Ana Sayfa Blog Sayfa 60

Dersim’den Zap’a; Katliamlarla, kimyasallarla direniş bastırılamaz

Bugün, ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin, yoksulların, emeklilerin, gençlerin, kadınların yaşamlarını çekilmez hâle getiriyor. Yoksulluk, açlık, işsizlik birlikte kol geziyor.

Bunlara cinayetler eşlik ediyor; işçi cinayetleri, kadın cinayetleri vb.

İçeride, Saray Rejimi, açık bir iç savaş yürütüyor.

Bu iç savaş açıktır, ama devlet, Saray Rejimi, adını iç savaş olarak koymadan, bunu deklare etmeden savaşı yürütüyor.

İç savaş, Kürt devrimine karşı ve her türden işçi, kadın, gençlik, çevre direnişine karşı yürütülüyor. Egemenler, Tekelci Polis Devleti, mevcut iktidarı sürdürebilmek için, kendi yasalarını tanımayan bir saldırganlık içindedir.

Halk Savunma Güçleri 17 Ekim’de “6 aylık savaş bilançosu” açıkladı. Savaş gerçeğinin boyutu bu bilançoda mevcuttur. Bölgenin en örgütlü gücü, Rojava’nın yaratıcısı, emperyalistler arası paylaşım savaşı içinde büyük bir plan bozucu olarak Kürt halkının direnişi, NATO’suyla, BM’siyle, AB’siyle, ABD’siyle beraber örgütlenen büyük bir imha saldırısıyla karşı karşıyadır. Bu saldırıya karşı büyük de bir direniş sergilenmektedir.

İşçi sınıfının reddi, halkların inkârı ve imhası üzerine kurulmuş bu devlet, katliamlar tarihine her gün yenisini eklemektedir. Kendi cennetleri sürsün diye, yağma-rant ve savaş üzerine yükselen ekonomileri tıkırında olsun diye, Bartın’da 41 madenciyi göz göre göre ölüme yollayanlarla, Bâşûr’da kimyasallarla Kürt halkına saldıranlar aynıdır.

Egemenlerin tarihi katliam, halkların tarihi ise direniş tarihidir.

38’de Dersim’de Almanya’dan alınan zehirli gazlarla, ABD’den alınan uçaklarla mağaralardaki halkı katledenler, Cizre’de 300’den fazla insanı binaların bodrumlarında kimyasallarla katledenler, 19 Aralık 2000’de devrimci tutsakları kimyasallarla katledenler hiçbir direnişi engelleyemeyecektir.

Egemenler ne krizi çözebilirler ne savaş politikaları ile bir yere varabilirler. Tıpkı ABD’li efendilerinin Vietnam’da ve tüm dünyada yaptığı gibi, kaybettikçe vahşileşen TC devleti, çözülüşünü de boyun eğmeyen isyanı da durduramayacak.

Krize ve savaşa karşı direniş dışında bir seçenek yoktur.

Dünya, artık, yeni bir devrimci yükseliş dönemine girmektedir. Bunun işaretleri vardır. Dünyanın her yerinden eylemler yükselmektedir. Bu süreç katlanarak artacak, gelişecektir. Bu süreci karşılamak demek, direniş hattına sahip çıkmak demektir.

Katliam saldırılarına karşı, direnişi büyütelim!

İşçilerin birliğini, halkların kardeşliğini ellerimizle örgütleyelim!

19 Ekim 2022

Kaldıraç dergisinin Ekim sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ekim sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Burjuva muhalefet, halkın, kitlelerin, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin tepkisini devlete karşı bir tepkiye dönüşmeden önlemek için, seçim gülümsemeleri dağıtmaktadır. Seçime kadar susun, sabredin demektedir. Saray, Diyanet İşleri’ni de devreye sokarak, sabır duası yaparken, burjuva muhalefet de, “az kaldı seçime kadar sabır” söylemi ile bu dualara katılmaktadır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Direnişi ve örgütlülüğü geliştirmek

Eğer Saray Rejimi, Erdoğan’ın histerik hâllerinin sonucudur diye düşünmüyorsanız, eğer Saray Rejimi’nin dayandığı yağma, rant ve savaş ekonomisi Erdoğan’ın kararlarının ve iradesinin sonucudur demiyorsanız, eğer TC devletinin ABD tetikçisi olarak Suriye, Kafkaslar, Balkanlar, Libya faaliyetlerini Erdoğan’ın seçimleri olarak okumuyorsanız, Saray Rejimi’nin bir seçimle ortadan kalkacağını nasıl iddia edersiniz, bunu nasıl işçi ve emekçilere bir rota olarak gösterirsiniz? Eğer, gerçekten tüm bunların Erdoğan’ın bozuk kişiliğinin ürünü olduğunu söylemiyorsanız, bunların seçimle düzeleceğini söylemek, işçi ve emekçileri mücadeleden, direnişten, velhasıl devrimden uzak tutmak için söylenen bir yalan olduğunu kabul etmek zorundasınız.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Çürüme ve korku

Mesela bugünlerde Soylu ile kapışan Ümit Özdağ, Soylu’nun kendisine ABD çocuğu demesine karşılık olarak, bir hafta süre verdikten sonra, Soylu’nun ABD elçisine beni destekleyin parti kurayım haberi gönderdiğini, ABD elçisinin de Soylu’ya, önce uyuşturucu işini bırak dediğini açıklamamış mıdır? Demek ki, herkesin, “siyaset uzmanları” bilir mi bilmiyoruz, ama “uzman siyasetçiler”in hepsinin, seçilmenin yolunun Washington’dan geçtiğini bildiklerini varsayabiliriz.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Seçimler, “demokrasi” ve işçi sınıfı

Mesela Soylu’nun foto albümünde yer alan tombik bir çocuk ya da ergen, çok büyük paralar vurur ve Arnavutluk’a kaçar. Balkanlardan getirilmesi de zor değildir. Çocuk, tombiktir ve annesini özlemiştir. Bu durumda ona özel bir af formülü bulunur elbette, çünkü ne de olsa 2 milyar dolar, yani 400 milyar TL söz konusudur. Bu da “güzel” bir örnektir, değil mi?
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 255 / Ekim 2022
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ulaşabilirsiniz.

Çürüme ve korku

Saray Rejimi’nin geleceği üzerine, epeyce geniş bir kesimce tartışmalar yürütülüyor. Bu tartışmalar elbette bir nesnelliğe dayanıyor. Saray Rejimi, burjuva egemenliğin çürümüş hâlidir. Bu çürüme, bu kokuşma, her yerden, her mesafeden, hemen her burun tarafından koklanabilir durumdadır.

Yani, “dışarıdan da anlaşılıyor.”

Sadece iktidar, sadece Saray çevreleri tarafından hissedilen bir şey değil, dışardan, yoldan geçen tarafından da anlaşılıyor. Saray erkânı, bir gün “bu nefis koku da ne” deyip, kendini her şeyin iyi olduğuna inandırmak istese de, kısa bir süre sonra bu durumun, ağır hastanın zaman zaman hayata tutunma isteğinin yarattığı bir yanılsama olduğunu anlaması uzun sürmüyordur. Hasta benzetmesi buraya kadardır. Zira, Saray erkânı, iktidarı kaybetmenin bedelini yakından bilen, oldukça diri hâldedir. Burjuva muhalefetin, bugün, Saray erkânını iş bilmezlikle suçlaması, hiçbir biçimde doğru değildir. İş bilmez, liyakatten anlamaz, beceriksiz değildirler. Tersine, görevleri ve yapmak istedikleri konusunda nettirler. Burjuva muhalefetin, CHP ve İYİ Parti’nin, onları izlemekte tereddüt etmeyen okuryazar takımının (OYT) ve liberal solcuların, “devlet yok”, “hukuk yok”, “bu kadar liyakatsiz kadrolaşma nedir”, “bu nasıl bir iş bilmezliktir” türünden yakınmaları, onların kafalarının ve kurgularının ürünü olan, burjuva devleti, “demokrasiye bağlı”, “liyakate bağlı” vb. bir şey sanmalarındandır. Onun için, sürekli Batı değerlerinden, sürekli NATO ve demokrasi arasındaki bağdan söz ediyorlar. Bu nedenle sürekli cumhurbaşkanının saygıdeğer bir kişi olması gerektiğinden, yasaların üstünlüğünden söz ediyorlar. Cumhurbaşkanı açıkça yalan söylüyor, sürtük vb. diyor, onlar da “aaa yakışmadı” diyorlar. Nasıl bir algıları varsa, Cumhurbaşkanlığını, burjuva siyaseti, “saygıdeğer” insanların işi diye düşünüyorlar. Bu onların “hüsnü kuruntusu” değilse bile, Batı’ya olan körce bağlılıklarının sonucudur. Bazı aydınlar (biz OYT diyoruz ve bunlar da kendilerini cahilleştirerek bunun içine alıyorlar) devletin düştüğü hâlleri görüp “utandığını” ifade etmektedir. Ne acıdır: Saray erkânının utanmazlığını görüp, onların yerine utanç hissetmek ve bunu da ülke adına hissetmek, olsa olsa, kafada kuruntu hâline getirilmiş Batı değerlerinin yarattığı körlükle açıklanabilir. Oysa, Saray, kendi işini yapmaktadır. Hırsızdırlar, yağmacıdırlar, savaş müptelasıdırlar, tetikçidirler, rantçıdırlar. Ve bunlar, tek tek hepsinin ortak paydasıdır, ortak özellikleridir. Tüm yapı budur. Acaba, onların bu “düzeysizliklerine” bakıp, ülke adına utanç duyanlar, katliamlardan sonra da, bu duruma, katliamlara bakarak “utanç” duyuyorlar mı? Yoksa korkuları utançlarını bastırıyor mu? Diyarbakır katliamlarına bakıp, sizden utanç duyuyorum mu diyorlar, yoksa, “terörist tabii, biraz orantısız şiddet var” demekle mi yetiniyorlar?

Erdoğan’ı değiştirip, yerine Kılıçdaroğlu’nu koyup, aynı yapıyı sürdürmeyi, böylece devleti “adam gibi devlet” hâline getirmeyi hayal eden burjuva muhalefetin izindeki liberal solcular, gerçekliği görme yeteneğini kaybetmiş durumdadırlar. Bu nedenle, sanki cumhurbaşkanı efendi bir adam olurmuş, sanki bu ülkede Saray Rejimi yokmuş, sanki bu ülke laik ve demokratik bir hukuk devleti imiş, sanki bu ülkede devlet cinayet işlemezmiş, sanki bu ülkede mafya at koşturmazmış, sanki tarikatlar dün ortaya çıkmış, sanki bu ülkede Ermeni katliamı hiç yaşanmamış, sanki bu ülkede Kürtlere katliam dayatılmıyormuş, sanki kadınlar öldürülmüyormuş, sanki işyerlerinde işyeri cinayetleri için Diyanet’ten fetvalar çıkmıyormuş gibi varsayarak davranmaktadırlar. Sorun, kendilerinin gerçeği algılamalarındadır. Yoksa sokaktaki çocuk bile, insanların işkence gördüğünü, polisin her hak arama eylemini azgınca bastırmak için saldırdığını, iktidarın hırsızlarla ve son derece işini iyi bilen yağmacılarla, rantiyelerle dolu olduğunu, efendilik diye bir şeyin devlet görevlilerinden beklenmeyeceğini, her gün kadınlara karşı şiddeti bizzat devlet çarkının ve Saray Rejimi’nin teşvik ettiğini vb. bilir.

Eğer, siz ille de bir şeyden dolayı utanacaksanız, bırakın devletin, mafyanın, Saray’ın yaptıklarını TC devletine yakıştıramamak nedeniyle utanmayı, sıradan gerçeği görmemekten, görme yeteneğinizi kaybedecek kadar devletçi, NATO’cu veya korkak olmaktan utanın.

İşte bugünlerde geniş bir kesim, Saray Rejimi’nin ve TC devletinin nasıl kurtulacağı ile ilgilidir.

Sanki, “Asiye Nasıl Kurtulur” oyunundayız. Ama bu kez, yardıma muhtaç olan Asiye değil, bu kez kurtarılması gereken TC devleti.

Cephe geniş. Kurtarma cephesinde, Saray Rejimi var, Erdoğan da var, Perinçek de, Bahçeli de var, Şems de, Diyanet İşleri de var, çocukların ırzına geçen tarikatlar da, işadamları da var, büyük çeteler de, Koç da var, beşli çeteler de, bankalar da var, tefeciler de, uluslararası sermaye de var, mafya da, burjuva muhalefet de var, CHP de var, İYİ Parti de, Özdağ da var, Soylu da, liberal solcusu da var, “aydın” da, OYT de var. Cephe geniş. Hepsi farklı farklı yerlerde, bu devlet nasıl kurtulur tartışması içindedir.

Devleti kurtarmaya soyunan tüm bunlar, aynı zamanda “devleti” kendi kontrolüne, kendi efendisinin kontrolüne almak için de güç kullanmaktadır.

Görüldüğü gibi, gayet “beyefendi”lere yakışır işleri var. Öyle biz devrimciler gibi, komünistler gibi, devleti yıkmaya çalışmıyorlar. Bizimkisi haydutluk, onlar haramileri geride bırakan yol kesme numaralarını yaparlar ama “saygıdeğer” adamlardırlar.

Sedat Peker mesela bazı açıklamalar yapıyor. Bir bölümü, “Sedat Peker’e mi düştünüz, onunla mı Saray Rejimi’ne muhalefet edeceksiniz” diye sormaktadır. Soranlar, Peker’i tasfiye etmek isteyen eski işbirlikçileridir. Karşı cepheden ise, evet onun açıklamalarını önemsiyoruz, değerli buluyoruz demeden önce, “Peker bir suç örgütü lideridir” açıklaması geliyor. Zaten Peker kendi suçlarını da açıklıyor. Ama muhalif olanlar, “şimdi suç örgütü liderini övmeyelim” diyorlar. Eğer överlerse, bu kez iktidar, “bak bunlar mafya ile işbirliği yapıyor” dermiş ve halk da bizimkilere oy vermezmiş. Sizce, hangisi aptallıktır? Bir suç örgütü lideri kendi bildiklerini açıklayınca, bunları önemli bulanlara, suçlananların “bak bunlar mafya ile işbirliği yapıyor” diyerek oy kaybettirmeleri mümkün müdür? Diyelim mümkün ise, o hâlde, siz de basını değiştirecek hamle yapın. Efendim yapamayız, çünkü Saray çok güçlü. O hâlde, neden Saray’ı beceriksizlikle, liyakatsizlikle suçluyorsunuz, siz mücadele yöntemlerinizi değiştirin, cepheden saldırın. Yo, bu olmaz, o zaman devlet zarar görür. Siz karar verin, hangisi aptalcadır? Hangisi iş bilmezliktir?

Peker açıklamaları ile, milyonlarca insana erişiyor. İzlenme rekorları kırıyor. Üstelik açıklamaları içinde, bilinmez şeyler çoğunlukta da değil, çoğu zaten konuşulan şeyler. O “oy”unu artırıyor, ama burjuva muhalefet bu nedenle oy kaybedecekmiş.

Diyelim ki Sedat Peker içişleri bakanı olsa, Soylu’nun yerine geçse, sizce, liberal solcular, sizce efendi ve saygın muhalifler, sizce devletin düştüğü hâllerden utanmayan yöneticiler nedeni ile hicap duyanlar, daha mı kötü olur? Kanımızca, Peker, Soylu’dan bin kat daha saygındır. Şimdi buradan, bu cümleden, bazı solcular, bizim aslında Peker’i desteklediğimizi de söyleyeceklerdir. Eğer onlar Soylu’yu destekliyorsa, bizi de Peker’i desteklemekle suçlayabilirler. Sakıncası yoktur.

Uslu muhalefet olmaz.

Burjuva anlamda da olsa muhalif, ciddi olmak zorundadır. Saray Rejimi’ni liyakatsizlikle, iş bilmezlikle, Saray Rejimi’ni hukuku ayaklar altına almakla vb. suçlamak, aslında, Saray Rejimi’ni desteklemektir. İşlerini gayet iyi biliyorlar. Nerede ustalaşmış bir hırsız varsa, nerede rant kokusu alan birileri varsa, nerede ABD adına tetikçilikte mahir birisi varsa, nerede iç savaş hukuku konusunda uzman varsa, nerede katil ve cani varsa, nerede savaş müptelası varsa, nerede uyuşturucu baronları varsa, nerede din taciri, “Allah’ın cebinden peygamberi çalma”da maharetli varsa, kendilerine sadık kalmaları koşulu ile, hepsini toplamaktadırlar. Bu gayet becerikli, gayet liyakate uygun, bu gayet iç savaş hukukunun gereklerini gören bir tutumdur.

Hukuk ayaklar altında değildir, Saray’ın elinde bir silahtır.

Burası laik, sosyal bir hukuk devletidir diyenler, kendi gözlerini, varsa başka algılama organlarını kontrol etsinler. Bir şeyi varmış gibi düşünmekle, o şey var olmaz.

Sevgili duyarlı, devlet saygınlığı, Batı normları, NATO değerleri konusunda hassas, Saray Rejimi’nin davranışlarını devlete yakıştıramayan “aydın”larımız, utançlarından kurtulmak istiyorlarsa, direnişlere bakacaklar. O kadar bakacaklar ki, içine girecekler. İşte o zaman onların tedavi olması, iyileşmeleri mümkün olabilir. Kendine bir garantili konuşma mesafesi bulup da, o mesafeden devlet adına utanç duymak, sizin niyetinizi sorgulamasak da, devlete destek olmaktır, Saray destekçiliğidir, bu devlet nasıl kurtulur sorusunun beyinde fazla yer kaplamış hâlinin yansımasıdır.

Bize, bunu, hümanizm olarak sunmayın.

Siz, istediğiniz kadar liberal olup, istediğiniz kadar devleti savunun, istediğiniz kadar “temiz devlet” kampanyası yürütün. Sorun değil. Ama bize bunu, hümanizm olarak sunmayın. Bize, sizin körlüğünüzü gerçeklik, gözlerinizi kapattığınız gerçekliği, başka türlü sunmayın. Öldürülen kadınların, katledilen Kürt gençlerinin, coplanan öğrencilerin, öldürülen Gezi gençlerinin, bu ülkenin tarihindeki katliamlardan ayrı bir şey olduğu masalını bize anlatmayın. Çünkü, bu noktada bizimle alay eden sadece Saray Rejimi, TC devleti değil, siz de oluyorsunuz.

Devleti kurtarma cephesi oldukça geniştir.

Elbette, Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyen Erdoğan ile, mesela Bahçeli bile aynı duygulara sahip değildir. Bu nedenle devleti kurtarmak isteyen, mesela Oğuz Kaan Salıcı’yı, Erdoğan ile aynı kefeye koymayız. Aralarında farklılıklar var. Biri dünden beri görevi gereği iktidarda olan, biri ise dünden beri görevi gereği muhalefette olandır. Her biri devleti kurtaracağım derken aynı görüşleri savunmazlar.

Bu ülkede, TC devleti içinde muhalefet, burjuva anlamda asla muhalefet demek değildir. Baykal, yıllarca muhalefette oldu ve doğrusu onun Saray Rejimi’ne katkıları tartışılmazdır. Demek ki, aslında aynı zamanda iktidardır. Baykal, mesela size göre saygın birisi midir? Bu sonuca varmak için giyim tarzına mı bakarsınız?

Burjuva muhalefet, aslında Erdoğan olmadan bir Saray Rejimi’ne razıdır. Bunu nereden mi anlayabiliriz? Şuradan; tüm eleştirileri Erdoğan’adır. Erdoğan devleti “itibarsızlaştırmakta”dır, Erdoğan, “beşli çeteleri beslemektedir”, Erdoğan, rantiyedir, Erdoğan liyakati ortadan kaldırmıştır, Erdoğan hukuka uymamaktadır vb.

Sahi, bunları sadece Erdoğan mı yapıyor? Evet, Erdoğan, yağma-rant-savaş ekonomisinin, ABD adına tetikçiliğin, Türk-İslam sentezinin, Fuller’in isimlendirmesi ile “Yeni Türkiye”nin, belkemiği olmayan, efendiler tarafından “seçilmiş”, halka uyduruk seçimlerle onaylatılmış, projeye uygun adamıdır. Bu tamam. İyi ama, hukuka uyan, yağma-rant ve savaş ekonomisinin parçası olmayan bir devlet çarkı mı var? Beşli çetelere paralar gidiyor da, bankalara gitmiyor mu? TÜPRAŞ, bir yağma değil midir?

Oysa Kılıçdaroğlu ve Akşener’e sorarsanız -bu ikisi nezdinde tüm burjuva muhalefeti kastediyoruz-, diyeceklerdir ki, Erdoğan giderse, sorun yok. İşte Erdoğan giderse, Saray Rejimi, Erdoğan’sız sürdürülebilir vurgusu burada saklıdır. Madem tüm sorunlar Erdoğan gidince çözülecek, o hâlde, bunların Saray Rejimi ile bir sorunları yoktur. Demek istiyorlar ki, başka birisi gelir, devleti düzeltir, saygın ve efendi bir insan olur (zaten Ekmeleddin öyle değil miydi, son derece beyefendi, son derece saygın), saygın ve efendi olarak, mesela narko merkezi hâline gelmiş olan ülkeyi mafyalardan kurtarır ve devlet kurtulmuş olur. Halk? Halk bu yolla kurtulur mu? Şimdi olmadı, bu soru yanlış, önce devleti kurtarmalıyız, bir gün sıra halka da gelir değil mi? İşçisi, işsizi, kadını, öğrencisi, açı, evsizi zaten böyle yaşamaya alışıktır. Önce devleti kurtaralım. İşte böyle düşünülüyor.

Bu nedenle diyoruz ki, meseleyi Erdoğan meselesine indirgediniz mi, meseleyi sadece beşli çete meselesine indirgediniz mi, gerisi kolay oluyor, devleti kurtarmak, Saray Rejimi’ni kurtarmaktır hâline geliyor. Burjuva muhalefetin söylediği de budur.

Diğeri, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”, belki bir başka baharadır. Önce devleti kurtaralım, sonra eğer halk buna razı olmazsa, efendi bir diktatörle, Erdoğan tarzı bir diktatörle değil de, yumuşak huylu bir diktatörle Saray Rejimi’ni sürdürmeye halk razı olmazsa, işte o zaman parlamenter sistem yedekte dursun.

Acaba, bu ülkede Saray Rejimi’nin ne olduğu gerçekten doğru kavranıyor mu?

Liberal sol, CHP’nin etkisi altına girmeye yatkın sol, aslında devletin bugünkü durumunu, Saray Rejimi’nin ne demek olduğunu anlamıyor. Sanıyorlar ki, seçimler ile her şey değişecek. İşçi ve emekçilere de bu hayali veriyorlar. Bugün, Saray Rejimi, seçim meçim yok, diye bir açıklama yapsa, yaşadıklarına katlanmakta ve sabretmekte olan milyonlarca insan, harekete geçme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle Saray Rejimi, bunu açıklamaz. Bu nedenle, tersinden de CHP, seçimin yapılacağının garantisi olduğunu ilan eder. İyi ama, TC devletini, Tekelci Polis Devleti’ni, bu olağanüstü örgütlenmeye, yani Saray Rejimi’ne zorlayan etkenler ne oldu? Bunlar ortadan mı kalktı? Egemenler, içlerine emperyalist efendileri de koyun lütfen, bugün Türkiye’de organize ettikleri Saray Rejimi’nden neden vazgeçsinler?

Eğer Saray Rejimi, Erdoğan’ın histerik hâllerinin sonucudur diye düşünmüyorsanız, eğer Saray Rejimi’nin dayandığı yağma, rant ve savaş ekonomisi Erdoğan’ın kararlarının ve iradesinin sonucudur demiyorsanız, eğer TC devletinin ABD tetikçisi olarak Suriye, Kafkaslar, Balkanlar, Libya faaliyetlerini Erdoğan’ın seçimleri olarak okumuyorsanız, Saray Rejimi’nin bir seçimle ortadan kalkacağını nasıl iddia edersiniz, bunu nasıl işçi ve emekçilere bir rota olarak gösterirsiniz? Eğer, gerçekten tüm bunların Erdoğan’ın bozuk kişiliğinin ürünü olduğunu söylemiyorsanız, bunların seçimle düzeleceğini söylemek, işçi ve emekçileri mücadeleden, direnişten, velhasıl devrimden uzak tutmak için söylenen bir yalan olduğunu kabul etmek zorundasınız.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, krizin tüm faturasını yıkmak için uğraşan, yağma-rant ve savaş ekonomisine dayanan, tekellerin, tüm burjuvaların, sadece beşli çetelerin değil, tüm parababalarının, emperyalist efendileri tarafından dayatılan olağanüstü devlet örgütlenmesidir. Saray Rejimi, hiçbir zaman “demokrasi” anlamına gelmeyen tekelci polis devletinin, olağanüstü örgütlenmesidir. Saray Rejimi, emperyalist efendilerin kendi aralarındaki Batı’nın kendi aralarında paylaşım savaşımının etkilerini taşır. Saray Rejimi, Kürt devrimini bastıramamanın, bunun üzerine gelen Gezi Direnişi’ni bastıramamanın dayattığı bir olağanüstü örgütlenmedir. Tüm burjuvazinin ortak örgütü olan devletin, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Saray Rejimi, asla seçimlere dayanmamıştır ve ABD emperyalizminden bağımsız değildir.

Türkiye, bir sömürge ülkedir. Bu sömürge ülke, uzun yıllar NATO üyesidir ve NATO mekanizması ile siyasal olarak ABD’ye bağlıdır. Ekonomisi ise Avrupa’ya, daha çok da Almanya’ya bağlıdır. Bu farklılıklar, SSCB var iken, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş bir ülke olduğundan, görünmez hâlde idi. Oysa bugün, Batı emperyalist güçleri, kendi aralarında dünyayı paylaşmak için savaşa girmişlerdir. Bu nedenle, Almanya, ABD, Fransa, İsrail, İngiltere en aktif güçler olarak TC devletinin içinde etkindirler. Saray Rejimi, bu nedenle emperyalist güçlerin paylaşım savaşımının etkisi altında oluşmuştur. Bir devletçi gücün, bir başka devletçi güç tarafından tasfiyesi buna dayanır. Çeteler arasındaki savaşlar, bir yandan ekonomik nedenlere dayanırken, bir yandan da, her gücün devlet çarkını ele geçirme isteğine dayanır.

Almanya veya AB, ekonomik alandaki gücüne uygun olarak siyasal alanda ABD gücünün yerine geçmek ister. ABD ise, NATO kanalları ile örülmüş siyasal gücünü destekleyecek bir ekonomik güç elde etmek ister.

Sorudur: Acaba Türkiye’nin bir karapara cenneti ve bir narko devlet hâline gelmesi süreci, bu emperyalist efendilerden, ABD ve İngiltere’den bağımsız mıdır? ABD, uyuşturucu ile ve karapara ile, beşli çetelerle, devlet olanakları ile vb. ekonomik olarak bir güç toplama yolunu seçmiş değil midir?

Elbette tüm bu süreçten Erdoğan ve ailesi ciddi bir pay alacaktır. Tersi mümkün değildir. Bu durum, emperyalist efendileri için de sorun değildir. Zira o paraları, istedikleri zaman geri alırlar. Bu paraları, mesela Çin’e kaçıracak değildir Erdoğan ve ailesi. Batı sistemi içinde bu paralar, her zaman efendilerin elindedir. Mesela İsviçre’de, 8 milyar dolarlık bir meblağları olduğu söylenmektedir. Saddam’a bakın, gerisini anlayabilirsiniz. Erdoğan’ın aldığı rüşvetler bu açıdan katlanılması gereken bir maliyettir. ABD ve efendiler, kirli işleri yapmak için bir öğretmen bulacak değildirler, bir suçlu bulmak zorundadırlar.

Demek ki, ülkenin narkotik bir merkez, bir uyuşturucu merkezi hâline gelmesi, öyle rastlantı falan değildir.

Eğer öyle ise, Afganların vb. gelip ülkede 400 bin dolar karşılığı daireler alarak vatandaş olması rastlantı değildir. Bu durumun, ülkede müteahhitlerin ve emlakçıların ceplerini doldurma karşılığında, konut krizine, konut fiyatlarının yükselmesine yol açması, doğrusu Saray Rejimi’nin iş bilmezliğinin sonucu değildir, iş bilmesinin karşılığıdır. Gayet iyi şekilde işi biliyorlar. Zaten yaptıkları iş, efendileri ne diyorsa onu yapmak, bu arada ceplerini doldurmaktır. Soylu, mesela cebini düşünmekten başka bir şey yapmaz, tıpkı müzik anlayışının poliçe keserken nokta vuruşlu printer’ın çıkardığı ses ile sınırlı olması hâli gibi.

İşte sorun şuradadır: Durumu düzeltmek için, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımının etkileri (mesela bölgede tetikçi olarak ABD adına rol oynamak), Kürt devrimini bastırmak ve Gezi Direnişi’nin etkilerini bastırmak için organize edilen bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, Saray Rejimi, çözülmektedir.

Sorun, bu hâli ile, böyle devam etmenin, egemenler için zorluğudur. Bir çözülüşü durdurmak için organize edilmiş olan olağanüstü rejim, Saray Rejimi, çözülüşü durduramamıştır ve şimdi kendisi de çözülmektedir.

İşte bu konuların, bu pis kokuların kaynağı budur. Artık, devletin kanalizasyon sistemi, sistemin ürettiği ve sürekli ürettiği pisliği görünmeden taşımaya yetmemektedir. Tüm ülkeyi, her alanı bir koku sarmıştır. Bu, çürüme kokusudur.

İşte Saray Rejimi, bu nedenle, çok ama çok korkmaktadır.

Tüm tekeller, sadece beşli çeteler vb. değil, bankalar, Koçlar, Özilhanlar, Eczacıbaşılar, Sabancılar, Doğuşlar vb. çok ama çok korkmaktadırlar.

Sadece Saray’ın sakinleri değil, muhalefet görevi ile Saray Rejimi’ni destekleyenler de çok korkmaktadır.

Elbette bu korku, en çok Saray’da yansımasını bulmaktadır. Bu doğal olanıdır. Bir çürüme nasıl vücudun belli yerlerinde daha önce başlarsa, bir korku da bir sistemin en tepesinde daha önce ortaya çıkar. Saray, içine Erdoğan da dahil, korku içindedir.

Egemen, korktuğu zaman, kayığa binip kaçmaz. Egemen korktuğu zaman, cennetini kaybedeceği için, benden sonrası tufan anlayışını geliştirir. Egemen, kendini sağlama almak için, kendi korkusunu, halka, kitlelere bulaştırmak ister.

Bu nedenle, Saray Rejimi, işçi ve emekçi düşmanlığını, halk düşmanlığını, her geçen gün artırmak zorundadır.

Bugün var olan iç savaş hukuku, işte buna dayalıdır. İç savaş hukuku, yasaları kâğıt üstünde anlamsız metinlere dönüştürür. Ancak bizim ülkemizdeki burjuva muhalefet, ancak sömürge bir ülkedeki burjuva muhalefet, bu kâğıt üzerindeki yasaları, demokrasinin göstergesi olarak görür ve gösterir. Ancak sömürge bir ülkedeki burjuva muhalefet, sokakta yaşananı, iç savaş hukukunu görmezlikten gelir. Bunu da halka, her gün yutturabileceğini düşünür. Açlığı yok sayarak, iç savaş hukukunu yok sayarak, insanları sürekli yalanlarla avutabileceklerini düşünmeleri, efendilerinin emirlerine, en az Saray Rejimi kadar sadık olmalarındandır.

Korku, en tepede, en fazla hissedilir.

Korku, egemen için daha büyük ve yoğun şiddet ile kendini ortaya koyar. O çok sevdikleri Abdülhamid döneminde de böyle idi. Abdülhamid, önce halktan korktu, sonra Saray çevresinden, sonra kendi tuttuğu casuslardan korktu, sonra kendi ailesinden, en sonunda kendi gölgesinden korktu ve korkularının tümü gerçek oldu. Ya Allah’ın iyi kulu idi ve duaları gerçekleşti, her gün düşündüğü korkuları yaratan tarafından “istek” statüsüne alınıp olur verildi ya da korkuları onu daha da korkak yaptı ve sonunda ayakta duracak hâli kalmadı. Sonuçta korkuları gerçek oldu.

Bugün Saray Rejimi’nin korkuları da boylarını aşmış durumdadır.

Korku, eğer bir benzetme ile bir çeşit foseptik çukurunun içinde debelenmek olarak ele alınırsa, korkunun boyunu aşması, belki daha iyi anlaşılır.

Saray Rejimi’nin korku ile imtihanı bu durumdadır.

Biliniyor, Erdoğan, en çok hakarete uğrayan cumhurbaşkanı unvanını almak için, bu alanda da “reis” olmak için bir hayli aktiftir. Avukatları, illa kendisine, “en çok hakarete uğrayan cumhurbaşkanı” unvanını vermek istiyorlar. Bunun elbette tescili lazım. Yoksa, düşünün, bir ülkede bir cumhurbaşkanı her gün küfürler yiyebilir ama bunu, kaç küfür yediğini nasıl sayacaksın? Diyelim ki, Hitler, belki de en çok küfredilen adam değildir, belki de Churchill daha çok küfür ve hakaret işitmiştir. Bunu nasıl sayabilirsin? Bunun için bir yol bulundu. CHP muhalefeti, bir de Saray için, liyakatsiz kişilerden oluşuyor diyor. Yanlıştır. Hiçbir yerde bu denli usta hırsızlar, bu denli becerikli dolandırıcılar yoktur. “Allah’ın cebinden peygamberi çalacak” kadar mahirdirler. İşte en çok hakarete uğrayan cumhurbaşkanı unvanını almak için de davalar açıp, sayıyı netleştirmek istemiş olabilirler.

Durum şudur:

2021 yılı sonu itibari ile, 194 bin 142 kişiye Cumhurbaşkanı’na hakaret soruşturması yapılmıştır. İşte size bir rakam.

Korkuyu gösterir.

Bazan sayılardan daha çok, sayıların içindeki detaylar, daha iyi bilgi verirler.

Cumhurbaşkanı’nın dava açtığı, 18 yaşından küçük, yani CHP’nin hukuk devletiyiz dediği şeyi dayandırdığı yasalara göre reşit olmayan (Erdal Eren, reşit olmadığı hâlde, yaşı büyütülerek idam edilmiştir), yani çocuk diye kabul edilen kişi sayısı 305’tir. Bu 305 “çocuk”, Cumhurbaşkanı’na hakaretten davalık olmuştur. Bunların, 204’ü, 15-17 yaş aralığında, 101 kişisi ise 12-14 yaş arasındadır. Garanti veriyoruz, ebeveynleri müdahil olmasın, bu yaş sınırı 6 yaşına kadar iner.

Sizce, bu durum, korku denilen şeyin ne olduğunu göstermez mi?

Yoksa Cumhurbaşkanı’nın avukatları, bu davaları açıp da, akılsızca Cumhurbaşkanı’nı zor durumda bırakmak mı istemiş? Kesinlikle değil.

Tersine Saray Rejimi, halkı, kitleleri, gelişmekte olan direnişi bastırmak istiyor. Kendi korkusunu halka, işçi ve emekçilere bulaştırmak istiyor. OYT’de var olan, “aydın”larda var olan korkunun kaynağı, Saray Rejimi’nin kendisidir. Bu korkusunu egemenler, işte bu yollarla işçi ve emekçilere, toplumun geniş kesimlerine, kadınlara ve gençlere bulaştırmak istiyorlar.

Ülkedeki karapara, ülkedeki uyuşturucu çetelerinin egemenliği, kadına karşı şiddet, her türlü şiddet, bizzat egemenler tarafından, yol verilen şiddettir. Onlar bu yolla, insanların düşünme ve karar verme yeteneklerini dumura uğratmak, geniş kitleleri susturmak istiyorlar.

Bu nedenle, her grevde, her hak arama eyleminde, her öğrenci gösterisinde, öğrencilerin en küçük bir hak arama eyleminde, kadınların her sokağa çıkışında, baskı ve şiddetle, polis copu ve TOMA ile yanıt veriyorlar.

Bir süre sonra, insanlar buna alışır. Her hak arama eylemine polisin geleceği bilinir. Ve buna devam edilir. Bir süre sonra, o polis de, bunun bir parçası olur, protestocu ile yakınlaşır.

Saray Rejimi, kendi korkularını ne kadar halka, geniş kitlelere yansıtmak isterse istesin, kendi korkuları asla hafiflemez.

Gerçekte, hümanist “aydın”larımız, gerçekten hümanistlikte ciddi iseler, bu Saray erkânına acıma hissetmelidirler. Onlar adına utanmakla yetinmesinler. Onlara acısınlar. Bir an önce bu acılarının son bulması için, devrim cephesinin önünden çekilsinler -ki yardımlarını istemeyiz-, onlara yardım edip, bizim önümüzden çekilsinler ki, adlarına utandıkları Saray Rejimi bir an önce yerle bir olsun. Biraz gözyaşı dökerler ama bu korku ile onların yaşaması zaten bir hayat sürme sayılamaz.

Seçimler, “demokrasi” ve işçi sınıfı

Giderek, son günlerde seçimlerin yapılacağına dönük algı güçleniyor. Özellikle Kılıçdaroğlu’ndan gelen “garanti”lerin etkisi ile, normal seçim süresinin de yaklaşmakta olduğu hesaba katılarak, bu algı güç kazanıyor.

Hatta, bir bölüm insan, “eninde sonunda seçim yapılacak” düşüncesi ile, seçimlerin savaş vb. nedenlerle ertelenmesi durumunda bile, bir gün yapılmak zorunda olduğunu öne sürüyor.

Böylece seçimlerin yapılacağı düşüncesi, yapılmayacağı düşüncesine göre daha geniş kalabalıkları etkiliyor. Hatta seçimler yolu ile Erdoğan’ın gideceği, dahası, Erdoğan gidince ülkemize “demokrasi” de geleceği umudu yayılıyor.

Gerçekten de üzerinde durmaya değer bir durumdur bu.

Eğer, diye söyleniyor CHP tarafından, bir ülkede seçimler yapılıyorsa, o ülkede diktatörlük yoktur. Bu fikir açıkça söyleniyor. Bu fikri destekleyen pek çok “öğretim üyesi”, “hukukçu”, “siyaset uzmanı” var. Tümünü tırnak içine aldım, çünkü bu unvanlardaki kişilerin söylüyor olması, bu konulardaki “doğru” bilginin adresinin öğretim üyeleri, hukukçular ve siyaset uzmanları olduğu anlamına gelmiyor.

Aslında bu tüm Batı dünyasının ölçüsüdür.

Duyarsınız, “insanî gelişim endeksi” ya da “demokrasi endeksi” gibi adlarla ülkeler sıraya dizilir. Belki ülkelerdeki zenginliği, bu zenginliğin dağılımında halka ne denli bir pay düştüğünü, işsizlik, evlilik, ölüm, açlık vb. gibi konulardaki istatistiklerin bir anlamı vardır. Ama “insanî gelişim endeksi” vb. gibi sınıflamaların tümü ile Batı dünyasının, kapitalist sistemin metropollerinin, yani emperyalist merkezlerin değer yargılarına göre oluşturulduğunu ve ideolojik saldırının bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Bu böyledir de.

Sanırım bu konu uzun bir tartışma konusudur da. Çünkü, sol liberaller, liberal solcular, bazı “aydın”lar, NATO tedrisatı ve Batı değerler sisteminin savunuculuğunu kendine iş edinmiş olanlar, bu “endeks”leri çok severler. Demokrasi endeksinde mesela ABD, İngiltere, Almanya vb. çok önde, yükseklerde çıkarlar. Zaten endeksin değerlerini de onlar verirler. Tıpkı bizim TÜİK’in enflasyon sepeti çalışmaları gibi, büyük yalanların istatistikle gizlenmesidir bu. En tepede yer alan İngiltere’nin “demokrasi” endeksini siz bir de İrlandalılara sorun, Malezya’ya sorun mesela, Afrika’nın altın madenlerinin etrafında ikamet eden halklara sorun, mesela Hindistan halklarına sorun. Siz ABD’nin demokrasi endeksini Guantanamo’da kalanlara sorun, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda anlaşmalar imzalanıp “barış” geldikten birkaç saat sonra Hiroşima’yı bombalayan ABD’nin insanî gelişim endeksinin içeriğini Hiroşima’dan sonra ayakta kalan Japonlara sorun.

Bu büyük yalandır, büyük ikiyüzlülüktür.

Bugün, Kürt halkına katliam politikalarını dayatanlar, “demokrasi endeksinde” zaten diplerde olan TC devleti değildir sadece, bu endekste yukarılarda yer alan AB, ABD ve İngiltere de içinde tüm emperyalist Batı dünyasıdır.

Daha fazla uzatmaya gerek yok. Çünkü eğer bu endekslerin detaylarına inecek olursak, ki gereklidir de, makalenin sınırlarını çok zorlamış olacağız.

Demek ki, bir ülkede seçim varsa, o ülkede “demokrasi” var düsturu, Batı’nın ölçülerini ifade etmektedir diyebiliriz.

Elbette, sonuçta seçimler önemlidir. İyi ama, gerçekten adil seçimler önemlidir.

Mesela, eğer adayları halk seçemiyorsa, o seçim nasıl demokratik olabilir? Mesela ülkemizde milletvekili adaylarını kim seçer? Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener vb. Yani partilerin merkezleri seçer. Ve dahası o milletvekili için, milletvekilliği, “demokratik ve eski sistemimizde” bile, seçim bir yatırımdır. Milletvekili adaylığı bir merkez tarafından seçilen kişinin, mesela 300 bin TL para vermesi de gereklidir (Bu miktar partiden partiye değişir). Milletvekilliği maaşı 20 bin TL olsa, yılda 240 bin maaş almış olacak ki, bu seçim dönemi sonuna kadar 1 milyon TL eder. Bu 1 milyon TL, deyim uygun düşürse, tamamen “kâr” değildir. Zira, maaştır ve bir bölümü harcanacaktır. Bu durumda milletvekilliğini kârlı kılacak tek şey, bu sayede elde edilecek “haklar” ve yağmadan alınacak paydır. Diyelim ki siz bir uyuşturucu baronusunuz, milletvekili oldunuz, elde edeceğiniz gelir sizi ilgilendirmiyor, bu sayede erişeceğiniz eşsiz olanaklar sizin konunuzdur. Eğer yağma-rant ve savaş ekonomisi var ise, bundan pay almak üzere milletvekilliği yatırımı yapabilirsiniz.

Aday oldunuz diyelim. Eğer seçilebilecekseniz, önce birileri tarafından seçilmiş olmalısınız. İşte bu adaylıktır. Sizi, mesela bir ilden ilk sıraya koyduklarında bazan bu garanti iken, bir ilden 5. sıraya koyduklarında da seçilmeme garantiniz var demektir.

Şimdi geriye şu soru kalıyor: Acaba, sizin partiniz, seçimlerden güçlü çıkacak mı? Eğer bu olursa, şansınız artmaktadır.

Buraya kadar, aslında sandıkta, seçim sürecinde hiçbir manipülasyonun, hilenin vb. yapılmadığı bir durumu konuştuk.

Bu hâli ile buna “demokratik seçim” diyebilir misiniz? Sanırım hayır diyeceksiniz. Seçilmiş birilerinin halka seçimler yolu ile onaylatılması sürecidir bu. Zira, hiçbir burjuva parti zaten demokratik bir kurum değildir. Seçimle işbaşına gelenin istenildiği zaman görevden alınamadığı bir sistem, demokratik diye nitelenemez.

Kaldı ki, bizim gibi sömürge ülkelerde, kimin, hangi “ekip”in seçileceği, uluslararası merkezlerce karar altına alınır. Mesela Mustafa Balbay, ABD’ye gidip, bizi seçin, biz İran’a karşı daha etkili mücadele yürütürüz, dememiş midir?

Mesela bugünlerde Soylu ile kapışan Ümit Özdağ, Soylu’nun kendisine ABD çocuğu demesine karşılık olarak, bir hafta süre verdikten sonra, Soylu’nun ABD elçisine beni destekleyin parti kurayım haberi gönderdiğini, ABD elçisinin de Soylu’ya, önce uyuşturucu işini bırak dediğini açıklamamış mıdır? Demek ki, herkesin, “siyaset uzmanları” bilir mi bilmiyoruz, ama “uzman siyasetçiler”in hepsinin, seçilmenin yolunun Washington’dan geçtiğini bildiklerini varsayabiliriz.

Sorudur: Kılıçdaroğlu, seçim yapılacağını garanti ediyorsa, ne zaman ABD yolcusudur?

Şimdi, anladık ki, efendiler (biz buna Almanya-Fransa-İngiltere ve ABD diyebiliriz), önce birilerini, muhtemelen bir “ekip”i seçiyorlar. Bu seçim, kapalı kapılar ardında yapılıyor. “Demokrasi” tam da budur. Ben öyle, çiftliğimi yönetecek kişiyi, çiftlikteki “cahil” halkın oylarına bırakamam. Değil mi? Kapalı kapıların ardında seçilen bu kişi ve ekip, halka onaylatılmak üzere bir seçime gidiliyorsa, buna “demokrasi” diyorlar. Bunun için her türlü manipülasyon devreye giriyor. Mesela bugün ABD’de, Trump’ın seçildiği seçimlerin hileli olduğu, demokratik olmadığı söyleniyor. Ne güzel. Sandıklar kaçırılmamış, içlerinden oylar çalınmamış, geçersiz oylar geçerli sayılmamış, asker tarafından insanlar sıraya dizilip oy kullanmaya zorlanmamış, kimseden oyunu açık atması istenmemiş, oylar büyük hilelerle sayılmamış, elektrik hatlarına kedi girmemiş, çöplerden oylar toplanmamış olduğu hâlde, ABD’de seçimlerin “demokratik” olup olmadığı tartışılıyor. Demek ki, Facebook vb. sosyal medya üzerinden yapılan manipülasyonlar açıktan kabul edilir durumdadır. Yani seçimlere hile karışıyormuş. Ve bu durum “demokrasi”nin varlığını gölgelemiyormuş.

Demek ki efendi, kendi çiftliğini yönetecek kadroyu, öyle cahil halka onaylatmıyor, risk almıyor. Bu kadronun seçilmesi için, bunu sağlamak için her türlü, yasal veya yasadışı mekanizmaya sahiptirler ve bunu yapıyorlar. Sonra “atı alan Üsküdar’ı geçiyor.”

Tüm bunlara rağmen, seçimler önemlidir.

Seçimler “demokrasinin” olduğunun ölçüsü değildir. Asla.

Ama seçimler, birçok açıdan, tüm hilelere rağmen, bu hileleri bilenler için bir gösterge olabilir, halkın eğilimlerini ortaya koyabilir, dahası, ciddi bir olanaktır, sistemin deşifre edilmesinde güçlü olanaklar sunabilir. Her zaman mı? Elbette hayır. Birçok durumda bu olanak olsa da, her zaman olacağını söylemek doğru değildir. Dahası belli şartlarda seçimleri boykot etmek de bir olanak, bir yol olabilir.

Öncelik şuradadır ki, seçimlerin yapılması bir “demokrasi” işareti, ölçüsü değildir.

Örneğin Erdoğan, yasalara göre Cumhurbaşkanı, Başbakan, bu hâli ile bir başka Cumhurbaşkanı vb. olamaz. Bunun önünde iki yasal engel var. İlki, Erdoğan’ın 4 yıllık üniversite diploması yoktur. Demirtaş’ın, tam da yağma, rant ve savaş ekonomisi gerçeğine de işaret eder tarzda “neden üniversite arkadaşlarının hiçbirini bir yerlere yerleştirmedin” sorusu bunu işaret eder. Erdoğan, elbette bu soruya, “üniversite dönemimdeki arkadaşlarıma, ilkokul dönemindeki kadar yakın olamadım” diye yanıt verecek değildir elbet. Diploması olmaması, bizim için sorun değildir. Sadece sistem, yasalar bunu öngörmektedir ve Erdoğan’ın dönemi iptal edilmek zorundadır.

İkincisi var. Erdoğan epilepsi hastasıdır. Bu kamuoyuna açıklanmıştır. Yani bilinmektedir. Elbette bir insanın hasta olması ayıp, utanılası vb. bir şey değildir. Ama yasalar, bu durumda kamu görevleri konusunda kısıtlamalara sahiptir.

Bu durumda, bu seçimlerin tümü iptal edilmelidir. İyi ama hani seçimler demokrasinin göstergesi idi?

Altılı masa, mesela onlara haber de ulaştıran devlet kanallarını da devreye sokarak, seçimleri bu nedenlere dayanarak iptal etseler, “Erdoğan diktatörlüğü” bir anda çökmüş olmaz mı? “Ülkeyi tek adam rejiminden kurtaracağız” diye bağıranlar, bu yola başvursalar, hiç seçim vb. de beklemek zorunda kalmazlar. Biden ile Erdoğan’ın, görevli olmayan çevirmenlerle görüşmesinin de önüne geçerler. Olmaz mı? Erdoğan’ı iktidardan indirmek için, meşru olmayan seçimleri iptal etmek mümkündür. Olmaz mı?

Hem sonra, mesela Kürt illerinde, ilçelerinde seçilmiş belediye başkanlarını kayyumla değiştirme pratiği ortada olduğuna göre, tek başına “seçim” ne anlama gelebilir ki?

Demek ki, seçim ile “demokrasi” arasında o kadar güçlü bir bağ da yok. Hatta, biraz daha ciddiyete sahip burjuva aydınlar, bakın bizim cepheden olanlardan söz etmiyoruz, derler ki, “demokrasi sadece seçim demek değildir.” Peki daha ne lazım? Mesela yasalara uyulması mı? Öyle diyorlar. Mesela “yasaların demokratik olması” mı? Öyle diyorlar. En azından “insan hakları” konusunda uluslararası hukuka uygunluk lazım, diyorlar. Biz demiyoruz, onlar, biraz ciddiyete sahip burjuva aydınlar söylüyorlar.

Onlara göre seçimlerin varlığı önemli de olsa, “demokrasi”nin varlığının kanıtı değildir.

Biz biraz daha ileri gitmekten yanayız.

“Demokrasi” dedikleri şeyin, bugün, bir burjuva devlet örgütlenmesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi, burjuvazinin diktatörlüğü demektir.

Her devlet, bir sınıf için demokrasi, bir sınıf için ise diktatörlüktür. Burjuva devlet, her zaman burjuvalar için bir demokrasidir. Ve elbette burjuva devlet, işçiler için, köylüler için, tüm emekçiler için katıksız bir diktatörlüktür.

Köleci devlet, köle sahipleri için bir demokrasidir, köleler için bir diktatörlük. Feodal devlet, beyler için, soylular için bir demokrasidir, katıksız ve köleci devlete göre daha gelişmiş cinsinden, ama serfler için bir diktatörlüktür, hem de köleci olandan daha vahşi bir diktatörlük. Kapitalist devlet, burjuvalar için bir demokrasidir, daha önceki köleci ve feodal devletten daha gelişkin bir demokrasi, ama işçi sınıfı ve emekçiler için bir diktatörlüktür ve köleci devlet ve feodal devletten daha acımasız bir diktatörlüktür.

Kapitalist devlet, burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi, tekel öncesine göre bir evrim geçirmiştir. Bu evrim, 1900’lerin başı ile başlamış, Ekim Devrimi ile sürmüş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam şeklini almıştır. Burjuva devlet, tekellerin devletine dönüşmüştür. Tekelci sermaye, burjuva sınıfın tümünün çıkarlarının genel olarak koruyucu bir sistemi kurarken, aynı zamanda tekellerin çıkarlarını önceleyen bir sistem kurmuştur. Ne kadar hâkim isen, ne kadar zengin isen, kapitalist demokrasi senin için o kadar vardır. 1870’lerde başlayan tekelci egemenlik, tüm sisteme egemen olmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı, dünyanın bu tekeller, onların devletleri arasında paylaşımı savaşımıdır. Bu burjuva demokrasisi, savaş döneminde ortaya çıkan Ekim Devrimi ile, daha farklı bir devlet örgütlenmesine yöneldi. Yeni burjuva devlet, faşizm olarak ortaya çıktı. Faşizm, Ekim Devrimi’ne, işçi sınıfının komünizm mücadelesine karşı bir karşı-devrim olarak ortaya çıktı. Olağanüstü bir burjuva devlet demek idi. Ama faşizm, tekeller için, parababaları için, kapitalist sınıfın öncüleri için katıksız bir demokrasi idi. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizm yenildi. Bu kez, komünizme karşı savaş, “demokrasi” bayrağı altında, demokrasi şalı altında faşizmin tüm dişlilerini yeniden örgütleyen bir sistemle yapılmaya başlandı. İşte Tekelci Polis Devleti, faşizmin dişlilerini içeren modern burjuva demokrasisidir, modern burjuva devlettir.

Demek oluyor ki, öyle tüm toplum için “demokrasi” diye bir şey yoktur, hiç olmamıştır. Devlet, zaten bir sınıfın diktatörlüğüdür. Tarihsel olarak devlet, sınıfların varlığının itirafıdır. Devlet var ise, diktatörlük, bir sınıfın egemenliği var demektir. Devleti ortadan kaldırmak, ancak tüm toplumun kendini yönetmesinin yolunu açabilir.

Öyle ise, seçimler ve “demokrasi” arasındaki bağ, olsa olsa, ancak burjuva demokrasisi arasındaki bağ şeklinde ele alınabilir. Demek ki, şöyle yazılabilir; seçimler ve burjuva demokrasisi arasındaki bağ ya da seçimler ve burjuva diktatörlük arasındaki bağ ya da seçimler ve günümüz burjuva devleti arasındaki bağ. Eğer böyle yazılırsa, bir itirazımız olmaz.

“Demokrasi”, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyalizmin faşizmi yenmesinin dünya halkları üzerindeki etkisini kırmak için öne çıkartılmıştır ve işçi sınıfına yeni saldırının maskesidir. Egemenler, işçi sınıfına, emekçilere saldırırken, her zaman ideolojik maskelere ihtiyaç duyarlar.

Buradan ülkemizin günceline dönebiliriz.

Varsayım şöyledir:

– Seçimler olacak (Burada bazıları inandırıcılığı güçlendirmek için “er ya da geç” diye ekliyorlar).

– Seçimler “demokratik ve adil” olacak (Hile yapılmasını CHP ve İYİ Parti engelleyecek. Davutoğlu ve Babacan da tam saha pres yapacak. Zaten Ümit Özdağ, Soylu’yu düelloda yenecek gibidir).

– Bunun sonunda, Erdoğan seçimleri kaybedecek (Oysa Erdoğan, şimdiden seçimleri kaybetmiştir).

– Sonunda parlamenter demokrasiye geçilecek.

– Halkın ekonomik ve demokratik sorunları çözülecek. Bu yolla demokrasiye dönülmüş olacak.

Aslında sıralama böyle gibidir.

1

Diyelim ki seçimler oldu (Burada “er ya da geç” vurgusu anlamsızdır. Mesela seçimler eğer savaş bahanesi ile ertelenirse, bu arada her şey sabit kalmayacaktır. Bu nedenle, er ya da geç anlamsız bir vurgudur. Diyelim ki seçimler 2025’te yapılacak, bu durumda yaşam ve tüm siyasal güçler, halk ve iktidar duracak mı, donmuş gibi?). Diyelim ki, Erdoğan iktidarı devretti. Bu durumda Saray Rejimi, yenilenmiş hâli ile, bir açıklama yapacak. Diyecek ki, NATO ve Batı değerlerine bağlıyız. Bu yeni başkanımsı kişi, muhtemelen Kılıçdaroğlu, bir geçiş programı mı açıklayacak? Yoksa, kitlelerde meydana gelen hareketliliğe göre nabız mı ayarlanacak? Mesela Erdoğan yargılansın davaları için gösteriler yapılırsa, o yönde adımlar mı atılacak? Bu arada yeni iktidar, halka ve kitlelere baskıyı mı artıracak?

Mesela bürokrasi, polis ve ordu nasıl temizlenecek? Mesela Milli Eğitim Bakanlığı ne olacak? Ya da mesela tarikatlarla Kılıçdaroğlu daha kapsamlı ilişkilere mi girecek?

Bu durumda başkanlık sistemi denilen şey, bizim Saray Rejimi dediğimiz şey devam mı edecek?

Seçimleri alan ve ardından NATO ve Batı değerlerine bağlılık ilan eden yeni iktidar, belki bu yolla, döviz kurlarının bir nebze olsun tansiyonunun düşmesini sağlayabilir. İyi ama ekonomik sorunları nasıl çözecek? Elbette tekellerin, sermayenin, bankaların ekonomik sorunlarından söz etmiyoruz. Devlet onların devletidir. Ama mesela kira sorunu nasıl çözülecek, mesela gaz fiyatları ne olacak, mesela gıda sorunu ne olacak vb. Tüm bunlar, kapsamlı bir kamulaştırma programı gerektiren şeylerdir. Öyle ekonomik, siyasal, askerî ve bürokratik alanların tümünde bir hamle olmadan, bu sorunlar çözülemez.

2

Bu durumda Kılıçdaroğlu ya da yeni kişi kim ise, doğrudan IMF’ye mi gidecek? IMF’nin vereceği kararlar, bunun için seçilecek kadrolar, bugünden belli midir? IMF, ABD, İngiltere ve AB anlaşması ile hareket edecektir. Bu üçlünün ortaklaşa aynı yerde buluşması, TC devletinin ABD tetikçiliğine devam etmesi demek olacaktır. Bu durumda da bu ittifaklar oldukça geçici ittifaklar olmaya mahkûm demektir.

Eğer tüm bunlar, (a) arkada bir ABD-İngiltere ve Almanya uzlaşması yoksa, (b) bu doğrultuda ABD açıktan ve net bir biçimde Erdoğan’ı bir seçime zorlamamışsa, mümkün değildir.

Erdoğan, ABD emirleri dışında hareket etmeyecektir.

Son dönemde TC devleti içinde artan bir İngiliz etkisinden söz edilebilir. Bu mümkündür. Ama bu sadece ABD ve İngiltere arasında ittifakla çözülebilecek bir mesele değildir. Almanya ve Fransa’nın da bu anlaşmanın içinde yer alması gereklidir. Bu durumda ise, ABD’nin bir anlaşmaya yanaşması mümkün değildir. Avrupa, ABD etkisinden kurtulmak için çok uğraşmış iken, bugün Ukrayna savaşı sırasında yeniden ABD’ye bağlılığını ilan edip durmaktadır. ABD, bunu yapabiliyorsa, Türkiye konusunda neden İngiltere ve Almanya’ya, Fransa’ya el uzatsın? Bu sorudur ve AB’nin azalan etkinliği nedeni ile anlamlıdır.

Demek oluyor ki, Özbekistan’dan sonra ABD’ye giden ve parklarda dolaşan Erdoğan’ın ardından, Kılıçdaroğlu ya da başka bir aday kişinin ABD yolculuğu, aydınlatıcı olacaktır.

ABD, Erdoğan gibi tetikçi olarak kullanmak konusunda elinin rahat olmayacağı bir adaya yaklaşmayacaktır.

3

Dahası, efendiler, Saray Rejimi’nden vazgeçmeyi istememektedirler. 1 Mart tezkeresi sırasında, efendiler, bir yandan ordu, bir yandan parlamento, bir yandan iktidar vb. ile uğraşmışlardır. Şimdi ise kararlar KHK ile verilebilmektedir ve bu durum tetikçilik işini kolaylaştırıcıdır. Şimdi efendilerin bu sistemi feda etmeleri beklenir değildir. Evet Saray Rejimi zor durumdadır. Halk ve kitleler nezdinde inandırıcı değildir. Ama bunu düzeltmek yerine, bunu restore etmek yerine, parlamenter sistemi yeniden gündeme getirmeleri, daha düşük bir ihtimaldir. Efendilerin ihtiyacı farklıdır.

Halkta var olan “parlamenter sistem”e dönme isteği, aslında Saray Rejimi’nden kurtulma isteğidir. Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek değildir.

İşte işler tam da burada karışmaktadır.

Yükselen Saray Rejimi karşıtlığı, eğer Erdoğan karşıtlığına indirgenir ve orada tutulursa, önce Erdoğan gitsin gerisi kolay anlayışı yerleşirse, işte o zaman efendiler, rahat edecektir.

Erdoğan gitsin, gerisi önemli değil, aslında bir kolaycılıktır.

Bir açıdan bakılırsa Erdoğan zaten gitmiş durumdadır. Artık Erdoğan bir güç olarak yoktur. Erdoğan, efendilerin elinde bir alettir ve salt alet durumuna gelmiştir. İktidarda Perinçek, iktidarda Kalın, iktidarda Saray ekonomistlerinden bazıları, iktidarda Diyanet İşleri Başkanı, bazı tarikatlar, bazı hukuk danışmanları, bazı inşaat şirketleri, bazı uyuşturucu baronları tek tek daha etkilidir. Erdoğan, artık bir gücü temsil edebilme olanağını kaybetmiş gibidir. Bu denli sallanması ondandır. ABD’de park yürüyüşleri ondandır. Erdoğan ABD’den yeniden vize almak için yalpalıyor, farklı arayışları varmış gibi görünüyor. ABD’nin eli de o kadar sağlam değildir. En azından “Erdoğan’a bir süre daha ihtiyacımız var” kararını vermeleri mümkündür. Doğrusu bu kararı verirlerse, öyle devam edeceklerdir ve gereğini yapacaklardır.

Bu durum ise, mesela Rusya ve Çin çevresindeki kısa süreli adımlara, Ukrayna ve İran’a, Suriye’ye, kısacası TC devletinin görevli olarak doğrudan veya dolaylı biçimde ABD uzantısı olarak içinde yer aldığı savaş süreçlerine bağlıdır.

4

Kılıçdaroğlu, seçimlerin yapılacağını, hatta bu seçimlerin sonuçlarını bile dile getirip durmaktadır. Bu “özgüven”den çok, devlet içlerinden kendine gelen duyumların sonuçlarıdır. Elbette bunun bir de ABD ayağı olmalı. Ülkemizde ABD’ye gitmeden seçilmek diye bir şey yoktur.

Varsayalım ki, Kılıçdaroğlu seçildi. Ülkeye demokrasi mi gelecek? Elbette hayır.

Varsayalım ki Kılıçdaroğlu, seçimler oldu ve görevi devraldı, ülkeyi mi düzeltecek? Elbette hayır. Eğer ülkenin düzelmesi, tekellere hizmet ise, bankalara hizmet ise, parababalarına hizmet ise, evet onlar için “belirsizliği daha az” bir dönem başlayabilir. Bilirler ki yasalara uyulacak. Ama eğer ülkeyi düzeltmek, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözmek ise, tarımı, ekonomiyi, eğitimi, sağlığı çözmek ise, biliyoruz ki, bin kere hayır. Ülkenin hiçbir sorunu, burjuva egemenliğin devamı ile çözülemez. Bıçak kemiğe dayanmıştır ve ülkenin sorunlarının tek çözücüsü devrim ve sosyalizmdir. İşçi sınıfı dışında ülkenin geleceğini kurtaracak hiçbir güç yoktur.

Kılıçdaroğlu, bir yandan kendini efendilerine kanıtlamak zorundadır, diğer yandan da, halktan gelen talepleri frenlemek zorundadır.

Bu son bir yılda, belki biraz daha uzun bir sürede, kitlelerin taleplerini evlerine hapsetme konusunda epeyce iş gördüğünü, bu konuda bir yeteneği olabileceğini göstermiştir. Bunun bir nedeni aldığı güç ise, bir nedeni de solun bu politika konusunda kendine yardım ediyor olmasıdır. İşçi sınıfı, güçlü bir devrimci örgütlenmeye sahip değildir. Bu nedenle, umut olarak birçok şeye sarılma eğilimi sürmektedir. Ama iktidarda bunu sürdürmesi zordur. Bunun için, bazı ileri hamleler attığında sermaye önünü kesecektir.

Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları, CHP içinde kendini destekleyenleri aramaya dönüktür. Kılıçdaroğlu, MHP’den ayrılan kadroların (onların ülkücü kardeşlerim dediklerinin) desteğini almıştır. Akşener de içindedir. Kılıçdaroğlu, bazı AK Parti eski kadrolarının desteğini almıştır. Kılıçdaroğlu, bazı sol çevrelerin desteğini almıştır. Kılıçdaroğlu bazı Kürtlerin desteğini almıştır. Anlaşılan, şimdi kendi partisinin desteğini almaya çalışmaktadır.

Ancak, tüm bu hamleler, kitlelerin direnişi, eylemler daha ileriye gitmesin diyedir.

5

Aslında CHP, açıktan HDP ile bir ittifaka yönelse ve bunun gereklerini ortaya koysa (ki bu olmaz, yapmazlar), her ikisi seçimleri kazanırlar. Ancak CHP, bu durumun Erdoğan’ın elini güçlendireceği gibi tuhaf şeyleri öne sürmektedir. Oysa, bizzat CHP, devlet kurtarıcısı olarak üstlendiği görevi gereği, HDP ile açıktan bir ittifakın yaratacağı “demokratikleşme” eğilimini kesmek istiyor.

İş gelmiştir ve muhalefetin kitlelerdeki özgürleşme, haklarını arama, direniş eğilimlerini nasıl frenleriz sorusuna gelmiştir.

Burjuva muhalefet bunu yapmaktadır.

İşçi sınıfı için ise, durum değişmeyecektir.

İşçi sınıfı, örgütsüzlüğü, güçlerinin eksikliğine takılıp kalarak, burjuva muhalefetin “parlamenter demokrasi” taleplerinin peşine takılmamalıdır. Bu, işçi sınıfı için, kendi bağımsız güç olmama hâlini sabitlemek demek olacaktır. Bu, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal aktör olarak sahne almasını reddetmek demektir.

Oysa işçi sınıfı, tüm bu süreçlerden ülkeyi ve kendini çıkartacak yegâne güçtür.

İşçi sınıfı, devrim ve sosyalizm yolunda büyük potansiyel olanaklara sahiptir.

Ülkede tarım sorununu, ülkede yağma ve rant sorununu, ülkede savaş ekonomisi sorununu, ülkede eğitim sorununu, sağlık sorununu, ulaşım sorununu, konut sorununu çözebilecek tek güç, devrimci işçi sınıfıdır.

Bunun yolu da bellidir.

İşçi sınıfının bugün yetersiz güçlere sahip olmasını temel alıp, bunun sürekli süreceği üzerinden hareket ederek, işçi sınıfının burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmasını “gerçekçi politika” olarak önermek, işçi sınıfının kendini reddetmesini istemek demektir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, bugün yetersiz örgütlenmelere sahiptirler. Bu doğrudur. Politika güç ile yapılır. Bu güç, her zaman sistemin öğrettiği şekilde bir güç olsa idi, dünyada kimse isyana kalkmaz, kimse devrim yapamazdı. Ama yine de işçi sınıfının güçleri yetersizdir. Bunu görmek gerekir.

Ama bu değişmez değildir. Bu, denklemin sabit, değişmez öğesi değildir.

İşçi sınıfının sahneye çıkmasının yollarını döşemek mümkündür.

Dün, işçi sınıfı bitti, devrim artık hayal nutukları ortalıkta dolaşırken birbirine çarpıyordu. Bugün artık öyle değil. Bugün, kapitalizmin sürdürülemez olduğu, doğanın mahvedilmesine yol açtığı, işçi ve emekçilerin açlık ve sefilliğinin kaynağının kapitalizm olduğu söylenebiliyor.

Gezi Direnişi’nin öncesi ve sonrasında, kitle eylemleri açısından ortaya çıkan farklılığı görmek, kör olmayan her göz için mümkündür.

İşte bu süreç, işçi sınıfının devrim yolundaki yetersizliklerini yenmenin mümkün olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle, daha ortada seçimlerin yapılacağı bile belli değilken, seçimlere dayalı, bunu önceleyen bir hattı temel alarak, işçi sınıfı ve emekçileri, burjuva muhalefetin kuyruğuna takmak doğru tutum değildir.

Bu açıdan, HDP önderliğinde oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, emek, özgürlük ve barış vurgusu kadar, “seçim öncelikli değildir” vurgusu önemlidir.

Mesele sadece Erdoğan meselesi de değildir.

Saray Rejimi’nin devrilmesi, bugün, mümkündür. Bunun için, gözümüzü direnişlere, örgütlenmeye, en çok da işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine çevirmemiz gereklidir. Öncelikli olan da budur.

Adayların bile belli olmadığı, tarihinin açıklanmadığı, yasalarına bizzat yasa koyucularının uymadığı, iç savaş hukukunun geçerli olduğu bir ülkede, meseleyi seçimlerde hangi adayı destekleyeceğiz sorusuna kilitlemek komiktir. Bugün, işçi sınıfı, ancak kendi örgütlenmesine, kendi mücadelesine güvenebilir. Biz tüm güçlerimizle bunu yapmalıyız. Direnişlere, gelişen her direnişe bu gözle bakmamız gereklidir.

Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır

Tüm sınıflı toplumlarda, insanın insan tarafından sömürüldüğü, üretim araçlarının özel mülkiyette olduğu tüm toplumlarda geçerlidir: Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır.

Cezalandırma sistemi, eğer bir sistem hâline gelmiş ise, demek hukuk vardır. Yasalar, elbette, devlet denilen şeyin de varlığını önkoşar. Dikkat edilsin, “ilkeler”, “kurallar” demiyoruz, hukuk ve yasalardan söz ediyoruz. Egemen olanın hukuku, egemen olanın yasalarından.

Egemenin varlığından söz ediyorsak, demek ki, toplumun sınıflara bölünmüş olduğundan da söz ediyoruz. Sınıflar, üretim araçları karşısındaki konumu ile belli oluyor, en başta böyledir. Daha birçok şey sayılabilir ama üretim araçları karşısındaki konumu, başka bir insanı çalıştırmak ve onun karşılığı ödenmemiş emeğine el koymak da demektir. O nedenle özel mülkiyetten söz ettiğimizde, işin özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Köle sahibi ve köle, feodal bey ve serf, kapitalist ve işçi, bu üretim araçları karşısındaki konumdan başlayarak, sömüren ve sömürüleni gösterir.

Elbette, bir sömürü sistemini sürdürmek, özgür insanı köle yapmak ve bunu sürdürmek, öyle kolayca işler değildir. Devlet, yani zorun kullanılması tekelini egemen sınıfın elinde toplaması bunun içindir. Devlet olmadan, bu sömürü sistemi, bu insanın insana kulluğu, egemen sınıfın cenneti sürdürülemez.

Demek ki, yasalar ve hukuk, bu devletlerin o günkü şartlarına, ihtiyaçlarına vb. göre ortaya çıkmaktadır.

Bir üretim aracı, daha önce insan tarafından üretilmiştir. Bir önceki üretimde üretilen bu üretim aracı, şimdi, bizim karşımıza cansız bir varlık olarak çıkar. Canlı insan emeği, bu cansız insan emeğini kullanarak üretimi geliştirir, kolaylaştırır. Makina, üretim aracı, birikmiş cansız emektir. İşte o emeğe, onun üreticisi değil de, mesela X kişisi el koyuyorsa, bu aslında büyük bir hırsızlıktır.

Bu hırsız, egemendir ve devletin sahibidir. Yasaları o yapar ya da onlar ve bu yasalar, üretim araçlarına el koymayı “hak” sayarlar. Bir işçinin günlük geçimini sağlayacak yemeği vererek, onu gün boyu çalıştırmak ve o gün boyunca ürettiklerine el koymak, artık, ta o ilk sınıflı toplumdan bu yana, muhtemelen on bin yıldır, “yasal”dır.

On bin yıldır yasalar, karşılığı ödenmemiş emeğe, onun ürünlerine el koymayı yasal sayarlar. Ama bir aç çocuğun ekmek çalmasına hırsızlık derler.

Demek oluyor ki, hırsızlık, aslında, mülk sahibinden çalmak olarak tarif ediliyor. Tarifi yapan ise büyük hırsızdır, bizzat devlet ve onun arkasındaki mülk sahipleridir.

Bugün de böyledir. Fakir bir kadının mutfağından ekmek çalsanız, kimse sizi mahkemeye yollamaz. Zaten fakir kadın da, onca ihtiyacı olsa da o ekmek için mahkemelere taşınmaz. Ama bir zenginin mutfağında çalışan köle, yemeğin tadına bakma işini biraz abartır da karnını beylerin hoş yemeklerinin kokusu yerine kendisi ile doldurmaya kalkarsa, işte o hırsızdır ve mahkemeye gitsin ya da gitmesin, yasalar ona ağır bir bedel ödetirler.

Mahkemedesiniz, izliyorsunuz, peş peşe oturumlar var. İlkinde kitap çalan bir öğrenci olsun, cezasını alır. İkincisinde baklava çalan çelimsiz bir çocuk olsun, zaten mahkeme salonuna cezasını çekmiş, yara bere içinde sürüklenerek gelmiştir ve bir kere de hâkim tarafından cezalandırılır. Ve sonra bir kravatı bozulmamış bir devlet bankasını hortumlayan kişi gelsin, hâkim ona “beyefendi” diye seslenecektir. Zira adam, 100 milyar çalmıştır ve hâkim, birkaç milyarını kendisine alabilmek için onunla pazarlık dili bulmaya çalışmaktadır. Bu üç örnekte de “diktatörlük” falan yok, “hukukun üstünlüğü” var. Devlet bankasından 100 milyar götüren, en az ceza ile çıkacaktır. “Hukukun üstünlüğü” işte böyle işler.

Bizim ülkemiz, şu son yıllarda, bu konuda yeni örnekler ortaya koymaktadır.

Evet, bizdeki de kapitalizmdir, İran’daki de, Yunanistan’daki de. Hadi diyelim, Almanya, Fransa, ABD, İngiltere, İtalya, Japonya vb. emperyalist ülkelerdir ve biz sömürgeyiz. Onlarınki ile bizim örneklerimiz arasında, yukarıdaki “hukukun üstünlüğü” ayrı olmak üzere, hırsızlık vb. konularında farklı tutumlar ortaya çıkması normaldir. Ama İran’da da, Yunanistan’da da bu var ise, normal değildir. Yunanistan da bizim gibi bir sömürgedir. Ama bizde ortaya çıkan örnekler bir ayrı “güzel” gibidir.

Mesela, hepsinde borsa var.

Borsa sonuçta hisse senetlerinin alınıp satıldığı, şirketlere halktan para aktarılan, bir çeşit kumarhanedir. Bu kumarhaneyi, tüm tekeller çıkarına, devlet işletir. Öyle ya, devlet, onların ortak komitesidir, organıdır vb. Bunun da tabii kuralları vardır. Diyelim ki, sermayesi 100 olan bir şirket, 100 hisse çıkartarak, 50’sini borsada 1 TL yerine 2 TL üzerinden satıp, 100 TL toplamış olur. Başlangıçtaki 100 TL sermayesini, aslında geri almış olur ve hâlâ şirketin 50’si elindedir. Demek ki, bu yolla kâr oranını artırır, kâr oranındaki düşme eğilimini tersine çevirir. %50 ile işleri yürütür, şirketin sahibi kendisidir ve 50 TL’lik sermaye hissesine karşılık, şimdi 100 TL ilave sermaye elde etmiştir. Bu arada o şirketin hisselerini a ya da b kişileri satın alır, biri diğerinin parasını çarpar ve kumarhane işler. Yasa koyucu, yani büyük hırsızların temsilcisi, bu konuda da yasalar ve işleyiş oluşturur. Bu tüm borsalarda böyledir. Diyelim ki, bir X kişisi büyük bir para ile piyasaya girer, 10 TL olan hisseleri almaya başlar. Diğer oyuncular, bu 10 TL iken alınmaya başlayan şirketin hisselerinin arttığını görürler ve mesela 20 TL’ye çıktıklarında, ondan hisseler alırlar. Bu alımla, para kazanma peşindedirler. Rulette siyah 10’a para koymak gibidir bu. Ve büyük para ile hisse alımı yapan oyuncu, mesela 20 TL iken tüm hisseleri satar, hisseler tekrar 10 TL’ye düşer, ama bu büyük paralı oyuncu, 10 TL’den aldığı hisseleri 20 TL’ye satmıştır. Böylece, diğer oyuncuları çarpmıştır. Bunların hepsi, “yasal” kumarhane kurallarına uygundur.

Ama bizim ülkemizdeki borsa biraz farklı işliyor. Erzurum milletvekili bir AK Partili kadın, aslında tüm süreci yönetiyormuş. Yani makinalara hırsız girmiş. Borsa, artık öyle yasalarda var olduğu gibi işlemiyordur. Kadın milyon dolarlar kazanmıştır ve olay Sedat Peker açıklamaları ve bir iş kadınının itirafları ile ortaya çıkar.

İşte size “güzel” bir örnek. Bunu her kapitalist ülkede, bu güzellikte bulamazsınız.

Mesela Soylu’nun foto albümünde yer alan tombik bir çocuk ya da ergen, çok büyük paralar vurur ve Arnavutluk’a kaçar. Balkanlardan getirilmesi de zor değildir. Çocuk, tombiktir ve annesini özlemiştir. Bu durumda ona özel bir af formülü bulunur elbette, çünkü ne de olsa 2 milyar dolar, yani 400 milyar TL söz konusudur. Bu da “güzel” bir örnektir, değil mi?

İşte bunların çok çoğaldığı bir ülkedir burası.

Bir ayakkabı boyacısı, ki bizce hayatını kazanmak için emekle yapılan her iş değerlidir, birdenbire zengin olmuştur. Oteller almakta, milyarlarca doları yönetmektedir. Aslında o milyarlarca doların ne demek olduğunu bile bilmez kanısındayız. Ama bir anda, sadece Türkiye’de değil, mesela ABD’de de çevreler edinmiş, fotoğraflara girmiştir. SBK diye isminin baş harfleri kısaltılmış ve sanki sermaye piyasasının parçası hâline gelmiştir. İnan Kıraç, Koç’un damadı, bu kişi ile operasyonlar çekmiştir ve SBK, Soylu’nun odasından geçerek, uçakla yurtdışına çıkmış, Avusturya’da, sanırız Viyana’da yakalanmıştır. “Güzel” bir iş değil mi?

Tonlarla uyuşturucu, Soylu-Ağar baronluğunda ülkeye getirilmektedir ve bunun içinde yer alan Cumhurbaşkanı’nın dili “güzel”leşmektedir: Erdoğan, kuru ve sulu, diye kavramlar edinmiştir. İşin içinde, işten anlayan bir kişidir. Sanki, şirket kârlılık tablolarını özel adları ile anan bir yetkili gibidir ve jargona hâkim bir tavır içindedir; kuru ve sulu.

Acaba, kuru ve sulu dışında, birinden diğerine geçiş ya da ikisinin karışımı vb. var mı? Bunu artık ailenin yaşlı babası değil de Bilal Oğlan bilebilir. “Zanlarla davranmayın” diye ilim adamı, Mevlevi gibi konuşmaktadır. Bilal, artık her konudan anlamaktadır, sadece müteahhitlik değil, mesela tarihî eser konusunda da uzmandır, sadece okçuluk konusunda değil, sıfırlama konusunda da uzmandır. Aslında çoktan veliaht prens olmayı hak etmiştir ama baba bu konuda yol kesmektedir.

Ülkenin Merkez Bankası, faiz indirimi kararları açıklarken, o hâle gelmiştir ki, artık piyasaları hiçbir biçimde etkilemeyen açıklamalar ortaya çıkmaktadır. Faiz oranı 13 ten 12’ye indirilmiştir. Ama bunun anlamı, bankaların sabah MB’den yüzde 12 ile para alıp, akşam saat 17.00’da Hazine’ye yüzde 26 ile para satması demektir. Başka bir etkisi yoktur. Bankalar, yani faiz lobisi, binlerce şükür ve şükran duaları ile Saray’ı desteklemektedir. MB, artık etkisizdir. Bu her kapitalist ülkede, her sömürge ülkede, sık göreceğiniz bir manzara değildir. Özel manzaradır.

Sanki karaparalar, bu emperyalist merkezlerden, bu “değerleri” ünlü Batı’dan bağımsız hareket ediyor gibi, TC devletini efendilerine AB’ye ve ABD’ye şikâyet etmektedirler. Ne güzel değil mi, hem suçu işleyen sensin, hırsız sensin hem de karar verilmek üzere başvurulan, adalet dağıtıcısı sensin.

Şimdi bunlardan sonra, acaba, ülke ekonomisi nasıl gidiyor, dolar yakın zamanda ne olur diye tartışanları, zor durumda kalmış ağır “işçiler” gibi üzülerek mi seyredelim?

Seyretmeyelim.

Onlara göre, ülke ekonomisi kötüye gidiyor. Peki ama kimin için? Mesela Koç için mi, mesela inşaat şirketleri için mi, mesela bankalar için mi? Büyük sermaye, tekeller, yabancı sermaye için ortada bir “kötü”ye gidiş yoktur. Onların sadece tek sorunu var, yarın ne olacak, bunu bilmiyorlar. Ve dahası, Saray sürekli kendilerine gelecek paranın bir bölümünü çalıyor. Hepsi budur.

Peki ya ülkenin çalışanları, işsizleri, emeklileri, milyonlarca insanı için, ekonomi nasıl diye sorabilir miyiz? Sormaya bile gerek yok. Berbattır ve krizin tüm faturası onların sırtındadır. Daha çok çalışmak, daha pahalıya almak zorundadırlar. Her gün, her biri, fiyatların üzerine gelişini görüp, marketlerden boş filelerle kaçmaktadır. Yeni yetenekler elde etmektedirler, daha az ile doymak, daha az ısınmak, daha seyyar yaşamak, daha çok çalışmak ve daha berbat bir yaşamı “normal” hâle getirmek. Onlara düşen budur.

Her gün, bir masal gibi filmler izlemektedirler ve bu filmlerden başlarını kaldırdıklarında, az önce filmde başarıları anlatılan hırsızın kendi ceplerinden de çaldığını fark etmektedirler. Hırsızı mı alkışlayacaklar, yoksa kendi hâllerine mi ağlayacaklar belli değildir.

Bir de akşamları, çeşitli uzmanlardan, aslında hukukun üstünlüğünün yasalarda var olduğunu, aslında ülkemizin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ile yönetildiğini, anayasada gösteri hakkının olduğunu dinliyorlar.

Sokakta coplananlar, akşamları “uzman”lar tarafından aslında bir hukuk devletinde yaşadıklarını dinlemektedirler.

Narkotik uzmanları onlara, aslında ülkemizde kuru ve sulu kullanmanın yasak olduğunu anlatmaktadır.

Ve sık sık, TV ekranlarından, marketten çalan birisine verilen cezaların haklılığı anlatılmaktadır. Ekmek çalmanın özel mülkiyete tecavüz olduğu onlara anlatılmaktadır. Gösteri yaparken, polisi dinlememenin de yanlış olduğu, her ne kadar hakkın olsa da, ona uyman gerektiği masalı anlatılmaktadır. Böylece, seçimlere kadar dişlerini sıkması gerektiği, dişlerini sıkmaz da isyan ederse, sokağa çıkarsa, her ne kadar bu hakkı olsa da, başına işler geleceği anlatılmaktadır.

İşte demokrasi, işte hukukun üstünlüğü budur.

Özgürsünüz ey kadınlar, ey insanlar istediğinizi giyebilirsiniz denmektedir, ama her gün bir kadın daha öldürülmektedir. İran’da başındaki saçların bir bölümü görünüyor diye darbedilip öldürülen kadının haklarını savunuyor gibi yapan devlet yetkilileri, sıra ülkemize geldiğinde, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınların giyimlerinin teşvik edici olduğunu söylemektedir.

Saray, baştan aşağıya hırsızlarla, kaçakçılarla, suçlularla doludur. Ülkenin içişleri bakanı, ona bağlı emniyet vb. olduğu gibi suç örgütüdür. Savcılar, hâkimler, polisler narkotikçilerin dağıtıcısıdır. Ve hepsi özgürce dolaşmaktadır. Yasaları çiğnemeyen bir tek yönetici, bürokrat, subay, polis amiri, hâkim vb. kalmamış iken, işçilere yasalardan, “hukuk devleti”nden söz edilmektedir.

İnsanlar okullarda eğitim adı altında soyulmaktadır. Sağlık hizmeti adı altında, çaresiz hasta, acil servisten giren insanlar sedyelerin üzerine bırakılmakta, parası olmayan ölüme terk edilmektedir. Ve utanmadan, ülkenin tümü, sadece Saray değil, tümü, devletin hukuk devleti, sosyal devlet, laik devlet olduğundan dem vurmaktadır.

Yalandan başka söyleyecekleri bir şey yoktur.

Artık masalları işe yaramaz hâldedir.

Artık her biri, ortalığa saçılan kirli çamaşırlarını bile toplama zahmetine girmemektedir.

Tüm gücü ile karanlık üreten, olayları karartan, basın yayın organları, bu suç imparatorluğunun bir parçasıdırlar. Her biri, ortalığa saçılan bu kirli işlerden ne kadar az pay almış olduğuna eyvahlanmakta, payını artırmak için, ileri atılmakta, Saray’a övgüler düzmektedir. Her biri din taciri olmuştur ve halkın direnme gücünü yok etmek için, Kürt halkının direnişini bastırmak için zehirli bir dille saldırmaktadır.

Bize anlatılan, sana anlatılan bu hukuk düzeni, büyük hırsızların kurduğu hukuk düzenidir. Büyük hırsızlar, bakkaldan kalem, kitapçıdan kitap, fırından ekmek, baklavacıdan baklava, lokantadan yemek çalanları cezalandırmak için onlara “hırsız” adını takmaktadırlar. Saray’ın tümü, kendi hırsızlığını, ustalık olarak adlandırmaktadır. Büyük hırsızlar, küçük hırsızları cezalandırmaktadır. İşte hukuk sistemi tam da budur.

Hangi olayı ele alırsanız alın, bunu göreceksiniz.

Bu rant, yağma ve savaş ekonomisinin gereğidir.

Savaş naraları ile sağa sola saldırıp, ABD ve efendileri adına tetikçilik yapanlar, başka coğrafyaları yağmalamakta marifetlerini sergilemektedirler. Bunu da halka milliyetçilik ve din karışımı bir ideoloji ile sunmaktadırlar.

Tüm bunlara dur demenin tek yolu vardır. Başka bir kurtarıcı aramak değildir yol. Yol, işçi sınıfının devrimci yoludur. Bu yolun bugünkü işi, direnmek ve örgütlenmektir. Bu ülkede direnenler, bu ülkede örgütlü bir direnişi geliştirenler, geleceğin ve kurtuluşun kahramanları olacaklardır.

10 Ekim; Bu abluka dağıtılacak, direnen halklar kazanacak

Bir tarafta egemenlerin kimyasını bozan Gezi Direnişi, bir tarafta emperyalist efendi ve uşakların beslemesi IŞİD vb. çetelerine karşı Kobanê’de toprağını, yaşamını savunan Kürt halkının mücadelesi…

Gezi Direnişi’nin görkemli günlerinde, burjuva medyanın yalanlarını yaşayarak görenler, 40 yıldır Kürt illerinde yaşananlara ilişkin direnişin gözünden bakmaya başladılar. Lice’de kalekol yapımına karşı direnişte ölümsüzleşen Medeni Yıldırım, Gezi Direnişçileri tarafından Anadolu’nun tüm illerinde on binlerin yürüyüşleriyle sahiplenildi.

Gezi Direnişi ile Kobanê Direnişi’nin aynı kanaldan akmaya başlaması, TC Devleti’nin çözülüşünü hızlandırırken, bu direnişlerden aldığı güç ile milyonlar, 2015 7 Haziran seçimlerinde de kendini ortaya koyunca egemenlerin kabusu oldu. Özgür, eşit, kardeşçe bir yaşamanın kurulabileceğine dair umutların yeşerdiği bir hava tüm toplumsal dinamiklere hâkim oldu.

Buna karşı, 20 Temmuz’da Suruç Katliamı ile başlayan saldırı dalgası, 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen katliamla umut, boğulmak istendi. Egemenler, 10 Ekim Katliamı ile kendi kabuslarını, korkularını, işçi emekçilere, halklara, direnenlere bulaştırmak istedi.

7 yıl geçti üzerinden, onlar korkuları büyüyerek saldırmaya devam ediyor ama onların karşısında, direniş de korkularını gerçeğe çevirmek üzere sürüyor.

Çözülüşü durdurmak üzere kurdukları Saray Rejimi de dertlerine derman olmadı. Her yerden yükselen çürüme kokusuyla çözülüş sürüyor.

Bu toprakların, eşit, özgür, kardeşçe, sömürülmeden yaşamak isteyen işçileri, kadınları, gençleri, halkları, tüm emekçileri, direnmeye devam ediyor.

Çözülüşünüzü yaşıyoruz, öfkemizi örgütledikçe yıkılışınızı da ellerimizle gerçekleştireceğiz. Göreceksiniz, göreceğiz.

Katledenler kaybedecek!

Asla unutmayacağız,
Asla affetmeyeceğiz!

8 Ekim 2022

Direnişi ve örgütlülüğü geliştirmek

Bugün, ülkenin her yerinde, işçi emekçiler için yaşam dayanılmaz, çekilmez hâle gelmektedir. Bu hem işyerlerinde böyledir hem de evlerde. Çalışma, giderek daha da zorlaşmakta, hiçbir güvenlik önlemi alınmamakta, güvenlik önlemleri her gün daha da önemsiz konu hâline getirilmektedir. Kapitalistler, işverenler, kârlarına daha da fazla kâr katarken, Saray Rejimi’nin kendilerine sağladıkları olanaklarla, işçilere karşı bin kat daha ağır çalışma koşullarını, çalışma yaşamını dayatmaktadırlar. Sömürü ağırlaşmakta, işyerlerinde, fabrikalarda çalışma süreleri uzamaktadır. Her şey maksimum kâr amacına uygun olarak, işçinin kanının emilmesi doğrultusunda organize edilmektedir. Devlet, bu konuda patronlardan yana tutum almakta, işçilerin yasal hakları gasbedilmektedir.

Öte yandan, geçinmek her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Paranın satın alma gücü düşmekte, fiyatlar sürekli yükselmektedir. Bir gün sebze ve meyvenin fiyatları ile ilgilenen halk, ertesi gün doğalgaz fiyatları ile şoke olmakta, bir gün elektrik faturalarıyla şaşkına dönen insanlar, ertesi gün astronomik kira zamları ile karşı karşıya kalmaktadır. Sanki tüm fiyatlar birbiri ile sözleşmiş gibi, sanki bir ordu olmuş gibi, işçi ve emekçilerin üzerine yürümektedir. Hayat pahalılığı, işçilerin bellini bükmektedir. Hayatta kalabilmek için ikinci bir iş ya da daha uzun saat çalışma seçenekleri, yaşamlarını tümden yok etmektedir.

İşsizlik, büyük bir baskı hâline gelmekte, işçileri hak arama eylemlerinde dahi düşünmeye itmektedir.

Saray ise, yoldan geçen arabalara, restoranlarda bira içenlere bakarak, “kriz yok” masalını anlatmaktadır. Saray’ın helikopterden, havadan söyledikleri ile, halkın gerçekte yaşadıkları arasındaki açık, sisteme karşı tepkileri biriktirmektedir.

Milyonlarca insan iş bulamamaktadır.

Devlet, her seferinde, olmayan krizi çözmek için, tuhaf rant alanları üretir tarzda önlemler açıklamakta, insanlarla açıktan alay edilmektedir.

Okullar açıldı ve daha doğalgaz faturalarının ağırlığı ortaya çıkmadan, insanlar kitap ve defter paralarını toplayamamakta, üniversite öğrencileri kazandıkları üniversitelere kayıt yaptırdıktan sonra, yurt veya kiralık ev bulamadıkları, bütçeleri yetmediği için okullarını terk etmektedirler.

Çiftçiler, artan maliyetlerin altında ezilmektedir.

Saray Rejimi, herkesi borçlandırmış durumdadır. Bu borçlar ancak yeni borçlarla ödenebilmektedir. Bu arada bankalar, holdingler, kâr üstüne kâr açıklamakta, altın yıllarını yaşamaktadır.

Daha ufukta kış var. Ve insanlar, nasıl ısınacaklarının hesabını yapmaktadırlar.

Tüm bunlara tepkilerini koyanlar, ister öğrenci olsunlar, ister kadın, ister işçi, sokaklarda coplanmaktadır. Saray, Kürt halkına karşı açık bir savaş yürütürken, ülkenin kalanında işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere, hakkını arayan herkese karşı azgın bir saldırganlık içindedir.

Burjuva muhalefet, halkın, kitlelerin, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin tepkisini devlete karşı bir tepkiye dönüşmeden önlemek için, seçim gülümsemeleri dağıtmaktadır. Seçime kadar susun, sabredin demektedir. Saray, Diyanet İşleri’ni de devreye sokarak, sabır duası yaparken, burjuva muhalefet de, “az kaldı seçime kadar sabır” söylemi ile bu dualara katılmaktadır.

Oysa gerçek çıplak olarak orta yerdedir.

Ülkenin parababaları, sadece beşli çeteler değil, bankaları, holdingleri, tekelleri para basmakta, servetlerine servet katmakta, ülkeyi yağmalamaya, yağma rant ve savaş ekonomisinin meyvelerini toplamaya devam etmektedir.

İşçi ve emekçiler, milyonlarca insan, toplumun yüzde sekseni, açlıkla karşı karşıyadır. Evsizlikle, soğukla, eğitimsizlikle, sağlık hizmetlerinden mahrumiyetle karşı karşıyadır.

Birilerinin ekonomisi iyi iken, birilerinin berbattır. Birileri özgür iken, birileri köleleştirilmek istenmektedir. Birilerinin lokmaları büyürken, milyonlarca insanın lokmaları küçülmektedir. Sadece hayat pahalılığı değil, sadece zamlar değil, vergiler, faturalar da ellerini yakmaktadır.

Bu koşullarda, direnenlerin bir adım olsun haklarını alabileceğini görebiliyoruz.

Direniş, ülkenin her yanında büyümektedir. Sadece Kürt illerinde değil, ülkenin her yanında direniş gelişmektedir. Bu yerel direnişler, tüm baskılara rağmen, gelişimini sürdürmektedir.

Çıkış yolu da buradadır.

İşçiler ve emekçiler, yaşamlarını sürdürmek, insan olarak yaşamak istiyorlarsa, insanlar haklarını, her türlü hakkını almak istiyorlarsa, direnmek ve örgütlenmek dışında seçenek yoktur.

Evet, direniş ve örgütlenme, bir günde sorunları çözemez. Çözemez, çünkü bir günde direnişler devasa boyutlara varamaz, bir günde örgütlenmeler kökleşemez, yaygın hâle gelemez. Direnenler, ister kadın, ister öğrenci, ister işçi, ister köy emekçileri olsunlar, her direnişte, örgütlenmenin ne demek olduğunu biraz daha anlarlar. Bunu anladıkça, daha ileri adımlar atarlar. Bu zaman alır.

Yine de bunun dışında bir çıkış yolu yoktur.

İşçiler ve emekçiler, meselenin sadece Erdoğan’ın gidişi olmadığını kavrayacak kadar deneyime sahiptirler. Zaman zaman, bunca sorunun nasıl çözüleceği tartışmaları, aslında bu açmazın göstergesidir. Mesele burjuva egemenliktir, mesele Saray Rejimi’dir. Saray Rejimi’nin yıkılması, bu sisteme karşı ciddi, örgütlü ve kararlı bir mücadele yürütmekle mümkün olacaktır.

Seçime kadar beklemek ile bir çıkış ortaya konamaz. İşçiler, kendi direnişlerini, kendi öfkelerini, burjuva muhalefete teslim etmemelidir. Bu bir çıkış yolu değil, bir kere daha hayal kırıklığına uğrama yoludur.

Direniş ve örgütlenme, birlikte ele alınır, birlikte geliştirilir.

Her hak gasbına karşı başlayan direnişten, olumlu bir sonuç elde ettiğimiz zaman bile, rehavete kapılmak yanlış bir tutum olacaktır. Her direniş, daha sonraki direnişlere maya olacak bir örgütlenmeye dönüştürülmek zorundadır.

İşçi sınıfı, ancak örgütlü ise, bir siyasal varlık, bir toplumsal özne hâline gelebilir. Yoksa istenilen hakların tamamının bile alınmış olduğu bir direniş, kurtuluşu sağlamaz. Bizi, daha örgütlü bir mücadelenin gerekliliğine ulaştırırsa, her direniş önemli ve anlamlıdır.

Son dönemde, işçilerin çeşitli direnişlerinden kazanımları olmaktadır. Bu kazanımlar, bize örgütlü bir gücün, birlikte hareket etmenin avantajlarını göstermektedir. Bu nedenle, direnişleri, daha ileri bir örgütlülüğün parçası hâline getirmemiz gerekir.

Her direniş bize, işçi sınıfının ve başka direnen kesimlerin birlikte dayanışmasının ne denli gerekli ve hayatî olduğunu göstermektedir. Direnen güçlerin dayanışması, bilincin gelişiminde, ortak davranışın gelişiminde büyük bir olanak yaratmaktadır.

Her direniş, başka alanlarda yaşanan direnişlerin, kendinden ne mesafede uzak olmasına aldırmadan, birlikte anlamlı olduğunu bize göstermektedir. Öğrencilerin ev ve yurt sorununun, sağlıkçıların sorunlarının, madencilerin sorunlarından çok da uzak olmadığını bize göstermektedir. Burjuva basın, direnişlerin üzerini örtmekte, onları yansıtmamaktadır. Biz, bizden uzakta bile olsa gelişen direnişlerin anlamı üzerine kafa yormalıyız. Sadece kendi sorunlarına duyarlı direnişçi olmaz. Her direnişçi, kendisi dışında direnenlerin de sorunlarına ilgi göstermelidir.

Ancak bu yolla, işçi ve emekçilerin, kadınların ve çevrecilerin, öğrencilerin ve diğerlerinin aynı mücadelenin parçası olduklarını anlamak mümkün olabilir. İşçiler sadece kendisi gibi işçi olanların direnişlerini dinlemekle, izlemekle, onlarla dayanışma geliştirmekle yetinmemelidirler. Öğrenciler, sadece kendi sorunları için direnen öğrencilerle bağ kurmakla yetinmemelidirler.

Bu mücadele iki sınıfın mücadelesidir. Burjuvaların, parababalarının, bankaların, çetelerin vb. devletleri vardır. Bu devlet onların devletidir. Sadece bugün değil, her zaman onların devletidir. Biz işçi sınıfının, işçilerin ise, böylesi bir devleti yoktur. Biz, ancak gelişmiş örgütlülükler yaratarak, her direnişten sonra daha gelişmiş bir örgütlenme yaratarak, bu devlete, burjuva egemenliğe, insanın insan tarafından sömürüldüğü bu düzene karşı savaşabiliriz.

Her direniş bir okuldur. Her direnişten öğrenmesini, en çok öğrenen olmayı başarmasını bilmeliyiz. Ancak o zaman, direniş ve örgütlenmenin ne demek olduğunu anlayabiliriz.

İşçi ve emekçilerin, bu ülkede direnen herkesin, tek çıkış yolu vardır. Kendi gücünü örgütlemektir bu yol. Direniş ve örgütlenme hattını geliştirmektir bu yol. Yoksa, birini gönderip diğerine kurtarıcı olarak sarılmak değildir. Bizi kurtaracak olan, kendi eylemimiz, kendi ellerimiz, kendi örgütlülüğümüz, kendi mücadele irademizdir.

Direniş ve Birleşik Emek Cephesi

Başlarken belirtmek gerekir ki; bugün işçi sınıfı iktidarı mümkündür… Tüm tartışmamız bu olanak üzerinedir.

 Dünya toplam işçi sayısı                                

                                      1992                2000                2010                2019

2.314,7            2.617,5            2.985               3.294,8

Sanayi %                       21,6                 20,8                 22,6                 23,1

Hizmetler %                  34,7                 39,2                 44,4                 50,1

Tarım %                         43,7                 40,0                 33,0                 26,8

Dünya işsizlik (mil.)    118,7               160,0               187,8               187,7

Not: İşsiz sayısı, iş arayan ve eğer iş bulursa girecek olanları içermektedir

Kaynak: ilo.org/wesodata

Yukarıda ILO’nun 2019 yılı resmî verilerine göre, dünya nüfusunun yarısı kayıtlı olarak işçidir. Kayıtsız çalıştırılan işçiler ile birlikte dünya nüfusunun 15 yaş üstü ve 65 yaş altı çalışan nüfus olarak düşünüldüğünde, yaklaşık dünya nüfusunun %75’i işçidir. Bu veriler proleterleşmenin boyutunu göstermesi açısından çarpıcıdır.

Bu tablo aynı zamanda üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin boyutunu göstermesi açısından da önemli veriler sunmaktadır.

A- Dünya kapitalist-emperyalist sistemi

Dünya kapitalist sistemi, kapitalist-emperyalizm büyük bir kriz içindedir. 2008’de başlayan ve ’29 Bunalımı ile karşılaştırılan bu kriz derindir ve aşılması kolay değildir. Üstüne gelen Covid-19 pandemisi krizi derinleştirmiştir. Fikret Başkaya’nın “Kapitalist uygarlığın çöküşü” vurgusu yabana atılacak bir tespit değildir.

Kapitalist-emperyalist sistem, dünyanın işçi-emekçilerine, halklarına, velhasıl insanlığa hiçbir gelecek vaadinde bulunamamaktadır. Ne “yeni dünya düzeni” kalmıştır, ne “küreselleşme”, ne “AB vizyonu”… Sistem tel tel dökülmekte ve dünya çapında cehennem gibi bir yaşama mahkûm edilen işçi-emekçiler, halklar, dalga dalga isyan etmektedir.

Çöküş süreci, sistemin krizi, bizzat emperyalist merkezlerin, uluslararası tekellerin organize ettiği toplantıların gündemidir. Ne Sanayi 4.0, ne “iklim anlaşmaları”na göre ekonomik sistemin yeniden organize edilmesi, büyük bir dönüşümü, dünya çapında uygulanacak ekonomik-siyasi modeli tarif edememektedir. Kapitalist emperyalist sistemin işleyiş yasaları gereği dünya hızla paylaşım savaşının daha sıcaklaşacağı bir döneme girmektedir.

 Paylaşım savaşı

İkinci Dünya Savaşı’nda topraklarında savaş görmeyen ABD, Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’nı yenilgiye uğratması sonrası “sosyalizm tehdidi”ne karşı, kapitalist-emperyalist dünyanın hegemon gücü hâline gelmişti. Savaşın yaşandığı Sovyet ve Avrupa coğrafyası gibi yıkıma uğramamış, ekonomik ve askerî olarak güçlü olan ABD, hegemonyasını sosyalizm tehdidine karşı zorlanmadan kurabilmiş, DB, IMF ve NATO örgütlenmeleri ile kapitalist dünyanın merkezine oturmuştu.

90’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve sosyalizmin yenilgisi sonrası ABD’nin merkezinde durduğu emperyalist dünyayı bir arada tutan çimento dağılmış oldu. O günden bu yana, öncesini bir yana bırakarak diyebiliriz ki, ABD hegemonyası tartışılır durumdadır ve giderek çözülmektedir. Bu noktada, ABD savaşı dayatarak, askerî olarak güçlü durumda iken hegemonyasını korumaya, kabul ettirmeye çalışmaktadır. İslâm’ın düşman ilan edilmesi, “medeniyetler savaşı” ile Afganistan işgali, ardından, “demokrasi götürmek” üzere Irak işgali, dağılan koalisyonu toparlamak üzere Libya’nın Fransa ve İngiltere’ye altın tepside sunulması ve ardından Suriye savaşı çözülen hegemonyayı durdurmak bir yana çözülüşü hızlandırıcı etkide bulunmuştu.

NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğinin söylendiği, Avrupa Ordusu’nun tartışıldığı bir dönemde, ABD, Biden ile birlikte NATO’yu toparlamaya girişti. ABD, sosyalist geçmişlerinden kaynaklı bağımsız hareket edebilen ve ABD hegemonyasının emperyalist rakipleri tarafından sorgulanmasına yol açan Rusya ve Çin’i düşman ilan ederek rakiplerine paylaşılacak pastalar olarak sunmuştu. Arkasından İngiltere ile birlikte Ukrayna kışkırtması ile Ukrayna topraklarında NATO eli ile Rusya ile savaşa girmesi hegemonyasını devam ettirmenin bir yolu olarak planlarına devam ettiğini göstermektedir. Ukrayna’nın hemen ardından Tayvan üzerinden Çin ile askerî gerilimi tırmandırma girişimleri şimdilik sonuç vermiş gözükmektedir. Savaşın geldiği boyutta ilk darbe alan AB olmuş, beyin ölümü geçekleştiğine dair yapılan tespitler hızla rafa kalkarken ABD, NATO’yu tahkim etmeyi şimdilik başarmış görünmektedir.

Kapitalist-emperyalist sistemin krizden çıkış yolu olarak savaşı görüyor olması, sistemin doğası gereğidir. Dünya çapında savaş politikaları artarak devam edecektir.

B- Direnişin dünyası

Yukarıda sözünü ettiğimiz, ekonomik, siyasi ve ideolojik krize karşı dünya çapında işçi sınıfı tüm renkleri ile dalga dalga isyan hâlindedir. ABD’de George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi sonrası öne çıkan “Siyah yaşamlar değerlidir” sloganının yanında, sömürgecilerin heykellerinin tüm dünyada yıkılması eylemleri ile birlikte, “bu bir sınıf savaşıdır” sloganı da öne çıkmaya başladı.

Evet yaşanan bir sınıf savaşıdır. Öncesini bir yana koyarak, 2008 krizinden bu yana üçüncü isyan dalgasının içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. 2008 krizi sonrası Yunanistan ve İspanya’dan başlayan isyan dalgası, 2011’de Tunus ve Mısır’da ikinci dalga olarak devam etti. Pandeminin hemen öncesinde başlayan fakat pandemi nedeniyle bir süre yavaşlayan ancak pandeminin ortasında yeni bir dalga olarak çıkan isyanlar dünyanın her yanını gezer durumdadır.

İlk iki isyan dalgasının talepleri, kapitalizmi aşmayan, sosyal devlet ufku ile sınırlı kalmıştır. Son isyan dalgası ise ekonomik ve siyasi krizlerin gölgesinde yoksulluğa, yolsuzluğa, geleceksizliğe ve baskıya karşı “Hepiniz defolun” isyanlarıdır. Potansiyel olarak kapitalizmden umudunu kesmiş, farklı bir dünyanın arayışının net olarak görüldüğü ancak adının konmadığı isyanlardır. Sistemden kopuş çok güçlü ancak, “biz yöneteceğiz” düzeyine gelmiş değildir. Sonuç olarak kendiliğinden isyan dalgasının varacağı en ileri nokta dersek yanlış söylemiş olmayız. Daha ötesi, örgütlü mücadelenin başarabileceği bir durumdur.

Dünya nesnel olarak devrime çok yakınken öznel olarak da bir o kadar uzağındadır. Ancak toplumsal mücadelelerin sıçramalı geliştiği de akılda tutulmalıdır.

İşte tam bu noktada, biz diyoruz ki, tüm dikkatimizi dünya çapında gelişen isyanlara ve direnişlere vermeliyiz. İşçi sınıfının, tüm ezilenlerin tek kurtuluşu, tek çıkışının burada olduğunu görüyor, ısrarla ifade ediyoruz. Dünya çapında devrim mayalanmaktadır, gözümüzü buraya diktiğimizde, enerjimizi buraya harcadığımızda her türlü “çatlağı” değerlendirme olanağının olduğunu, dahası “çatlakları” değerlendirmenin tek yolunun da bu olduğunu söylüyoruz.

Bugün tablo budur ve bu tablo, dünyanın, içinde yaşamın süreceği bir gezegen olarak varlığını sürdürmesinden başlayarak, “başka bir dünya” isteyenlere önemli sorumluluklar yüklemektedir.

Bugün bırakalım bir geçiş toplumu olarak sosyalizmi, komünist bir toplumun önündeki tek ve yakıcı engel üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Bırakalım 6 saatlik işgününü çok daha az çalışarak, gezegenin kendini yenilemesine de fırsat vererek üretecek altyapıya sahibiz. Komünizmin şafağında adeta Orta Çağ karanlığında yaşamamızın tek nedeni verili üretim ilişkileridir. Bu gerçek, hiç bu kadar çıplak görünür olmamıştı.

 

C- Saray Rejimi ve direniş

Yukarıda ifade ettiğimiz, sistemin kriz içinde olması, hegemonya ve paylaşım savaşı, hem bölgemizde hem de bu topraklarda yakıcı olarak kendini göstermektedir.

Türkiye coğrafyasında da ekonomik ve siyasal kriz tüm derinliği ile yaşanmakta, krizin tüm yükü işçi-emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. Kapitalist dünya ekonomisinin neoliberal düzeninde kendisine “ihracata dayalı ekonomi” modeli düşen Türkiye sermayesi ve devleti, ihracat yapmak için, ihracatından fazla ithalat yapan bir ekonomik model içinde kriz yaşamaktadır. Sıcak para bolluğunda yağma ve rant üzerinden organize edilen sistem, paranın darlaşması ile kriz yaşamaktadır. Özellikle Suriye savaşı ile birlikte büyüyen savaş ekonomisi, yağma ve rantın yanına eklenmiş ve Saray Rejimi ile birlikte, yağma, rant ve savaş ekonomisi ortaya çıkmıştır. Saray Rejimi, aynı zamanda ABD’nin bölgemizdeki savaş politikalarında bir tetikçi olarak organize edilmesinin adıdır.

TC Devleti, Sovyetler’in varlığında, ekonomik olarak AB’ye siyasi olarak ABD’ye bağlı bir NATO ülkesi olarak organize edilmişken, bugün paylaşım savaşına bağlı olarak kimin elinde kalacağı bir kavga konusudur.

TC Devleti çözülmektedir ve Saray Rejimi bu çözülüşe çare olarak organize edilmiş olağanüstü bir rejimdir. Ancak bu da çözülüşe bir çare olamamıştır. Saray Rejimi çözülmektedir.

Çözülüşün üç temel dinamiği vardır. Birincisi, yukarıda bahsedilen emperyalistler arası paylaşım savaşıdır. İkincisi, onlarca yıldır süren Kürt halkının direnişi ve mücadelesidir. Üçüncüsü, egemenlerde ciddi bir kırılmaya neden olan Gezi Direnişi ile birlikte yayılarak devam eden direniştir. Bu üç dinamik Saray Rejimi’ni çözmektedir.

Saray Rejimi, sadece AK Parti-MHP ittifakı değildir. Saray Rejimi’nin organize edilmesi aşamalarında, referandum ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin tutumları hatırlandığında bu rejimin elbirliği ile kurulduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına, kayyumlara, tezkerelere girmiyoruz bile.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine uygun olarak, içeride ve dışarıda savaş politikalarını hayata geçirirken, sömürü ve yağma düzeni ile sermayenin her kesimi muazzam kârlar elde etmektedir. Bankalarından büyük şirketlerine kârını ikiye üçe katlamayan sermaye kesimi yoktur. Buna karşı gelişen her itiraz ise karşısında çıplak devlet zorunu bulmaktadır. Tam bir iç savaş hukuku devrededir.

Buna rağmen direniş sürmekte, işçi-emekçilerde, tüm ezilen kesimlerde ciddi bir öfke birikmektedir. Gezi Direnişi yayılarak, inişli-çıkışlı toplumun neredeyse tüm kesimlerinde sürmektedir. Doktorlardan avukatlara, öğretmenlerden sanatçılara, kadınlardan öğrencilere, doğasını yaşamını savunanlara kadar süren bir direniş vardır. Direnişi kırmak için, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist merkezlerin desteğinin alınmasına rağmen Kürt halkının direnişi kırılamamaktadır. Tüm bunlarla birlikte, özellikle son birkaç yıldır işçi direnişleri daha fazla öne çıkmaktadır. İşçi sınıfı giderek çekilmez hâl alan yaşam koşullarına ve geleceksizliğe karşı işyerlerinde direnişe geçmekte ve direnişlerdeki kararlılık giderek artmakta, direniş biçimleri fiilî grev, fabrika işgali gibi daha ileri boyutlara gelmektedir.

Önümüzdeki dönem, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de yaşam koşularının giderek ağırlaşmasına paralel olarak direnişler artacak, daha kararlı hâle gelecektir.

D- Seçimler ve Birleşik Emek Cephesi

Bugün, burjuvazinin içinde “kurtuluş” arayışları gelişmektedir. Bunlardan birisi, “iktidarı sürdürmek”, ne pahasına olursa olsun Saray Rejimi’ni devam ettirmektir. Bunu Bahçeli, biraz daha güçsüz bir şekilde Erdoğan dile getirmektedir. İkincisi “devletin yıprandığını” söyleyen, kişileri değil de devleti kurtarmayı öneren “burjuva muhalif” görüştür. Bunu Kılıçdaroğlu, Akşener dâhil, tüm burjuva partiler söylemektedir. Buna göre, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek üzere, devleti kurtarma projesi devreye sokulmalıdır. Üçüncüsü, burjuva demokratik muhalefet ve liberallerin savunduğu, “demokrasi”ye dönüş alternatifidir. Bu görüş, aslında ikincisi ile aynıdır, sadece yeni anayasanın demokratik olması için ilave öneriler içermektedir. İkinci görüşte “devleti kurtarmak” egemen iken, bu “demokrasi”ye dönüş projesinde bazı hakların üzerinde durulması daha öndedir.

Peki işçi sınıfının görüşü nedir?

Tam da işçi sınıfının çözümünün tartışılması gereken bir noktadayız.

Krizin faturasını işçilere yıkıyorlar. Peki “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olsa, işçilere yıkmayacaklar mı? “Demokrasiye dönüş” olsa, yıkmayacaklar mı? Krizin faturasını kim ödeyecek, patronlar mı?

Krizin faturasını kapitalistlere, patronlara ödetecek tek şey, işçi sınıfının iktidarıdır. Öyle ise krizin faturasını samimi olarak reddetmek demek, devrimci mücadeleye katılmak, direnmek demektir.

İşçi sınıfına dönük baskıların artması, acaba, Erdoğan gidince, kendiliğinden bitecek mi? Erdoğan’ı biz işçiler indirirsek, evet, ama efendiler “senin süren doldu, şimdi de şu gelsin” dedikleri için inecekse, baskı ve zülüm bitmez.

Demek oluyor ki, işçi sınıfı, kendi eylem cephesini oluşturmak zorundadır.

Biz buna Birleşik Emek Cephesi diyoruz. Birleşik Emek Cephesi; (a) Birleşik mücadeleye çağrıdır. Yani, tüm sol örgütleri, tüm kitle örgütlerini, kadın hareketini, çevre hareketini vb. mücadele etmekten yana olan herkesi kapsar. (b) Emekten yana tutum almaya çağrıdır. Yani, burada ilke, “demokrasi” gibi her yere çekilen kavramlarla yürümek değil, işçi ve emekçiden yana, emekten yana tutum almaktır. (c) Buna bir cephe diyoruz, platform vb. değil, çünkü, bu sadece bugünlük mücadele için gerekli değildir, uzun bir mücadeledir bu ve işçi sınıfının cephesinin tüm farklılıklarına rağmen yerini belirtmek amacı güder.

Diyelim ki bir kişi “demokrasi” mücadelesini, burjuva anlamda değil de, işçi sınıfının ve emeğin dünyasından bakarak tarif ediyor ve buna “demokrasi mücadelesi” demeyi seçiyor, bizim açımızdan bir sakıncası yoktur. Ama liberallerin, burjuvaların, hatta faşistlerin “demokrasi” diyebildiği bir dünyada, demokrasi kavramına çok da yaslanmak bize doğru gelmiyor. ABD, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelere “demokrasi” götürüyordu. Bugün, ABD Kürtlere Barzani’nin terziliğini yaptığı bir “demokrasi” elbisesi giydirmek istiyor.

Diyelim ki, bir kişi, artan baskılara dikkat çekerek “anti-faşist” mücadele ile meseleye yaklaşıyor olsun. Eğer burada anti-faşist mücadele, burjuva demokrasisi için bir mücadele anlamına gelmiyorsa, bizim için emekten yanadır ve Birleşik Emek Cephesi’nin içindedir.

Diyelim ki, bir kişi, dinin rant ve yağma için kullanılmasına vb. karşıdır ve mücadele etmek istiyor. Eğer dine, burjuva sistemin bir yapıştırıcısı, sömürünün gizlenmesinin aracı olarak değil de, insan inancı olarak yaklaşıyorsa, eğer mücadelenin din üzerinden değil de, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, sermaye ve emek üzerinden yürüdüğünü anlıyorsa, bizim açımızdan yeri Birleşik Emek Cephesi’dir.

Barolara yönelik saldırılar, Tabipler Birliği’ne dönük saldırılar, Mimar ve Mühendis Odalarına dönük saldırılar, işçi sınıfının geniş bir tanımı olduğunu da göstermektedir. Hem avukatların hem doktorların hem mühendislerin çok büyük bir kesimi işçidir. Kendilerini işçi olarak görmeyenleri, aslında bu mücadeleden uzak olmaları nedeni ile, bazı ayrıcalıkları abartmalarından kaynaklı yanılgı içindedirler. Kısa sürede bu konular, sınıf savaşımına bağlı olarak netlik kazanacaktır. Elbette ki, avukatlar, hekimler, mühendisler, mimarlar vb. bu Birleşik Emek Cephesi’nin içindedir. Durakoğlu yönetiminde bir baronun Birleşik Emek Cephesi’ne gelmeyeceğini öngörebiliriz, ama baronun içindeki gruplar da, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde yer bulacaktır.

Bunu uzatmak mümkündür.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının kendi alternatifinin öne çıkartılması demektir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, “devleti nasıl kurtarırız”, bu yasa tanımayan Saray Rejimi’nden nasıl bir “normal” burjuva düzene geçeriz değildir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmaktır.

“Demokrasi mücadelesi” için samimi olanlar, Birleşik Emek Cephesi’nden korkmaz. Çünkü işçiler ne kadar örgütlü, Birleşik Emek Cephesi ne kadar güçlü olursa, haklar o kadar genişlemiş olacaktır.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının, emeğin alternatifidir. Bizim gibi devrim isteyenlerden değilseniz bile, başka bir mücadele yolu yoktur.

Birleşik Emek Cephesi, geçici, birkaç eylem yapmayı hedefleyen, ortak mücadeleyi bununla sınırlayan bir öneri değildir. Birleşik Emek Cephesi, uzun süreli bir mücadele arkadaşlığına davettir.

Birleşik Emek Cephesi, en başta, farklı siyasal ve toplumsal hareketlerin varlıklarını, farklılıklarını kabul eder. Ama, işçi sınıfı cephesinden, iktidarı alma sürecine bir müdahaleyi içerir. Bize lazım olan da budur; iktidar.

İran; edebiyat, tarih, devrim – Nisan 2018

– Bu yazı Nisan 2018’de İran’da gene yaşanan bir isyanın üzerine hazırlanıp yayımlanmıştı. Bu sefer 2022’de gene dünyada gelişen itiraz-protesto-isyan dalgasının içinde ülke Mahsa Amini’nin katledilmesinden sonra yerini aldı. Dünyanın neresinde bir isyan görürsek gözümüz ilk olarak oranın devrimcilerini arayacak –

2017, İran coğrafyasında bir halk isyanıyla sonlandı. Tarih, bu yılın son günlerini coğrafyadaki halkların özgürlük, adalet, yolsuzluğa karşı mücadele, ekonomik refah özlemleri ve taleplerinin yanı sıra; emperyalist hevesler ve saldırganlık, molla rejimindeki iç mücadele ve tüm rejimin birlik olarak halka saldırıları dönemi şeklinde yazacak.
İran devrimcileri ve halkları için bir daha toparlanma evresine girecek bir başlangıç şansı, tarihte yeni bir diriliş umuduyla karşılıyoruz yeni gelen yılı. Bütün bu karmaşanın içinde yine ve yeniden devrimin gündemine bakma umuduyla…

Ne ilk olan, ne de son olacak olan Tunus ve Mısır isyanları, Bouazzizi’nin yanan bedeninden bütün dünyaya yayılan ama bütün dünyayı yakıp küllerinden yeni, özgür, sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız dünyayı yaratamayan isyanlar oldular. İsyanlar, bunu yaratacak örgütlülükte değildi. Ama öncesinde Yunanistan sokaklarında olan, sonrasında Gezi Parkı’ndan Brezilya şehirlerine ve ormanlarına yayılan; İspanya’da filizlenen, Ferguson’da öfkelenen, Filistin’de haykıran, Rojava’da, Donetsk ve Lugansk’ta vücut bulmaya başlayan bir isyan süreciydi.
Evet çoğu örgütsüzdü, yönsüzdü, yolu muğlak ve rengi bulanıktı. Tıpkı bu sayfalarda milenyuma girerken 21. yüzyılın ilk çeyreğine dair öngörüldüğü şekildeydi. İlk çeyreğin sonlarına doğru gelirken ideolojik olarak bulanık halk isyanlarını yaşıyoruz.

• Geçen son yılın son ayında ise, Honduras’ta seçim sonuçlarındaki hırsızlıklara,
• Katalanların bağımsızlık istemlerini ortaya koymasına karşı İspanya devletinin verdiği saldırgan yanıta,
• Güney Kürdistan egemenlerinin oluşturduğu; yozlaşmış, çürümüş, yolsuzlukla ilerleyen, halkın taleplerine politik bir cevap olamayan yönetime,
• Ve nihayet İran’da ’79 İslamî “devrim” sonrası gelişen uzun süreli baskılar, gene devlet kademelerindeki yolsuzluk, kölece koşullarda, ekonomik zor altında yaşamaya karşı birbirinden farklı niteliklerde isyanlar yaşandı.

Özetleyecek olursak dünya hâlâ yanıyor
Bu yazımızın konusunu ise bu isyanların sonuncusu olan İran oluşturuyor. Devrimci mücadele tarihiyle birlikte edebiyatı, edebiyat ve sanattaki mücadele tarihini işlemeye çalışacağız. Daha çok 20. yüzyıldaki mücadele tarihi açısından dönüm noktası sayılabilecek tarih dilimlerinin politik atmosferini arayacağız.

İran’da ‘bizimkiler’ tarih sahnesine çıkıyor

İran’da solun kökleri, 19. yüzyılın sonlarına dayanır. Bu dönemde göçmen olarak Rus Çarlığı hâkimiyeti altındaki Güney Kafkasya’da bulunan İranlı işçiler ve aydınlar, önce gazetecilik faaliyetleri aracılığıyla sol ve sosyal demokrasi düşüncelerini İran’a tanıtmış, daha sonra Rus Bolşeviklerinin de desteğiyle parti ve örgütler kurmuşlardır. [1]

İlk olarak 1904 yılında, Kafkasya’da eğitim, iş ya da ticaret için bulunan İranlılar tarafından Bakü’de Himmet Parti’si kurulmuştur. Himmet, o bölgedeki göçmen İranlıların büyük bir kısmını, bilhassa işçi ve öğrencileri kısa sürede örgütleyebilmiştir. Çarlık rejimine, Rus seçkinlerinin çıkarlarına hizmet eden Müslüman ulemaya ve Avrupalılaşmış aydın sınıfına eleştirel yaklaşan parti, eğitim öğretimin yaygınlaştırılması, anadilde eğitim, kadınların toplumsal konumunun yükselmesi gibi hedefleri benimsemiştir. [2]

1905 yılında Himmet Partisi ve Bakü Bolşeviklerinin de desteğiyle İran Sosyal Demokrat Partisi kurulur. İran’da 1906 yılında gerçekleşen Meşrutiyet Devrimi’nden (Constitutional Revolution) sonra, 1909 yılında kurulan ve siyasi partilerin temsil edildiği ilk meclis olan 2. Meclis’te de “Demokrat Parti” adıyla yer alan bu partinin laiklik ve toprak reformu gibi talepleri vardır.

Meşrutiyet Devrimi’nin hedeflerine varılamaması ve 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1917’de bir grup Sosyal Demokrat Parti üyesi ve Bakü’deki petrol işçileri, Esedulah Gaffarzade’nin önderliğinde İngiliz karşıtı anti-emperyalist talepleri ön planda olan Adalet Partisi’ni Bakü’de kurarlar. Bu parti sürgünde olmasına rağmen İran’la bağlantılarını Sosyal Demokrat Parti aracılığıyla sürdürür.

1914’te Hazar kıyısındaki Gilan eyaletinde, Mirza Küçük Han’ın önderliğinde başlayan sosyalist Cengeli ayaklanmasının şiddetlenmesiyle beraber 1920’de bir yeraltı örgütü olan İran Komünist Partisi, Gilan’ın Enzeli kasabasında kurulur.

Abdulkasım Lahuti; Moskova’da ölen sosyalist gerçekçi bir İranlı

1887’de Kirmanşah’ta doğan Marksist şair; Firdevsi’den etkilenen tasavvuf ve mistisizmi kullanan bir babanın oğludur. Gençliğinde ulusalcılığı savunan radikal bir çizgide hareket eden Lahuti, Rusya’da 1905 Şubat ve 1917 Ekim Devrimlerinin etkisiyle sosyal demokrasi ve sosyalizmle tanışmış, Sovyetler Birliği’nde bir komünist olarak ölmüştür.

Yıllar ilerledikçe, şiiri mistisizmden temizlenen şair, militan bir ulusalcı çizgiden etkilenmiş, sonrasında ise; özellikle Ekim Devrimi sonrasındaki süreçte; daha solda yer almaya başlamıştır. İstanbul’da sürgünde yazdığı şiirde; “…Kimseye el açmıyoruz/ İşçi elleri dışında…” mısralarını yazmıştır (İstanbul, 1919). [3]

1921’de İran’a girmesine izin verilen şair, Tebriz’e geçmiş jandarmaya girmişti. 30 Ocak 1921’de jandarmada isyan çıkarıp Sufian’ı işgal etmiş, ertesi gün Tebriz’e doğru yürümüş ve valiyi gözaltına almıştı. Kendini askerî komite başkanı olarak tanıtması Bolşeviklerden etkilendiğini ortaya koyuyordu.

Bu kalkışma, Mirza Küçük Han’ın önderlik ettiği, kısa süren Gilan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni kuran Gilan hareketi benzeri kalkışmaların sonuncusu sayılabilir. Çabucak ezildiler. Lahuti, Aras nehrini geçerek yeni kurulan Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne geçti ve sürgünde öldü.

Sovyetler Birliği’nde yaşadığı dönem içerisinde Tacikistan Eğitim Bakanlığı ve Yazarlar Birliği’nde Gorki’nin başkan yardımcılığını yapmıştır. Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ulusal marşını yazmıştır.

Şiirlerinde Tacikistan’da gerçekleşen ekonomik ve toplumsal değişimleri selamlayan Lahuti; “Şan olsun halkın boynundan sökülen/ Orak ve çekiçin gücüyle egemenlerin boynuna atılan ilmiğe” der. Devrimin önderi Lenin’in ölümüyle ilgili yazdığı üzgün işçiler ve Stalin’e ithafen yazdığı ‘ustalar ustası’ adında divanı da vardır.

Lahuti’nin şiirlerinde ülke hasreti vardır, işçi sınıfı ve özgürlük vardır. Kadın mücadelesine özel olarak yer verir ve başta İran’daki mücadeleleri yüceltirdi. Şiiri, onunla birlikte İranlı komünistlerin birçoğunda görüleceği üzere bir ideolojik gelişimin seyrini gösterir. Evet, dinî, mistik etkilerle başladığı şiir yolculuğunda sosyalist gerçekçi bir komünist olarak öldü.

Yaşasın ilk ayaklanmalarımız; ilk yenilgilerimiz

Daha önce değindiğim gibi, Bakü ve SSCB topraklarındaki göçmen işçiler aracılığıyla İran’da gelişen Bolşevik etki büyümüş, sosyalizm, işçiler ve aydınlar arasında sempatiyle karşılanmaya başlamış ve irili ufaklı isyanlara rengini katmıştı. 1920’lerin başlarına kadar en bilineni kuzeydeki Gilan bölgesinde gerçekleşen ve kısa süren Gilan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan ayaklanmalar gerçekleşmişti.


Kısa sürüp, sert bir şekilde ezilmesine rağmen sosyalizmin İran’daki mücadelelere rengini vermesi; Rusya’da vücut bulan komünizm heyulasının geçici de olsa İran’da da yerleşmesini sağlaması açısından çok büyük önem taşıdılar. Onlar, ilk acılarımızla birlikte ilk zafer naralarımızdı.

1924 yılından itibaren Şah unvanını alan Rıza Han önderliğinde Pehlevi Hanedanı’nın iktidara gelmesiyle birlikte, tahttan indirildiği 1941’e kadar tüm siyasi partiler yasaklanır. 1931’de, ülkede işçi grevleri ve öğrenci eylemlerinin artmasıyla birlikte devlet, komünist siyasi örgütlerin faaliyetlerine karşı bir yasa kabul eder. Bu yasanın da etkisiyle bu dönemde İran’da sol ve komünist partiler ve silâhlı örgütler yerine entelektüel çevrelerce temsil edilmiştir. Bu çevrelerden en önemlisi Taki Arani ve “53 kişi” grubudur.

1938 Kasımı’nda yargılanan “53 kişi”, 1933’te kabul edilen komünist propaganda yasağına muhalefet etmekten suçlu bulunarak yüksek hapis cezalarına çarptırılırlar. Grubun lideri olan Arani bir buçuk yıl sonra hapishanede katledilir.

İran kitleler partisi; Tudeh

Arani’nin önderliğindeki 53 kişi grubundan 27 kişi, serbest bırakıldıktan sonra bir araya gelerek Tudeh Partisi’ni kurmuşlardır. 1941’de kurulan Tudeh Partisi, Taki Arani’yi onursal lideri olarak benimsemiştir.

1944 yılında parti, 14. Meclis seçimlerine katıldı ve sekiz adayı seçildi. Bu andan itibaren parti muazzam biçimde büyüdü ve İran politikasında başlıca güçlerden biri haline geldi. Tudeh, İran’da 1941-1949 arasındaki dönemde 25 bin üyeyi kendine bağlı sendikalarda örgütlemiş, 400 bin işçinin desteğine sahipti. [4]

Aynı yıllarda, partiyi destekleyen üst düzey subaylar dâhil ordu mensuplarından oluşan “Tudeh Partisi Askerî Örgütü” kurulmuştur. [5]

1946 yılından 1950’nin başına kadar Parti, devlet baskısıyla ve zor koşullarla karşı karşıya kalmıştır. Bu durumun nedeni Rıza Şah’ın oğlu Muhammed Rıza Şah’ın iktidarı yeniden pekiştirmesi, 2. Dünya Savaşı döneminde ülkede yaşanan karışıklıkların yarattığı siyasi boşluğun ve hareket kolaylığının ortadan kalkması, dönemin başbakanı Kavam’ın sağcı söylemleri benimsemesi ve kuzeydeki Mahabad ile Tebriz’de ve güneydeki Ahvaz bölgesindeki ayaklanmaları bastıran rejimin yeniden güçlenmesidir.

Merkezdeki Kerman, Fars ve güneydeki Sistan eyaletlerinde parti binaları basılmış, matbaaları tahrip edilmiş ve sendika önderleri kuzeye kaçmaya zorlanmış, İsfahan’da Parti merkezi, askerler tarafından basılarak sendika eylemcileri orduya alınmış, Hazar kıyısındaki bölgelerde üç Tudeh eylemcisi silâhlı ayaklanma hazırlığı yapmakla suçlanarak idam edilmiş ve 140 Parti üyesi silâh taşıma suçuyla tutuklanmışlardır. Kürt ve Azeri eyaletlerinde 500 Tudeh üyesi çatışmalarda öldürülmüş ve 45 kişi idam edilmiştir. Başkent Tahran’da ise kamusal alanlarda yapılacak tüm gösteri, eylem ve toplantılar yasaklanarak Parti’nin önderleri için yakalama kararı çıkarılmıştır. Tüm bunlara rağmen Parti, tamamen yasaklanmamış, Tahran’daki ofisinde toplantılar yapmasına, öğrenciler, aydınlar ve kadınlar arasında örgütlenmesine ve gazete yayınlamasına izin verilmiştir. [6]

1949 yılında Parti, Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye karşı başarısız bir suikast girişiminden dolayı suçlandı. Buna rağmen Parti, 1950’lerin başında yeniden legalleşinceye kadar yeraltına geçerek çalışmasını sürdürdü.

1951 yılında Muhammed Musaddık, Şah tarafından başbakan atandı ve kendisinin mensup olduğu Milliyetçi Parti, Ulusal Cephe’yle Tudeh Partisi arasında güçlü ilişkiler kurdu. Musaddık petrolün ulusallaştırılmasını ele aldı ve Anglo İranian Oil Company (İngiliz İran Petrol Şirketi) -günümüzde British Petrolium (BP)- aracılığıyla İran petrolünü kontrol eden ve büyük kârlar elde eden İngiliz hükümetinin çıkarlarına zarar veren birçok sosyal reformu uygulamaya geçirdi.

1953 yılında Amerikan CIA örgütü ve İngiliz istihbaratı, emekli general Zahedi ve Albay Nassiri’ye, Musaddık’a karşı bir hükümet darbesi gerçekleştirmeleri için destek verdi. Bu müdahale sonucunda Musaddık başbakanlık süresini doldurmadan görevinden zorla el çektirildi. Bazı yorumcular bu müdahalenin temelinde İngilizlerin ve Amerikalıların, Musaddık’ın Sovyetler Birliği’yle daha sıkı bağlar kurmasından korkmalarının yattığını iddia eder.

Tudeh, Musaddık’ın öncülük ettiği petrolün millileştirilmesi kampanyası çerçevesinde 1951 yılında Ahvaz eyaletinde 65 bin petrol işçisinin grevini örgütlemiştir. Aynı yıl devletin 1 Mayıs kutlamalarını serbest bırakmasıyla birlikte Parti’ye güç gösterisi yapma ve moral kazanma fırsatı doğmuştur.

1952 yılının Temmuz ayında Musaddık, Şah ile yaşadığı anlaşmazlığın şiddetlenmesi sonucu istifa etmiş, ancak bunun üzerine başlayan sokak gösterileri ve kanlı ayaklanmalar sonucu tekrar makamına geri dönmüştür. Bu ayaklanma sırasında, Tudeh’in örgütlediği sendikalardaki işçilerin İsfahan ve güneydeki Abadan gibi sanayi merkezlerinde grevler düzenlemesi, siyasi gidişatta belirleyici rol oynamıştır.

Tarihçi Mazyar Behruz, Mussaddık’la ilgili fikir değişiminin sebebi olarak, o yıllarda Tudeh’te yaşanan Nurettin Kiyanuri, İhsanullah Teberi ve Emanullah Kureyşi gibi nispeten genç üyelerin savunduğu katı fraksiyon ve İrec İskenderi, Mustafa Yezdi ve Rıza Radmaneş’in öncülük ettiği ılımlı fraksiyon arasındaki kutuplaşmayı göstermektedir: 1952 Temmuz ayına kadar Parti’de söz sahibi olan katı fraksiyon; işçi sınıfını örgütlemenin ana hedef olması gerektiğini savunarak; Musaddık’ın milliyetçi hükümetine muhalefet etmiştir.

Bu kesim Musaddık’ı; “Amerikan emperyalizminin maşası olan komprador burjuvazinin İngiltere ile olan rekabetinin lideri” olarak görmüştür.

1955 yılında çok sayıda askeri personelin Tudeh Partisi içinde aktif oldukları ortaya çıkarıldı. Bunlar derhal tutuklandı ve idam edildi. Sonuçta Tudeh Partisi, Şah rejiminin saldırılarına direnemez hale geldi ve hareket düşüşe geçti. Parti’nin Merkez Komitesi 1950’lerin sonuna doğru fiilen tamamen yeniden örgütlendi.

Arkasındaki nedenler ne olursa olsun, darbe Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin elinde diktatörlük yetkilerini toplamasıyla ve Musaddık’ın Ulusal Cephesi ve Tudeh Partisi de dahil olmak üzere politik grupların büyük çoğunu yasaklamasıyla sonuçlanmıştır. Her iki parti etkinliğini yeraltında sürdürmüştür.

‘53 nefer’den biri Bozorg Alavi

Bozorg Alavi, Abol Hassan Alavi’nin 6 çocuğundan üçüncüsüydü. Babası, İran’daki meşrutiyet mücadelesinde yer almıştı. Bozorg, İran’ın etkili yazar ve romancılarından biridir. 1922’de yüksek öğrenimini tanımlamak için gittiği Berlin’de en yakın arkadaşı ve birlikte Farsça’ya Çehov, Kafka, Edgar Allan Poe gibi yazarları kazandırdıkları Sadık Hidayet’le tanışmıştı. Edebiyatla ilgisi 1927’deki geri dönüşüne kadar artmıştı.

Aynı vakitlerde Dr. Arani ile tanışmış ve 53 kişi grubunun bir parçası olmuştu. 1937’de tutuklanmış 4 yıl sonra çıkan genel afla serbest bırakılmıştı. 1941’de Tudeh’in kurucu üyelerinden biri olmuştur. Serbest bırakıldıktan sonra ‘Zindan Notları’ (İng: Scrap Papers of Prison) ve ’53 Nefer’ (İng: 53 Persons, Farsça: 53 Nafar) kitaplarını yayınlamıştır. [7]
Zindan Notları kitabında; “Her insan, bütün hayatında, kuyruklu yıldızı ancak ve ancak bir kez görebilir. Benim gibi bazıları ise, onu bir kez bile göremezler. 1912 yılında, kuyruklu yıldız ilk kez göründüğünde, ben on yaşımdaydım. Annem ve kız kardeşlerim, bu acayip yıldızı görebilmek için dama çıktıklarında, yıldızı bana da gösterip: ‘Gördün mü? Kuyruğunu görüyor musun?’ demişlerdi. Bense, henüz aklım ermediği için yıldızın dâhi ne olduğunu bilmiyordum. Kuyruklu yıldızı görmediğim halde: ‘Evet gördüm’ demiştim.

“Bu yıldız, 1992 yılında yeniden görüleceği zamansa, ben artık bu dünyada olmayacağım. Eğer o tarihte sağ olsam bile, bu acayip yıldızı görebilmek için gözlerimin yeteri kadar güçlü olacağını ve ayaklarımın, bu yıldızı seyretmek için, beni dama çıkarabileceğini sanmıyorum. Bu olay, insan hayatında sadece ve sadece bir kez olacak bir şey” ifadelerini kullanmıştı.

53 Nefer kitabında ise grubun kurulmasını ve yargılanmasını anlatır. Tudeh’in resmî metinlerindendir. 1953 darbesi sırasında Berlin’deydi. 1979 İslam Devrimi’ne kadar Berlin’de yaşadı. 1979’da İran’a ziyarete geldi. Ardından 1980’de kısa ziyaretinde İslam Devrimi’nin geçirdiği baskıcı dönüşümü gördü ve Berlin’de 1997’deki ölümüne kadar yaşadı.

1952’de yazdığı ‘Gözleri’ kitabının Türkçe baskısı için hazırlanan tanıtım bülteninde, kitaptan yapılan alıntıda şöyle yazar: “Beni yanardağın yanına kadar çekiyordu fakat soğukluğuyla donduruyordu. Ömrüm boyunca esir düştüğüm ve hâlâ da devam eden facia bu işte. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Öpücüklerime hasret olduğunu biliyordum, sıcak parmaklarının tenimi yakmaya hazır olduğunu bildiğim gibi. Teninin, tenimin ağırlığını beklediğini de. Dünyada onu bir anlığına olsa bile mutlu edebilen tek kişinin ben olduğumu da biliyordum. Ben de tenini, güçlü ellerini vücudumun derinliklerinde hissetmeyi çok isterdim. Vücudunun, vücudumda erimesini, benimle birleşmesini isterdim. Dalgalı, perişan saçlarıyla oynamak isterdim. Dudaklarının hararetini, dudaklarımla emmek isterdim. Ruhunu, yanıp tutuşan o ruhu, çırılçıplak, güncel sıkıntıların ve diktatör baskısının yarattığı sorunlardan, polis korkusundan, üzerine çektiği o koruyucu kalkan olmadan görmek isterdim.”

Gençliğinde devrim fikriyle tanışan, verdiği mücadele sırasında cezaevine düşen, 3 kez de vatanından uzaklaşan Arani’nin yaşamında ve eserlerinde İran Devrimi’ndeki iniş çıkışlara rast gelirsiniz. 1992’de kuyruklu yıldızı seyredebildi mi, bilmiyorum. Ama kuyruklu yıldız 1992 yılında, Dr. Arani ve ondan önceki ve sonraki yoldaşları gibi göklerde yerini almıştı.

1953 darbesine tutum, kan kaybettiriyor

Ulusal Cephe’ye karşı İngiliz-Amerikan yanlısı darbenin ardından, Tudeh nezdinde komünistlerin kitlesel ve etkili bir güç olmasına rağmen etkili bir direniş sergileyememesi, Parti içinde ve tabanında tartışmalara neden olmuş, Parti’’nin ciddi oranda güç kaybetmesine neden olmuştu.

İran’ın yakın dönem tarihini inceleyen tarihçiler bunun nedenini farklı şekillerde açıklıyorlar. Behruz’a göre bunun nedeni; Parti’nin inisiyatifini toptan olarak içinde yer aldığı Ulusal Cephe koalisyonuna devretmesi ve 1949’da olduğu gibi ağır bir darbe almayacağını düşünmesiydi.

Böyle durumlarda işçi sınıfının kuracağı ittifakların yanında kendi bağımsız devrimci hattının, işçi sınıfının nihai zaferini unutan bir hattın tehlikeli olacağı açıktır. İşçi sınıfı iktidarı perspektifinin geride kalmasının ağır sonuçları oldu.

İran üzerine çalışan tarihçiler; Ervand Abrahamian ve Cosroe Chaqueri ise darbeye karşı direnememenin ve sonuçta Parti’nin güç kaybetmesinin, Musaddık’ın yeterince desteklenmemesi ve yeterince risk almamasına bağlar.

Sonuç itibariyle 1959’a gelindiğinde Parti’nin önder kadrosundan kırk kişi de dâhil olmak üzere iki yüzden fazla Parti mensubu idam edilmiş, Parti tüm toplumsal tabanını, örgütlerini ve destekçilerini yitirmiş ve ülke içinde Tudeh’ten sadece kırıntılar kalmıştır. [8]

Tudeh parçalanıyor; yeni örgütler doğuyor

1940’lı ve 50’li yıllarda İran solu neredeyse sadece Tudeh tarafından temsil edilirken darbeden ve ardından gelen baskı dalgasından sonra solda, örgütsel ve ideolojik çeşitlilik egemen olmuştur. Özellikle 1960 yılında kurulan yurtdışındaki İranlı Öğrenciler Konfederasyonu, 1979 Devrimi’ne kadar çeşitli Marksist muhalif grupları birleştiren ortak bir çatı örgütü işlevini görmüş ve bu anlamda güçlü bir siyasi çizginin temsilcisi olarak Tudeh’in yerini almıştır. [9]

1960’ların başında yumuşayan siyasi iklimden yararlanmak için, Ulusal Cephe, muhalif politikacılardan oluşan bir şura oluşturarak meclis seçimlerine katılma kararı vermiştir. Tudeh Partisi üyeleri de Ulusal Cephe içerisinde faaliyette bulunarak bu ortamdan yararlanmışlardır. Parti’nin sürgündeki liderleri yurtiçindeki üyeler ve hücrelerle bağlantı kurmaya çalışsalar da SAVAK müdahalesi nedeniyle başarısız olmuşlardır.

Parti, yurtdışındaki İranlı öğrenciler arasında aktif olsa da Konfederasyon’da temsil edilmesi, Ulusal Cephe ve yeni oluşmakta olan diğer sosyalist örgütlerin destekçileri tarafından engellenmiştir.

Bu yıllarda sol içinde gelişmeye başlayan Sovyetler-Çin-Arnavutluk-Küba tartışmaları; özellikle Küba gibi yeni deneyimlerin etkisiyle Tudeh’in etkisinin zayıflamasına, yeni deneyimleri programlarına katan sosyalist gerilla örgütlerinin oluşumuna ön açmıştır.

Tudeh’in özellikle gençliği arasında, Parti’nin revizyonizme saptığı tartışılmaya başlanmış, bu üyeler tarafından Tudeh Partisi Devrimci Örgütü kurulmuştur. Bu örgüt, Küba deneyimini ve Maoizmi savunmuş, Sovyetlerin Kruşçev ile revizyonizme sapan politikalarından vazgeçilmesini, Sovyetlerle kurulan geleneksel bağın koparılmasını savunmuştur. Talabani önderliğindeki kamplarda gerilla eğitimi almıştır.

1965’te; daha önce Tudeh’ten ayrılan 3 parti önderi, Tudeh Partisi Devrimci Örgütü’ne katılmış, sonrasında Toufan’ı (İran Emek Partisi) kurmuştu. Bu örgüt, Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Komünist Partisi’nin görüşlerinin propagandasını yaptı.

Bu bölünmeler sonucu, Tudeh ve Ulusal Cephe, Humeyni ve Ali Şeriati önderliğinde gelişen İslamcı hareket ve gerillacı sosyalist hareketler karşısında iyice zayıfladı.

Gerillacı sosyalist hareketlerden ilk akla geleni Halkın Fedaileri’ydi. Sonrasında bu örgütten, Halkın Fedaileri Gerillaları Devrimci Örgütü ayrı bir hareket olarak örgütlendi.

Şah rejimine karşı edebiyatın direnişi;
şair sahneye çıkıyor

Ekim 1977’de Şah’a karşı eylemlerin kızıştığı bir dönemde İranlı Yazarlar Vakfı (Iranian Writers’ Association), Tahran’daki Goethe Enstitüsü’nde on gün sürecek olan şiir geceleri düzenledi. Bu etkinliğin beşinci gecesinde sahneye militan bir şair çıktı. Sözlerine 14. yüzyıl Fars şiirinin ustalarından Hafız’ın dizeleriyle başladı:

“Arp ve ud ne anlatır bilir misiniz?
Cezalandırılmamak için şarabı kuytuda iç.
Onlar sevginin şerefi, sevgilinin ihtişamını yağmalar
Gençleri engeller, tarihi reddederler
Aşka dair olanı ne söyler ne de işitirler
Anlatılan zor bir hikâyedir.”


Sahneye Hafız-ı Şirazi’nin sözleriyle çıkan şair Said Sultanpur’dur. Yazdığı şiirler, oyunlar, Marksist mücadelesi ve Halkın Fedaileri (OIPFG, Fedayan-e Khalq) üyesi olmaktan cezaevinde yıllarını geçirmiş, daha birkaç ay öncesinde serbest bırakılmıştı. Dinleyenlere seslenip onları, karanlık günlerde özgürlüğe susayanlar olarak tanımlar.

Sultanpur İran’da gerillacı şiir-gerilla tarzı şiirin kurucusu sayılır. Şah’a karşı silâhlı gerilla mücadelesini savunan örgütünün ideolojisini ve savaş stratejisini, şiirinin ve edebiyatın kurucu değeri haline getirir.

Bir sanat biçimi, bir düşünme biçimi

Militan şiirin teorize edilmesi, savaşçı sanatın yönünün oluşmasında Sultanpur’un büyük katkısı olmuştur. “Bir Sanat Biçimi, Bir Düşünme Biçimi” adlı kitabında, İran’daki çağdaş sanat eserleri hakkındaki fikirlerini anlatıyor. Sınıf temelli, toplumcu yeni bir estetik oluşumu için mücadeleye çağırıyor. [10]

Hedeflediği sanat biçimini, savaşçı sanat (honar-e mobârez) olarak tarif ediyor. Savaş sanatı, sınıf mücadelesini doğru ele alan sanat ve edebiyattır. Savaşçı terimini kullanarak (combative art), sanatın sosyal değişime direkt katılması gerektiğini özellikle ifade eder. Önermesiyle eleştirel düşünce veya entelektüelliği hedefleyen sanatın aksine, değişime savaşçı bir edebiyatın daha çok hizmet edeceğini belirtir.

Eğer bir savaş olacaksa, savaşçılar düşmanını tanımalıdır. Savaşçı sanat, düşmana gerçekten fiziksel olarak da zarar verir. Sultanpur kendi dizeleriyle belki de kendi şiirini tarifliyor:

“Ey geceye çalan şafağım
Ebedi ateşim
Meskenimdeki o kırmızı gül
Tutkum ve kıvılcımlarım
Sürekli ve kalıcı yaram”

Sultanpur’da nesnellik

Şiir, sınıf savaşımına nasıl dâhil olacak, düşman sınıfa fizikî olarak nasıl zarar verecekti? Cevap nesnellik konseptiyle (ayniyat) başlar. Öznelliğin (zehniyat) estetik eserlerde tarihî bir rolü olduğunu kabul edip, sanatçıların nesnellik ve öznellik arasındaki diyalektik dengeyi sürdürme görevini belirtir. Sultanpur, tartışmasının devamında, sanatın materyalist tarih analizine varacak bir nesnelliği önceliği haline getirmesi gerekliliğini vurgular. Ona göre; objektif bir sanatçı bir estetikçiden çok, bir Sovyet sosyal bilimcisine benzer. Sorumlu sanatçı, toplumların yapısını, yoksulluk, hastalık, köleliğin yapısını ve temellerini keşfeder ve anlatır.

Savaşçı sanatın kurucusu, militan devrimci şair ve oyun yazarı, kendi düğününde İslamî yönetim güçleri tarafından 16 Nisan 1981’de tutuklandı. Halkın Fedaileri üyesi olmaktan atıldığı Evin Cezaevi’nde, 21 Haziran’da kurşuna dizilerek katledildi. Ardında, eserleri ve fikirleriyle İran şiirinin en uzun gündüzünü bıraktı.

İran’ın ‘Guevara’sı Khosrow Golesorkhi

1974’te, 30’unda hakimin karşısına çıktığında, askerî hakimin yüzüne bakıp: “Halkın şanlı adına! Meşruluğunu hiçbir zaman tanımadığım bir mahkeme karşısında kendimi savunacağım. Bir Marksist olarak halktan ve tarihten yanayım. Bana ne kadar saldırırsanız saldırın, bunu onur sayarım. Size ne kadar uzaksam, halka o kadar yakınımdır. İnançlarımı ne kadar kötülerseniz, inançlarım, halkın sempatisini ve desteğini daha çok kazanır. Eğer beni yakarsanız bile ve kesinlikle yapacaksınız, insanlar cesedimden bayraklar ve şarkılar yapacak” der. [11]

‘Sanatın Politikaları, Şiirin Politikaları’ adlı yapıtında; “Sanatsal bakışı olan bir insan, toplumla daha geniş bağlar oluşturur. Sanatçı, kendi coğrafyasındaki insanların yaşamıyla bağlantı kurar ve onlarla birlikte mücadele eder. Bu herhangi bir edebiyat okulunda böyle olmayabilir. Tıpkı Filistinli fedailerin şiirlerinin bu okullarda okutulmayacağı gibi. Neden okutulsun ki? Neden etkili sanat formlarımız, edebiyat ve sanat, okullarda hapsedilsin? Şiirin yeri kütüphaneler değil, diller ve zihinlerdir. Edebiyat, her zaman sosyal hareketteki yerini almalıdır. Edebiyatın görevi uyandırmaktır. İlerici edebiyatın görevi, sosyal hareketler oluşturmak ve halkların tarihsel ilerleyişlerine yardım etmektir” der. [12]

Birlik marşı şiirinde; “Biz, birbirimizi sevmeliyiz/ Hazar gibi kükremeliyiz/ Ve eğer çığlıklarımız duyulmuyorsa,/ Birlikte bağırmalıyız/ Her kalp atışı, şarkımız/ Kan kızılı, sancağımız/ Yüreklerimiz, bayrağımız/ Ve şarkılarımız olmalıdır…” der.

Golesorkhi, Sultanpur’a benzer militan bir çizgiyi dolduran eserler ve fikirler bıraktı ardında. Bir şiirin doğrudan düşmanın göğsünü hedef alması gerektiğini belirtir. Ona göre objektif şiir, öznel bir şiirin aksine hiç değilse, yanlış yorumlamaların önüne geçer. Marksist-Leninist bir bakıştan nesnel gerçekliği araştıran şiir; sınıf savaşı, düşman tarifini hedeflerken; ona göre savaşçı sanat, tekil olarak, siyasal açıdan aydınlanmış bir kitleden yanıt talep eder. [13]

Mahkeme salonunda yoldaşı, yönetmen Keramat Danehian’la yaptıkları, ardı ardına tiradı andıran ve mücadelelerine devam edeceklerini bildiren konuşmalar sonunda idama mâhkum edildiler. Son arzuları olarak Halkın Fedaisi olarak öldüler.

Tudeh’in ölümcül hatası

1979 yılının Ocak ayında, İran’daki halk ayaklanmaları sürerken ve Şah’ın devrilmesine birkaç hafta kalmışken Tudeh önderliği, Doğu Almanya’nın başkenti Leipzig’de toplanarak, devrimi ve Humeyni’yi tamamen destekleme kararını vermiştir.

Tudeh’in devrimden sonra Humeyni’nin öncülüğünde kurulan İslam Cumhuriyeti rejimini devrimci ve anti-emperyalist olarak tanımlayıp kayıtsız şartsız desteklemesi diğer sosyalist grupların ağır eleştirisiyle karşılaşmasına neden olmuştur.

Parti’nin 22 Eylül 1980’de “İlamiye-yi Komite-yi Merkezi-yi Hizb-i Tudeh-yi İran” (Tudeh Parti Merkez Komitesi Bildirisi) adıyla yayınladığı broşürde, üyelerini, rejim karşıtı tüm gruplar ve bireylerle ilgili güvenlik güçlerine ihbarda bulunmaya çağırması, bu desteğin boyutlarını göstermektedir.

1982 yılına gelindiğinde, o güne kadar Tudeh’ten diğer sosyalist örgütleri ortadan kaldırmak için yararlanmış olan Humeyni rejimi, bu sefer Parti’nin kendisini hedef alıp tüm liderlik kadrosunu ve aktif üyelerinin çoğunu tutuklamıştır. Tutuklananların çoğu 1985 yılında idam edilirken, Ali Haveri gibi kaçmayı başaran birkaç Tudeh üyesi Parti’yi; sürgünde faaliyetleri basın, yayın ve propagandayla sınırlı olan bir örgüt olarak yeniden inşa etmişlerdir.

Tudeh Partisi son darbeyi, 1988 yılının Haziran ve Aralık ayları arasında Humeyni’nin fetvasıyla gerçekleşen siyasi tutsaklar katliamıyla almıştır. Beş binden fazla siyasi tutuklunun mahkemeye çıkarılmadan gizlice ve topluca infaz edildiği bu katliamın sonucunda Tudeh de dâhil olmak üzere sosyalist örgütlerin tamamı ülke içindeki siyasi kadrolarının çoğunu yitirmiştir. [14]

Sonuç olarak
İran’da yürütülen özgürlük mücadelesini İran edebiyatının gelişim seyri üzerinden anlatmak; İran’da gerçekleşen halk isyanı, özgürlük arayışı ve protestolar vesilesiyle, İran mücadelesinin tarihsel seyrini hatırlatmak; Anadolu devrimci mücadelesiyle ortak bir dava mücadelesi verildiğini ve coğrafî-tarihsel kesiştiğimiz noktaları bulmak için hazırlanan bu yazıya ilk andan itibaren ne olursa olsun eksik kalacağını bilerek başladık.

Bu yazının sonunda rahatlıkla ifade edebilirim ki; müthiş deneyimlerle dolu tarih ve insanlık mirası eserleriyle dolu sanat ve edebiyatıyla bu yazı sadece bir başlangıç olabilir.

Samed Behrengi ve kadın mücadelesinde önemli bir yer tutan Füruğ Ferruhzad bakmamız gereken edebiyatçılardandır. Tarihsel olarak 19. yüzyıl öncesi hem tarih hem de edebiyat incelemesi ve ’79 İslam devrimi sonrası dönem incelenmeye değer.

Buraya kadar çıkardığımız sonuçta uzlaşacağımızı düşünerek; bütün bu tarihten, düşmandan, ideolojik, politik, askerî ve örgütsel olarak bölünmenin, sınıf güçleriyle ise dayanışmanın önemini; bağımsız devrimci sosyalist çizgideki ısrarın, devrimin gündemini takip etmenin önemini ve bir değer olarak devrimciliğin yüceliğini anlıyoruz.
Yaşlı balık masalını bitirdi ve on iki bin yavrusuna ve torununa:
“Artık yatma vakti çocuklar. Gidip yatın bakalım.” Çocuklar ve torunlar:
“Büyükanne, minik balığa ne olduğunu söylemedin.” Yaşlı balık:
“O da yarın akşama kaldı. Şimdi yatma vakti. İyi geceler.”
On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık; “iyi geceler” dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık, ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep… [15] o

 

 

[1] Yunes Parsabanab, Tarih-i Sed Saleh-yi Jonbeşhayi Sosyalisti, Kargeri ve Komonistiyi İran [İran’ın Komünist, İşçi ve Sosyalist Hareketlerinin Yüz Yıllık Tarihi], 2008, http://www.rahman-hatefi.net/tarikhe%20100sale%20socialism-233-8602230.htm
[2] İran’da Sovyet Yanlısı Sol: Tudeh Partisi’nin Siyasi Tarihçesi (1941-1988), Sanem Vaghefi, Aralık 2015, İstanbul http://www.academia.edu/
[3] http://www.iranicaonline.org/articles/lahuti-abul-qasem
[4] Serpil Üşür, “Devrime Giden Yolda Muhalif Örgütler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 1989, s. 1350
[5] Maziar Behrooz, “Tudeh Factionalism and the 1953 coup in Iran”, International Journal of Middle East Studies, 33.03, 2001, s. 367.
[6] İran’da Sovyet Yanlısı Sol: Tudeh Partisi’nin Siyasi Tarihçesi (1941-1988), Sanem Vaghefi, Aralık 2015, İstanbul
[7] Zindan Notları, Ağustos 2008’de Ağaç Kitabevi yayınları tarafından Prof. Dr. A. Naci Tokmak çevirisiyle yayımlandı.
[8] Ervand Abrahamian, Iran Between Two Revolutions, Princeton University Press, 1982.
[9] Torab Haqshenas
[10] The Poetics of Commitment in Modern Persian: A Case of Three Revolutionary Poets in Iran, Samad Josef Alavi, UC Berkeley Electronic Theses and Dissertations, 2013.
[11] Şah Mahkemesinde İki Devrimci Sanatçı: Keramat Daneshian ve Khosrow Golesorkhi, Yusuf Alp, Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, s. 175, Şubat 2016.
[12] a.g.e.
[13] The Poetics of Commitment in Modern Persian: A Case of Three Revolutionary Poets in Iran, Samad Josef Alavi, UC Berkeley Electronic Theses and Dissertations, 2013.
[14] İran’da Sovyet Yanlısı Sol: Tudeh Partisi’nin Siyasi Tarihçesi (1941-1988), Sanem Vaghefi, Aralık 2015, İstanbul.
[15] Küçük Kara Balık, Samed Behrengi.

“… bu kez devrime ve siyasi iktidar savaşını zafere götürmeye hazır, güçlü, hâkim, açık görüşlü ve savaşan komünist bir güç var”

İran Komünist-İşçi Partisi (WPI) Politbüro Üyesi Bahram Soroush ile röportaj

-Mahsa Amini’nin katledilmesinden sonra İran’da yaygın, kitlesel ve militan bir protesto dalgası başladı. Bunun üzerine merak ettiğimiz konulara ilişkin yanıtlar almak üzere İranlı sosyalist, devrimci ve komünist güçlere ulaşmaya çalıştık. İletişime geçebildiğimiz partilere birebir aynı soruları sorduk.-

1- Öncelikle partinizi okuyucularımıza kısaca tanıtabilir misiniz?

Partimiz 1991 yılında, Marksizm içinde farklı bir okuma ve o dönemdeki mevcut komünizme kıyasla farklı bir sınıf hareketi olarak işçi-komünizmi fikri temelinde kuruldu. Partimiz dönemin komünist damarlarından (SSCB, Çin, Arnavutluk, Troçkizm, Yeni Sol vb.) hiçbirine uygun değildi. Bütün bu kolların eleştirisi içinde doğdu ve gelişti. Sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde, Çin’de vs. kurulduğuna asla inanmadık ve bu devletleri devlet kapitalizmi olarak gördük.

Partimizin kökleri, 1979 devriminden de öncesine, -1980’lerin başında Kürdistan bölgesinde Komala adlı bir sol örgütle ve diğer sol aktivistlerle birleşen- Komünist Militanlar Birliği (UCM) adlı bir örgüte dayanmaktadır. UCM’nin fikirlerini savunanlar İran Komünist Partisi’ni (CPI) kurmuştur. İran Komünist Partisi’nin (CPI) büyük bir bölümü 1991’de İran Komünist Partisi’nden (CPI) ayrılarak İran Komünist-İşçi Partisi’ni (WPI) kurdu.

Partimiz, İran İslam Cumhuriyeti’nin yıkılması ve sosyalist bir cumhuriyetin kurulması için mücadele etmektedir.

 

2- İran’daki son durum hakkında bilgi verebilir misiniz? Protestoların ve eylemlerin sıklığı nedir? İran’da eylemler sıkça gerçekleşir mi? İnsanların hem nicelik hem de nitelik olarak katılımları hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve son olarak, böyle bir protesto dalgasının olabileceğini öngörebilmiş miydiniz?

Bu, İran halkının İslam Cumhuriyeti’ne karşı ilk isyanı değil. Ülke çapında en göze çarpan protestolar Haziran 2009, Aralık 2017-Ocak 2018 ve Kasım 2019’da gerçekleşti. Tüm bu protestolar, doğası gereği derinden hükümet karşıtıydı ve İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesine yönelikti. Birçok şehirde bu protestolara çok sayıda insan katıldı. Rejim, 1500’den fazla protestocunun öldüğü, binlerce kişinin yaralandığı ve tutuklandığı 2019 protestolarının yanında 2009 ve 2017 eylemlerinde de halka şiddetle saldırdı.

Protestoların bastırılmasına rağmen, özellikle 2019’dan sonra, halk ile İslam Cumhuriyeti arasındaki çatışma öyle bir aşamaya ulaşmıştı ki, yeni bir devrimci yükselişin kaçınılmaz olduğu açıktı. İran halkı İslam Cumhuriyeti’ni hiçbir zaman kabul etmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse, 1979 devrimini gasp eden karşı-devrimci bir güç olan rejim, ancak devrimi bastırarak, on binlerce sol örgüt üyesi, işçi lideri, kadın hakları aktivistlerini ve diğer siyasi muhalifleri tutuklayıp infaz ederek kendini kurabilirdi. Ve kırk yılı aşkın barbarca varlığıyla işte böyle hüküm sürdü. Yeni kurulan rejime karşı ilk muhalefet eylemlerinden biri, Mart 1979’da Tahran’da on binlerce kadının, Ayetullah Humeyni’nin zorunlu başörtüsü dayatma emrine karşı gerçekleşti.

Önceki ayaklanmalarla karşılaştırıldığında, mevcut devrimci ayaklanma daha kapsamlı, daha radikal ve nüfusun çok daha geniş kesimlerini harekete geçirdi. Bu nedenle, İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesinin gelişimi açısından daha büyük bir potansiyele sahiptir.

 

3- İran’da başörtüsüne karşı erkeklerin kadınlara desteğinin arttığını vurgulayan bazı yorumlarla karşılaşıyoruz. Bu konudaki gözleminiz ve yorumunuz nedir?

İran toplumunda ve halk arasında kadınların gerçek statüsü her zaman İslam Cumhuriyeti yasalarının dikte etmeye çalıştığından çok daha güçlü olmuştur. İran’daki kadınlar rejime ve onun kadın düşmanı yasalarına karşı mücadelede her zaman cüretkâr oldular ve ön saflarda yer aldılar. Aynı zamanda, erkeklerin çoğunluğu kadınların eşitlik mücadelesini destekliyor ve rejimin kadınlara karşı yaptığı aşağılık ayrımcılığa ve ikinci sınıf vatandaş muamelesine karşı çıkıyor. Dolayısıyla bu sefer de erkeklerin, başörtüsüyle mücadele ve kadınların eşitliği için kadınların yanında yer alacağı açıktı. Örneğin, protesto videolarında erkeklerin başörtülerini çıkarıp yakan kadınları nasıl alkışladığını ve tezahürat ettiğini görebilirsiniz. İranlı erkekler, rejimin on yıllardır kadınlara dayattığı zorunlu başörtüsü ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadelede İranlı kadınlarla birlikte duruyor.

 

4- Protestoları yönlendiren bir muhalefet koalisyonu var mı? Siz de içinde misiniz? Adım atmaya çalıştığınız konular nelerdir?

Mevcut protestolarda muhalefet içinde bir koalisyon bulunmuyor. Ancak soldan sağa muhalefetteki siyasi partilerin çoğunluğunun ortak amacı rejimin gitmesi. Sağ ve sol arasındaki temel fark, rejimi devirme sürecinin nasıl olacağı ve ne kadar radikal olması gerektiği.

Sağdaki ana parti ve gruplar, protestolara desteklerini ifade ederken, bir değişim için ‘yukarıya’ bakıyorlar ve devletin organları, yani ordu, devlet bürokrasisi, mahkemeler, hapishaneler, kamu gözetim hizmetleri vb. üzerinde en az yıkıcı etkiye sahip olan siyasi bir değişikliği savunuyorlar. Partimiz ise, İslam Cumhuriyeti’nin tamamen ortadan kaldırılmasını, onun baskıcı güçlerinin ve devlet bürokrasisinin dağıtılmasını, tüm ayrımcı ve baskıcı yasaların kaldırılmasını savunuyor. İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesiyle birlikte siyasi iktidarın, silahlı halk milisleri tarafından korunan ve kendi meclislerinde örgütlenmiş halka geçmesini istiyoruz. İnisiyatifin, şu andan itibaren, rejimin devrilmesi sırasında ve en önemlisi rejimden sonra da halkta olmasını ve kalmasını istiyoruz. Bu nedenle mevcut devrimci yükselişin mümkün olduğunca radikal olmasını istiyoruz.

Mevcut yükselişin ön cephesi sokaklardaki protestolar. Bunun devam etmesini istiyoruz, ancak bir sonraki adım olarak grevlerle destekleyici ve tamamlayıcı olmasını istiyoruz. Gerici rejim güçlerinin sokaklardan çekilmesi zorunlu başörtüsünün hemen kaldırılması gibi devrimin bir dizi belirli talebi doğrultusunda ekonominin kilit sektörlerinde grev çağrısında bulunuyoruz. Bunları, rejimi felç etmek ve rejime karşı yeni bir saldırı cephesi yaratmak için genel greve dönüşecek bir grev hareketinin parçası olarak görüyoruz. Daha şimdiden öğretmenler, üniversite öğrencileri ve öğretim görevlileri ve hatta lise öğrencileri çağrı yaptı ve greve başladı. Sözleşmeli petrol işçileri dün bir açıklama yaparak, protestoculara karşı saldırıların son bulmaması halinde greve gideceklerini bildirdi. Grev kilit sektörlere yayılırsa rejim çok zayıflayacaktır. Sokak protestoları ve halkın tüm kesimlerinin (artan sayıda protestolara destek veren sosyal aktivistler, STK’lar, yazarlar, sanatçılar, aktörler, ünlüler, sporcular vb.) harekete geçirilmesinin yanı sıra grevler, özellikle genel grev, rejimin devrilmesi için son hamlede önemli bir faktördür.

Mücadelenin bir diğer önemli cephesi, dünyanın dört bir yanındaki insanların uluslararası dayanışmasıdır. İran’ın kadın ve erkeklerine, özgürlük mücadelesine, dünya çapında muhteşem bir destek hareketine daha şimdiden tanık olduk. Mahsa Amini’nin öldürülmesi ve tetiklediği devrimci yükseliş sadece İran’daki insanları değil, tüm dünyadaki insanları da harekete geçirdi. Mahsa, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin simgesi haline geldi. İran halkına verilen, küresel hareketin ve kamuoyunun desteği büyüdükçe devletlerin katliamcı İslam rejiminden kendilerini uzak tutmaları için gereken baskı da büyüyecektir. Partimiz uzun zamandır dünya devletlerine bu rejimi tanımamaları ve onunla siyasi bağlarını kesmeleri çağrısında bulunuyor. Bu rejimin dünya çapında boykot edilmesi, temsilcilerinin dünya kuruluşlarından çıkarılması ve İran dışına ayak bastıklarında katil devlet görevlilerinin yakalanması ve soruşturulması çağrısında bulunduk. Dünya halklarının İran halkıyla büyüyen dayanışması ve dünya devletlerini rejimi destekleme politikalarını terk etmeye ve rejimle ilişkilerini kesmeye zorlaması, İslam rejiminin devrilmesi mücadelesinde önemli bir cephedir.

 

5- Durumun gidişatına ilişkin ne gibi öngörüleriniz var ve bu aşamada Komünist İşçi Partisi (WPI) neyi örgütlemeye çalışıyor?

Yukarıdaki cevaplarımda bu soruya da yanıt verdim.

 

6- Genel anlamda kadın hareketinin durumundan bahsedebilir misiniz?

Diğer toplumsal hareketlerde olduğu gibi kadın hareketinin de İran’daki protestolar bağlamında görülmesi gerektiğine inanıyorum. Daha önceki sorularınıza verdiğim yanıtlarda belirttiğim gibi İranlı kadınlar rejime karşı mücadelede her zaman ön saflarda yer aldılar. İslam Cumhuriyeti’nin iktidara gelmesinden sadece birkaç hafta sonra zorunlu uygulama üzerine rejime karşı büyük bir protesto düzenlediler, ancak toplumun diğer tüm kesimleri gibi onlar da baskının katıksız vahşeti ve şiddeti karşısında ezildiler. Ancak, her zaman cüretkâr kaldılar ve rejimin zorunlu başörtüsü yasasına pratikte meydan okudular ve rejimin sokaklardaki vahşi “iffet” devriyeleri ile savaştılar. Son yıllarda, örneğin Dünya Kadınlar Gününde yapılan eylemler aracılığıyla kadın protestolarının yeniden canlandığını gördük. Önemli bir protesto biçimi de 2018’de kadınların sokaklardaki elektrik trafolarının üzerine çıkıp başörtülerini protesto amacıyla havada sallamalarıyla başlayan ‘Devrim Sokağı Kızları’ oldu. Zorunlu başörtüsüne karşı mevcut protestolar, bu mücadelenin bir devamı, ancak elbette çok daha yüksek ve geniş bir ölçekte, bir kadın devrimine şekil veriyor. 2002 yılında hayatını kaybeden işçi-komünizminin ve İşçi-komünist Partisi’nin kurucusu Mansoor Hekmat, yıllar önce bir sonraki devrimin, İslam rejiminin kadınlara yönelik ayrımcılığı, şiddetinin büyüklüğü ve gaddarlığından dolayı bir kadın devrimi olacağını söylemişti. Ve şu an olan tam olarak bu.

 

7- Son dönemde çok sayıda grev, genel grev çağrısı ve işçi eylemlerini duyduk, gözlemledik. Bu konuda ne öngörüyorsunuz ve işçi sınıfı hareketinin ilerlemesini nasıl tanımlayabilirsiniz?

İşçi sınıfı, daha önceki zamanlarda gerçekleşen hareketlere kıyasla artık daha örgütlü. Bir dizi işçi örgütü (İşçi örgütlenmesi ve grevlerinin yasa dışı olduğu koşullarda kurulmuş olan) ve işçi liderleri, artık İran toplumunda oldukça iyi tanınmaktadır. Ancak, örgütlenme özgürlüğünün yokluğunda, örgütlenme hakkı hâlâ işçi hareketinin temel bir talebidir. Ancak İslam Cumhuriyeti altında, diğer birçok hak gibi, örgütlenme hakkını elde etmek, rejimi devirmek için siyasi bir mücadele haline geliyor. Sizin de belirttiğiniz gibi son yıllarda işçi hareketi çok fazla hareketli. Örneğin şeker kamışı işçileri, çelik işçileri, petrol işçileri, kamyon şoförleri gibi işçi kesimlerinde birçok grev ve protesto gerçekleşti. Ayrıca öğretmenler ve emekliler tarafından ülke çapında sürekli ve önemli protestolar yaşandı. Rejimin işçilere dayattığı korkunç yoksulluk ve hak yoksunluğu karşısında bunlar olurken, milyarder Ayetullahlar ve rejim yetkilileri zenginleşmeye devam etti. İşçi sınıfı kuşkusuz mevcut devrimci yükselişte kilit bir rol oynayacaktır.

 

8- İşçiler gibi öğrenciler ve gençlerin de eylemliliklerini gözlemliyoruz. Öğrenci hareketini nasıl görüyorsunuz?

İran’daki gençlerin bir parçası olan öğrenciler, rejim karşıtı protestoların her zaman önemli bir cephesini oluşturmuşlardır. Rejimin gerici ve baskıcı yasalarına karşı öğrenciler, kendi kuşaklarının özgürlüğü -müzik, sanat, film vb. aracılığıyla özgür siyasi ve kültürel ifade gibi en temel haklardan yararlanma, yaşamlarında dini müdahaleye son verilmesi- ve aynı zamanda daha geniş toplumsal talepler için çok güçlü bir şekilde seslerini çıkardılar. Birçok kez öğrenciler dayanışma içinde işçi protestolarına (örneğin Haft-Tapeh şeker kamışı işçilerinin grevinde) katıldılar. Mevcut protestolarda da öğrenciler hem sokaklarda polise karşı mücadelede hem de kampüslerde önemli bir rol oynadılar. İran üniversitelerindeki öğrenciler, Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından kampüslerdeki protestoların yanında, zaman zaman öğretim görevlilerinin de desteklediği eylemlere başladı. Öğrencilerin taleplerinden biri de güvenlik güçlerinin üniversite kampüslerinden çekilmesidir.

 

9- Bize kısaca ve bir bütün olarak Devrimci ve Sosyalist hareketin durumunu-ilerlemesini anlatabilir misiniz? Son olarak, bu güçler protesto dalgasında nasıl bir rol aldılar?

Sol ve genel olarak sosyalistler elbette protestoları destekliyor ve içinde yer alıyor. Partimiz ve yurtdışındaki sol muhalefet grupları, İran’daki protestoları desteklemek, düzenlemek ve çağrılarını yapmakla meşguller. Partimiz, yurtdışındaki teşkilatımız aracılığıyla uzun süredir İran dışındaki protestolarda aktif bir şekilde İran halkının mücadelesini desteklemek ve İran’daki uygulamaların durdurulması için İran’daki durumu dünya kamuoyunun dikkatine sunmak üzere başarılı kampanyalar yürüttü. İran’daki mevcut durum hala komünist ve sosyalist partilerin özgürce faaliyet göstermesine izin vermiyor. Bu durum, rejim devrilir devirmez ve hatta belki daha da önce değişecektir.

 

10 – Ülkenize emperyalist müdahale riski hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bununla devrimci süreci kısıtlamaya yönelik müdahaleyi kastediyorsanız, şu anda bunun pek olası olmadığını düşünüyorum. Irak’taki yenilginin ardından batılı hükümetler, özellikle Ortadoğu’da rejim değişikliği için askeri müdahale politikasından uzun süredir vazgeçtiler. ABD ve Batı Avrupa hükümetlerinin bugüne kadarki politikası, genel olarak statükoyu korumak ve İslam Cumhuriyeti ile ilişkilerde bunu bölgedeki çıkarları çerçevesinde ehlileştirmeye çalışmak olmuştur. Örneğin, İran rejiminin nükleer tehdidi ve Lübnan, Suriye ve Irak’taki İslami terörizme müdahalesi ve desteği konusunda. Dolayısıyla şu anda ABD’nin veya diğer büyük güçlerin saldırı veya müdahalesini olası bir senaryo olarak görmüyorum. Bu tehdit şu anki devrimci isyanın başlaması ile birlikte iyice ortadan kalkmıştır, çünkü halkın ve sokakların ana oyuncu olduğu koşullarda insanların tepesinden değişiklik yapabilme olasılığı çok daha zor hale gelmiştir. Ancak bu, İran’daki gelişmeleri aktif olarak başka şekillerde etkilemeye çalışmadıkları anlamına gelmiyor.

Mevcut devrimci yükselişin tam gelişmiş ve radikal bir devrime doğru gelişmesi, Batı’nın ve İran’ın sağ muhalefetinin, gelişmeleri kendi lehlerine etkileme kapasitelerini – insanları kandırarak ve onları yanlarına çekerek – daha da azaltacaktır.

Devrim, partimizi ve genel olarak sosyalist ve devrimci güçleri güçlendirecektir. Protestoların başlamasından sadece on gün sonra, uluslararası alanda şekillenen muazzam dayanışmanın, dünya halklarının ve devrime verdikleri desteğin ve zaferimizi kendi zaferleri olarak göreceklerinin gösterdiği gibi, bunun, müdahale olasılığının kısıtlanması ve devrimin zaferi için önemli bir faktör olacağını ayrıca hatırlamalıyız.

 

11- Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Derginiz aracılığıyla herkese – kişiler, ünlüler, örgütler, sendikalar, partiler vb.- çağrıda bulunmak istiyorum. Protesto haberlerini yayınlayarak, İran destek eylemlerine katılarak, destek eylemleri gerçekleştirerek İran’ın savaşan kadın ve erkeklerine desteklerin devam etmesini istiyorum. Mevcut gerici rejimin devrilmesi son derece önemli bir eylemdir. 1979’daki gibi inisiyatifin işçi sınıfının ve komünist güçlerin elinden Batı’nın desteklediği gerici İslami eğilime kaymasını engelleyebilecek güçsüz ve sağduyusuz bir sol yerine, bu kez devrime ve siyasi iktidar savaşını zafere götürmeye hazır, güçlü, hâkim, açık görüşlü ve savaşan komünist bir güç var.

Bana bu röportaj fırsatını verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

29 Eylül 2022

Röportajın orjinaline buradan ulaşabilirsiniz: http://kaldirac5.org/this-time-there-does-exist-a-strong-mainstream-clear-sighted-and-already-engaged-communist-force-which-is-ready-to-lead-the-revolution-and-the-battle-for-political-power-to-victory/

 

 

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...