturucu daha fazla yaygınlaşacak.

Egemenler, kendi çürümüşlüklerini, kendi korkularını halka, işçi ve emekçilere bulaştırmaya, onlara yaymaya çalışacaklar.

Bunun bir kader olmadığını biliyoruz.

Ama bunun için, günü kurtarma çabamızın yeterli olmadığını bilmemiz gerekir.

Bizi kurtaracak şey, işçi ve emekçileri kurtaracak olan şey, kendi mücadelemiz, kendi direnişimiz olacaktır.

Asgarî ücret üzerinden, sadece onun üzerinden bir mücadele yürütmek yetersizdir. Elbette önemlidir. Ama yetersizdir. Bize gerekli olan şey, daha ileri bir örgütlenmedir. İşçilerin, hem kendi sendikalarını, gerçekten kendi sendikaları hâline getirmesi gereklidir hem de sendikal mücadeleyi aşan bir siyasal, devrimci örgütlenmeyi geliştirmeleri önemlidir.

Seçimler, eğer olacak ise, büyük baskı ve şiddet altında gerçekleşecektir. Ve sonuçları ne olursa olsun, yılın ikinci yarısında, işçi ve emekçiler için, milyonlar için hayat daha da çekilmez hâle gelecektir.

Eğer gerçekten bir demokratik seçim yapılıyor olsa, ki bu asla olmayacak, AK Parti, Saray Rejimi, asla ve asla barajı dahi geçemeyecektir. Ama seçimlerin demokratik olmayacağını herkes biliyor. Burjuva muhalefet de biliyor. Burjuva muhalefet, seçim olmasına razıdır, onun demokratik bir seçim olmasını şimdilik kafalarına bile takmıyorlar.

Ve hâlâ tartışma, aslında halkın AK Parti iktidarını desteklediği yönündedir. Birçok okuryazar, bu nedenle halka kızmaktadır. Sanki halk, gerçekten onları seçmektedir. Oysa öyle değildir. Eğer seçimler demokratik olsa idi, gerçekten demokratik seçimler yapılmış olsa idi, zaten bu iktidar şu anda iktidarda olmazdı. 7 Haziran’da aslında Erdoğan kaybetmiştir. Ardından, tüm devlet, tüm burjuva partiler, ortaklaşa 1 Kasım seçimlerine giden süreci açmışlardır. O arada ise, “oylarımız arttı” dedirtecek, şiddet ve saldırılar devreye konulmuştur.

Buna halk desteği denilebilir mi? Bu Saray Rejimi, meşru yollarla mı iktidara gelmiştir? Elbette ki hayır.

Seçim yapılacak olursa eğer, yine benzer senaryolar, yakası açılmamış hilelerle devreye sokulacaktır. Eğer Saray Rejimi, “ulusal tehlike” adı altında bir savaşa girip seçimleri ertelemezse, bu hileler daha da artarak karşımıza çıkacaktır. Mühürsüz oyları vb. hatırlamak yeterlidir. Yargının bir iç savaş aracı olarak kullanılması açık bir gerçektir. Tüm bunların olmayacağını iddia etmek, gerçekte TC devletini, Saray Rejimi’ni zerre kadar tanımamaktır.

Gerçekte, Saray Rejimi, gelişmekte olan direnişi, işçilerin, emekçilerin, gençlerin ve kadınların, çevrecilerin öfkesini kontrol altına almak istiyor. İktidar eli ile organize edilen azgın saldırıların sonuç vermeme ihtimaline karşı, burjuva muhalefet, seçime kadar sabredin, sakın eylem yapmayın demektedir. Bu iki koldan, işçi sınıfı, toplumsal muhalefet esir alınmak istemektedir. Sokağa çıkmayın çıkarsanız iktidar kan döker, eylem yapmayın yaparsanız iç savaş çıkar, tepki vermeyin verirseniz provokasyon olur sözleri boşuna söylenmiyor. Sanki bugün ülkede iç savaş yok mu? Sanki bugün ülkede olağan hâl mi var?

Egemenler, iktidarı ile burjuva muhalefeti ile işçi sınıfının öfkesini bastırmak istiyor. Mesele bu kadar açıktır.

Yılbaşından bu yana, devlet, çeşitli numaralarla, hepsi yasadışı olan yollarla, kamu bankaları üzerinden 107 milyar dolar satmıştır. Bu yolla dolardaki artış %20’lerde tutulmuştur.

Kur korumalı mevduat uygulaması ile, bugünden, 83 milyar dolarlık bir yük ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, döviz mevduatları düşmemektedir. Bu durum, aslında daha büyük krizlere gebe bir hâldir. MB’nin döviz rezervleri, eksi 59 milyar dolardır. Yani, bir yerden 59 milyar dolar bulunursa, MB’nin döviz rezervi sıfır olacaktır.

Tüm bunlar, holdingleri, bankaları, zenginleri, parababalarını daha fazla zengin etme amacının ürünüdür. Bu politika, yağma-rant ve savaş ekonomisidir. Ve burada işçilere düşen, yoksullaşma, açlık, fabrika, işyerinde ölmektir. Başka bir gelecek vermeleri de mümkün değildir. İşçi sınıfı, bu bilinçle, sisteme karşı mücadelesini geliştirmek zorundadır.

Asgarî ücret rakamlarının aldatıcılığına kanmamak gerekir. Örgütlü mücadeleyi öne çıkartmak gerekir. İşçiler, emekçiler için, kadınlar, çevreciler ve gençler için, direnişten başka bir gelecek yolu yoktur. Tek kurtuluş yolu, işçi sınıfının iktidarı almasına gidecek örgütlü direniş yoludur.

Peki bu mümkün müdür?

Elbette mümkündür. Elbette işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması; ülkeyi sarsacak, bilinçleri açacak, günlük hesapların ötesine geçecek bir mücadeleyi geliştirecek tek çaredir. Bunu örgütlemek elbette mümkündür.

Burjuva partilerden medet ummak, devletin karşısında avuç açmak, sadaka ile yaşamak, asla ve asla bir zorunluluk değildir. İşçi ve emekçilere dayatılan yoksulluk, açlık, işsizlik, işyerinde ölüm vb.dir. Bunların tümünü reddetmek, ancak ve ancak, devrimci işçilerin önderliğinde bir örgütlü direnişe yönelmek, onu örgütlemekle mümkündür.

Interview: “Since the people of the Latin American region decided to recover with left, progressive and social justice politics. The Haitians decided the same thing.”

We asked Jackson Jean, teleSUR journalist in Haiti, about the imperialist intervention in Haiti and the reactions to it.

How is the latest situation in Haiti, which faced earthquakes, floods, coups d’etat, riots and the economic crisis?

Like all countries in the world, Haiti faces natural catastrophes and also conjunctural crisis. The problem goes beyond crises and catastrophes. The problem is the causes of the crises or why we find ourselves in a spiral of crisis. 

The political, economical and social crises of the country since the birth of democracy are the product of international interferences, of violations of the sovereignty and the self-determination of the Haitian people.

The repeated rebellions (1991, 2004), the financing and the armament of the armed bands, the privatization of public companies…the are all orchestrated primarily by the US, Canada and France. It is an opinion, it is a fact. There are archives and testimonies, documents that prove all that.

In brief, to solve the vicious crises of the country, first of all it’s we must restrict those foreign countries from our public affairs, otherwise we risk getting stuck, since for us, those are the crises but for them those are the opportunities.

We read articles about riots in Haiti that happened in the past years. Could you explain the process that has developed until the last rebellion, with its historical context, explaining the similarities and differences between their reasons and their demands?

In reality there haven’t been rebellions in Haiti since centuries. There only are scenarios orchestrated by international imperialistic communities to justify their presence on the Haitian territory.

In the 19th century one of the American’s excuses for invading Haiti was only the civil war in the country, the so-called war between the piquets (militia of the south) and the cacos (militia of the north). History can now prove that those are only contexts created by themselves to invade the island, basing on their imperialistic Monroe Doctrine “America for the Americans”. Towards the decade of 1910, the US invaded almost all latinamerican countries and they found different excuses for all of them.

In 1991, the clashes that resulted from the departure of president Aristide were also a scenario; through documents declassified by the Pentagon you can observe that the US financed the two camps at the same time.

Those scenarios always appear in contexts where there is a progressive government or from the left, or when the people are about to shake things up.

Several years later there are strongly unstable politics in the country on which the Americans base; after president Nord Alexis launches a process “Le procès de la consolidation” and arrests all the oligarchs including the foreigners and corrupted politicians and decides to not take out a loan.

Alexis is hunted for power. Five years later the US invaded the country.

Towards the fifties, there was a coup d´état against Dumarsais Estimé, the century’s most progressive Haitian president. Some years later, in 1957, we are submitted by a dictatorship of  François Duvalier, supported by the US, that ends in 1986.

The coup d`état against the first democratic president Aristide in 1991 led to political crises until 2002, the latter regained power through the ballot box;  there was one more coup d`état against him in 2004 for having claimed historical repairs from a part of these powers. We never had a president who won the election without their support, through the violence and the use of armed bands, despite the forces of the United Nations being in the territory until 2017.

Today we are observing; the clashes of the armed gangs is for distraction. Haiti has had an embargo of weapons since the 90s. Even police cannot purchase small weapons without the authorization of Canada. Where do the war weapons trademarked American come to pass?

Furthermore the history of the gangs of Haiti is a bit more clear. Every time the end of the mandate of the mission in Haiti is close, the insecurity increases. For the persistence of the Americans for whom there is the presence of foreign armed forces by using those same bands to criminalize the pacifique protesters who only claim social justice, the sovereignty is a Haitian solution for the Haitian crisis for the welfare of the Haitians, display clearly that this concern is purely geopolitical and have nothing humanitarian.

We see that an intense propagandic campaign to legitimize the imperialist intervention in Haiti is conducted. What are The US and Canada trying to do in Haiti?

For the Haitians, Haiti has been under occupation since 2004, so that today there is no presence of the UNO military anymore since they were expelled by the Haitians; in the regional and global context the Haitians also want to return to a regional political process by pressing progressive politics.

With the sanction against Russia, the petrol price is tripling while 60% of the Haitians are unemployed (dependent on families abroad) and the petrol is transverse, which implies that the rise in price of all products therefore diminishes the purchasing power of the people.

On the other hand the American government demands from Ariel Henry to end the grants of petrol, the only real grants of the Haitian state.

Since Ariel is the product of an extreme right regime who has been put there since 2010 by the UN forces to protect the imperialistic interest to the disadvantage of the Haitian state.

Since the people of the Latin American region, who have also been victimized by the same practice, decided to recover with left, progressive and social justice politics, the Haitians decided the same thing.  And that represents a danger to the traditional imperialist powers, that’s why all the resources including the propaganda or military force is needed to make sure that Haiti doesn’t bend over towards Russian and Chinese corporations in order to free itself from the neocolonial trap that imposed them for centuries.

Does the imperialistic plan to attack Haiti have anything to do with the mines in Haiti?

The basement of Haiti is considered the oil tank of the American treasury department. The island La Navasse, a Haitian island, is taken up with strength by the US for the “guano”, a product that today is used in the treatment of cancerous diseases.

Lithium, Iridium etc. ist the future of technology and Haiti therefore is the treasure of those mines, yes, the attack is basically geopolitical and the geopolitics are bound to the natural resources.

Right now campaigns “Do not touch Haiti” are conducted in numerous locations. Is anti-American feeling one of the main dynamics of action in Haiti? How do you think the process in Haiti will develop?

The presence of the Russian and Chinese flag as well as the flag of the Haitian revolution (black and red) is the strongest symbol of this feeling. Knowing that the current enemy of the Anglo-Saxons and the West is Russia and China, Haiti positions itself at the camps of the Russians and the Chinese. The anti-american speeches are very present and moreover the destinations of the demonstrations are the embassies of France, Canada and the US and the office of the UNO. It is a process that will only stop when the people can finally choose their leaders and their future by themselves, like they had done in 1991. Since then, the people have been excluded from politics. Anti-racism, anti-West and history are the main motivations of the people.

How do you interpret the role of NGOs and other international institutions in the country’s politics?

The Core Group (syndicate of the embassies) of the BINUH (integrated office of the UNO in Haiti), together with some churches, are institutions installed to defend the Western interests in disadvantage of the Haitian people. Their primary mission is to sow poverty, destructure the public organizations and put the people in conditions of parasitism.

After the earthquake those organizations like American Red Cross, USAID, CIRH gathered almost 15 thousand million dollars, only the Red Cross was building 7 little houses out of wood for 400 million dollars. Now those people that were living under the tents, for example in the Cannan zone, nowadays it is one of the most armed and dangerous zones of the capital.

In the provinces they sow conflicts among the farmers who cooperate without money among themselves in the country, thanks to a from of living that is called “Konbit”, which is part of our culture. They come to supposedly organize and finance the farmers. Nowadays the biggest conflict that exists in the province Artibonite is this fight for money. Now the growers pay them and they don´t voluntarily cooperate among themselves anymore. The rice cultivation is being destroyed. Now we are the biggest exporter of agro industrialized rice from the US. The church individualizes the people and takes away their feeling of being a citizen. Everybody is waiting for a “Jesus” to change things instead of participating in the change.

Is there anything you would like to add?

The battle of the Haitian people is a struggle against a global agenda of imperialism. Thereby it is necessary that the other oppressed people stand in solidarity, that is the way to most surely eliminate this destructive system that wants to capitalize all but doesn`t recognize the value of anything.

Tek bir hayat var; yaşanacak!

Artık herkes biraz aynı şeyleri söylüyor gibidir. Bir laf var ve oldukça bilinir: “At izi it izine karıştı.” İz sürmek isteyenlerin, bu bulanıklıkla, bu karışmayla derdi olur. Bizim de seslenmek istediğimiz kendileridir.

Diyeceklerimiz basit, sade ve çok; onun için önce biraz önümüzü temizleyelim.

Bugün, kapitalist-emperyalizm, hem insanı tüketim nesnesi hâline getirerek hem de doğayı yağmalayarak, insan da dâhil dünyayı yok etme mekanizmalarını, büyük bir saldırı ile devreye sokmuştur. Bu bazı açgözlülerin işi değil, bizzat tekelci kapitalizmin, kapitalizmin kendi karakterinin sonucudur.

İnsanlığa demokrasi ve özgürlükler dünyası diye sunulana bakın!

1,8 milyar insan yeterli konuttan mahrum, 2,3 milyar insan temiz su bulamıyor, dünya nüfusunun en az yüzde 36’sının herhangi bir sağlık hizmetine erişimi yok, dakikada 11 kişi açlıktan ölüyor, geçen yıl 5 yaş altı 150 milyon çocuk yetersiz beslenme nedeniyle bedensel gelişim gösteremedi, bu yıl 11 milyon hektar toprak çölleşti. Yeter mi, yetmez! Buna tecavüze uğrayan milyonlarca kadını ekleyin, çalışırken öldürülen işçileri ekleyin, buna üzerlerine emperyalistlerin bombaları yağan halkları ekleyin. Devam edelim, biz tüm bunları yazarken 5.172.768 adet daha yeni telefon üretildi bunu da ekleyin, 640.276.632 yeni tweet atıldı, 484 bin daha televizyon satıldı, 69 milyon varil daha petrol çıkartıldı. İşte size kapitalizmin billur hâli!

Yaşanan, sınıf savaşıdır!

Tarihin gördüğü en büyük vahşet, kapitalizmdir. Hepimizin gözleri önünde kapitalizm büyük bir yıkımı, büyük bir çözülüşü yaşıyor. Bu çözülüşü durdurmak ve sistemi sürdürmek isteyen bir avuç asalağın dünya halklarına sunduğu budur; büyütülen savaşlar, her gün artan sömürü, zulüm, ölüm.

Sömürü düzeninin son kısmı kapitalizmin, tarihin çöp sepetine atılması gereken bu çürümüşlüğün, bize insanca yaşamak bir yana sadece ve sadece “hayatta kalma”yı dayatması kahrolası bir gerçek. Biz bunu reddediyoruz. Irkçılığı da, erkek egemenliğini de, sınıfları da, sınırları da… Elektrik faturasını da, salgın hastalıkları da, önlenebilir hastalıkları da, ekmek fiyatını takip etmeyi de… Ay sonunu da, işsiz kalırsam’ı da… Reddediyoruz!

Biz bu nedenle “ya sosyalizm ya ölüm” sloganını, sadece sıcak karşılaşmaların bir sloganı olarak değil, günlük çalışmalarımızın yol gösterici bir belgisi olarak da kullanıyoruz.

Önümüzü temizleyelim demiştik, devam edelim.

Temizliğin ferahlatıcı, rahatlatıcı bir yanı olduğu da aşikâr. Biliyoruz, bu bildirinin elinize geçtiği yerler hiç de öyle ferah yerler değil. Mesela bir metrobüste tıka basa, mesela işi yetiştirme baskısının olduğu bir fabrikada, geleceksizliğin garanti altına alındığı bir kampüste, henüz korkudan kombinin açılmadığı evlerde, asgarî ücret zammından sonra bir kalıp peynirin fiyatının ne olacağı sorusunun olduğu beyinlerde bu oldukça zordur.

Peki, ne yapalım dostlar, kardeşler?

Kapitalizm çözülüyor evet, pek tabii onun memleketimizdeki hâli Saray Rejimi de bundan payını alıyor. Bu çözülme nedeniyle, bugün her şey daha fazla açığa çıkıyor, daha kolay, “bilinebiliyor.”

Mesela biliyoruz diyelim her türlü oyunu, sadece seçimlerle hayatımızın değişmeyeceğini, “acı reçeteyi gerekirse içeriz” diyenlerin aslında hep bizi kastettiklerini, “4 adam yollarım 8 füze attırırım”cıların savaşı kendi paçalarını kurtarmak için kullandıklarını… Biliyoruz diyelim mesela deprem vergilerinin nereye gittiğini, geçilmeyen köprülerin parasının kimin cebinden çıktığını, interneti kimin-niye kestiğini, kadın katillerinin nasıl hemencecik salındığını… Eee?

Bilmek yetmez, ona uygun davranış geliştirmek gerekir. Bunun için, bildiklerinizi defalarca sınava çekmeniz gerekir. Gerçeği bilmenin, kavramanın insan eylemine bir yansıması olur.

Gerçeği görmek, bilmek, sanıldığından daha fazla çaba gerektirir ve bu çaba, nitelikli, örgütlü bir çaba olmak zorundadır.

Ya biz insan kime denir sorusunu tartışacağız ya da bedeli olduğu bize söylense de insan olarak yaşayacağız.

Tüm bunların içinde insan olmak, insan olarak kalmak günümüzde zor bir iştir. İnsan olmanın yolunu çok net olarak söyleyelim: Burjuva düzenine karşı savaşmak, ortakçı bir toplumu kurma mücadelesi içinde olmak.

Devrimcilik bir başkaldırıdır. Başkaldırı, çağımızın, insanın insana köle olduğu son sınıflı toplum olan kapitalizmden, sınırsız, sınıfsız, özgür bir toplum olan komünizme geçiş çağının en soylu, en insana yakışan eylemidir.

Bunun dışında başka seçenek yoktur.

Gelmekte olan bir devrimdir.

Dünyanın sokakları bu sistem içinde yaşamanın imkânsız olduğunu gösteren eylemlerle doludur. Lübnan’dan İran’a, İngiltere’den Sudan’a, Eritre’den Fransa’ya, Arjantin’den Sri Lanka’ya, Haiti’den Yunanistan’a isyan dalgası dünyayı dolaşmaktadır. İşçilerin hakları için yaptıkları grevlerde, kadınların adalet için yaktığı mahkemelerde, öğrencilerin aştıkları barikatlarda, “koca köstebek” kazmaya devam ediyor, tarih devrime akıyor!

Sadedir, nettir, kararını vereni “rahatlatır”; devrimci olmak, insan olmaktır. Devrimci; örgütlü insandır.

Bu düzende ömür tüketmek istemeyenler, yaşamak isteyenler, çağrımız sizedir!

Cesaret çoğu zaman ölmeyi göze almakla ölçülüyor. Özgür bir dünyayı kurmak için savaşan bizler açısından ise cesaret ölçüsü bu değildir. Cesaret; devrimi örgütlemek, savunmak ve yaymaktır. Bizim cesaret anlayışımız budur.

Önümüzde devrimi örgütlemenin ve yaymanın görevi durmaktadır ve bu hem gönüllülüğün hem de cesaretin en büyük göstergesidir.

İki devrimci, iki ortağımız, iki canımızın içi, iki insan…

Komutan Bekir Kilerci, Ali Serkan!

25 yıl oldu.

“Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar, başkalarının idealleri için ölür” yazmıştı Bekir.

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

 

Bugün artık rüzgâr karşıdan esmiyor. Dünyanın her bir köşesinde halklar, işçiler-emekçiler, başkaldırının adımlarını atıyor. Bekir, rüzgârın karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonun yapıldığı ve sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya, “Gemi”nin komutanı oldu.

İşçi sınıfının bugün yakın hedefi kendi iktidarını kurmaktır. Bekir, hedefe kilitlenmenin adıdır. Gücünüzü ve güçsüzlüğünüzü hedefinize göre sınarsınız. “Geleceğini devrimde gören gözler, bayrağının rengini elleriyle belirler.”

Temkinli bir ikircikle bazı dostlarımız, içinden geçtiğimiz hızlı altüst oluş döneminin durulmasını istemektedir. Bizler altüst oluş dönemlerinde taktiklerimizi, yaklaşımımızı gözden geçirebilir, daha ince hesaplar yapabilme alışkanlıklarını geliştirebiliriz. Bizden bu istenebilir. Ancak altüst oluş dönemlerinin kaosu nedeniyle seyirci olmamız istenemez. Kriz dönemleri, tüm bu döngüyü de bozma şansı olarak ele alınabilir. Seyretmek kirlenmektir, eylem öğretir, örgüt özgürleştirir.

Bir adım daha; eyleme, örgüte, devrime!

“Yaşamı yeniden yaratmak ötelerde değil. Rüyalarda, hayallerde değil. Kitaplara hapsolmuş değil. Elimizde!” yazmıştı Ali Serkan.
Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu.
19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

 

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsanın bazen mutlaka çok bilmesi, çok okuması vb. gerekmez. Sadece insan olması, ihaneti aşağılaması yeter. Ali Serkan, “insan olmanın çığlıdır.”

Serüvenci sonuna kadar gidebilendir!

Elimizde tek bir hayatımız var, o hâlde yaşayalım!

Yaşayacağız!

Sorunları etrafında bir araya gelenler, mücadele edenler insanca ve onurlu bir yaşamın da yolunu göstermektedirler.

Yaşamak için verilen mücadelenin adımları elbet bu düzenin topyekûn yıkılma mücadelesinden de geçecektir. İnsanlık dışı bu sistemin karşısında sosyalizm tek özgürlük seçeneği olarak durmaktadır.

Mücadele her geçen gün keskinleştikçe, saflar daha da netleşmektedir. Saflarımızı, sıklaştıralım!

Geleceğimizi belirlemek, yaşamımızı belirlemek seçimlerimizden ibaret olacaktır. Ve seçimlerimiz için, seçimleri “beklememizi” söyleyenler hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

Güç bizdedir! Kendi kaderimizi elimize alalım, bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır!

Dostlarımız var, boyun eğmedikleri için tutsak edilen, Mücella var, Selçuk var, Şebnem var, binlercesi var.

Dostlarımız var, kayyumlara, bombalara, katliamlara karşı halkının özgürlüğünü savunmaktan vazgeçmeyen.

Dostlarımız, yoldaşlarımız var, “kadın, yaşam, özgürlük” diye meydanları dolduran, diz çökmeyen.

Dostlarımız, yoldaşlarımız var, “usludan yeğdir delimiz, üniversiteleri yönetmeye geliyoruz” cüretini kuşanan.

Kahramanlarımız var. Her eylemiyle, yeniden öğreten. Ölümsüzleşen, eylemiyle yaşayan.

Komutan Bekir Kilerci var, Ali Serkan Eroğlu var.

Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen bu iki kahramanımızı anıyoruz.

Onlar bugün dünyanın her yerinde işçilerin, halkların bu aşağılık sisteme karşı isyanında yaşamaya devam ediyor.

Özgür bir dünya için savaştılar, yaşadılar, yaşıyorlar!

Aramızdalar, şimdi ve daima!

Bunun için örgütleniyoruz.

Bunun için işçi sınıfının kurtuluşu, halkların bağımsızlığı ve özgürlüğü için örgütlenmeyi büyütmeye çağırıyoruz.

Bunun için devrimcileri, direnenleri Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye, devrimci sosyalizm saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

Bugün özgürce yaşamak ellerimizdedir.

“tüm yaşamım senindir
ne efendi ne uşak olarak
ne de şimdiki gibi kalarak
bütün yaşamım senindir,
senin gibi olarak
kendim gibi kalarak
insan olduğumu anımsayarak
bütün yaşamım senindir
bütün yaşamını isteyerek”

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

25 Kasım 2022

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...