Ana Sayfa Blog Sayfa 61

Kahrolsun Siyonist İsrail! Kahrolsun Emperyalizm! Nehirden denize özgür Filistin!

İsrail, Filistin’e ve Filistinlilere yönelik aylardır tırmandırdığı şiddeti başka bir boyuta taşımış, Mescidi Aksa‘yı talan edip, ibadet edenlere vahşi bir şekilde saldırmıştır. Yüzlerce insan yaralanmış ve ambulans girişleri yasaklanmıştır. İşgal ordusu tarafından tutuklanan Filistinli sayısı yüzlerce kişiye ulaşmıştır.

Yeni başa getirilen Netanyahu hükümeti, Ulusal Güvenlik (iç savaş) bakanlığına Otzma Yehudit (Yahudi İktidarı) isimli en saldırgan kanadın lideri Itamar Ben-Gvir’i getirerek zaten iç savaşı ve Filistinlilere yönelik katliamı artıracağını dünyaya ilan etmişti.

Yeni hükümetin kurulmasından bu yana işgal edilen 47 topraklarında, özellikle bugün birer şehre dönüşen mülteci kamplarında, yükselen direnişi bastırmak için yanına aldığı Filistin Yönetimi ile birlikte onlarca operasyon düzenleyen İşgalci, Filistinlilere bir adım bile geri adım attıramamıştır, direniş daha da artarak büyümektedir.

Filistin iradesi, dünya genelinde de büyümekte, İsrail, Uluslararası BDS Hareketinin boykotlara, yatırımların geri çekilmesine ve yaptırım uygulanmasına yönelik yürüttüğü çalışmalarla yalnızlaşmaktadır.

Filistin’in onurlu var olma mücadelesi büyüdükçe, düşman da saldırganlaşıyor. “Ortadoğu’nun en çağdaş ülkesi” İsrail’in nasıl bir “demokrasi” olduğu giderek açığa çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti her alanda İsrail ile temaslarını sürdürmekte, kârlı yatırımlarını ve ticaretini devam ettirmektedir. İsrail devleti ırk ayrımcı bir işgal gücüdür ve onunla girişilen her türden ekonomik, siyasi ilişki Filistinlilerin karşısındadır, Filistin toprağının yağmalanmasına, insanının katledilmesine, emek gücünün sömürülmesine hizmet etmektir.

Yükselen direniş, başkaldırı ve cesaretiyle Filistin halkı, siyonizme ve emperyalizme boyun eğmemiştir, bugün de bu mücadeleyi sürdürmektedir. Direnen Filistin halkının yanındayız, İsrail’in dostlarına karşı bulunduğumuz her yerde mücadelemizi yükselterek direnişin yanında olmaya devam edeceğiz.

Seçim, seçim süreci ve devrimci tutum

1- SEÇİM, SAVAŞ POLİTİKALARINDAN AYRI ELE ALINAMAZ

14 Mayıs 2023’te bir seçim yapılacağı ilan edildi. Bir ihtimal, bu seçimlerin yapılacağı, diğer bir ihtimal ise yapılmayacağıdır.

Seçimlerin iptal edilmesi için, “iki füze göndeririz yeter” anlayışı, her zaman geçer akçedir. Bize kimse, AK Parti’nin ya da Saray Rejimi’nin ya da TC devletinin böylesi bir şey yapmayacağını söylemesin. Bu halk, bu topraklarda yaşayan herkes, aslında TC devletinin nasıl bir devlet olduğunu, derinden bilir. Bunun için yeterli bilgi ve deneyimi vardır. Deprem bölgesinde günlerce insanların enkaz altından gelen çığlıklarını seyretmemize neden olup insanları ölüme terk edenler, hiçbir zaman dürüst, kurallara bağlı vb. dahası bilinen anlamı ile insan olmazlar. TC devleti budur. Deprem, halkın devlet eli ile ölüme terk edilmesi demek olmuştur. Katliam politikalarına son derece uygundur. İnsanlara “depremde ölen annenizin cenazesini İstanbul’a gönderdik” deyip, İstanbul’da bir erkek cesedi gösterip, sonra da “yanlışlık oldu” deyip, Hatay’da annesinin kopmuş başını gösterenler, işkencecidirler ve onlardan bir beklenti içine girenler, çocuk değillerse, saf değillerse, akılsız değillerse, korkak ya da onların işbirlikçileridirler.

İşte bu nedenle, “iki füze” gönderilerek seçimin iptali uzak bir olasılık değildir. Hele ki, savaş bulutlarının bu denli yoğunlaştığı bir coğrafyada. Saray Rejimi, ABD uzantısıdır ve savaş politikalarına uygun olarak böylesi bir adım atması olasıdır.

Eğer ABD, İdlib’den, Suriye’den, Ortadoğu’dan çekilmeyi kabul etmemiş ise, ABD’ye tetikçiliği en iyi yapacak sistem-kişi gereklidir ve bu nedenle seçimlerin “kaderi” tartışma konusudur. İdlib, Saray Rejimi örgütlenmesi için sıradan bir etken değildir.

Evet, her seçimde, egemen, mesela ABD ya da NATO, önce kendi adamlarını seçer, sonra bunları halka “seçtirir”. Bunu zaten biliyoruz. Ama bu seçimlerde, durum daha da kritiktir. Savaşı anlamadan, savaşı görmeden, seçimi, seçim sürecini anlamak mümkün değildir.

ABD, eğer Suriye’den, İdlib’den TC devletini çekmeyecekse, bu durumda, oradaki IŞİD güçlerini Kılıçdaroğlu ile yönetmesi mümkün değildir. Çünkü IŞİD demek, aynı zamanda eroin ticareti, aynı zamanda insan ticareti, aynı zamanda silah ticareti, aynı zamanda organ kaçakçılığı vb. demektir. IŞİD, aynı zamanda Türkiye’nin içindedir. Bu boyutta kirli bir savaşı, TC devletini tetikçi olarak kullanarak ABD yönetmekte, organize etmektedir. Bu süreci iyice düşünerek kavramak gerekir. IŞİD çeteleri ile bir devlet ilan eden ABD, Ukrayna’da da, 2014’ten başlayarak, yani Suriye savaşının ardından başlayarak, bir Neonazi yönetim oluşturmuştur. Bu iki savaş birbirine çok bağlıdır. Saray Rejimi de savaş politikalarının gereğidir, ABD’nin tetikçi olarak TC’yi dizayn etmesine bağlıdır.

ABD, Ortadoğu da dâhil dünyada sürekli savaşları tırmandırarak, hegemonyasını sürdürmeye, kayıplarını önlemeye, rakiplerini kendi kontrolüne almaya çalışıyor.

Türkiye’de seçimler, ABD’nin bu savaş politikasına çok bağlıdır.

14 Mayıs 2023’te seçimin olacağının ilan edilmesi, seçimin iptali operasyonunu ortadan kaldırmaz. Tersine, “iki füze” ile savaşı genişletmek ve “milli mesele” adı altında tüm muhaliflere seçimin iptalini kabul ettirmek hâlâ bir olasılıktır. Savunu da kolaydır; “seçim yapmak istiyorduk, ama ne ki, milli çıkarlarımız gereği savaştayız, seçim iptal.” İşte CHP’nin de evet diyeceği bir seçim iptal operasyonu.

Ya ABD Ortadoğu’dan çekilecek ve yenilgiyi kabul edecektir ya da savaş politikalarını daha da ileri seviyeye taşıyacaktır. Görünen ikincisidir. Bu nedenle, Türkiye’de seçimlerin olmama olasılığı yüksektir, eğer olursa çok farklı bir süreç yaşanma olasılığı yüksektir ve ABD’nin Kılıçdaroğlu ile bu aşamada, bu savaşı yürütmesi zordur. Yanlış anlaşılmasın, Kılıçdaroğlu ABD emirlerini yerine getirmez demiyoruz, elbette getirmek ister. Ama AB şemsiyesi ile ABD çıkarları artık eskisi gibi çakışmıyor.

ABD ve AB arasında bir anlaşma olmadan, seçimlerin gerçekleşmesi, sandığa atılan oyların sandıktan çıkan oylar olması mümkün değildir.

Biz onların, efendilerin kararlarını beklemeyi reddediyoruz. Halk, işçi ve emekçiler, kendi rotalarında devrime yürüme kararını vermelidir.

2- İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN, HALKIN BU SEÇİMLERDE CUMHURBAŞKANI ADAYI YOKTUR

Görünen o ki, Erdoğan’ın halk desteği yoktur.

2015’te de yoktu, kaybetmişti.

2017’de de kaybetti.

2018’de de kaybetti.

Kaybettiği her seçimi de çalmasını bildi.

Marifet, onun çalmasını bilmesinde, hırsızlıktaki başarında değil, esas marifet, onu meşru gören ve gösteren “burjuva muhalefet”tedir.

Saray Rejimi, bu nedenle, hiçbir zaman meşru değildir. Sadece Erdoğan’ın diploması olmadığından, sadece Erdoğan’ın epilepsi hastalığı nedeni ile değil; seçimleri her seferinde çaldıkları için de meşru değildir.

Demek ki Erdoğan, Saray Rejimi, orada halkın, halkların rızası ile durmamaktadır.

Meşru değildir.

Her fırsatta halkı suçlayan liberal sol, burjuva “muhalefet” aslında bu gerçeği görüyor ve susuyor. Devlete, Saray Rejimi’ne karşı direnişi meşru bir yol olarak ortaya koymaktan, daha çok korkuyor. Saray Rejimi’nden bir korkuyorlarsa, isyandan, ayaklanma ihtimalinden, halkın önüne gerçeği koymaktan, devrimden yüz korkuyorlar.

Öyle ise geniş kitlelerin Erdoğan’a karşı olması, onlara yetiyor.

Oysa geniş kitleler, Saray Rejimi’ne, TC devletine de karşıdırlar.

Bu nedenle, burjuva muhalefet, meseleyi sadece Erdoğan karşıtlığı şeklinde sınırlandırmak istiyor. Ve sol, buna razı olmuş durumdadır.

TC devleti, Saray Rejimi, ölümü göstererek, halkı, kitleleri, işçi ve emekçileri sıtmaya razı etmeye çalışıyor.

Sıtma, Kılıçdaroğlu da içinde, tüm diğer adaylardır.

Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’ne karşı bir alternatif değildir.

Ekmeleddin vakasını biz yaratmadık.

Muharrem İnce vakasının planlayıcısı bizler değiliz.

Muharrem İnce, gerçekte seçimi kazanmıştı ve kazanılmış seçimi satmıştır. Ve bunun karşılığında, yüklüce para aldığı da bilinmektedir. Kılıçdaroğlu bu süreçten habersiz midir?

HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını biz yaratmadık, yaratıcıları bellidir.

Kürt illerine kayyumlar atanırken, demokrasi nutuklarını, yasaları unutanların kim oldukları bellidir.

Halkın, bu seçimlerde adayı yoktur. Maalesef bu şans tepilmiştir.

Erdoğan’ın gitmesi için duyulan haklı istek, Kılıçdaroğlu’nu halka bir umut olarak sunma noktasına gelmiştir. Ve sol, buna razı olmuştur.

Bunu reddediyoruz. İşçi sınıfı ve halklar bir kere daha aldatılmamalıdır.

Varsayalım ki seçim olsun. Öyle ya, 14 Mayıs’ta seçim ilan edilmiştir. Kılıçdaroğlu normal bir seçimde elbette kazanır. Seçim olur mu, bu bir sorudur; olursa nasıl olur, bu da bir sorudur. Oldu diyelim, Kılıçdaroğlu da kazandı. İyi ama hangi sorunu çözer? Mesela ekonomiyi mi, mesela Kürt sorununu mu, mesela savaş politikalarını mı, mesela NATO meselesini mi, mesela anti-demokratik uygulamaları mı? Hiçbirini çözemez. Ama işçilerin, emekçilerin sisteme ve devlete karşı direnişlerini bir ölçüde kırar.

İşte Kılıçdaroğlu’nun bir umut olarak yükseltilmesi, halkın, işçi ve emekçilerin öfkesini, isyanını bastırmak, onları bir kere daha aldatmak, onların devlete karşı öfkelerini söndürmek içindir. Ve seçim olmadan, daha şimdiden bunu başarmış gibidirler.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi, tüm egemenler, işçi ve emekçilerin devrimci ayaklanmasından korkmaktadırlar. Bu korkuları nedeni ile, Erdoğan’a karşı Kılıçdaroğlu alternatifini ortaya koyarak, solu, okuyup yazan insanları Kılıçdaroğlu aracılığı ile devlete yeniden bağlıyorlar. Bu yolla, işçi ve emekçiler için devrimci alternatifin önünü kesmeye çalışıyorlar.

3- SEÇİMDE CİDDİ OLANLAR, ERDOĞAN’IN ADAYLIĞINA ONAY VERMEZDİ

Seçimle, Saray Rejimi’nin gideceğini varsayanlar, Erdoğan’ın adaylığına onay vermezdi. Erdoğan, hangi yasalara göre aday olmuştur? Seçim yasaları bile olmayan bir Saray Rejimi söz konusudur. Bu Saray Rejimi, TC devletinin, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

100. yılına giren TC devletinin, anlı-şanlı demokrasisinin seçim yasaları bile belli değildir. Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığını kabul edenler, Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, işçi ve emekçileri, solu ve kitleleri arkasına almaya çalışıyorlar.

TC devletinin haklar için, seçim vb. için yasaları çiğnenmeye açıktır, yok gibidir ama halkların katledilmesine ilişkin yasaları son derece açıktır.

Seçim ve yasalara Saray’ın uyacağı konusunda bu denli inançları olanlar, önce Erdoğan’ın aday olamayacağını ilan etmelidirler. Madem yasalar bu kadar kıymetli, Erdoğan’ın adaylığına izin vermeyin. Erdoğan’ı aday yapan kimdir?

“Mağdur yaratmayalım” hikâyesi, çoktan eskimiş bir hikâyedir. Saray Rejimi eli kanlı bir rejimdir. Ekonomisi, rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Bu koşullarda bir dirhem halk desteği kalmamıştır. Öyle ise, ne mağduriyetinden söz edilmektedir? Binlerce insanın kanı elinde olan Saray Rejimi, böyle mi mağdur olacak ve halkın oyunu alacak? Bu baştan aşağıya yanlıştır ve manipülasyondur. Demek ki, 2015’ten bu yana olmuş olan ve her birini Erdoğan’ın çaldığı seçimleri “meşru” görme hâlidir bu. Ve sadece “meşru” görmekle kalmıyor, halkın da desteğinin olduğunu ortaya koymuş oluyor ki, yalandır. Halkın Saray Rejimi’ne onayı yoktur. Bu seçimlerin hiçbiri, burjuva normlar bir yana, Türkiye tarihi içinde de normal seçimler değildir.

Erdoğan’ın, bugüne kadar cumhurbaşkanlığı meşru değildi, bunu meşru kıldınız. Şimdi adaylığı yasal değil ama bunu da kabul ettiniz, halkı sokağa çağırmadınız. Peki, seçimi kaybederseniz ya da seçim olmazsa, halka ne diyeceksiniz? YSK işte taraflı idi, Erdoğan oyları çaldı vb. İyi de bunu bugünden biliyoruz.

Mesela YSK, bugünden, seçim olmadan seçim sonuçlarını ilan etse, Kılıçdaroğlu tüm halkı sokağa direnişe mi çağıracak, yoksa “kavga etmemeliyiz, insan niye kavga eder, gelin birlikte olalım” nakaratını mı söyleyecek?

Bugün, Erdoğan’ın yasal olmayan adaylığı, bunu kabul ederek yasaları çiğneyen YSK’nin tutumu karşısında sokağa çıkmayanlar, yarın hiç çıkamazlar.

Demek ki, biz işçiler, halklar, artık sokağa çıkma meselesini CHP’nin kararına bağlı görmüyoruz. Herkes kendi yolunu açacaktır.

Bugün Erdoğan’ın adaylığını meşru saymak, aslında Saray’ın uygulamalarına “evet” demektir.

“Biz Erdoğan’ı seçimde, sandıkta yeneceğiz” tutumu, yiğitlik veya yüksek irade göstergesi değildir; devleti kurtarma operasyonudur.

Erdoğan, seçimlerde aday olamaz. Bu duruma göz yummak, Saray’ın uymasını bekledikleri yasaları kendilerinin hafife alması demektir.

Yarın bunlar bize, YSK taraflı idi, diyecekler, “adam kazandı” diyecekler, “aman sokağa çıkmayın iç savaş çıkar, bilgiyi içerden aldık” diyecekler.

İşçi ve emekçiler, böylesi bir seçime, kendi adayları olmadan gitmektedirler.

Bu nedenle, hiçbir cumhurbaşkanı adayına oy vermeme hakları vardır.

Seçim süreci, organizasyonu, seçimleri şimdiden tartışmasız bir biçimde şaibeli kılmaktadır.

Varsayalım ki, son anda, seçimler “yapılamaz” hâle geldi. HÜDA PAR, tam da böylesi senaryolar için anlam kazanır, Çakıcı’nın adamlarının ziyareti de. Neyse, varsayalım ki, bir biçimde seçimleri yapılamaz hâle getirdiler, bu durumda “var olan cumhurbaşkanı” cumhurbaşkanlığına devam eder.

4- SEÇİM SÜRECİ ŞAİBELİDİR

Seçim sürecini şaibeli kılan şey, sadece Erdoğan’ın aday olamaması gerektiği hâlde aday olması değildir. Bu var elbette. Sadece seçim yasasındaki değişiklikler değildir. Sadece seçimlerin anti-demokratik karakteri değildir.

Erdoğan, 2028’de aday olmak için seçim zamanını Nisan 2028’e alırsa, dönemini tamamlamamış olduğu için, yeniden aday olarak kabul edilecek mi? Elbette edilecek; bugün ediliyorsa, o gün de edilir. Bu durumda, “bir kişi en çok iki dönem seçilerek cumhurbaşkanı olur” demenin ne anlamı var?

Seçim sürecini şaibeli kılan birçok uygulama sahaya sürülmektedir. Yasaklamalar, suikastler bunun ana yöntemleridir.

Saray Rejimi’nin asgarî ücret ve emekli maaşları, EYT konusundaki düzenlemeleri, seçimi kazanma hedefi için sahnelenmemektedir. Asgarî ücret, EYT yasası, emekli maaşları ile oynanması, gerçekte, kitlesel bir başkaldırıyı, bir toplumsal patlamayı önlemek içindir.

Bunu, birçok uygulamada görebiliriz.

Ne asgarî ücret, ne EYT, oyları Erdoğan’ın lehine değiştirmemektedir. Bunu sadece burjuva muhalefet biliyor değil, bu durumu Erdoğan da, Saray da biliyor.

Saray, HÜDA PAR ile işbirliğine gittiğinde, bunun kendi oylarına bir dirhem bir olumlu etkisi olmayacağını biliyordur. Hatta oy kaybına neden olacağı bile açıktır. Sanki HÜDA PAR ittifaka girmemiş olsa Erdoğan’dan başkasına mı oy verecekti? Çakıcı’nın adamları jandarma komutanını ziyaret edip bunu deşifre ettiklerinde, bunun oy getirmeyeceğini bal gibi biliyorlar.

HÜDA PAR, ittifaka girişlerini, “seçim güvenliği” olarak açıklamaktadır. Bu seçim güvenliği, sanıldığı gibi, “tehdit” ile, korkutma ile sınırlı değildir. Bizzat devletin, bu çeteleri sahaya sürmesi, IŞİD güçlerinin sahaya girmesinin de yoludur. Bu sahaya sokulacak güçler, şimdiden, her adımları için Saray garantisi, Saray’dan yargılanmama, devlet görevlisi muamelesi görme hakkı almışlardır. Yoksa bu çetelerin eylemleri her zaman biliniyor. Ama yargılanmama garantisi, bu açıdan teşvik edici olmalıdır. Meseleye böyle bakmak gerekir.

Yoksa tüm bu adımlar, “oy kaybettirici adımlar” olarak ele alınır ki, safça ve çocukçadır, devleti tanımamaktır.

Saray’ın oy derdi yok gibidir.

Yoktur, çünkü hiçbir hamle, oy almalarını sağlamaz.

Derler ki, sandığa atılan oy değil, çıkan oy önemlidir. Demokrasi dedikleri budur. Ve bu durum, son yıllardaki her seçimde geçerlidir.

Demek ki, biz, daha bugünden sokağa çıkmalıyız. Cumhurbaşkanlığı adaylığının yasal olmayan kabulü, seçim sürecinin şaibeli olması (ki şimdiden öyledir, daha yolun başındayız) eğer sokaklara çıkmak için bir yeterli neden değil ise, yarın seçimi çaldıklarında “sokağa çıkın” diyecek bir CHP iradesi mi kalacak? Elbette kalmayacak.

Halkın, işçi ve emekçilerin, kendi örgütleri, devrimci örgütlenmeleri, devrimci sosyalistler dışında kurtuluş yolu yoktur.

5- SARAY KORKUYOR

Saray korkmaktadır.

Saray’ın her tuğlası, her duvarı korku ile, tıpkı bir depremde binaların, duvarların titremesi gibi titremektedir.

Ama bu korku, muhalefet denilen altılı masadan duyulan bir korkunun ürünü değildir. Saray’ın korkusunun nedeni, Kürt devrimi ve Gezi ile başlayan direniş sürecidir.

Saray, halkın ayaklanmasından, toplumsal patlamanın ayaklanmaya dönüşmesinden korkmaktadır.

Bu nedenle TC devleti, Saray Rejimi, ikili bir politika uygulamaktadır: Birinci ayağında bu politikanın, baskı, şiddet, yalan vb. vardır. Bunu zaten uzun süredir sürdürmektedirler. Buna yeni suikastler vb. ekleyeceklerdir. İkinci ayağında ise, bir toplumsal patlamayı ayaklanmaya çevirecek, devrimci kalkışmaya çevirecek sol güçlerin kontrolü vardır. Solun, CHP kuyruğuna takılması, daha şimdiden, Saray Rejimi için bir kazanımdır. Ve bu seçim sürecinin ayırt edici özelliği budur, yeni olanı budur.

Halktan duyulan korku, Saray’ın her adımında vardır. Deprem bölgesi, bunun en somut kanıtıdır. Saray, tüm paramiliter güçlerini deprem sahasında aktif hâle getirmiştir. Deprem sahasına sürülen bu paramiliter güçler, bir sosyal patlamayı önlemek için oradadır. O sahada, ölüm, artık bir korku kaynağı değildir. Onca yakınını kaybeden insanlar, devletin gerçek yüzü ile açıktan karşı karşıya kalmışlardır.

İşte korkularının kaynağı budur, halkın artık korkacak bir şeyinin kalmamasıdır.

Ellerinde binlerce insanın kanı vardır ve bundan korku duymaktadırlar.

Yel ekmişlerdir ve fırtına biçecekleri günler yakındır, bundan korkmaktadırlar.

Kendilerine bir cennet kurmuşlardır ve bu cenneti kaybetmekten korkmaktadırlar.

Suç sicilleri çok ama çok kabarıktır ve bundan korkmaktadırlar. Halktan korkmaktadırlar.

6- SARAY REJİMİ SEÇİMLE DEĞİL, DİRENİŞLE YENİLİR

Saray Rejimi, bu korkusu ile halka karşı her türlü saldırıyı devreye sokmuştur. Bu saldırıları, daha özel hedefler ile geliştirecekleri anlaşılmaktadır. Ama artık, işçi sınıfını, kitleleri korku ile sindirmelerinin sonuna gelinmiştir. Yeter ki işçi sınıfı, yeter ki devrimciler direniş rotasını kaybetmesinler.

Saray Rejimi, seçimle oluşmamıştır.

Saray Rejimi, seçimle gitmeyecektir.

Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin yolu, toplumsal bir ayaklanmadır. Elbette bu, adım adım, an be an örgütlenmelidir.

Direnişler, Saray Rejimi ile hesaplaşmanın tek yoludur. Bu direnişlerin zaferi, örgütlülükten, Birleşik Emek Cephesi’nden geçmektedir.

Sokaklar, özgürlüğü soluyabileceğimiz alanlardır. Örgüt, özgürlüktür.

Sokaklar, yeni yasaları yazmanın yeridir; işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin ellerinden çıkacak, eylemlerinden, direnişlerinden doğacak yeni yasaları yazmanın alanıdır.

Bu nedenle, biz direniş yolunu, işçi sınıfı ve emekçilerin gerçek yolu olarak görüyoruz.

Bu nedenle, cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot ediyoruz.

Sandıkta, cumhurbaşkanlığı oy pusulasına, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş, Hasan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım’ın; Gezi direnişçilerinin adlarını yazmayı öneriyoruz.

Milletvekilliği seçimleri için, HDP adaylarına oy atmayı öneriyoruz. HDP, seçime nasıl girecekse, onu desteklemeyi öneriyoruz. Bu, ülkemiz işçi sınıfının Kürt direnişine selâmıdır.

Gençler, ilk oyunuz, Berkin Elvan’a!

Analar, oyunuz, Ali İsmail Korkmaz’a!

İşçiler, emekçiler oyunuz Ethem’e, Abdullah’a, Gezi’nin yıldızlaşan güzel çocuklarına.

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, daha örgütlü ve çetin bir mücadeleye hazırlanmak zorundadırlar. Bu mücadele ne denli gelişirse, hareket alanı da o denli gelişecektir, ekonomik ve sosyal hakları almanın da tek yolu budur.

Biz devrimci sosyalistler, işçilere, emekçilere, kadınlara ve gençlere gerçeği söylemek zorundayız. Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, meşru değildir ve seçimle gitmeyecektir.

Saray Rejimi’ni devirmenin tek yolu, cesaretle, bir adım geri atmaksızın, işçi ve emekçilerin direnişindedir. Saray Rejimi, sokakta, barikatta yenilecektir.

Çoktan ömrünü doldurmuş bir iktidardır bu. Bu iktidarı alaşağı etmek için, onların olağanüstü sistemi içinde seçim vb. beklemek aslında onların iradesine teslim olmaktır. Beklemeye gerek yoktur. Bugünden, direnişi genişleten ve sağlamlaştıran, örgütlü hâle getiren bir çizgi için çalışmak zorunluluktur.

Sandığa ne oy atılırsa atılsın, çıkacak oy bellidir.

Bunu biz bilmeyebiliriz, ama efendiler çoktan biliyorlar.

Ülkenin kaderini efendilerin elinden almak, kendi ellerimizle yazmak mümkündür. Bunun için, mesele daha örgütlü bir direniş hattıdır. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi direnişlerini ara vermeden sürdürmelidirler. Seçim tartışmalarına çok fazla meyletmenin de anlamı yoktur. Mesele direniş hattını geliştirecek her olanağı kullanmak meselesidir.

Birleşik Emek Cephesi, acil bir gerekliliktir.

5 Nisan 2023

Kaldıraç Hareketi

Devrimci tribünler

Futbol ile ilgili olarak söylenen iki beylik cümle vardır: Yeşil sahalara politika girmemeli. Futbol kitlelerin afyonudur. Biri egemenlerin dilinden düşmez diğeri de kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı çevrelerin. Kanımca her ikisi de anlamsızdır bu cümlelerin. Önce egemenlerden başlayalım:

Yeşil sahalara politika girmemeli derken aslında “Tribünde bize muhalefet etmeyin” demekteler. Yoksa bal gibi politikanın içindedir yeşil sahalar da, tribünler de, futbol arenasında boy gösteren kulüpler de. Örnek mi? Daha geçtiğimiz ay zarfında 5 Mart 2023 tarihinde oynanan Bursaspor-Amedspor maçında tribünde açılan pankartları hatırlayalım, ardından da MHP Genel Başkanı’nın meclis kürsüsünden bu eyleme yönelik olarak sarf ettiği mültefit cümleleri. Başka örneğe gerek var mı?

İkinci cümleye gelince:

Son derece sığ bir düşüncenin ürünüdür bu cümle. Egemenler futbolu bu şekilde kurgulamış olabilirler ancak dünya nüfusunun en az beşte birinin cazibesine kapıldığı bu oyuna ilgi göstermek geniş insan yığınları ile iletişim kurabilmenin en güzel yollarından biridir. Ayrıca pek çok futbol takımının mevcut düzene muhalefet edenler tarafından kurulduğu gerçeğini unutmamak gerekir (Atletico Madrid Roma vd.).

İnsanların kendilerini özgür hissettikleri yerlerdir statlar. Yığınların kendilerini rahatça ifade edebildikleri yerlerdir buraları.

Unutulmaması gerekir ki tiyatro da köleci çağda egemenlerin elinde köleleri uyutmak için bir silah olarak kullanılmış, Yunan tragedyasının büyük ustaları Aischylos, Sophokles ve Euripides alın yazısı temasını işlemiş ve köleleri “isyanın anlamsızlığı, kaderlerinin tanrılar tarafından belirlenmiş önüne geçilemez olgular olduğu” fikrine inandırmak istemişlerdir. Oysa Namık Kemal’de, Brecht’te ve daha pek çok yazarın elinde isyanın simgesi oldu tiyatro.

Tribünlerde de isyan ateşleri yanar zaman zaman, pek çok örnek var bu konuda.

Bu yazıda statlarda yanan isyan ateşlerinden yola çıkarak solcu taraftar kitlesine sahip olan ve taraftarlarının bu kimliğini içselleştirmiş olan kulüplerin bir kısmı tanıtılmaya çalışıldı.

Futbola farklı bir açıdan bakılmasına katkı sağlaması umudu ile.

RED STAR PARİS YA DA ANTİFAŞİST DİRENİŞİN KALESİ

Devrimci tribünler yolculuğumuz Fransa’da Paris’te aşağıdaki sloganla başlıyor:

Zıpla, zıpla zıplamayan polistir.

Bu sloganla coşar Red Star taraftarları.

Kapasitesi 10 bin olan ancak güvenlik gerekçesi ile daha az seyirci alınan Bauer stadyumu bu sloganla inler Red Star maçlarında.

Red Star, Paris’in köklü takımlarından biri. Kuruluş tarihi 1897. Geçmişinde pek çok başarı var. Beş kez Fransa kupasını kaldırmışlar örneğin.

Geçmişte kulübün formasını giyen pek çok ünlü sporcu var. Ancak kulübün ünü buradan gelmiyor. Onu yüreklere ve belleklere kazıyan yönü tarihinde.

Stadın adından başlayalım dilerseniz. Bauer, stadın bulunduğu sokağın adı da öyle. Kim bu Bauer? 2. Büyük Savaş sürecinde Fransız direniş örgütünün sembol isimlerinden bir doktor.

Bununla bitmiyor takımın tarihindeki direnişçiler. Rinio Della Negra var İtalyan asıllı futbolcusu takımın. 1942’de silahlı komünist direniş örgütüne katılmış Negra. Alman faşistlerinin korkulu rüyası Manouchian grubunun bir bileşeni olmuş.

Nazi General Von Apt’a suikast, İtalyan faşist partisinin Paris’teki binasına baskın, Guynemer kışlası saldırısı gibi pek çok eylemin de aktif militanı.

21 Şubat 1944’te Valérien tepesinde kurşuna dizilen Manouchian grubu üyeleri arasında Negra da bulunmaktadır. Efsaneleşmiştir Negra taraftarlar arasında. Portresi Bauer stadının tribünlerinde yer alır takımın her maçında.

Red Star savaş sonrasında küme düştü. Endüstriyel futbolun gereksinimlerini karşılayamadığı için amatör kümeye kadar devam etti bu düşüş. Ancak taraftar onları bırakmadı. İnişli çıkışlı bir dönem geçirdiler uzun süre. 80’lerde tekrar Ligue 1’de idiler sonra yine düştüler; 2. ve 3. ligler arasında asansör takım durumundalar. Bu yıl 3. ligdeler örneğin.

İkinci Büyük Savaş sonrasında önemli bir sportif başarısı olmamasına karşın destan yazmaya devam etti Red Star. Soğuk savaş döneminde bir ABD’li ve bir Sovyet sporcuyu aynı takımda oynattı örneğin. Halkların kardeşliği konseptini daha iyi vurgulayabilecek bir uygulama olabilir mi? Peki Red Star’dan başka buna cesaret edebilen bir kulüp çıkmış mı dünyada? Sanmıyorum.

1980’li yıllarda bir başka ilki yaşattılar dünyaya. Red Star Lab projesi ile kulübün alt yapısındaki gençler sinema, tiyatro ve edebiyat alnında da eğitildiler futbolun yanında. Bu uygulamanın da bir başka örneğini görmedim yeryüzünde.

Red Star, Bauer’de izlenir. Ancak Bauer çok eski. Bu nedenle 2. Lig’de oynadığı yıllarda başka statlarda maç yapıyorlar. Buna da bir çözüm üretilmiş. Tribün grupları bir kolektif kurmuşlar. Mimarlar, belediye meclis üyeleri ve semt halkı ile bir arada stadın yenilenmesi için bir çalışma başlatmışlar. Bu da Red Star felsefesinin bir ürünü. “Taraftar kulübün bir parçasıdır.”

Tüm taraftar kendini antifaşist olarak tanımlar kulüp çevresinde “Dün ve bugün Bauer antifaşizm kalesi” pankartı tribündeki yerini alır her maçta. Paris’te faşistlerce katledilen Clement Meric posterleri, kızıl banliyö afişleri ve komünist semboller ile birlikte. Tabii Gezi Direnişi’ne verdikleri katkı ile de yer ettiler gönüllerde.

Paris St. Germain kulübünün Katar sermayesi tarafından satın alınması sonrasında pek çok eski PSG’li ultra da Red Star tribünlerinin müdavimleri arasına katıldı.

Hangi ligde oynarsa oynasın Red Star bir efsane, bir direniş sembolüdür Faşizme, ırkçılığa ve endüstriyel futbola direnişin simgesi.

Ömrün uzun olsun Red Star. Kızıl yıldızın hiç sönmesin.

SAINT PAULI, BİR FUTBOL TAKIMINDAN ÇOK FAZLASI

Paris’ten ayrılıp kuzeye doğru yola çıkalım. Bu kez durağımız Almanya’nın liman kenti Hamburg.

Saint Pauli, Hamburg’da bir semt. On yedinci yüzyılda cüzzam ve veba gibi salgın hastalıklara yakalanan insanları kentten uzaklaştırmak için kurulan bir karantina bölgesi imiş. Semtte aynı adlı bir futbol takımı var.

Almanya’da her kent sadece bir üst düzey futbol takımı ile temsil edilir. Kimi şehirlerde ikinci bir takım bulunsa bile kentin ikinci takımı etiketini çıkaramazlar üzerlerinden. Örneğin 1860 Münih her daim gölgesinde kalmıştır Bayern Münih’in…

Bu genel durumun tek istisnası, kentin esas takımına “meydan okuyabilme” becerisine sahip tek takım ise Saint Pauli’dir. Futboldaki başarıları ile değil toplumsal olaylara bakışı ile sağlamıştır bu başarıyı. Çin’den Brezilya’ya tüm dünyada taraftarı bulunan, satışa çıkardığı 10 bin kombine bileti yarım saat içinde tükenen bir takımdır Saint Pauli.

Türkiye açısından da önemli bir takımdır. Galatasaray, Sarıyer ve Fenerbahçe takımlarında oynamış Selçuk Yula bir sezon da Saint Pauli’de oynamıştı. Türkiye futbolunun aykırı çocuğu Deniz Naki de giydi bu takımın formasını ve attığı gol ile takımın Bundesliga’ya çıkmasını sağladı. Yine bir başka Türkiyeli futbolcu Enver Cenk Şahin ise bu takımın formasını giyerken attığı “Barış Pınarı” operasyonuna destek veren tweet’ler nedeni ile kulüpten uzaklaştırıldı.

Aslında bu son sözünü ettiğim olay kulübün yapısı hakkında yeterli fikir vermekte.

Irkçılığa, faşizme ve savaşa karşı bir yapısı var kulübün. Başkanı bir eşcinsel. Tiyatro yöneticisi. Tunuslu erkek arkadaşı ile evli on yıldan fazla bir süreden beri. Kendisinin futboldan anlamadığını açıkça söyleyecek kadar da özgüven sahibi.

Öyle bir futbol takımı ki onu andıran, taklitçisi olmaya çalışan pek çok takım var belki ama bugüne kadar hiçbiri başaramadı onun gibi olabilmeyi. Kurulduğu günden bu yana kayda değer hiçbir sportif başarısı yok. Bundesliga’da arada bir oynuyor figüran olarak. Pek uzun sürmüyor buradaki misafirlikleri. Hemen düşüyorlar bir alt lige. Onların yeri 2. Lig. Küçük takımlar yetiştirdikleri futbolcularla övünürler. Onların tarihinde yetiştirmiş olmakla övünecekleri önemli bir futbolcu da yok. Almanya ulusal takımına bir tek futbolcu verememişler örneğin. Buna rağmen dünyanın efsane takımları arasında haklı bir yer edinmişlerdir kendilerine. Skoru önemsemeden takımını destekleyen, gerektiğinde gözlerini kapayan, alanda oynanan futbol ile değil de toplumsal olaylarla ilgilenen, sırtını sahaya dönen bir taraftara sahiptir bu takım. Alman futbol arenasının “kaşıkçı elması”dır St. Pauli.

Hitler döneminde öldürülen yandaşlarının anısına, onların isimlerinin yazılı olduğu bir anıtı kulübün stadyumuna diken, “faşizm bir düşünce değil, bir suçtur” diyebilen ve bu görüşü pankartlarla tribünlere asabilen bir taraftar topluluğu var kulübün. Futbol açısından tek beklentileri ise Hamburg’u yenebilmek. Antifaşist mücadelenin bayraktarlığını yapan yandaşlarının, toplumsal olaylara karşı duyarlı olması ile St. Pauli’nin yaşamı öylesine uyumlu ve birbiriyle örtüşmüştür ki, takım sezon başı kamp yeri olarak Küba’yı seçebilmektedir.

Kulübünü ve yandaşlarını sosyalist olarak gören St. Pauli taraftarları dünya üzerinde kulüp-semt uyumunu en üst düzeyde yakalayan bir sivil toplum örgütünü oluştururlar. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir ırk ayrımcılığı olayında, terör olaylarında ilk tepkiyi St. Pauli yandaşları gösterir. Solingen saldırısında tribünlere “Faşistleri siktir edin hepimiz kardeşiz” pankartını tribüne asar maç izlerken Che tişörtleri giyer, Gezi Direnişi’ne de, Kobanê savunmasına da selâm dururlar. Bir tek ırkçı veya cinsiyetçi tezahürata yer yoktur onların dünyasında.

Küçük ama futbol dünyasındaki saygınlığı tartışılmayacak kadar belirgin bir dünyadır St. Pauli.

Umarım yeryüzünde mevcut tüm kulüplere örnek olur günün birinde

AS LIVORNO CALCIO

Herhangi bir kent değil Livorno. Tarih boyunca önem taşımış bir liman şehri. Kapitalizmin ülkede egemen olması ile birlikte işçi hareketlerinin ve eylemlerinin merkezi hâline gelmiş. Yakın tarihte de önemli olaylara tanık olmuş. Örneğin 1921’de Gramsci ve arkadaşlarının kurmuş olduğu İtalyan Komünist Partisi’nin merkezi idi burası. Günümüzde ise başta liman işçileri olmak üzere ezilen ve yoksul kesimlerin barınağı.

Latin Amerika’dan Avrupa’ya futbolun popüler olduğu her ülkede liman şehirlerinin popüler bir futbol takımı mevcuttur. Egemenler bu kentlerde kurulan kulüpler aracılığı ile işçilerin toplumsal sorunlarla ilgilenmesinin önüne geçmek istemişlerdir. Ne var ki bu silah ters tepmiş ve liman kentlerinde kurulan futbol takımları işçi hareketlerinin en yoğun biçimde örgütlendiği yerler olmuştur. Livorno da bunlardan biri işte. Kulüp 1915 yılında kurulmuş. Kayda değer hiçbir sportif başarısı yok.

1949 yılına kadar Serie A’nın sıra takımı olan Livorno bu tarihte küme düştü ve amatör liglere kadar sürdü bu düşüş. Sonra bir toparlanma dönemi yaşadı ve 2003-2004 sezonu sonunda tam 54 yıl ara sonrasında tekrar Serie A’da yer aldı.

Taraftar coşku ile karşıladı bu yükselişi. Artık faşist Verona ve Lazio, tekelci sermayenin takımı Milan tribünlerine orak çekiçli Livorno bayrakları asıp takımın marşı olarak kabul ettikleri Bella Ciao söyleyebileceklerdi bunların statlarında. O tarihten 2021’e kadar da Serie A ile Serie B arasında mekik dokudu. Sonra yine serbest düşüşe geçti. Bu aralar amatör ligde oynuyorlar.

Sportif başarı pek önemli değil Livorno taraftarı için. Onlar sosyalist olmakla ve endüstriyel futbol karşısındaki kararlı duruşları ile tanınıyor ve seviliyorlar.

Bir de efsane futbolcusu var takımın Cristiano Lucarelli. Maçlarda attığı gollerden sonra tribünlere sol yumruğunu kaldırarak veya formasını sıyırıp altındaki CHE resmi taşıyan tişörtünü izleyicilere göstererek gol sevinci yaşayan, bu davranışı nedeni ile de defalarca ceza alan biri o. Bununla da kalmamış. Che’nin kızı ile tanışıp ona Küba milli takımı ile Livormo arasında maç yapılmasını teklif etmiş.

Ancak Lucarelli’nin efsane olmasının başka bir nedeni var:

Zenith St. Petersburg’dan transfer teklifi almıştır Lucarelli. Yıllık 3 milyon € maaş teklif edilmiştir kendisine. Verdiği yanıt şöyle olur; “Bazı futbolcular transfer paraları ile Porsche veya yat almayı severler oysa ben sadece Livorno forması almak isterim tüm beklentim bu.”

Endüstriyel futbol karşısındaki bu yürekli başkaldırıdır Lucarelli’yi efsane yapan.

Fena futbolcu değildi. Serie A’da gol krallığı bile var. Yaş gruplarında ulusal formasını da giymiş İtalya’nın ama sonrasında ulusal takım daveti aldığında reddetmiş “gök maviler”de oynamayı. Livorno dışında başka takımlarda oynamış oynamasına da İtalya’da Parma, Atalanta, Napoli gibi endüstriyel futbolun alternatif takımlarında forma giymiş. İtalya dışında ise Lucescu’nun yönettiği dönemde Shaktar Donetzk deneyimi var. Lucescu’nun ifadesi ile “Batı Avrupa’nın futbol hegemonyasına isyan bayrağı açan takımda. Lucarelli bugün 47 yaşında. İtalya’nın solcu futbolseverlerinin Berlusconi’si olabilirdi istese idi. O Livorno’nun efsanesi olmayı tercih etti.

Kızıl formaları ile, tribünlerden çıkıp semaları çınlatan Bella Ciao marşı ile, 1921 (İtalya Komünist Partisi kuruluş tarihi) adını taşıyan lokalleri ile dünya futbolunun görkemli bir rengidir Livorno FC bu renk hiç solmasın.

AEK

Devrimci tribünlerde yolculuğumuz Avrupa’nın doğusunda devam ediyor. Atina’dayız.

Kimi zaman spor kulüpleri de doğdukları toprakların dışında sürdürürler yaşamlarını. Yunanistan’da böyle bir kaderi paylaşan üç kulüp var. Bunlardan biri PANİONİOS GSS, İzmirli Orpheus’un devamı. PAOK, Peralı Hermes’in. Üçüncüsü ise AEK (Athlitiki Enosis Konstantinopoleos).

Diğer ikisinden farklı olarak bu takımın bir kısmı Türkiye’de kalmış ve yaşamını burada da devam ettirmiştir. Pera idi takımın adı kuruluş döneminde. Bugün ise Beyoğluspor olarak sürdürmekte faaliyetlerini. Neden böyle oldu? Bu yazının konusu değil. Zaten bu satırları okuyacak hemen herkesin bir fikri var bu konuda.

Ancak şunu belirtmek gerek: Bu coğrafyanın tarihinin unutulmayacak bir parçasıdır AEK. Bu nedenle takımı tanımlayacak sözcükler bulmakta güçlük çekiyorum. Dost ya da kardeş sözcükleri yetersiz kalıyor. Varlığımızın, canımızın sınır ötesinde kalmaya mahkûm edilmiş bir parçasıdır AEK. Bu özelliğini yıllarca korumasını bildi. İstanbul ve Anadolu göçmenlerinin takımı oldu öncelikle. Atinalı emekçilerin de destek vermesi ile takım daha da güçlendi taraftar açısından. Yunanistan futbolunun üçüncü büyüğü, Panatinaikos ve Olimpiakos tekeline isyanın simgesi oldu.

Yakın geçmişe kadar Atina derbilerinde rakip takım taraftarları “tourkosporos” (Türk tohumu) ifadesini kullanarak aşağılamak isterlerdi AEK taraftarlarını. Milliyetçilik böyle bir bela işte.

Takım Türkiye ile ilişkisini kesmedi uzun yıllar. Türkiye’den göç eden sporculara da kucak açtı. Türkiye ve Yunanistan ulusal formalarının her ikisini de taşımış olan Beşiktaşlı Sofyanidis en bilinen örneği bunun (Sofyanidis Yunanistan ulusal takımının da hocası oldu daha sonra).

Türkiye’deki ana akım medya Lefter Küçükandonyadis’in futbolu Fenerbahçe’de bıraktığını ifade eder. Doğru değil bu. Lefter, Türkiye’de jübile yapmış ancak daha sonra bir yıl daha futbola devam etmiş ve AEK formasını taşımıştır. Onun vefat ettiği gün AEK tribünlerinde Türkçe bir pankart vardı:

“Ver Lefter’e yazsın deftere”.

Türkiye’ye sık sık gelir dostluk maçları yapardı AEK, yaklaşık 20 yıldan beri gelmiyorlar. Nasıl gelsinler? Futbol öyle bir hâl aldı ki bırakın dostluk maçı yapmayı yemek yemeye zaman bulamaz oldu futbolcular.

Türkiye’ye artık gelmiyor AEK ama taraftarları Türkiye ile bağlarını koparmamakta kararlı. Özellikle Original 21 adlı taraftar grupları daha da kararlı.

Gezi Direnişi’nde yanımızda idiler. Devlet terörü kurbanı Berkin Elvan’ın posterini taşıdılar tribüne, Yunanistan’da aynı bahtsızlığa uğramış Alexis ile yan yana idi Berkin.

Bununla da yetinmediler Taksim’e kadar gelip katkı da verdiler direnişe. Grup Yorum’a yönelik baskılara da tepkisiz kalmadılar.

Son olarak depremzede Türkiyeliler için topladıkları bağışla gündeme geldiler. Yunanistan’da çıkan orman yangını esnasında “ateşiniz bol olsun” diye mesaj paylaşanların suratına inen bir tokattı bu para.

Halkların kardeşliği şiarının simgesidir AEK.

KIBRIS’TAN SOLCU BİR NEFES: HALKIN ATLETİK KULÜBÜ OMONİA 1948

Yolculuğumuz bizi Kıbrıs’a götürüyor. İlginç bir öykü için.

Öykümüz 1948 yılında başlar. Yunanistan iç savaşının sürmekte olduğu dönem. Kıbrıs’ta APOEL adlı spor kulübü sporcularına Yunanistan Kralı’na bağlılıklarını ifade eden bir belge imzalatmak ister. Pek çok sporcu karşı çıkar bu talebe ve kulüpten ayrılırlar. Athletic Club Omonia, Nicosia Apoel’den ayrılan bu sporcular tarafından kurulmuştur.

Omonia, birlik demekmiş. Elbette Enosis sözcüğünün içerdiği anlamda bir birlik değil kastettikleri. Bağımsız ve bütünleşik bir Kıbrıs onların özlediği.

Ne kadar güzel bir talep değil mi?

Her ne ise gelelim kulübe.

Kurulduğu tarihten itibaren solun spor alanlarındaki temsilcisi oldu Omonia. Elbette solcu Kıbrıs halkının taraftarı olduğu takımdı.

Tribünlere de yansırdı bu anlayış. Özellikle de Gate 9 adlı taraftar grubunun tüm eylemlerine. “Faşizme karşı yeşil yoldaşlar” türküleri idi onların. Yeşil armalarının rengi, direnişin sembolü idi.

Irkçılığa, kapitalizme karşı olan tüm dünya ile dayanışma içinde idiler. Che Guevara posterleri süslerdi tribünlerini, bir de dayanışma pankartları.

Soma katliamı sonrasında Gate 9 tribününde Türkiyeli madencilerle dayanışma pankartları açıldı. Trabzon veya Rize’de görülmeyen dayanışma Lefkoşe’de görülüyordu.

Sene 2018.

Değişen dünya koşulları ve tüm dünyayı etkisi altına alan endüstriyel futbol çılgınlığı Omonia’yı da etkiledi. Satıldı kulüp, Stavros Papastavru adlı ABD de yaşayan bir iş insanına. Ancak öykü burada bitmedi.

Gate9 mensuplarından 550 kişi bir araya gelerek yeni bir kulübün temellerini attılar. Halkın Atletik Kulübü Omonia 1948 yeni kulübün adı. Omonia’nın tarihine ve kuruluş amacına sahip çıkan bir isim.

Ancak yeni kulüp sadece tarihe sahip çıkmakla kalmadı, çok önemli bir yönetim anlayışını da getirdi beraberinde.

Başkanı yok bu kulübün kolektif bir anlayışla yönetilecek 11 kişilik bir sekreterler kurulu var. Her sekreter kendi sorumluluk alanında söz ve karar yetkisine sahip. Her sekreterin sorumluluk alanına giren konularda özerk komiteler kurulması amaçlanıyor.

Kıbrıslı Türkler, göçmenler ve mültecilerle işbirliği yapılması ve dünyanın dört bucağındaki benzer organizasyonlarla iletişim kurulması da kuruluş toplantısı kararlarından.

“Kapitalizme ve ırkçılığa karşı direniş ateşini canlı tutmanın tutkusu yarattı bu yeni kulübü. Futbol aracılığıyla, topluma sunabileceklerimizi göstereceğiz.” Kuruluş toplantısı sonrasında sekreterler kurulunun verdiği sözdür bu.

Hemen ardından da 550 kurucu üye hep bir ağızdan seslendirdiler “Faşizme Karşı Yeşil Yoldaşlar” marşını.

Halkın Atletik kulübü Omonia 1948, alt ligde başladı yolculuğuna geçtiğimiz sezon.

Başarı yoldaşları olsun.

HAPOEL TEL AVİV

Avrupa’nın güneydoğusuna kadar gelmişken Asya’nın batı kıyısına uzanıp İsrail’den bir takımı mercek altına alalım.

İsrail’in önde gelen spor kulüplerinden biridir Hapoel Tel Aviv. Futbol takımları pek çok kez lig ve kupa şampiyonluğu kazanmış. Burası çok önemli değil. Her ülkede var şampiyonlukları ile tarihe geçmiş takımlar. Bu kulübün özelliği onun adından ve kuruluş nedeninden gelmekte. Hapoel işçi demek. Kulübün kuruluş nedeni ise Siyonizm karşıtlığı. Siyonist Maccabi ile aynı çatı altında bulunmak istemeyen İsrailliler tarafından kurulmuş, 1927’de. Bugün İsrail’in en üst ligi olan Ligat ha Al’da adının başında Hapoel olan beş takım var. Bunlardan en Hapoel’i ise Hapoel Tel Aviv. Sadece Siyonizme değil yeryüzünde mevcut tüm ırkçı akımlara karşı mücadele veriyorlar. İsrail’deki sosyalist işçi hareketinin takımıdır Hapoel Tel Aviv. Araplar ve tüm komşuları ile birlikte, iç içe barış içinde yaşamayı savunurlar. Gerek Maccabi gerekse İsrail’de kurulu paramiliter örgütlerle açık ilişkisi olan Beitar kulübü ile hayatın her alanında kıyasıya bir rekabet hâlindeler.

Takımlarında Arap futbolculara yer veriyorlar, Bunlardan Velid Bedir 2005’ten 2013’e kadar takımın formasını ıslattı kaptanlığa kadar yükseldi. Günümüzde de takımın kadrosunda dört Arap futbolcu var.

Bu takıma layık bir de taraftar grubu var Ultras Hapoel. Onlar da ırkçılığa karşılar elbette. Ultras Hapoel tribünlerinde bir tek İsrail bayrağı görülmez. Onun yerine Türkçe, Arapça, İngilizce pankartlar açıp dostluk mesajı verirler.

Yolun açık, mücadelen başarılı olsun Hapoel Tel Aviv.

* * *

Tam altı futbol takımı ve bunların taraftar grupları tanıtılmaya çalışıldı bu yazıda. Tüm dünyadaki devrimci taraftar grupları tanıtılmaya kalkışılsa bu derginin boyutlarını çok aşıp ciltler dolusu bir ansiklopedi ortaya çıkar kuşkusuz.

Bunu yapmaya yetecek enerjim yok. Ancak yine de böyle bir yazıda yer alması gerektiğini düşündüğüm bazı taraftar gruplarından kısaca söz edeyim. Öncelikle İspanya ve Athletic Bilbao’nun ünlü taraftar grubu Herri Norte Taldea. Bask milliyetçisi değil bu grup enternasyonal dayanışmacı. Afrikalı mültecilere verdikleri destekle tanınıyorlar.

İspanya demişken Sevilla’yı es geçmek olmaz. Burada Biris Norte grubu var. Antifaşist kimliği ile öne çıkan bu grup faşizm ve ırkçılık karşıtı sloganları ile ünlü. Dünyadaki tüm devrimci taraftar grupları ile dayanışma hâlindeler. Fransa’da Marsilya bu takımın ünlü taraftar grubu Ultras var. Che pankartlarının eksik olmadığı tribünleri ve tüm dünyadaki siyasal gelişmelere derhal tepki veren sloganları ile.

Britanya adalarının gururu Celtic ve bu takımın ünlü taraftar grubu Green Brigades’ten söz etmeden tamamlanamaz böyle bir yazı. İsrail’de açlık grevi yapan Filistinli tutsaklara verdikleri destekle tanındılar. “Onur Yemekten Daha Değerlidir.” Daha sonra ise açtıkları Filistin bayrağı ve “Filistin’e özgürlük” pankartı nedeni ile UEFA’nın gazabına uğradılar, bu bile yollarından döndürmedi onları.

Ortadoğu’ya geçecek olursak eğer burada futbolun anlamı ile ilgili bir şey söylemeyecek ve sözü James Dorsey’e bırakacağım:

“Bırakın kitlelerin afyonu olmayı, futbol sahaları, camilerle birlikte, pek çok Ortadoğu ülkesinde insanların talep, huzursuzluk ve isteklerini telaffuz edebildikleri ender kamusal alandan biridir. Son otuz yılda futbol, Körfez ülkelerinden Afrika’nın Atlantik kıyılarına kıstırılmış öfke ve hüsranın ve siyasi, cinsel, ekonomik, toplumsal, etnik ve ulusal haklar için verilen mücadelenin ortaya çıktığı bir alan olmuştur.”

Başka söze gerek var mı?

Var.

Futbol asla sadece futbol değildir.

Kızıldere; dünü bugüne, bugünü yarına bağlar*

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın
Dünü bugüne,
bugünü, yarına bağlayın.”[2]

Size, bir geçmişten değil, “olması gereken” bugünde biçimlendirmek zorunda olduğumuz gelecekten, yani Kızıldere’den veya “Devrimin Güncelliği”nden, kesintisiz sürekliliğinden söz edeceğim; “Keşke bir yolu olsaydı,/ Geçmişe iltica edip/ Anılarda mülteci kalmanın,” dizeleri eşliğinde Cahit Külebi’nin…

Anlatmaya gayret edeceklerim: Mahir Çayan’ın, “Varsın bütün oklar üstümüze yağsın, bizler doğru gördüğümüz yolda sonuna kadar yürüyeceğiz!” sözleriyle özetlenirken;  “Ölümün mutlak bilincini içimizde taşıyarak var gücümüzle kendimizi yaşamaya verebilirsek, yaşantımız bir sanat eseri niteliğinde olur,”[3] saptamalarını da anımsatır elbette…

Hayır! Kesinlikle onlara “Öldü” diyemem…

Bilmiyor olamazsınız: Hakikât her zaman devrimcidir ve tarihin nesnesi, aslî öğesidir. Söz konusu hakikât(ler) olmadan tarih yazılamaz; kan ile yazılan tarih ise yok edilemez!

Kızıldere’de yok edilmesi mümkün olmayan bir tarihî hakikat iken; “Yarım kalmış bir türküydü yolculukları/ Okunulması yasaklanmış, bitirilmemiş birer şiirdiler/ Anaların söyleyemediği ağıdı, dile gelmeyen feryadıydılar/ Onlar ki, yarin yüreğinde saklı, halkın umudunda gizli/ Ve onlar ki geleceği yeşertecek birer fidandılar,” İsmail Şimşek’in dizelerindeki üzere…

Onlar yerküreyi sarsan ’68 fırtınasının çocukları ve küresel başkaldırının, zulmü kasıp kavuran isyan dalgasının, Che efsanesi, Filistin’in yoldaşları, öncü neferleriydiler…

O tarihsel kesitte Mahir Çayan yoldaşlarıyla Kızıldere’de katledildiğinde 27 yaşındaydı.

Sinan Cemgil Nurhak Dağlarında delik deşik edildiğinde de 27’sindeydi.

İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır zindanındaki işkence tezgâhlarında katledildiğinde 24’ünde bile değildi.

Onlar da, tüm devrimcilerle birlikte sosyalist bir dünya istemişler ve devrimci hareketi tarihine kararlılığın/dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdi Kızıldere’de ve düştükleri her yerde…

Mahir Çayan ile dokuz yoldaşı (Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin,[4] Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna[5] ve Saffet Alp) Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için çıktıkları yolda Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere Köyü’nde katledildiler.

* * * * *

12 Mart darbesiyle devletin çıplak şiddeti tırmanırken, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan (THKO) on devrimci kıstırıldıkları Kızıldere köyündeki çatışmada katledildi.

Kızıldere’ye götüren yolda yaşananlar coğrafyamızdaki öğretici bir tarih dersidir.

12 Mart 1971’de -kimilerinin “ilerici bulduğu!- ABD destekli darbe devreye sokuldu.

16 Mart 1971’de Deniz Gezmiş Gemerek’te (yaralı Yusuf Aslan ile birlikte) yakalandı.

22 Mayıs 1971’de THKP-C İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırdı.

1 Haziran 1971’de Hüseyin Cevahir İstanbul Kartal’da katledildi. Mahir Çayan yaralı olarak ele geçirildi.

19 Ekim 1971’de THKO önderleri hakkında idam kararı alındı.

29 Kasım 1971’de THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ile THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, tünel kazarak Maltepe Cezaevi’nden firar etti.

Burası çok önemliydi; THKP-C ile THKO’nun devrimci eylem birliği hayata geçirildi: “Tünel kazacağız. Bize betonu eritecek kimyasalla keser lazım.” Evet o gün Kartal Maltepe Zindanı’ndan kaçış kararı artık kesindi.

Cihan Alptekin, koğuşun alışveriş işleri sorumlusu Aydın Engin’i tenha bir noktaya çekip bunu söyledi.

Tünel THKO’luların fikriydi ancak THKP-C’liler de dahil oldu. Hedef, artık idama giden yolda Denizleri kurtaracak bir eylemi hayata geçirmekti.

Mahirlerin firarı Türkiye’de deprem etkisi yarattı.

Dönemin Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün derhâl cezaevine gitti, “Tüneli görelim tüneli” dedi. Gördüğünde yaşadığı şoku gizleyemedi: “Adamlar tünel değil metro kazmış.”

Kolluk kuvvetleri derhâl önlemler aldı, İstanbul’da kuş uçurtulmayacaktı. İlk iş havaalanlarında olağanüstü tedbirler alındı. Firarilerin yurt dışına kaçabileceğini düşünüyorlardı. Oysa onlar kalıp mücadele etmeyi ve ölümü göze almıştı.

Mahir’in firarının ardından bir önder olarak yurt dışına gitmesini önerenler oldu. Bunu teklif edenlerden biri Oğuzhan Müftüoğlu’ydu. Müftüoğlu o süreci şöyle anlatacaktı: “O koşullarda Denizleri kurtarmak için yapılacak bir eylemin başarıya ulaşma şansı çok azdı ve bu arada onları kaybetme ihtimali çok daha fazlaydı. Denizleri bırakarak gitmek istemediler. Yapılacak ne varsa kalanların yapması önerisini de kabul etmediler.”

Sadece Müftüoğlu değil, Necmi Demir de benzer şeyleri anlatacaktı: “Denizlerin idam edilmeleri söz konusuyken, Mahirlerin yurt dışına çıkamayacaklarını kısa sürede anladık. Umutsuz bir kurtarma girişimi olacağını etimizde kemiğimizde hissediyorduk.”

Mahir Çayan ile yoldaşları yurtdışına çıkmadılar…

19 Şubat 1972’de, Ulaş Bardakçı katledildi.

Yoldaşlarının idamlarını engellemek için Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan ve Ertan Saruhan, 25 Mart 1972 gecesi saat 19.30’da Ünye’de İngiliz teknisyenlerin kaldığı apartmana keşif yapmaya gitmişlerdi.

26 Mart 1972’de üç İngiliz görevli rehin alındı, geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hâle getirildi. Mahir Çayan ve arkadaşları İngilizlerin aracıyla yola çıktılar.

27 Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar.

30 Mart 1972 günü Mahir Çayan ve 9 arkadaşı, Kızıldere’de üç İngiliz görevliyi rehin tuttukları evde kuşatıldı. Evde Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ertuğrul Kürkçü ve rehineler vardı.

Evin etrafı çevrildi. Helikopterler uçmaya başladı. Ağır silahlar getirildi.

“Teslim olun. Etrafınız sarıldı! Hiçbir yere kaçamazsınız!”

“Amerikan köpekleri! Size teslim olmayacağız. Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz!”

Sonrası sayısız kaynakta anlatıldı… Çatışma sürdü. Ağır silahlarla, bazukalarla ve sayısız kurşunla ev ateşe tutuldu.

Tarih 30 Mart 1972 idi![6]

Katliamdan sadece alt kattaki samanlığa düşen Ertuğrul Kürkçü kurtulabildi. Halkın vicdanı Kızıldere’de katledilenlerin yanında yer aldı.

24 Nisan 1972’de üç fidan, üç yüreğin idamları onaylandı.

24 Nisan 1972 pazartesi günkü TBMM oturumuna THKO önderlerinin idam kararları getirildi. İdam kararı, 48 “ret” oyuna karşılık 273 “kabul” oyu ile Meclis tarafından onaylandı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da 23 Mart 1972’de idamları onayladı.

6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte gece 1.00-3.00 arası, Ulucanlar Zindanı’nda asılarak idam edildi.

* * * * *

Sevgi Soysal’ın, “Havalar ısındı. Mayısa giriyoruz. Koğuştaki soğuk da kırıldı. Bahar; hayat, canlılık demektir. Oysa, bu uğursuz 72 baharı bir ölüm Tanrısı gibi. Bu bahar Kızıldere’yle çakıldı beynimize. Baharın bütün fidanlarına inat, ölümü hayata kaim kılmak isteyenlerin operasyonu”[7] diye betimlediği katliamın gerçekleştirildiği Kızıldere’ye ilişkin “Hatırlayanlar olacaktır: Operasyona katılanlar, katliamdan sonra bir ‘zafer’ partisi düzenleyip ‘Niksar’ın Fidanları’ türküsüyle göbek atmışlardı,”[8] notunu düşer Aydın Çubukçu…

“CIA ajanı olduğu kesin Amerikalı, Mahir Çayan ve arkadaşlarını katletmek için Kızıldere operasyonuna bizzat katıldığını gururlanarak anlatıyordu.”[9]

Malum: Zırhlı araçlar ve ağır silahlarla donatılmış binlerce asker ve polisin kuşattığı devrimciler, “teslim olmalarına” dönük çağrılara, emperyalizme ve faşizme karşı öfkelerini ifade eden sloganlar ve marşlarla yanıt verdiler. Ve katledildiler.

Katliamın ilk sahnesi, kuşatma güçlerinin konuşmak üzere evin çatısına çıkardıkları devrimcileri öldürmeleriyle başladı. Katliamın son sahnesinde, tank ve bazuka ateşiyle yıktıkları kerpiç evin kalıntıları içinde sağ kalan devrimcilerin kurşuna dizilişi vardı.

Devlet, Niksar’ın Kızıldere köyünde kuşattığı on bir devrimciyi ne pahasına olursa olsun imha etme kararı almış ve uygulamıştı. Kararın altında, Süleyman Demirel’in, İsmet İnönü’nün, Org. Memduh Tağmaç’ın imzaları vardı. Operasyonu, daha sonra 12 Eylül darbesinin başında yer alan dönemin MİT Müsteşarı Korg. Nurettin Ersin yönetti. 70’li yılların iç savaşını tezgâhlayan kilit isimlerden MİT’çi Mehmet Eymür infaz timinin başındakilerdendi.

“Kızıldere’deki köylüler dönemin Başbakanı Nihat Erim’in ‘Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar!’ dediğini söylüyorlar.

“Nihat Erim’in böyle bir cümle sarf ettiğinin kanıtlanabilirliği az da olsa, katliama baktığımızda yegâne belgeyi görüyoruz. Bir evin nasıl kan gölüne çevrildiğini, duvarlarının nasıl delik deşik edildiğini hepimiz biliyoruz

“Ayrıca derin devlet operasyonu olarak tarihe geçen ve hâlâ karanlıkta kalan yanlarının olduğu katliamda kimse ceza almamıştır. Bilakis, ilk kurşunu sıkan jandarma teğmeni Mustafa İlerisoy operasyondaki başarısından ötürü takdirname almıştır. Birkaç ay sonra da üst teğmenliğe terfi ettirilmiştir.”[10]

* * * * *

“İyi de Kızıldere’yi bu kadar önemli kılan nedir?” diye sorulursa…

Kızıldere, bir direniş ve dayanışma ve de devrimci kardeşlik destanıdır. Devrimci savaşın diz çöktürülüp, baş eğdirilemeyen ahlâki isyanıdır. 30 Mart 1972 halkın vicdanında silinmez bir iz bırakmıştır.

O, devrimci hareket tarihinin doruk noktalarından olması yanında bir manifestodur da…

Tam da bunun için -süreklilik içinde cereyan eden her tarihî olay gibi- süreklidir; sadece bir geçmiş değil, bugün ve yarınla bağıntılıdır.

Kızıldere örneğindeki üzere THKP-C ile THKO arasındaki eylem birliği devrimciler açısından tarihî öneme sahiptir.

Kaldı ki onun öğretici hakikâti sadece devrimci örgütler arasındaki eylem birliğinden ibaret değildir; omuz omuza teslim olmayı reddetmek, geri adım atmamaktır.

Kızıldere, devrimcilerin en seçkin, en kararlı on militanının aralarındaki örgütsel farklılığı bir yana bırakarak aynı amaçla, tek kelimeyle “ölümüne” girdikleri bir savaşın simgesidir.

Kızıldere’ye giden yol kokuşmuş düzen(sizliğ)e karşı bir başkaldırı ve aynı zamanda tarihî bir dayanışmaydı da…

Bir yoldaşlık kucaklaşmasına adanmış yaşamlarıyla onlar yok edilemediler. Onların adları, düşünceleri, davranışı çoğaldı. Arkalarından yakılan ezgiler, çocuklara verilen isimleri ve mücadeleleri toplumsallaştı…

* * * * *

12 Mart cuntasının “reformist” imajını yıkan Kızıldere’yi sınıf mücadelesi hakikâtinden soyut değerlendiremeyiz.

Önce TİP parlamentarizminden, ardından da cuntacılıktan kopuş olarak Kızıldere sadece Kızıldere değildir; devrimci yeniden doğuştur. Devrimcilerin büyük dönemecidir; bir doruk noktasıdır.

“Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkânına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı yıkmadıkça mümkün olamayacağı”nın[11] altını çizerken; 12 Mart darbecisi Memduh Tağmaç’a dahi, “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçti, durdurmak gerekir,” dedirten 71 Devrimciliği işçi bilinçlenmesini, halk hareketliliğini geliştirdi.

“Kızıldere son bir çığlıktı”;[12] veya “THKP-C’nin, TİKKO’dan ve THKO’dan farklı olarak bütün faaliyetini esas olarak işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmek üzere tasavvur ettiğini, silahlı mücadeleyi ya da kırda siyasi faaliyeti bir köylü devriminin, köylü ayaklanmasının vasıtası olmaktan ziyade, egemen sınıfın darbelerinden kaçınacak bir taktik zemin olarak gördüğünü söyleyebiliriz,”[13] türünden revizyonlara mesafe konması gereken 71 Devrimciliği, bir avuç gözü kara devrimcinin devletle çatışması değildir. O, “En iyi önder(lik), en öndedir,” vurgusuyla devrimci mücadeleleri örgütleyen öncü bir çıkıştır.

Kimileri onları toy, heyecanlı “genç çocuklar” olarak sunma gafletine düşseler de; “onlar” “anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuklar olarak kaldılar hep: Kirlenmeyen, cesur, isyancı ve kendilerinden vazgeçebilecek kadar da özverili!

Onların canlı tuttuğu şey, devrimciliğin cisimleşmiş hâli olmalarıdır; hem de, “İnsanın kendisi, bir ülkü uğrunda ıstırap çekmez ve ölmezse korkun, çünkü bu tek nitelik, insanın temelidir ve bu tek nitelik, insanı evrendeki bütün öteki şeylerden ayırır,”[14] ifadesindeki üzere John Steinbeck’in…

Kolay mı? Devrimcilik bilinçli büyük tutkuların, fedakârlığın, ütopyaların ürünü değil ise nedir ki?!

“Ulusal Solcu”lar ile “Liberaller”in yanıtlayamadığı tam da budur…

Mesela “Deniz Gezmiş’leri kurtarmak isterken Kızıldere’de ölenler, onların idam sürecini hızlandırmış olduklarını nereden bileceklerdi?… “68 Kuşağı” liderlerinden bir kısmının umutları Kızıldere’de ve darağaçlarında dramatik bir biçimde son buldu,”[15] satırlarındaki üzere “Ulusal Solcu” Soner Yalçın’ın!

Ya da “Kızıldere katliamı ve ardından gelen idamlar, Türkiye’deki devrimci mücadeleyi derinden etkiledi. Onların kahramanca eylemleri, gençlerin gözünde birer efsaneye dönüşmelerine yol açtı. Çayan ve arkadaşları, devletin yıkılması için parlamentarizmin dışında militan bir devrimci mücadelenin gerekliliğini ortaya koydular. Ne var ki mücadeleleri Narodnizmden, Kemalizmden, o dönemin ulusal kurtuluş hareketlerinden, fokoculuktan yoğun bir şekilde etkilenmişti.

Gözlerindeki bu gözlük nedeniyle, bir avuç öğrenci ve aydının fedakârca eylemlerinin, halkı bir devrimle sonuçlanacak bir hareketliliğe iteceğini düşünüyorlardı. O devrin koşullarında devrimcilerin bu şekilde düşünmesi belki anlaşılabilirdi, fakat günümüze o devrin gözlüklerinden bakmak, beraberinde büyük yanılgıların yaşanmasını getiriyor,”[16] hezeyanlarındaki üzere “Liberaller”in!

* * * * *

“İyi de Kızıldere’nin öğrettiği nedir” mi?

29 Mart 1972 günü İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanı General Vehbi Parlar, Samsun Jandarma Bölge Komutanı Albay Celal Durukan Kızıldere köyüne gider. Muhtarın evindeki devrimciler komandolar tarafından kuşatılır.

“Teslim olun!” çağrılarına onlar, “Teslim olmayacağız!” yanıtını verir.

En önemli ders; onların, “Teslim olmayacağız!” yanıtı ve duruşudur!

Politik bir yenilgiymiş gibi sunulmaya kalkışılan Kızıldere katliamını ancak Rosa Luxemburg’un, “Bu yenilgilerden boy verecektir geleceğin zafer çiçekleri de!”; Karl Liebknecht’in, “Sakın unutmayın zafer olan yenilgiler vardır,” saptamalarıyla kavrayabiliriz!

Mahir Çayan’ın, “Biz, sosyalistlerin partisi, Marksist bir partiyiz ve partimizin de eylem kılavuzu Kemalizm değil, bilimsel sosyalizmdir!” ifadesiyle müsemma onlar devrimci hareketin “Kutup Yıldızı”dır.

Ve bize daima Andrey Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kere ihanet eden bir insan bir daha hayata karşı lekesiz bir tavır alamaz,” sözlerindeki duru netlik ile Nâzım Hikmet Ran’ın, “En güzel deniz:/ Henüz gidilmemiş olanıdır./ En güzel çocuk:/ Henüz büyümedi./ En güzel günlerimiz:/ Henüz yaşamadıklarımız./ Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:/ Henüz söylememiş olduğum sözdür,” dizelerindeki direngen, vazgeçmeyen, teslim alınıp/ boyun eğdirilemeyen ütopyaları muştularlar…

Ütopyaların, umudun ve isyanın ölü ele geçirilmesi mümkün değildir.

Zalimlerin açarsızlığı da, onlar gibi isyancıların ölü ele geçirilememesi da, tam da bundandır; yani “Yolun sonu yok ki… Öyle demez miydi o? Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir,”[17] hakikâtine mündemiçtir.

O hâlde Kızıldere dediğinizde Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Elbet bir bildiği var bu çocukların./ Kolay değil öyle genç ölmek./ Yeşil bir yaprak gibi yüreği koparıp ateşe atmak…” dizeleri ile idam sehpasındaki Ömer Muhtar’ın, “Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz! Biz ölsek de kazanırız ve siz kaybedersiniz”; Friedrich Engels’in, “Sert bir çarpışmadan sonraki yenilgi, devrimci değeri kolayca kazanılmış zafere eşit bir olaydır!” sözlerini anımsayın…

25 Şubat 2023, Ankara.

*: 26 Mart 2023 tarihinde Sarıyer AKA-DER’deki Kızıldere Anması için hazırlanan konuşma metni.

[2]    Nâzım Hikmet.

[3]    John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 49.

[4]    “Cihan çok yoksul bir köyün yoksul bir ailesinin çocuğuydu. 9 kardeştiler. Yoksulsanız, çok ama çok çalışmalısınız. Cihan çok çalışkandı. Onun çalışkanlığı (tarlada, okulda) dillerdeydi. Güçlüydü. Yorgunluk nedir bilmezdi. O çocuk yaşında, itilen kakılanın yanındaydı. Lise yıllarında, yaşadığı çevreyi, ülkesini, dünyayı tanımak için okumaya başladı. Üniversite yılları ayrı bir başarı öyküsüdür. İstanbul Hukuk Fakültesi 3’üncü sınıf öğrencisi olarak kaldı.” (Nuran Alptekin Kepenek, “Bizum Cihan”, Birgün Pazar, Yıl: 18, No: 785, 27 Mart 2022, s. 6).

[5]    “1949’da doğmuşsun. Bu dünyada 23 yılını dolduramadan göçüp gitmişsin, sevmemişsin bu dünyayı, bu düzeni; değiştirmeli demişsin bu yaşamı. O gencecik yaşınızda bu halkın kanını emenlere, sömürenlere isyan etmişsiniz. Siz “yeter artık” deyip ayağa kalktığınızda ben yeni doğmuşum (1968). Senin ve arkadaşlarının ektikleri sayesinde 10lar oldu 100ler. 1000ler oldu milyonlar. Okurken çalışırken konuşurken yazarken hep Ömer Ayna’nın yeğeni olmak, ona layık olmak diye bir olgu ile yetiştik biz.” (“Emine Ayna’dan Ömer Ayna’ya Mektup: Merhaba Amca”, 30 Mart 2022… https://bianet.org/bianet/yasam/259798-emine-ayna-dan-omer-ayna-ya-mektup-merhaba-amca).

[6]    Hakan Güngör, “Denizleri Kurtarmak: Mahirlerin Son Eylemi”, 30 Mart 2022… https://www.evrensel.net/haber/458134/denizleri-kurtarmak-mahirlerin-son-eylemi

[7]    Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yay., 1977, s. 142.

[8]    Birkan Bulut, “Aydın Çubukçu: Kızıldere Bir Yoldaşlık Destanıdır”, 29 Mart 2022… https://www.evrensel.net/haber/458146/aydin-cubukcu-kizildere-bir-yoldaslik-destanidir

[9]    Vehbi Bardakçı, Kırmızı Bahar – Adanmış Hayatlar 3, Ozan Yay., 2015, s. 304.

[10]  Nihat Behram, Darağacında Üç Fidan, Everest Yay., 2010, s. 94.

[11]  Emine Özcan, “Kızıldere Katliamından 36 Yıl Sonra Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor”, 29 Mart 2008… https://m.bianet.org/biamag/emek/105969-kizildere-katliamindan-36-yil-sonra-ertugrul-kurkcu-anlatiyor

[12]  Ertuğrul Kürkçü, “Kızıldere: Son Bir Çığlık, Son Bir Haykırıştı”, 30 Mart 2022… https://www.avrupademokrat.com/kizildere-son-bir-ciglik-son-bir-haykiristi/

[13]  Yücel Göktürk, “Ertuğrul Kürkçü: Beş Maddeli Miras”, 30 Mart 2022 (Express, sayı 60, Nisan 2006)… https://birartibir.org/bes-maddeli-miras/

[14]  John Steinbeck, Gazap Üzümleri, çev: Rasih Güran, Remzi Kitabevi, 1965.

[15]  Soner Yalçın, Bay Pipo, Kırmızı Kedi Yay., Doğan Kitap, 1999, s. 207.

[16]  “30 Mart 1972: Kızıldere Katliamı”, 30 Mart 2016… https://marksist.org/icerik/Yazar/4268/mobileRedirect

[17]  Vedat Türkali, Mavi Karanlık, Cem Yayınevi, 1991, s. 367.

Saçma üretim, şımarık tüketim, anlamsız yaşam

Kapitalist toplumda üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Üretimle amaçlanan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmektir. Veya aynı anlama gelmek üzere üretimin aslî (birinci) amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir… Üretilen şeyler satıldığında amaç gerçekleşir ki, ona realizasyon deniyor… Satılmadığı sürece üretilen şeyin hiçbir değeri yoktur. Aslında bu sapma insanlık ve uygarlıklar tarihinde bir ilkti, araçlarla amaçların tersyüz olması, öküzün arabanın arkasına koşulmasıdır… Oysa, üretimin bir ihtiyacı karşılamak amacıyla yapılması, ilişkinin yönünün ihtiyaçtan üretime doğru olması gerekirdi… İşte şimdilerde, zararlı, değilse lüzumsuz, insan refahıyla ilgisi olmayan yüzbinlerce, milyonlarca şeyin piyasaları, AVM’leri, evleri, ortalığı kaplamasının nedeni bu…

Bir şey daha var: Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir… Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlıdır… Bir zaman geliyor -şimdilerde olduğu gibi- sınırsız üretim, saçma tüketim doğal kaynakların duvarına dayanıyor… Bir kapitalist işletme için yıkıcı, vahşi rekabet ortamında var olabilmenin koşulu, sermayeyi sürekli olarak büyütmektir. Her seferinde daha çok üretme zorunluluğu var… Kapitalizm her ileri aşamada sosyal eşitsizliği derinleştiriyor, zengin-yoksul uçurumunu, kutuplaşmayı büyütüyor. Toplum çoğunluğu en temel ihtiyaçlarını asgarî düzeyde bile karşılamakta zorlanırken, üretim, parası olanlara, varlıklı kesimlere, toplumun sırtından zenginleşen mutlu azınlığa yöneliyor… Esasen kapitalist bir parazittir… “Turizm cenneti” Bordum’da bir villanın mevsimlik kirası neden 7 milyon TL… Eğer birileri birkaç ay için 7 milyon TL ödeyebiliyorsa, başkalarının da mütevazı bir konutun kirasını ödemekte zorlanmasına şaşmak niye?

Neyin önemli, neyin önemsiz, neyin yaşamsal olduğunu Corona Virüs (Covid-19) ve Büyük Deprem göstermiş olmalıdır… İnsanların karınlarını doyurmaya, temiz suya, ekmeğe, giyinmeye, ısınmaya, barınmaya vb. ihtiyacı varken, öncelikle “temel ihtiyaçların” karşılanması gerekirken neden onca saçma, “gereksiz”, zararlı şey üretilip-satılıyor? Modern teknoloji sayısız ıvır-zıvır üretmeyi ve satmayı başarıyor da insan yaşamı için vazgeçilmez olan iki şeyin, suyun ve gıdanın uygun koşullarda sağlanmasını engelliyor. Oysa bu dünyada otomobil, cep telefonu, mikrodalga fırın, Christian Dior parfümü, elektrikli diş fırçası, biber gazı, S-300, F-35 savaş uçağı, kimyasal-biyolojik silah vb. olmadan yaşamak gayet mümkündür… Lakin içecek temiz su, sağlığa uygun gıda olmadan mümkün değildir…

Bu dünyada neden milyonlarca insan açlıkla cebelleşiyor, yeterli gıdaya ulaşamıyor?.. Tarımsal üretim insanları doyurmak için değil, kapitalistlerin kârını artırmak için yapıldığı için… İstanbul’da, Ankara’da yaklaşık 2 milyon boş konut olduğu söyleniyor… Bu, 7-8 milyon ailenin barınma ihtiyacını karşılamaya yeter… Depremde milyonlar soğukla, açlıkla, susuzlukla cebelleşirken orada onca konut neden boş duruyor? Bu kadarı bile kapitalizmin ne kadar irrasyonel ne kadar saçma bir sistem olduğunu göstermiyor mu? Sizin barınma ihtiyacınız neden kapitalistlerin kâr aracı oluyor… Eğer konut da bir “meta”, bir kâr aracıysa neden olmasın!

Fakat hepsi bu kadar değil. Kapitalistlerin ürettiği konutlar çürük… İlk depremde yıkılıyor… Neden? Sağlam konut yaparlarsa daha az kâr ederler… Çürük konut daha çok kâr demektir… Elbette suçun tamamını inşaat müteahhitlerine fatura etmek yeterli olmaz… Burjuva politikacılarının ve bürokratik kadroların dahli olmadan o insanlık suçunu işleyemezlerdi… Elbette burjuva devletin misyonunun gereğini yapması işin doğası gereğidir… Siz hiç kutsanıp, yere göğe konmayan kapitalist devletin ne olduğunu, aslında kimin, neyin hizmetinde olduğunu tartışmaya cüret eden bir burjuva politikacısı gördünüz mü?

Burjuva iktisatçıları ve burjuva politikacıları ağızlarını her açtıklarında kapitalizmin -ki onlar kapitalizm demezler, piyasa ekonomisi derler- gelmiş-geçmiş en rasyonel, en akla uygun sistem olduğunu söylerler… Öyle rasyonel bir sistem ki, şu kadarcık zamanda insanlığı ve uygarlığı tam bir yok oluşun eşiğine taşımış bulunuyor… Eğer şimdilerde bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlamda bir uygarlık krizi ortaya çıkmışsa, bunun nedeni rasyonelliğinden asla şüphe edilmeyen lânet olası kapitalizmden başkası değildir…

Kapitalizm, ücretli emek (işçi) sömürüsü, ücret (karşılığı) ödenmeyen kadın emeği sömürüsü, sömürge haklarının (şimdilerde Güney diyorlar…) sömürüsü ve doğa yağmasıyla yol alan bir sistemdir… İnsana ve doğaya zarar vermeden yol alması mümkün değildir ve şimdilerde artık yol alamıyor, patinaj yapıyor… Tabii burjuva politikacıları ve akıl hocaları “konunun uzmanları” (bizde üç çeşit uzman vardır: 1. Konunun uzmanları; 2. Her konunun uzmanları; 3. Yerli ve milli uzmanlar…) her şeyin yolunda olduğundan şüphe etmiyorlar… Ufak-tefek sorunlar yaşansa da kutsal piyasa ekonomisi dâhilinde işlerin yoluna gireceğini inançları tam… Siz o anlı-şanlı uzmanların ağızlarından hiç kapitalizm, kolonyalizm, emperyalizm, sömürü… kavramlarının çıktığını duydunuz mu?

Eğer bugün bir iklim krizi ortaya çıktıysa, biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok oluyorsa, dünya hızla yaşanmaz bir yer hâline geliyorsa, bunun biricik nedeni insana ve doğaya düşman kapitalizmdir…

Kimse kendini aldatmasın… Bu saçma üretim, şımarık tüketim, sefil yaşam dâhilinde sorunlar çözülebilir değil… Radikal bir paradigma değişikliği olmadan, vakitlice aracın rotası değiştirilmeden, insana ve doğaya düşman olmayan yeni bir uygarlığın yolu aralanmadan insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… Her gün yaşananlar olmadığını göstermiyor mu?.. Ayağa kalkma zamanı gelmedi mi?

Savaş ve seçim

Biliniyor, biz, seçimlerin yapılıp yapılmayacağının belirsiz olduğunu hep söyleyegeldik. Bu konuda, en çok devrimcileri, solu uyarmaya çalıştık. Israrımız şuydu; Saray Rejimi, seçimle gitmez. Bu nedenle seçimin yapılıp yapılmayacağı belli bile değil iken, devrimcilerin, daha geniş olarak solun, mücadeleyi seçim gündemine endekslemesi, aslında kendini sağa doğru yatırması anlamına da gelecektir. İşçi sınıfının bağımsız devrimci politikasını savunmak yerine, her ikisi de aynı yerden beslenen, Cumhur ve Millet İttifakları ya da Saray Rejimi ve ona karşı burjuva muhalefet arasında seçim yapmak, aslında kendini de inkâr etmektir.

Dahası bize göre, seçim ancak, ABD’nin isteği ile ya da AB’nin, daha çok da Almanya ve Fransa’nın isteğine, bir nedenle ABD’nin olur demesi ile yapılabilir. Bize göre, ABD emir vermeden seçim yapılmaz.

Ülkemizde her seçim, aslında efendiler (NATO, ABD) tarafından seçilmiş olanların, halka onaylatılmasından ibarettir.

Biz bunları savunuyoruz ama gelin görün ki, Erdoğan, daha şubat başında ilan ettiği gibi, 10 Mart’ta, seçim kararnamesini imzaladı. Ve buna göre 14 Mayıs’ta seçim olacak. Üstelik YSK, deprem bölgesini de gezerek, inceleyerek (hangi ara yapmışlarsa bu incelemeyi), seçimin olabilirliğine karar verdi. Böylece, seçim sürecine girildi.

Çıkan manzara budur.

Gelin, hazır seçim kararı da alınmış iken, sürece yakından bakmaya çalışalım.

1

Türkiye bir sömürgedir. Bunu yokmuş gibi atlamak işe yaramaz. Hani o çok tekrarlanan söz, tam bağımsız Türkiye, eğer Türkiye’nin az bağımlı, az bağımsız olduğu anlamına geliyorsa, fasa fisodur.

Türkiye bir sömürgedir.

Her sömürge ülke, birbirinin aynısı değildir, olamaz.

Türkiye, ortaklaşa sömürgedir. Yedi kocalı Hürmüz deyiminde olduğu gibi. Siyasal olarak ABD’ye bağlıdır, ekonomik olarak ise AB’ye.

Düne kadar bu sorun değildi. Değildi, çünkü SSCB vardı ve anti-komünizm, tüm emperyalist kampı birleştirmişti. O birleşmiş emperyalist kamp, karşımıza NATO olarak çıkıyordu ve o kampı oluşturan belli başlı emperyalist devletler/güçler arasındaki çelişkileri görmek o kadar kolay değildi. Ancak, mesela 1971 krizi gibi olaylar olduğunda, Almanya, Fransa, daha az İngiltere ve Japonya, ABD’ye karşı durmayı denerlerdi. Mesela karşılıksız dolar basıyorsun derlerdi. ABD’de bu itirazları Sovyet yalanları diye geri çevirirdi.

Oysa SSCB artık yok, Rusya ve Çin, sosyalist geçmişleri sayesinde, bağımsız birer büyük güç olsalar da, sosyalist değiller ve kapitalist sisteme entegre olmak için oldukça hevesli idiler. 1990’lar, 2000’ler, ta ki 2008 yılına kadar durum böyle idi.

Bu sürede, 1990’lardan başlayarak, emperyalist kamp içinde, yani ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere (bunlar belli başlı olanlarıdır, İtalya, Kanada vb. çok önemli rolleri olmadığı için sayılmıyor; onları da saymak, belki tekil bir olayda, tekil bir süreçte, mesela Libya gibi, önemli olabilir ama genel anlamda, bu beşliye bakmak yeterlidir) içinde, ABD hegemonyasına karşı, kendi çıkarlarını korumak için, diğerlerinin güç toplamaya başladığını görmeye başladık. 2000’li yıllarda, bu emperyalist güçler arasındaki çelişkiler daha da açığa çıktı. ABD hegemonyası aşınmayı sürdürdü ve hatta bu aşınma hızlandı.

Konunun bütünsel ve genel gelişimi, Kaldıraç sayfalarında defalarca ele alındı, hâlen de alınmaktadır. Bu gereklidir. Zira sürekli güç dengelerinin değişimi yaşanmaktadır. Bu nedenle, sürekli olarak konunun ele alınması gereklidir.

Ama bizi, bu başlık altında ilgilendiren nokta, bu sürecin Türkiye’ye, ortaklaşa sömürge bir ülke olarak Türkiye’ye yansımasıdır.

Soru şudur: Türkiye, SSCB çözüldükten sonra, ekonomisine sahip olan Almanya ve AB’nin kontrolüne mi girecek, yoksa siyasal (ordu, bürokrasi, polis, siyasal partiler, yargı vb.) alana sahip olan ABD’nin tam denetimine mi girecek? Yani, Türkiye’nin sömürge olma niteliği değişmeyecek ama sahipleri azalacak. Hangisi, tek ve yeni sahip olacak?

Bu doğrultuda bir savaş sürdüğünü biliyoruz. İtalya, Gladio’yu kendi denetimine almak için, temiz eller operasyonu yapmıştı. Aynı dönemler Türkiye’de, AB eli ile Susurluk olayı patlatılmıştı. Bu yolla, ABD’ye bağlı güçlerin tasfiyesi hedeflenmiş olmalıdır. Ama bunun başarılamadığını, hep birlikte hatırlarız herhâlde. İşte Susurluk da bu sürecin bir parçasıdır. AK Parti bir ABD projesidir diye, tüm sol, tüm liberal sol söylenip durmaktadır. İyi de bu proje neyi hedeflemektedir? Bu proje, aslında ABD egemenliğini sağlamayı, buna uygun olarak yeni zenginler yaratmayı, devlet içinde artık ABD’nin işine yaramayacak güçleri tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Proje budur.

AK Parti bir projedir, ABD projesidir ve amacı, Erdoğan’ı zengin etmek, Erdoğan için bir sultanlık kurmak falan değildir. Böyle düşünmek ne devleti ne de emperyalizmi anlamaktır. ABD, Erdoğan için bir oyun sahası açmak üzere mi proje hazırladı, yoksa kendi çıkarları için mi? Sormak bile fazladır, elbette kendi çıkarları için. Suriye, Irak, Libya politikaları TC devletinin politikaları değildir. Alman Stern dergisinin dediği gibi, Erdoğan bir kundakçıdır ve sahibi ABD’dir, eline meşaleyi tutuşturan odur. Erdoğan ve ailesi, işin içine biraz hile katarak, zengin olmayı başarmıştır, bundan başka Erdoğan’ın bir marifeti yoktur.

Demek ki, Türkiye, eğer devrim gündemde yoksa, eskisi gibi sonsuza kadar yoluna devam edemez. Bu biçim bitmiştir. Şimdi, sömürgelerin, yeniden paylaşımı söz konusudur. Bu, emperyalist güçlerin aralarındaki dünya savaşıdır (Bugün bu savaşım yön değiştirmiş, tüm Batı cephesi, Japonya da dahil, Çin ve Rusya’yı sömürge ülkeler hâline getirerek, kapitalist sistemin derin krizini aşmaya çalışmaktadır).

2

Saray Rejimi, bu sürecin bir aşamasında devreye girdi. Saray Rejimi, AK Parti projesi olağan olarak işleyemeyeceği için devreye sokulmuştur. ABD, TC devletini bir tetikçi olarak kullanmaya karar vermiştir. Buna uygun bir örgütlemeyi dayatmıştır. Saray Rejimi, Erdoğan’ın buluşu değildir. Bu yarım yamalak geçiş, aslında olağan yöntemlerin işe yaramaması nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Bunun iyi anlaşılması gerekir. Bu sultanizm, bu tek adam diktatörlüğü falan değildir. Bu değerlendirmeler, son derece biçimsel bir tarzda konuyu ele almak anlamına gelir. Kararların Erdoğan’ın ağzından deklare edilmesi, kararların onun tarafından alındığını asla göstermez.

Öyle beşli çete ile de sınırlı bir hâl değildir bu. Bu, tüm sermaye sınıfının iradesinin yansımasıdır. Onların çıkarlarının, olağanüstü metotlarla korunmasıdır.

Saray Rejimi’ni devreye sokan iki gelişme daha var. Birincisi, bölgesel bir hâl almış olan Kürt direnişidir. Bunu göz ardı ederek, Saray Rejimi’nin karakteri açıklanamaz. MHP-AKP faşizmi, doğru bir değerlendirme değildir. Evet, bu güçlerin faşist karakterini ortaya koyar, ama Saray Rejimi’nin gerçek karakterini örtme ihtimali vardır.

İkinci gelişme, Gezi Direnişi ile başlayan direniş sürecidir. Buna, halkın, işçi ve emekçilerin uyanışı süreci de diyebiliriz. Elbette bu Kürt devrimi gibi bilinçli, örgütlü bir süreç değildir. Kıyaslanamaz. Gezi kendiliğinden gelişen bir sosyal patlamadır. Ama sistemin, Kürt karşıtlığı üzerinde kurduğu dengeyi bozmuştur. CHP dâhil, birçok sol örgüt dâhil, Kürt karşıtlığı konusunda birleşmektedirler. İşte Gezi süreci, aslında direnişlerin devamlılığı ile, bu Kürt karşıtlığını, milliyetçiliği kırmaya başlamıştır. Direniş, kitlelerin öğrenmesinin de yolunu açmıştır, açmaktadır. İşte devletin kimyasını bozan da budur. Eskiden, Kürtlere karşı savaş için her yolu deneyen TC devleti, şimdi Batı’da da bir savaş yürütmek zorunda kalmaktadır. Önemli olan bu savaşın karşısında işçi sınıfının örgütsüz olması değildir. Potansiyel bir güç olsa da, yani henüz fiilî bir örgütlü devrimci siyasal güç olarak kitlesel bir biçimde mücadelede yerini almamış olsa da, işçi sınıfı, kadınlar ve gençler sistem için büyük tehdittir.

Deprem süreci buna örnektir.

Sahaya, ordu ve polisi sokmayı, ordu ve polisin içinden halka yakınlaşmaların oluşması ihtimali düşünülerek yapmamışlardır. Bu, beceriksizliklerinin sonucu değildir. Tersine, bu egemen akıldır. Egemen, insanî davranmaz, egemen kendi egemenliğini kurtarmak, sürdürmek için hareket eder. Bu nedenle yüz binlerce insana, iki ya da üç gün yardım götürmemişlerdir. Gönüllüleri engellemişlerdir ve SADAT güçlerini, IŞİD güçlerini devreye sokmuşlardır. Bu nedenle diyoruz ki, sahada devlet yok, devlet nerede yanlıştır. Devlet tam da budur. Sizi, halkı göz göre göre enkazın altında ölüme tek edendir, katliamcıdır. İşte devletteki bu korku, onları bu yola itmektedir. Saray Rejimi, tam da budur. Olağanüstü bir devlet örgütlenmesidir. Bu nedenle yasa dinlemez, kendi yasalarını da çiğner.

3

Biliyorum, hâlâ seçime gelemedim. Biraz sabır.

ABD, çözülmekte olan hegemonyasını kaybetmemek için, tüm gücü ile savaş politikalarına yönelmiştir. Bu sadece ABD’nin, X ülkeye savaş açması değildir. Hayır. Bu tüm kapitalist dünyanın ve ardından da tüm dünyanın savaş politikalarına yönelmesi demektir.

ABD, emperyalist efendiler, hedefe Rusya ve Çin’i koyarak, kendi kurallarını ayaklar altına alarak, bir savaş örgütlemektedir. Savaşı dayatmak, onlar için bir seçenek olmaktan çıkmıştır, adeta zorunluluktur.

ABD, kendi hegemonyasını efendice, suhuletle bir kenara bırakmayacaktır. Bu nedenle savaş ABD için adeta zorunlu bir seçenektir.

Afganistan, Irak, ardından Libya, en son Suriye savaşı, ABD’nin dünya hegemonyasını sürdürme isteğinin ürünüdür. Ama sıra Suriye’ye gelince, Rusya ve Çin, devreye girmiştir, sahaya inmiştir. Rusya sahaya indikten sonra, ABD, savaş politikalarından geri adım atmamıştır. Kuşkusuz ABD içinde, bu savaş politikalarını, en azından bu hâli ile ve en azından bugün yanlış bulanlar vardır. Ama sonuçta ABD devleti, bu savaş politikalarını devreye sokmuştur.

ABD, basitçe, NATO güçleri ve Japonya’yı, kendine tehdit olmaktan çıkartarak, denetimine almakta ve Rusya ve Çin’i, paylaşma planlarını onlara sunmaktadır.

Böylece savaş, başka bir biçimde sürmektedir.

Ukrayna’da, Ukrayna ve Rusya savaşmıyor. Hayır. Tersine, tüm NATO ve Rusya-Çin çarpışıyor. Çin’in Ukrayna’ya doğrudan müdahil olmamasının nedeni, Rusya’nın bu savaşa yetmesi ve ayrıca her ikisinin de savaş politikalarını beslemekten kaçınmasıdır.

ABD bu yolla Avrupa’yı denetim altına almıştır, Almanya, Fransa artık bir eksik güç hâlindedir. Kendi iradeleri ortadan kalmış gibidir.

ABD, bu savaşı, açık bir dünya savaşı şeklinde yürütmüyor.

Aslında bu Üçüncü Dünya Savaşı’dır.

Ama savaşı yürüten ABD, bu savaşı, vekâlet savaşları biçiminde yürütmektedir. Ukrayna halkı savaşın bedelini öderken, Neonaziler savaş sahasındadır. Ukrayna devleti, çeteleşmiş bir devlettir. IŞİD güçlerine benzemektedir. IŞİD de böylesi bir savaş aparatıdır.

TC devleti, Saray Rejimi şeklinde örgütlenerek, bu savaşçı politikalara dayanmaktadır. Saray Rejimi, sadece rantçı, sadece yağmacı değildir, aynı zamanda da savaş politikalarına dayalı bir örgütlenmedir. Tüm burjuvalar, tüm tekeller, kanla birleşmiş kârın tadını almıştır ve savaş politikalarını desteklemektedirler.

4

İşte bizim ABD evet demeden Erdoğan gitmez dememizin nedeni budur.

Biz, bu görüşümüzü defalarca şöyle de ifade ettik: İdlib biter, Erdoğan gider.

Bu görüşlerimizin nedeni, savaş politikalarıdır.

ABD, ülkemizde, savaş politikalarından geri durmak istemiyor. Evet savaş politikaları ile kazanamıyor ama kaybetmeyi de önleyebiliyor. Savaş politikaları, tüm bölgede, ABD’den uzaklaşma eğilimlerini besliyor. Hegemonyanın çözülmesi de budur. Şanghay İşbirliği Örgütü, Ortadoğu’yu da etkiliyor. En son, Çin ile Suudi Arabistan arasındaki kapsamlı ekonomik anlaşmalar bunun işaretidir. En son, Şubat 2023’te, İran ile Suudi Arabistan arasında anlaşmalar gündeme gelmiştir. Bu anlaşmalar, örneğin Yemen savaşının sonu anlamına bile gelebilir.

Bu durumda, ABD, mesela Kılıçdaroğlu seçeneği ile, bu savaş politikalarını yürütemez. Kılıçdaroğlu’nun gelişi demek, Suriye politikasının zorunlu değişimi demektir. Almanya bunu elbette ister. Ama, kendi iradesini Avrupa’da ABD’ye teslim etmiş iken, Almanya’nın Kılıçdaroğlu aracılığı ile Suriye savaşını sona erdirmesi ne kadar gerçekçidir? Sorudur ve önemlidir.

Şimdi, ABD ve AB arasında ortak bir mutabakat olmadan seçim mümkün değildir. Seçimimsi bir şey olabilir, ama oraya henüz gelmedik, yazının ilerleyen bölümlerinde oraya da geleceğiz.

Acaba, ABD, bu savaş politikalarından geri çekiliyor olabilir mi? Öyle ya, Erdoğan seçim tarihini ilan etmiştir. Bu durumda Erdoğan’ın seçilme şansı zayıf olduğuna göre, seçilse bile meşruluğu tartışma konusu olacağı için, acaba ABD, savaş politikalarından geri adım mı atıyor?

Sanmıyoruz.

Bunu anlamak için, Ukrayna’ya, Tayvan’a bakmak gerekir.

Ukrayna’da savaşı yoğunlaştırma hamleleri vardır. Varşova’da şov yapan Batı ittifakı, NATO güçleri, aslında bir kere daha ABD politikalarına evet demiştir. Şimdi, hem Romanya hem de özellikle Polonya savaş sahası hâline gelme eğilimindedir.

Rusya, Suriye ve Türkiye arasında barış görüşmeleri için devreye girmektedir. İyi ama, TC devleti açısından bu atılması mantıklı adım, ABD’ye rağmen atılabilir mi?

Normal şartlar altında, Kılıçdaroğlu ve burjuva muhalefetin, Suriye’den çekilmeyi telaffuz etmesi gerekir. Suriyelileri vatanlarına göndermenin başka koşulu yoktur. Ama burjuva muhalefet, Saray’ın tüm savaş politikalarının koşulsuz arkasındadır. Yine, normal olarak, Putin’in Erdoğan’ı desteklediğini söyleyenler, aslında Putin’in Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi gerektiğini söylemelidirler. Kanımızca, bu konuda da sol ve liberal sol yanılmaktadır. Putin ya da Rusya, Erdoğan’ı desteklemekle zerre kadar ilgili değil gibidir. Onların esas ilgisi, NATO’yu dağıtmaktır. Bu açıdan Suriye’de TC devletinin bir işgal gücü olarak varlığı, aslında TC devletinin kuyruğunu kaptırmış olması demektir. Başı ABD’de, kuyruğu Rusya tarafından Suriye’de yakalanmış durumda olan TC devleti, bu nedenle kıvranmaktadır.

Aynı nedenlerle, Kılıçdaroğlu, NATO’yu övmekte, NATO demokrasi demektir diye buyurmaktadır. Bu ülkede, en azından 1950’den beri her katliamda NATO’nun eli vardır. Bunu görmezden gelerek NATO demokrasi demektir demek, aslında kendi rengini tam olarak açığa vurmaktır.

Özetle, ABD’nin savaş politikaları rafa kalkmıyor ve bu durumda bir tetikçi olarak TC devleti ABD adına iş görecektir. Bu nedenle de Saray Rejimi’nin devamı, ABD ve efendiler için, NATO için bir zorunluluktur.

Erdoğan’ın kaybetmesi hâlinde, Kılıçdaroğlu ve Akşener (Şakacı Abla) ne kadar Erdoğan’a garantiler verse de, Erdoğan’ın kaybetmesi hâlinde ortaya çıkacak halk tepkisi, Erdoğan’ın yargılanmasına, Saray Rejimi’nin yargılanmasına yol açacaktır. Zaten sol da buna inanarak, Kılıçdaroğlu’nu desteklemektedir.

Savaşı görmeden seçimi görmek budur. Ve yanılgı doludur.

5

Seçim acaba olacak mı?

Sorudur ve bizce hâlâ yerindedir. Tüm faaliyetlerini seçim gündemine kilitleyerek, Kılıçdaroğlu umudunu yükseltmeye başlamış olan sol, liberal sol, bu soruyu duymak bile istememektedir. Oysa yerindedir.

Hatırlanacaktır. Birçok yazar, birçok aydın, birçok siyasal sol figür, 7 Haziran-1 Kasım süreci yolu ile Saray’ın baskıyı artıracağını düşünmekteydi. Muhtemelen hâlâ böyle düşünenler vardır. Biz ise, evet bir baskı sisteminin devreye sokulacağını ama zaten olağanüstü hâlde iken, bu baskı sisteminin daha farklı olacağını, diğerinin direnişlere başlamış ve sürdürmekte olan işçi ve emekçiler nezdinde işe yaramayacağını söylüyorduk, hâlâ söylüyoruz. Bize göre, daha çok siyasal yasaklı kişiler-partiler ve suikastler devreye sokulacaktır. Hâlâ bu olasılık çok ama çok yüksektir.

Bu durumda önümüze üç senaryo çıkmaktadır.

İlki, seçimlerin savaş nedeni ile ertelenmesi. Hazır Erdoğan seçim 14 Mayıs’ta olacak demiş iken, seçime niyetlenmiş iken, iki füze ile TC devleti bir savaşın içine girerse, tüm burjuva muhalefet, yani Millet İttifakı, ulusal çıkar dürtüsü ve söylemi ile seçimin iptaline onay verecektir. Bu olasılıklardan biridir.

İkincisi, Erdoğan’ın seçimi çalmasıdır. Bu çalma, hileler yeterli olmazsa, sandıkları yok ederek gerçekleşebilir. Biliyoruz, mesele sandığa atılan oylarda değildir, mesele sandıklardan çıkan oylardadır. Bunun binbir yolu olduğu açıktır.

Üçüncü senaryoya geçmeden, burada bir duralım.

Diyorlar ki, bu yolla Erdoğan kazanırsa, meşru olmaz.

Bize çok garip geliyor. Aklını peynir ekmekle yemek bu olsa gerek. Sanki, 7 Haziran’da Erdoğan meşru mu idi? Ya da referandum sonuçları meşru mu idi? Ya da İnce seçim gecesi adam kazandı derken, Erdoğan’ın kazanması meşru mu oldu?

Hiçbir yasayı dinlemeyen, her yasayı çiğnemekte beis görmeyen bir Saray Rejimi, seçim yasalarına, sandıktan çıkacak olana kendini bağlı mı hissedecektir?

HÜDA PAR, acaba neden devreye sokulmaktadır? HÜDA PAR, eğer ittifaka alındı ise, bununla Erdoğan’ın oyu mu artacak? Sanki HÜDA PAR ittifaka alınmamış olsa idi, yine de Erdoğan’a oy vermeyecek miydi? Öyle ise neden HÜDAPAR’ı alıp, AK Parti içinde bazı çevreleri rahatsız etmektedirler? HÜDA PAR’ı ittifaka açıktan almak, getireceğinden fazla oy kaybettirmez mi? Zira getireceği oy yoktur, çünkü o oylar zaten onlarındır; her hâl ve şart altında. HÜDA PAR’ı sahneye çıkarmak, deyim uygun düşerse, tehdit etmek amacı ile değil, ama silah göstermektir. Bu da seçim konusunda sandıkları yok etme olasılığını düşündürmelidir. Gel ki bizim solun, Kılıçdaroğlu’nu kurtarıcı olarak görmesi nedeni ile gözleri de görmez, akılları da çalışmaz hâldedir. Ama yine de bunun üzerine düşünmeye davet ediyoruz.

Aynı şekilde deprem bölgesinde devletin açık iç savaş taktikleri ile devrede olması, düşündürmelidir. Bu oy için yapılamaz. Bu, Saray’ı saran korkudur ve doğrusu korkarak kaçmıyorlar, korkarak saldırıyorlar. Çakıcı’nın adamlarının jandarma komutanını ziyaretini açıktan ortaya koymaları, tam da bu iç savaş tutumunun göstergesidir, katliamcı devlet politikalarının savunulmasıdır. Deprem, bir afet değildir, depremde yaşananlar, deprem sonrasındaki devletin tutumu, katliam politikalarının ta kendisidir. Onun için meşruluk diye bir tartışma Saray Rejimi’nde yoktur. Kaldı ki, burjuva muhalefet, devletin sesini duyduğunda defalarca susmuştur, bunun onlarca kanıtı vardır. Burjuva muhalefet, meşru olmayan seçimlerde sokağa mı çıkmıştır? Tersine, kendini halkın tepkisini söndürmekle görevli saymaktadırlar. Halka, sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar demektedirler.

Üçüncü senaryo da var elbette. Seçim sonrasında başlayacak süreç, mesela bir darbe ile Saray Rejimi’ni tahkim edebilir.

Bu olasılıkları artırmak mümkündür.

Ama saymak yerine, net olarak şunu söylemek gerekir: Saray Rejimi, seçimle gelmemiştir ve seçimle gitmeyecektir. Mesele Erdoğan meselesi değildir. Erdoğan yerine başka bir isim koyarak işi sürdürmeleri olanaklıdır.

Savaş politikalarını görmeden, seçim üzerine ham hayaller kurmak büyük bir risktir.

6

Şimdi, Şakacı Abla’ya bakabiliriz. Akşener, birdenbire, sanki Kılıçdaroğlu’nun adaylığı onun için sürprizmiş gibi, sanki gerçekten İmamoğlu olsa kazanacakmış gibi, Kılıçdaroğlu kazanamaz ama İmamoğlu kazanır gibi bir tutumla masadan niye kalkmıştır?

Öyle ya, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı bir sürpriz değildir. Hele hele Akşener için hiçbir biçimde sürpriz değildir.

Şakacı Abla, bir anda masadan kalkar gibi yaptı. Bir taşla birkaç kuş vurma taktiğidir bu. Kendini rezil etme pahasına bunu niye yaptı? İmamoğlu ve Yavaş cumhurbaşkanı yardımcısı gibi bir kampanya yürüterek masaya dönmek, çocukça değil ise, masadan kalkma işi bir şaka olmalıdır.

Şakacı Abla, bir anda masadan kalkar gibi yaptı ve hemen sol partiler, açıktan Kılıçdaroğlu’na destek vermeye başladılar. Böylece HDP’nin aday çıkartması olasılığı da azaltılmış oldu. Sol, Kılıçdaroğlu’nu açıktan savunmaya başladı. Böylece sol, Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizildi. Sanki, bu hamle olmamış olsa idi, sol yine Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyecek miydi? Elbette destekleyecekti. Ama bunu daha cesurca yaptılar ve aradaki şerh düşme olasılıklarını ortadan kaldırdılar. Sol, Kılıçdaroğlu’nu sola çekmek yerine, kendisi sağa, daha da sağa kaymaya meyletti.

Bu hamlenin amacı, iç savaş politikaları, savaş politikaları içinde anlamlıdır. Savaş naraları yükselirse ve seçim iptal edilirse, sol kendini bağlamış oldu ve sesini yükseltme, direnişe geçme olanağını yok etmiş oldu. Örgütlü güçler olmadan direnişin gelişmesi çok güçtür. İşte savaş ve iç savaş politikalarını görmeden, seçimi görmek dediğimiz şey budur.

Bu, iç savaş politikalarının içindedir. Saray Rejimi baskı ve şiddet ile giderken, burjuva muhalefet, öteden beri, halktaki öfkeyi oyalayarak, sahte umutlarla, seçimi bekle diyerek bastırmakla görevlidir. Bu süreç bir kere daha işletilmiştir. Ve etkili olduğu açıktır.

Şakacı Abla, ayrıca, bu hamle ile, İYİ Parti içinde Kılıçdaroğlu’na, Alevi olduğu için oy vermeyecek olanlara, alternatifsizliği de göstermiş oldu. Böylece, Şakacı Abla, Kılıçdaroğlu’nun kendisine verdiği milletvekili desteğinin karşılığını da ödemiş oldu. Şimdi, İYİ Parti içinde oy vermeyecek olanların bir bölümü de Kılıçdaroğlu’na oy verecektir.

7

Türkiye, son derece ciddi bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir. Uluslararası alanda ABD’nin tetikçisi rolü, TC devletini savaş politikalarına bağımlı hâle getirmiştir. Ne ekonomik krizin, ne de bu savaş politikalarının, burjuva siyaset içinde bir çözümü yoktur.

Bu durum, TC devletinin, burjuva muhalefeti de dâhil, Saray Rejimi de, tüm güçlerinin halktan korkusunu artırmaktadır. Bu nedenle, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini daha sert yöntemlerle ezme isteği devrededir. Bu istek, aynı zamanda halkın, işçi ve emekçilerin, birikmiş öfkesinin de kontrol edilmesini bir politika olarak uzun zamandır devreye sokmalarının da nedenidir. Bu ikili politika, iki temsilcide ifadesini bulmaktadır. İlki Saray Rejimi eli ile, ikincisi ise, sözüm ona, ona muhalif olan burjuva muhalefet eli ile devreye sokulmaktadır. Böylece, sanki kitlelere bir alternatif sunulmaktadır. Bugün, ortada bir neden yokken, seçimin iptal edilmesi, daha ciddi tepkilere yol açabilir. Oysa uygun bir yol ve yöntemle seçimlerin iptal edilmesi, bir ulusal felaket senaryosu ile etkili olabilir. Bu açıdan, solun CHP kuyruğuna eklenmesi, kendi bağımsız politikalarını devre dışı bırakması gereklidir. Bunu sağlamaya çalıştıkları açıktır.

Eski bir sözdür, Osmanlı’da hile bitmez. Saray Rejimi, Allah’ın cebinden peygamberi çalma konusunda mahirdir. Bu nedenle iş bitti havasına girmek, hele hele devrimci hattı terk etmek büyük hata olacaktır. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, kısacası direnenlerin iradelerini örgütlemek esastır. Bu irade başkalarına teslim edilemez.

Bu durum, solun Ecevit’in kuyruğuna takılmasını andırmaktadır. Farkı şudur, Ecevit daha sol bir tutumun işaretlerini veriyordu, şimdi ise Kılıçdaroğlu, daha da sağa yaklaşmaktadır.

Biz devrimci sosyalistler, direniş hattını örgütlemekle yükümlü, görevliyiz. Yapmamız gereken budur.

Biliyoruz ki, Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin, bir genel direniş örgütlenmenin olanakları vardır. Elbette zordur. Ama zaten devrimin kendisi de kolay bir süreç değildir.

Ham hayallere kapılarak, salt seçim gündemi ile mücadele sürdürülemez. Bu büyük hata olur. Bunun yerine, var olan, baskı ve şiddete rağmen sönmeyen direniş çizgisini geliştirmek gereklidir. Bu direniş hattı, daha örgütlü olmak zorundadır.

Gerçekte, Erdoğan, zaten meşru değildir. Sadece diploması nedeni ile değil. Sadece hastalığı nedeni ile değil. Aynı zamanda seçimleri çalmıştır. Atı alan Üsküdar’ı geçti sözü, bir itiraftır. Ama aynı zamanda Erdoğan’ın adaylığı da yasal değildir. Ortada öyle bir tablo vardır ki, 100. yılında TC devletinin seçim yasaları bile belli değildir. Öyle Suriyelileri oy kullandırarak vb. seçim kazanmak değildir mesele. Bunu zaten yaptılar. O seçimler de meşru değildir. Mesele 10 bin oy, yüz bin oy meselesi değildir. Gerçekte Saray Rejimi’nin adayı kim olursa olsun, demokratik bir seçimde alacağı oy yüzde 10-20 bandındadır. Mesele paramiliter güçlerle, iç savaş koşullarında, olağanüstü hâl koşullarında, tüm yasal prosedürleri ortadan kaldırarak bir seçim senaryosuna bu denli kilitlenmektedir. Kimse aptal değildir. Erdoğan çoktan kaybetmiştir. Dünyanın hangi Batılı ülkesinde demokratik seçimler olmaktadır? Bu devir çoktan kapanmıştır.

Savaş politikalarını görmek önemlidir. İçinde yer aldığımız coğrafyada ABD emperyalizmi, her türlü savaş oyunlarını devreye sokmuştur. Balkanları, Kafkasları, Karadeniz’i, Akdeniz’i, Ortadoğu’yu karıştırmak için sayısız olanağa sahiptirler.

Efendilerin, emperyalistlerin, onların uşaklarının insanî değerleri yoktur. Kapitalist sistemde insanî değer yoktur. Kapitalizm, insanlığı yok ederek, insanı insan olmaktan çıkartarak hayat bulmaktadır.

Bu nedenle, işçi sınıfının, direnmek dışında yolu yoktur.

Sistemi alaşağı edecek güç, işçi sınıfı, devrimci işçilerdir. Bugün, ülkemizde, bunun olanakları vardır.

Seçimleri çok çok aşan bir savaş sürmektedir. Bu koşullarda, işçi sınıfının devrimci öncülere ihtiyacı vardır.

Cepheler son derece nettir. Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının devrimci hattını hiçbir koşulda terk etmeyeceğiz.

“Not etmek”: İç savaş hukuku ve Saray Rejimi

Yaşam mı berbatlaşıyor? Felaketler birbirini mi kovalıyor? Yoksa Saray Rejimi’nin, TC devletinin, burjuva egemenliğin bizzat kendisi mi felakettir?

Günlük hayatın akışı içinde, kökleri derinlerdeki batıl inançların-kör inançların etkisi ile, yaşanan felaketlerin üst üste geldiği ve bunun da bir çeşit ceza ya da sınav olduğu ya da en azından bir şansızlık olduğu düşüncesi hep yerleşiktir. Onu oradan söküp atmak da kolay değildir. “Bunlar hep benim başıma mı geliyor” sorusu, yoksulların, sömürülenlerin ortak, ama bireysel sorusudur. Zaten bu soru, topluca ve toplumsal olarak sorulmaya başlandığında, isyan da başlıyor demektir.

Kör inançlara sahip olanlardan söz ettiğimizde, elbette yağmur yağsın diye yağmur duasına çıkanları ya da kahve falında çıkan şekillere göre davrananları, sadece bunları kastetmiyoruz. Hayır, bu kör inançlar, daha yaygındır ve aslında pek çok kişide de etkisini sürdürür. Şansızlık, kadersizlik, bahtsızlık, “bunlar hep benim başıma mı geliyor” demenin başka yoludur.

İsyan, bu nedenle, sadece aklı açmaz, sadece ayaklardaki pası silmez, sadece yürekleri şenlendirmez; aynı zamanda ruhları da kölece bağlardan, boş inançlardan kurtarır.

İsyan eden, kendi kaderinin yazıcısı olmak üzere silahlanmış kişi demektir. Eline kalemini ve aletlerini almış, kaderini kendi yazmaya, talihini kendi oluşturmaya başlamış demektir. Başkalarının kadersizliği üzerine bir kader yazmıyorsa, bunun isyan dışında bir yolu yoktur.

İsyan, egemene karşıdır.

Ülkemizde egemen, sömürgeci efendiler, tüm Batı emperyalist güçleri, ABD’si, Almanya’sı, İngiltere’si, Fransa’sı ve bu devletlerin gerçek sahibi olan uluslararası sermayesi ve tüm bunların kâhyası rolünde sömürge ülke çiftliğine atanmış adamları, bu uluslararası sermayenin yerli ortaklarıdır. Egemen budur; efendiler ve onların tetikçileri.

TC devleti, tarihi boyunca böyledir. Sömürge bir ülkedir ve efendilerine sonuna kadar sadıktır. NATO mekanizması ile ABD’ye, ekonomisi ile AB’ye bağlıdır. Efendiler, kendilerine hizmet eden bu kâhyalara, her zaman hırsızlık için bir pay bırakırlar. Bu hırsızlık, efendinin payından çalmak şeklinde olamaz. Sınırları budur. Ama elbette, halktan daha fazlasını alabilir, çoğunu efendilerine vermek üzere daha vahşi bir sömürü sistemi kurabilirler. Bunu yaparken ceplerini doldurmalarında da sakınca yoktur. Zaten ne alırlarsa, sonunda efendilerinindir. Saddam, bunun en somut örneğidir. Biraz da bu nedenle, sömürge ülkelerin efendiler tarafından atanan kâhyaları, daha da acımasız olurlar.

TC devleti, halkları, bu ülkede yaşayan insanları kendinin düşmanı görmüştür. Her zaman ve her dönem.

Ama yine de bazı dönemler, devlet, olağanüstü biçimlerde örgütlenmek zorunda kalır. Ülkemiz tarihinde de bu yaygındır.

Bu kez, bir yandan Kürt devrimini bastıramamanın sonucu, bir yandan Gezi Direnişi ile başlayan korkuları (kimyaları bozulmuştur) ve öte yandan da NATO içinde temsil edilen efendilerin arasında ortaya çıkan paylaşım savaşımının ülkemize etkileri nedeni ile, bu üç etken nedeni ile TC devleti, olağanüstü bir rejime geçmiştir. Biz buna Saray Rejimi diyoruz.

Bu geçiş, Erdoğan ve AK Parti’nin işi değildir. Tersine, bu geçişi sağlayanların projesidir AK Parti ve Erdoğan. Geçişi sağlayan, Saray Rejimi’ni organize eden, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’dır. Bu emperyalist güçler, ABD’nin planına olur vermişlerdir ve ABD, bu yolla, hegemonyasını sürdürmek üzere, Erdoğan’ı bir tetikçi olarak kullanmak üzere Saray Rejimi’ni organize etmiştir.

Alman Stern dergisi, şubat başındaki sayısında, Erdoğan’ı kundakçı ilan etmiştir. Biliyorlar. Çünkü, dün kendileri adına da kundakçılık yapıyordu. Kendileri de en büyük destekçileri idi. Ama artık ABD adına yaptığı kundakçılığın kendilerine zarar verdiğini gördüler ve adını koydular: Kundakçı.

Dergi, kimin kundakçısı olduğunu söylemeyi unutmuş olamaz. Ama ABD’ye daha açık bir tutum almak, özellikle Ukrayna sürecinde kendini ABD’ye teslim etmiş olan Alman ve Fransız burjuvazisinin korkularını depreştirir. Bu nedenle, sadece kundakçı diyorlar.

Oysa bu Saray Rejimi, tüm emperyalist efendilerin ortak programıdır, ortak planıdır.

Zaten, dünya kapitalist sisteminin içinde bulunduğu kriz ve paylaşım savaşımı döneminin karakterine de uygundur. Biden, her açıdan Erdoğan’ı aratmazdır. Amerikan demokrasisi, işte budur. İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya bakın. Her biri “özel savaş” karakterleri olan kuklalardır. Erdoğan’ın “asrın lideri” olarak kendini görmesinin nedeni, onların bu hâli olmasa da, ülkemizdeki Erdoğan dâhil bazı karakterleri açıklamak için, bu “özel savaş karakterleri”ne bakmak faydalıdır, anlamayı kolaylaştırıcıdır.

Saray Rejimi, yakın dönemdeki her türlü felaketi, ister doğal olsun ister yapay, “Allah’ın lütfu” olarak görmekte beceriklidir.

Demek oluyor ki, deprem dönemindeki uygulamalarına bakıp, Saray Rejimi’ni beceriksiz olarak nitelemek, baştan aşağıya yanlıştır. Ölçü eğer can kurtarmak, yardım götürmek olsa idi, belki bir anlamı olurdu bu beceriksizlik sözünün. Ama ölçü bu değil. Ölçü, yağma, rant ve savaş ekonomisinin gerekleridir.

Mesela deprem sırasında, militanca bir tutumla, tırları kaçırıp İdlib’e götürmek, beceri sayılmalıdır. Mesela, kontrolü almak için tüm yardım çalışmalarını ve gönüllüleri durdurmak, gerekirse dövmek ve hatta öldürmek, beceri sayılmalıdır. Mesela enkaz altından para, altın vb. toplamak, bir enkaz bölgesinden ne kadar hurda ve ganimet çıkacağını hesaplayabilmek, öyle kolay değildir. Bunlara beceri diyebilirsiniz.

Nihayetinde hırsızlık da bir beceridir.

Hele hele, yağmayı, rantı, hırsızlığı, canlı insanları enkaz altında bırakırken altınları toplamayı, gönüllü yardımlarını İdlib’e kaçırmayı, sıradan bir beceri olarak görmek hata olur. Bunları yapmada askerin başarısız olacağını düşünerek, SADAT’ı devreye sokmak, oldukça yüksek bir beceri sayılmalıdır.

Öyle, “bunlar beceriksiz” diyerek, bunları aklamak yok.

Bilinmelidir, ne bunları, ne de bunları sadece “beceriksiz” olmakla suçlayanları affetmeyeceğiz.

Saray Rejimi’nin karakterini, devletin karakterini doğru anlamak gerekir.

Binlerce insanı enkaz altında ölüme terk etmek, cinayettir, katliamdır. SOMA nasıl bir iş kazası değil de cinayet ise, kadınların öldürülmesi nasıl politik bir cinayet ise, depremde de insanların topluca ölüme terk edilmesi bir cinayettir, toplu katliamdır ve TC devletinin katliamcı geleneği ile birebir uyuşmaktadır. Devletin genetiğine uygundur.

İşte aynı nedenle, TC devleti, depreme duyulan tepkinin bir isyana, bir ayaklanmaya, bir sosyal altüst oluşa, bir sosyal depreme dönüşmesini önlemek için SADAT ile devrededir. Aynı nedenle, üniversiteler kapatılmıştır. Üniversitelerden yükselecek bir toplumsal tepkiden korkmaktadırlar.

Halktan korkuyorlar.

Devrimden, gelmekte olan isyandan korkuyorlar.

Onlar halktan korkuyor, saldırıyorlar, halk onlardan korkuyor.

Bu döngüyü kıracak şey, halkın örgütlü direnişidir, işçi sınıfının devrimci direnişidir, kitlelerin isyanıdır.

İşte “not ediyoruz” tehdidinin altında da bu vardır.

Neyi not ediyorlar?

Devrimcilerin, gönüllü insanların bölgede elleri ile enkaz kazmasını, kahramanca çalışmaları ile bölgeye devleti atlatarak yardım göndermelerini, kamplar kurmalarını, marketleri düzenli bir biçimde halkın kullanımına açmalarını, eczaneleri kontrollü bir biçimde ilaç sevkiyatı için açmalarını, sağlam kalmış villaları halkın kullanımına açmalarını.

Ve elbette tüm bunlar yaşanırken, bu dayanışma gelişirken, sahada devleti bizzat yağmacı olarak, rantçı olarak gören insanların durumu anlamaları için süren tartışmaları.

Ve elbette, burjuva muhalefetin, ister istemez, gerçeğin bir bölümünü ortaya koymak zorunda kalmalarını. Mesela Kılıçdaroğlu, burjuva muhalefet, “bölgede devlet yok, 48 saat ortada yoklar” diyor. Aslında onlar devleti kurtarmak için bunu söylüyorlar. Ama bunu da not ediyorlar.

Biz diyoruz ki, “devlet orada yok” yanlıştır. Devlet oradadır. Ama yardım götürmek için değil, SADAT eli ile yağmalamak için, yardımları önlemek için, yeni rant alanları açmak için, şehirleri boşaltma yolları aramak için, İdlib’e IŞİD güçlerine yardım götürmek için. Devlet oradadır. Sadece devlet işte budur, başka bir şey değildir.

Yangınlarda, sellerde, devlet ne yaptı ise, burada da aynısını, daha pis, daha vahşice yapmıştır, yapmaktadır. Oradadır ve devlet budur.

İşte, Bahçeli ve Erdoğan, bunları not ediyorlar.

Not etmeleri, karakterlerine uygundur. Kim dayanışma gösteriyor, gönüllü kimdir, kim devleti ev değil tabut yapmakla suçluyor, kim devlete rantçı diyor, kim yağmacıları engellemek istiyor, kim devletin IŞİD ile bağlarını ortaya seriyor, kısacası olup biteni kim ortaya koyuyorsa, az ya da çok, onları not ediyorlar.

Demek, bu kadar öyle mi?

Demek tehdidiniz budur?

“Not ediyoruz”, öyle mi?

Not etseniz ne olur, etmeseniz ne olur?

Korkunuzdan not ediyorsunuz.

Korkunuzdan, siz değil, bulunduğunuz Saray’ın taşları, tuğlaları titriyor.

Not etmediğiniz ne var ki?

Daha yeni mi not ediyorsunuz?

Yüz yıldır zaten hep not ediyorsunuz. Saray Rejimi, zaten efendilerinize tuttuğunuz notların da bir sonucudur.

Notlarınızı efendilerinize veriniz, belki onlar, sizinle aynı soydan siyasetçilerin kulaklarını çekerler. İyi ama ya halkın öfkesini de not ediyor musunuz?

Kaçma planlarınızı yeniden gözden geçiriyor musunuz?

Tüm bunlar, aslında TC devletinin, Saray Rejimi’nin karakterini de ortaya koymaktadır.

“Hukuk yok, hukuk ayaklar altında” cümleleri yanlıştır.

Hukuk var, bu bir iç savaş hukukudur. Hukukçuların kibarca “düşman hukuku” dedikleri şeydir.

Hukuk ayaklar altında değildir, hukuk devletin elinde, Saray’ın elinde, polis gücünün yanına eklenmiş bir silah olarak iş görmektedir.

TC devleti, Saray Rejimi, tüm halkları kendi düşmanı olarak görmektedir. Sadece Ermenileri, sadece Pontusları, sadece Süryanileri, sadece Kürtleri değil, tüm halkları kendi düşmanı olarak görmektedir. Yangınlara bakın, sellere bakın, en sonuncusu depreme bakın, tüm halkları düşman olarak görmektedirler. Sadece işçi düşmanı, sadece öğrenci düşmanı, gençlik düşmanı, sadece kadın düşmanı değildirler, bir bütün olarak tüm halkın düşmanıdırlar.

İşte iç savaş hukuku da bunun için devrededir.

Bunu anlamadan, devleti tanımadan, Saray Rejimi’ni tanımak, anlamak, hele hele yıkmak mümkün değildir.

Saray Rejimi’ne karşı mücadele, daha kapsamlı bir mücadeledir, sadece seçime bağlı bir mücadele değildir.

Devletin bir “kurtarıcı”, “halkın devleti”, “devlet baba” olduğu görüşleri, baştan aşağıya önyargı, kör inançtır. Hiçbir biçimde doğru değildir. Devlet, efendilerin, egemenlerin, işçi sınıfı ve halkı bastırmak, kapitalist sömürü düzenini sürdürmek için organize ettikleri, silahlı bir örgüttür. Devlet, burjuvaların siyasal örgütüdür. Polisi, ordusu, yargısı, diyaneti, basını vb. ile halka karşı, egemenlerin baskı aygıtıdır.

Eğer isyan edersen, eğer kitleler hesap sormak için ayağa kalkarsa, işte o zaman bu kör inançlardan, bu kader düşüncesinden, bu bahtsızlık yargısından kurtulmaya başlayacaklardır. Her işçi, her işsiz, her kadın, her emekçi, kendi başına geleni, sadece kendisinin yazgısı sanıyor. Oysa o yazgıyı efendiler yazıyor ve tüm işçiler, tüm emekçiler için yazıyor.

Tüm bunlardan kurtulmanın yolu vardır.

Bu yol, elbette aklınıza geldiği hâlde dilinize dökmediğiniz, düşünürken dahi “olmaz” diye düşünmekten vazgeçtiğiniz yoldur. Bu yol, devrimci direniş yoludur. Bu yol, devrim ve sosyalizm yoludur. Bunca katliam, bunca ölüm, bunca açlık, bunca işkence, hep bu aklımıza düşen ama haykırmadığımız özgürlük isteğini bastırmamız sayesinde yazgı hâline gelmektedir, kader hâline gelmektedir. Efendiler ve onların uşakları, yüzümüze bakarak “kader” diyebiliyorlarsa, biz örgütsüz ve kararsız olduğumuz içindir. Efendiler ve onların uşakları, “bunu da unuturlar” diyorlarsa, bizim isyan geleneğimizin zayıflığındandır. Felaketlerin arasında, rahatça yeni rant ve yağma planları yapabiliyorlarsa, öfkemizin zayıflığındandır. Bunları “not ediyoruz” diye yüzümüze ulu orta tehditler savuruyorlarsa, örgütlülüğümüzün zayıflığından, bilincimizin zayıflığındandır.

Biliyoruz, bu sistem böyle sürdüğü sürece, yeni felaketler olacaktır. Utanmadan “biz İstanbul depremini bekliyorduk” diyebiliyorlarsa halkın isyan etmeyeceğine güveniyor olmalarındandır. Bu sistem böyle sürerse, yarın başka depremler de, başka felaketler de olacak. Zaten en büyük felaket, bu sistemin varlığıdır, Saray Rejimi’nin kendisidir.

Felaketlerin kaynağını kurutmanın yolu, sistemi alaşağı etmek, işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmaktan geçmektedir.

Sistemi alaşağı etmek, devrimi zafere ulaştırmak, birleşik emek cephesinde örgütlenmekle mümkündür.

Tüm afetlere bakınca, insanların geliştirdiği dayanışmanın, örgütlenmenin kendisi olduğu da ortaya çıkmaktadır. İşte bu örgütlenmeyi, daha ileri düzeye çıkartmak, kendi kaderini eline almak ve sistemi yıkmak üzere geliştirmek mümkündür.

Bu sistemi yıkmak, hem zorunludur hem de mümkündür.

İnsanın insana kulluğuna, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermeden, her türlü ayrımcılığını da yok etmek için sömürüye son vermeden, insan olarak yaşamak mümkün değildir.

Kapitalist sistemin kendisi, insanlık için bir felakettir.

Tüm Naziler Ukrayna’ya

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı özel askerî operasyonu, başka bir deyişle, NATO ve Batı’nın Ukrayna üzerinde Rusya’ya savaş açma girişimleri birinci yılını doldurdu. Birinci yılını doldurmasının bir önemi olduğundan mı, yoksa durumun nazik safhaya dönmeye başlamasından mı bilmiyoruz ama, özel askerî operasyonun birinci yılında birçok gelişme oldu.

Çin, Ukrayna için bir barış planı önerisi sundu. 12 maddelik öneri “Çin casus balonu”, “Çin, Rusya’ya silah veriyor” gibi savaş propagandası örnekleri ile bastırılmak istendi.

Biden, gerçek mi bilinmez ama, Kiev’e “gizli” ziyarette bulundu. Ziyaret, aslında gizli değil elbette ama önceden duyurulmamış bir ziyaret. Biden’ın uçağı, Varşova’ya, birinci yıl gösterilerinin “açılışı” için havalanmış iken, birdenbire, Kiev’e indi. Ardından, Varşova’ya geçti ve Varşova’da, Ukrayna üzerinden bir savaş yürüten ABD ve Batı emperyalistlerinin liderleri teker teker boy gösterdi, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve diğerleri.

Bu iki gelişme, tam da Rusya’nın “özel askerî operasyon” dediği sürecin başlangıcının birinci yılına denk geldi.

Çin, bir barış planı sunarken. Batı, NATO güçleri, savaş naraları için Varşova’da özel bir ayin daha düzenlediler. Savaş severler, ayinsiz hareket etmezler. Öyle yaptılar. Her biri, bir yandan ABD’nin savaş politikalarının arkasında olduğunu açıklamış oldu, diğer yandan da Ukrayna üzerinden Rusya ve Çin’e karşı savaşın tırmanacağını ilan etmiş oldular.

ABD’nin en efsanevî başkanı, herhâlde Biden’dır. Hava ile tokalaşan, sırtını dönerek kalabalığın olmadığı boşluğa konuşan, doktorları tarafından “başkanlık görevini yürütecek” kadar sağlıklı olduğu açıklanan Biden, tam da içinden geçilen süreçlere uygun düşmektedir.

Biden, en son şöyle dedi: “Beyaz bir çocuk olabilirim ama aptal değilim. Gücün nerede olduğunu biliyorum… Şaka yaptığımı sanıyorsunuz. İlahi Dokuz’u uzun zaman önce öğrendim.”

İşte size veciz sözler. Beyaz çocuk olmak, mutlaka aptal olmak demek değilmiş. Bu 80’lik aptal olmayan beyaz çocuk, kime söylüyorsa, “gücün nerede olduğunu” bildiğini söylüyor. Gücün nerede olduğunu bilmek, aptal olmamak anlamına geliyor. Üstelik şaka da yapmıyor, kanıtı var, uzun zaman önce İlahi Dokuz’u öğrenmiş. Demek ki, ilahi dokuz ile, güç arasında bir bağ var. İlahi Dokuz, okunmuyor, ama öğrenilmesi gerekiyor. Her ne kadar İlahi Dokuz’u biz bilmesek de, beyaz çocuğun, bunu öğrendiğini anlayabiliyoruz.

Demek ki, efendilerine sesleniyor.

Acaba, beyaz çocuk, İlahi Dokuz’u, mesela Macron’a, mesela Scholz’a da öğretebilmiş midir? Yoksa onların öğretmeni farklı mıdır?

Macron, Rusya’nın tümden yok olmasını istemediklerini, ama yenilmesini istediklerini ilan ediyor. Beyaz çocuklardan bir diğer aptal olmayanı mıdır, bilmiyoruz. Ama Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi planlarını ifade etmek istedikleri anlaşılıyor.

Alman sermaye sınıfının en azından bir kısmının, Scholz’un, ABD planlarına bu denli bağlı olmasını, “Almanya kendi ayaklarına sıkıyor” diye değerlendirildiği düşünülürse, Scholz da, İlahi Dokuz’u, her ne ise, öğrenmeye başladığı anlaşılıyor.

Scholz, Varşova’daki Batı-NATO ayininden sonra, kendisi randevu isteyerek, Beyaz Saray’a gitti. ZDF televizyonu, Scholz’un ziyaretinin nedeninin “bir bilmece” olduğunu söyledi. “Ukrayna’ya tank meselesi yüzünden özür mü dileyecek” diye sordu. Almanya’nın Leopard 2 tanklarını Ukrayna’ya sevk etmekte tereddütlü davrandığı biliniyor. ZDF, “özür dilemek” ile bunu kastediyor. Demek ki, ABD, Almanya üzerine etkili tehdit mekanizmalarına sahip olmalıdır.

ABD, Almanya’yı, Ukrayna savaşı için bir operasyon merkezine dönüştürme yolunda ilerliyor. Almanya’nın bu konuda “tutuk” davrandığı varsayılabilir. Ama ABD, öyle anlaşılıyor ki, istediklerini elde etmekte zorluk çekmiyor.

Hatırlanacaktır. Kuzey Akımı 2 hattına, bombalı bir saldırı, sabotaj düzenlendi. Bu sabotajın failleri, hiçbir biçimde ortaya çıkarılmıyor. O kadar ki, eski NATO generalleri bile, bu saldırının ABD işi olduğunu açıkça söylüyor. Rusya ise en üst düzeyden, bu saldırının Batı’nın işi olduğunu söylüyor. Lavrov, G20 Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda, “Durdurmaya çalıştığımız ve Ukrayna halkı kullanılarak bize karşı başlatılan savaş, elbette enerji de dâhil Rus siyasetini etkiledi. Özetle artık Batı’daki hiçbir ortağa güvenmeyeceğiz, onların bir daha doğalgaz boru hatlarını havaya uçurmalarına izin vermeyeceğiz.” dedi.

Bilindiği gibi, gazeteci Seymour Hersh, sabotajla ilgili bulguları açıklamıştı. Lavrov, “ABD’liler bunu saçmalık olarak niteledi. Gazeteci Seymour Hersh bununla ilgili bulguları yayınlayınca, Avrupalı ve ABD’lilerin nasıl tepki gösterdiklerini gördünüz. Almanya, fiziksel ve ahlâkî olarak her anlamda küçük düşürüldü” dedi. Oysa Avrupa basını, sabotajın Rusya tarafından, kendi kendine yapıldığını yazmıştı.

Tüm bu trafik, Ukrayna’daki Rus özel operasyonunun birinci yıldönümünde, Şubat 2023’te yaşandı.

ABD’nin bugüne kadar Ukrayna’ya gönderdiği askerî yardım, 31,7 milyar doları buldu ve Biden, gücün nerede olduğunu bilen “aptal olmayan beyaz çocuk”, savaş ne kadar sürerse sürsün, Ukrayna’yı destekleyeceklerini söyledi.

Tam da buna uygun olarak ABD, Çin tarafından hazırlanan 12 maddelik barış planını “Çin’i güvenilir bulmuyoruz” diyerek reddetmiş oldu.

Bununla da kalmıyor ABD, Japonya’yı, NATO toplantılarına davet ederek, Çin’e karşı Japonya’yı savaşa sürmek istiyor.

Buna karşılık ise Rus denizaltıları ve gemileri, ABD açıklarındaki uluslararası sularda konumlanmış durumdadır. ABD’nin Akdeniz, Ege gibi alanlarda konuşlanmış gemileri ile de buna eklenmelidir.

Böylece, Rusya’nın Ukrayna planlarına özel askerî operasyonla tepki vermesinin birinci yılı geride kalırken, ABD stratejisi netlik kazanmaya başlıyor.

1

ABD, denetimi sıkılaştırdığı NATO müttefiklerini, Rusya’ya karşı savaş için daha organize hâle getirmek istiyor. Almanya, bu açıdan ABD savaş politikalarına göre şekil almaya başlamıştır. Almanya’da, askerî eğitim üsleri bu açıdan önemli işlev görmektedir. İki dünya savaşından da yenilgi ile çıkmış ve savaşı kendi topraklarında yaşamış olan Almanya, anlaşılan bu sefer de, aynı rolü, bu kez ABD planlarına uygun olarak oynamaya hazırlanıyor. Alman toplumundan gelen sesleri, bu açıdan Alman devleti dikkate bile almıyor. Almanya’da her hafta, savaşı protesto eden gösteriler ortaya çıksa da, Alman işçi sınıfının grev silahını kullanmadığı bugün, Alman devletinin çok rahatsız olmaması anlaşılırdır. Alman toplumunda savaştan duyulan rahatsızlığa rağmen, etkili bir grev vb. dalgası henüz ortaya çıkmış değildir. Alman ekonomisi, ciddi kayıplar yaşasa da, iş bu noktaya gelmiş değildir. Almanya, hem Rusya’ya mal satma olanaklarını kaybetmekte, başka kanallar bulan şirketlere rağmen büyük kayıplar yaşamaktadır hem de enerji maliyetleri nedeni ile zorluklar yaşamaktadır. Bunun üstüne artan enflasyon yükü gelmektedir. Bunların yol açtığı rahatsızlıklar, protestolarda bir artışa yol açsa da, henüz kritik aşamaya ulaşmış değildir.

ABD, Almanya, Fransa başta olmak üzere, tüm NATO ülkelerini, Rusya’ya karşı açık bir savaşa davet etmektedir ve doğrusu bu konuda Avrupa’nın da çok isteksiz olmadığı açıktır. Bu nedenle, Avrupa işçi sınıfının ayağa kalkması dışında bir yolla savaşı önlemek mümkün görünmemektedir.

2

ABD, Avrupa’da ağırlıklı Almanya eli ile sağladığı savaş üssü oluşturma planlarını, Çin’e karşı savaş için de geliştirmektedir.

ABD’nin uzmanlarının beklentilerinden biri olan Rusya’yı izole ederken, Çin’in Rusya’dan uzaklaşacağı görüşü de suya düşmüştür. Çin, açık olarak, Rusya’nın güçlü olmasından bir rahatsızlık duymayacağını, tersine müttefiklerinin güçlü olmasının kendilerinin de çıkarına olduğunu ilan etmiştir. Bu nedenle, ABD, Çin’e karşı kara propaganda mekanizmalarını devreye sokmaya başlamıştır. Çin’in casus balonu tam da böylesi bir propaganda için hazırlıktır.

ABD, Çin ile Rusya arasına ayrılık tohumları ekmenin işe yaramayacağını anlamış oldu. Bunun için bir yıl geçmesi gerekti. Şimdi, ABD politikası, yön değiştirmiştir ve Japonya, Çin’e karşı savaş üssü hâline getirilmek istenmektedir. ABD, Japonya’ya nükleer denizaltıların gönderilmesini de tartışmaktadır. Bu nedenle Japonya NATO toplantısına çağrılmaktadır.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak askerî alanda denetimi kabul etmişti. Aynı şey Almanya için geçerli idi. Bugün bize “teknolojik yenilik” olarak sunulan “sıfır stoklu üretim” ya da “esnek üretim” modelleri, aslında bu iki ülkenin silah sanayiinde doğan dezavantajlarını ortadan kaldırmak için geliştirdiği metotlardır. Toyota fabrikası, bir günde tank üretebilir hâle gelecek duruma getirilmişti. Bugün ise, ABD, sürdürdüğü hegemonya savaşında, Almanya ve Japonya’yı koçbaşı olarak kullanmak üzere hareket etmekte, bu nedenle onlara bazı silahları vermekte ya da İkinci Dünya Savaşı’nın silah üretimi ve ordu yapılanması konusundaki yaptırımlarını gevşetmektedir.

Japonya’nın savaş için bir üs hâline getirilmesi stratejisi, elbette Çin’e karşı savaş planlarının da yeniden sahaya sürülmesi anlamını taşımaktadır. Bu durumda, Blinken’in Tayvan ziyareti önemli görünüyor. ABD, Tayvan meselesini öne çıkartarak, Çin’e karşı bir savaş başlatmak istemektedir. Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden yürütülen savaş, Çin’e karşı Tayvan üzerinden yürütülmek isteniyor. ABD açısından Ukrayna’nın bu savaştan gördüğü zararın bir önemi olmadığı gibi, Tayvan’ın göreceği zararın da bir önemi olmayacaktır.

Böylece, ABD, Avrupa’yı güçten düşürmüş olduğu gibi, Japonya’yı da güçten düşürmüş olacaktır.

ABD, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını kendi topraklarında yaşamadı. Bir yeni savaşı da kendi topraklarından uzakta kabul etmek istiyor. Böylece, kendisi yara almadan bir savaş yürütmüş olacaktır.

Dünyanın emperyalist efendileri, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirmek, böylece de ABD hegemonyasının çözülmesini önlemek için, kendilerine en uygun stratejiyi bulmuş gibidirler.

Bir yanda Avrupa’yı, diğer yanda da Japonya’yı kullanarak ABD hegemonyasını devam ettirmek üzere savaş politikalarını güçlendirmek, bugün, NATO’nun tek yolu hâline gelmiş gibidir.

Buna bağlı olarak, dünyadaki tüm Neonazi örgütlenmelerini sahaya sürmeye başlamışlardır. Ukrayna, dünyadaki tüm Neonazi örgütlenmelerin üssü hâline getirilmiştir. Sloganları açıktır: Tüm Naziler Ukrayna’ya. Üstelik düşünecekleri bir anavatanları da yoktur. NATO tarafından beslenen tüm paramiliter güçler, şimdi gamalı haç altında ortaya çıkmaktadır.

Aynı sürecin Tayvan’da ortaya çıkması için çalıştıklarından endişeniz olmasın.

Rusya’ya karşı devreye sokulan yaptırımlar, gerçek anlamı ile sonuç vermediği hâlde, tüm Batı, bu yaptırımları sürekli artırmaktadır. Anlamını yitirmiş birçok yaptırım, şimdi yeniden ve yeniden devreye sokulmaktadır.

Çin’e karşı yaptırımların da artacağını düşünmek bir ileri görüşlülük olmayacaktır. Bunun ön çalışması olarak ABD, AB ülkelerine, ABD mallarını ithal etmeleri baskısını yapmaktadır ve bu konuda bazı anlaşmaların yapıldığı da bilinmektedir.

Şimdi şu soru sorulabilir: Bu savaşı durdurmak mümkün müdür?

ABD cephesi, hegemonyasını kaybetmektedir. Bu hegemonya kaybı sürecinin ortasında, 2008’de başlayan büyük bir kriz devreye girmiştir. Bu ilavedir. Ve üstüne, Çin gibi bir ekonomik güç, “dünyanın fabrikası”, kendi markaları ile ortaya çıkmıştır. Dünyanın en büyük şirketleri içinde, ilk 500 içinde Çin ilk sıraya yerleşmiş durumdadır. Bir ilave daha var, Çin ve Rusya, sömürgeleştirilme politikalarına izin vermemektedir ve bu konuda yeterince, en azından kayda değer bir askerî güçleri vardır.

Bu durumda, ABD’nin NATO dâhil edilerek girdiği bu savaşı kaybetmesi durumunda, ABD hegemonyası geri gelmemek üzere yıkılıp gidecektir. Çin’in ABD hegemonyası konusundaki açık vurguları, bu konudaki bilincin açık göstergesidir. Çok kutuplu dünya vurguları bu açıdan önemlidir.

ABD, hegemonyasını kaybetmek istemediği için bu savaşı başlatmıştır. Yeryüzündeki tüm savaş politikalarının nedeni ve bu savaş politikalarının odak noktası ABD ve NATO’dur. Bugün bu böyledir.

Öyle ise, ABD açık bir yenilgiye kadar bu savaşı sürdürmekten geri durmayacaktır.

Bu da, savaşın büyüyeceği anlamına gelmektedir.

Çin ve Rusya, bu savaşı genişletmek, büyütmek istememektedir. Ama ABD ve NATO saldırıları devrede olduğu sürece, buna yanıt vermekten de çekinmeyecekleri açıktır.

Bu durumda, ABD’nin savaşı sürdürülemez hâle gelmesi ve yenilgiyi kabul etmesi dışında bir yol görünmemektedir. Oysa ABD, buna razı olmayacaktır.

ABD içinde bu savaşı sürdürmenin anlamsızlığını düşünenler mutlaka vardır. Ama, savaş, emperyalist amaçların ürünüdür ve öyle “salt istek”lere bağlı değildir.

ABD’nin yenilgiye, hegemonyasının bitişine razı olmayacağı görüşü zaten buna dayanmaktadır.

Bu durumda savaşın kaçınılmaz olarak büyüyeceği sonucu kendiliğinden çıkmaktadır.

Demek oluyor ki, önümüzdeki belki on yıl, büyük olayların yaşanacağı, görülmemiş yıkımların ortaya çıkacağı bir on yıl olacaktır.

Bunu önleyecek tek şey vardır; dünya işçi sınıfının, 1917 Ekim Devrimi ile başlattığı, kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma mücadelesinin, yeni ülkeleri de içine alarak zafere ulaşmasıdır. Emperyalist merkezleri derinden sarsacak olan şey, işçi sınıfının devrimci sosyalizm bayrağını yükseltmesidir.

O savaş araçlarını üretenler, o savaşlarda gençlerinin emperyalist efendilerce, savaş baronlarınca sahaya sürülmesine onay verenler, halklar, işçiler ayağa kalktığında, savaşın şekli de değişecektir.

İki sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının, sömürenlerle sömürülenlerin bitmemiş savaşımını bitirmek, dünya devrimcilerinin, dünya proletaryasının elindedir. Bu hem bir zorunluluktur hem de mümkündür, olanaklıdır.

Kapitalist emperyalist sistemi sarsacak güç, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, barışı sağlayacak, tüm üretim araçlarını kamulaştırarak toplumun malı yapacak, egemen sınıfı alaşağı edecek, sömürünün ve aşağılanmanın her türlüsünü tarihe gömecek tek devrimci güçtür. Bunun dışında kalıcı bir barış, özgürlük yolu yoktur.

Yeryüzünü cehenneme çeviren, her şeyi yağmalayan, insanı köleleştiren kapitalist sömürü mekanizmaları, insanın insana kulluğu yok edilmeden barış diye bir şey düşlemek mümkün değildir. Kapitalizmin şurası ya da burası düzeltilerek yaşanacak bir sisteme ulaşmak, ancak liberal solcuların işçi sınıfına aşılamak istedikleri düşüncelerdir. “Kötü adamlar”ın iktidarları değildir mesele. Mesele bizzat kapitalist sistemin varlığıdır, bizzat üretim araçlarının özel mülkiyetidir, bizzat kapitalist sömürü mekanizmalarıdır, bizzat meta toplumudur. Bu nedenle, kapitalist sistemin kendisine, yeryüzündeki burjuva egemenliğe, emperyalist efendilerin boyunduruğuna savaş açmadan, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve barış olmayacaktır.

Bugün, kapitalist sistemin, burjuva egemenliğin ne denli bir sorun, insanlık ve gezegen için ne denli bir tehdit olduğu açık ve ortadadır.

Hiçbir işçinin emperyalist efendilerin hâkimiyet ve sömürgecilik için sürdürdükleri savaşta yeri yoktur. Dünyanın her ülkesinde işçiler ve emekçiler, silahlarını kendi ülkelerindeki egemenlere çevirmek zorundadırlar. İşçi sınıfı buna yapabilecek tek güçtür. İşçi sınıfının bu gücü üretimdeki yerinden gelmektedir. İşçiler, ekmeğin olduğu kadar silahların da üreticileridirler. Onların elleri, makinaların şalterlerini indirmeye uzandığında, ancak o zaman, bu karanlık, bu yalan ve talan dünyası yıkılabilecektir.

Dünyanın her ülkesinde gelişen direnişler bunun olanaklarını da göstermektedir. İşçi sınıfı, artık, burjuvaların, egemenlerin “ulusal çıkar” yalanlarını bir yana bırakmak zorundadır. Bizim, biz bu toprakların işçilerinin, Suriyeli işçilerle, Yunanistan’daki işçilerle hiçbir sorunumuz yoktur, olmamıştır. Dünyanın her yerinde egemenler, işçileri, halkları, kitleleri savaşa sürmek için milliyetçilik ve dini azgınca kullanmaktadır. Oysa savaşlarda bize düşen ölümdür, açlıktır, yoksulluktur. Efendilerin hangisinin galip geleceğini belirlemek üzere cephelere sürülmemize son dememiz gerekir. Onlar sömürülerine devam edebilsin diye, onlar bizim sırtımızda yükselttikleri cennetlerini sürdürsün diye, onlar bizim kanımızla sulanmış toprakların sahibi olsunlar diye, cephelere sürülmeye hayır dememiz gerekir.

Onların egemenliklerini, onların devletlerini savunmak, onların kârları için kanımızın emilmesine izin vermek bizim tutumumuz değildir. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Onların egemenlik savaşları, bizim sömürülmemiz üzerinden yürümektedir. Yenen kim olursa olsun, sömürü, aşağılanma değişmeyecektir. Egemen değişince, dünya daha iyi bir yer olmayacaktır. Bugün, dünyanın emperyalist metropollerindeki “rahat” hayat, aslında dünyanın kalanının sömürülmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, ABD’de sokakta boğazı sıkılarak öldürülen, derisinin rengi nedeni ile aşağılanan işçi ve emekçi, Almanya’da protestolara katılan işçi ve emekçi, Yunanistan’da caddeleri dolduran işçi ve emekçi, Kürdistan dağlarında direnen gerilla, Filistin’de taş atan çocuk, Kolombiya’da direnen gerillalar, bizim mücadelemizin, proletaryanın ortak mücadelesinin bir parçasıdır. Ve dünyanın her ülkesindeki egemenler, her kapitalist ülkedeki burjuva devletler, hepimizin ortak düşmanıdır. Hayatlarımızı çalan, emeğimize el koyan, bizi açlığa, ölüme, cinayetlere sürükleyen, işte bu burjuva egemenlik sistemidir.

İki sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı var olduğu sürece bu savaş sürecektir. İşçi sınıfı, eninde sonunda bu savaşın galibi olacaktır. Bugün, dünyanın bu hâlinde, işçi sınıfının zaferi, sosyalist devrimin başarısı, büyük ve acil bir ihtiyaçtır.

Tüm bu savaş naraları arasında, işçi sınıfının devrimci mücadelesi yükselecektir. Bugün bu mücadele, gelişmiş bir konumda değildir. Bu nedenle, savaşı bir kader olarak gören anlayış yaygındır. Oysa savaş bir kader değildir. Savaş sömürenlerin, egemenlerin, efendilerin egemenliklerini sürdürmek, daha çok sömürebilmek için kendi hâkimiyetlerini devam ettirmek için başvurdukları bir yoldur. Ve her emperyalist güç, savaş sahnesine, kendi çocuklarını değil, biz işçi ve emekçileri, halkları sürmektedir. Bizim üzerimizden süren bu savaşa son vermek, bizim ellerimizdedir. Bunun yolu açıktır. Biz işçi ve emekçiler, kendi kurtuluş savaşımızı, özgürlük ve sosyalizm savaşımını sürdürmek zorundayız. Bunun karşısında tüm egemenler bir aradadır. Onların egemenliklerini yıkacak sosyalist devrim zafere ulaştığında, işte o zaman insanlığın kurtuluşu da başlamış olacaktır.

Bugün tüm Naziler Ukrayna’ya, tüm paramiliter güçler Suriye’ye akmaktadır. Yarın, tüm paramiliter güçler Tayvan’a akacaktır.

Biz işçi ve emekçiler ise, devrimci sosyalizm bayrağı altında, tüm ülkelerde meydanlara çıkmalıyız. O güne kadar savaş, tüm yıkımları ile devam edecektir.

Önümüzde yıkımlara gebe, görülmemiş felaketlere gebe on yıllar olduğu kadar, insanlığın geleceğini şekillendirecek işçi ayaklanmaları ile dolu on yıllar da vardır. Dünya, gezegenimiz, sosyalizme ve devrime aç hâldedir. Bu savaş bulutları, kan ve toz içinde, bir sosyalist devrimler dönemi de mayalanmaktadır.

Ya sosyalizm ya ölüm!

Bir seçim yazısı ya da “bizi tüm kurtaracak olan…”

“Sadece parasal enflasyonun değil,
kavramlar ve değerlerin de
enflasyona uğradığı bir çağda yaşıyoruz.”[1]

 Yıl 1973: Ülke 12 Mart faşizminin karanlığından çıkmaya çabalıyor. CHP’nin 1972’de gerçekleşen Olağanüstü Kurultay’ında Bülent Ecevit İsmet İnönü’yü alt ederek parti genel başkanı seçilmiş. Ak güvercinli, mavi gömlekli “Karaoğlan” rüzgârı kasıp kavuruyor ortalığı. 12 Mart rejiminin katlettiği, astığı, Ziverbey Köşkü’nde, cezaevlerinde işkence tezgâhlarına yatırdığı devrimcilerin yoldaşları, sosyalistler dağa taşa “Karaoğlan” yazıyorlar. 1973 yılında Ecevit CHP’si tarihinde ilk defa seçim kazanıyor…

Yıl 1977: Ülkeyi iki yıl boyunca MSP ile birlikte oluşturduğu koalisyon ile yöneten Ecevit, bu dönemde gerçekleştirilen iki Kıbrıs çıkarmasının içeride sağladığı prestiji oya tahvil etmek üzere erken seçimi zorlamak için istifa edince, AP-MSP-MHP-CGP’den oluşan 1. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulacaktır. Devrimci gençler, işçiler, emekçilere yönelik faşist saldırılar yoğunlaşır. “Halkçı Ecevit” bir kez daha sahnededir. Devrimci-sosyalist hareket bir kez daha CHP’ye destek için seferber olur. CHP 1977 seçimlerinden bir kez daha birinci parti olarak çıkar, ama güvenoyu için yeterli sayıyı bulamaz. Hükümeti kurma görevi bir kez daha, 2. MC hükümeti için kolları sıvayan AP genel başkanı Süleyman Demirel’dedir. DİSK Milliyetçi Cephe tehdidine karşı, başta CHP dâhil bütün “ilerici güçler”e Ulusal Demokratik Cephe’de (UDC) birleşme çağrısı yapar… Ama CHP lideri Bülent Ecevit, parti mitinglerine katılarak kendisine destek veren sol örgütleri, partisinin Küçük Kurultay’ında “sırtımızdaki kene” olarak tanımlayacaktır: “Bizden yararlanmak istiyorlar, sırtımızdaki bu keneyi atalım!”[2]

Yıl 1983: Ülke üzerinden 12 Eylül silindiri geçmiş, işçi sınıfı hareketi, sosyalistler, devrimciler faşizmin zindanlarında, işkencehanelerinde susturulmaya çalışılmış, sol sendikalar, kitle örgütleri tarumar edilmiştir. Cunta, bu koşullar altında kontrollü bir “demokrasiye dönüş” kararı alır. Soldan geriye kalanlar ise bu kez de yasaklı CHP’nin “ikame partisi” Halkçı Parti’ye desteğe çağrılmaktadır…

Yıl 2018: Köprünün altından çok sular akmış, siyaset sahnesi köklü biçimde değişmiştir. AKP’li cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dayattığı “Tek Adam rejimi” 2017 referandumuyla, “atı (ç)alan Üsküdar’ı geçti” tartışmaları altında, şaibeli bir biçimde “kabul” edilmiş, ertesi yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri AKP ve RTE’nin iktidardan indirilmesi açısından “çok kritik” kabul ve ilan edilmiştir. Sol bu kez de CHP’nin adayı Muharrem İnce’nin ardından birleşmeye çağrılmaktadır. TRT’de seçimler gerçekleşmeden ilan edilen sonuçların aynının sandıklardan çıkması karşısında “Adam kazandı” diye sahayı terk edecek bir aday elinde “umut”lar bir kez daha heder olacaktır…

Geldik 2023’e… Yine çok “kritik”, çok hayatî bir seçimin arifesindeyiz. 21 yıllık baskı, yolsuzluk, liyakatsizlik, İslâmcı kadrolaşma, talan rejimine son vermek, daha doğru bir deyişle Türkiye’de siyasal İslâm’ın tahrip ettiği rejimi “fabrika ayarları”na geri döndürebilmek adına bir kez daha CHP’yi ve cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemeye çağrılıyoruz.

Üstelik bugün desteğe çağrıldığımız CHP’nin geçmiştekinden bir farkı var… Bir yandan AKP iktidarı ile birlikte iyice sağcılaşan bir tabana “helâlleşme” söylemleriyle güvence vermek adına (bunun son örneği, AKP iktidarı uygulamalarıyla çoktan gündem olmaktan çıkmış olan türban meselesini ısıtarak “yasal güvenceye kavuşturmak” savıyla neredeyse kendi kalesine gol atar pozisyona düşmesiydi!) kendi dümenini iyice sağa kırarak, bir yandan da Altılı Masa’da bir “ülkücü”, bir “siyasal İslâmcı”, bir “liberal” ve bir “irredentist” bir araya gelerek (eğer seçilirse) Türk sağının hiçbir eğiliminin eksik kalmadığı bir çevreyle birlikte hareket edeceğini ilan etmekle hiç olmadığı kertede sağa angaje olmuş bir CHP’dir söz konusu olan… “Umudumuz Ecevit”, en azından “Toprak işleyenin, su kullananın”, “Ne yoksulluk ne baskı, ne ezilen ne ezen, insanca hakça düzen” gibi sloganlarla emekçi sınıfların ve de solun kulağına hoş gelecek hayaller kurardı…

Altılı Masa’nın “Mutabakat”ında ise, ne kamulaştırmalardan, ne sermayenin vergilendirilmesinden, ne yabancı sermayenin/çokuluslu şirketlerin denetlenmesinden/kısıtlanmasından, özelleştirmelerin sınırlandırılmasından, ne işçi haklarından (örneğin “grev” sözcüğü bir kez dahi geçmiyor 244 sayfalık metinde…), bitmedi ne de “Kürt sorunu”ndan söz ediliyor. Kürtlerin olası bir Altılı Masa hükümetinden bekleyebilecekleri tek şey, “ilgili kanun ve yönetmeliklerde anadilinde kültürel ve sanatsal üretimin önünde engel oluş­turan maddeleri muğlak ifadelerden arındır”ılması ve “istismara açık olmayacak biçimde düzenle”nmesi yolundaki müphem vaat. Bir de “kayyum uygulamasına son verilmesi” var. Bir beş yıl bizden başka bir şey beklemeyin,” deniliyor emekçilere ve Kürtlere. “İşsizliği azaltmaya, enflasyonu indirmeye, sosyal güvenliğin kapsamını genişletmeye, bir de devlet okullarında okuyan çocuklarınıza bedava süt, su ve öğlen yemeği vermeye çalışacağız. Bu ve bunun gibi düzeltimlerle idare edin şimdilik…”

İnsan hakları konusundaki vaatler de pek parlak değil: Terörle mücadele ve güvenlik vurgusu tüm metinde ağır basıyor. Örneğin ifade ve basın özgürlüğü, bildiğimiz gibi… “Millî güvenlik, kamu düzeni, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ül­kesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, Devlet sırrı olarak kanunla düzenlenmiş bilgilerin açıklanmaması…” gibi nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan gerekçelerle sınırlandırılmaya devam… Sığınmacı ve göçmenleri ise, “hak” öznesi olarak değil, “tehdit” olarak gören bir zihniyet hakim, metnin tümünde…

Artık sadece bir “çevre sorunu” olarak ele alınması mümkün olmayan, insan, hatta yeryüzü yaşamını tehdit eden nükleer enerji konusunda Altılı Masa’nın pek “hayırhah” olduğu görülüyor. Örneğin, deprem kuşağında yer alan Akkuyu’nun kapatılması taahhüdünü bekliyor insan, en azından. Metinde ise, sadece muğlak bir “gözden geçirme” vaadi yer alıyor.

“Toplumsal cinsiyet” meselesi ise, öyle anlaşılıyor ki, Saadet Partisi’ne kurban gitmiş: İstanbul Sözleşmesi’ne dönülmesinden ve dahi, “farklı cinsel yönelimler”den bireylere yönelik şiddet ve ayırımcılıktan söz yok.

Vd. vd… Şöyle söyleyeyim, Kemal Kılıçdaroğlu ile iki belediye başkanı tahkimli Altılı Masa’nın Mutabakat’ta dile getirdikleri taahhütlerin ana gövdesi, AKP’nin yol açtığı tahribatın giderilmesiyle ilgili… Bir başka deyişle, bir “restorasyon” tahayyülü.

Son dönemlerde “sol’u ikna” adına hareketlenen apolojistler de bunun böyle olduğunun farkında. Bu nedenledir ki, Cumhuriyet gazetesi, Halk TV vb. mecralarda yazılıp çizilenlerin boyutu “hiç değilse” minimalizmini aşamıyor…

“Sosyal demokrasiye ihanet eden sahte sosyal demokratlar üzerinden genellemeler yapmak; şabloncu bir yaklaşımla, sosyal demokratları kategorik olarak emperyalizme ve kapitalizme hizmet etmekle suçlamak; (…) monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkarak devrim yapan CHP gibi bir siyasi partiyi küçümsemek; bugüne kadar Türkiye’de sosyalist-komünist devrimi gerçekleştirmeyi başaramamış olan sosyalistlere ve komünistlere saygınlık kazandırmaz…”[3] ayarını veriyor, örneğin Örsan K. Öymen. “Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılında, teokratik bir diktatörlük ile demokratik adımların atılacağı bir yönetim arasında seçim yapacaktır,” diye de ekliyor…[4]

Öymen’in yardımına Merdan Yanardağ koşuyor: “12 Eylül 1980 sonrasında ya da daha daraltılmış/odaklanmış bir bakışla dünya sosyalist hareketinde 1990 dönemecinde yaşanan büyük geriye savruluşun ardından zihin dünyası liberalizmle lekelenen sol, siyasal İslâmcılığın, Kürt hareketinin ve liberalizmin yükselişinin de büyük etkisiyle soğukkanlı ve dürüst bir tarih tartışması yapamadı. Cumhuriyet ve Kemalizm değerlendirmesinde yıkılması çok zor bir önyargı oluştu. (…) Dolayısıyla, İttihat ve Terakki Fırkası yönetimi Ermenilere karşı suç işledi ya da Cumhuriyet zamanla gericileşerek Kürt kimliğini reddetti, dahası asimilasyon, inkâr ve imha politikaları uyguladı diye (bu devrimler) tarihsel değerlerinden, bu toprakların kaderinde oynadıkları ilerici rollerinden hiçbir şey kaybetmez. Her tarihsel atılımın ‘kaçınılmaz kötülükleri’ vardır.”[5]

Merdan Yanardağ’ın Kemalist Cumhuriyet elojisinin günümüzdeki karşılığını Zülal Kalkandelen formüle ediyor: “Kürt sorunu, etnikçi siyaset, ayrımcılık ve terör ile değil demokrasinin güçlendirilerek insan haklarının tüm yurtta ödünsüz uygulanması ile çözülür. Bunun da yolu Cumhuriyet Devrimi’ne ‘100 yıllık yıkım’ diyerek siyasal İslâmcılarla Cumhuriyet düşmanlığında buluşmaktan değil tüm özgürlükleri yok eden baskıcı iktidara karşı demokrasi mücadelesinden, emperyalizme, sermayeye ve dinci gericilere karşı emekçilerin sesini yükseltmekten geçer. Türk’ün de Kürt’ün de Çerkes’in de Alevi’nin de deistin de ateistin de tüm yurttaşların da yazgısı bu ortak mücadeleye, sınıf mücadelesine bağlıdır.”[6]

Bu “telkinler” sosyalistler nezdinde de hayırhah bir tutumla karşılanmaktadır:

“Demokratikleşmeyi önemsiyoruz ve bütün ağırlığımızla bu seçeneğe yüklenmemiz gerekiyor. Otoriterliği geriletmek, siyasal özgürlüklerimizi geri kazanmak istiyoruz. Demokratikleşmeyi gerçek bir seçenek yapabilmek, onun ‘biraz daha özgürlük’ün ötesinde bir kapsamı olduğunu yurttaşlara anlatmamızdan geçiyor…”[7]

“Çelişkili ve zoraki muhalefet ittifakının cisimleşmiş hâli Millet İttifakı ise elbette emekçileri temsil etmiyor, sadece koyu bir kâbustan kurtulma imkânını temsil ediyor. Saray mı, Meclis Mİ? Osmanlı mı, Cumhuriyet Mİ? Tek adam rejiminin kalması mı, gitmesi Mİ? Şimdilik bu kadar sade ve basit: Zoraki ve çelişkili muhalif ittifaka koşulsuz EVET değil, Saray’ın zoraki ve çelişkili ittifakına kesin ve mutlak HAYIR.”[8]

Ya da Türkiye İşçi Partisi’nin HDP ile ittifak tasarısına “Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesi” şerhini koyması…[9] Ertuğrul Kürkçü’nün “partisinin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesini umduğunu” açıklaması…[10] (HDP, TİP, EMEP, SMF, TÖP ve EHP’den oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “makul adaylardan” olarak değerlendirdiği Kılıçdaroğlu için “doğrudan oy istememekle birlikte iktidarın yenilmesi ve oyların bölünmemesi çağrısı” yapacağını açıklaması![11]

[Kuşku yok ki, itirazlar da var. Örneğin Türkiye Komünist Hareketi, “cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermeyeceğini, ancak Millet İttifakı’nı da çare olarak görmediklerini ve göstermeyeceklerini, milletvekili seçimlerinde “sol bir odağın oluşturulması ve işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarlarının savunulmasını” esas alacaklarını açıkladı.[12] Devrimci İşçi Partisi ise, tutumunu Gerçek gazetesinin manşetiyle açıklıyor: “Bu düzene verecek canımız, kaptıracak hakkımız, düzen partilerine atacak oyumuz yok!”[13]]

Daha önce de ifade etmiştik:[14] Öyle gözüküyor ki sosyalist solun önemli bir bölümünün Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa iktidarından beklentisi, (olabildiği kadar) laikliğe dönüş ve (olabildiği kadar!) “demokratikleşme”yi aşmamaktadır. Tabii, “Kimsenin endişesi olmasın ne imam hatip okulları, ne başörtüsü meselesi, ne devlette görev almalar, bunların hiçbiri engellenmez. Bazıları ‘cemaatleri yasaklayalım’ diyorlar, cemaati yasaklayamazsın. Bu tip çıkışlar bazı yerlerde önyargılı hareketlerden kaynaklanıyor. Ben hiçbir kazanımdan, özellikle de bahsettiğimiz hususlarda taviz verilmeyeceğinin taahhüdünü veririm”[15] teminatını dillendiren Madımak hatibi Temel Karamollaoğlu ile laikliğe ne kadar dönülebilecek; bakanlığı döneminin faili meçhulleri hakkında, “Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum,”[16] diyen Meral Akşener ile “demokratikleşme” ne kadar sağlanabilecekse… Bunlara bir de, “Ben bir devrimciyim. Oy kullanmıyorum ama Kılıçdaroğlu’na kin ve nefret tutmanın, zulmetmenin hiçbir gerekçesi yok. Adam milyar dolar çalmamış, hiçbir kötülük yapmamış, bırakın seçilirse de seçilsin ya. Yeter artık ya! Kemal Kılıçdaroğlu’na zulüm yapmayın kardeşim” çıkışıyla Kılıçdaroğlu’na destek veren Mehmet Ali Ağca,[17] Sivas’tan CHP adayı olacağı yolundaki (doğrulanmayan) iddialar medyaya düşen Muhsin Yazıcıoğlu’nun oğlu Furkan Yazıcıoğlu vd. de eklenmeli…

Özetle, gerçek anlamda bir demokratikleşme ya da laiklik (örneğin Diyanet’in lağvedilmesi, dinsel faaliyetlerin finansmanının cemaatlere bırakılması, devletin din ile tüm ilişkilerini kesmesi vb.) bir yana, olası bir Altılı Masa iktidarının halka, emekçilere ve sola rejimi AKP öncesi ayarlara dönmenin dışında pek bir vaadi yok: Yolsuzluğun, hırsızlığın, kamusal israfın, kamu kaynaklarının yağmalanmasının, kayırmacılığın, yönetimde keyfiliğin, “şahsım rejimi”ne son verilerek, “şeffaf ve hesap verebilir” bir yönetim anlayışına geçilmesi…

“Eh, buna da şükür,” diyenler çıkabilir; sanırım çıkıyor da… Ancak bu vaatlerin, AKP iktidarını ve Tayyip Erdoğan rejimini keyfî, arızî, devleti her nasılsa ele geçirmiş ve olanaklarını kendi zenginleşmeleri yolunda har vurup harman savuran rastgele bir “çete” olarak görme, gerisindeki yapısal zorunlulukları kavrayamama hatasıyla malûl olduğunu görmek gerek. AKP iktidarında bunlar vardır, kuşkusuz, ama RTE rejimi bunun ötesidir. AKP bir yanıyla neoliberal sistemin Türkiye’deki en “şecaatli” uygulayıcısı (Türkiye’de yapılan tüm özelleştirmelerin yüzde 88’i AKP iktidarı döneminde yapıldı[18]) bir yanıyla da (MÜSİAD’ı, Anadolu Kaplanları, kamu bankaları, Orta Anadolu KOBİ’leri vb. ile) bir sermaye transferi projesidir. Türkiye kapitalizmi “pasta”sının “aslan payı”nın “Marmara Baronları”ndan “Anadolu Kaplanları”na transferi projesi. Ancak emekçiler üzerindeki baskılar yoluyla sermayenin kârlılığını katladığından, Marmara Baronları bu transfer çabasına fazla ses çıkartmamıştır. Bu sürece kültürel hegemonyanın da el değiştirmesi girişimi eşlik ediyordu: kitlelerin pasifikasyonunu sağlayacak bir “toplumsal yaşamı dinselleştirme” girişimi…

Altılı Masa’nın rejimi “fabrika ayarları”na döndürme niyeti, bu süreçte hatırı sayılır bir mesafenin kaydedildiği (tabir yerindeyse “atı (ç)alanın Üsküdar’ı geçtiği) bir noktada, üstelik de Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi bu sürecin mimar ve uygulayıcıları ile birlikte (ve de onların veto yetkisi altında) ne kadar gerçekleştirilebilir? Bu da bir muamma…

Ancak kesin olan bir şey var. AKP’nin “yükselttiği” kesimler, nemalandıkları bu rejimden kolay kolay vazgeçmeyecekler… Seçim öncesi çıkartılabilecek kargaşadan seçim hilelerine, ordu-emniyet teşkilâtı üzerindeki nüfuzu kullanmadan paramiliter çetelerin seferberliğine, bir dizi şom olasılık, seçim sürecini ve sonrasını bekliyor. Olası şiddet olaylarına şiddetin “olağan” hedefi olagelmiş kesimler, Kürtler, Aleviler, işçi-emekçiler ne denli hazırlıklı olduğu sorusu boylu boyunca ortada… CHP-İYİP-SP-DP-DAP-GP ittifakının böyle bir olası saldırıyı ne kadar karşılayabileceklerini sormuyorum bile…

* * *

Aktarmaya çalıştığım bu tablo, Türkiye devrimci-sosyalist hareketine ve Kürt dinamiğine “bir oy Kılıçdaroğlu’na bir oy bize” naifliğinden ya da milletvekilliği pazarlıklarından öte sorun ve sorumluluklar yüklüyor…

Öncelikle sosyalist hareket, neden ülkenin yazgısını belirleyen bir güç olamadığına, her seferinde dönüp dolaşıp şer’e karşı ehven-i şeri desteklemek zorunda kaldığına değgin gerçek bir muhasebe yapmalı… Bugün bu muhasebe, Türkiye sosyalist hareketinin esas çaba alanını oluşturması gereken işçi-emekçi örgütlenmesinden yan çizip Kürt hareketine eklemli “demokratikleşme” gündemine kilitlenmesini sorgulamaktan geçiyor. Bu ülkenin sosyalistlerinin, devrimcilerinin çoğu, sınıfı İslâmcı ve şoven eğilimlere terk ederek “yükselen” Kürt hareketinin sırtına binmeyi yeğledi. Bu belki sahibi olduğumuz, genellikle yüzde 1’in altındaki toplumsal desteğe rağmen, bize “parlamento” yolunu açtı – ama aynı zamanda parlamentarizmi aşırı önemseme defosunu da getirdi beraberinde… Bu bağlamda, “…bu gün Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlık gidiş açısından hayati bir önem taşıdığı kadar, Kürt sorununun toplumsal barış ve rızaya dayalı gerçek bir çözümü için de Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihtiyaç var. Ancak bu gün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil”[19] saptamasına katılmamak elde değil…

Eğer bunlar doğruysa, sanırım bizim cenaha düşen, parlamentoya daha az, yoksul mahallelere, fabrikalara, sokaklara daha fazla kafa yorarak, AKP neoliberalizminin ve İslâmcı cenderenin kıskacında bunalmış yoksullarla, emekçilerle, işçilerle, işsizlerle, kadınlarla, gençlerle, emeklilerle buluşmak… Ve kurtuluşun şu ya da bu “kurtarıcı” ile değil ancak, ama ancak kendi ellerimizle olabileceği düşüncesini kitleselleştirebilmek…

“Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan/ Nasıl bizleri kurtarır/ Bizi tüm kurtaracak olan/ Kendi kollarımızdır” dizelerini terennüm eder dururuz…

Artık onları hayata geçirmenin zamanı geldi…

18 Mart 2023, İstanbul.

[1] Zygmunt Bauman, Ahlâkî Körlük, çev: Akın Emre, Ayrıntı Yay., 2020, s. 155.

[2] “Ecevit, Dışındaki Sola Sırt Çevirdi”, Vatan, 3 Ekim 1977.

[3] Örsan K. Öymen, “Sosyal Demokrasi ve Komünizm”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2022, s. 10.

[4] Örsan K. Öymen, “Muhalefet İlk Turda Birleşmeli”, Cumhuriyet, 13 Mart 2023, s. 8.

[5] Merdan Yanardağ, “Türk Kompleksi ve Tarih Metodolojisi”, Birgün, 6 Kasım 2022, s. 10.

[6] Zülâl Kalkandelen, “Dinciler, Etnikçiler ve Emperyalistler”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2022, s. 6.

[7] Ş. Can Atalay, “Acil Talepler: Güncel, Somut, Kazanılabilir”, Birgün, 29 Ocak 2023, s. 10.

[8] Melih Pekdemir, “Yine ve Yeniden Temkinli İyimserlik Mİ?”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 9.

[9] “TİP, HDP’nin Ortak Liste Önerisine Şerh Koydu”, 12 Mart 2023… https://www.nupel.tv/tip-hdpnin-ortak-liste-onerisine-serh-koydu-kilicdaroglunun-adayliginin-da-desteklenmesi-gerektigini-duyurdu-268293.html

[10] “Kürt Seçmen Erdoğan’ı Göndermek İstiyor”, 14 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/kurt-secmen-erdogani-gondermek-istiyor

[11] Sefa Uyar, “Emek ve Özgürlük İttifakı’ndan ‘cumhurbaşkanı adayı’ açıklaması”, Cumhuriyet, 19 Mart 2023, https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/emek-ve-ozgurluk-ittifakindan-cumhurbaskani-adayi-karari-2062487

[12] “TKH: Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı Konusunda Komünistlerin Tutumu Nettir: Değiştirirse Düzeni Sol Değiştirir!”, 12 Mart 2023… https://gazetemanifesto.com/2023/tkh-kilicdaroglunun-adayligi-konusunda-komunistlerin-tutumu-nettir-507466/

[13] https://gercekgazetesi1.net/sites/default/files/2023-03/gercek162mart2023.pdf

[14] Bkz. Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Yolun Kendisi Olmak veya Seçim(ler)e Dair Uyarı(lar)”, Newroz, Mart 2023… https://rojnameyanewroz3.com/p27829/

[15] Akt.: Doğan Özgüden, “49 Yıl Sonra Aynı Senaryo mu?”, 13 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/ 49-yil-sonra-ayni-senaryo-mu-dogan-ozguden

[16] “Meral Akşener Kimdir?” Evrensel, 4 Mayıs 2018… https://www.evrensel.net/haber/351647/meral-aksener-kimdir

[17] “Mehmet Ali Ağca: Kılıçdaroğlu’na Zulüm Yapmayın Kardeşim”, 13 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/mehmet-ali-agca-kilicdarogluna-zulum-yapmayin-kardesim

[18] “Sattırmayan Erdoğan ve Gerçekler: Türkiye’deki Özelleştirmelerin Yüzde 88’i AKP Döneminde Yapıldı”, Sendika.org, 7 Haziran 2018… https://sendika.org/2018/06/sattirmayan-erdogan-ve-gercekler-turkiyedeki-ozellestirmelerin-yuzde-88i-akp-doneminde-yapildi-496395/

[19] Oğuzhan Müftüoğlu, “Devrimci Siyaset ve Günü Kurtarmak”, Birgün, 15 Ağustos 2022, s. 9.

Sürdürülemez kapitalizm: Kriz, savaş ve dünya hâl(ler)i*

“Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir”[2]

Sürdürülemez kapitalizmin krizi ve savaş tehdidiyle ilintili dünya hâl(ler)inden söz ederken, söylenmesi gereken ilk şey “Görünen köy kılavuz istemez,” vurgusu eşliğinde, Antonio Gramsci’nin “Zırh içindeki ölü” betimlemesidir.

Hayır; bu sefer sizi şaşırtmak pahasına Marksist-Leninist tahliller yerine sürdürülemez kapitalizmin sözcüleriyle anlatacağım krizi…

Rockefeller International’ın yönetim kurulu başkanı Ruchir Sharma’ya, “Dünya ekonomisi, on yıllardır görülmemiş bir döneme giriyor,”[3] dedirten tabloda 2023’ün “zor bir yıl olacağı” uyarısını dillendiren Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Kristalina Georgieva, “Dünya ekonomisinin üçte birinin resesyona girmesini bekliyoruz,”[4] derken; ‘Kriz Kâhini’ olarak anılan New York Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nouriel Roubini, enflasyon ve resesyonun gelecek yıllarda küresel ekonominin ayrılmaz ikilisi olacağını,[5] bunun da “durgunluk içinde enflasyon artışı”yla kapıda olduğunu yazdı.[6]

“Batı’nın kriz korkusu”;[7] “Küresel resesyon ufukta göründü,”[8] tespitleri eşliğinde Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), “2023, küresel ekonomi için 2009 krizinden sonraki en kötü yıl olacak,”[9] derken; Bülent Eczacıbaşı da, küresel ekonomik sorunların dünyaya yayılarak süreceğini ifade ediyor.[10]

Küresel resesyon olasılığıyla finansal kriz olasılığı da güçleniyorken; dünya ekonomisi tehlikeli ama değişimlere de açık bir döneme giriyor.

Görülmesi gerek: Bir dönem bitti ama yeni bir dönem başlayamıyor; belki başladı ama henüz ayırdına varamıyoruz. Dünya Ekonomik Forumu (DEF) kurucusu, genel müdürü Klaus Martin Schwab, “Çok yönlü siyasi, ekonomik ve toplumsal güçlerin küresel ve ulusal düzeyde parçalanmayı artırdığını görüyoruz,” deyip; DEF Risk Raporu’nun sonuç kısmı “Devam eden şoklar gelişirken dünya bir yol kavşağında duruyor… Yalnızca 1970’lerin, 2007-2008’in değil, 1930’ların da en kötü anlarına benziyor,”[11] tehlikesine dikkat çekiyor.

Federico García Lorca’nın, “Piyasaların son çöküşünü gözlerimle görme şansım oldu. Birkaç milyon dolar kaybettiler – denize dökülen bir ölü para yığını!” betimlemesini andıran bir eşik bu… Sorunun temeli de, son 30 yılda küresel çapta yaratılan kabaca 2.5 katrilyon dolarlık “varlıklara” dayalı ve bunların da karşılığı yokken; bu yakında patlayacak![12]

Hatırlatmadan geçmeyelim: ABD’de en zengin üç kişinin serveti, alt yüzde 50’nin toplam servetinden fazla; 50 yılda toplumun yüzde 90’ından en üst yüzde 1’e 50 trilyon dolar servet transferi gerçekleşmiş durumda.[13] Kapitalizmin tüm dünyada geldiği hazin durumun tezahürü. Milyarderlerin serveti günde 2.7 milyar dolar artarken 1.7 milyar işçinin ücreti ise enflasyon oranında dahi artmıyor[14] olması çelişkisidir…

Bu kadar da değil! ABD’li işçilerin refahı ve Federal Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme amacıyla yaptığı faiz artırımları arasındaki çekişmede, işçiler kaybeden taraftayken; ipin ucunda, milyonlarca Amerikalının işi var. Eski hazine bakanı ve ekonomist Larry Summers, işsizliğin bir yıllığına yüzde 10’u aşmasına müsaade edilebileceğini söylüyor. Sözü edilen oran şu ankinin oldukça üzerinde, bu da milyonlarca insanın işsiz kalması anlamına geliyor.[15] 1 Mart 2020’den sonra ABD’de 8 milyon kişi işini kaybeder, 4 milyon kişi işgücü piyasasını terk ederken, ulusal yoksulluk oranı da haziranda yüzde 9.3’ten kasımda yüzde 11.7’ye sıçradı.

Bu arada ABD’nin 644 dolar milyarderinin serveti aynı zaman diliminde yüzde 31.6 artışla 2.95 trilyon dolardan 3.88 trilyon dolara artış gösterdi. En zengin 5 kişinin serveti ise bu dönemde 358 milyar dolardan 596 milyar dolara yükseldi. Yüksek gelirli çalışanların sadece yüzde 4’ü işini kaybederken, en düşük gelirli çalışanların yüzde 20’si kapının önüne kondu.[16]

* * * * *

“Kapitalizm yenidünya’ya tüfek, mikrop ve çelikle sahip olmuş olabilir, fakat yeni dünya’nın düzeni; ırk, polis ve kârlar aracılığıyla korunmuştur,”[17] diye betimlenen merkez bu hâldeyken; ayrıca bir de Edward W. Said’in, “Hemen hemen tüm sömürge planları, yerlilerin geriliği ve genel olarak bağımsız, ‘eşit’ ve zinde olmaya elvermedikleri varsayımıyla başlıyor,” ya da Munsif Merzuki’nin, “Sadece gıdasını ve ilaçlarını değil, aynı zamanda hayallerini, fikirlerini ve değerlerini de ithal eden bir milletle karşı karşıya olduğumuz düşüncesi sizi hiç korkutmuyor mu?”[18] satırlarındaki çevre var!

Yeryüzü zenginliklerinin yüzde 70’inin dünya nüfusunun yüzde 2’sinin elinde toplandığı;[19] 2020 ve 2021’de en varlıklı yüzde 1’in, geri kalan yüzde 99’un iki katını kazandığı;[20] Survival of the Richest/ En Zenginlerin Hayatta Kalması raporuna göre, 95 gıda ve enerji şirketinin 2022’de kârlarını dünya çapında iki katından fazla arttırıp, dünya nüfusunun en zenginlerini oluşturan yüzde 1’lik kesimin, pandeminin başlangıcından beri, küresel servet artışının yaklaşık üçte ikisini tek başına elde ettiği[21] tabloda Oxfam’ın verilerine göre:

  • 10 yılda dolar milyarderleri servetlerini ikiye katlarken, en alttaki yüzde 50’nin 6 katı bir artış sağladılar.
  • 10 yılda yaratılan her 100 dolar servetin 54.40 doları en zengin yüzde 1’e giderken en alttaki yüzde 50’nin payına 0.70 dolar düştü.
  • Yüzde 1’lik en zengin grup son 10 yılda en alttaki yüzde 50’nin 74 katı servet biriktirdi. Covid-19 pandemisi sürecinde ise; 2020’den bu yana en alttaki yüzde 90’ın servetindeki her 1 dolar artışa karşın milyarderler 1.7 milyon dolar kazandı.
  • Aralık 2019 ve Aralık 2020 arasında yaratılan her 100 doların 63 doları yüzde 1’in payına düşerken alttaki yüzde 90’a 10 dolar kaldı.
  • 2020’den beri dolar milyarderlerinin serveti her gün 2.7 milyar dolar arttı.
  • En zengin yüzde 1 küresel servetin yüzde 45.6’sına, yoksul yüzde 50 ise sadece yüzde 0.75’ine sahip.
  • 81 dolar milyarderi dünyadaki servetin yüzde 50’sinden fazlasını elinde tutuyor.
  • 10 milyarderin serveti 200 milyon Afrikalı kadının toplamını geride bırakıyor.[22]
  • Amazon’un patronu Jeff Bezos’un serveti 200 milyar doları, Tesla’nın patronu Elon Musk’ın serveti 100 milyar doları aştı. Microsoft’un patronu Bill Gates ve Facebook’un patronu Mark Zuckerberg, servetleri 100 milyar doları geçen zenginler.[23]

Ayrıca Oxfam, dünyada gelir adaletsizliğinin giderek derinleştiği vurgusuyla, en zenginlerin servetlerinin yüzde 42 arttığına ve 250 milyon insanın aşırı yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya bulunduğuna dikkat çekti.[24]

BM verilerine göre dünya çapında yaklaşık 30 milyon çocuk açlık nedeniyle ölüm tehlikesi altında yaşıyor.[25] BM’nin raporuna göre 2021’de 5 milyon çocuk 5 yaşını görmeden hayata veda etti. BM, 2021’de her 4.4 saniyede bir çocuğun öldüğünü açıkladı.[26] BM Çocuk Ölümleri Tahminleri Kuruluşlar Arası Grubu’nun (BM IGME) raporuna göre, 2021’de 5 milyon çocuk 5 yaşından önce hayatını kaybederken, 5-24 yaş arası 2.1 milyon çocuk veya genç yaşama veda etti. Aynı dönemde 1.9 milyon bebek ölü doğdu.[27]

BM Gıda Programı (WFP) Yönetici Direktörü David Beasley, Somali, Kenya, Sudan, Etiyopya, Eritre, Cibuti, Güney Sudan ve Uganda’nın dahil olduğu bölgede 22 milyon kişinin açlık riski altında olduğunu söyledi.[28]

Alman Bertelsmann Vakfı’nın araştırması, her 5 çocuktan ve her 4 genç yetişkinden birinin yoksulluk riski altında olduğunu ortaya koydu.[29] Ayrıca öğrencilerin yüzde 38’i de yoksulluk riski altında.[30]

5.5 milyon nüfuslu Kongo Cumhuriyeti’nde nüfusun yüzde 52’si yoksulluk sınırının altında, yüzde 32’si kırsal kesimde yaşıyor.[31]

WFP’in 23 Ocak 2023’teki raporuna göre Doğu Afrika’da 1.7 milyondan fazla insan su ve yiyecek bulmak için evlerini terk etmek zorunda kaldı. Kenya’da 4.3 milyon insan “akut gıda güvensizliği” yaşıyor.[32]

Bunlarla birlikte Ukrayna savaşı dolayısıyla Rusya ve Batı arasında ikinci bir savaşa dönüşen tahıl krizi nedeniyle dünya alarmda…[33]

BM raporu Ukrayna savaşı ile iyice vahim bir hâl alan küresel açlık krizinin dramatik boyutlarını ortaya koyarken; Küresel Kriz Tepki Grubu’nun hazırladığı çalışmaya göre, 94 ülkede 1.6 milyon insan bu süreçten olumsuz etkileniyor. Böylelikle de 2019’dan beri aşırı yoksulluk altında yaşayan insanların sayısı 77 milyon artarken, şiddetli gıda güvensizliği ile yüz yüze kalanların toplamı da 193 milyona ulaştı. Afrika’da yoksulluk sınırının hemen üstünde yer alan 58 milyon kişi, pandemi ve Ukrayna savaşının ortak etkisiyle bu sınırın altına yuvarlanmak üzere…[34]

Gıda fiyatları küresel ölçekte görülmemiş bir hızla artıyor. Dünya Tarım Örgütü’nün (FAO) gıda endeksi, bir yılda dolar bazında yüzde 29.8’lik bir sıçramaya işaret ediyor. Hububat, bitkisel yağ, süt ürünleri, et ve şeker dahil tüm kategorilerde benzer bir enflasyon gözleniyor. Ancak uzun vadeli, son 20 yıllık bir perspektiften bakınca hububat ve bitkisel yağ fiyatlarında daha keskin bir artış eğilimi dikkat çekiyor. Bu veri, yoksulların beslenmesinde söz konusu iki grubun daha belirleyici rolü bulunması nedeniyle önemli.

2022 Mayısı başında Gıda Güvenliği Bilgi Ağı’nın yayımladığı 2022 Gıda Krizleri Küresel Raporu’nda 53 ülkede 193 milyon kişinin açlık tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu bildiriliyor. Sözü edilen 2021 rakamları, bir önceki 2020’ye göre 40 milyon artışa işaret ediyor. Çatışmalar 24 ülkede 139 milyon, özellikle Covid pandemisinin tetiklediği ekonomik şoklar 21 ülkede 30 milyon, kuraklık başta gelmek üzere iklim değişiklikleri 8 Afrika ülkesinde 24 milyon kişiyi açlığa sürükledi.[35]

* * * * *

Sürdürülemez kapitalist-emperyalist talan insanlığı açlığa mahkûm ederken; Desiderius Erasmus’un, “Savaş söz konusu oldu mu, hiçbir masraftan kaçınmazlar, hiçbir sakınca önemli değildir onlar için; ister hukuk, din isterse barış çiğnensin, hatta insanlık batsın, umurlarında olmaz,”[36] betimlemesindeki çılgınlık sarıp sarmalıyor yerküreyi, John Perkins’in ifadesindeki üzere:

“Asla kullanmayacakları (çünkü kullanamayacakları) savaş uçakları, füzeler, savaş helikopterleri, savaş gemileri vs’ye silah tekellerinin emri ve İsviçre bankalarına yatırılan cömert komisyonlarla milyar dolar harcarlar. Harcama satın alma ile bitmez, her yıl ‘modernizasyon’ ve bakım harcamalarıyla da servetlere servet katılır… Kalan para da ülkeyi yöneten despotların gösterişli ve efektif olmayan projelerine, saraylarına, lükslerine gider. Sonuçta her şekilde silah tekelleri ve yerel işbirlikçileri kazanır. Gün gelip halk sağlığı sorunları veya afetle karşılaştıklarında da tüm bayağı yaldızların altından üçüncü dünya sefaleti ve acizliği çıkar…”

Örneğin Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2022 küresel silah ihracatı raporuna göre, ABD’nin 2018-2022 kesitinde küresel silah ihracatındaki payı, önceki dört yıla göre yüzde 7 artış göstererek yüzde 40’a yükseldi.

İkinci sıradaki Rusya’nın payı ise yüzde 22’den yüzde 16’ya geriledi. ABD ve Rusya’yı üçüncü sıradaki Fransa, dördüncü sıradaki Çin ve beşinci sıradaki Almanya izledi.

ABD silahlarının yüzde 19’unu Suudi Arabistan’a satarken, yüzde 8,6’sını Japonya’ya ve yüzde 8.4’ünü de Avustralya’ya sattı. Küresel payı yüzde 4.2 olan Almanya’nın en çok silah sattığı ülkeler ise, yüzde 18 ile Mısır, yüzde 17 ile Güney Kore ve yüzde 9.5 ile İsrail oldu.

Küresel ihracattaki pay listesinde başı çeken ülkelerden ABD’nin toplam ihracatı yüzde 14 artarken, Fransa’nınki ise yüzde 44 arttı. Rusya (yüzde 31), Çin (yüzde 23) ve Almanya’nın (yüzde 35) ihracatlarında ise azalma meydana geldi.

Raporda ayrıca, Avrupa’nın silah ithalatının Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından olağanüstü bir artış gösterdiği bilgisine yer verildi. Avrupa ülkelerinin silah ithalatı, yüzde 47 artış gösterdi. NATO üyesi Avrupa ülkelerinin ithalatındaki yükseliş ise, yüzde 65 olarak göze çarptı. Silah ithalatı artan Avrupa’nın, uluslararası silah transferindeki rolü de ciddi biçimde artış gösterdi. 2013-2017 yılları arasında bu bağlamda yüzde 11’lik bir paya sahip olan Avrupa ülkelerinin payı 2018-2022 zaman diliminde yüzde 16’ya yükseldi.[37]

Sürdürülemez kapitalist yıkımın militarist birimi yaşamı talan ederken; dünyada ortaya çıkan ekolojik sorunların yüzde 34’ünün savaş ve silah harcamalarından kaynaklanmakta olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Savaşlar sadece bölgedeki ülkelere, savaşın yaşandığı alana etki etmez. Çünkü doğa bir döngü içindedir. Bu döngünün herhangi bir evresine verilecek zararın diğer evreleri de etkilediği bilinmektedir. 1991 Körfez Savaşı’nda Kuveyt’te petrol kuyularında yakılan 600 milyon ton petrolü tüketerek havada is, gazlar ve tehlikeli kimyasallardan oluşan bir battaniye oluşmuştu. Bu durum kara ve deniz ekosistemlerine büyük zararlar vermiş ve çıkan dumanlar bölgede güneşten gelen ışınları engelleyerek havadaki ısıyı 10C düşürmüştü. Petrol dumanı içindeki CO2 nedeniyle ortaya çıkan ısınma ise sonrasında asit yağmurlarına yol açtı.

Dünyada iki milyara yakın insan temiz içme suyuna erişememektedir. Savaşlarda kullanılan makinelerin ve savaş araçlarının atıkları olan petrol türevleri, yeraltı sularına ulaşarak kirletir. 1 litre mineral yağ veya benzin 1 milyon litre içme suyunu kullanılamaz hâle getirir. Yağ parçacıkları toprak ile bitkilere, suya, insan ve hayvanlara ulaşır. Kumlu 10 cm3 toprağın arınması için yaklaşık 400 lt su gerekir. 1991 Körfez Savaşı’nda koylar petrolle tıkandı. Mezopotamya’da 15 bin km2 sulak alan yok oldu. On binlerce kuş öldü, birçoğu petrolün kalıcı etkilerine maruz kaldı. Yüz binden fazla perde ayaklı ve göçmen kuşun beslenme alanı zarar gördü. Karideslerin yüzde 99’u yok oldu.

Savaş sonrası Irak’ta tarımsal faaliyetlere geçilebilmesi için 2007’ye kadar 11 milyar dolar harcanması gerektiği açıklanmıştı. Vietnam’da 2.2 milyar hektar orman ve tarım arazisi bombalama, mekanik temizleme, napalmlar ile çoraklaştırıldı. Vietkong güçlerinin çekildiği 1.5 milyon hektar (Güney Vietnam’ın yüzde 10’u) orman ve ekili alanları yok etmek için ABD tarafından 72 milyon litre herbisit (tarım zehri) kullanıldı. Kullanılan herbisit olan “agent orange” içindeki dioksin şu anda bile bitkiler, yiyecekler, yaban hayat, insan sütü ve yağ dokusunda görülmektedir. Bu müthiş ekolojik yıkımın etkileri henüz tam anlamıyla giderilmiş değildir.

1991’de Körfez Savaşı’nda bir ülkenin bütün bir nüfusunu yok edebilecek “mükemmel bir silah” gündeme gelmişti. Kapitalizmin nükleer santrallerden çıkan ve bertaraf etme yolunu bulamadığı atıklardan elde edilen “seyreltilmiş uranyum mermileri” üretildi. Öldürme gücü yüksek olan bu mermiler hava ile temasta alev alıp yanarken, hedefi vurduğunda parçalayıp radyoaktif toza dönüşmektedir. Seyreltilmiş uranyumun yarı ömrü 4.5 milyar yıldır. 25 Mart 2003 tarihli UNEP raporunda; Bosna-Hersek’te 1994-1995 yıllarında kullanılmış olan seyreltilmiş uranyumlu silahlar, içme sularını zehirlemiş ve bugün bile havada toz partikülleri şeklinde radyoaktif kirlilik görülmektedir.[38]

Ve tüm bunlar sürdürülemez kapitalizmin “olmazsa olmazı”dır; emperyalist “yeniden paylaşım”dan savaşın eşiğindeki uluslararası ilişkilere uzanan dünya hâl(ler)i de böyle!

Yani kriz, savaş, çatışma, kaos: Sürdürülemez kapitalist-emperyalist vahşetin büyük girdabını oluşturdu…

* * * * *

Askerî terminolojide savaşla barış arasındaki çizginin bulanıklaşmasını, sıcak çatışmaya girmeden düşmanı geriletme belirsizliğini ifade eden Gri Bölge/ Gray Zone’lerin daraldığı uluslararası jeopolitik denklemde yaşananları anlamak, anlamlandırmak için küresel öncelikle güç merkezlerindeki gelişmelere bakmakta yarar var.

Örneğin Üçüncü Dünya Savaşı’nın tamtamlarının yankılandığı tabloda Rus siyasetçi Aleksey Puşkov, “NATO’nun Rusya ile doğrudan çatışmaya tüm hızıyla ilerlediğini sadece körler görmüyor”;[39] Emre Kongar, “Dilerim Ukrayna’daki bu kanlı savaş, gelecekte dünyayı yok edebilecek boyutlara ulaşacak olan ABD-Çin rekabetinin öncü bir örneği değildir!”[40] derlerken; RAND Corporation’ın The Return of Great Power War/ Büyük Güç Savaşının Geri Dönüşü başlıklı rapor da, “Derin yapısal dinamiklerden” dolayı ABD-Çin çatışmasının uzun yıllar sürmesini, küresel çapta bir ekonomik ve siyasi parçalanma üzerinde yaşanmasını bekliyor![41]

Sürdürülemez kapitalist sistem bir kırılma noktasında. Bir yandan artan jeopolitik gerilimler, öte yanda merkezi kapitalist ülkelerdeki toplumların krizler karşısında giderek artan tepkileri söz konusu…

Görülmesi gerek: Küresel sistemde en azından 2008’den bu yana birkaç düzlemde kriz yaşanmakta. Öncelikle, küresel ekonomide bir yavaşlama dikkat çekiyorken; bir başka sorun da ABD’nin hegemonik kriziyle birlikte Çin’in yanında Rusya, Hindistan gibi güç merkezlerinin ağırlıklarını hissettirmeye başlaması. Uluslararası siyasetin giderek bir jeopolitik çekişme alanına dönüşmesi bir yandan küresel gerilimi artırırken öte yandan yeni siyasal gelişmelere yol açıyor…

Hatırlayın: 10 Şubat 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Tek kutuplu modelin günümüz dünyasında sadece kabul edilemez değil, aynı zamanda imkânsız olduğunu düşünüyorum,”[42] uyarısı ardından “küreselleşmeden sonra” temasına “ABD hegemonyasından sonra” teması eşlik eder oldu.

Bu bağlamda da “Yeni Soğuk Savaş eskisinden daha tehlikeli” saptaması, “Çin merkezli bir dünya nasıl bir şey olacak” soruları, üç alanda kaygıları güçlendiriyor:

Birincisi, Çin totaliter devlet kapitalizmine, haklar ve özgürlüklere değil görevler ve sorumluluklara dayanan bir modeli temsil ediyor.

İkincisi, ilk Soğuk Savaş’ta rakiplerin ikisi de II. Savaş sonrasında, galipler tarafında, “süper güç” statüsüne, birçok ortak değere dayanarak birlikte yükselmiş, bir denge kurabilmişlerdi. Bu kez ABD’nin gerilerken yeni bir dengeyi, Çin’in yükselirken verili düzenin yerleşik kurallarını kabullenme olasılıkları sıfıra yakın. İlk Soğuk Savaş’ta, fay hattı Avrupa’dan geçiyordu, burada başlayacak bir savaşı sınırlamak olanaksızdı. Bu kez, fay hattı Hint-Pasifik havzasından (denizden) geçiyor; bir savaşın, burada sınırlanabilme olasılığı, çıkma olasılığını artırıyor.

Üçüncüsü, iki büyük gücün karşılıklı konuşlanma çabası, orta büyüklükteki “bağımlı” ülkelerin yöneticilerinde, bir süper gücü öbürüne karşı dengeleyerek kendilerine alan açabileceklerine ilişkin, doğruluğu oldukça şüpheli algılar yaratıyor. Bu durum yerleşik ittifaklar düzeninde parçalanma eğilimini, oynak-karmaşık ittifaklar, istemeden bir büyük savaşa sürüklenme ya da yol açma risklerini güçlendiriyor.[43]

Bu da büyük bir dönüşüme denk düşüyor…

“Büyük dönüşüm” deyince akla hemen Polanyi’nin o ölümsüz yapıtı (1944) geliyor. Piyasa serbest bırakılırsa, toplumu, bireyin maddi ve ruhsal yaşamını ve doğayı çürütür gibisinden bugün daha da geçerli olan saptamaları bir yana, yalnızca, “100 yıllık barış” başlıklı ilk bölüme bakmak yeter. O bölüm “XIX. yüzyılın uygarlığı çöktü” saptamasıyla başlıyor; dünya ekonomisinin/pazarının nasıl parçalandığını, finans-kapitalin büyük savaşları engellerken küçük savaşları nasıl beslediğini, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutamayacağını anlayınca paylaşılmasını örgütlediğini, “güçler dengesinin” bozularak kutuplaşmaya, silahlanma yarışına, nihayet “büyük savaşa” yol açtığını, daha sonra ayrıntılı biçimde değinmek üzere aktarıyor. Kısacası, XIX. yüzyılda şekillenen liberal kapitalizmin küreselleşip finansallaşmış uygarlığı, 100 sonra büyük bir savaşa yol açarak çöküyor.

O uygarlığın çöküş süreciyle “bugün” arasındaki benzerlikleri görmemezlik edemezler: Küreselleşme ve finansallaşma dağılıyor, ABD hegemonyası gerilerken, Çin yükselirken, küçük savaşlar (Kongo, Nijerya, Sierra Leone, Liberya, Çad, Libya, Yemen, Suriye, Ukrayna, Ermenistan-Azerbaycan…) çoğalıyor, demokrasi hem çevrede hem de merkez ülkelerde gerilemeye devam ediyor. O çöken uygarlığın en önemli merkezlerinden Almanya, Japonya yine silahlanmaya askeri harcamalarını hızla artırmaya, silah sanayilerini geliştirmeye başlıyor. Büyük güçler bir taraftan, Afrika ve Ortadoğu’da birbirlerine “sürtünmeye” başladılar, diğer taraftan ittifaklarını genişleterek bloklaşmaya çalışıyorlar.[44]

* * * * *

Joe Biden yönetiminin yayımladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, emperyalizmin tüm “sırları” açığa vurup, ABD’nin nasıl bir politika izleyeceğini ortaya koydu: ABD “Hegemonyayı sürdüreceğim” deyip, Çin”’e mesaj verirken müttefiklerine de “Benimle olmaya mecbursunuz” diyerek, Rusya’yı “acil tehdit”, Çin’i “jeopolitik meydan okuyucu” olarak gördüğünü deklare etti, “Hâlâ oyun kurucuyum” dedi…

Anımsanır ise ABD Başkanı Joe Biden, 2021’de Anglo-Amerikan patentli “değerler” ve “kurallara dayalı düzen” söylemleriyle kalbi Batı’da atanlar nezdinde hayli “sükse yapmıştı.” ABD iç siyasetinde “kuşa döneceği” malum “harcama paketiyle” dünya solunun ilgisine mazhar olurken, dış politikada Trump’ın “tecritçi” diye anılan politikalarını tersine çevirip “büyük güç rekabetine” soyundu. İlk işi Rusya liderliğini “katil” ilan edip Ukrayna kundakçılığına girişmek olurken, Çin’e de diplomatik peşrev çekilmeye başladı. Sonrasında her şey -Donald Trump’a karşı Joe Biden’ı destekleyenleri tekzip ederek!- tepetaklak oluverdi!

“Kapitalizmin 80 yıllık ‘ağa devleti’ hem de dünya sermayesinin sorumlu sahibi”;[45] “ABD’nin bitmeyen savaşları”[46] vitesini yükseltirken; “ABD’nin Rusya ile savaşta olduğu fikri git gide normalleştiriliyor.”[47]

ABD ile Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı daha da derinleşirken; ABD, Çin ve Rusya arasında soğuk savaş sonrası başlatılan örtülü ve masa altı kavga ve askerî çatışmalar artık masa üstüne, gün yüzüne taşınmaya başlıyor.

Kolay mı?

“NATO’nun giderek soğuk savaş dönemini anımsatan bir duruş benimsemesi artık farklı bir uluslararası düzen ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. ABD önderliğindeki tek kutuplu dünya illüzyonu artık geçerliliğini yitirdi fakat yerine geçen düzen çok kutuplu dünya olmayacak… Rusya’nın dünyayı ‘üç kutuplu’ eksene kaydırma teşebbüsü, Ukrayna mevzilerinde giderek zayıflıyor. Dünyada birçok ülke yeni dünya düzeninde Çin’den yana mı, ABD’den yana mı taraf olacaklar, buna karar vermeye çalışıyorlar.”[48]

Örneğin Münih Güvenlik Konferansı, Batı’nın savaş formülünü köpürttüğü yer olurken, Hasan Erel’e göre, “Münih konferansı bağlama uyan bir konferans oldu. Ukrayna’daki savaşın devam etmesi için herkesin elini cebine atmasını talep eden, ‘Putin kazanırsa dünyanın sonu gelir’ diye korku iklimi yaratan, küresel Batılı kapitalistlerin sıkışınca başvurdukları klasik savaş formülünün tekrar köpürtüldüğü bir güvenlik toplantısı. Buna ‘güvenliğin, savunmanın Davos’u da deniyor. Bu seferki, NATO’nun üst karar kurulu gibi, daha çok iş adamlarının ya da sanayi ve askeri kompleksin tutumunu ortaya koyan bir toplantıydı. Çok ironik tarafları vardı. Goldman Sachs’dan gelen Rishi Sunak, ‘(Ukrayna’ya) Yardımları ikiye katlayalım’ dedi.”[49]

* * * * *

Uluslararası ilişkiler tablosunda Ukrayna çatışmanın bir cephesiyken; ötekilerden birisi de Asya-Pasifik…

ABD; Asya-Pasifik’te kurduğu QUAD (Dörtlü Güvenlik Diyaloğu), AUKUS (Avustralya, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletler üçlü bir güvenlik paktı) gibi ittifaklarla ve donanmasıyla Çin’i çevreleyip, Tayvan üzerinden tahrik ediyor.

Asya-Pasifik’teki ittifaklarıyla NATO arasında işbirliğini geliştirerek, NATO’yu da Çin’e karşı kullanmaya çalışıyor.

Arktik-Baltık Denizi-Cebelitarık-Akdeniz-

Süveyş Kanalı-Babülmendep Boğazı-Hint Okyanusu-Malakka Boğazı-Güney Çin Denizi hattında, müttefikleriyle birlikte, Çin’in deniz ticaret yollarını kontrol altına alırken Kuşak Yol Girişimi’nin ana ve tali koridorlarında krizler çıkarıyor.

Bu bağlamda Asya-Pasifik dikkat çekici gelişmelere sahne oluyor. Washington, Japonya’yı Çin’e karşı olası bir savaşta kilit bir rol oynayacak şekilde “hizalarken” Güney Kore’ye de daha fazla rol biçiliyor.

2022’de “Tayvan için savaşı göze alacaklarını” deklare eden Beyaz Saray, kışkırtmayı sürdürürken; Washington’ın “caydırılması gereken güç, hasım” ilan ettiği Çin, QUAD’a karşı tavır almaya başladı.

Tüm bunlar Washington’ın Pekin ile nüfuz mücadelesine girdiği Asya-Pasifik’te etkinlik mücadelesini keskinleştirirken; Çin’i kuşatmayı sürdüren ABD, Asya Pasifik’teki “eksik halka” Filipinler ile dört yeni askerî üs konusunda anlaştı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, Filipinler’i ziyaretinde mevkidaşı Carlito Galvez Jr. ile yaptığı görüşmenin ardından beş askerî üsse ilave olarak dört yeni üsse daha erişim sağlanacağını, böylece Amerikan askerlerinin toplam dokuz üste konuşlandırılacağını belirtirken; NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de, “Küresel nizam tehdit altında. Moskova ve Pekin, otoriter bir karşı çıkışın ön saflarında” deyip ekledi: “Bugün Avrupa’da yaşananlar yarın Doğu Asya’da da olabilir.”[50]

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in “Olabilir” tespiti stratejik önemdedir.

Çünkü Washington, Asya-Pasifik’teki ülkeleri yakın markaja alırken Çin’i kızdıracak adımlar ardı ardına geliyor; bu arada Japonya da silahlanmaya hız verdi. Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni güncellemeyi hedefleyen Japonya’da savunma bütçesi beş yıl içinde NATO üyeleriyle orantılı olarak GSYİH’nin yüzde 2’sine yükseltilecek. Gerekçesi de Çin ve Kuzey Kore’nin silahlanması.[51]

Öylelikle de, 30 üyeli NATO’nun, “Avro-Atlantik bölgesi dışında en uzun süreli partneri” konumundaki Japonya’da 54 bin Amerikan askeri, yüzlerce savaş uçağı ve Yokosuka’da konuşlandırılan 7. Filo bünyesindeki USS Ronald Reagan uçak gemisinin varlığı, ABD’nin Çin’e olası bir müdahalesinde Japonya’yı doğrudan Çin’in hedefi yapıyor.

NATO ile yakınlaşan Japonya II. Dünya Savaşı’ndan kalma pasifist anayasayı değiştirip, ülke dışına asker de göndermeye başladı. Japon milliyetçi liderler yayılmacı, militarist özlemlerini saklamıyorlarken; Savunma Çalışmaları Ulusal Enstitüsü’nün 3 Haziran 2022 tarihli raporunda Japonya’nın yaklaşık 6 trilyon yenlik yıllık ulusal savunma bütçesinin 10 trilyon yene (80 milyar dolar) yükseltilmesi gerektiği belirtiliyor![52]

Ayrıca askerî hamlelerinin ardından dış politikada attığı adımlarla da dikkat çekmeye başlayan Japonya, Avustralya ile “tarihi” olarak nitelendirilen bir savunma anlaşmasını imzaladıktan sonra İngiltere ile de benzer bir anlaşmaya imza attı.

Özetle ABD, “hasım” ilan ettiği Çin ve Rusya’ya karşı çifte kuşatma stratejisini adım adım hayata geçiriyor. Rusya’ya karşı 20 ülkenin daha Ukrayna’ya silah göndermesini sağlayan ABD, Asya-Pasifik’te de Çin’e karşı topyekûn bir seferberlik hâlinde.

Çin’e karşı Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi’ni (IPEF) hayata geçiren Biden’ın, 24 Mayıs 2022’de ABD, Japonya, Avustralya ve Hindistan’ın yer aldığı QUAD liderleriyle (ABD Başkanı Joe Biden, Japonya Başbakanı Kişida Fumio, Avustralya Başbakanı Anthony Albanese ile Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin) bir araya geldikleri Tokyo buluşmasından sonra yapılan ortak açıklamada; Ukrayna savaşına değinilerek güç kullanımı ile statükoyu değiştirmeye yönelik adımların kabul edilemez olduğu vurgulandı.

Asya-Pasifik bölgesinin istikrarı için kararlı şekilde hareket etmeye devam edileceği belirtilen açıklamada Çin’e, “Doğu ve Güney Çin denizlerinde serbest faaliyetlerin sağlanması konusunda uluslararası hukukun savunacağız. Bu bölgede tartışmalı sahaların askerileştirilmesi, statükoyu değiştirmeyi gözetleyen zorlayıcı, provokatif veya tek taraflı eylemlere güçlü şekilde karşı çıkıyoruz,”[53] diye mesaj verildi.

* * * * *

Verili tabloda Washington ile Pekin arasındaki etkinlik mücadelesi tırmanırken, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (APEC) Tayland’daki zirvesinde Çin, ABD’yi “Buralar arka bahçeniz değil,” diye uyarırken; ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, bölgede uzun vadeli planlarına vurgu yaparak “Burada kalıcıyız” yanıtını verdi.[54]

Gerçekten de ABD Hint-Pasifik Kuvvetleri (INDOPACOM), bölgede Uzay Kuvvetleri Komutanlığı kuracağını duyurdu. Yeni komutanlığın Çin ve Kuzey Kore’nin balistik füze tehditlerine karşı ABD savunma kapasitesini artırması amaçlıyor. INDOPACOM, komutanlığın düzenlenecek bir törenle tanıtılacağını duyurdu. ABD Uzay Kuvvetleri, Aralık 2019’da ülkenin uzaydaki çıkarlarını korumak ve uzay operasyonlarını yürütmek misyonuyla kurulmuştu.[55]

ABD ile Çin arasında olası bir “sistemik savaşa” ilişkin senaryoların irdelendiği RAND Corporation’ın The Return of Great Power War/ Büyük Güç Savaşının Geri Dönüşü başlıklı raporunda, “derin yapısal dinamiklerden” dolayı ABD-Çin çatışmasının uzun yıllar sürmesi bekleniyor. ABD’nin, küresel düzeyde, SSCB’den çok daha güçlü bir rakiple karşı karşıya kalacağı birçok kez vurgulanıyor.[56]

Bu madalyonun bir yanıyken; öteki yüzü de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çinli mevkidaşı Şi Cinping’e askerî işbirliğini artırmaya istekli oldukları ve iki ülkenin Batı etkisine karşı koyma çabaları ile askerî işbirliğini geliştirme mesajı var.[57]

Özetin özeti: Rusya ve Ukrayna arasında 24 Şubat 2022’de başlayan savaş, “küresel sistem” tartışmasına dönüşürken; Rusya ile Çin yakınlaştı.

Batı ülkeleri de, iki ülkenin ortaklığına karşı stratejiler geliştirmek için düğmeye bastılar. Japonya, dokuz yıl sonra savunma politikalarını yeniden tanımladı.

Batı ile Doğu arasındaki çekişme büyüyor, küresel güç sisteminde dönüşüm tartışılıyor

Batı ülkeleri, Rusya-Ukrayna savaşına, Moskova’nın ekonomisini zayıflatma amacıyla başlatılan yaptırımlarla karşılık verdi. İşgalle birlikte artan gerilim, Çin ve ABD arasında “Tayvan’ın egemenliği” tartışmalarıyla daha da tırmandı. Tüm bu gelişmelerin etkisi, küresel ölçekli oldu ve “dünyadaki yeni güç dağılım düzenin” işaret fişekleri sayıldı.

Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Galuzin 26 Aralık 2022’de “ABD’nin diğer ülkelere koşullar dikta ettiği” tek kutuplu dünya çağının sona erdiğini söyledi. Bu sözlerin ardından Soğuk Savaş dönemindeki çift kutuplu sistem tartışmaları kamuoyunda yeniden alevlendi.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de 25 Aralık 2022’deki açıklamasında Rusya ile bağlarını derinleştireceğinin sinyalini verdi.

Savaş kararından yaklaşık 20 gün sonra Çin ve Rusya liderlerinin “ortaklıkta sınır yok” formülü ile ilişkilerdeki sağlamlık bir kez daha gözler önüne serildi. İki ülke arasındaki ticaret hacmi ise 2022’nin ilk 11 ayında, 2021 yılının 12 aylık değerine kıyasla yaklaşık yüzde 32 artarak neredeyse 172 milyar dolara ulaştı. Öte yandan yaptırım uygulanan Rus enerjisinin Çin’e ihracatının değer olarak yüzde 64, hacim olarak da yüzde 10 arttığı ifade ediliyor.

Ayrıca Batı yaptırımlarına katılmayan ve Rusya’yı Ukrayna işgali nedeniyle açıkça kınamayan Pekin ile Moskova donanmaları arasında bugün sonlanan Japon denizindeki ortak tatbikat ile iki ülke askerleri dışındaki orduların da dahil olduğu Vostok-2022 tatbikatı, Avrupa basınında “askerî yakınlaşmaya örnekler” olarak değerlendiriliyor.[58]

* * * * *

Evet, Eduardo Galeano’nun, “Ve bu çılgın dünyada/ Her gece sanki son geceymiş gibi yaşansa/ Ve her gün sanki ilk günmüş gibi yaşansa…”[59] dileğini hak eden yerküre her an patlaması muhtemel bir barut fıçısı üzerinde ve yine Galeano’nun, “Dünya barışının aynı anda dünyanın ana silah üreticileri olan aynı beş ülkenin elinde olması adil mi?” sorusunu gündem maddesi kılan haksız savaşların mağduru!

Şimdi(lerde); sürdürülemez kapitalizmin giderek yıkıcılaşan krizinden çıkabilmenin tek yolu, kitlelerin duruma müdahalesi ve yerkürenin sınıfsız, savaşsız, sömürüsüz sosyalist ütopya doğrultusunda işçi sınıfı mücadelesiyle dönüştürülmesinden geçerken; altüst olan yerkürede, “Savaş, politikanın başka araçlarla (yani şiddet) devamıdır,” gerçeğini bir an dahi unutmadan V. İ. Lenin’e kulak verin:

“Savaş, savaşan güçlerin hâkim sınıfları tarafından savaşın patlak vermesinden çok önce izlenen politikanın, zor kullanma araçlarıyla devamıdır. Barış, aynı politikanın, askeri hareketler sonucunda rakipler arasındaki güç ilişkilerinde meydana gelen değişikliklerin dikkate alınarak sürdürülmesidir.”

“Çetin savaşlar, karmaşasız olmaz.”

“Savaş da, tarihteki öteki bunalımlar gibi, büyük yıkımlar ve insan yaşamındaki ani değişmeler gibi, bazı kimseleri sersemletir ve yıkar, ama bazılarının da gözlerini açar ve bunları çelikleştirir… dünya tarihini bir bütün olarak düşünürsek, ikinci tür insanların sayısının ve gücünün… birinci türden daha fazla olduğu görülür.”

“Savaşlar ücretli köleliği devam ettirmek ve güçlendirmek içindir; çünkü savaş proletaryayı bölüp sindirir, kapitalistler ise, savaşla zenginleştikleri, ulusal önyargıları kışkırttıkları ve tüm ülkelerde, en özgürlükçü ve cumhuriyetçi olanlarında bile hortlayan gericiliği güçlendirdikleri için bundan faydalanır.”

“Emperyalizm, dünya uluslarının bir avuç ‘büyük güç tarafından ezilmesinin durmaksızın arttığı bir çağdır. Bu nedenle, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaksızın emperyalizme karşı sosyalist enternasyonal devrim kavgasını vermek imkânsızdır.”

“Şimdi gözünüzde canlandırmaya çalışın: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha adil bir şekilde paylaşılması için, 200 kölesi olan bir başka köle sahibine savaş açıyor. Bu durum için, savunma savaşı ya da anayurdun savunulması için savaş gibi kavramların kullanılması tarihsel bakımdan kesinlikle yanlıştır, uygulamada ise sıradan halkın eğitimsiz ve cahil insanların, kurnaz köle sahipleri tarafından aldatılmasıdır.”

“Sosyalistler, hepsini de devirmek için, soyguncular arasındaki çekişmeden yararlanma yoluna gitmelidirler. Bunu yapabilmek için de sosyalistler, her şeyden önce, halka doğruları söylemeli; yani bu savaşın, köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında bir savaşım olduğunu söylemelidirler.”

“Sosyalistler, sosyalist olmaktan vazgeçmeksizin, genel olarak bütün savaşlara karşı olamazlar. Mevcut emperyalist savaşın bizi körleştirmesine izin vermemeliyiz. Büyük güçler arasındaki bu tür savaşlar, emperyalist çağın özelliğidir; ancak ezilen halkların zulmünden kurtulmak için kendilerini ezenlere karşı yürüttükleri savaşlar örneğinde olduğu gibi demokratik savaşlar ve ayaklanmalar da asla olanaksız değildir. Proletarya’nın sosyalizm için, burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaşlar kaçınılmazdır.”

“Soyut bir barış çağrısı yapan pasifizm, işçi sınıfını kandırmanın pek çok yolundan biridir. Kapitalizmde, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşlar kaçınılmazdır.”

“İster köleliğe, serfliğe, ister günümüzdeki gibi ücretli köleliğe dayansın, sınıflı toplumlarda, ezen sınıf her zaman silahlıdır.”

“Savaşta, gerek ‘kendi’ hükümetinin zaferini savunmak, gerek ‘ne zafer, ne yenilgi’ sloganını savunmak, sosyal-şovenizm görüşünden çıkar. Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlıkları ile onu devirme olanaklarının arttığını görmezlik de edemez.”

“Durumumuzun umutsuz olduğu; bu insafsız barışta olduğu gibi ‘onursuz’ bir ölümle, umutsuz bir savaşta ‘kahramanca’ ölmek arasında seçim yapmaktan başka bir çaremiz olmadığı doğru değildir.”

“Yığınların barıştan yana duyguları, çoğu zaman, bir protestonun başlangıcını, savaşın gerici niteliğine karşı kızgınlığı ve yığınların bu niteliğin bilincine vardıklarını ifade eder. Bu duygudan yararlanmak, sosyal-demokratların görevidir.”

“Savaş, kuşku yok ki, şiddetli bir bunalım yaratmış, yığınların endişesini beklenmedik ölçüde artırmıştır. Bu savaşın gerici niteliği ile bütün ülkelerin burjuvazisinin kendi yağmacılık amaçlarını ‘ulusal’ ideoloji sözü ardına gizleyerek söyledikleri hayasızca yalanlar, nesnel devrimci bir temele dayanarak hâliyle yığınlar arasında devrimci kıpırdamalar yaratmaktadır. Bu duyguların bilinçli bir hâle gelmesi, derinleşmesi ve şekillenmesinde yığınlara yardım etmek -bizim görevimizdir. Bu görev ancak şu slogan ile doğru olarak ifade edilir: emperyalist savaşı iç savaş hâline çevirin; ve savaş sırasındaki bütün tutarlı sınıf savaşımları, ciddi bir şekilde yürütülen bütün ‘yığın hareketleri’, eninde sonunda bu amaca yönelmelidir. Güçlü bir devrimci hareketin, büyük devletler arasındaki birinci mi, yoksa ikinci emperyalist savaş sırasında mı olacağını; savaştan önce mi, savaştan sonra mı patlak vereceğini şimdiden söyleyemeyiz, ama ne olursa olsun bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak yılmadan çalışmaktır.”

“Ancak devrimci bir mücadele yürütülürse ‘barış’ talebi proleter bir anlam edinir. Demokratik barış denen şey bir dizi devrim olmadan bir küçük burjuva ütopyasıdır.”

“Komünist Manifesto’daki ‘İşçilerin vatanı yoktur’ sözü bugün her zamankinden daha doğrudur. Proletarya ancak burjuvaziye karşı uluslararası bir mücadele yürüterek kazanımlarını koruyabilir ve ezilen kitlelere daha iyi bir geleceğin kapılarını aralayabilir.”

“Kulübelere barış, saraylara savaş! Bütün ülkelerin işçilerine barış! Bütün ülkelerin devrimci işçilerinin kardeşçe birliği! Yaşasın sosyalizm!”

“Ancak, biz tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir.”

“Devrimler olmaksızın sözde demokratik bir barış, dar kafalı bir ütopyadan başka bir şey değildir.”[60]

15 Mart 2023, İstanbul.

*: 29 Mart 2023 tarihinde DGB’nin İstanbul’da gerçekleştirdiği “Gençlik Seçimini Tartışıyor” başlıklı panel-forumda yapılan konuşma…

[2]    V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s. 60.

[3]    Ergin Yıldızoğlu, “Ayakları Yere Basmıyor!”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2023, s. 9.

[4]    “IMF: Dünyanın Üçte Biri Bu Yıl Resesyona Girecek”, 2 Ocak 2023… https://www.avrupademokrat2.com/imf-dunyanin-ucte-biri-bu-yil-resesyona-girecek/

[5]    “… ‘Kriz Kahini’ Roubini: Dünyayı Yüksek İşsizlik, Enflasyon Dönemi Bekliyor”, 16 Ocak 2023… https://www.dokuz8haber.net/kriz-kahini-roubini-dunyayi-yuksek-issizlik-enflasyon-donemi-bekliyor

[6]    Ege Cansen, “Krizin Geleceği Varsa…”, Sözcü, 1 Ağustos 2021, s. 7.

[7]    “Batı’nın Kriz Korkusu”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2022, s. 7.

[8]    Selim Somçağ, “Küresel Resesyon Ufukta Göründü”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2022, s. 10.

[9]    “IIF: 2023, Küresel Ekonomi İçin En Kötü Yıl Olacak”, Sözcü, 26 Kasım 2022, s. 7.

[10]  Jale Özgentürk, “Eczacıbaşı: Küresel Kriz Sürecek”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2022, s. 11.

[11]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Davos Man’ Tedirgin”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2022, s. 9.

[12]  Hasan Erel, “Davos Oligarşisi 2023”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2022, s. 2.

[13]  Ergin Yıldızoğlu, “Sanders, Wolf ve ‘Simit’…”, Cumhuriyet, 2 Mart 2023, s. 9.

[14]  Patrick Martin, “Borç Krizinin Suçlusu Kim?”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 13.

[15]  Ken Klippenstein, “Finans Piyasalarının İşsizlik Sevinci”, Birgün, 9 Ocak 2023, s. 11.

[16]  Hayri Kozanoğlu, “Bitcoin’in Akıbeti Laleye Benzer mi?”, Birgün, 23 Şubat 2021, s. 5.

[17]  Raj Patel-Jason W. Moore, Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi, çev: Serkan Gündüz, Kolektif Kitap, 2021.

[18]  Munsif Merzuki, Diktatörlük ve Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri, çev: Zahide Tuba Kor, Küre Yay., 2019.

[19]  Merdan Yanardağ, “Tek Kutuplu Dünyanın Sonu ve Moskova Konferansı”, Birgün, 20 Kasım 2023, s. 5.

[20]  “Krizler Zenginleştirdi”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2023, s. 7.

[21]  “Küresel Uçurum”, Birgün, 17 Ocak 2023, s. 5.

[22]  Hayri Kozanoğlu, “Davos’taki Bedbin Ruh Hâli”, Birgün, 24 Ocak 2023, s. 10.

[23]  Barış Doster, “Liberal Demokrasi ve Dijital Otoriterlik”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2021, s. 12.

[24]  “Oxfam: Krizler Zenginlere Yaradı, Servetlerine Servet Kattılar”, 16 Ocak 2023… https://www.dokuz8haber.net/oxfam-krizler-zenginlere-yaradi-servetlerine-servet-kattilar

[25]  “Dünyada 30 Milyon Çocuk Açlıktan Ölme Tehlikesi Altında”, 14 Ocak 2023… https://www.avrupademokrat2.com/dunyada-30-milyon-cocuk-acliktan-olme-tehlikesi-altinda

[26]  UNESCO İstatistik Enstitüsü’nün (UIS) Küresel Eğitim İzleme (GEM) Raporu’na göre 6-18 yaş arasındaki 244 milyon çocuk eğitim hakkından mahrum kaldı. UNESCO’nun verileri, Sahra Altı Afrika’da toplam 98 milyon çocuğun okula gitmediğini gösteriyor. Bu bölge, dünyada okula gitmeyen çocuk sayısının sürekli arttığı tek bölgedir. İkincisi ise, 85 milyon çocuğun okula gitmediği Güney ve Orta Asya’dır. Dünyada eğitimden en çok çocuğun dışlandığı ilk beş ülke Hindistan, Nijerya, Pakistan, Etiyopya ve Çin’dir (Ali Arayıcı, “Dünya Genelinde 244 Milyon Çocuk Eğitimden Yoksun”, Birgün, 25 Eylül 2022, s. 11).

[27]  “Her 4 Saniyede Bir Çocuk Ölüyor”, Birgün, 11 Ocak 2023, s. 2.

[28]  “22 Milyon İnsan Açlık Riski Altında”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2023, s. 7.

[29]  “Almanya’da Çocuk ve Genç Yoksulluğu Araştırması”, 5 Şubat 2023… https://www.avrupademokrat2.com/almanyada-cocuk-ve-genc-yoksullugu-arastirmasi

[30]  “Almanya’da Öğrenciler Yoksulluk Riski Yaşıyor”, 6 Aralık 2022… https://www.avrupademokrat1.com/almanyada-ogrenciler-yoksulluk-riski-yasiyor/

[31]  Gülseren Tozkoparan Jordan, “Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2022, s. 2.

[32]  Mert Cengiz, “İklim Krizinden Açlığa”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2023, s. 7.

[33]  Yaren Çolak, “Küresel Tahıl Krizinin Yeni ve Zorlu Rotaları”, Birgün, 8 Haziran 2022, s. 10.

[34]  Hayri Kozanoğlu, “Hayat Pahalılığı Milyarlarca İnsanı Esir Aldı”, Birgün, 10 Haziran 2022, s. 5.

[35]  Hayri Kozanoğlu, “Küresel Açlık Kapıda”, Birgün, 24 Mayıs 2022, s. 13.

[36]  Desiderius Erasmus, Deliliğe Övgü, çev: Nusret Hızır, Kabalcı Yay., 1998.

[37]  “Türkiye’nin Silah İhracatı Arttı, ABD İlk Sırada”, Cumhuriyet, 14 Mart 2023, s.9.

[38]  Yusuf Gürsucu, “Savaşlarda Göz Ardı Edilen Ekosistemler!”, Yeni Yaşam, 1 Mart 2022, s. 12.

[39]  “Felaket Yakın!”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 11.

[40]  Emre Kongar, “NATO ve Rusya, ABD ve Çin”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2023, s. 3.

[41]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Savaş’ın Geri Dönüşü-II”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2022, s. 9.

[42]  Sait Balcı, “Şanghay İşbirliği Örgütü”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2022, s. 2.

[43]  Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlığın Uzun Tarihi-Yeni Kavramları”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2023, s. 9.

[44]  Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Dönüşüm”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2023, s. 11.

[45]  Bilsay Kuruç, “ABD’nin Düşünürleri Ne Düşünürler?”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2022, s. 9.

[46]  Peter Maass, “Savaş, Çatışma Cehennemdir”, Birgün, 18 Ocak 2023, s. 13.

[47]  Caitlin Johnstone, “Biden’ın Yalanları”, Birgün, 7 Temmuz 2022, s. 5.

[48]  Stefan Wolff, “G7 ve NATO’nun ‘Etkisiz’ Zirvesi”, Birgün, 4 Temmuz 2022, s. 10.

[49]  Ceyda Karan, “Münih Konferansı Batılı Kapitalistlerin Klasik Savaş Formülünü Köpürttüğü Yer Oldu”, 20 Şubat 2023… https://sputniknews.com.tr/20230220/munih-konferansi-batili-kapitalistlerin-klasik-savas-formulunun-kopurttugu-yer-oldu-1067343446.html

[50]  “Pasifik Kuşatıldı”, Birgün, 3 Şubat 2023, s. 11.

[51]  “Japon Militarizmi Dönüş Yolunda”, Birgün, 1 Aralık 2022, s. 11.

[52]  “Korkutan İttifak”, Birgün, 9 Haziran 2022, s. 11.

[53]  “Kışkırtan Kuşatma”, Birgün, 25 Mayıs 2022, s. 11.

[54]  “Pasifik Hiç Kimsenin Arka Bahçesi Değil”, Birgün, 20 Kasım 2023, s. 11.

[55]  “Gri Bölge Uyarısı”, Birgün, 23 Kasım 2023, s. 11.

[56]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Savaş’ın Geri Dönüşü”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022, s. 11

[57]  Deniz Berktay, “Rusya ve Çin Lideri, İşbirliğini Geliştirme Mesajı Verdi”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2022, s. 7.

[58]  Mert Cengiz, “Dünya İki Kutba Ayrılıyor”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2022, s. 7.

[59]  Eduardo Galeano, “Hatırlayarak”, aktaran: Zeynep Oral, “Düş Kurma Hakkı”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2022, s. 11.

[60]  V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.