Ana Sayfa Blog Sayfa 62

“Ah nerede, vah nerede” Devleti tanımak, rolünü oynamak ya da bizim Ahbaplarımız – Kutay Soybil

Bu yazının konusu devletin yaptıkları değil. Depremi kader planı ile katliama dönüştürmede devletin yaptıklarının detaylarına ilişkin Kaldıraç’ın şubat sayısında ilk günden itibaren yapılmış açıklamalara, deprem bölgesinden yazılan gözlemlere, Deniz Adalı’nın yazılarına bakılabilir.

Deprem 4.17’de, önce 11 ili sarstı. Sonrasında da devlet sarsılmaya başladı.

Bu sarsıntıdan sonra, zaten zemini çürüyen bu yapı için 4.17’den 4.51’e geçen süre de, sonraki 40 saat de bir yıkılma ihtimaline karşı güçlendirme çalışması olarak ele alınabilir. Benzerlik ayırt edicidir, devletler de binalar gibi doğal sebeplerle yıkılmazlar.

Yıkım, son derece bilinçli eylemlerin sonucudur. “Sermaye, vampir misali, yaşayan emeğin kanını sömürerek yaşayabilir ancak ve ne kadar çok emek sömürürse canına o kadar can katar” bilindik bir sözdür, ilk etapta yıkılan 200 binden fazla binanın yıkılması sermayenin sınıf bilinci sebebiyledir. Devlet de böyledir, kendiliğinden, doğal seyrinde yıkılmayacaktır. Bunun için onu tanımak, ayrı bir önem kazanmaktadır.

Depremin üstünden bir ay kadar geçmiştir. Bu, her günü bir yıl gibi geçen günlerin dersleri, notları çokça çıkacaktır. Yazının devamında okuyucu tek tek alıntılarla dolu bir polemik bulamayacak, ancak gittikçe daha fazla netleşen çizgileri artık daha kalın çizmek gerektiğini bulacaktır.

“Devlet nerede/devlet yok” ise niye “Hükümet istifa”?

Sanırım bu sürecin içinde en devleti tanıyan söylev Kılıçdaroğlu tarafından 28 Şubat günü yapıldı. Saray Rejimi içindeki rolü gereği devleti kurtarmak adına uzunca bir devlet dersi verdiği konuşmasının ortalarına doğru deprem karşısında ne yapılacağının bilinmediğinin yalan olduğu, tüm kurumların deprem raporlarının olduğu ve ne yapılması gerektiğinin bilindiğini ifade etti. Elbette yaşananların liyakat-beceriksizlik sebebiyle olduğu algısını da arttıra arttıra. Zira Kılıçdaroğlu devlet adamıdır, onun bunu demesine hiçbir itirazımız yok.

İlk günler halkın tabii tepkisi olan “devlet yok/devlet nerede” anlaşılırdır. Anlaşılırdır çünkü egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve toplum büyük oranda örgütsüzdür. Ki çözülen rejim bu serzenişteki insanların çoğunun kafasında bile kurtarıcı olarak durmamaktadır. Hâl böyleyken yıkma ve yeniyi yaratma iddiasında olanların savruluşu göz yaşartıcıdır.

Gerçek de değil ama hadi kabul edelim; “devlet yok”muş! Ee, ne güzel işte! Hangi devrimci devletin yokluğundan şikâyet edebilir, onun yokluğunu sanki çağırırcasına canhıraş bağırabilir? Bu bir kısmıdır. Üstelik devlet yok ise tırlarımızı, Beşir’in tekbirlerle ettiği dualar mı engelledi? Mesela yok ise Ahmet Güreşçi’yi kim öldürdü? İdlib’deki IŞİD’çilere SADAT eliyle gönderilen yardım malzemelerini liyakatsiz kadrolar mı gönderdi? Sorular uzar gider. Diyelim ki bu soruların hepsine “ama bu devlet değil hükümet” dediniz, eh Kılıçdaroğlu kadar devlet tanımak ancak devleti kurtarmakta işe yarar. Bu akıl tutulması değil ise ahmaklıktır.

Şimdi pek çok dostumuz açıklamalarında, sürecin hukuksuzluklarla dolu olduğu, Kızılay’ından AFAD’ına, oradan çocukların tarikat yurtlarına kaçırılmasına kadar onlarca suçtan bahsediyorlar, doğru da söylüyorlar. Kitleler gözünde yıpranmış, çözülüşü hızlanmış ve yarattığı yıkımın bir isyana dönüşmesinden korkan devlet gerçeği önümüzde dururken, tüm bu suçun sahiplerinden mi istifa etmeleri istenmektedir? Sloganlar programların en özlü ifadesidir. Örneğin AFAD’ın içinde onurlu bürokrat aramak (arıyormuş gibi yapmak da denebilir) daha programlı bir iştir ve bu burjuva program işçi-emekçiler lehine de değildir. Olmuş, yaşanmış şeylere “böyle bir şey olabilir mi ya?” diye tepki vermek eğer suçu gizlemek sebebiyle yapılmıyorsa saflık değil midir?

“Beynindeki polisten, ruhundaki devletten, kalbindeki zincirden kurtul” bugün ne kadar da duru bir pankart olduğunu anımsatıyor. Devlet budur, ilk günden oradadır, yıkılmalıdır.

Ne yazık ki devleti tanımada eksiklik olunca, hiçbir şey tam olamıyor.

“Tarihsel sorumluluk”ların gölgesinde

Gezi Direnişi ile Kobanê Direnişi’nin aynı kanallardan akmaya başlamasıyla beraber tüm kuruluş kodları halkların inkârı-imhası, işçi sınıfının reddi ve anti-komünizm olan bu devlet, olağanüstü bir örgütlenmeye gitmiştir. Bu örgütlenmenin adı Saray Rejimi’dir. Burjuva muhalefetin bu organizasyondaki büyük oranda rolü halkın isyanını engellemek üzerinedir. Saray Rejimi’ne “tek adam” rejimi demek ise hafifliktir.

Yanılmıyorsam burjuva muhalefet ilk erken seçim çağrısını 2020 yılında yaptı. 3 yılın tüm gündemlerine bakmaya kalksak üç cilt yazı çıkar. Pandemi, ekonomik krizin derinleşmesi, Gezi’ye yeni saldırılar… Uzar gider. Seçim eğer olursa, 18 Haziran yerine en erken 14 Mayıs’ta olacaktır. “İlk seçimde gidecekler”, “Erdoğan’ı göndermek önemli” diye harcanan 3 yılda elde edilen “erken”lik 34 gündür. Acı tablodur ancak gerçektir. 1980 yenilgisinden yadigâr “dengeli” siyasetle bir yere kadar gidilebilir. Samimiyetle söylemeliyim ki Kaldıraç Hareketi’nin bu 3 yıl içinde “seçim gündemini aşan, direnişi örmek ve devrimi örgütlemek için Birleşik Emek Cephesi” çağrılarına verilen “siz seçimi önemsemiyorsunuz”, “kitleler direnişte değil ki”, “yüksek siyasete de ihtiyaç var” cevaplarını değerlendirirken anlaşılmadığımızı da düşündüğümüz oldu. Ancak daha doğru ifade sanırım anlaşılmamak değil anlaşamamaktır. Devrimcilik irade, söylem ve eylemin uyumluluğu içinde anlam kazanıyor. Devrim bir andan ibaret değildir. Devrim örgütlenir ve devrimi örgütleme çabasında olanların “güncel fırsatları kaçırma”, “sürece kaba yaklaşma” gibi kaygıları ancak devrimi örgütlemeye dair olabilir, bu da iktidarı almayı istemektir, kusura bakmayın aşağısı bizi kurtarmıyor.

Bu halka iç savaş ilânını çok önce yapmış olan devlet, depremi ilk saniyesinden itibaren katliama dönüştürmüştür. Devrimciler, sosyalistler, yurtseverler, öğrenciler, kadın örgütleri, meslek örgütleri, DKÖ’ler de ilk saniyesinden itibaren bölgeye koşmuştur. Kıymetli bir adımdır bu, pandemide, yangında atılmamıştır. Ancak herkesin “iş başa düştü” dediği bir yerde “iş” nedir, tekrar altını çizmek gerekiyor. Zira en başından itibaren AFAD’la koordineli çalışacağını ilân eden AHBAP da ilk günden itibaren bölgededir. AHBAP’a kızmak ise yersiz, bu sistem içinde kalıp sadece “iyi” olmanın bile imkânsız olduğu bilinen bir gerçektir. “Dayanışma yardım dağıtmak değildir, ihtiyaçları örgütlemenin yoludur. Çiğli Vansan fabrikasında 400 kiloluk dalgıç motorları deprem nedeniyle devrildikten sonra çalıştırılmaya devam eden işçiler için işi durdurmak, dayanışmadır. ‘Deprem vergileri nerede?’ diye sormak, dayanışmadır.” Bu satırlar İzmir depreminin hemen ardından yazılmıştır.

Binlerce gönüllü adeta savaştan çıkmış gibi duran kentlere gitmiştir, milyonlarcası da onların lojistiğini sağlamıştır. Depremin daha ilk günü “merkezî koordinasyon” kurulması için toplantı önerilerine “Önce halkın yaralarını sarmamız lazım” bile dendiği olmuştur. Peki dostlar saralım, biz mesela bu milyonlarla Saray’ın önüne yürüsek? Hem sadece 11 ildeki insanlarımızın değil de tüm sınıfın yaralarını sarsak, iş biraz da bu değil midir?

Özellikle Antakya, devrimcilerin muazzam bir çabasıyla yaşama tutunmaya çalışıyor. Halkın ihtiyaçları devrimcilerin tüm olanaklarını seferber etmesi ile karşılanıyor. Bu yapılmasın diyor olabilir miyiz, ayıptır. Ancak bireysel çıkışları videoya alıp paylaşma dışında halkın öfkesini örgütlemek bir kenara atılmamalıdır. “Devlet nerede”, “donuyoruz”, “çadır lazım”, “içme suyumuz yok”, “yakacak yok”… Çadırdan bozma kaymakamlık orada durmaktadır, AFAD’ın el koyduğu mallar Expo’dadır, SADAT’ın bekçiliğini yaptığı çadırlar da orada durmaktadır. Tüm depremzedeler hijyen konusunda bilgilendirildiği kadar bu konuda da bilgilendirilse Antakya’da yeni bir yaşamı kurma mücadelesi daha da büyüyecektir, anlam kazanacaktır.

Dikkatli her göz, gelen devrim dalgasını görecektir.

“Tarihsel sorumluluğa uygun adımlar atmak”tan bizim anladığımız artık nefes kadar ihtiyaç olan devrime, sosyalizme doğru adımlamaktır.

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

7 Mart 2023

 

AFAD, Kızılay, UMKE; onlar da nedir ki? Boş verin abiler-ablalar, biz kendi deneyimlerimize bakalım!.. – Barış Altunsoy

6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen ve on binlerce insanımızın ölümüne, yaralanmasına ve kaybolmasına neden olan deprem felaketi karşısında öfke ve üzüntüyü Anadolu’nun tüm halkları olarak birlikte yaşadık. AFAD yoktu, Kızılay yoktu. Evet yoklardı ama birbirinden habersiz ama bir o kadar da organize binlerce insanımız 24 saat içinde deprem bölgesine elinde kazması küreği ile ulaşmakta bir an olsun tereddüt etmedi.

AFAD, Kızılay ve bilumum devlet organizasyonlarına ilişkin çok sözler söylendi ve daha da söyleneceği aşikâr. Ancak bu yazının konusu bu değil.

Genel olarak toplum tarafından “dayanışmacılar ya da gönüllüler” olarak adlandırılan, resmî otoriteden bağımsız ve kendi olanakları ile hareket eden, başta devrimci ve sosyalistler olmak üzere birçok gönüllü organizasyonun önceki deneyimleri ışığında bu deprem döneminde çıkardığı dersler üzerine tartışmak ya da deneyimleri bilince çıkarmak kıymetli bir çalışma olacaktır.

Aşağıda depremin ilk 25 gününde birebir sahada yer almış biri olarak ve birçok arkadaşla paylaştığım deneyimlerden ve gözlemlerden oluşan taslak notlarımı paylaşmak isterim. Elbette bu notları geliştirmek ve/veya değiştirip düzeltmek faydalı olacaktır. Adı üzerinde taslak ve geliştirilmeye ve değiştirilmeye ihtiyaç duymakta.

Afet koşullarında mücadele edenlere taslak notlar:

Dayanışma, halkını sevmek ya da bizim bizden başka dostumuz yok:

Aslında bizlerin, binlerce insanın 7 Şubat günü tipi ve fırtınaya rağmen bir an evvel bölgeye ulaşma çabasının altında yatan duygunun halk sevgisine dayalı dayanışma ruhu olduğunu düşünüyorum.

Her felakette Anadolu insanının kendi çaresizliği içerisine bırakıldığına bir kere daha tanık olduk ve kendi yaralarımızı kendimiz sarmak için yollara düştük.

Deprem bölgesinde yürüttüğümüz her çalışmada, enkaz altında çalışmaktan yemek yapmaya, erzak dağıtımından tuvalet temizlemeye kadar sayabileceğimiz onlarca şey ancak hesapsız güçlü bir halk sevgisi ile gerçekleştirilebilir.

Geç kalmak ölümdür:

İlk 72 saatin çok kritik olduğu tüm uzmanlar tarafından dile getirilmekte. Bu nedenle ilk 72 saat içinde bölgeye ulaşmalıyız denilebilir ancak bizim için kural 24 saat içerisinde bölgeye ulaşmak olmalı. Evet aletlerimiz ve deneyimimiz yeterli olmayabilir ancak biz bölgeye ulaştığımızda küçük bir grup olarak sadece kazma kürek murç kullanarak 8 Şubat günü 5 kişiyi enkazdan çıkarabildik. 9 Şubat günü yanlış hatırlamıyorsam 4-5 insanımızı daha enkazdan çıkardık. Her binadan ses geliyor ancak bir avuç insan olarak hangi binaya gideceğimizi bilemiyorduk. Çok ama çok fazla insan olmalıyız bölgede. Mükemmel ve eksiksiz bir şekilde bölgeye gitmek adına geç kalmak kabul edilemez. Belki geride görevliler bırakıp en fazla sayıda insanın bölgeye sevki için çabalamamız gerekir.

İkinci olarak bölgede zaman çok hızlı akmakta. Bölgedeki 1 saat belki normal yaşamda 1 gün 1 hafta gibi akmakta. Hâl böyle olunca sabah çok acil çözülmesi gereken konu ile öğlen çok acil çözülmesi gereken konular birbirinden farklılaşabilmekte. Özellikle ilk hafta her şeyi çok ama çok hızlı yapmamız gerekti. Tuvalet lazımsa örneğin çukur kazıp kireç bulup hızlıca yapmalıyız. Çünkü her geçen saatte insanlar tuvalet ihtiyaçları için hasarlı binaları kullanma eğilimine girmekte. Örneğin Malatya’da 7 Şubat’ta yaşanan depremde birçok kişi depremde hasar gören evlerine girdikleri için hayatlarını kaybettiler.

Ayrıca şunu da eklemeliyim, özellikle ilk zamanlar için önlük giymek sizin alanda sorumlu olduğunuzu ve taleplerin sizin tarafınızdan karşılanacağını, talimatların sizin tarafınızdan verileceğini herkese göstereceğinden dolayı önemli ve kargaşayı önleyici nitelikte diyebilirim. Bundan dolayı vereceğimiz talimatlarda ekstra etkisi olacaktır. Örneğin “tuvalet için kesinlikle hasarlı binalara girilmeyecek, hazırladığımız kireçle çalışan tuvaletler kullanılacak” talimatı herhangi bir tartışmaya yer bırakmadan yerine getirilecektir.

Son olarak hızla organize edilen işlerin örnek olup hızlıca yayılma özelliği var. O nedenle kendi bulunduğumuz alanda yaptığımız işlerin hızlıca duyurulması ulaşamadığımız birçok alanda benzer işler yapılmasını da beraber getirmekte. Örneğin hukukî bilgilendirme konusunda 14 Şubat’ta attığımız adımların benzerleri 3-4 gün içinde birçok bölgede bizden bağımsız olarak gerçekleşmeye başladı.

Gerçekçi ol imkânsızı iste

Bir tırda seyyar duşlar göründü. Hemen durdurulup alana indirildi ama bir sorun vardı. Duşlar için soyunma kabini yoktu. Projeler çizildi, malzemeler hızla tedarik edildi ve gece 2’de iş tamamlandı. İşi tamamlayan işçi arkadaş bitmiş hâli ile duşlara baktı “imkânsız diye bir şey yoktur” dedi ve yapılacak diğer işlere yöneldi. İşçi arkadaşın kendi deneyiminden çıkardığı sonuç hepimizi bir kere daha kendine hayran bıraktırdı.

İlk andan itibaren tamamı ile imkânsıza meydan okuyan bir anlayışı egemen kılmamız gerekiyor.

– Yolda tipi var gidemezsiniz! Hayır gidebildiğimiz son noktaya kadar gideceğiz.

– Malzemeler çok karışık önce düzenleyip sonra dağıtalım. Gece 2’de bir teyze “çok üşüyorum” diye ağlıyor, o hâlde biz hem malzemeleri düzenleyeceğiz hem de gece 2”de o battaniyeyi bulup teslim edeceğiz.

– Su yok tuvalet inşa edemeyiz. Eskiden köylerde kuyu kazıp kireç döküyorduk o şekilde yapacağız.

Biri bir konu ile ilgili bir sorun dile getiriyorsa kural olarak hemen şunu düşüneceğiz “sorun varsa çözüm de vardır, imkânsız imkânsızdır.”

Kırılma anlarının tespit edilmesi ve müdahale

Yemeklerimizi 4. günden sonra organize eden profesyonel aşçı -aynı zamanda sosyolog- bir arkadaşımızın bir tespiti ile konuyu daha iyi kavradık diyebilirim.

“Bu tip olağanüstü anlarda sıcak yemeğin ilk verildiği an, genel olarak insanlarda sorunları çözme iradesinin oluştuğu duygusunun ortaya çıkardığını ifade etmekte.” Gerçekten önemli bir tespit. Biz ilk andan itibaren odunları yakıp kazanda çorba kaynatmaya başlamıştık. Birçok topluluk tüpler ve kazanlar gelmeden yemek işine tam girişemediler, ki bu da 3. günü bulmakta. Hatta bizim gibi toplulukları ziyaret eden bir arkadaş bizim odun ateşinde 200 kişilik yemek çıkarmak için gösterdiğimiz çabayı görünce bize aynı gece profesyonel ocaklar, kazanlar ve tüpler organize edip getirilmesini sağladı.

İşte tuvalet sorununun çözümü, jeneratör aracılığı ile elektriğin icadı, artezyen kuyu keşfedip motorla su basıp depolayıp suyun keşfi, gevşeme anlarının fark edilip her zaman depreme karşı tedbirli olmayı elden bırakmamak gibi birçok kırılma anını tespit edip görevlendirmeler ile hızlıca giderebilmek gerekli.

Teçhizata ve tecrübeye dayanan cesaret

Hepimiz enkazlardan gelen sesleri duyduk, müdahale ettik ancak belirli noktalarda enkazda içeri ilerleyebilecekken, ilerlememiz, gerek ekipman eksikliği gerek teknik bilgi eksiğimiz gerekse de artçı depremler nedeni ile duyduğumuz korku nedeni ile engellendi.

Özellikle 7 Şubat günü gerçekleşen 2. depremde ilk deprem yıkılmayan birçok binanın yıkıldığı da göz önüne alınırsa “cesur” olmanın sınırları da kendiliğinden ortaya çıkmakta.

O hâlde şimdiden enkaz deneyimi olan arkadaşların özellikle kendilerini ve çevrelerini eğitmelerinin faydası olacaktır. Örneğin enkazdan bir yaralıyı çıkaran arkadaşımız bir videoda tesadüfen gördüğü bir yaralı taşıma tekniğini kullanarak yaralıyı enkazdan çıkarmayı başarmıştır. O hâlde basitten (eğitim videoları vs.) karmaşığa kadar, ilk yardım da dâhil olmak, üzere teknikler üzerine çalışmalıyız.

Ekipman işi de aslında hızla çözülecek bir konu. Belki profesyonel malzemelerimiz yok ama kazma, kürek, demir makası, murç, çeşitli kesiciler, uzun sivri demir (bir abimiz çok işinize yarar demişti bu demirler için, gerçekten de enkazda bekleyenler için hava kanalları açıp buradan su vb. maddeler iletilebildi) gibi malzemeler birçoğumuzda dağınık hâlde de olsa vardır.

Çevremizdeki herkesin birer takım edinmesini şimdiden sağlatabiliriz. Bence sağlatmalıyız da. Tekrar gördük ki yara kimdeyse merhem ondadır.

Yaralıların tedavisi ve ilaç tedariki

Enkazdan insanlarımızı çıkarmak ne kadar hayatî ise çıkardığımız insanları hayatta tutmak da o kadar önemlidir. Gördük ki enkazdan çıkanlar ciddi yaralanmalar ve kesiklerle çıkmakta. Temel sağlık bilgisi olan kişilerin tespit edilmesi ve konumlandırılması kritik önem taşımakta. Bu noktada yaşadığımız bir diyaloğu da aktarmakta fayda var diye düşünüyorum.

Sağlık sorumlusu arkadaşla (henüz hekim değil) sağlık birimleri arasında koordinasyon sağlamak için bir hekim beyfendiyi ziyaret ettiğimizde arkadaşın henüz hekim olmadığından bahisle tıbbî müdahalede bulunmasının doğru olmadığını ilettiğine tanık olunca, ilk 2 gün yaklaşık 50 kişiyi bir veteriner arkadaşın yaralıların kesiklerini açık yaraları diktiğini söyleyip söylememekte açıkçası çok tereddüt ettim.

Özellikle doktor, avukat gibi “nitelikli” meslek gruplarındaki temkinlilik hâlini yok saymadan ancak oraya da fazla takılmadan eldeki olanakları maksimum seviyede kullanmayı kendimize amaç edinmeliyiz.

Aynı şekilde ilaç tedariki de önemli. Müdahaleler için olanlar ve sık kullanılan ilaçlar dışında insanlar apar topar evlerini terk ettikleri için düzenli kullanmaları gereken kalp, şeker, tansiyon vs. ilaçlarının hızlıca eczane enkazlarından çıkarılarak tedavüle sokulmasından da önemli bir faaliyet alanı olarak bahsedebilirim. Zannedersem 3. gün tam donanımlı bir eczaneye sahip olmuştuk -içinde EKG röntgen cihazlarının da bulunduğu- ve günde 100’e yakın hastaya bakabilir hâle gelmiştik.

21 Şubat tarihinde hepimizi derinden etkileyen ve sarsan 6.4’lük deprem gerçekleştiğinde (merkez üssü bizim bulunduğumuz Defne ilçesi idi) megafonlarla insanları güvenli noktaya toparladık. Suyu ve elektriği devreye aldık ve sıcak çorba pişirdik. Ve tüm bunları 1 saat içinde gerçekleştirdik. 1 saat sonra sanki deprem olmamış gibi genel bir sakinliği sağlayabilmiştik.

Stokçuluk ve israfa izin yok

Bu tip durumlarda adı konulmasa da kural şu. İlk 3 gün malzeme olmaz (yıkılan marketler vs. insanlar ihtiyaçlarını sağlar) sonraki 7 gün yağmur gibi gerekli gereksiz malzeme gelir. Sonra malzemeler kesilir. Ve elde kalanlar kullanılır.

Bu denklem merkezî düzeyde yardımları biz koordine etmediğimiz sürece bu şekilde olacaktır.

Depremin 6. Ya da 7. gününde insanların pet şişelerden bir yudum su alıp sağa sola attıklarını görünce ilk gün 1 küçük suyu 3 kişinin paylaşması gerektiğini söylediğimiz günler geldi aklıma. Bütün arkadaşları uyarmamız gerekti; “bugün fazla olan yarın olmayacak tedarikli kullanalım” diye, ki nitekim de öyle oldu.

Bir de güçlü bir stokçuluk eğilimi karşımıza çıkmakta. Belirsizlik ve kaosun verdiği etki ile insanlar erzakı fazla fazla talep etmekte. Haksızlığa izin vermemek ile depremde felaketi yaşamış insanlara, kırmadan, üzmeden, yaralamadan bu durumu anlatabilmek arasında büyük bir çatışmalı ruh hâli ortaya çıkmakta. Ne olursa olsun yapmayacağımız, kesinlikle yapmayacağımız şey insanları kırmak, üzmek ve yaralamak olmalı. Kendisi de felaketi yaşamış gönüllü insanların erzak dağıtımında görev almasını sağlamak, erzakı günlük öğünler şeklinde paylaşmak kısmen yol açıcı olacaktır. Ama yine de kimi insanların ihtiyacından fazla almasını engellemek mümkün olamayabiliyor. Organizasyonumuz geliştikçe bu konular da konu olmaktan çıkacaktır.

Bu başlıklara ek olarak hijyen, mobil ekiplerin kurulması, hukukî müdahaleler gibi başlıklar da kurulabilir, geliştirilebilir. Bir giriş niteliğindeki yazı için bu saydıklarımın yeterli olduğunu düşünmekteyim. Karmaşık sorunların çözümünden ziyade basit sorunların çözümünün bizi daha fazla zorlayacağından kimsenin şüphesi olmasın. Basit olanı anlayacağız ve çözeceğiz.

Zor günlerden geçiyoruz, hem de çok zor. Çocukların gözlerindeki ışıltının kaybolmasını engellemek için yollara düştük. Güzel ve güneşli kentler kuracağımıza inancımız tam. Öfkemiz büyük. Yasımızı tutup, yaşama tutunduktan sonra tüm enkazların başı, bütün sokaklar ve caddeler intikam sesleri ile çınlayacak. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

13.03.2023

 

Depremin ekonomik boyutu

Tam yazıyı bitirmiş dergiye göndermeye hazırlanıyordum ki posta kutuma bir belge düştü. “Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı” tarafından hazırlanmış deprem raporu idi posta kutumdaki belge. Yeni bir şey bulabilirim umudu ile açtım belgeyi ve gerçekten de buldum; depremin ekonomik maliyeti 103,6 milyar USD imiş.

Hadi ya dedim kendi kendime. Bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla haklı bir ün kazanmış ve izleyicilerine güven telkin etmiş bilim insanları çok daha yüksek rakamlar telaffuz etmişlerdi depremin yaratmış olduğu zarar için. Üstelik bu rakamların daha da büyüme olasılığı vardı.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren kuruluşun hatalı bir hesap yaptığından emindim de nerede nasıl bir hata yaptıklarını merak ettiğim için oturup incelemeye başladım raporu. Bu nedenle birkaç gün gecikti yazı. Umarım dergiye yetişir.

Raporu incelediğimde bir hesap hatasından daha çok bir yöntem hatasının söz konusu olduğunu anladım. Deprem esnasında oluşan kayıpların tutarını hesaplamışlar. Oysa depremin gerçek maliyeti yitirilen değerlerin toplamı değil o değerleri yeniden yapmanın maliyetinin hesaplanması ile bulunur. Konuyu bir örnekle açalım:

Depremde kamu kesiminin toplam hasarı olarak 12,7 milyar USD olarak görülüyor. Bu hasar kamu hizmet binaları ile (okul, hastane vb.) bu binalara ait ekipmanları kapsamakta. Oysa hasarın gerçek boyutu yitirilmiş olan maddi değerleri yeniden yapabilmek için katlanılması gereken külfetin hesaplanması ile mümkün. Beş yıl öncenin ekonomik koşullarında inşa etmiş olduğun hastane binasını bugün aynı bedel karşılığında inşa edemeyeceğin gibi hastanede bulunan röntgen, MR ve tomografi cihazlarını da satın alındığı tarihteki fiyatları ile yenileyemezsin. Son derece açık.

Tüm hasar kalemlerinde hesaplamalar aynı yöntemle yapılmış olduğu için ortaya depremin getirdiği ekonomik yük değil de sigorta şirketlerinin ödeyecekleri maksimum hasar tazminatı çıkmış. Tüm enerjisi ile sermaye kesiminin palazlanması için çalışan bir yönetimden başka türlü bir hesap beklenmesi, daha doğru bir ifade ile depremin yaratmış olduğu ekonomik yükü doğru biçimde hesaplaması beklenemezdi zaten. Kendi bakış açılarından doğru olanı yapmışlar.

Şimdi bir de işin gerçeğine odaklanalım:

Her şeyden önce şunu belirtmek gerek resmî rakamlara göre 50 bin sınırına dayanan, gerçekte ne olduğunu bilemediğimiz ve belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz can kayıplarının bedelinin rakamla açıklanabilmesi mümkün değil.

Bir tek canın bile değerinin para ile ölçülebilmesinin mümkün olmadığı gerçeği bize depremde yitirdiğimiz canları düşündüğümüzde tarifi mümkün olmayan bir hasarla karşılaşmış olduğumuzu göstermekte.

Bunun yanında para ile ölçülebilmesi mümkün olamayan bir zararı daha var Anadolu’nun.

Depremde sağ kalmış olmakla birlikte deprem anına kadar gerçekleştirmiş oldukları tüm birikimleri birkaç dakika içinde yitirmiş olan insanların içinde bulundukları yıkımı rakamla ifade edebilmek mümkün mü? Bir daha belki de asla elde edemeyecekleri maddi varlıkların, kaybın gerçek sahipleri için ifade etmiş oldukları anlamı kayıtlı değer üzerinden hesaplayabilmenin olanağı var mı size göre?

Demem o ki deprem felaketinin yaratmış olduğu zararın büyük kısmının parasal değer olarak açıklanabilmesi olanak dışı. Bu hususu unutmadan hasarın küçük kısmının yani sayısal değerlerle açıklanabilecek bölümünü ile ilgili değerlendirmelerimizi yapalım.

Sayısal değerler ile açıklanabilecek maliyetleri iki ana başlıkta inceleyebiliriz.

Birincisi, hasar gören şehirlerin yeniden inşasının oluşturacağı maliyet.

İkincisi, depremde yitirilen üretim ve hizmet kapasitesinin yaratmış olduğu maliyet.

İlkinden başlayalım, resmî rakamlara güvenecek olursak eğer tam 520 bin bağımsız birim var yıkılmış veya derhal yıkılması gereken. Bahse konu birimlerin her birinin ortalama doksan m2 olduğu ve bir m2 inşaat maliyetinin güncel fiyatlarla yaklaşık 300 USD seviyesinde olduğunu düşünecek olursak çok kaba bir hesapla yıkılan konutların yeniden yapılabilmesi için 14 milyar USD tutarında bir kaynak gereksinimi çıkar ortaya.

Bu para sadece konutların yeniden inşası için gerekli; ticarethaneler, işyerleri, kamu hizmet binaları yollar, altyapı kuruluşları, havalimanları vb. tesislerin yeniden yapım maliyetleri yok bu hesapta. Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Malatya, Kahramanmaraş havalimanlarının depremde hasar görmüş olduğu ve bir kısmının tamamen, bir kısmının da kısmen yeniden inşa edilme gereksinimi olduğunu hatırlayalım. Daha sonra okul, hastane vb. birimlerdeki yıkımları ve bu yıkımlarla birlikte yitirilmiş olan ekipman envanterini getirelim göz önüne. Bir de depremde hasar gören tarihî yapıların restorasyonu var dikkate alınması gereken. Restorasyon yeni inşaat yapmaya göre çok daha pahalı bir operasyon elbette. Bunu da dikkate almak gerek. Ayrıca yine resmî rakamlara göre tekrar kullanılabilmesi için tadilat ve/veya güçlendirme yapılması gereken 78 bin bina var. Bunların da yeniden kullanılır hâle gelebilmesi için 10 milyar USD gerek (hasarlı bina sayıları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerinden alınmıştır).

Bütün bunları göz önüne alarak yapacağımız çok kaba bir hesap sadece şehirlerin yeniden inşası için 70 milyar USD üzerinde bir kaynak gereksinimini ortaya koymakta.

Üstelik şehirleri yeniden kurarken fay hattından uzak yerlerin tercih edilmesi ve gelecekte meydana gelmesi olası depremlerden daha az etkilenmesi planlandığı takdirde bu gereksinim daha da artar. Yeni yerleşim bölgelerinin fay hattından olabildiğince uzakta kurulması bir zorunluluk elbette. Ancak bu hususun pek de göz önüne alınmayacağını düşünmekteyim. İşte tam burada konu ile pek de ilgisi yokmuş gibi görünen ancak kanaatime göre doğrudan ilgili olan bir hususa değinmek istiyorum. Yeni yerleşim bölgelerinin seçimi, titizlikle üzerinde durulması gereken bir başlık. Elbette zaman kaybedilmemeli ancak acele edilmeden, gerekli incelemeler ve bilimsel çalışmalar yapılmadan karar verilmemelidir. Siyasi iktidar bu konuda kendisine yakışanı yapmış ve gerek deprem felaketinden yandaş müteahhitlere fırsat yaratmak gerekse yaklaşan seçimler öncesinde depremzedelere hizmet götürdüğü algısı yaratmak amacı ile depremden etkilenmiş pek çok bölgede yeni inşaatlar için alan seçimi yapmış ve bazılarında işi ihale etmiştir. İleride çok ağır faturalara neden olabilecek bu tutum bölgede yaşamakta olan halklara ihanet anlamını taşımaktadır.

Şimdi bir de deprem nedeni ile evi oturulamaz hâle gelmiş bunun üzerine bir de çalışma olanağını yitirmiş yaklaşık bir milyon insanın bir yıllık barınma ve yaşama maliyetini düşünelim. Konteynerlerden oluşan geçici konutların maliyeti de girer bu hesabın içine, bu insanların yeme içme, kılık kıyafet ve temizlik gereksinmeleri de. Deprem bölgesinde kurulacak konteyner kentlerin yaklaşık bir milyar USD gerektirdiğini içinde bulunduğum bir yardım organizasyonunun hesaplamaları nedeni ile bilmekteyim. Bu insanların her birinin bir yıl zarfında iki bin USD tutarında tüketim yapacağı varsayımı ile (oldukça mütevazı bir tahmindir bu) bu iş için de iki milyar USD tutarında bir kaynak gereksinimi ortaya çıkıyor. Bu durumda sadece kentlerin yeniden inşası ve depremde mağdur olmuş insanların bir yıllık yaşam gereksinmelerinin karşılanabilmesi için gereksinme duyulan tutar 73 milyar USD oluyor. Yıkılan evlerde bulunup da kullanılamayacak hâle gelen ev eşyaları için de her ev için ortalama 60 bin lira hesabı ile 1,65 milyar USD gerektiğini tahmin edebiliriz. Deprem nedeni ile kullanılamaz hâle gelmiş motorlu araçlarının sayısı henüz yok resmî kaynaklarda. Dünya gazetesinde yayınlanan bir makalede yaklaşık bir milyon aracın hasar gördüğü ve bunların üçte birinin de pert sayılacağı öngörülmüş. Hasarlı ve pert ayrımı yapılmaksızın araç başına 100 bin lira maliyet tahmin edecek olursak ortaya yaklaşık 1,5 milyar USD tutarında bir maliyet çıkıyor bu kalemde. Şimdi bunlara bir de arama kurtarma enkaz kaldırma işleri için harcanmış olan 6,5 milyar USD’lik tutarı ekleyelim (bu kesinleşmiş bir rakam). Birinci başlık altında ortaya çıkan maliyet kalemlerinin 82,65 milyar USD seviyesine ulaştığını görürüz.

Gelelim ikinci başlığımıza.

Bu başlık altında yapılacak incelemede ülke ekonomisi genelinde üretimde meydana gelebilecek aksamayı tahmin etmek gerekiyor. Depremden etkilenen bölgedeki iller ülkenin görece daha fakir bölgeleri. Bu durum GSYH açıklamalarında da rahatlıkla görülmekte. Deprem bölgesinde yaşayan insanlar ülke nüfusunun %16’sını oluşturmakta iken bölgenin GSYH içindeki payı %9,8 (Bkz. Ticaret Bakanlığı istatistikleri), bu da yaklaşık 90 milyar USD ediyor. Şimdi bu doksan milyar USD tutarındaki ürün ve hizmet üretiminin yaklaşık yarısının önümüzdeki bir yıl zarfında gerçekleşemeyeceğini düşünelim (hiç de abartılı bir tahmin değil), bu durum tam 45 milyar USD tutarında bir üretim azalması anlamını taşıyor. Tabii bu durumun bir de yansıma etkisi var. Şöyle ki; bölgede üretilen hammadde ve yarı mamul maddeler batıdaki sınai tesislere gönderilip burada gerçekleştirilen üretimin bileşeni oluyorlar. Şimdi bu ürünler gidemeyecek batı bölgelerine telafi için ya ithalat yoluna başvurulacak ya da üretim azalacak. Her iki durumda da GSYH’de %3,5’lik bir daralma öngörmekte uzmanlar. Bu da yaklaşık 31,5 milyar USD demek.

Ekonomik maliyeti hesaplarken fırsat maliyetini (opportunity cost) hesaplamak gerek. Burada ilk ele alınacak konu turizmde gerçekleşecek kayıplar. 1999 Gölcük depremi sonrasında turizm gelirleri %40 oranında azalmıştı. Bu kez de en az bu düzeyde bir azalma beklemek hiç de gerçek dışı değil. Adıyaman, Mardin, Gaziantep ve Hatay illerine önümüzdeki bir yıl içerisinde nerede ise hiç turist gelmez. Öte yandan insan doğası gereği depremden etkilenmemiş olsa bile deprem yaşamış bir ülkenin sahil kesiminde ziyaretçi sayısında önemli bir azalma olacağını öngörebiliriz (Rezervasyon iptalleri başladı bile). TÜİK rakamlarına itibar edecek olursak Türkiye’nin 2022 yılı turizm gelirleri 46 milyar USD. Eğer öngörüldüğü gibi %40 dolayında bir gelir kaybı söz konusu olursa turizm sektöründe yaklaşık 18,5 milyar USD tutarında bir gelir kaybı beklenmeli.

Bu kalemdeki gelir kayıpları toplamı 95 milyar USD ediyor.

Her iki başlıkta ele alınmış olan maliyetler toplamı 177,65 milyar USD.

İşte depremin minimum düzeydeki ekonomik maliyeti. Ölçülebileceği kadarı ile elbette.

Minimum düzeydeki diyorum çünkü bu hesabın içinde depremden fiziksel olarak etkilenmeyen bölgelerde gerek üretim gerekse turizm alanlarında meydana gelecek daralmalar nedeni ile artacak işsizliğin hesabı yok. Tıpkı deprem bölgesinde nerede ise tamamen yok olmuş tarımsal üretim nedeni ile doğacak arz eksikliğinin yaratacağı enflasyonist baskının hesabının olmadığı gibi.

Ayrıca bütün bu gelişmeler bir döviz likidite sorununun habercisi gibi yakın gelecekte yabancı paraların TL karşısında bir değer sıçraması yapacağını öngörmek hiç de zor değil.

Bütün bu yazılanlardan da rahatlıkla görülebileceği gibi deprem çok ağır bir ekonomik fatura yüklemekte insanlarımıza. Bu faturanın bir kısmı imar ve inşaat faaliyetleri olarak fırsata çevrilecek siyasi iktidar tarafından kendi yandaşları olan müteahhitlere yani kazanç kapıları açılacak. Can çekişmekte olan konut inşa sektörüne taze kan olacak. İrili ufaklı pek çok müteahhit varlıklarına varlık katacaklar bu sayede.

Öte yandan işin bir başka boyutu var, bana kalırsa daha önemli bir boyut. Asgarî ücretin 8506 lira, açlık sınırının 8865 lira yoksulluk sınırının ise 30 bin lira olarak hesaplandığı Tüketici Hakları Derneği açıklamasına göre halkın %56’sının açlık sınırı altında bir gelirle yaşamaya mahkûm edildiği koşullarda yaşamaktayız deprem ve sonrasında meydana gelen gelişmeleri. Bu ağır ekonomik koşullar altında ödeyeceğiz bu faturayı.

Kurumsallığın, hesap verebilirliğin (accountability) ve şeffaflığın olmadığı bir ülkede siyasi ve ekonomik anlamda iktidar olanlar değil, geniş halk yığınları katlanacak yukarıda izahına çalışılan yüksek maliyete. İktidarda olanlar ise TV kanallarında yardım şovları yaparak geçirecekler bu dönemi.

İçinde bulunduğumuz tüm olumsuz koşullara rağmen bu işin altından kalkabileceğimize, depremin açmış olduğu yaraları sarabileceğimize inanmaktayım. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın halkları dirençli ve zorluklarla başa çıkabilecek inatçı bir karaktere sahiptir. Dayanışma geleneği de yaygındır bu halklar arasında. Yapılması gereken iş zaten bu coğrafyanın halklarının yapısında mevcut olan dayanışma ruhunu organize edip yönlendirmekten geçiyor. Sosyalistlere de bu konuda görev düşmekte kanımca.

Deprem haberi duyulur duyulmaz soluğu deprem bölgesinde alan sosyalist örgütler başarılı bir sınav verdiler daha ilk anda. Şimdi yapılacak iş bu süreçte edinilmiş olan deneyimleri de işin içine katarak depremin yaşanmış olduğu bölgede hayatın yeniden kurulmasını sağlamak. Bunun için de merkezî bir koordinasyona gereksinme var. Bu konu ile ilgili çalışmalar da hayli ilerledi. Deprem gerçeğini unutmadan koordinasyon çalışmalarına destek vermek ve geçmiş deneylerden yararlanarak hayatı yeniden kurmak zor ama imkânsız değil, başarabiliriz.

Dayanışmayı ve koordinasyonu güçlendirelim diyerek tamamlıyorum yazımı.

Normalleşme söylemi, hüzün ve zamana hükmetme isteği

Bir aydır, bize pandemiden bakiye kalmış olması hiç de tesadüfî görünmeyen bir kavram dolaşıyor yine ağızdan ağıza: Normalleşme. Normal, normalleşme, normalleşememe, eski normal, yeni normal ve içinde “norm”a dair bir şeyler dahi barındırmayan bir kavram silsilesi. “Felaket” sonrası yaşantıyı tariflemeye çalışan bu yeni “normalleşme” kavramı, bugün, depremden sonra ilk kez karşımıza çıkmış bir söylem değil. Pandemi sürecinde bir “helâlleşme” adımı olarak devletin ortaya koyduğu normalleşme kavramı, bugün yine yönetilemeyen ve katliama dönüştürülen bir “felaket” sürecinin ardından açığa çıkıyor. Esasen, büyük ölçüde pandemiden bakiye kalan dayanışma ufkunun tekrar ve daha örgütlü şekilde açığa çıktığı bu süreçte, toplumsal bilinçdışı da normalleşme kavramını tekrar dayatıyor. Normalleşme fikrini veya isteğini değilse de bu kavramın kendisini tekrar güncelleştiriyor.

Dayanışmanın yiteceği kaygısının hissedildiği her an, dayanışmanın özneleri tarafından normalleşme olarak kavramsallaştırılıyor; çünkü normalleşme fikri bir saldırı olarak algılanıyor – ki gerçekte olan da budur. Bu gerçek, pandemide ortaya atılan normalleşme söyleminin içinde anlam kazanmıştır. Öte yandan, her söylem gibi normalleşme söylemi de birden fazla farklı anlam barındırmaktadır. Normalleştirmeye çalışan için buradaki anlam apaçık unutturmaktır. Peki, normalleştirme çabasının hedefinde olan ve normalleşmek isteğine kapılan için de bu sadece unutmaya mı eştir?

Burada bahsi geçen normalin, normlarla, normal olan ya da anormal dışında kalanla pek bir alakası yoktur. Yoksa neyin normal neyin anormal olduğu, yahut anormal olanın norm hâline geldiği toplumsal koşullarda, hâlâ normal kalma ya da normali bulma çabasının anlamsızlığından bolca söz edebiliriz; burjuva psikolojiyi de bu tartışma içinde mahkûm ederek. Oysa burada olan, normal olarak tanımlanan, eskiye, yahut stabil olmaya, durağanlığa, özünde sistemin ürettiği rutinlere atıf yapmaktadır. Normale dönmeye çalışan için iyileşme ihtiyacı olarak açığa çıkar gibi görünen şeyin ardında dahi, iyileşmeyi tanımlayan, iyileşmeyi sembolize eden bir eski zaman vardır. Zamanın eski ritminde akması… İyileşmek, zamanın kontrolünü tekrar ele almak gibidir. Nitekim normalleşme de bir zaman meselesidir, içinde gizli bir “artık” sözcüğü barındırır. Ancak normalleşme ve yeni normal söylemi içerisinde bahsi geçen zaman, kapitalizmin yarattığı zaman algısından beslenir.

Pandemi sürecinde devletin söylemi olarak açığa çıkan normalleşme söyleminin bugün kitle tarafından da refleks olarak açığa çıkması bence iki önemli şeyi vurgular niteliktedir. Öncelikle, unutturmaya karşı açığa çıkan bir kaygı ve buna karşı bir savunmadır, diğer yandan da bize şunu gösterir; tıpkı Covid-19 salgınındaki gibi, yaşanan yıkımın ruhsal etkilerinin de bir salgın gibi toplumda yaygın olarak algılandığının ve deneyimlendiğinin göstergesidir.

Depremin yarattığı travma, bu travma biçiminin özü gereği kişisel olanda yoğunlaşsa da aynı zamanda toplumsal bir travma açığa çıkarmıştır. Esasen, dinamiği gereği doğal afetler, toplumsal travma olarak deneyimlenmeye çok açık değildir, toplumsal travma olarak tanımlananlar daha ziyade insan eliyle yapılan, savaş, soykırım benzeri, şiddetin iktidarlarca topluca örgütlendiği ve uygulandığı eylemlerin sonucunda açığa çıkan ve kuşaklarca aktarılan travmalardır. Doğal afetlerin yarattığı yıkıcı etkiler ise daha çok kaderle ve doğa karşısındaki çaresizlikle tanımlanarak içselleştirilmekte ve kuşaklara yayılan bir toplumsal travma etkisi açığa çıkarmamaktır. İnsan ruhsallığını incelediğimizde bu ayrım teknik olarak doğrudur; ancak sınıflı toplumlar içerisinde afetlerin yarattığı şiddet ve yıkım, insan-doğa çelişkisinden değil, emek-sermaye çelişkisinden beslenmektedir. Dolayısıyla bugün, depremin toplumsal bir travma olarak deneyimleniyor oluşu bile bize, bunca ölümün, yıkımın sorumlularının kim olduğunu işaret etmektedir. Yaşanan, katliama dönüşmüş bir devlet şiddetidir. Ki bu da bizi aynı zamanda devlet var mıydı, yok muydu tartışmalarının da asıl cevabına götürür. Devlet, depremden önce de deprem sırasında da ve sonrasında da bu afetin şiddetini belirleyen olarak oradadır. İmar aflarıyla, yolsuzluklarla diktiği binalarıyla depremden önce orada olduğu kadar, kaldırmadığı enkazlarda, kurmadığı yaşam alanlarıyla da aynı şekilde oradadır; zira işlevi tam olarak da budur.

Yine buradan hareketle, yıkımın sorumlularını bilen, kavrayan ve bizzat görenler için yaşanan toplumsal bir travma iken, öteki için bu bir “kader” olarak algılanacaktır. Ancak bugün örgütlü dayanışmanın gücüyle de gözler önüne serilen ve şahit olunan tablo, manipülasyonla değiştirilemeyecek ölçüde, yaşananın bir kader değil, uygulanan şiddetin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Travmanın topluma yaygınlığı da bunu kanıtlamaktadır.

Öyleyse, süreç bunca toplumsal bir travmaya dönüşüyorsa bu normalleşme eğilimi, arzusu nedir ve nereden çıkmaktadır? Yahut bu normalleşenler kimlerdir? Normalleşen ve dahası normalleştirmek isteyenler, şüphesiz, bu kavramı, şiddeti unutturmak adına üretenler ve emek-sermaye çelişkilerinden beslenenlerdir. Ancak biz bir de bu kavramsal saldırının hedefi olup, normalleşme ihtiyacını duyanın ruhsallığına bakalım…

Depremin yarattığı travma süreci, daha ilk günden kişisel alana sıkıştırılmaya çalışılmıştır. Daha ilk günlerden psikososyal destek gerekliliğinin öne çıkarılması, psikologlara yapılan çağrılar, çocuklar başta olmak üzere ruhsal gereksinimlerden söz açılması, elbette uzun vadede bir ihtiyacı işaret etse de, buradaki acelecilik tabloyu psikolojikleştirme çabasının bir sonucudur. Oysa sistemin çıkarlarından bağımsız insan ruhsallığını bilebilmek, bu konudaki ikiyüzlülüğü de apaçık ortaya serer. En basitinden, travmanın açığa çıkardığı güvenlik ihtiyacı bir gerçektir; ancak psikososyal destek tartışılırken, en büyük güvenlik ihtiyacının barınma ve beslenme olduğu gerçeği bile bir kenara atılmaktadır. Psikolojik ilk yardım üzerine onlarca demeç verilirken, aslında bölgeye gönüllü olarak giderek depremzedelerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan, bir yaşam alanı kurmaya çalışanların aslında en temel psikolojik ilkyardımı uyguladığı gerçeği anlaşılmamaktadır. Bu aceleciliğin kendisini yalnızca panik ve kaosun yarattığı bir kafa karışıklığı olarak yorumlamak saflıktır. Bu aceleciliğe en iyi niyetlerle kapılan dahi, kapitalizmin aceleci zaman algısından beslenmektedir. Üstelik ölümle çarpıcı şekilde yüzleşilen bu süreçte, ölümün kendisini bunca hatırlatmasının yarattığı kaygıyla, kaçan, yiten zamana karşı daha da aceleci bir manik tepki gelişmiştir.

Kapitalizmin insan ruhsallığına düşürdüğü en büyük gölge, zaman algısında yarattığı bozulmadır. Zaman sürekli içeriğinin ne olduğundan bağımsız doldurulması gereken bir şey hâline gelmiştir. Tıpkı bedensel boşalma gibi, zaman boşaldığında, bir anksiyete krizine benzer, katlanılması zor boşluk hissi yaratır. Günümüzde yaşanan yoğunlaşmış kaygı ataklarının altında yatan da bu boşalan zaman algısıdır. Ve ardından, benzer şekilde, utanç ve suçluluk duygusu bırakarak bizi melankoliye hapseder. Yiten bir şey vardır; ancak yitenin ne olduğu anlamlandırılamamaktadır; çünkü zaman bize yiten bir şey olarak sunulmaktadır. Oysa zamanın akışı baskın bir gerçeklik olarak bize kendini dayatırken, zamanın akışını bir yitiş olarak algılamak bize anlamlı gelemez.

Normalleşme de bu zamansal algı sınırlarında ihtiyaçlaşmaktadır. Adeta ne zaman normalleşeceğimizi bilmek bizi rahatlatacaktır. Ancak bu, travma yaşayan kişinin bir umuda, bir gelecek tahayyülüne ihtiyaç duymasından farklı gerçekleşmektedir. Yaşanan kayıpların yarattığı duygularla geçen süreç, aynı zamanda yeni bir yapay kayıp ortaya koymaktadır, tüm bunlara ek olarak zaman kaybedilmektedir. Geçmişin kaybıyla yüzleşmeye ayrılan süre, şimdinin, akan zamanın kaybını sunmaktadır. Dolayısıyla bir an önce zamanı tutmak ve onu doldurmak gerekmektedir. Ancak koşullar, zamanı, şimdiye kadar rutinleşmiş hâlleriyle tutmaya elvermemektedir. Yıkımı bizzat deneyimlememiş olan için ne zaman normalleşeceğiz sorusunun altında yatan en büyük itki budur. Misal, ilk yedi gün milli yas ilan edilmesi, ortaya bir süre koymakta ve “kaybedilecek” zamana bir ömür biçmektedir.

Zamanın müthiş bir hızda akıyor olması algısı, devam etmenin en büyük bahanesi hâline gelmiştir; öyle ki zamanın bu hızlı tükenişi karşısında duygulara bile gereğinden fazla zaman ayrılamaz, duygularla zaman kaybedilemez. Kapitalizmin zaman algısında yarattığı boşluk, şu paradoksa kilitlenir: Zamanın kaybedileceği, yiteceği kaygısı bir yana, fazla zamanı olmak da bir tedirginlik hâline gelmiştir. Fazla zamanı olmak, “boş” zamanı çok olmak, bir yaşamasızlık hâli olarak algılanmaya başlanmıştır. Ve bu paradoks içinde, fazla zamanı olmak, zamanın tükeneceği kaygısını tekrar tekrar tetikler. Zaman müthiş bir hızla akmaktadır ve doldurulamamaktadır. Boş zaman, libido üzerindeki baskının azalmasına yol açar ve doyurulmamış bilinçdışı arzuların yarattığı rahatsızlığı açığa çıkarır. Bu yüzden boş durmak bize içimizdeki boşluğu hatırlatır gibidir. Doyurulmayan arzularımızı, yaşamasızlığı. Libidonun, yaşamsal olanın doyumunun, üretmekten kopartıldığı bir dünyada bu boşluk bize kendisini dayatır ve kapitalizmin sunduğu biçimlerle doldurulmaya çalışılır. O yüzden kapitalizmin yarattığı zaman algısına karşı gelerek açığa çıkan süreçler, bu boşluk hissini derinleştirdiği gibi, boş olanın aslında ne olduğu sorusunun da cevabını bulmak için bir imkan yaratır.

Zamanın kapitalist zamandan ayrılarak kendisini dayattığı bu süreçlerde, kendiliğinden zaman üzerine düşünmek ve konuşmak ihtiyacı açığa çıkar. Örneğin, pandemide zaman hemen herkes için aynı kısıtlılıkta akarken, bize bugüne kadar boş olarak dayatılan fazla zamana katlanmak zorunda kalmak, bizi onu deneyimlemeye ve zamanı algılamaya zorlamıştır. Zamanın akış hızında eşitlenmek fikri -üstelik tüm dünyayı saran bir salgında-, zamanın kaçan ve kovalanması gereken bir şey olduğu fikrinden bir nebze olsun bizi uzaklaştırmıştır; zira zamanın gerçek iktidarı, kapitalizmin aceleciliğine gölge düşürmüştür.

Bugün yaşananın ardında da deneyimlenen zamanın anlamı büyüktür. Ancak bugünkü tabloda, zamanın akışında herkes için bir eşitlik olmaması fikri, buna katlanmayı ya da akan zamanı deneyimlemeyi zorlaştırmıştır. Yıkımı yaşayan veya buna şahit olan, bu ruh hâlini paylaşan için zaman hüznün zamanına ayak uydurmak isterken, öteki için zaman hâlâ kapitalizmin sunduğu -dayattığı- hızda akmakta; böylece birileri için zaman kaçırılmaktadır. Birileri yaşamasız kalırken, öteki yaşamını sürdürmektedir. Dolayısıyla bu her anlamda bir hayatta kalma mücadelesidir. Normalleşme veya normalleşememe ayrımı da bu yüzden zamanla ilişkide gizlidir. Yıkımı derinden hisseden herkes için çok haklı olarak daha ilk günden açığa çıkan istek şudur: Şimdi zaman durmalı. Bu travmatik bir şekilde yaşamdan kopmak isteği değil, aksine yaşamasız olan zamanın akışına karşı bir çıkıştır. Çünkü durması istenen zaman, sistemin sürdürdüğü zamandır.

Freud’un “Yas ve Melankoli” isimli makalesinden de hareketle, yasta kişi sevdiği bir nesnenin -kişi veya olgu- kaybıyla yüzleşmektedir ve bunun acısını yaşar; ancak melankolideki ayırt edici fark, kişinin kaybedilenin ne olduğunu bilememesidir. “Yasta yoksul ve boş hâle gelmiş olan şey dünyadır; melankolide ise bizzat ego.”[1] Dolayısıyla zamanın “boşluğu”, zamanın kaybına dair kaygıdan besleniyorsa ve zamanın fazlalığı -yani varlığı da- bir boşluk ifade eder hâle geliyorsa, bu bir bakıma kaybedilenin ya da kaybedilenin içinde yitenin ne olduğunun bilinememesi hâlinin yarattığı bir sürekli melankoliye dönüşür. Héléne L’heuillet’in dediği gibi:

“Bugün melankoli, kendi hayatının zamanından yoksun olmanın ne demek olduğunu anlamamızı sağlayan toplumsal bir semptom. Melankoli özellikle yabancılaşmanın ve hızlanmanın bir yüzü oldu. Hızlandırılmış toplum melankoliyi benimser, öyle ki kaybetmeyi her zaman tahammül edilemez bir şey olarak görür; ama onun acısını çekmeyi yasaklar. Kaybımızın acısını duymamak için giderek daha hızlı yol alırız. ‘Kesinlikle arkaya bakma’ yeni parola olmuş gibi. Artık kendimize acı çekmek için zaman tanımak istemeyiz. Gel gör ki melankoli daha güçlü; yine de acı çekeriz, hatta bazen neden acı çektiğimizi bilmemenin acısını çekeriz. Böylece çağımızdaki melankoli örtülü biçimde ilerler ve hayatlarımızı ele geçirir. Zamandan kurtulma dileğinin kaynağında yer alır bütünüyle, bu da hızlandırılmış toplumun bizzat dayanağını oluşturur. Zamandan kurtulmak gerekir; çünkü kaybetmekten kurtulmak gerekir. Ama kayıp daha güçlüdür, hatta ondan kurtulma arzusuyla büyür. Gerçekte hiçbir şey kaybın kaybından daha zarar verici değildir.”[2]

Yaşanan, çokça zikredildiği ve öne çıkarıldığı gibi sadece bir travmadan ibaret değildir. Hem dış hem de onlarla bağlantılı iç nesnelerin kaybının yaşandığı bir yas ve melankoli sürecidir. Derin bir acı ve hüzün duygusudur. Bu bir sürgün psikolojisidir, hem mekândan hem de kendi benliğinden sürgün olmak meselesidir. Ciddi bir şiddetle karşı karşıya kalınmıştır, hem bunu toplumsal travma boyutuna da taşıyan, devlet şiddetiyle hem de bir doğa şiddetiyle yüzleşilmektedir. İç ve dış nesneler anlam değiştirmiştir. Nesnede yitenin ne olduğu sorusunun karmaşıklaştığı yerlerden biri de budur. İyi nesnelerle kötü nesneler birbirine karışmıştır. Kapsayıcılığı ifade eden ev, yuva, sadece evi yıkılanın değil, yıkılacağını bildiği hâlde kendi mezarına mahkûm edilmişcesine yaşayan için de artık bir şiddet unsuru hâline dönüşmüştür. Nesneler yitmiş; ancak içimizde karşılık geldiği anlamları da yalnızca yitmemiş, kılık da değiştirmiştir. İyinin kötüye dönüştüğü ve kötünün yasının tutulduğu bir biçime dönüşmüştür. Tıpkı melankoliye gömük olan eski zamanın bile yasının tutulduğu gibi.

İnsanların dış nesnelerle iç nesneler arasında kurduğu bağ kapitalizme içkin değildir; ancak meta ilişkilerine gömük bir toplumda, dış nesnelerin metalaşması ve insanın içsel nesneleri üzerinde metaların baskınlığı bir gerçektir. Ruhsallık toplumsal alandan bireysel alana çekildikçe, temsiller de bireyselleşir. Örneğin, güvenlik hissini veren, kapsayıcı olan, kişinin kendi evinde somutlanır. Oysa ev, bundan çok daha kapsamlı ve katmanlı bir kavramdır. Ancak iç nesnelere karşılık gelen kolektif temsiller olmadığında, bunu karşılayan salt bireysel olarak ilişkilenilen metalar hâline gelir. Kapitalizmin kaybedilen metaya karşı sunabileceği yalnızca bir yenisidir. Dış nesneleri iç nesnelerle olan anlamlarından kopuk önümüze sunar ve bunlardan yeni iç nesneler yaratmamızı talep eder; tüketimin şekillenişi buna göredir, yeni bir meta yeni bir sen yaratmanın aracıdır. Evin içsel temsillerinin yitimiyle ilgilenmeyerek, yıkılan evin yerine sana yeni bir ev vermeyi vaadedebilir -ki bugün bunu da karşılayabilecek gücü kalmamıştır-. Güvenli iç nesnelerin yalnızca toplumsal alandan, toplumsal olandan beslenebileceği kitle psikolojisinin bir gerçeğidir. Bugün, yeni yaşamı, yeni iç nesnelerle birlikte kurabilecek olan da ancak budur.

Yaşanan, aynı zamanda büyük bir öfke hâlidir. Ancak öfke, öyle pek de keskin hatlara sahip bir duygu değildir. Öfke, sanıldığı kadar güçlü bir duygu da değildir çoğu zaman. Öfke, ateşlidir, yıkıcıdır; ancak bu yıkıcılığı yönsüzlüğe açıktır. Misal, öfke yönsüz olduğunda, travma sonrası bir tepki olarak ve travmanın travma yaratarak aktarılmasında bir araç olarak da açığa çıkabilir, toplumsal travmaların ve şiddetin kuşaklar byunca aktarılmasının ardında da bu yönsüzlük vardır.

Zaman algısından bahsederken söylediğim gibi, eşitlik duygusu kitle ruhunun en önemli arayışlarından biridir. Dolayısıyla kitle içinde duygudaşlık oldukça önemli bir yer tutar. Kişi, iyi duygularını, aidiyet hissettiği, bağ kurduğu topluluğa yöneltirken, olumsuz ve yıkıcı duygularınıysa ötekine yöneltir. Aidiyet hissinin ideolojiye duyduğu ihtiyaç da buradan açığa çıkar. Öfkenin yıkıcılığı, yeniyi yaratmak için ön açıcıdır; ancak ötekini, öfkenin hedefini doğru belirleyebildiği sürece. Toplumdaki asıl ayrım olan sınıf ayrımını gölgelemek üzere açığa çıkan tüm diğer ötekileştirmeler, öfkenin hedefindeki ötekiyi yeniden tanımlayarak, öfkenin sınıf içerisinde tekrar tekrar birbirine aktarılmasını sağlar yalnızca.

Depremden sonra da öfkeye dair benzer bir durum vardır, sadece depremzede için değil, dayanışmanın öznesi olan herkes için haklı bir duygudaşlık arayışı vardır. Bu duygudaşlığı kuranlar birbirine yakınlaşırken, bunun dışında kalmış görünen herkes ötekileşir ve açığa çıkan öfkenin de nesnesi hâline gelir. Ancak bu duygudaşlık arayışının terazisi oldukça hassas ve yanlışa meyillidir. Bu, normalleşmeye bakışa dair söylediğime benzerdir. Normalleşmeyi bir saldırı aracı olarak kullananla, bu saldırının hedefi olmuş, iyileşme -zamana eski bildiğiyle hükmetme- arayışında olan arasında, vicdanen kabul etmesi zor olsa da, bir fark vardır. Normalleşme isteği, travma sonrası açığa çıkan güvenlik ihtiyacını rutinlerine dönerek, bildiği güvenli alana kaçarak yahut manik bir savunma geliştirerek açığa çıkabilirken, normalleştirme isteği ise son derece sınıfsaldır. Dolayısıyla normalleşmeye karşı açığa çıkan kaygı ve öfke, normalleşene değil, normalleştirene yöneltildiği sürece işlevseldir.

Dediğim gibi, öfke her zaman sanıldığı kadar güçlü bir duygu değildir. Samandağ’da depremin 40. gününde gerçekleştirilen eylemde açığa çıkan “Hüznümüz isyanımızdır!” sloganı, insan ruhsallığı açısından da son derece anlamlıdır. Kültürel olarak yası tanımlayan 40. günde yapılan eylemde hüzün ve isyan kelimelerinin yan yana gelişi, toplumsal olanın, ruh hâlini ve çözümü tanımlamakta ne kadar daha başarılı olduğunu gösterir gibidir. Hüzün, genellikle çok daha pasif ve eylemsizlik çağrıştırır şekilde algılansa da, aslında başlı başına kapitalist zaman algısına dahi bir isyandır. Yine Héléne L’heuillet’in dediği gibi:

“Hüzünde oyalanmak, çabucak çok fazla etkinliğe girişerek onu elinin kenarıyla itmemek, tam anlamıyla gecikmeyi, zamana uymadan yaşamayı, ritimleri çeşitlemeyi, fazladan birkaç dakika, birkaç gün daha geçirmeyi kabul etmektir. Hüznün bize farklı algılattığı şey, öncellikle zamandır.”[3]

Hüznü reddetmemek, ondan kaçınmamak, iyileşmek ve iyileştirmek, dünyayı -zamanı- yeniden yaratmak yolunda olanın geçmesi gereken yoldur. Kapitalist zamana dönmek isteğiyse bizi, kendi içinde varolan melankoliye hapseder. Ludwig Binswanger’in dediği gibi, hüzün empatiktir ve “bize dünyadan el çektirmez, tersine duygulanımlara, yaşama, başkalarına karşı algılarımızı özellikle açar. Melankolik acı ise, tersine, çöküş duygusudur. Melankolik öznenin kafası yalnızca kendi kaybıyla meşguldür. Kayıp bir dünyada kaybolmuştur.”

Hüznü tarif edenin deprem bölgesindekinin kendisi olması da oldukça anlamlıdır; zira dayanışmanın bir parçası olan için, deprem bölgesinde olmadığında ya da oradan çıktığında, kaybın anlamlandırılması daha güç meseledir. Kaybettiğinin ne olduğunu bilmeme duygusu ağır basar ve zamanın eski akışını reddetmek; ancak koşullar gereği eski zamanı deneyimlemek zorunda kalmak arasına sıkışmıştır. Hissettiği büyük ölçüde melankolidir. Üstelik bu içine döndüğü eski zaman, hâlihazırda melankoliyle bezenmiş kapitalist zamandır. Deprem bölgesine dayanışmaya giden hemen herkesin döndüğünde, söylemlerinde açığa çıkan bir zaman tarifi vardır. Orada zaman çok daha yoğun algılanmaktadır ve bir gün adeta bir haftaya eşitlenmiş gibidir. Bu, hüznün ve eylemin yarattığı bir zaman algısı değişikliğidir. Birarada olmak hüznü, melankoliden kurtaran şeydir. Zaman oradaki hemen herkes için eşitlenmiş gibidir. Ve eski zamana dönmek mümkün olmadığında yeni kendisini dayatır. Eyleme geçebilecek duruma gelmek için zamana yeniden kavuşmak, bunun için de hüznü deneyimleyebilmek gerekir. Bugün hüznü yaşayarak zamana karşı koyma cüretini gösterenler, zamana hükmetme yolunda da ilerleyebilecektir.

Son olarak, Antakya’da tanıştığımız bir arkadaş bir gece normal ile anormalin tartışıldığı bir muhabbete şu soruyla dâhil oldu: “Pislik nedir?” Yaşadığı kaybın ve geride bıraktığı yıkıntıların hepsine atıf yapar gibi sorduğu bu soruya kendi yanıtını vererek devam etti: “Pislik, orada olmaması gereken şeydir. Yağ, yemeğin içindeyken makul ve temizdir, oysa üstüne döküldüğünde, pisliktir. Anormal olan da böyle bir şey.” Bana kalırsa, bu örnek çok anlamlıdır. İnsanca olmayanın yaşam üzerindeki, zaman üzerindeki iktidarı, insanda anormal olanı yaratır. İnsanda anormal olanı yaratan, insanı kirletir. Bu kirlenmeyi; ancak insanca olanın iktidarı temizler. Açığa çıkan pisliği; ancak devrim temizler!

[1]    “Yas ve Melankoli”, Metapsikoloji, Sigmund Freud, Payel Yayınları, s. 246.

[2]    “Kaygı Veren Satürn”, Gecikmeye Övgü, Héléne L’heuillet, Yapı Kredi Yayınları, s. 68.

[3]    “Kaygı Veren Satürn”, Gecikmeye Övgü, Héléne L’heuillet, Yapı Kredi Yayınları, s. 76.

“Söyledim ve ruhumu kurtardım!..” “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” kitabı üzerine – Barış Altunsoy

Galina Serebryakova tarafından yazılıp 5 cilt halinde Türkçe olarak yayınlanan ve Karl Marx biyografisi olması yanında dönemi tüm siyasal ve sosyal gelişmeleri ile birlikte anlatan Ateşi Çalmak romanını okurken, Marksizmin klasikleri arasında en az dikkatimi çeken kitaplardan birinin “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” kitabı olduğunu üzülerek fark ettim. Üzülerek diyorum çünkü kitapta parti için yürütülen mücadele o kadar canlı anlatılmakta ki kişi ister istemez Marx ve Engels’in işçi sınıfı mücadelesini savunmak için gösterdikleri emeğe haksızlık ettiği zannına kapılmakta. Ayrıca yazılan her kelimenin, her cümlenin ne kadar özenle seçildiğini program taslağı üzerine eleştiri ve tartışmalarda okur açıkça anlayabilmekte, metinlerin büyüklüğü karşısında daha fazla saygı duymaktan kendini alamamakta.

Marksist klasikleri okuyan okurlar açısından durum nasıldır diye yaptığım küçük araştırmada sonuç pek de farklı değildi. Kitapyurdu sitesinde kolaylık olması açısından Yordam Kitap tarafından yayınlanmış Marx-Engels’e ait kitapları az satandan çok satana doğru sıralattığımda manga ve setten ayrı tekli olarak satılan kitapları bir yana bırakırsak (örneğin Kapital 2. Cilt gibi) en az satın alınan kitap olduğunu görünce Marksist klasikleri okuyanlara ve genel olarak ilgililere yönelik kısa bir tanıtım yazısı yazarsam kitabın üzerinde -şayet varsa- oluşan önyargıları kırabilirim düşüncesi eser hakkındaki bu tanıtım yazısının hazırlanmasını benim açımdan kaçınılmaz hâle getirdi. Söylediğim gibi kitaptaki metinlerin analizinden daha ziyade kitabın içeriği hakkında kısa bir tanıtım yazısı hazırlamak muradım.

Gotha Programının Eleştirisi, Lassalle öncülüğündeki Alman Emekçileri Genel Derneği ile Marksizm çizgisini benimsemiş Bebel, Liebknecht ve Bracke liderliğindeki Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi arasında 1875 Gotha kentinden düzenlenen birlik kongresi öncesi hazırlanan ve daha çok Lassalle’ın gerici etkisinde olan program taslağının eleştirisini içermekte olup Marx tarafından hazırlanmıştır. İlginçtir program taslağı delegelerden kongre anına kadar saklanmış, Marx’ın program taslağına ilişkin eleştirilerini içeren kendi mütevazı adlandırması ile “kenar notları” ise Lassalle etkisinin partiden hemen hemen atıldığı 1891 yılına kadar yayınlanmamıştır.

Gotha Birlik Kongresi ile kurulan Almanya Sosyalist İşçi Partisi, 1890 yılında Almanya Sosyal Demokrat Partisi adını almıştır. Halle kentinde 1890 yılında toplanan parti kongresinde 1891 yılında Erfurt’ta yeni program hazırlanması kararı üzerine Erfurt Program Taslağının Eleştirisi, Marx’ın 1883 yılında vefat etmesi üzerine Marx’ın notlarından yararlanarak Engels tarafından hazırlanmıştır.

Kitap farklı tarihlerde yazılan iki ayrı program eleştirisi ve bu parti program hazırlıkları üzerine Marx ve Engels tarafından parti ileri gelenleri ile yapılan yazışmalardan oluşmakta. Bu yazışmaları okurken, zor koşullar altında sosyalizmi içeride savunmanın siyasal yönünün yanında ağır duygusal yükü olduğunu da insan iliklerine kadar hissediyor. Beni oldukça sarsan “söyledim ve ruhumu kurtardım” cümlesi ile Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni tamamlamış olmasıdır. Metnin içinde o kadar sert ifadeler vardır ki Engels yıllar sonra 1890 yılında metni yayınlarken bazı parti yöneticilerinin (Kautsky olduğu söylenmekte) ısrarı üzerine bazı ifadeleri metinden çıkarmak veya yumuşatmak zorunda kalmıştır. Engels, “Elyazmasını bugün yayımlayacak olsa Marx da böyle yapardı.” (Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Karl Marx-Friedrich Engels, Yordam Kitap, Çev. Erkin Özalp, 2017, s. 14) diyerek iki nedenle bu kadar sert bir metnin ortaya çıktığını ifade ediyor.

Birincisi, Marx ile ben, Alman hareketiyle, başka herhangi bir hareketle olduğundan daha içten bağlara sahiptik; dolayısıyla, bu program taslağında ilan edilen kesin geri adımın bizi fazlasıyla şiddetli bir şekilde tahrik etmesi kaçınılmazdı. Ama ikincisi, o dönemde, yani Enternasyonal’in Lahey Kongresi’nden henüz sadece iki yıl kadar sonra, Almanya’da ve işçi hareketinde olup biten her şeyden bizi sorumlu tutan Bakunin’le ve onun anarşistleriyle en şiddetli mücadelenin içindeydik; dolayısıyla, bu programın gizli babalığıyla suçlanmamızı beklememiz kaçınılmazdı (Marx-Engels, age., s. 14-15).

Marx’ın kenar notları incelendiğinde görülecektir hazırlanan taslak program; Marksizmin en temel konularında dahi yüzeysel, özensiz tespitlere dayanan, birbirleri ile çelişkili ifadeleri içinde barındıran başarısız bir taslak. Sınıf savaşının çetin evrelerini atlatmış donanımlı bir hareketin sırf birlik uğruna bütün ilkelerini bir kenara bırakmaları işte bu kadar sert hazırlanan metnin sertliğinin gerekçelerini oluşturmakta. William Bracke’ye yazdıkları mektupta eğer program bu hâli ile kabul edilirse bir açıklama yaparak bu programın hazırlıklarında yer almadıklarını kamuoyuna ilan edeceklerini belirtir Marx ve Engels. Maalesef eleştirilere rağmen Gotha program taslağı çok az değişiklikle kabul edilmiştir. Ve Marx bize “söyledim ve ruhumu kurtardım” diyerek önemli bir miras bırakmıştır.

Lenin, Gotha ve Erfurt program taslaklarının eleştirileri ve yazışmalar hakkında şöyle yazmaktadır.

Marx ve Engels’in eserlerinde devlet üzerine eğer en dikkate değer değerlendirme değilse, en dikkate değer değerlendirmelerden biri, Engels’in Bebel’e 18-28 Mart 1875 tarihli mektubundaki aşağıdaki pasajdır. Geçerken belirtelim ki bu mektup, bildiğimiz kadarıyla Bebel tarafından ilk kez anılarının (“Yaşamımdan”) 1911’de yayınlanmış olan ikinci cildinde basılmıştır, yani yazılıp gönderilmesinden otuz altı yıl sonra (“Bebel’e Bir Mektup”, Lenin, Seçme Eserler Cilt 7 içinde, İnter Yayınları, 1996, s. 74).

Engels’in 29 Haziran 1891’de Kautsky’ye yolladığı ve ancak on yıl sonra Neue Zeit’ta yayınlanan Erfurt program taslağının eleştirisi, esas olarak tam da devlet düzeni sorunlarında sosyal-demokrasinin oportünist görüşlerinin eleştirisine ayrılmış olduğu için, Marksist devlet öğretisinin tahlilinde ele alınmadan geçilemez. Geçerken belirtelim ki Engels, modern kapitalizmdeki değişikliklerini ne kadar dikkatle ve tartarak izlediğini ve bu yüzden belli bir dereceye kadar emperyalist çağımızın görevlerini öncelemeyi bildiğini kanıtlayan ekonomik sorunlar üzerine de son derece değerli bir açıklama yapmıştır (“Erfurt Program Taslağının Bir Eleştirisi”, Lenin, age. içinde, s. 75).

Lenin’in satırlarından da anlaşılacağı üzere yaratılan çalışma özellikle burjuva devletin niteliği ve gelecekteki tekelci şekillenişi üzerine o ana kadar oluşan tüm birikimin üzerine yükselen analizler olarak ele alınabilir.

Keza Lenin yine aşağıdaki alıntının bulunduğu uzunca paragraf için “devlete karşı diyebileceğimiz en mükemmel ve en alaylı pasajdır” der.

… proletarya, devleti kullanmaya devam ettiği sürece, onu özgürlük adına değil, hasmını bastırmak için kullanır ve özgürlükten söz edilebilecek duruma gelinir gelinmez, bu anlamıyla devletin varlığı son bulur (Marx-Engels, age., s. 52).

Paris Komünü deneyiminin ışığı altında devlet-proletarya diktatörlüğü-devletin sönümlenmesi sorunu yukarıdaki alıntının da içinde bulunduğu paragrafta detaylı bir şekilde aktarılmaktadır.

Devamla,

Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna siyasal bir geçiş dönemi de karşılık gelir ve söz konusu geçiş döneminin devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz (Marx-Engels, age., s. 39).

Marx bu alıntıda oldukça açık bir şekilde ilk olarak kapitalizmden komünizme devrimci bir dönüşüm ile geçileceğini ikinci olarak ise bu geçiş dönemi devletinin proletarya diktatörlüğü olduğunu ifade etmektedir. Böylelikle reformizm ve proletarya diktatörlüğünü yok sayan yaklaşımlarla komünistlerin arasına çizgi çekmektedir. Lenin bu bölümü “Bütün devrimci doktrini özetleyen Marx’ın o ünlü sözü” olarak coşkuyla tarif eder.

Okur açısından bu konu bu hâli ile açıklığa kavuşturulmuş bir konu diye düşünülebilir ancak reformizm her şeyi olduğu gibi onu da sulandırmaktan kendini alamıyor. Aşağıdaki alıntı eminim sizde de aynı tepkinin oluşmasına neden olacaktır. Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan Deniz Adalı’nın “Kapitalizmden Komünizme Geçiş” kitabından aktaralım.

“Yazık ki, bu diktatoryayı nasıl düşündüğünü Marx kesin olarak dile getirememiştir.” (K. Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 120). “Marx’ın proletarya diktatoryası, yani tek bir kişinin değil de, bir sınıfın diktatoryası anlatımını kullanması onun, sözcük anlamında bu diktatoryayı kastetmediğini açığa kavuşturmaktadır.” (K. Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 120)

Bu cümlelerin sahibine verilen cevapları Deniz Adalı’nın ilgili kitabında keyifle okuyacaktır okur. Biz burada sadece reformizm için bundan sonrası konuyu sulandırmaktır diyelim. Marx yukarıdaki satırları yazarken Paris Komünü deneyiminin yaşandığını unutmamalıyız. Burjuva hukukçular gibi farklı farklı akıl yürütme metotları kullanarak konuyu aslında olabildiğince uzağa taşıyıp bir hayal âlemi yaratmaya güçleri yetememiştir demek isterdim ancak saflarımızda bu sinsi saldırıların etkisi sanıldığından da fazladır.

İzninizle kitaptan birkaç alıntı daha yaparak eser üzerine konuşmaya devam edelim.

“Adil” bölüşüm nedir?

Burjuvalar, bugünkü bölüşümün “adil” olduğunu iddia etmiyor mu? Ve bugünkü bölüşüm, gerçekten de bugünkü üretim tarzına dayalı biricik “adil” bölüşüm değil mi? İktisadi ilişkiler hukuki kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukuki ilişkiler iktisadi ilişkilerden mi kaynaklanır? (Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Marx-Engels, s. 24).

Marx’ın başka bir konuda da belirttiği gibi sosyalist bir program asla bu tip burjuva deyimlerle gerçeklerin örtbas edilmesine izin veremez. Ancak bu tartışmanın günümüzde hâlâ yapılıyor olması, altyapı üstyapı ilişkileri ve buna bağlı olarak devlet-parlamento-seçimler-demokrasi vb. başlıklar altında yenilenen tartışmalar ise ayrı bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Soru aslında çok net: İktisadî ilişkiler hukukî kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine, hukukî ilişkiler iktisadî ilişkilerden mi kaynaklanır? Cevap ise bizler açısından oldukça berrak. Her işçinin kendi günlük yaşamından çıkarımda bulunarak varacağı sonuç bizim açımızdan tamamlanmış gibi görünse de eğer art niyet aramaz isek en iyi ihtimalle sosyalizmi kapitalizmden bakarak kavrama çabasının verdiği çelişki ve buhran karşımıza kaçınılmaz olarak sosyalizm soslu akademik burjuva gevezelik olarak çıkmaktadır.

Aşağıdaki uzun alıntıyı da paylaşmazsam olmaz diye düşünüyorum. Aslında kitabın birçok bölümünü bu yazıda paylaşma arzum öylesine fazla ki son noktada kitabın kendisinin okunması ile bu sorunun en azından benim açımdan giderilmiş olacağını bilmek sevindirici.

Hak doğası gereği, sadece aynı ölçeğin kullanılmasıyla ortaya çıkabilir; ama eşit olmayan bireylerin (ve bireyler, eşitsiz olmasalardı, farklı bireyler olmazlardı) aynı ölçekle ölçülmesi, ancak, tek bir bakış açısına tabi kılınmaları, yalnızca belirli bir taraftan bakarak değerlendirilmeleri, örneğimizde sadece işçiler olarak ele alınmaları ve onlarda başka hiçbir şeyin görülmemesi, başka her şeyin göz ardı edilmesi durumunda mümkün olabilir. Ayrıca, bir işçi evlidir, diğeri değildir; birinin çocuklarının sayısı diğerininkinden fazladır vb. vb. Demek ki, sağlanan emek miktarı ve dolayısıyla da toplumsal tüketim fonundan alınan pay eşit olduğunda, biri fiilen bir başkasından daha fazlasını alır, biri bir başkasından daha zengin olur vb. Bütün bu kusurların önüne geçmek için, hakkın, eşit olmak yerine eşitsiz olması gerekirdi.

Ama uzun doğum sancılarının ardından kapitalist toplumdan çıkıp gelmiş olduğu hâliyle komünist toplumun birinci evresinde bu kusurların varlığı kaçınılmazdır. Hukuk hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısının ve bununla belirlenen kültürel gelişmişliğinin üstünde olamaz.

Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireyin işbölümüne köleleştirici bağımlılığı ve bununla birlikte aynı zamanda kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalktıktan sonra; çalışmak, geçim aracı olmanın ötesine geçip, en önemli yaşamsal gereksinim hâline geldikten sonra; bireylerin çok yönlü gelişimiyle birlikte üretici güçler de arttıktan ve ortak zenginliğin tüm pınarları gürül gürül akmaya başladıktan sonra, ancak bu noktadan sonra, burjuva hukukunun dar ufku tümüyle aşılabilir ve toplum, bayrağına şunu yazabilir: Herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre! (Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Marx-Engels, s. 28).

Bu uzun ve oldukça keyifli alıntıda Marx kapitalizmin bağrından çıkmış hâli ile sosyalist toplum ve komünist toplumlar arasında “hak” kavramı üzerinden bir karşılaştırma yapmaktadır. Komünist toplumda “herkesten yeteneklerine göre herkese ihtiyacı kadar” sloganı işte bu çalışmada yayınlanması ile hepimizin hafızalarına kazınmıştır. Burada en önemli ön koşulu, burjuva hukukun dar ufkunun aşılması olarak belirtiyor Marx. Ayn Rand gibi başarısız burjuva kalemşörler yeteri kadar üretmeyenin hak ettiğinden daha fazla alacağı, çok üreteninse hak ettiğini alamayacağı safsataları ile kapitalist sistemin üretim anlayışı ile kendilerince cevap üretmeye çalışsalar da, sadece “biz aynı dünyaların insanı değiliz” diyerek cevap vermeyi uygun bulmaktayım.

Yazının bu aşamasına kadar sabırlı okuyucuda eğer merak uyandırmayı başarabildiysem amacıma ulaşmış sayılırım. Bu nedenle eser hakkında daha fazla detaya girmeden yazımı yavaş yavaş tamamlasam iyi olur sanırım.

1891 yılı Erfurt Kongresi’ne gelindiğinde Erfurt Program Taslağı 1875 yılındakinden daha ileri bir hâl alır. Gerek parti içi mücadele ve Lassalle taraftarlarının etkisini yitirmesi gerekse de partinin sınıf savaşımı içerisinde giderek büyümesi parti programını Marksist çizgiye yaklaştırmıştır. Engels, Erfurt Program Taslağı hakkında “bugüne kadarki programdan çok olumlu bir farklılık gösteriyor” derken bu durumu ifade etmektedir.

Erfurt Programı üzerine Engels tarafından yürütülen federalizm, özyönetim, yasal yollarla komünizmin gerçekleştirilmesi vb. tartışmalar okur tarafından ilgiyle okunacaktır diyerek bundan sonrasını meraklı okura bırakmalıyım. Ancak şunu muhakkak eklemek isterim. Sadece ilgiyle okumak maalesef kalıcılık için yeterli değil. Mutlaka ama mutlaka bütün eserlerde olduğu gibi üzerine düşünmeli çalışmalı ve tartışmalıyız. Kavrayışımızı ne kadar artırırsak öğrenmemiz ve yeni yöntemler bulmamız o kadar zenginleşecektir. Bu noktada birlikte tartışma sanıldığından etkili sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.

Milyonların yüzünü işçi sınıfı mücadelesine, sosyalizme dönecekleri günlerin ön günündeyiz, O hâlde daha da gür “şimdi Marksizm zamanı” diyebiliriz.

27.01.2023

 

 

Aleviliği düşünüp, değerlendirmek – Sibel Özbudun/Temel Demirer

“Anlamak, bendeki seni yeniden keşfetmektir.”[1]

Eline, beline, diline sahip ol.” “Hararet nârdadır, sacda değîldîr/ Kerâmet baştadır, tâcda değîldîr/ Her ne ararsan kendînde ara/ Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.”

“Bizim nazarımızda kadın, erkek farkı yok, eksiklik noksanlık senin görüşlerinde.” “Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir.” “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen bizden değildir.” vd.leriyle “olağan” denilen geleneksel iktidar ilişkilerini, varsayımları, alışkanlığını yapı söküme uğratan bu (ve benzeri) ifadeler sanki geçmişten değil de, henüz gelmemiş bir gelecekten söz etmektedir.

Bundan etkilenmemek de mümkün değilken; sözünü ettiğimiz Aleviliktir.

Yüzlerce yıllık bakı, inkâr, asimilasyon ardından Alevilik meselesi yeniden gündem maddesi oldu. Tartışıldıkça da meselenin aslına vakıf olmayanların, bilmeyenlerin, araştırmayanların kafalarını karıştırdı. Ayrıca meseleyi istedikleri yöne çekmek isteyenler ve yönetenler için çok cazip bir spekülatif ortam oluş(turul)masının önü açıldı.

Tam da bu kesitte “Sosyal Bilimler Perspektifinden Aleviler ve Alevilik-1”[2] başlıklı kitap, sürece bilimsel bir müdahale olarak yayınlandı.

Konuya ilişkin olarak GADEV Alevi Akademisi Adına Vakıf Başkanı Celal Fırat, “İnsanlığın var olduğu günden beri bin bir emekle büyük bir yol kat ederek kendisini taşıdığı yüzyılımız, daha da büyük gelişmelerin eşiğindedir. XXI. yüzyılda sosyal, bilimsel, teknolojik, ekonomik ve politik gelişmeler o kadar hızlı akıyor ki bunları takip etmek bile zorlaşmaktadır. Bu gelişmelerle birlikte, önemli toplumsal olay ve değişimler yaşanmaktadır. Alevi toplumunun da tarihin bu önemli dönemecinde yaşananlardan etkilenmemesi düşünülemez,” (s. 8) vurgusuyla ekliyor:

“GADEV Alevi Akademisi, Alevilik ve Alevilere dair konu ve sorunları tüm boyutlarıyla ve hakikât anlayışıyla, bilimsel perspektiften anlama ve açıklama çabasının bir ürünüdür.” (s. 9).

Bir “Sosyal Bilimler” çalışması niteliği taşıyan çalışma, “Gerçekte bu bilimlerin inşa biçimlerini de tartışan bir ‘eleştirel sosyal bilim geleneği’ olarak işlemiştir,” (s. 13) notuyla tanımlıyor kendisini.

* * * * *

Aleviliği “eleştirel sosyal bilim” meselesi olarak ele almak çok önemli.

Neil de Grasse Tyson’ın, “Bilimin güzel tarafı, ona inansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır”; Charles Darwin’in, “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir”; Loukianos’un, “Tarihçi özellikle her şeyden önce düşüncelerinde özgür olmalı! Ne korkmalı ne de kimseden bir beklentisi, çıkarı olmalı,”[3] uyarılarını “es” geçmeden elbette…

Bir de modern düşüncenin izlediği yolu “dünyanın büyüsünün yok edilmesi” olarak özetleyen Max Weber’in altını çizdiği üzere her teorik yorum gayretinin, hakikâti değerlendirmeye çalışırken, onu “farklılaştır”dığı ve her kavramsallaştırma faaliyetinin temelinde felsefi inançlar yattığı ve sosyal bilimlerin bazen unutturup, silerek, bastırarak var olduğu gibi…

“Sosyal bilimcilerin yaptığı tamamen bağımsız nesneleri gözlemlemek değildir; onlar üzerinde çalıştıkları insanları bizzat şekillendiriyorlar.”[4]

“Sosyal bilimler ortak-iyiyi tanımlar ve meşrulaştırır. Rıza ve itaati üretme rolünü üstlenir. İtaakâr birey bu şekilde üretilir.”[5]

O hâlde “Toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin tarihsel dönüşümlerinin incelenmesi için bu ilişkilerin her çağda nasıl deneyimlendiğini, yaşandığını da anlamak gerekir”ken;[6] bu da sosyal bilimlerin politik bir bakış açısına mecbur olduğunu görmemizi gerektirir…

* * * * *

Alevilik kavramı, özellikle XX’nci yüzyılda Kızılbaşlık sözcüğüyle (küçümseyici bir tonlaması vardı) yer değiştirdikten sonra yaygınlık kazanmaya başladı.

Alevilik, İslâmî gruplar açısından heterodoks ya da senkretik olarak görülürken; Osmanlı ulemasına göre Alevilik (diğer adıyla Kızılbaşlık) Osmanlı siyasal-dinî düzenine başkaldırının adıydı. O yüzden politik olarak isyancı, dini olarak sapkın/rafizî idi.

Aleviliği düşünürken Babaileri, Kalender Şah’ı, Börklüce’yi, Koçgiri’yi ve daha nice pratiklerin, siyasi ve felsefe boyutunu görmek gerekir; tabii Hallac-ı Mansur’u, Hacı Bektaş’ı, Kaygusuz Abdal’ı, Şeyh Bedreddin’i de…

Tarihinde süreğen bir baskıya maruz bırakılan Alevi inancının ritüellerine baktığımızda, İslâm’daki ritüeller ile uzaktan yakından alâkâsı olmadığı görülür: “Kabir Azabı”, “Cennet-Cehennem”, “Mahşer İnancı” vb. söylemler Aleviler için geçerli değildir.

“Enel hak” deyip, “namaz, oruç, kurban” gibi İslâm’ın kurallarına uymayan, “kul olma”yı kabul etmeyen Alevilerin “Hakk” dedikleri “Evren”dir.

İnsana “Can” derler; üstün tutukları tek şey insandır.

Şükrü Aslan’ın, “Alevi geleneği; dinlemeye-anlamaya yatkın; yargılama, suçlama gibi edimlere de uzaktır. Kusuru yüzüne vurmaktansa, kendini ifade etmek için alan açmaya eğilimlidir. Klasik manada ‘düşman’ saydığı bir toplumsal grup ve cana kıymak gibi ‘kutsal’ hedefleri de yoktur. Irkçılığa karşıdır elbette, faşizme, insanın, canlılara zulmüne karşıdır,”[7] notunu düştüğü duruş açısından: Kanaat ve sabır ehli olmak… Hak ve adalet sahibi olmak, şerrin diliyle, yoluyla olmamak… Hâl dilini elden ve dilden bırakmamak… Paylaşıcı olmak, başa kakıcı olmamak… Gözünün gördüğüne görmedim, kulağın duymadığını duydum dememek… Rızasız ve habersiz iş yapmamak… Haksız kapısına varmamak, zalim kapısından adalet dilenmemek… Düşmanıyla dil sahibi ve yol sahibi olmamak… Yalan söylememek… Hünerle üretmek, hürmetle tüketmek… Bildiğine bilmiyorum dememek, bildiğini, öğrendiğini öğretmeyi zahmet saymamak… Yol dışından yola karşı yönelme olursa canı başı hak yoluna koymakta tereddüt etmemek… aslî özellikleridir.

* * * * *

GADEV Alevi Akademisi öncülüğünde yayımlanan “Sosyal Bilimler Perspektifinden Aleviler ve Alevilik-1” başlıklı yapıt meseleyi geniş bir spektrumda ele alırken Ufuk Erol’un, “Osmanlılar, Kızılbaş-Aleviler ve Safeviler” (s. 21-30); Zeynep Oktay’ın, “Bir Bilim Sahasının Doğuşu: Alevilik Çalışmaları’nın Metodolojisi Ne Olmalı?” (s. 31-49); Çiğdem Boz’un, “Heterodoks İktisat ve Heterodoks Topluluklar: Aleviliğin Ekonomi Politiği” (s. 237-261); Ercan Geçgin’in, “Toplumsal Değişim Dinamikleri Çerçevesinde Aleviliğin Değişen ve Dönüşen Sınırları” (s. 62-86); Filiz Çelik’in, “Aleviliğe Psikososyal Perspektiften Yaklaşmak: Kerbela’dan Bugüne Toplumsal Travmalarda İnancı Yaşamak ve Yaşatmak” (s. 225-236) başlıklı çalışmaları dikkat çekiyor.

Bir de “Aleviliğin ne olduğu üzerine bir değerlendirme bu yazının konusu değildir. Yine de Aleviliğin ‘ne olduğuna’ dair bir şey söylemek gerekirse belki de sadece pek çok farklı inançları kesen, kendine özgü bir inanç olduğunu söylemek uygun olur.” (s. 56).

“Alevilik ve etnisite ilişkisine baktığımızda Alevi kimliğinin… bir şemsiye işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Bugün de somut olarak gördüğümüz gibi Alevi kimliği içinde farklı diller konuşan, aynı zamanda teritoryal birlikleri olan çeşitli kimlikler bulunmaktadır,” (s. 60) saptamalarıyla Şükrü Aslan’ın, “Kimlikler, İnançlar, Alevilik ve Etnisite” (s. 50-61) başlıklı çalışmasında altını çizdikleri…

* * * * *

Osmanlı Padişahı Yavuz Selim döneminin dinî otoritesi şeyhülislâm Ebu Suud Efendi’nin, “Bu Kızılbaş taifesinin katli vaciptir. Bunların malı, kadınları Müslümanlara helaldir, Kızılbaş öldüren Müslüman cennete gidecektir, ölen Kızılbaş’ın yeri cehennemin ta dibidir,” fetvasındaki Aleviler tarihte egemenlerin çıplak şiddet maruz kalırken; yakın tarihte ise Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da, Gazi Mahallesi’nde katledilip, Madımak’ta yakılmışlardır; nefretin dilinin hor gördüğü, aşağıladığı kimlik ve en önemlisi de “badem bıyıklılar”ın boy hedefi; özetle de coğrafyamızın “Homo Sacer”leridir.

“Homo sacer”, Roma İmparatorluğu hukukunda, “dışlanmış ve herhangi biri tarafından öldürülebilen adam” anlamına gelirken; Sivas’ta o karanlık “dünya görüşü”yle ayaklandırılan güruh açısından, kendi dünyalarının dışında olduğuna inandıkları “laikler”, Aleviler, Madımak Oteli’nde toplanmışlardı. Dahası, o gün dağıtılan bildiride vurgulandığı gibi bu “dışlanmışlar”, “şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmekteydiler.” Öyleyse bunlar öldürülebilirdi.

Pir Sultan Şenliklerine katılmak için gelmiş sanatçıların, entelektüellerin kalmakta olduğu otel bu arzuyla ateşe verildi. Modern Türkiye’nin bu aydınlık insanlarından 33’ü o karanlığın içinde can verdi. Karanlığın “doğasında var”! Liberal geçinen ana akım siyasetçilerin ve basının (Çiller, Hürriyet) yangını çıkaran ve alkışlayanları değil de Aziz Nesin’i suçlaması da bugüne kadar gelen biat çizgisinin ilk örnekleriydi.

Bundan da önemlisi Sivas Madımak Oteli’nde 2 Temmuz 1993’te gerçekleştirilen ve aralarında aydınlarla sanatçıların da bulunduğu 33 kişinin yaşamını yitirdiği katliamın üstünden yıllar geçse de, adaleti sağlamaya dönük güçlü bir yargılama yapılmadı.

Katliamın ardından 35 kişi gözaltına alındı, sonrasında gözaltı sayısı 190’a kadar çıktı ancak 66 kişi serbest bırakıldı. Geri kalanlar Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 1 yıl boyunca yargılandı. Dava sonucunda 22 sanık 15’er yıl, 3 sanık 10’ar yıl, 54 sanık 3’er yıl, 6 sanık 2’şer yıl hapisle cezalandırıldı. Yargılananlardan 37’si ise beraat etti. 1997’de Yargıtay DGM kararını bozdu ve sanıklar yeniden yargılandı. 8 sanık, 1997’deki bozma kararı sonrasında firar ederek kayıplara karıştı.

1998’de onaylanan yeni kararda 33 sanık idam, 14 sanık ise 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldı. Son olarak Sivas Davası 2014 yılında zaman aşımına uğradı ve tüm dava kapatıldı.[8]

Tüm bunlar Aleviliğin bir sosyal bilim meselesi olduğu kadar ve hatta ötesinde politik mesele olduğunu hepimize muştuluyor!

Kolay mı? Düzenle barışık olmayan unsurlar barındıran Alevi inanç/kültürü, aynı zamanda “açılımcı” düzeneklerle iktidara bağlanıyor/ bağlanmaya çalışılıyor.

Aleviliğin üzerinde yürütülen politik bir mücadele var; bunun görülmesi gerekiyor. Bu mücadelede pasif tavır almak ya da tavırsızlık, siyasette bir hatayı temsil ediyor.

Alevilerin düzen siyasetine yamanması için, Aleviliğin enine boyuna tartışılması ve hakikâti hurafelerden ayırmak şart oluyor.

* * * * *

Bu da Aleviliğin İslâm ve Hz. Ali ile ilişkisini tartışmaya açmayı “olmazsa olmaz” kılıyor. Soru(n) sadece teolojik ve akademik bir araştırma konusu değil, aynı zamanda politik bir sorundur.

Alevilerin günümüzde en çok tartışılan sorunu, Aleviliğin İslâmiyet karşısındaki konumunun, İslâmiyet’le olan ilişkisinin ne olduğudur.

Yaygın inanış ve sözlük anlamına göre, “Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse” demektir. Cem Vakfı’na göre, “Alevilik – Bir Anadolu İslâm sentezi”yken; kimilerine göre de, “Alevilik; Allah’ın birliğine Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin veliliğine inanan İslâm’ın özgün bir yorumu” ya da “Alevilik reel İslâm’ın muhalif bir söylemidir” veya “Alevilik-Şiiliğin daha ılımlı Anadolu yorumu”dur.

Lakin Alevilikte Hz. Ali ve Hz. Muhammed birer mitik şahsiyetken; hakikât pek de onlarla alâkâlı gözükmemektedir.

Yani Alevilikte en tartışma götürmez gerçek, “Ali”nin başat rolüdür. Gerçekten de Alevilikte başat bir anlam taşıyan “Ali” kavramı, tüm Alevilik tanımlamalarında ortak paydayı oluşturmakta, ancak yine tüm ayrılıklar da bu “Ali”nin ne, kim ve nasıl olduğu meselesinde düğümlenmektedir.

Aleviliğin Ali imgesi, Ali’de olmayan, onu niteliksel olarak aşan özellikler taşır.

Özetle başat soru(n), Ali’nin anlamıyken; sormadan geçilemez: “Aleviliğin nezdindeki Ali, gerçekte Muhammed’in kuzeni ve damadı Ali midir? Bu mümkün müdür?”

Buna verilecek olumlu bir yanıt da; “Alevilik Ali’yi sevmekse, ben de Aleviyim” diyen Recep Tayip Erdoğan’ın Aleviliği kadardır!

Alevi teolojisi, yaratıcı (Hakk) ile yaratılan (Halk) arasındaki mutlak ayrım üzerinde şekillenen İslâmcı teolojinin tam aksine, tanrı, insan ve doğa birliği temelinde şekillenmiştir. Bu anlamda o yaratan ile yaratılan ayrımını ortadan kaldırmaktadır.

Ayrıca şunu da not etmeden geçmeyelim: Şiilik, Alevilik denen yolun içinde değil, tamamen dışındaki bir yoldur.

Alevilik, Şiilik gibi Ali’den, onun kimlik ve mücadelelerinden türemiş bir Alicilik değildir. Kendilerini zorla değiştiren Müslümanlığın içinden Ali’yi kendine yakın bulup, egemene karşı bir savunma mekanizması olarak sahiplenmiş özgün bir sentezdir.

Ancak bu sahiplenmede Ali’yi olduğu gibi kabullenmemiş, onu kendi otantik değerlerine göre ortaklaşmacı ve barışçıl olarak yeniden yaratmış ve işte bu yeni niteliğiyledir ki onu kendi tanrısal anlayışına isim yapmıştır.

Görülmesi gerek! Aleviliğin İslâm içinde heterodoks anlamı da, sonradan gerçekleşen, tarihsel toplumsal koşulların gereği bir farklılaşma değil, ayrı bir inanç olarak kendini yaşaması olanağı elinden alınan bir inancın, mecburen İslâmiyet’in içine girip onun heterodoks bir kolu hâline gelmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

İslâm coğrafyasından Hindistan ve Çine kadar uzanan bütün inançların bir karışım ve sentezidir. Alevilikte tarih içinde etkilendiği Hint, Arap, doğu dinleri, Anadolu’nun eski dinleri, Hıristiyanlık ve göçebe aşiretlerinin bazı dini öğelerini kabullenmiş, bunları kendi içinde ve özüne bağlı kalarak eritmiştir. Bu özellik Sünni çoğunluk tarafından sapkınlık olarak görülmüş ve beraberinde bazen çok kanlı olan çatışmaları beraberinde getirmiştir.

O, pek çok dinin, inanışın sentezi olan, kendine özgü evrensel bir yaşam felsefesidir.

1 Mart 2023, İstanbul.

[1]    Zygmunt Bauman, Hermenötik ve Sosyal Bilimler-Anlama’ya Dair Yaklaşımlar, çev: Hüseyin Oruç: Ayrıntı Yay., 2017, s. 46.

[2]    Sosyal Bilimler Perspektifinden Aleviler ve Alevilik-1, Editörler: Şükrü Aslan-Çiğdem Boz-Cemal Salman, Ütopya Yayınevi, Ocak 2023.

[3]    Loukianos, Tarih Nasıl Yazılmalı?-Yalansever, çev: Emre Poyraz, Pinhan Yay., 2021.

[4]    Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2017, s. 315.

[5]    Philip Smith-Alexander Riley, Kültürel Kurama Giriş, çev: İbrahim Gündoğdu -Selime Güzelsarı: Dipnot Yay., 2016.

[6]    Maurice Godelier, Toplumsal Yaşamın Temelleri, çev: Ayris Taban, Heretik Yay., 2022.

[7]    Şükrü Aslan,  “Aleviler ve Akademileri”, Birgün, 25 Ocak 2023, s. 6.

[8]    Hüseyin Şimşek, “Madımak’ta Cezasızlık Yarayı 28 Yıldır Kanatıyor”, Birgün, 2 Temmuz 2021, s. 14.

İşçi ve emekçilerin kurtuluş yolu

Biliyoruz, seçim 14 Mayıs’ta diye bir ilan var. Bu dergi sizlerin eline ulaştığında, muhtemelen seçime 1 ay gibi bir zaman kalmış olacak, tabii eğer seçim başka bir sürece evrilmezse. Bu nedenle, sürece daha genel, “seçim geliyor ve bunlar gidiyor” heyecanına kapılmadan bakmak istiyoruz. Bu, belki de bizim ana gündemimizin seçim olmaması anlamına da geliyor.

Kapitalist sistem, büyük bir krizin içindedir.

Bu kriz 2008’de başlamıştır ya da bir zirve yapmıştır. Bu krizin kapitalist sistemin krizlerinden farklı iki özelliği daha var. Birincisi, emperyalistler arası (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya beşlisi başta olmak üzere) dünyanın yeniden paylaşım savaşımının içinde bu kriz ortaya çıkmıştır. ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu çözülüş, sürtünmesiz değildir. ABD emperyalizmi, hegemonyasını kaybetmek istemiyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş olan ya da pekişmiş olan, kurumlaşmış olan bu hegemonyanın çözülmesine ABD elbette razı değil. İkincisi ise, krizin ortaya çıktığı dünyada aynı zamanda Çin ekonomisi gerçeği var. Çin’in kapitalist sistemin kuralları içinde, bağımsız bir dev ekonomik güç olması, krizi daha da derinleştiriyor ve ABD hegemonyasını sarsıcı bir etki yaratıyor.

ABD, savaş politikaları ile, tüm dünyada savaş naraları atarken, çeşitli düzenlemelere girişti. Ama Suriye savaşı bir dönüm noktası oldu. Rusya, bir bağımsız güç olarak devreye girdi. İşte Ukrayna krizinin temeli buradan bakarsak anlaşılabilir. 2014’ten beri ABD, NATO, Ukrayna’da Neonazi bir organizasyon oluşturdu. Bugün Ukrayna’da, NATO ile Rusya savaşmaktadır. Bedelini büyük ölçüde, Ukrayna halkının ödediği bu savaş, aslında ABD’nin, rakibi olan diğer emperyalist Batı güçlerini kendi bayrağı altına toplamaları için kullanılmıştır. ABD’den kopmaya çalışan AB, bu savaş sonrasında, tamamen ABD denetimine girme eğilimleri göstermiştir.

Ve bugün savaş, NATO ve Batı ile, Rusya-Çin arasında bir savaş hâline dönüşmektedir.

Tüm bunların ortasında, kapitalist-emperyalist sistemin krizi hafiflemiyor. Daha mart ayında, banka batmaları yeniden gündeme geldi ve arkasının gelmesi büyük bir olasılıktır.

Ve tüm bunlar ülkemize de yansımaktadır.

Ülkemizde, bir Saray Rejimi vardır.

Saray Rejimi, burjuva devletin, çağımız burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin olağanüstü örgütlenmesidir. TC devletini bu olağanüstü örgütlemeye götüren süreç, Erdoğan’ın vb. isterik istemleri değildir. Tersine, üç etken bu olağanüstü Saray Rejimi’ni doğurmuştur. Biri, bu paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşımı, TC devletini de etkilemektedir. ABD, TC devletini bir tetikçi, bir kundakçı olarak kullanmak istedi ve buna uygun bir örgütlenmeyi istedi. Fakat aynı zamanda içeride, Kürt devrimini bir türlü bastıramayan, özel savaş aygıtları ile de sonuç alamayan devlet, çözülüşünü de durduramamaktaydı. Ve bir üçüncü etken, Gezi Direnişi ile başlayan ülkenin her yanını saran direniş sürecidir. Gezi, elbette o eski yoğunluğuna sahip değildir. Ama Gezi Direnişi’nden bu yana, ülkede direniş hiç durdurulamamaktadır. Bu durum ise, Kürtlere karşı savaşta ülkenin diğer alanlarının izole edilmesi durumunu ortadan kaldırmıştır. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi, tüm örgütlenme eksikliklerine rağmen, siyasal iktidarın kimyasını bozmaya devam etmektedir.

İşte, bu üç etken Saray Rejimi’ni, bir olağanüstü devlet örgütlenmesini gündeme getirmiştir.

Ve dahası, geçtiğimiz dönem boyunca, bu Saray Rejimi de dikiş tutturamamaktadır, sistemin çözülmesini engelleyememektedir.

Buna durumu özetleyen birinci madde diyebiliriz.

İkincisi, ekonomik krizin derinleşmesidir. Kriz tüm baskıya, tüm şiddete, tüm palyatif önlemlere rağmen derinleşmektedir.

Egemenlerin, “rant-yağma-savaş ekonomisi” konusundaki ısrarı, öyle geçici bir isteğin ürünü değildir. Tersine, kapitalist sistemin dünya çapındaki süreçleri ile de bağlantılıdır. Egemenler, bu rant yağma ve savaş ekonomisine devam etme isteğindedirler.

Yaşamak, artan enflasyon koşullarında, artan işsizlik koşullarında imkânsız hâle gelmektedir. Bu durum, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin hayatlarını çekilmez hâle getirmiştir. Bu nedenle de direniş sürekli büyümektedir.

Egemenler, bir yandan Saray eli ile, sürekli saldırı, baskı, şiddet, tutuklama vb. politikalarını geliştirirken, diğer yandan da burjuva muhalefet (ki Saray Rejimi’nin bir parçasıdır bu burjuva muhalefet) eli ile işçilere, emekçilere, topluma, öfkesi burnuna kadar çıkmış halka, “seçime kadar sabredin” sloganı ile “sahte umutlar” vermektedir.

İşte, insanların seçimi beklemesinin bir nedeni budur ve doğrusu Saray Rejimi ve onların partnerleri burjuva muhalefet, bunu bir noktaya kadar başarmış görünmektedir.

Bir toplumsal patlamayı önlemek için, asgarî ücret konusunda adımlar atılmış, bu yolla, ortalama ücretler asgarî ücret seviyesine çekilmiştir. Emeklilere yeni umutlarla 7500 TL en düşük emekli maaşı önerilmiştir. Böylece, tüm emeklilerin maaşları, en düşük emekli maaşına eşitlenmeye çalışılmaktadır.

Kısacası her attıkları adımda, sosyal patlamayı önleyecek bir parasal göz boyama işini yapıyorlar, hem de aynı zamanda, işçi ve emekçilerin sırtına ekonomik krizin tüm faturasını yükleyecek önlemler alıyorlar.

Bir yandan bir parmak bal çalma numarası, bir yandan “seçim var” fikri ile insanlar tam anlamı ile oyalanmaktadır.

Öte yandan, deprem sürecinde hep birlikte gördük ki, TC devleti katliamcıdır ve halkı ölüme terk etmiştir, enkazın altında insanların günlerce bağırarak, yardım isteyerek ölmelerine yol açmıştır. Bu bilinçli bir tutumdur.

Ne enflasyon geri duruyor, ne de devletin harç -haraç- ve vergileri yerinde sayıyor. Her iki cepheden de, bir günde açıklanan asgarî ücret vb. eriyip gitmektedir. Tüm bunların, gerçek bir seçim sürecinde oya dönüştürülmesinin planlandığı ise doğru değildir. Ne HÜDA PAR’ı seçim ittifakı yapması Erdoğan’a oy kazandırır, ne Çakıcı’nın adamlarının deprem bölgesinde jandarma komutanı ile poz verip bunu yayınlamaları oy kazandırır. Ne insanları açlığa mahkûm etmek, ne insanları enkazın altında bırakmak oy kazandırır.

Bu nedenle, işçi ve emekçilerin, devrimcilerin, süreci doğru anlaması gerekir.

1- İşçi sınıfı ve emekçiler, halk için, kadınlar ve gençler için, seçim, sonuçları ne olursa olsun bir çözüm değildir.

Ama bu toplumsal güçler, eğer bir gün bile dururlarsa, eğer direnişlerini geri çekerlerse, eğer mücadele alanlarından çekilirlerse, işte o zaman gerçekten kaybetmiş olurlar.

Devletin, Saray Rejimi’nin, muhalefeti iktidarı ile devletin yapmaya çalıştığı da budur. Halkın, sisteme, devlete karşı tepkisini, yeniden sistemin içine hapsetmek istiyorlar.

Oysa, sistem, bir bütün olarak, rant, yağma ve savaş politikalarına kilitlenmiş durumdadır ve bunu sürdürmek niyetindedirler. Bu ise, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin yararına hiçbir çözümün olmayacağı anlamına gelir.

2- Varsayalım ki bir seçim olacak olsun, bu durumda dahi işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin bağımsız örgütlenmesi, devrimci sosyalist bir işçi sınıfı çizgisi büyük öneme sahiptir. Öyle ise, örgütlenme ve direniş hattını terk etmek söz konusu olamaz.

3- Bugün, işçi sınıfı ve emekçiler, siyasal iktidarı almak, burjuva devleti, tüm biçimleri ile alaşağı etmek gündemi ile karşı karşıyadır. Bu nesnel olarak da mümkündür. Örgütlenmenin eksikliği, bunun zamanlamasını etkileyecektir. Ama örgütlenmemiz zayıf, gücümüz az diye, burjuva cephenin herhangi birinin kuyruğuna takılmamız, asla ve asla çözüm değildir, affedilemez bir hatadır.

Dün, birçok işçi, AK Parti’nin “sosyal tabanı” olarak görülüyordu. Gerçekten de birçok işçi oyları ile AK Parti’yi desteklemiştir. Ama biliyoruz ki, asla onun sosyal tabanı olmadılar.

İşçiler, hiçbir burjuva partinin sosyal tabanı değildir, olmamalıdır. İşçi sınıfının devrimci sosyalist bir çizgisi ne denli gelişmiş olursa, bu sorun da çözülecektir.

Bu nedenle, mesele seçim meselesi değildir.

Meseleyi böyle koymak, Saray Rejimi’ne ve onların yasalarına çok güvenmek anlamına gelir ki, kendileri kendi yasalarını çiğniyorlar. Yasalarını bir savaş hukuku çerçevesinde kullanıyorlar.

Mesele, işçi sınıfının, kendi bağımsız, devrimci hattında örgütlenmesidir. Bu, Birleşik Emek Cephesi de demektir. Bu örgütlenme var olduğu ve güçlü olduğu oranda, zaten egemenlerin atacakları adımları da sınırlayacaktır. İşçi sınıfı, kadınlar ve gençler, bizzat kendi mücadeleleri ile haklarını alıyorlar, başkası da mümkün değildir.

Bizim içinden geçtiğimiz koşullarda, seçime daha 40 gün var. Bir ay, bu koşullarda çok uzun bir zamandır.

Sistem, sadece Erdoğan vb. değil, bir bütün olarak Saray Rejimi, her türlü saldırıyı gündeme getirecektir. Saldırı ne olursa olsun, bu saldırılara karşı koymanın yolu, direniştir. Direniş hattını, sadece bir savunma hattı diye ele almak yanlış olur. Aslında, bir bütün olarak sistem savunmadadır ve işçi-emekçiler saldırı hâlindedir. Bu ruh hâlini korumak, bugün çok ama çok kıymetli görünmektedir.

İşçi ve emekçilerin hem genel olarak kurtuluş yolu, devrim ve sosyalizmdir hem de bugün içinden geçtiğimiz koşullarda işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi bağımsız direniş hatlarını korumak zorundadır.

Bunun pratik ve günlük anlamı, direniş hattını geliştirmek, örgütlenmeyi geliştirmektir. Hiçbir burjuva lider ya da parti, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözemez, buna niyet bile etmez. İşçiler, direnenler, kendi sorunlarını kendi güçleri ile, kendi elleri ile çözerler.

Yolumuz Çayanların yoludur!

İnsan böyledir: Evet, tarihimizde dostunu, sınıf kardeşini satmanın, korkuyla sinmenin, yolundan dönmenin de sayısız örneği vardır. Bu doğru. Ama neden onursuzlar öldüğünde, adlarını rüzgâr bile taşımazken, onurlu bir mücadelede sonuna kadar yürüyenler bugün hala yaşıyor? İnsan olmanın, toplum olmanın, tarihin meyvesi bu.

Bugün dünyanın dört bir yanında emekçiler, halklar, kadınlar, gençler isyana kalkıyor. Bu adaletsiz sistemden bir çıkış yolu arıyorlar. Çıkış yolunu biliyoruz: Devrim. Çıkış yolunu, yeniyi yaratmanın yolunu biliyoruz: Çok zorlu bir yol. Bize ekmekten önce onur lazım. Çünkü bu, onursuz kazanılamayacak bir yol. Sonunda ise ekmeği de özgürlüğü de kazanacağımız bir yol.

Tarihimizde öldürülemeyenler vardır onlar gibi. Spartaküs’ler, Şeyh Bedrettinler, Börklüceler, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş’ler… Hepsi bu sokaklara, bu fabrikalara, mahallelere bizim gözlerimizle bakıyor.

Öldürülemeyen şey; onurdur. Başkaldırmak ve zafere kadar kavgadır öldürülemeyen şey.

Bir adım attığında, bir yolunu bulduğunda, ya da bir tepesi attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı sermaye sınıfı.

Bizse kazanmanın yolunu biliyoruz. Devrim için örgütlenmek. Devrimi örgütlemek. Onurdan emek; emekten bilinç; bilinçten yeni ve özgür bir dünya yaratmak. Yürümek isteyene yol bellidir. Zordur, engebelidir, çelme takanı çoktur. Yürüdükçe aydınlanır. Üzerinde, adımlarımızın yanında ölümsüzlerin adımları vardır.

Yolumuz Çayanların yoludur!
Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

30 Mart 2023

To resist is to live

It is one of the phrases that should be emphasized the most in the process we are going through today. In our region where oppression, lies, cruelty and darkness prevail, resisting is the one and only way to live a humane and honorable life.

Our word is to those whose hearts are beating with those in the earthquake zone. Our word is to those who took action for solidarity from the first day, who gathered support with sleepless eyes, and who asked, “Who will answer for the lives we lost?” as their hearts were burning. Our word is to you, to us, to those on our side.

Those who are the same are in same side, others in the other side.

While the sovereigns and those on that side were rubbing their hands to share the new profit market in the earthquake zones; while they were making plans to depopulate Hatay as a border region and place gangs there; they competed for a place in the Palace’s one-heart campaign show and donated to the Palace’s chests what they stole from the public. And in the middle of this show, they said: “We have millions of dollars, what do your food parcels, what does the heater that you sent solve?” They jingled their money bags to suppress the cry of millions of people “There is no state, there is the people”.

The Palace Regime, which tries to maintain its existence through the economy of war, looting, profit, is dissolving, and as it dissolves, it attacks and suppress the masses through intimidation. However, their efforts are in vain. Despite all these policies of suppression, the streets are ringing with the voices and actions of workers-laborers, revolutionaries, women, youth and students. On March 12, 1995, we saw that the walls of fear created by the state with the coup of September 12, 1980 were demolished, barricade fires were re-lit in the streets, and that we could resist the panzers with stones and sticks. We bid farewell to our comrades who were martyred during this resistance towards the sun; their memories, struggles, fights are with us.

Although 28 years have passed, the Gazi Resistance is guiding us, just like the great workers’ resistance of 15-16 June, just like Gezi. Today, our streets are under the blockade of the state, which is trying to re-build the walls of fear. Corruption and gangs are fed and grown by the state; however, the entire neighborhood as a whole, especially the revolutionary and democratic individuals and institutions, is under total attack. We remember; Pınar Gemsiz, the mother of a 3-month-old baby, who was shot by a police bullet on the balcony of her house; Barış Kerem and Oğuzhan Erkul, who were killed by the police bullet without any reason while returning from a birthday celebration.

Our duty today is to come together. It is to unite our voices against injustice, lawlessness, darkness, oppression and cruelty, to join forces and to walk towards the light with courage.

We invite you to organized struggle, to be a part of the resistance, to organize in the ranks of Kaldıraç.

We are calling on you to shout the name of our martyrs, to embrace the resistance, to the streets and to action on March 12, in the 28th year of the Gazi Resistance.

Kaldıraç Istanbul

March 10, 2023

Direnmek yaşamaktır! / Kaldıraç İstanbul

Direnmek yaşamaktır.

Bugün içinden geçtiğimiz süreçte en çok vurgulanması gereken sözlerden biridir. Baskının, yalanın, zulmün, karanlığın egemen olduğu bölgemizde direnmek, insanca ve onurlu yaşamın yegâne ve tek yoludur.

Sözümüz, deprem bölgesindekilerle yüreği çarpanlara. Sözümüz, ilk günden itibaren dayanışma için harekete geçen, uykusuz gözlerle harıl harıl destek toplayan, yüreği yanarken “yitirdiğimiz canların hesabını kim verecek” diye soranlara. Sözümüz sana, bize, bizim taraftakilere.

Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.

Egemenler ve o taraftakiler, bir yandan deprem bölgelerinde yeni rant pazarını paylaşmak için ellerini ovuştururken, Hatay’ı sınır bölgesi olarak insansızlaştırıp oraya çeteleri yerleştirmenin planlarını yaparken; Saray’ın tekyürek kampanya şovunda yer kapmanın yarışına girip, halktan çaldıklarıyla Saray’ın kasasına bağışlar yaptılar. Bir de bu gösterinin ortasında şunu dediler: “Bizim milyon dolarlarımız var sizin gıda kolileriniz ne ki, sizin gönderdiğiniz ısıtıcı neyi çözer ki?” Milyonlarca insanın “devlet yok, halk var” sözünü bastırmak için para keselerini şıngırdattılar.

Savaş, yağma, rant, ekonomisiyle varlığını devam ettirmeye çalışan Saray Rejimi, çözülmeye, çözüldükçe saldırmaya ve kitleleri korkutarak sindirmeye çalışmaktadır. Ancak çabaları nafiledir. Tüm bu sindirme politikalarına karşı sokaklar işçi-emekçilerin, devrimcilerin, kadınların, gençlerin, öğrencilerin sesleriyle, eylemleriyle çınlamaktadır.
12 Mart 1995’te devletin 12 Eylül 1980 darbesiyle oluşturduğu korku duvarlarının yıkıldığını, sokaklarda yeniden barikat ateşlerinin yakıldığını, panzerlere karşı taş ve sopayla direnebileceğimizi gördük. Bu direniş sırasında şehit düşen yoldaşlarımızı güneşe uğurladık; anıları, mücadeleleri kavgaları bizimle.

Üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen Gazi Direnişi bize yol göstermekte, tıpkı 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gibi, tıpkı Gezi gibi. Bugün sokaklarımız, korku duvarlarını yeniden örmeye çalışan devletin ablukası altında. Yozlaşma, çeteleşme devlet eliyle beslenip, büyütülmekte; bununla beraber devrimci, demokrat kişi ve kurumlar başta olmak üzere, bir bütün olarak tüm mahalle topyekûn saldırı altında. Biz hatırlıyoruz; evinin balkonunda polis kurşunuyla vurulan 3 aylık bebek annesi Pınar Gemsiz’i, doğum günü kutlamasından dönerken hiçbir sebep olmadığı hâlde polisin kurşunuyla katledilen Barış Kerem ve Oğuzhan Erkul’u.

Bugün hepimize düşen görev, bir araya gelmektir. Haksızlığa, hukuksuzluğa, karanlığa, baskıya, zulme karşı sesimizi birleştirmek, ortaklaşmak ve cesaretle aydınlığa yürümektir.
Biz sizi örgütlü mücadeleye, direnişin parçası olmaya, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

Biz sizi Gazi Direnişi’nin 28. yılında 12 Mart’ta şehitlerimizin adını haykırmaya, direnişi sahiplenmeye, sokağa, eyleme çağırıyoruz.

Kaldıraç İstanbul

11 Mart Cumartesi | Saat:10:00
Alibeyköy, Çıksalın ve Feriköy Mezarlık Ziyaretleri (Araçlar Gazi Cemevi’nden kalkacaktır)

11 Mart Cumartesi | Saat: 19:00 | Panel
Yer: Gazi Cemevi

12 Mart Pazar | Saat:12:00
Gazi Cemevi önü’nde toplanma – yürüyüş – basın açıklaması – mezar başı anmaları