Ana Sayfa Blog Sayfa 62

Saray Rejimi, ırkçılık-milliyetçilik ve İslamcılık

Acaba, bir varlık, ömrünün sonuna geldiğinde, ömrünün başındaki şeylere geri mi döner? Biliniyor, insanın belli bir yaştan sonra çocuklaştığı söylenir. Her insan için geçerli olmasa da, bunun örneklerini biliyoruz.

Ömrünü tamamlayan varlık, başa mı döner sorusu, elbette düşünmek içindir. Yoksa, asla “başa dönmek” olmaz. Çünkü hareket, helezoniktir ve bu açıdan, ömrünün başındakine benzerlikler taşıyan bir yere gelmiş olabilir, ama bu asla dönülen “baş” değildir.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak vurguluyoruz, tarih “düz” akmaz. Bazı dönemlerde tarihin akışı hızlanır. Bazı dönemlerde sanki “geriye” sarıyormuş gibi gelir. Mesela emperyalistler arası paylaşım savaşımının SSCB sonrası dönemde zorunlu öne çıkışı, sanki tarihi, Birinci Dünya Savaşı dönemine, öncesine götürmüş gibidir. Buna çok sayıda benzerlik bulabilirsiniz. Sanki 1917 Ekim Devrimi ile kesilmiş paylaşım savaşımını tamamlamak için, tekrar tüm güçler devrededir. Elbette bazı farklarla, mesela paylaşılacak geniş Osmanlı toprakları yoktur, mesela Çin bir yarı-sömürge değildir, sosyalist devrimini yapmış, oradan kapitalist ekonomiye dönmüş, bağımsız bir güçtür. Mesela Rusya Birinci Dünya Savaşı öncesinde paylaşım masasında oturan bir emperyalist güç idi, oysa şimdi o masada değildir, sosyalist geçmişinden kalan güçlerini toparlamaya çalışan kapitalistleşmeyi seçmiş, bir bağımsız güçtür. Mesela Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yoktur vb. Bu nedenle diyoruz ki, “sanki” o döneme dönülmüş gibidir. Sanki tarih geriye sarmış, sanki tarihin yayı gerilmiş, iyice gerilmiş gibidir. Bu iyice gerilmiş yay, sanki hızla ileri fırlatmak üzere bir oku fırlatmaya hazırlanmaktadır. Dünya devriminden, sosyalizmin yeni ve büyük çıkış yakalayacağından söz ederken, sadece bu tarihin okunu ileri fırlatmak üzere yayın gerilmesine dayanmıyoruz.

Bu örnek, bize anlatıyor ki, aslında, bazan bir hareketin, bir varlığın ilk ve son günleri arasında benzerlikler kurulabilir. Ama bu tarihin bir çember şeklinde aktığı anlamına gelmez. Benzeşmeler, izdüşümler, aslında tarihsel gelişiminin helezonik akışını ifade edebilir.

1914’te, savaş öncesi ve sonrasında, Osmanlı devleti içinde, Ziya Gökalp’ın deyimi ile “bu devlete bir millet lazım” anlayışı ile, egemenler, kendilerine çıkış yolları arıyordu. “Anadolu: Dün, Bugün, Yarın; Tarih ve Devrim” (Kaldıraç Yayınevi, Birinci Baskı 1998) isimli çalışmamızda, bu konuyu detaylıca ele almıştık. Şimdilik sadece hatırlatmakla yetinelim, “bu devlete bir millet lazım”, aslında Fransız Devrimi başlangıç alınırsa burjuva “uluslaşma” süreci içinde “özgün”dür. Normalde, ortada bir halk ya da ulus vardır ve bu ulus, bir devlet şeklinde örgütlenir. Ya da egemen, kendi sınırlarını çizerken, kendi pazarını belirlerken, bir ulus gerçeğine dayanır. Oysa, TC devletinin kuruluşu öncesinde Osmanlı devletinin egemenleri, Gökalp’ın ağzından, bu devlete bir millet lazım, diyordu. Bu açıdan TC devleti süreci, aynı zamanda bir millet yaratma sürecidir de. “Millet yaratma”, anlaşılacağı üzere, katliam ve soykırımlarla, başkalarını yok etme sürecidir de.

İşte o günlerde, Akçuralı Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli çalışmasında, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık politikalarının nasıl kullanılması gerektiğini tartışıyordu (yine bakınız, “Anadolu Dün Bugün Yarın, Tarih ve Devrim”, D. Adalı, Kaldıraç Yayınevi, 1998). Yani egemenler, yeni TC devletinin temellerini atmadan önce, devletin halkı yönetme politikaları ya da “rıza üretme” politikaları içinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük üzerine duruyorlardı.

Bugün, Saray Rejimi ile, aslında çökmekte olan burjuva egemenlik, yine aynı üçlü üzerinden politika üretmektedir. Üstelik bugün, bir NATO üyesidir ve sömürgedir. O günlerde, henüz sömürge olmamış anlamında “yarı-sömürge” idi.

Biz devrimciler, kavramlara dikkat etmek zorundayız. Mesela “yarı-sömürge” demek, aslında bağımsız bir ülke olmaktan çıkma ve sömürge olma yolunda ilerleme demektir. Yani, bir ülke 1920’de yarı-sömürge, 2020’de de yarı-sömürge olarak kolay kolay nitelenemez. Sömürgeleşmiştir ya da sömürge olmaktan kurtulmak üzere devrimini yapmıştır. Çin, 1920’lerde bir yarı-sömürge idi. Çok uzun mücadelelerle, 1949 yılında sosyalist devrim zafere ulaştığında, bu durum sona ermiş ve Çin bir sosyalist ülke olmayı seçmişti. Bugünlerde, 1980’lerin başında seçtiği kapitalistleşme yolunun içinde, bağımsız bir ülkedir, sosyalist değildir, kapitalist bir ülkedir, tıpkı Rusya gibi, ama birçok melezlik içermektedir ve ne emperyalisttir ne de sosyalisttir. Biz, Çin ve Rusya emperyalist değildir dediğimizde, birçokları, bizim aslında onları hâlâ sosyalist olarak kabul ettiğimizi sanıyor. Bu doğru değildir. Sosyalist değilse, o hâlde emperyalisttir denilebilir mi? Elbette hayır.

Burjuva egemenlik, bugün, bizim ülkemizde, emperyalist boyunduruktan, yani sömürge olmaktan ayrı olarak var değildir. Birliktedir. Bu nedenle deriz ki, anti-kapitalist olmadan, anti-emperyalist olmak bir işe yaramaz.

Örnek olsun, bugün, bizim son sayılarımızda bağırarak söylediğimiz Kürt katliamı planlarının arkasında, sadece TC devleti yoktur, ABD-İngiltere, AB, NATO ve elbette TC devleti de birliktedir. İçeride Kürtlere karşı, 2015 yılından bu yana yoğunlaştırılan savaş, aslında Kürt hareketini sindirmek ve PKK çizgisini yok etmek, Barzani çizgisini egemen kılmak için yürütülen görüşmelerle-diplomasi ile birliktedir. ABD, Kürt hareketine, “size karşı saldırıdan kurtulmak için gelin bize sığının” derken, aslında TC devletinin her türlü saldırganlığının da arkasındadır. TC devletine saldır, yanındayım diyor, Kürt hareketi içinde, ABD şemsiyesi altına sığınma çağrısı yapıyor. Öyle ya, tehdit ve saldırı boyutlu olmasa, neden ABD “koruması” istenir olsun? Demek oluyor ki, Kürt politikası da içinde TC devletinin tüm politikalarında ABD-NATO vardır. Bu vurgudan, demek ki TC devletinin değil de suç ABD-NATO’nundur sonucu çıkmamalıdır. Asla.

Demek, ülkemiz bir sömürgedir dediğimiz, aslında burada var olan tekellerin, uluslararası sermayenin bir parçası olduğunu, burada var olan egemenlerin, onların uzantıları olduğunu söylemiş oluruz.

Yeridir ve bir parantez açalım. Biz, yağma, rant ve savaş ekonomisi diyoruz. Saray Rejimi’nin üzerine yükseldiği ekonomik temel budur.

Bir şey daha söylüyoruz: TC devleti bir ortaklaşa sömürgedir, ekonomik olarak AB’nin, daha çok Almanya’nın, ama siyasal olarak ise daha çok ABD’nin, NATO mekanizmaları ile ABD’nin kontrolündedir. Bu SSCB varken, sorun olmuyordu, çünkü zaten sistem buna göre örgütlenmişti ve tüm emperyalistlerin ortak politikaları önde idi. Ama emperyalistler arasında paylaşım savaşımı ortaya, su üzerine çıkınca, bu artık bir sorundur. İşler, müdahalesiz, tarihin akışına bırakılırsa, ekonomiye sahip olanların, siyasal alanı da ellerine geçirecekleri kesin olur. Ama ABD, süreci kendiliğinden akışa bırakmaz, bırakamaz.

İtalya’da Gladio’yu temizleme girişimi, ABD ektisinden ve bunun somutlandığı NATO mekanizmalarından kurtulma girişimi idi. Ülkemizde Susurluk süreci, buna benzetildi. Susurluk’ta patlatılan çark, Almanya’nın Fransa’nın devlete yerleşme girişimi idi. Devlette “temizlik”, bizde çok cılız kaldı. Demek ki, ekonomiye sahip olanlar da, sürecin sonucunu kendiliğinden akışa bırakmak istemediler.

ABD, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” içinde, ekonomik alanda kendine daha fazla bağlı bir sermaye grubu yaratmak için, bir sermaye transferinin de yollarını açmıştır. Bu da siyasal alana sahip olanın, ekonomik alana nüfuz etme isteğidir. Anlaşmaların mahkeme merkezi Berlin ya da Paris değil, Londra’dır. Saray Rejimi’nin “saçma” gibi görünen sermaye üzerine “baskı”ları, aslında bazı güçlü firmaların yurtdışından ortaklıklar bulmaları ile sonuçlanmaktadır. Mesela, Borusan Holding’i alalım. Çelik boru üretimi alanında gelişmiş bir ekonomik güç, daha çok Almanya ile ilişkilere sahip iken, bizzat Erdoğan’ın operasyonları ile devlet ihalelerinden uzaklaştırılmış, Torunlar aracılığı ile üzerine çökülmek istenmiş, o da ABD merkezli bir ortak bularak kendini korumaya almıştır. Bu örnek üzerine düşünmenizi öneririz.

Demek oluyor ki, emperyalist güçler arasında, ekonomik-siyasal alanı içine alan bir çatışma vardır ve bu çatışma, içeriye yansımaktadır.

Parantezi kapatabiliriz.

Bir notu kaydetmek gerekir: Tüm çeteleşmeler, devletin çeteleşmesi, aslında bu uluslararası sermaye ile de bağlıdır. Tarikatlar da, bunun bir parçasıdır. Örnek olsun, Milli Eğitim Bakanlığı, birçok uluslararası gücün, birçok tarikatın, aynı tarikat içinde birçok istihbarat biriminin aynı anda at oynattığı, egemenlik savaşı verdiği bir yerdir. MEB, bir örnek, hepsi böyledir. Her kurum bu durumdadır. Bu durum, eskiden bir mafya çetelerinin devlet içinde kendini koruyacak güçler bulmasından farklıdır. Lütfen, buraya dikkat edilsin, çetelerin devlete sızmasından söz etmiyoruz, çetelerin devlet olanaklarını kullanmasından söz etmiyoruz.

Mehmet Cengiz, yine sadece bir örnek olsun, eskiden de devletle, bürokrasi ile, siyasetle bağlantılı idi. Mesut Yılmaz döneminde de ihaleler alıyordu. Ama, bugün, Mehmet Cengiz, “milletin anasını bellemekten” söz ederken, vergilerin nasıl kullanılacağını biliyor olmalıdır ya da Bodrum’daki araziye ilişkin mahkeme kararlarını, “ben bu mahkemeyi tanımam” derken, bir şeye dayanıyor olmalıdır.

Devletin çeteleşmesi, mafyayı, tarikatları vb. içeriyor elbette, ama bu artık klasik, “siyaset-mafya-işadamı” denklemi değildir. Bu denklem, Saray Rejimi ile yeniden şekillenmiştir. İçinde artık uluslararası sermaye, paylaşım savaşımı, devlet çarkı, NATO vardır.

Şimdi konumuza dönelim. Demek ki, bugün, 1920’lerden, farklı olarak, artık bir yarı-sömürge değiliz, sömürgeyiz. NATO’ya bağlı sömürge bir ülkeyiz. NATO üyesi bir sömürge olmak, daha farklı özellikler de demektir.

İki, bu ilkini söyledin mi, demiş olursun ki, egemenler, aynı zamanda emperyalist efendilerin uzantılarıdır. Yani, Saray Rejimi, öyle efendilerden ayrı bir şey değildir ve ülkemizde anti-kapitalist mücadeleyi bir yana bırakan bir “salt” anti-emperyalist savaş olamaz. Her türlü rengi ile “ulusalcılık” diye bir şey var olamaz, bir aldatmaca olur, ister kendini kandır, ister başkalarını kandırmayı hedefle.

Notu tamamladık sayabiliriz.

İşte, bu biçimde 1920’lerden farklılığı koyduk mu, sanki o ilk hâli ile olan İslamcılık mı, Türkçülük mü, Osmanlıcılık mı önde olacak tartışmasının bugün de var olduğunu söyleyebiliriz.

Cumhuriyet kurulunca, Osmanlıcılık geri düştü, üzeri örtüldü. Ama mesela 1950’lerde ABD’li efendileri Menderes’i, Kerkük’ü alma konusunda teşvik edince, tüm devlet çarkı “Osmanlıcılık” hayallerine kapılmakta pek zorluk çekmedi.

Bugün, yine Osmanlıcılık belli dozlarda, saldırgan milliyetçilik ile birlikte, saldırgan İslamcılık ile birlikte yeniden hayat bulmaktadır.

TC devleti, tüm tarihi boyunca, milliyetçilik-ırkçılık ile İslamcılığı hep kullanmıştır. Bunun bir zehir olduğunu biliyoruz. Ama egemenler, bunu, “rıza üretmek” için kullanmaktadırlar.

Bizim tespitimizdir ve açıktır: TC devleti en başından beri, (a) halkların inkârı ve imhası, (b) anti-komünizm, Ekim Devrimi’ne karşı emperyalist cephenin bir ortak karakolu olarak kurulmuştur. İnkâr politikası, sadece bir millet yaratma alanında bir şiddet yaratmamıştır ve aynı zamanda işçi sınıfının reddi konusunda da bir şiddet yaratmıştır. “Bu millete komünist parti lazımsa, onu da biz kurarız”, aslında millet yaratma operasyonunun da bir uzantısıdır.

Öyle ise bir ara not gerekli: Bu topraklarda, halklar sorunu ile sınıf sorunu birbirine bağlıdır. Burada gerçekleşecek devrim, sosyalist devrim, halkların kurtuluşunun da yoludur ve bu nedenle, bölgeye yayılma olanakları güçlü bir devrimdir. Anadolu sosyalist devrimi, devrimi sınırlandırmak üzere seçilmiş bir kavram değildir, tersine halklar ve sınıf meselesinin arasındaki bağı ortaya çıkarmak için seçilmiş bir kavramdır. Bu topraklarda sosyalist devrim, hem tarihsel derinliği ilerde hem de yayılma olanakları yüksek bir devrim olacaktır. Sosyalist devrimimiz, binlerce yıllık tarihle, katliamlarla hesaplaşmanın tek gerçek yoludur ve bu devrim tüm dünya devriminin bir parçası olduğu gibi, bölge sosyalist devrimlerinin de kaldıracıdır.

Her devlet, hem baskı aygıtlarına sahiptir (polis, asker, yargı vb.) hem de rıza üretme aygıtlarına (ideolojik aygıtlar olarak dün kilise-din, bugün din, okul, medya vb.). Normal koşullarda “yargı”, bir zor aygıtı olduğu hâlde, rıza üretme aygıtı gibi işlev görür ve “ortaya” alınır. Üçüncü güç bu anlamdadır. Oysa olağanüstü dönemlerde yargı, üstündeki şalı atar ve polis-asker gücünün bir parçası olarak iş görmeye başlar. Bugün Saray Rejimi’nde olduğu gibi. Olağanüstü koşullar ne kadar derinleşirse, yargı da, “adalet dağıtan” mekanizma görüntüsünü o kadar devreden çıkartır ve açıkça baskı aygıtı olma özelliğini ortaya serer.

Bu nedenle, bugün yargı, burjuva muhalif partilerin söylediği, bazı “aydın” isimli okuryazar takımının (OYT) bir bölümünün söylediği gibi “ayaklar altında” değildir. Tersine, egemenin elinde bir silahtır. Bu nedenle vurguluyoruz, “hukuk yok” bir yere kadar anlamlıdır, gerçeğin bir bölümünü ifade eder, doğrusu, iç savaş hukuku var demektir. Burada bir hukuk var, iç savaş hukuku var.

TC devleti, en başından beri, Osmanlıcılığı arkaya almış şekilde, milliyetçilik ve İslamcılığı kullanmış, bununla rıza üretmiştir. Bu en başından beri böyledir. Bizde milliyetçilik, açık bir ırkçılık olmanın ötesinde, halkların imhası ve inkârına dayanır. Katliam politikalarının temeli budur. Ermeni soykırımından başlayarak bu katliam politikaları, esas olmuştur. Katliam ve sindirme politikaları, milliyetçilik ve Sünni İslam ile örtülmüştür. Milliyetçilik, bir ucunda ırkçılığı ve katliamları içerirken, bazı sol çevrelerde, “anti-emperyalist” olma ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Belki “yurtseverlik” kavramı buna daha yakındır. Ama anti-emperyalist anlamda bir milliyetçilik, egemenlerin ideolojisinde, kültüründe yoktur, olmamıştır.

Bugün, Saray Rejimi, bu politikaları uygulamaktadır.

Ama, bazı farklılıkları gözardı etmemiz yanlış olur. Nasıl ki, Saray Rejimi’nin milliyetçilik, ırkçılık, saldırganlık politikaları ile dincilik politikalarını sadece kendisine özgü ele almak, bu politikaların TC devletinin içinde hep var olduğunu görmemek hatalı olursa, bunları sadece AK Parti’ye ait görmek hatalı olursa, aynı biçimde, örneğin 12 Eylül’den başlayarak bu politikaların izlediği evrimi, bazı değişikliklerini, güncel hâlini görmemek de hatalı olur. Evet bunlar eskiden beri, farklı dozlarda hep vardırlar, ama bu günümüzdeki değişimlerini dikkate almamaya yol açarsa, büyük yanılgılara yol açacak bir kapı da bırakır.

Öyle ise, bugün, milliyetçilik ve İslamcılık nasıl kullanılmaktadır sorusunu gündem yapmalıyız. Bunun üzerine tartışmak, sadece bir gereklilik de değildir, aynı zamanda, iktidarı almayı hedefleyen her devrimci güç için bu zorunluluktur da.

1

Osmanlıcılık, bugün, zayıf bir tarzda ortaya çıkmaktadır. Buranın kâhyaları için, ABD’nin emrinde tetikçi olup, efendinin istediğinin dışında bir şey yapmak mümkün değildir. Ancak bazı “cızırtı”lar yapılabilir ki, bunların da sonucu olmaz.

Osmanlıcılık, Osmanlı topraklarındaki halkları bir arada tutmak için öne çıkartılmıştı. Namık Kemallere dayanır ve daha çok içe, uluslaşma isteğine dönüktür. Zira o dönem Osmanlı hâkimiyeti altında, Hıristiyan, Müslüman vb. halklar vardı ve bunlar ne bir milliyet üzerinden ne de din üzerinden bir arada tutulabilir değildi. Zaten Balkanlardaki Hıristiyan nüfus kaybedildiğinde Osmanlıcılık da geri düştü.

Bugün, Osmanlıcılık, Saray Rejimi’nin, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” çerçevesinde geliştirdiği saldırganlık içinde işe yarar hâle getirilmek istenmiş olsa da, bu daha çok nostaljiktir. Osmanlı’yı bir arada tutma amaçlı Osmanlıcılık ile, Osmanlı topraklarına tekrar “sahip” olmak anlamındaki Osmanlıcılık elbette farklıdır. İyi ama zaten sömürge olan TC devleti, eski Osmanlı topraklarına tekrar “sahip” olmayı mı hayal etmektedir? Nostalji buradan geliyor. Yoksa efendileri bir şey demeden, yapmazlar, yapamazlar. Tetikçiliğin karakterine de uygundur. Bir emperyalist efendinin denetiminde, “emperyalist” olunamaz. Bu nedenle, Osmanlıcılık, bugünkü hâli ile milliyetçi-saldırganlıkla birleşmektedir.

Öte yandan, bu hâli ile Osmanlıcılık, İslamcı anlayışın ümmet politikaları ile de bir ölçüde örtüşmektedir. Bu açıdan da gücü ve etkisini İslamcılığa kaptırmaktadır. Zira Osmanlı halkı diye bir halk, zaten hiç olmamıştır. Osmanlı, Saray ile özdeştir, belki de daha dar, ama halkın Osmanlı egemenliği altında yaşaması dışında “Osmanlı” olma hâli yoktur. İslam’ın ümmet anlayışında Müslüman olmak esas olduğundan, orada da Osmanlıcılık ile sorunlar vardır.

1950’lerde, o zamanlar ABD karşıtı olan BAAS rejimine karşı ABD, TC devletini devreye sokmak istemişti. Bunun için Kerkük ve Musul meselesini kaşıması, Menderes yönetimi aracılığı ile TC devletine yetmişti. TC devleti, Irak içlerinde bazı hazırlıklara girişti. BAAS rejimini bu durum kuşku yok ki zora sokmuştur. Bir darbe ile BAAS yönetimi değiştirilince, TC devletinin geri çekilmesi meselesi ortaya çıktı. Hevesleri kabarmış TC devletinin yöneticileri, buna direnmek istedilerse de, faydası olmadı. Buna sömürgenin efendiye “cızırtı” çıkartması denilebilir.

Bugün ABD, TC devletini, İran üzerine sürmek için, Kürt hareketine karşı bir saldırı geliştirmek istiyor. Bu aslında Kürt hareketi konusunda ABD’nin hedeflerine yaklaşamadığının kanıtıdır da. ABD, TC devletine içerde saldır, kıyım yap derken, arkadan da PKK’nin kendi kollarına sığınmasını istiyordu. 2015-16 döneminde başlayan yeni saldırı dalgası, mesela Sur vb. aslında bu politikanın ürünüdür. Bu saldırıda İslamcıların, özellikle IŞİD’in kullanılması anlamlıdır. Bu hem dışarıda, mesela Kobanê’de vb. gerçekleştirildi hem de içeride, Türkiye içinde gerçekleştirildi. Rojava devrimini boğmak işin bir yönü ise, ABD’nin Kürtleri kendi kontrolüne alma isteği, daha büyük yönü idi. Bu politika, istenen sonuçları vermemiştir. Kürt hareketi bu konuda direnmiştir.

Bugün, ABD, NATO, İngiltere, AB, örneğin Zaho’daki katliamın ardında TC’nin arkasındadır. TC devletinin son birkaç aydır sürdürdüğü saldırılar, hem bir Kürt katliamıdır hem de ABD açısından TC-İran savaşının hazırlıklarıdır. ABD, bu nedenle, Kerkük petrollerini bir yem olarak kullanmaktan çekinmeyecektir.

İşte bu politikalar açısından Osmanlıcılık kullanılıyor diyebiliriz. Ama yine de burada uygulanan politikada Osmanlıcılık bir sos gibidir, esas yemek, milliyetçilik ve İslamcılıkla pişirilmektedir.

Balkanlarda, Osmanlıcılık bir örgütlenme olarak kullanılmaktadır. Burada da işin baskın yönü, milliyetçilik ve İslamcılıktır. Balkanlarda Türkçülük daha zayıf kalacağından, Osmanlılık, daha çok İslam’la birleşmiş hâlde öne çıkmaktadır.

Bu saldırgan politika, aslında ABD-NATO adına tetikçiliktir. Elbette, egemenlerin bastırılmış fetih istekleri de devrededir. Bunlar daha çok motivasyon kaynağı olarak iş görmektedir. Bu motivasyon, zaman zaman ABD’nin isteklerini aşan sonuçlar vermeye eğilimli hâle gelebilmektedir. Emevi camiinde namaz kılmak gibi söylemler, bu heveslerin ürünüdür.

Metin Külünk’ün Osmanlı Ocakları örgütlenmesi, bu açıdan dikkate değerdir. Ama öyle anlaşılıyor ki, örtülü bir ırkçılığın gizlenmesi için Osmanlıcılık kullanılmaktadır. Elbette, İslamcılığın yanında.

2

İslamcılık, Osmanlı’nın Balkanları kaybetme sürecinin ardından ortaya çıktı. Hâlâ, Osmanlı topraklarında, bugün Türkiye dediğimiz alanda da, Hıristiyan bir nüfus vardı. Bunlar Anadolu’nun kadim halkları diyebileceğimiz Ermeniler, Rumlar, Süryaniler vb. idi. Osmanlı bunları çok da hesaba katma eğilimine girmedi. Daha çok Müslüman nüfusu kendine bağlı kılmaya, diğerlerinin dinlerini değiştirmeye yöneldi. Hem Afrika’da hem de Ortadoğu’da var olan Müslüman nüfus, imparatorluğun yeni “milleti” olarak tarif edilmeye başlandı. Böylece İslamcılık öne çıkmış oldu.

Bu elbette sonrasında Türkçülük ile de birleştirildi. Katliamlar, bu dönem son derece şiddetli tarzda ortaya çıktı.

Cumhuriyet ile birlikte İslamcılık, daha devletin denetimine alınmaya çalışıldı. Hilafet, aslında tümden ortadan kaldırılmadı, kullanılmamaya başlandı. Böylece, yeni TC devleti, dini daha farklı kullanmak üzere, bir anlamda tarikatlara çeki düzen vermeye yöneldi. Aslında tarikatlara dönük sertleşen devlet politikası, Sünni İslam’ı bir anlamda yeniden organize etmeye de yönelmişti. Diyanet İşleri örgütlenmesi budur.

NATO ilişkileri ile birlikte, bu politikada değişim ortaya çıkmaya başladı. 1946 yılı, belki burada bir önemli yıldır. Ama 1952’de NATO ile birlikte, komünizme karşı dini öne çıkartma politikaları devreye sokulmaya başlandı. 1946-1952, aslında TC’nin NATO’ya fiilî alınış hazırlığı dönemidir. 1960’larda, daha sonraları “Yeşil Kuşak” Projesi olarak anılacak ABD’nin İslam’ı komünizme karşı kullanma politikaları, ülkemizde de örgütlendi. Gülen hareketinin temeli, “Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri” ile atıldı. Türkçü ve İslamcı örgütlenme, Türk-İslam sentezi olarak ortaya kondu. Egemenler, Türkçülük ve İslamcılığı birlikte, belli yönlerine ağırlık vererek kullanmaya başladılar. 12 Eylül 1980 darbesi, bunu daha da geliştirdi. 12 Eylül ile, hem İslamcılık öne çıkartıldı hem de bu durum Türkçülük ile birleştirildi. Amerika’nın “bizim çocuklar” dediği 12 Eylül’ün generalleri, ellerinde Kuran-ı Kerimlerle miting meydanlarına çıktılar. Bazı İslamcı ama anti-emperyalist unsurların temizlenmesi de bu döneme denk gelir. Böylece İslamî hareket, tam olarak ABD çizgisinde, içine Gülen de dahil, örgütlendi. Bu bir NATO ve ABD projesidir.

Kürt hareketinin gelişimi sonrasında, Türk-İslam sentezi, savaş politikalarını da içine alacak şekilde, daha şiddetle ortaya kondu. Muhtemeldir ki, 1978’lerde yaşayan bir Alevi, arkadaşlarından özel ayrımlar görmüyordu ya da bir Sünni, Sünniliğin ne olduğunu bugünkü gibi bilmiyordu. Bu hem Kürt hareketini bastırmak için Sünni İslam’ı güçlendirme siyaseti idi hem de Aleviliği denetim altına alma girişiminin ilk hâli idi.

Hem Sünni örgütlenme çok özel olarak öne çıkartıldı hem de Alevilik, İslam’ın bir kolu olarak örgütlenmek istendi. İzzettin Doğan ve benzerleri, bu açıdan devletin Alevi politikalarının yüzü oldu.

Daha sonra, Alevilik ile İslam’ın bağını geliştirmek için, birçok organizasyon devreye sokuldu. ABD-İsrail destekli İslamî hareketler ve tarikatlar içinde örgütlenme işi, Aleviler içinde örgütlenmek için daha “geniş” açılımlara olanak sağladı. Birçok “felsefeci”, aslında İslam’ı övmek için, sufiliğin çeşitli biçimleri ile Alevileri kontrol altına almada iş görmeye başladı. Bunlar bugün de aktiftir elbette.

Komünizme karşı mücadelede İslam’ın kullanılması, aslında ABD’nin İslamî radikalizmi komünizme karşı örgütlemesinin bir parçası idi. Bunu ülkemizde de geliştirdiler. 12 Eylül bu açıdan bir sıçrama ise, AK Partili dönem, daha ileri bir adım sayılmalıdır. Böylece, ABD, kendine bağlı, artık var olmayan komünist tehditten ayrı iş görecek bir İslamî örgütlenme geliştirmek istedi.

Gülen hareketi ile, Erdoğan projesi, aslında bu açıdan birbirini tamamlayan projelerdir. Bu hem tarikatların önünü açtı hem de onları daha dünyevî hâle getirip pazar ekonomisi, sömürge bir ülkede efendiye hizmet düsturu ile birleştirdi. Bazı İslamî hareketlerin ABD karşıtı tutumları, en çok bu tarikatlar tarafından tehdit olarak görüldü.

Bugün bu tarikatlar, birer holding hâline gelmekle kalmadılar, aynı zamanda, mafyatik bir örgütlenmeye dönüştüler ve her birinin içinde, beş emperyalist odağın bağlantıları ile istihbarat örgütlerinin alanı hâline geldiler.

Böylece içeride İslamî hükümet eli ile tarikatlar, paylaşım savaşımının içerideki ayaklarından biri olmaya da başlamış oldular.

Öte yandan, Suriye savaşı ile ortaya çıkan IŞİD, işi daha da geliştirdi. IŞİD, hatırlanmalıdır, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eli ile organize edildi. Finansman Katar ve Suudi Arabistan’dan geldi. Eğit-donat faaliyeti, NATO ve CIA denetiminde TC devleti ve İsrail tarafından yürütüldü. Böylece Suriye’ye karşı savaş geliştirildi.

TC devleti, Suriye savaşına tüm güçleri ile daldı. Ama bu durum, milliyetçiliğin de yeniden yükselmesinin gereğini oluşturdu.

IŞİD, TC devleti için, içeride de dışarıda da kullanılmaya başlandı. Efendi ABD ne istedi ise, TC devleti eli ile bunlar yapıldı. Bu oldukça kârlı da bir iş alanı demekti. Kana bulaşmış para, tekellerin hep ilgisini çekmiştir. Öyle oldu.

Bugün, Sünni İslam anlayışı, Vahabi örgütlenme ile de birleşmeye, onun yolunu açmaya yöneldi. Bu arada ise, TC devleti, Saray Rejimi, IŞİD gibi güçlerin açıktan hamisi olmaya başladı. Bu ABD’nin rolünün arka plana itildiği anlamına gelmese de, aslında ABD açısından bazı riskler de içerebilir bir durumdur.

Cübbeli Ahmet Hoca’nın “iç savaş” uyarısı ve Vahabiliğin örgütlenmesinde Diyanet’in rolü konusundaki açıklamaları, sadece onların arasında bir yol ayrımı demek değildir. Birçok tarikat gerçekte devletin denetiminde örgütlenmiştir. Şimdi bu tarikatlarda, beş emperyalist gücün örgütlenmeleri de vardır. İsmailağa da öyledir. Her zaman devlet tarafından yönlendirilmiştir. Bugün Cübbeli’nin açıklamaları, aslında buradaki kırılmaları gösterdiği kadar, tarikatların özgün yeni yapısını da göstermektedir.

Nasıl ki, IŞİD çetelerine Ankara Garı katliamını, Sultanahmet saldırısını, Suruç katliamını yaptırmak onlarla “çok yönlü bir ilişki” ise, aynı biçimde tarikatların çeteleşmesi ve devletin çeteleşmesi sürecinin birlikte işlemesi de, işin boyutlarını değiştirmektedir.

TC devleti, bir ABD projesi altında, İslam’la farklı bir ilişki içindedir ve bu hem içeride hem uluslararası alanda işleyen bir projedir.

CHP gibi burjuva muhalefet partilerinin tarikatlar ve İslamî örgütlenmeler ile bağları, aslında Saray Rejimi’nin bu organizasyonunun sıradan bir organizasyon olmadığının kanıtıdır.

Tüm bu politikalar, aslında İslam’ın “rıza üretme” etkisini de yok etmektedir. Saray Rejimi’nin “yağma-rant ve savaş ekonomisi”, gerçekte, İslamî inanca dayalı örgütlenmeleri bile rahatsız etmektedir. Şehitler tepesinin dolup taşması propagandası, hayatın katı gerçeğine çarpmaktadır. Açıklanmasa da gelen ölüler, bu savaş politikalarının da iflasının göstergeleridir.

ABD tetikçisi, NATO emir eri olarak TC devleti, Ortadoğu’da oynayacağı roller için, Vahabi İslam ile daha derin bir ilişki geliştirmeye başlamıştır. Bu Irak içlerinde, Kürt kıyımı şeklinde süren savaş politikalarının bir ucunun İran’a karşı savaş isteği ile birleştirilmesi planının kanıtıdır. İslamcılık, şimdi buna doğru evrilmektedir.

Suriye savaşındaki gelişmeler bu açıdan çok büyük önemdedir. TC devletinin işgalci bir güç olarak yağmaladığı Suriye topraklarından çekilmesi, buna zorlanması durumu ciddi biçimde değiştirecektir.

Bu açıdan TC devleti, savaş politikalarına muhtaçtır. Saray Rejimi, zaten bunun için özel bir istek de duymaktadır.

Derler ki, ihtiyaç keşfin anasıdır. TC devleti, kendi çözülüşünü durdurmak için, savaş oyuncağını keşfetmiştir. Suriye savaşında savaş oyuncağının bir oyuncak olmadığını anlamadığı görünmektedir.

IŞİD güçlerinin daha “yerli milli” hâlde kullanılması sürecinin önümüzde olduğunu söylemek mümkündür.

3

Milliyetçiliğin, TC devletinin tarihinde, halkların imhası ve inkârı ile birleşmiş olarak geliştiğini biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türk-İslam sentezi ile milliyetçilik, komünizme karşı savaşın bir parçası oldu.

Kürt hareketine karşı savaş döneminde milliyetçilik, daha da dozajını artırarak, bir çeşit Kürt düşmanlığı ile birlikte derinleşti. Kitlelerin, işçi ve emekçilerin, yoksulların, Kürt devriminden etkilenmesinin önünü kesmek için, milliyetçilik bir duvar hâline getirildi. Bu hem aşağılananın, aşağılayacak bir başkasını bulması demektir hem de bu yolla egemene benzemesi demektir. Zehirdir ve bu zehir, bugün, saldırganlık ve savaş için kullanılmaktadır. Ancak, her asker ölümünden sonra ailelerden yükselen tutum, kitlesel bir etki yaratmasa da, milliyetçiliğin etkisini kırmaktadır. Gezi Direnişi buna önemli ölçüde olanak sağlamıştır da.

Bugün bu milliyetçilik, yeniden yapılandırılmak istenmektedir. Gücünü toparlaması için yeni yollar aranmaktadır. Zafer Partisi’nin Suriyeli göçmenlere dönük politikaları, şimdiden sonuçlar vermeye başlamıştır. Kayseri’de, otobüste Çerkesçe konuşan iki gence karşı müdahale, aslında denenmek istenen şeyi göstermektedir. “Burası Türkiye, Türkçe dışında bir dil kullanmayacaksın” müdahalesi, ne kadar zavallıca, ne kadar gülünçtür! Her yanında Arapça konuşulan bir ülkede, her yanında İngilizce konuşulan bir ülkede, Kürtçe, Çerkesçe, Lazca konuşmak suç ilan edilmektedir. Bu saldırganlık, aslında tükenişin de dışa vurumudur.

Belli ki, Zafer Partisi Başkanı, Bahçeli sonrasının MHP’sine oynamaktadır. Ancak MHP diye bir partinin varlığından söz edebilir miyiz? Ümit Özdağ, bir düello hamlesi ile, “sir” unvanını almış olsa da, buradan bir sonuç çıkması mümkün müdür? Ona “sir” unvanını, efendileri vermiştir, o kadar.

Belli ki, egemenler, iktidarlarını sürdürebilmek için, milliyetçilik ve İslam’ı daha ileri düzeyde kullanmaya devam etmek istiyorlar.

Türk-İslam sentezi, “yerli ve milli” ile zaten, tuhaf hâle getirilmiştir. “Yerli ve milli”, Türk-İslam sentezinin çaresizce şekil verilmiş karikatürüdür. Uluslararası tekellerin açıktan egemenlik alanı hâline gelmiş bir ülkede, “yerli ve milli” edebiyatı, olsa olsa bir güldürü metninin parçası olabilir.

Kürt halkına karşı, içeride ve sınır ötesinde sürdürülen savaşın, bir soykırım politikasına dönüşmesi, Irak içlerinde ve TC içinde, kimyasal silahlar kullanılması, bu savaş politikalarının devamıdır. Bu durum, hem İslamcı güçlere hem de milliyetçiliğe daha fazla sarılmalarını beraberinde getirmektedir.

Kürt halkına karşı sürdürülen katliam politikaları, elbette TC eli ile yapılmaktadır. Ama bunlar, sadece TC devletinin işi değildir. Bu saldırganlığın arkasında, ABD, İngiltere, AB, NATO güçleri, hep birlikte vardır.

TC devleti, bu savaş ortamı içinde, her yolla, katliamlarını sürdürmek istemektedir. TV kanallarında, “ulusalcı”ların çıkıp, “insan hakları uyarılarına” aldırmamak gerekir, “şimdi tam zamanıdır” türünden konuşmaları boşuna değildir.

Milliyetçilik ve İslamcılık, bu saldırganlığı destekleyecek tarzda kullanılmak istenmektedir. Artan kriz ve gelişen direniş karşısında bu milliyetçilik ve İslamcılık, artık eskisi kadar da etkili olmayacaktır. İktidar içinde çatlamalar, yolun sonunu düşünerek atılmaya başlayan adımlar, kendi aralarındaki kavgalar da bunun üstüne binmektedir.

Savaş, iktidar bloğunu, egemenleri birleştirmenin de bir aracı olarak kullanılmaktadır.

Egemenler, Kerkük petrollerinin rüyasına aşıktır. Belli ki, şimdiden bu rüyaya dayalı olarak, hayallerinde para saymaktadırlar.

Egemenler, kendilerine Kürt savaşını tırmandırma olanağı verildiğinde, hemen hepsi birleşmektedir. Bu heves, onların akıllarını başlarından almaktadır.

Bu durum içeride, Batı tarafında da saldırganlık demektir.

Çaresizdirler ve saldırmak, şiddet dışında yolları kalmamıştır.

İşçilere, öğrencilere, kadınlara karşı saldırıları, aslında bu korkularının ürünüdür. En sıradan bir konuda dahi, hukuku bir silah olarak kullanmalarının nedenleri budur.

Bu aslında bir iç savaştır.

Bu iç savaşın Batı cephesinde, Kürtlerde olduğu gibi gelişmişlikte bir örgütlülük eksiktir. Ama bu iç savaş, Batı’da da sürmektedir. İşçilere, emekçilere, öğrencilere, halka, kadınlara karşı saldırganlık, bu tutumun ifadesidir.

Gelişim, hem eşitsizdir hem de bileşiktir. Bugün, işçi ve emekçilerin direnişi, elbette yeterli örgütlülüğe sahip değildir. Ama gelişim eşitsiz ise, işçi sınıfının mücadelesinde bir sıçrama her zaman olanaklıdır. Başkası düşünülemez.

Tüm bu savaş politikalarını sona erdirecek şey, sosyalist devrimdir. İşçi ve emekçiler, sadece kendilerini değil, tüm halkı kurtarma olanağına sahiptir. Bunun yolu, örgütlenmeden geçmektedir.

Saray Rejimi’nin hâlleri: Senaryolar

Saray Rejimi, devlet çarkının olağanüstü koşullara göre örgütlenmesidir. Olağanüstü koşulların arkasında üç etken vardır. Biri Kürt devrimi ve bunu bastırmak için TC devletinin geliştirdiği kirli savaşa rağmen, devrimin sönmemesidir. Devrimin engellenememesi. İkincisi, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Dün NATO şemsiyesi altında tümü Amerikan güçleri olarak görünen güçler, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya (bizim ülkemize özgü olmak koşulu ile İsrail), bugün kendi hedefleri ve çıkarları doğrultusunda faaliyettedir. Bu nedenle, her biri, yerleşik oldukları kurumları kendi istedikleri şekillerde organize etmek istiyorlar. Mafya, tarikat, resmî devlet kurumları, medya, İslamcılar, düşünce kuruluşlar, araştırma şirketleri vb. gibi tüm kurumlarda, ufaklı büyüklü tüm çetelerde, bu güçler, kendi yollarını açmak için uğraşmaktadır. Her biri buralara yerleşmiştir. Zaman zaman çatışmaları gerekirse, bunun biçimlerini ayarlayarak çatışmaktadırlar da. Bu durum, “mafya-siyasetçi-devlet” çarkından farklıdır. Bunu birçok kere Kaldıraç sayfalarında okumuş olabilirsiniz, değilse şimdi yazılı olarak bulabilirsiniz. Özellikle vurgulamak isteriz ki, bu eski yapıdan, mesela “Susurluk”tan farklıdır. Benzerliklerine fazlaca aldanmamak gerekir. İşin bir çok benzer noktası bulunabilir ama “şey”e ismini veren bazan sadece bir özellik olabilir. Biz, bu farklılığa dikkat çekmek istiyoruz. Bu durum devlet çarkının çözülmesi de demektir. İşte olağanüstü hâli oluşturan bir etken de budur. Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasında bir üçüncü gelişim vardır, o da Gezi Direnişi ile, kitlelerin geniş anlamda 12 Eylül ile hesaplaşmaya başlamasıdır. Demek ki, ikisi devrim cephesinde, biri egemenlerin paylaşım savaşından gelen üç etken, Saray Rejimi örgütlenmesinin nedenlerini oluşturuyor.

Bize göre, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana, kapitalist devlet, burjuva devlet, dünyanın her kapitalist ülkesinde, faşizmin dişlilerini içermiş, üzerini demokrasi şalı ile örtmüş “Tekelci Polis Devleti”dir. Dikkat edilsin, bunu, “Tekelci Polis Devleti” tespitini bugün yapmıyoruz (Bakınız, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, 1. Baskı 1990, 2. Baskı 1994, Genişletilmiş 3. Baskı 1997 ve 4. Baskı 2007). Biz, günümüz burjuva devletini tartışırken, ortada Saray Rejimi yoktu.

Polis devleti demedik. Çünkü yanlıştır ve çok fazla “hukuk” kokar. Sanki “parlamenter demokrasi” yerine polis zorbalığını ifade eder. Oysa biz devletin niteliği ile ilgiliyiz. Ayrıntı Yayınları’ndan yeni çıkan, 2022 basımı, William I. Robinson’un “Küresel Polis Devleti”, işin polis yönüne çok vurgu yapmaktadır. Oysa bizim Tekelci Polis Devleti analizimizdeki “tekelci”, burjuva sınıfın bugünkü temsilcilerini, tekelci burjuvaziyi temsil eder. Tekellerin egemenliği anlamındadır. Ve tekelci egemenlik, her şeyden fazla, hâkimiyet ilişkisi ve şiddet demektir. İşin sınıfsal yönünü ortaya koyar. Demek, tekeller dünyasında iseniz, şiddetsiz bir dünya istiyorsanız, tüm gücünüz ve organlarınızla bu egemenliğe karşı şiddetli bir savaş yürüteceksiniz. Tekeller dünyasında, sizin en sıradan bir ilişkiniz, mesela aşkınız, mesela ticaretiniz vb. şiddet kokar. Demek ki, Tekelci Polis Devleti, kapitalist sınıfın en gelişmiş temsilcilerinin egemenliğini ifade eder. Bu tüm kapitalist ülkelerde böyledir. ABD’de, mesela 1990’larda gözetim, denetim, hâkimiyet mekanizmalarını bu denli önde görmeyebilirdiniz. Ama bunlar vardı. Demokrasi diye yutturulan Avrupa devletlerinin tümünde, faşizmin gözleri açık, dişlileri devletin içindedir, üstleri “demokrasi” şalı ile örtülmüştür. Bu açıdan, tüm kapitalist dünyaya özgüdür tekelci polis devleti, ama küresel, tek bir devlet demek değildir.

Dahası, devlet, sınıf savaşımlarına göre şekillenir. Bu hem farklı ülkelerdeki kapitalist devletleri birbirinden ayırmak açısından önemli bir mihenk taşıdır (Mesela bir ülkede sınıf savaşımının seyri, o ülkede devletin şekillenmesini farklılaştırabiliyor. Eğer tarihinizde Ermeni soykırımı varsa, sizde devletin şekillenişi mesela İsveç’ten farklı oluyor. Nitelikleri aynı olduğu hâlde.) hem de devletin egemen sınıf adına sınıf savaşımlarının tüm deneyimlerini içselleştirdiğini anlamanın olmazsa olmazıdır. Devlet, sınıf savaşlarına göre şekillenir. Bunu iyi ve doğru anlamak gerek. Sınıflı toplumların tarihi, özet olarak sınıf savaşları tarihidir derken, aslında aynı şeyi söylemiş oluruz.

İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgisi, burjuva devletin, faşizmin dişlilerinden vazgeçmesi ve demokrasiye dönmesi anlamına gelmez. Bu son derece “mekanik” bir düşünüş tarzı olur. Tersine burjuva devlet, kapitalist devlet, “demokrasi” görünümü altına, faşizmin dişlilerini saklamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin nezdinde emperyalist Batı kampının yenilmesini ciddiye almak gerekir. “Demokrasi” tarihi yazmakta ustalaşmış burjuva akademisyenler, nedense, İngiltere’de, Fransa’da kadınların oy kullanma hakkının ne zaman başladığını, mesela köleliğin BM tarafından ne zaman yasaklandığını yazmazlar. 1944 öncesinde Fransa’da, gelişmiş burjuva demokrasisinin güzide örneğinde, kadınlar oy hakkına sahip değildi. BM, köleliği, 1948’de yasaklamıştır. Bize Batı demokrasisi mavalları okuyanlar, bunları bilecek kadar bilgi sahibidirler. Onların derdi, tekelci polis devletini, günümüz burjuva diktatörlüğünü, aynı anlama gelmek üzere günümüz burjuva demokrasisini, “gelişmiş bir demokrasi” örneği olarak kitlelere kabul ettirmektir. Amaçları budur ve bunun adı “ideolojik mücadele”dir. İki sınıf sadece sokaklarda, sadece ekonomik olarak, sadece siyasal olarak, sadece askerî olarak savaşmazlar, ideolojik olarak da savaşırlar.

Demek ki, Tekelci Polis Devleti, TC devletini de kapsayacak bir analizdir.

İşte bu tekelci polis devleti, Saray Rejimi’ne dönüşmüştür. Ve bu dönüşümün arkasındaki olağanüstü hâlleri oluşturan ana etkenleri belirtmiş olduk. Bir kere daha. Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenişidir.

Olağanüstü durumun bir sonucu olarak, devleti kurtarmak için devreye sokulan Saray Rejimi, bugün, çözülüşü durduramıyor.

Çözülüş, kendi kendini yok ederek sonuca ulaşacak bir süreci ifade etmez. Burjuva devlet, kendi kendine yıkılmaz. Bir neden gereklidir, bir kuvvet gereklidir, bir etken gereklidir. Bu da, işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. İçten veya dıştan, hem içten ve hem de dıştan etkenler gelişmedikçe, devlet çarkı, çözülse de yıkılmaz.

Demek ki, çözülüş dediğimizde, asla ve asla, kendi kendine yıkılacak bir devlet mekanizmasından söz etmiyoruz. Saray Rejimi, ne Kürt devriminin gelişimini durdurabildi, ne de işçi ve emekçilerin direnişlerini geriletebildi. Öte yandan emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımı etkisini, Avrupa’nın ABD’ye bugün teslim olması ile biraz kaybetmiş gibidir. Ama çözülmekte olan ABD hegemonyası, TC devletini bir tetikçi olarak kullanma yolunda epeyce yol almıştır ve buradan vazgeçmesi de kolay değildir. Yani, Saray Rejimi’ni gündeme getiren etkenler, ağırlaşarak varlıklarını sürdürüyorlar. Ve her şeye rağmen, paylaşım savaşımının etkileri, sanıldığından çok ama çok fazladır.

İşte Erdoğan diktatörlüğü, tek adam rejimi vb. gibi tartışmalara, bu perspektiften bakmak gereklidir. Bu kavramlaştırmalar, sadece yanlış değil, mücadelenin rotasını da bozan değerlendirmelerdir, hatalıdırlar. Erdoğan gitsin de ne olursa olsun, tam da bu yanlış kavrayışın, bir anlamda devletin niteliğini atlayan bir anlayışın ürünüdür. Sanki devlet, sadece beşli çetenin devletidir de, tekellerin, bankaların vb. devleti değildir gibi.

İşte biz, tam da bu sürece, bugün, 2022 Ağustos ayında bakmak istiyoruz. Çok farklı “durum”lar tartışılıyor. Bunlara “senaryo” da deniyor. Bunları ele alalım istedik.

Ortada çok senaryo dolaşıyor.

Belki de tartışmaya değer bulursunuz. Deneyelim.

Senaryo, sanırım, sinema diline aittir. Sinemadan önce senaryo yok galiba. Tiyatroda, varolan metne senaryo denemez. Sanki, bir öykünün, bir hikâyenin, daha ilerisi bir romanın, film diline aktarılabilmesi için yeniden yazılması demek, senaryoyu anlatmak için mümkündür. Burada sahneler, karakterlerin giydirilmesi, ışık, atmosfer, replikler kadar önem kazanıyor olmalı. Romanı, mesela romanı, film diline aktarabilmek, bir başka göz gerektiriyor. Bunun için, hem hikâyeye, romana, öyküye sadık olmalı hem de bunu film olarak gerçekleştirebilecek kadar değiştirmeli. Demek, bir romanın, birden fazla senaryosu olabilir. Bu durumda roman ile onun film olarak yansıması arasında farklılıklar oluşuyor.

Sanırım buradan kaynaklı olarak, siyaset diline de girmiş durumda senaryo. Bir durum karşısında olası gelişim yollarını, bir tutarlılıkla anlatmak üzere kullanılıyor.

Saray Rejimi, giderek derinleşen bir siyasal ve ekonomik kriz yaşarken, bu duruma ilişkin çeşitli öngörülere dayalı senaryolar ortaya konuyor. Bunlar sürekli olarak farklılaşıyor ve sürekli yenileri ile takviye ediliyorlar.

Üstelik bu durum, sadece doğrudan seçim olacak mı olmayacak mı gibi konularda değil, mesela Sedat Peker açıklamaları ile ilgili konularda da ortaya çıkıyor, mesela havalimanı ve beşli çete gibi konularda da ortaya çıkıyor.

Biz, bu senaryolardan birkaçını tartışmak istiyoruz. Dikkat edin lütfen, her biri, egemenlerin, devlet cephesinin vb. senaryolarıdır. Devlet denilince içine muhalif burjuva partilerini de koyuyoruz. İçlerinde hiç işçi sınıfı, devrimci mücadele vb. yoktur. Onu da sonuna biz ekleriz.

1

Herkes seçimlerle ilgili olmaya başladı. Ama gelin biz, yeni havalimanı ve beşli çeteden başlayalım. Ağustos ayının ortasında, ünlü beşli çete, havalimanının sahipliğini değiştirmeye başladı. Kalyon %55 ve Cengiz %45 olmak üzere, diğer üç ortak çekildiler.

Şimdi soru şudur: Bunu neden yapıyorlar?

Havalimanı zarar mı ediyor? Edemez. Çünkü yolcu garantisi vardır, olmazsa, devlet bankalarından arka kapıdan kredi alırlar vb. Yani, mesele zarar etme hâli değil.

Acaba, havalimanını satarak, paralarını yurtdışına mı çıkarmak istiyorlar? Bu daha mantıklı bir senaryodur. Demek ki, bu beşli çete, ne olursa olsun, parayı bulsalar da, Koç gibi yerleşik hâle gelemediler. Yağma, rant, öyle kalıcı hâle bir günde gelmiyor.

Konumuza dönelim.

Buna göre, beşli çete, Erdoğan’ın olmayacağı bir dönem öngörmektedir. Erdoğan yoksa, paralar güvende olmayabilir. Bu durumda paraları güvenceye almak üzere, mesela şirket, mesela bir İngiliz şirketine satılır. Bu durumda, para İngiltere’deki şirkete aktarılmış olur. Beşli çete de ülkeyi terk ederse, borçlarını da devlete yıkarlar. Böylece iyi bir para transferi yapılmış olur.

Ama burada “Erdoğan’sız bir dönem” demek, Saray Rejimi olmadan bir dönem demek değil. İkisini lütfen ayıralım. Saray Rejimi, pekâlâ, başka bir isimle de sürebilir. Erdoğan gidince Saray Rejimi de yıkılmış olabilir, ama eğer egemenler organize ediyorsa Erdoğan’sız bir Saray Rejimi de pekâlâ mümkündür ve tekellerin ortak çıkarına da son derece uygun düşer.

Beşli çete parayı bu yolla İngiltere’ye kaçırırsa, bu durumda devlet, bu yeni sahipleri ile aynı anlaşmalara da sahip mi olacak? Yani, şu an havalimanının ortakları ile devletin bir garanti anlaşması var. Oysa aynı anlaşma, yeni şirketle yapılacak mı sorusu ortadadır. Yapılmazsa, durum pek de iç açıcı olmaz.

İyi ama, bu durum bize, diğer üç ortağın neden hisselerini devrettiğini göstermiyor. Demek burası, senaryonun henüz bilinmeyen, görünmeyen noktası.

Diyelim ki, şirketi satacaklar, bu durumda, Kalyon, Cengiz’den hisselerinin tamamını mı almalı? Bunu yaparsa, daha mı rahat eder? Mesela Katarlı bir firma, gelip havalimanını alacaksa, Atatürk Havalimanı’nın tahrip edilmesini talep etmektedir. Bu alanda bir ilerleme mi ortaya çıkmıştır? Bu durumda, Katarlı firma içeri, beşli çete dışarı mı yolculuğa hazırlanmaktadır.

Bu senaryoda, acaba, kaçışlar nasıl gerçekleşiyor? Mehmet Ağar ve Soylu’nun çok kullandığı deniz yolu ile mi kaçılacak, yoksa sahipleri oldukları havalimanından son bir çıkış yapmak üzere son bir uçuş mu yapılacak?

Peki bu senaryoda, Erdoğan’ın payı, Bilal’in payı ne olacak, kime kalacak? Hem sonra Erdoğan’sız dönemi Erdoğan, Türkiye’de mi, yoksa başka bir ülkede mi geçirecek? Buna kim karar verecek, 6’lı masa değil herhâlde, mesela ABD mi karar verecek? Acaba, havalimanını satın alacak şirketin hangi ülkede olduğu, Erdoğan’ın yeni adresi konusunda bilgi verebilecek mi?

İşte size havalimanı hisseleri üzerine konuşulan senaryolar. Evet, kabul ederiz ki, birkaç soru biz ekledik. Ama bu senaryoları, mesela siz ilk kez duyuyorsanız, sakın bizim uydurmamız sanmayın, gerçekten bunlar konuşuluyor.

2

Gelin biz daha çok siyasal senaryolara dönelim.

Putin acaba Erdoğan’ı kurtarmakta mıdır?

Biliyorsunuz, böyle bir senaryo var. Senaryo, NATO’cu ve Batıcı yazarlarca çok pompalanıyor. Buna göre, Erdoğan Putin’e çok yakınlaşıyor. Bu durumda da, Avrupa ve ABD gibi demokrasinin olduğu cepheden-dünyadan çıkıyor ve doğrudan diktatörlerin olduğu otokratik dünyaya, Çin ve Rusya dünyasına gidiyor.

Ne garip değil mi?

Diyelim ki, Erdoğan, 5 yıl önce, 10 yıl önce, Putin’e yakın değildi, peki “demokratik” dünyada mı idi? Diyelim ki Suudi Arabistan, ABD’ye çok yakın, ama demokratik dünyada mı? Sanki darbeleri, diktatörlükleri vb. organize eden NATO ve ABD değil, sanki savaşları başlatan bu emperyalist güçler değil gibi, bize NATO ile demokrasiyi bir arada kullanmayı öğretmek istiyorlar.

Dedik ya, bu bir ideolojik mücadeledir. Egemenler, sömürgesi olduğumuz Batı’nın emrinde kalmayı “demokrasi dünyası” olarak tanımladıkları yere bağlı kalmayı, halka kabul ettirmek istiyorlar.

Türkiye, bir sömürgedir, “ortaklaşa sömürge”dir, AB ve ABD’nin ortaklaşa sömürgesidir.

Putin’e dönelim.

Erdoğan Putin ile çok sık görüşüyor. Artık bu görüşmelerin bir önemi kaldığını düşünmek bile fazla olmalı. Erdoğan, bir arayışta olabilir elbette. Ama TC devletinin başı ABD elinde ise, kuyruğunu Suriye savaşında Rusya’ya kaptırdığı açıktır. Hangisi sıkarsa sıksın, vücut kıvranmak zorundadır. İster kuyruğu tutan sıksın, ister başı tutan. Durum aslında budur. Bu karşılıklı sıkma ve sıkıştırma durumuna, Saray Rejimi’nin ideologları “diplomatik dans” diyorlar. Hiç diplomasi görmemiş olanlar için belki uygun bulunabilir. Bir kıvranıştır bu.

Senaryoya göre ise, Erdoğan, Putin’e yakınlaşacak. Böylece Rusya’dan para gelecek. Putin onu kurtaracak ve ekonomi düze çıkacak. Böylece gelecek seçimi de kazanacak.

İşte size senaryo. Filmi berbat olur bunun.

Basına, sosyal medyaya sızan bilgilere göre, Erdoğan Putin ile birkaç konuyu konuşmuş. İlki Suriye’de Kürtlere dönük bir operasyon. Putin, buna izin vermemiş ve hatta ev falan da yapmayın demiş. Zaten bu sonuç, Tahran zirvesinde de belli idi. Elbette TC devleti, Saray Rejimi buna rağmen saldırılarını sürdürmektedir.

Putin, Suriye devleti ile konuşmasını öğütlemiş. Doğrusu bu demiş. Zaten Türkiye’nin İdlib’deki cihatçıları kontrol etmesi kararını hatırlatmış. İdlib’in boşaltılmasını istemiş. Erdoğan zaman istemiş, Putin de daralan zamandan söz etmiş.

İkinci konu, Akkuyu santrali imiş. Türkiye’de, Akkuyu’da, hiç Türk firmasının kalmadığı propagandası yapılıyordu. Doğru elbette. Erdoğan bunu sormuş. Putin de, “Sizin gösterdiğiniz her firma hırsız çıktı. Bizim önerdiğimiz Türk firmalarını da siz kabul etmediniz” demiş. Sanırım, bir kişiye hırsız demekten daha ağırdır, gösterdiğiniz her firma hırsız demek. Deniyor ki, Putin, ya tazminat verin ve çıkalım ya da tamamı Rus firmalarla devam edelim demiş. Öyle olmuş.

Erdoğan, biraz para istemiş. Putin, Rus firmaları olduğuna göre para göndermeyi kabul etmiş ve galiba 15 milyar dolar para gelmiş. Ama para elbette santrali yapan Rus firması için geliyor. Ama, bunlar, ülkeye döviz geldi diye seviniyorlar. Çok soymuşlar da ondan.

Erdoğan yardım istemiş deniyor. Putin de, petrol ve gazı ruble ile ödeyin demiş. Rubleyi Rus turistlerden, banka sisteminizi Rus kredi kartlarından ruble ödemesine açarak yaparsınız demiş.

Aslında gerilimli olmasa da, Erdoğan için mutluluk dolu bir toplantı olmamışa benzer.

Bu sızan bilgiler doğru mu acaba? Akkuyu için söylenenleri doğrulamak mümkün. 15 milyar dolar da gelmiş görünüyor. Rus firmalar Türk hırsız dedikleri firmaları tasfiye etmişler. Suriye operasyonu ve Suriye devleti ile görüşme işi de doğru görünüyor. Çok güncel hâle geldi. Ruble ile ödeme meselesini de bizzat Erdoğan söyledi. Hatta Rus bankalarının kredi kartları kullanılmaya da başlanmış deniyor.

Şimdi, burada Putin’in Erdoğan’ı kurtaracağı nerede var?

NATO’cu ve Batıcı iktisatçılar, hemen, ruble ile ödemek bir avantaj değil, zaten ruble de değer kazanıyor demeye başladılar. İyi ama ülkenin dolar ihtiyacı azalır ve ciddi azalır. Bu durum, dolar ile sürecek spekülasyonun etkisini azaltır. Bunu neden görmezler?

Senaryoya dönersek, sanki, Putin’in Erdoğan’ı kurtarma hevesi hiç yokmuş gibi görünüyor. Sanki, Putin, kendi ülkesinin çıkarları için, durumu ele alıyor, kullanıyor gibidir. Erdoğan’ın Putin’e yaklaştığı da hayal ürünüdür. Olsa olsa ABD’nin rahatsızlığını dile getirmenin bir biçimidir bu. Ne garip, ülkenin en aslan “demokrat”ları, “Putin’e gitme o otokrat, Biden’a git o demokrat” der gibiler. Oysa, zaten Biden’ın ellerindedir Erdoğan. İpini takip edin, Biden’a ulaştığını göreceksiniz.

3

Seçim meselesine bakalım. Senaryolar epeyce çeşitli. İlki, Erdoğan, kaybedeceği bir seçime gitmez. Görünen o ki seçimi kaybedecek. Bu durumda, son dakika şapkadan tavşan mı çıkaracak?

Burada yollar ayrılıyor.

Birinci yol, tavşan çıkartacak. Ekonomi düzelecek ve seçime gidecek. İkinci yol, seçime giderken öyle bir saldırı politikası ortaya koyacak ki, seçimi kazanacak. İkisini bir arada düşünen senaryolar da pek yakında eklenir.

Ekonomi nasıl düzelecek?

Ekonomi, mesela tekeller için kötü mü? Değil.

Mesela Koç için ekonomi kötü mü? Değil.

Mesela yüzde 14 faizle MB’den para alıp, %26 ile hazineye satan bankalar için ekonomi kötü mü? Değil.

Mesela silah tekelleri için ekonomi kötü mü? Elbette değil.

Demek beşli çete yalnız değil. Hepsi için ekonomi iyi. Kârlarına kâr, servetlerine servet katıyorlar. İstedikleri kadar ucuza işçi buluyorlar, istedikleri gibi vergi kaçırıyorlar.

Öyle ise ekonomi kimin için kötü?

Mesela küçük esnaf için kötü. Kiraların altında eziliyorlar ve bir ay sonra daha fazla, üç ay sonra daha fazla, 6 ay sonra daha fazla ezilecekler. Öyle kolay değil, bir esnafın pankart asması. Yeri, adresi belli. Esnaf ne yapsın, pankart asma deneyimi yok. Henüz, pankarta bomba süsü vermeyi bilmiyor, henüz pankartı adresinin kapısına değil de uzağa asması gerektiğini bilmiyor.

Mesela işçiler için kötü. Çünkü dün yediklerini yiyemiyor, ama daha çok çalışıyorlar. Elektrik su paralarını ödeyemiyorlar ve yarın daha da kötü olacak, bunu biliyorlar. Her markete gittiklerinde, fiyatlar onları korkutuyor.

Emekliler için kötü ekonomi. Onların fiyatlarla sorunu büyük. Her gece rüyalarında yumurta fiyatlarının üzerlerine yürüdüğünü görüyorlar. Domates onlara düşman, salatalık saldırgan olarak görünüyor. Bibere baktıklarında canlarını kurtarmak istiyorlar, et yemek için, komşularının hayvanlarını dikizliyorlar.

İşsizler için kötü. Onlar, çöplerden yiyecek, pazar artıklarından sebze toplamaya çalışıyorlar. Fiyatlara bakacak kadar cesaretleri yok, markete girebilecek kadar şanslı değiller.

Şimdi, ekonomi kimin için düzelecek de sonra seçim olacak?

Erdoğan, Mart’ta enflasyon düşmeye başlayacak diyor. 2023’ten söz ediyor. Nasıl düşecek enflasyon? Hangi sihirli hâl ile?

Efendim, Erdoğan para bulacakmış.

MB döviz rezervleri eksi 53 milyar dolarda (gelen 15 milyar dolar sonrasında). Nasıl para bulunacak? Hangi kredi ile, yüzde kaç faiz ile?

Öyle ise ekonomik “düzelme”ye dayalı oy artıracak bir günü bekleyip seçime gitmek diye bir ihtimal yok.

Bunun yerine, saldırıya, şiddete, korkuya ve hileye dayalı bir oy artırma ve seçim kazanma yolu bulunabilir mi?

Sanırım, bugün, Erdoğan’ın oy oranı, barajın altındadır. Bunu üç kat hile ile yüzde 20’lere çıkartmak mümkün. Ama bu da yeterli değil.

Baskı ve şiddet, zaten hep var. Dahası da gelecek. Sanırım, 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi olmasa da, bazı suikastler vb. deneyeceklerdir. İyi ama, bunların da seçimi kazandırması mümkün değil. Çünkü, trend, eğilim olumsuz yöndedir ve ne yaparlarsa yapsınlar, ivmeyi AK Parti’den yana değiştirmeleri mümkün değildir.

Elbette seçimi kaybetti ama sonucu kabul etmedi durumu da var. İyi ama, bu senaryoda, zaten önceden belli olan seçimi kaybetme hâlini niye denesin?

4

İşte bu durumda Erdoğan’ın, kaybedeceği bir seçime girmeyip, kendi yerine bir başkasını aday göstermesi mümkün müdür? Bu senaryo da var.

Buna göre Erdoğan’ın hesabı, mesela Akar’ı seçime sokup, kaybetmesini sağlamak ve ardından yeni kazanan mesela Kılıçdaroğlu’nun, devraldığı enkazın altında kalarak çökmesini bekleyip ve mesela 3 yıl sonra tekrar seçimle Erdoğan’ın gelmesi mümkün mü? Teorik olarak mümkün. Ama seçimleri çok fazla ciddiye almak anlamına gelmiyor mu bu?

Konuşulan bir senaryo da budur.

Sanırım, bu senaryonun yazarları, Erdoğan’ı ikna etmeye çalışıyorlar. Ama Erdoğan paralarına o kadar bağlı, suçlarının dağları geçtiğine o kadar emindir ki, bu riski göze almayacaktır. Mesela yargılanırsa ne yapacak?

Senaristler, seçimden önce garantili bir af yasası çıkartacağını söylüyorlar. Yani, yargılanmayacaklar. Bu durumda da paçayı yırtacaklar.

İyi ama nasıl bir af yasası olursa olsun, Erdoğan’ın iktidarda olmadığı bir dönemde paralarının garantisi olamaz. Yargılanmama garantisi, garantiyi verenlerin niyetlerini aşacak bir durumdur ve buna Erdoğan’ın ikna olması zordur.

Elbette, Erdoğan olmadan Saray Rejimi devam edebilir. Bu mümkün ve olasıdır. Ama bu, tekrar Erdoğan’ın geleceği bir durumu ifade etmez. Tersine, Saray Rejimi’ni güçlendirme isteğini ifade eder Ve bu savaş politikalarının ayyuka çıkması, mesela İran’a saldırı demek olur. Bu duruma karar verecek olan kişi Erdoğan değildir. Bu Erdoğan’ın değil, onun efendileri ABD’nin kararı ile olabilir. Böylece Erdoğan’ı ABD seçime zorlar, denilmiş olur.

5

Bir de elbette, Erdoğan seçimi kaybeder, ama iktidarı teslim etmez alternatifi var. Bu biraz zorlama bir senaryona benziyor. Zira, sonuçları aşağı yukarı önceden bellidir. İstanbul seçimi gibi kritik sınırlarda dolaşan bir durumu ifade edecek hâl ortada yok. Erdoğan, her geçen gün daha fazla oy kaybeder. Bu durumda, az oy farkı ile seçimin tartışmalı hâle gelmesi mümkün değil. Bunun yerine seçimi yapmamayı denemesi daha akla uygundur. Elbette, Kılıçdaroğlu bu seçim olacak demektedir. Zaten onlara göre, Erdoğan yasalara da saygılıdır ve bu ülke de bir hukuk devletidir. Onların bakış açısına göre sadece sorun Erdoğan’dır.

Onlara göre, bu ülkede hukuk işlemektedir.

Bizce de işleyen bir hukuk var, buna iç savaş hukuku diyoruz ve yasaların bir önemi olmadığı anlamına gelmektedir.

Seçimi kaybedeceği açık iken, seçime girip sonuçlarını kabul etmeme hâli, saçma bir senaryoya benzemektedir. Bizans sarayına tek başına giren Kılıçdaroğlu’nun, bir okla beş kişi öldürmesi sahnesine benziyor.

6

Erdoğan seçimi erteler. Bunun için bir savaş yeterlidir. Kimisine göre bu senaryoda, olağanüstü hâl yeterlidir. Kanımızca değildir. Çünkü zaten olağan hâl yaşamıyoruz. Burada Saray Rejimi’nin doğru kavranması önem kazanıyor. Saray Rejimi, zaten olağan olmayan hâllerin sonucudur. Çöküşten söz etmenin nedeni budur.

Savaş, seçimi ertelemenin yoludur. Bunu yaptığında, altılı masanın buna evet demesi garantidir. Çünkü savaş “milli bir politika” olarak sunulacaktır. Zaten altılı masa, “milli” politikalara sadıktır. Asla ve asla, Saray Rejimi’ni, ciddi konularda eleştirmemektedirler. Ortaya bir durum çıkınca, buna üzüldükleri için, “bak yönetemiyorsunuz” diyorlar. O kadardır. Libya politikalarına, Suriye politikalarına, Kafkaslar politikalarına, Balkanlar politikalarına hayır demişler midir?

Savaştan sonrası ise, belirsizdir, tufandır. Ama Erdoğan, kendini garantiye almayı başarır. Bu arada olacak olan şeyler, doğrusu onu ilgilendirmez. Hem sonra, İslamî düşünüşte, “yarın ola hayrola” geçerli akçedir. Erdoğan, bu duruma uygun olarak, kendini sağlama almayı hedefleyebilir. Elbette, bugünden kendisine bir sığınak ayarlamıştır. Kaçacak bir ülke çoktan ayarlanmıştır. Ama garantisi yok işte. Hırsızlığın, hiçbir zaman ebedi bir garantisi olamaz.

Seçimi iptal etmesi, ertelemesi daha yüksek bir olasılıktır. Zira, ABD açısından, kendisine gerekli tetikçi bir ülkenin başında yeni birisinin olmasının bir faydası yoktur.

ABD, Erdoğan’a açıkça, seçime gideceksin demeden, bir seçim olması ihtimali düşüktür. Bunun, yani seçimi ertelemenin çokça yolu vardır.

7

Seçim olur ve Kılıçdaroğlu aday olur. Altılı masa onu aday gösterir. Bu durumda Erdoğan ile bir anlaşma yapılmamış ise, Erdoğan kaçar. Yanında da epeyce adamla birlikte. Paralarını elbette kaptırır. Kendi parasından yüzde on kalır. Zaten yüzde on komisyonculukla işe başlamıştır. Uygun düşer.

Aday Kılıçdaroğlu mu olacak, İmamoğlu mu, yoksa Yavaş mı, bilinmiyor. Ama Kılıçdaroğlu, kendi partisi içinde sol eğilimde olanlara kendi adaylığını sormakta, onaylatmak istemektedir. Kendisi de, kazandıktan sonra siyasetten çekilme garantisi vermektedir. Bu nedenle, beklentileri olmayan bir cumhurbaşkanı adayı ile, geçiş dönemini tamamlama isteği altılı masaya uygun gibidir.

İmamoğlu, belki daha uzun süreli bir siyaset için hazırlanmaktadır. Öte yandan, İmamoğlu’nun kazanma olasılığı dün daha yüksek idi. Bugün, Erdoğan’ın karşısına kimi koyarlarsa kazanır gibi bir hâl ortaya çıkmaktadır.

Kılıçdaroğlu, bu durumda Kürtlere dönük bazı adımlar atacaktır.

Kılıçdaroğlu seçilince, İstanbul Sözleşmesi’ne geri döner. O kadarını yapar. Gerisini bilmek mümkün değil. Ekonomi toparlanamaz. Hele ki, paralarını kaçıracak olanların varlıklarına el konulmazsa, hele ki hızlı bir yargılama süreci başlatılmazsa vb. Kürtlere karşı savaş biraz biçim değiştirebilir.

Türkiye IMF’ye gider.

NATO’ya bağlılık daha üst düzeyden ifade edilir.

CHP’nin derin NATO’cuları öne çıkar.

Kemer sıkma politikaları hayat bulmaya başlar. İşçiler, emekçiler için hayat daha da zorlaşır. Bu zaten her durumda olacak olandır.

8

Sedat Peker’in açıklamaları, son dönemde, giderek daha çok Erdoğan’a yönelmektedir. Bu saldırılar, Erdoğan’ı bir uzlaşmaya razı etmek amacını güdüyor olabilir. Bunun gerçekleşmesi hâlinde, daha da farklı senaryolar devreye girebilir. Erdoğan, bu uzlaşmada, paralarını ve ailesini düşünecektir. Ama bu uzlaşma, Saray’a bağlı çetelerin tümünü kurtarmayı başaramaz. Bu durumda da uzlaşma olmaz.

9

Tüm bu senaryolarda, işçiler, emekçiler, geniş halk kitleleri yoktur. Halk, işçi ve emekçiler, bir sonraki aya nasıl varacaklarını düşünmektedir. İşçi ve emekçiler için, halkın büyük çoğunluğu için, durum şöyledir: “İyi haber henüz ölmedik, kötü haber hâlâ yaşıyoruz.” Yaşamak giderek daha da zorlaşmaktadır. Ekonomik kriz, yaşamı çekilmez hâle getirmiştir. Bu koşullarda işçi ve emekçilerin bir sonraki ayı, bir sonraki haftası, bir sonraki günü bile bilinmezdir.

Eylül okulların açılacağı aydır. Okul masrafları, artan fiyatlar, düşen alım gücünün üstüne binecektir. Ülkenin bazı bölgelerinde Ekim ayından sonra havalar soğuyacak, elektrik ve ısınma masrafları artacaktır. Tüm bunlar, yaşamı daha da çekilmez hâle getirecektir.

Asgarî ücretteki artışlar, bir aylık bile bir rahatlama sağlayamaz hâldedir.

İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin senaryoya dahil olacağı yol, devrimin yoludur. Direnişler genişlemeli, daha da sağlam hâle gelmeli, daha örgütlü hâle gelmelidir. Direnişler, ülkenin her yanında vardır. Bunları daha organize hâle getirmek, daha birbirinden haberdar hâle getirmek mümkündür.

Erdoğan’ın gidişini, Saray Rejimi’nin yıkılmasına götürmenin tek yolu, işçi sınıfının önderliğinde bir ayaklanmadır. Bunun kolay bir iş olmadığını biliyoruz elbette. Ama başka da yol yoktur. Bunu, işçi ve emekçilerin önüne açık ve net bir biçimde koymak, devrimden söz eden herkesin ortak görevidir. Önce Erdoğan gitsin, gerisine sonra bakarız tutumu, yanlış bir tutumdur. Devleti, Saray Rejimi’ni anlamamaktan kaynaklıdır. Ülkemizin bir sömürge ülke olduğu gerçeğini kavramamaktan kaynaklıdır. Tekellerin egemenliğinin ne demek olduğunu unutmakla ilgilidir.

Devrim mayalanmaktadır.

Köstebek, yerin altını kazmaktadır.

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, bir sosyalist devrime hazırlanmak zorundadırlar. O gün gelmeden hazırlanmak esastır. O gün geldiğinde gerekeni yapmak için, örgütlü, bilinçli, berrak akıllı olmak gerekir.

Mücadele sertleşiyor, cepheler netleşiyor, maskeler düşecek

İster dünyaya bakalım, isterseniz bölgemize ya da ülkemize bakalım, mücadelenin sertleştiğini, sertleşmeye devam ettiğini görmemiz, bunu not etmemiz mümkündür. Bu sadece çözülen ABD hegemonyasına karşılık, ABD’nin her yerde ve her yolla savaşı dayatması anlamında değildir. Elbette, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı, Japonya, Almanya, ABD, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, diğer Batı emperyalist güçleri arasında sürmektedir ve sürekli farklı bir tonda düzey yükseltmektedir. Ukrayna provokasyonu, ABD-NATO eli ile yapılmış bir provokatif eylem olarak ortaya çıkmıştır. Ve tam bu nokta netleşmiş, tam Batı’nın “demokrasi” ile cilalanmış tutumu değerini kaybetmeye başlamış iken, ABD, Tayvan provokasyonunu organize etmiştir. Demek artık, “demokrat” görünmeleri önemli değil. Belli ki, yarın, mesela İran’a dönük bir savaş oyunu ortaya konacaktır, sonra da başka bir ülkeye dönük. ABD, kendi hegemonyasının çözülmesini önlemek için, savaş bayrağını yükseltip, NATO kanalıyla tüm eski Batı müttefiklerini kontrol etmeyi sürdürmek istiyor.

Yani, buradan bakınca da bir sertleşme, bir cephelerde netleşme, bir maskelerin çıkarılması ya da düşmesi süreci yaşanmaktadır. Örnek olsun, mesela Henri Barkey isimli CIA’ya çalıştığı ifade edilen bir akademisyenin, son derece düzgün Türkçesi ile, Ağustos ayı başında yaptığı açıklamalar böyledir. Henri Barkey, Osman Kavala’nın “casus”luk suçlamasının temelini oluşturacak bir bağlantı olarak sunulmuştu. İddianamede ismi geçiyormuş ve bu anlamda “deşifre” olmuş sayılabilir (Okuyucu, “deşifre” olmayı, halkın nezdinde diye anlamamalıdır. Aslında bu uluslararası güçlerin adamları, rakipleri tarafından anlaşıldıklarında deşifre olmuş olurlar). Henri Barkey ile Kavala, birlikte yemek yemişmiş vb. Oysa Barkey, bir soru üzerine mi, yoksa durup dururken mi, bilmiyoruz, “aslında ben ünlü bir gazeteci ile yemek yedim, Osman Kavala ile değil” şeklinde konuştu ve bu “ünlü gazeteci”nin kendi ismini kendisinin açıklamasının daha uygun olacağı anlamında sözler söyledi. Sonunda Aslı Aydıntaşbaş, o kişi ben değilim şeklinde başlayan bir tartışmadan sonra, anlaşılan Türkiye’yi terk etmiş. Sonunda, o kişinin kendisi olduğunu kabul edecek tarzda, Henri Barkey’in kendisini deşifre ettiğini, karalamaya çalıştığını vb. dile getirdi. Böylece Aslı Aydıntaşbaş’ın, “operasyonel gazeteci” olduğunu öğrenmiş olduk. Doğrudan hangi istihbarata, hangi bölümüne çalıştığını bilmiyoruz. Ama anlıyoruz ki, öyle imiş. Henri Barkey CIA’ya çalışıyorsa, muhtemelen Aslı Aydıntaşbaş da bu anlamda görevler almış idi ise, bu açıklamalar nedendir? Son derece basittir. Her ikisini de, rakip istihbarat güçleri zaten biliyordur. Sadece burada açıklama halka yapılmış oldu. Yine tanınmış bir gazeteci olarak ABD’de yaşayan Cüneyt Özdemir, konuya müdahil oldu. Aslı Aydıntaşbaş’a karşı bir “karalama kampanyası”nın yapıldığını dile getirdi. Özdemir, Aslı Aydıntaşbaş’a, büyük bir refleksle sahip çıktı.

İyi ama, karalama kampanyasını kim yürütüyor? ABD için çalışan gazetecileri, ABD adına çalışan akademisyen mi deşifre ediyor?

Özdemir bize bunun yanıtını vermiyor. Oysa gazetecilikte “beş N bir K” vardır ya, buna göre, gazeteci bunları da yanıtlamalı.

Bu olay, belli ki, büyük güçlerin çatışmalarının bizdeki yansımalarıdır. Bir akademisyen, bir uzman, bir gazeteci vb. eskisi gibi NATO cephesine çalıştığı için, NATO güçlerinin hedefi olmaktan kurtulamıyor. Bu artık böyle. Ülkemizdeki her çete, her mafya grubu, her tarikat vb. aslında içlerine uluslararası güçleri de alan, devlet çarkının bir parçasıdırlar. İsmailağa Cemaati, dün sadece TC devleti tarafından belirlenmiş kişilerce yönetilirdi. İyi ama şimdi, TC devletinin içinde ABD, Almanya, İngiltere, İsrail, Fransa vb. vardır ve bunların her biri kendi güçlerini geliştirmek istemektedir. Bu nedenle, egemenler, mesela Kürt meselesi, devrimci işçi hareketi vb. olduğunda, birleşmektedir. Bu arada ise kendilerini yemektedirler. Normali de budur. Bu grupların içinden daha kapsamlı bilgiler elde etmeden, Aslı Aydıntaşbaş olayının detaylarını bizim bilmemiz mümkün değil. Bu nedenle olacak, Sedat Peker açıklamalar yapınca, herkes ilgi duyuyor. Öyle ya, bu suç organizasyonlarını, cami imamı anlatacak değil. Cami imamlarının da anlatacakları çıkacak, biraz daha zamanı var gibi.

Mücadele sertleşiyor, cepheler netleşiyor derken, biz daha çok, yakın çevremizdekilere bakmakla yetinmek istiyoruz. İşte Aslı Aydıntaşbaş olayı böyle. Bu arada, Aslı Hanım, kendini korumak için Osman Kavala lehine ifade vermemiş de oluyor. Öyle ya, Cüneyt Özdemir’in sevgili Aslı Aydıntaşbaş’ı, çıkıp “hayır o adamla yemek yiyen Osman değil, bendim” demeliydi. Hem anlaşılan Osman Kavala’yı da yakinen tanımaktadır.

Son günlerde, iktidar cephesinden, Saray çevresinden, AK Parti denilen yapının (AK Parti, artık bir siyasal parti değildir) içinden, çeşitli çıkışlar ortaya çıkmaktadır. Bu çıkışlarda da, benzer biçimde farklı çıkar gruplarının çatışmaları etken olabilir. Bizim görüşümüz şudur: AK Parti, (a) parti değildir, bu işi bitmiştir ve (b) birden fazla bir yapıdır. Yani, mesela İsrail’in bir AK Parti’si vardır ya da Almanya’nın, ABD’nin de bir AK Parti’si vardır ya da İngiltere’nin veya Fransa’nın. Onun için bir tane AK Parti yoktur. Dahası, bu uluslararası düzeyi bir yana bırakalım, mesela inşaat çetesinin bir AK Parti’si vardır, enerji çetesinin de, medya çetesinin de. Mesela Sedat Peker, 13 Ağustos’ta, Yeşildağ isimli bir çeteyi açıklarken, sahip olduğu TV kanallarını da açıklamış oldu. Bu çeteler, Saray tarafından beslenen, ama artık kendilerine ait güçleri de olan çetelerdir. Bunu tarikatlar için de söylemek mümkündür. Her tarikat, artık, bir holdingdir ve mafyatik bir yapıdır, çetesel bir yapıdır, istihbarî bir yapıdır. Bunların hepsi iç içedir.

Kürt halkına karşı yürütülen savaş, bir yandan milliyetçilik, bir yandan İslamcılık ile yürütülen bir savaştır. Ama içinde, bu çeteler, bu tarikatlar, NATO şemsiyesi altında tüm güçler, içinde uyuşturucu çeteleri, içinde uluslararası güçler vb. vardır.

Eğer devletin, Saray Rejimi’nin yapısını kavrayamazsak, mesela Perinçek’in, Ağar için övgüler düzmesini açıklamak zor olur. İşte mesele tam da buradadır.

Artık, mücadele sertleşiyor, yol ayrımları yakınlaşıyor, kimisi maskesini çıkartıp açıktan saf tutuyor, kimisi ise bir başkasının maskesini düşürüyor.

Bu süreç, “niyetlerle” açıklanacak bir süreç değildir. Sürecin kendine has bir nesnelliği vardır. Bunu kavramak önemlidir.

Mesela Suriye savaşını ele alalım: Suriye savaşını ABD, NATO mekanizması organize etti. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar bu konuda açık, önde roller aldı. Başkaları da işin içindeydi ama bu ülkeler, adı geçenler, özel olarak önde idi. TC devleti, Suriye sınırından mayınları bu nedenle, İsrailli bir firmaya temizletti. Ürdün sınırında olaylar başladığında, sadece İsrail değil, kuzey sınırında Türkiye de harekete geçti. Davutoğlu, ABD emri ile, Esad ile görüşüp, istekleri bildirdi. TC devleti, tüm güçleri ile, İslamcısı ya da Ergenekoncusu, hangi kanatları varsa tümü ile, bu işin içine daldı. Birincisi savaş büyük rant demekti ve ikincisi Suriye zaferi zaten çok kısa süre sonra gelecekti inancındaydılar. Onlara göre, çok kısa sürede, büyük bir kâr ve güç elde etmek mümkün idi. Hele ki, bir de Kürt halkına karşı geniş çaplı bir kıyım da mümkün olacaktı ki, bu durum heveslerini artırıyordu. Emevi camiinde namaz kılma isteği budur.

Oysa işler öyle gitmedi.

Süreci özetlemeye gerek yok. Suriye halkları direndi. IŞİD organizasyonu ile tüm sahayı düzlemeyi hedefleyen ABD-NATO mekanizmaları, halkın direnişine takıldı. Suriye devleti de direndi ve daha sonra Rusya, Suriye’nin çağrısı ile sahaya indi. Böylece, işler değişti. TC devleti, Suriye’nin bir bölümünde bugün işgalcidir. Kürt halkına karşı savaş için bu işgal ellerini güçlendirmektedir.

Bugün ise, durum biraz daha farklılaşmıştır. Rusya Erdoğan’a, söylendiğine göre, “operasyon yapamazsın, hatta ev de yapma” demiştir. Ve Çavuşoğlu -kendisi Dışişleri Bakanı unvanına sahiptir-, açıklamalar yaptı. “Suriye devleti ile muhalifleri barıştırmak”tan söz etti. Çavuşoğlu, Erdoğan’ın görüşmelerine bile katılamayan, Erdoğan’dan gelen izin üzerine açıklamalar yapabilen, hobi olarak dışişleri bakanlığı yapan biri gibidir. Alınmasın, ama hobisi dışişleri bakanlığı olan başka bir “kul” bulunamaz. Zaten TC devletinin dışişleri, bir çeşit hobi çalışması olarak da ele alınabilir. İş, ABD-NATO hattında yapılmaktadır. Dışişleri kadrosuna ise, buna uygun bazı hamleler yapmak, açıklamalar yapmak, ziyaretler yapmak düşmektedir. Muhtemeldir ki, bu ziyaretlerin her birinin en önemli konusu, nerede yemek yenecek, alışveriş için nereye gidilecek konusudur.

Çavuşoğlu “Suriye devleti ile muhalefetin barışması” cümlesini kurunca, TC devleti tarafından, “Kuvayımilliye” olarak adlandırılacak kadar sıcak ilişkiler içinde oldukları ÖSO grupları, TC bayrağını yakmaya, protestolar organize etmeye başladılar. ÖSO grupları demek, hem milliyetçilik hem İslamcılık, hem para hem rant, hem mafya hem uyuşturucu vb. demektir. Bir de elbette devlet yönleri vardır. Suriye’de işgal ettikleri topraklarda emniyet müdürü, kaymakam vb. atayan TC devleti, elbette onları da içine alacaktır.

Şimdi bu olayların bu biçimde gelişmesi, elbette, kendi nesnel mantığı içinde anlamlıdır. Ama bu durum, birçok kişi için maskelerin düşmesi demek olacaktır. Başkası da mümkün değildir.

TC devleti, Saray Rejimi, kendi egemenliğini sürdürmek için, savaşa, adeta bir müptela kadar ihtiyaç duymaktadır. Erdoğan’ın Putin’den Suriye’de yeni bir saldırı için izin istemesinin nedeni budur. Ne İran ne de Rusya için bu saldırı göz yumulacak gibi değildir. Ama müptela, bunu düşünmez, ister.

Müptela, ÖSO unsurlarını gösteriye teşvik ediyor. Muhtemelen Akar, “inandırıcı olsun” demiştir ve bayrak bu nedenle yakılmış olmalıdır. Bu yolla Erdoğan, Putin’e, “bakın biz elimizden geleni yapıyoruz ama sahada durum biraz zor” diyecektir. Sanki, Saray Rejimi’nin, bu pespaye numaralarını kimse anlamayacak, sanki maskeler işe yarayacak.

Neylersin, kişi kendini bir şeye inandırıyorsa, o durum ne kadar gülünç olursa olsun kendisine çok uygun görünüyor. Savaş müptelası olma hâlinden kaynaklıdır.

TC devleti, bu nedenle, bugün, Irak içlerine saldırılar düzenlemektedir. Anlaşılan Saray Rejimi, Sincar üzerinden Kerkük hayalleri kurmaktadır. Bu hayalleri onlara veren, elbette ABD-NATO’dur. Kürtlere karşı her saldırının ardında, bu güçler vardır. ABD, TC devletine Kerkük hayalleri vererek, TC ve İran arasında bir savaş planı yapmaktadır. Görünen budur. Suudi Arabistan ile TC arasında canlandırılan ilişkiler de bunun ifadesidir. Bölgeyi ziyaret eden Biden, “Ortadoğu’da Rusya ve Çin’in dolduracağı bir boşluk bırakmamaktan” söz etmektedir. Bu durum, açık olarak İran’a karşı operasyon hazırlıklarının temelidir.

Öyle anlaşılıyor, ABD, NATO kanalı ile, Batı güçleri üzerindeki denetimi artırabilmek için, saldırılar organize etmekte, sonra bu durumu yeni bir üslenme hamlesine çevirmek istemektedir. Ukrayna’da oynadıkları oyun, Rusya’nın operasyonu ile karşılık buldu. Ama ABD, bu durumu, (a) Avrupa’ya yerleşmek, yeni üsler elde etmek, yeni konumlamalar yaratmak, bu yolla tüm Avrupa’yı denetim altına almak ve (b) Rusya’yı uluslararası alanda izole etmek için kullanmıştır. Doğrusu, Ukrayna’da Zelenski ağır bir durum yaşamakta olsa da, ABD, Avrupa üzerinde kontrolünü artırmayı başarmıştır, kazançlı çıkmıştır.

Tayvan için de plan buna benzerdir. Çin’i büyük ölçüde kendi etrafında odaklayacak bir sorun yaratmakta, sorunu büyütmekte, ardından da bölgedeki güçleri kendi etrafına toplama isteğini gerçekleştirmek istemektedir. Tayvan’da bir savaş gerilimi yaratan ABD, Güney Kore ve Japonya’yı kendi denetimine almak, var olan denetimini artırmak istemektedir. Muhtemeldir ki, bölgede yeni üsler talep edecektir.

Şimdi sıranın nerede olduğu tartışılabilir.

Muhtemel yeni alan, Biden’ın hava ile tokalaşmaya devam ettiği İsrail ziyareti ile başlayan Ortadoğu’dadır. İran’a dönük yeni operasyonların ortaya çıkması mümkündür.

Tüm bu süreçler, elbette, herkesin maskelerini indirip, saf tutmasına neden olmaktadır. Mesela Almanya’da Yeşiller Partisi, maskeleri indirmiş ve savaş şahini postunu giymiştir.

Mücadele tek tek ülkelerin içinde de sertleşiyor, sertleşecek.

İşçi ve emekçiler, savaşa dahil olan tüm ülkelerde, krizin ve savaşın faturasını ödemek ile karşı karşıyadırlar. Bu durum, tüm kapitalist dünyada, yani tüm dünyada, işçi hareketinin daha ciddi direnişlerle ortaya çıkmasını koşullayacaktır. Bu durum, daha bugünden, birçok Avrupa ülkesinde, ABD’de vb. maskeleri düşürmektedir. Artık “demokrasi”den değil, artık, iç ayaklanma ihtimallerine karşı savaş yollarından söz ediyorlar. “Demokrasi”, artık kapitalist devletlerin, bizim adlandırmamızla tekelci polis devletlerinin apış arasını örten bir örtü olmaktan dahi çıkmaktadır. Bu nedenle, mücadele daha da sertleşecektir. Artık, işçi dostu, demokrat vb. görünmek kimsenin tahammül edeceği bir maske olmayacaktır. Zira işe de yaramayacaktır.

Almanya’da Yeşillerin savaş postundan söz ettik. Aynı şekilde tüm Avrupa’da, ABD’de NATO emrinde gizli olarak örgütlenmiş olan Neonazi örgütlenmelerin sahaya sürülmeye başlandığını görüyoruz.

Ülkemizde de sınıf savaşımı sertleşecektir, sertleşiyor. Buna bağlı olarak cepheler netleşecektir. Ve elbette buna bağlı olarak maskeler inecek, herkes kendi sınıfı adına mücadeleye yönelecektir.

Artık, ortada kalmak, eskisi kadar kolay olmayacaktır.

12 Eylül ile başlamış bir karanlık dönem var. Bu dönem içinde birçok okuryazar (biz ısrarla okuryazar takımı-OYT diyoruz), her olayda, bir çeşit “sınıflar üstü”, “tarafsız” yer almaya yöneldi. Aslında, devleti destekliyorlardı ve mücadele edenlere karşı idiler. Ama bu “tarafsız” tutumlarını, “çok yönlü bakmak” gibi bir erdemli yaklaşımın arkasına sığınarak yapıyorlardı. Şöyle diyorlardı “iyi ama, bu devrimciler de bu denli eylem yapmamalılar.” Evet coplandılar, TOMA ile karşılandılar, iyi ama yine de Taksim’de ısrar etmek niye ki? İşte hep bunları söylediler ve bunun adına, “gerçekçi olmak”, bunun adına “uygar olmak”, bunun adına “tarafsız olmak” dediler. Devlet, Tekel işçilerinin karşısına tüm güçleri ile çıkınca bunlar, tam da bu “tarafsız” hâllerini sürdürdüler.

Öylesi karanlık dönemlerde, kendini gri bölgede kalarak gizlemek mümkün olabiliyordu. Artık olamıyor, olmayacak.

Mücadelenin sertleşmesinden söz ediyorsak, bunun OYT için pratik anlamı budur. Artık, “tarafsız” kalma lüksünüz bitmiştir. “Tarafsız” kalmaya devam edebilirsiniz elbette, ama bunu bir “entelektüel tutum” olarak, erdemlilik olarak sunamazsınız. Bu bitmiştir.

Artık, “ortada kalmak”, kimseye bir avantaj sağlamayacak. “Ortada” denilen yer, iki cephenin, deyim uygun düşerse savaş sahası olacaktır. Ortada kalmak, arada kalmak, uzun süreli bir tutum olamayacaktır.

Ya işçi sınıfından, devrimden, sosyalizmden yana tutum alacaksınız ya da devletten yana, Saray Rejimi’nden yana. Nitekim, gelişmeleri iyi okuyabilen herkes, bunun çok sayıda işaretini görebilir.

Saray’ın çevresinde boşalmalar oluşmasının nedeni, “kaybetmeyi görebilen hırsızlara özgü bir zekâ”dır.

İçinde birazcık onur, insanlık taşıyan her okuryazar, her insan, “korkunun verdiği zekâ”yı değil de, umudun ve direnişin verdiği cesareti seçmek zorundadır. Mücadele etmek, direnmek, cesaret istiyor. Sisteme adapte olma “zekâsını” terk etmenin zamanıdır. Direniş ve mücadele, temizlenmenin, arınmanın yoludur ve ardından, daha büyük bir direniş zekâsını devreye sokmanın anahtarıdır. Yaşadım, yaşıyorum diyebilmenin yolu, direnişe, emek cephesine, devrim cephesine katılmaktan geçmektedir.

Sömürü, yoksulluk, işsizlik, açlık kader değildir

Ekonomik kriz, ekonominin gidişatı üzerine tartışmalar oldukça yoğun ve oldukça güncel. İktidar cephesi, devlet, Saray Rejimi, aslında hiçbir sorun olmadığını, her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Pahalılık yok, işsizlik yok, açlık hiç yok. Hadi diyelim ki pahalılık var, o da Allah’ın işidir. Diyanet İşleri, hiç utanmadan, “yokluk, pahalılık Allah’ın işidir” diyebiliyor. Demek olmayan pahalılık, artık kabul ediliyor. Allah’tan ya da Saray Rejimi’nden kaynaklanıyor olsun, demek ki var. Demek oluyor ki, Saray Rejimi, dini ekonomik politikalarını halka açıklamak için daha komik tarzda kullanmaya başlamıştır. Yolu, Karaman açmıştır, 17-25 Aralık dosyaları patladığında, peygamberin de %10 aldığını söylemiştir.

Demek oluyor ki, bir saptama yapmalıyız: Diyanet İşleri, artık, tek iş yapmaktadır: Saray Rejimi’nin, en çok da Erdoğan’ın söylediklerini, her gün, ama her gün, uygun bir açıklama ile, peygambere ve/veya Allah’a dayandırmak.

Eğer siz, kalkıp “fiyatları Allah bilir, onun işidir” deseniz, emin olun sizi dinle alay etmekten, halkın inançlarını dalga konusu yapmaktan yargılamak üzere içeri alırlar.

Faiz meselesine Nas ile, fiyatlara başka bir sure ile yaklaşan bir iktidar, elbette enflasyon ve işsizlik için de bir açıklama bulacaktır.

Faiz meselesi: Nas

Fiyat artışları: Allah’ın işi

Yoksulluk ve yokluk: Allah’ın işi

İşçi cinayetleri: Fıtrat (yani Allah ne yazmışsa o)

Çalınan paralar-rüşvet: Peygamber de alırdı %10

Açlık: Yok öyle bir şey

İşsizlik: Tümden uydurma

Enflasyon: Allah’ın dolaylı işi, doğrudan değil.

Bilmem gördünüz mü, sürekli Bahçeli’yi suçluyorsunuz, oysa Devlet hiçbir şeye muktedir değil, ne yapsın? Adam açık olarak askıda iş, askıda ucuzluk, askıda aş, askıda püskevit önerecek değil ya! Atasagun, yakında Ağar-Soylu ve diğerlerini de alarak askıda uyuşturucu önerebilirler. Hem bu işsizliğe de çare olur.

Erdoğan, bir gün, “kuru ve suluya zam yapıyoruz ama sürekli alıyorlar” demişti. Sulu, yanlış anlaşılmasın “Sülü” değil, yani Soylu’dan söz etmiyor, ona zam yapmıyorlar. Sulu, rakı oluyor. Zam yapıldığı hâlde rakı tüketimi azalmıyor. Konya’nın en çok rakı tüketilen yer olması da bence aykırı ama son derece olumludur. Hep “rakı-balık-Ayvalık” olmaz. O lükse girer. Oysa Konya’da rakı, mezelerle gider.

Peki Erdoğan’ın kuru dediği ne? Kuru, kuru fasulye değil herhâlde. O hâlde, kokain midir? Kokain cenneti olmuş bir ülkeden söz ediyoruz. Afgan delikanlılarını bilmeyiz ama, büyük paralarla daire, pardon vatandaşlık alan Afganların bu işle bağlantısı olmalıdır. Öyle ya, bir kilo kuru ile, nasıl bir daire alınabilir, milyonluk mu?

Burada bir soru çıkıyor; kuru ve suluya zam yapıyoruz, diyor Erdoğan, iyi ama, fiyatları Allah belirlediğine göre, bu çelişik bir durum mudur? Diyanet’in bu konuda bir açıklama yapması gerekir, öyle muğlak bırakmamak gerek, Diyanet nur gibi açıklamaları ile, bu konuyu da aydınlatmalıdır.

Şimdi tüm bunlar olup biterken, koca koca ekonomistlerin, hayır efendim “faiz neden, enflasyon sonuç” açıklaması yanlıştır, hayır efendim memlekette işsizlik artmaktadır, hayır efendim bu iş cinayetleri önlenebilir, hayır efendim yakında daha büyük bir sorun oluşacak ve dolar fırlayacak vb. demeleri, allah aşkına sizce uygun mudur?

– SSK ve Bağkur emeklilerinin sayısı 8,5 milyon. Toplam emekli sayısı da 13 milyonu biraz geçkin (13 milyon 400 bin kişi, bunun 3 milyon 950 bin kişisi dul ve yetim, 9 milyon 321 bini ise emekli). Bu emeklilerin büyük çoğunluğu, 3500 TL maaş alıyorlar. Temmuz zammı ile birlikte. 2004 yılına kadar, emekli aylığı, asgarî ücretten daha yüksek idi. 2004’ten bu yana iş değişti. Saray Rejimi, egemenler, açık oynuyorlar. Diyorlar ki, emekli adam demek, işe yaramayan adam demektir. Bu adamın artı emeğine el koymak mümkün değil. Bu durumda, bunların yaşaması demek, ekonomi için bir yük demektir. Onlardan alırken, sigorta primi, vergi almak mübahtır. Ama bu paraları toplayan devlet, emeklilik için onlara mümkün olan en düşük ücreti vermelidir. Bu yazı siz okurlarla buluştuğunda, muhtemelen 3500 TL emekli aylığı, 150 dolar edecektir.

2003’te, emekli aylığının en düşüğü 332 TL, asgarî ücret 225 TL idi.

Ama iş bu kadarla sınırlı değildir.

Bu arada, çalışırken de, emekli olduğunda da bir emekçinin sağlık hizmetleri ücretsiz değildir. Dün de bu sorun vardı. Ama tekellerin ve uluslararası sermayenin hizmetinde büyük iş gören Saray Rejimi, işi daha ileri götürmüştür. Sağlık harcamaları, emekli maaşlarını, eğer doktora giderlerse, geçmektedir.

Bu sizce, yokluk, yoksulluk ve hayat pahalılığı olarak ele alınırsa, Allah’ın işi midir? Yaratan, emeklilere, emekçilere, bunu mu yazmıştır? Bu değiştirilemez bir yazgı mıdır? Öyle ise, neden, bir avuç tekelin, Saray zenginlerinin, parababalarının, bankaların kârlarına kâr, servetlerine servet katılmaktadır? Bu da Allah’ın işi midir?

– 16 milyon 270 bin kişi sigortalı işçi. Bunun 9 milyonu, son Temmuz 2022 ayarlamaları ile kuşkusuz daha da fazlası, asgarî ücret alıyor.

Bir de asgarî ücretin altında alanlar var.

Bir de sosyal güvenlik sistemine dahil olmadan, sigortasız, kaçak çalışanlar var. Bunların sayısının 5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.

Mevsimlik tarım işçileri de buna eklenmelidir.

Bunlara çocuk işçileri de eklemeniz gereklidir.

İşte tüm bunların yoksulluğu, tüm bunların fakirliği, açlığı “Allah’ın işi”dir, öyle mi?

Bu yazı sizinle buluştuğunda, Kaldıraç sayfalarında yayınlandığında, asgarî ücret, en son zamla birlikte, 300 dolar civarında olacaktır.

Türk-İş, ki kendisi sendika mafyasının odağıdır, devlet sendikasıdır, diyor ki, açlık sınırı 6.800 TL’dir.

Bir evin kirası acaba ne kadardır?

– 750 bin kişi, bireysel kredi borçlarını ve kredi kartı borçlarını ödeyemiyor. İnsanlar bir yandan sürekli borçlanıyor ve borçlarını borçla ödüyorlar. Ama bu 750 bin kişi, artık borçlanamıyor da. Çünkü zaten var olan borçlarını ödeyemedikleri için, kredi de alamıyorlar. Bunun belki 3-5 katı kişi, borçlarını yeni bir borçla ödüyor. Yakında, bunların bir bölümü de, borçlarını ödeyemeyenler kitlesine katılacaklar.

– Bankalar, kârlarına kâr katıyorlar.

Devletin, Saray Rejimi’nin Nas-faiz politikalarına uygun olarak %14 ile, devletten para alan bankalar, aynı akşam, aynı parayı, devlete %30 faiz ile geri veriyorlar.

İstanbul Sanayi Odası (İSO) toplantısında, MB Başkanı, bir soruya tuhaf bir yanıt veriyor. MB Başkanı’na sorulan soru, %14 faiz var diyorsunuz ama biz %36 ile kredi alıyoruz şeklinde idi. Bu soruya MB Başkanı, “alma abi” diye yanıt verdi. Gözleri parıldayan Nebati Bakan’dan sonra, MB Başkanı da, kendini aştı ve “alma abi” dedi.

Oysa Diyanet İşleri’ne sormalıdırlar, ne yanıt vermeliyiz? Diyanet’in yanıtları yanında MB Başkanı’nın “abi” yanıtları tuhaf kaçmaktadır. Bakan Nebati, daha duyarlıdır, “gözlerin parıldaması”ndan söz ediyor. Bu gözlerdeki ışık, kutsal bir elin, Erdoğan’ın kendini göreve getirmesi ile başlamıştır. Bu kutsallık, onun gözlerine vurmuş, ışık hâline gelmiştir. Ne de olsa Erdoğan’a dokunan her kişi cennetliktir. Ama Nebati’nin kutsal ışığı çabuk sönmüş gibidir, zira, işçiler hariç herkesin kazançlı çıktığı bir ekonomi olduğunu itiraf etmiştir. Demek, Allah, bir tek çalışanlara kötü kaderi uygun görmüştür. Buna da şükretmek gerekir.

Bir banka, eğer hiçbir iş yapmazsa, devletten %14 ile alıp, mesela akşam %26 ile devlete aynı parayı geri verirse, büyük bir kâr elde edecektir.

Demek Nas, faiz politikaları, faiz lobisine yaramaktadır.

Bunun en somut kanıtı, tefeci sayısında ortaya çıkan artışta görünmektedir. Factoring bir yana, diğer tefeciler de alıp başını yürümektedir ve tefecinin faizi yüzde 40’ları geçmektedir. Bir kere bankadan kredi alamayan küçük esnaf, doğal olarak tefecinin eline düşmektedir. Kendi alacakları olan çeklerini, %40 ile kırdırmaktadır. Bu ise, mafya hukukunda büyük bir gelişme de demektir.

Sadece Sezgin Baran Korkmaz’a bakmak yeterlidir. Kendisi ayakkabı boyacılığından geldiğini söylemektedir. Ve zirveye çıktığında, bir de ne görsün İnan Kıraç’ın ortağıdır, Soylu’nun iş ortağıdır, para aklama sisteminin odaklarından biridir, Saray’ın gözdesidir. Ve bir yanında ise emekli askerler, NATO mekanizmasından gelen Ergenekon subayları vardır.

Bankalar bir yana, holdingler, kâr rekorları kırmaktadır. Yağmaya katılanlar, rekor kelimesinin az kalacağı ölçüde paralar kazanmakta, servetler edinmektedir. Allah’ın sevgili kulu Erdoğan ve ailesi, ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetme iddiasında epeyce ilerlemiştir. Ama muhtemeldir ki, eski generaller gibi bir şirkete danışman olamayacak performansa sahiptir.

– Öğrencilerin Kredi Yurtlar Kurumu kredilerinin faizleri, Nas’a tabi değildir. Bu faizler sürekli artmaktadır. Bakan ise, “KYK bir faiz uygulaması değildir” diye bir açıklama yapmıştır. Nas’a uygun olmalıdır. Yalnız, en doğru olanı KYK’nin Diyanet İşleri’ne, doğrudan Ali Erbaş’a bağlanmasıdır. Bu konuda Bahçeli de bir fetva verebilir ve Diyanet İşleri, böylece, MEB’i doğrudan devralabilir. Bilal Oğlan’ın buna ne diyeceğini şimdilik bilmiyoruz.

Şimdi tüm bu ekonomik manzaradan biraz uzaklaşalım.

Ekonomistler, MB’nin -55 milyar dolar rezervi olduğunu söylüyorlar. İşçiye soralım, ne kadar paran var, o da bize yanıt versin, -55 liram var. Bu ne demektir? Param yok ve üstüne üstlük 55 lira da borcum var demektir. MB’nin -55 milyar dolar rezervi var demek, aslında hiç rezervi yok ve dahası, 55 milyar dolar tutarındaki bir dövizi de önceden harcamış bulunuyor.

MB’nin döviz rezervleri, birkaç kalemden oluşuyor. Mesela, bankada kendisine ait döviz olabilir. İşte bu yok. Mesela, bankalarda kişi ve şirketlerin yatırdıkları döviz toplamından bir karşılık MB alır. Bu güvencede dursun diyedir. Hani bankalar batarsa diye. Buna “munzam karşılık” deniyor. Eskiden bu daha düşük bir oranda idi. Son birkaç yılda birkaç kere artırıldı. Diyelim ki, bankalardaki toplam dövizin %20’si, %25’i vb. MB’de durmaktadır. İşte bu paranın da 55 milyar doları harcanmış demektir. Yani, bankalarda dövizi olanlar, aynı anda paralarını geri çekseler, bunu karşılayacak para yok demektir.

Ayrıca, başka ülkelerin MB’lerinden swap yolu ile alınan paralar da, döviz rezervinin içindedir.

MB, birçok yol ve yöntemle, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, Saray çevresine, işadamlarına vb. döviz aktarmaktadır. Bu aktarmaların sonucunda 128 milyar doların buharlaştığı, çok işittiğimiz bir gerçektir.

Şimdi, bu durumun toparlanması için, Erdoğan, her kılı kutsal adam, Reis, “önümüzdeki yılın Şubat ve Mart aylarında enflasyonun düşmeye başlayacağını” söylemektedir. Sanıyoruz ki, bunu birden çok kere söylediler. İlki, 2022 yılının Nisan-Mayıs ayları idi. İkincisi Ağustos ve Eylül idi. Ve nihayet kış ayları denildi. En son Erdoğan, bunu 2023’ün Şubat ve Mart aylarına kadar uzattı. Bu böyle uzayacak gibidir.

Ama biliyoruz ki, enflasyon rakamları yalandır. Her söyledikleri gibi, enflasyon rakamları da yalandır. Her gün gelen ölü asker sayısı, TSK’nin kayıpları vb. de yalandır. Yalan söylemedikleri hiçbir konu yoktur.

Artık bu yalanlar işe yaramıyor. Onlar da, dini daha da acımasızca, hoyratça kullanmaya başladılar. Okumuş olanlara, yalan istatistikler veriyorlar, halka dinî fetvalar veriyorlar. Bu aslında çöküşün işaretidir.

İyi ama, ekonominin düzelmesi ne demektir? Mesela bankalar, tekeller için zaten işler yolundadır. Kârlarına kâr katıyorlar. Onlar sadece bunun sürdürülemez olduğunu, büyük bir duvara çarpmak üzere olduklarını söylüyorlar.

Faizi Nas ile yüzde 14’te tutup, gerçekte faizi artırdıklarının kabul edilmesini istiyorlar. Oysa Diyanet bu konuda fetva vermelidir, faizin hepsi haramdır ve yüzde 14 bu konuda bir günahsızlık çizgisi değildir. Diyanet’ten bunu beklemek elbette hakkımızdır.

Saray Rejimi ile birlikte yükselen ekonomik çeteler, işlerin yolunda olduğu konusunda bir soru işaretine sahiptir. İyi ama bu ekonomik değildir. Onlar kârlarına kâr katıyorlar. Ekrem İmamoğlu, Temmuz 2022 sonunda, artık dayanamıyor olsa gerek, bir veri açıkladı. Buna göre, 85 milyar dolarlık bir rant ürettiklerini, yağma yaptıklarını söyledi. 130 projede, 85 milyar dolarlık rant. İşleri yolundadır. Ama korkuları var: Saray Rejimi bunalımdadır ve bunun böyle gitmeyeceğini kendileri de biliyor. Bu nedenle, paralarını güvenceye almak istiyorlar, paralar yurtdışına çıkarılıyor. Buradan Avrupalı ve ABD’li şirketlere paylar, kazançlar oluşuyor.

Onların ekonomisi de iyidir.

Ama ufukta, sürekli artacağı kesin olan gıda fiyatları sorunu vardır. Türkiye, eskiden lise kitaplarında yazdığı üzere kendi kendine yeterli bir tarım ülkesi değildir artık. Cargill dışında tarımın gerçek durumunu bilen yoktur. Gıda fiyatları, artan enerji maliyetleri olsun olmasın artacaktır.

Ufukta, yenilenmesi zorlaşmakta olan dış borçlar vardır. Türkiye’nin CDS’i 900’leri bulmuştur. Bu yaklaşık olarak, dünya piyasalarının yüzde 9 üzerinde, minimum yüzde 9 üzerinde kredi almak demektir. Ki, birçok kurum Türkiye’ye yüzde 20’lerin altında faizle para vermemektedir. Bu durum, var olan borçların yenilenmesini zora sokacaktır. TC devleti, Saray Rejimi, bu süreci savaş politikaları ile telafi etmek zorundadır. Savaş, Saray Rejimi için, Batı ile uzlaşmanın yoludur da. Tetikçilik görevi, sadece istek olmaktan çıkmış, zorunlu bir hâl almıştır. Irak içlerinde Kerkük hedefli Kürt katliamları, ABD, NATO ve AB desteklidir. Zaho katliamı budur. TC devleti, bu nedenle rahatlıkla kimyasal silahlar kullanmaktadır. Buna rağmen kayıpları çok fazladır. Ama TC devleti, Batı için vazgeçilmez olduğunu anlatmak için, bu savaş politikalarına devam edecektir. Bu yolla, kredi bulmanın yollarını aramaktadır. Ama bu yüksek faizle bulunacak döviz kredileri, sürdürülebilir bir durum yaratmaktan uzaktır.

Kaldı ki, artan dış ticaret açığı, dövize olan ihtiyacı daha da artırmaktadır. Turizm sezonunun getireceği döviz miktarı da, hayal edildiği gibi değildir. Olması da mümkün değildir. Zira, TC devletinin savaş politikaları, içeride ve dışarıda savaş çığırtkanlığı, süreci olumsuz etkilemektedir.

Bu koşullarda dövizi frenlemek için yapacakları faiz artırımı da işe yaramayacaktır. Bu sadece Nas meselesi değildir. Aldıkları hiçbir önlem artık işe yaramayacak durumdadır. Çok yüksek bir faiz artırımı, süreci durdurmaya yetmeyecektir.

Öte yandan, TÜİK ne derse desin, işsizlik sürekli artmaktadır. Bu durum daha da ileri gidecektir. İflaslar artacaktır. Yeni yatırım eğilimi yoktur.

Demek oluyor ki, Ekim ile başlayacak yaz sezonunun sonu, hayatın, işçi ve emekçiler için daha da zorlaşacağı bir dönemdir.

Tüm bunlar kader midir?

Gerçekten yoksulluk, açlık, yokluk, işsizlik bir kader midir?

Elbette değildir.

Elbette, işçi sınıfının, halkın, kadınların, gençlerin, emekçilerin kendi kaderlerini kendi elleri ile yazması mümkündür.

Gezi ile başlayan, kitleselliği azalarak ama ülkenin her alanına, her fabrikaya yayılan direnişin tek çıkış yolu olduğu artık bir gerçektir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, ülkenin kaderini, kendi kaderleri ile birlikte yazma potansiyeline, gücüne sahiptir. Bunun sadece bir ihtiyaç olmasından söz etmiyoruz, bu aynı zamanda bir somut gerçekliktir, mümkün tek çıkış yoludur.

Bunun için, hem direnişi daha da geliştirmemiz hem de daha örgütlü hâle getirmemiz gereklidir.

Direniş, aynı zamanda direnen herkesin birbiri ile dayanışma geliştirmesinin de yoludur. Direnen işçiler, sınıf kardeşliğini öğrenmektedir. Kendi direnişinde destek alamayan bir işçi, başka direnişleri yalnız bırakmaması gerektiğini öğrenmek zorundadır. Karşımızda egemen sınıf, bir bütün olarak dikilmektedir. Biz de, tüm işçiler, bir sınıf olarak kendi gücümüzü birleştirmek, bir sınıf olarak davranmak zorundayız. Her koyun kendi bacağından asılır sözünü bir yana bırakmalıyız, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine, sarılmamız gereken ilkedir.

Direniş, aynı zamanda bir öğretmendir. Bize, nasıl mücadele etmemiz gerektiğini öğretmektedir. Her direniş bize, dost ve düşman ayrımını bir kere daha göstermektedir. Bu süreç içinde hepimiz, devlet sendikalarının, sendika mafyasının nasıl düşmanımız olduğunu, nasıl enerjimizi ve öfkemizi emdiklerini görme şansını elde ettik. Bu paha biçilmez bir bilgidir.

Direniş, kendi gücüne güvenmeyi öğretmektedir. Her direniş, bize gücümüzün birliğimiz ve örgütlülüğümüzden geldiğini, üretimden gelen gücümüzü ancak böyle kullanabildiğimizi göstermektedir. Bize ölümü, bize yoksulluğu, bize açlığı, bize işsizliği, bize işçiler arasında rekabeti, bize köleliği dayatanların, aslında bizim birliğimiz ve örgütlülüğümüzden korktuklarını, çok ama çok korktuklarını bilince çıkartmamız gereklidir.

Biz işçiler, biz direnenler, daha ileri örgütlülükler geliştirmeliyiz. Biz işçilerin, devrimci mücadeleye, devrimci örgütlenmelere öcü gibi bakmaktan, düzenin kafamıza işlediği bu korkudan kurtulmamız gereklidir.

Dünyanın farklı yerlerinde direnenlerin yöntemlerinden öğrenmemiz gereklidir.

Her direniş bizim için bir okuldur. Devrimin okulu budur. Direnen, eyleme geçen, hakkını arayan, soru soran öğrenebilir. Seyreden öğrenemez. Mücadeleye dört elle sarılmamız gerekir. Bu nedenle, bizden ayrı dünyanın herhangi bir yerinde gelişen direnişlere, kendi mücadelemizin bir parçası olarak bakmalıyız.

Tüm bu yoksulluk, tüm bu açlık, sağlık ve eğitim hizmetlerinin ranta dönüştürülmesi, ağırlaşan çalışma ve yaşam koşulları kader değildir. Bu kaderi yazanları biliyoruz. Bunlar, burjuvalardır, egemenlerdir, tekellerdir, bir avuç parababasıdır ve onların has iktidarı, has devleti Saray Rejimi’dir. Saray Rejimi’ni yerle bir etmek, alaşağı etmek, bizim ellerimizdedir. Bunun için mücadele, bunun için direniş, bunun için dostu düşmanı ayıracak bir bilinç, bunun için tüm hünerimizi yansıtan bir örgütlenme gereklidir. Gücümüzü buraya vermeliyiz.

Öfkemizi biriktirmeliyiz. Öfkemizi, en yakınlarımıza kusarak bir şeyi değiştiremeyiz. Öfkemizi onun kaynağı olan düzene, onu ayakta tutan devlete çevirmemiz, öyle biriktirmemiz gereklidir.

Önümüzde çetin bir mücadele dönemi vardır. Egemenler, kendi cennetlerini sürdürmek için, bizim her direnişimize daha büyük şiddetle saldırmaya devam edecektir. Saray Rejimi, devlet, her hak arama eyleminin karşısına, polisi ile, askeri ile, yargısı ile, basını ile ve tüm şürekâsı ile dikilecektir. Buna devam edecektir. Biz işçiler, biz kadınlar, biz gençler, tüm bu sisteme karşı, topyekûn bir mücadele geliştirmek için, daha ileri örgütlenmeler yaratmalı, devrimci saflara katılmalıyız.

Çıkış yolu

Bugün, her yanda bir tartışma var: Acaba Erdoğan sonrası nasıl olacak? Acaba, Erdoğan gidecek mi? Acaba, seçimler olacak mı? Olursa sandık güvenliği sağlanacak mı? Acaba, seçimlerin sonuçlarını, eğer kaybeden Erdoğan olursa kabul edecek mi? Acaba Erdoğan yasalara uyacak mı?

Bu sorular, Saray Rejimi’nin gerçek niteliğini anlamamaktan ileri gelmektedir.

Bu sorular, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin velhasıl mücadele edenlerin direnişine güvenmemektir. Kendine güvenmemektir.

Erdoğan yasalara uyar mı? Elbette uymaz. Soylu da uymaz. Bu, kişilere bağlı bir durum değildir. Ülkede Saray Rejimi vardır. Saray Rejimi, tekelci burjuva egemenliğin, sömürge bir ülkedeki tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Burada “yasalar”, ancak iç savaş hukukuna göre şekil almaktadır.

Saray Rejimi, krizi çözmek üzere organize olmuş bu rejim, derin bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir. Halk, işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, sisteme tepkilerini geliştirdikçe, düzen partileri, hemen, “suçlu” olarak tek başına Erdoğan’ı öne çıkartıyorlar. Bu aslında sistemi ayakta tutmanın da bir yoluna çevrildi.

Öte yandan, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, efendiler, sömürge ülkenin sahipleri ABD ve AB, Erdoğan aracılığı ile yönetmeyi sürdürmek istiyorlar. Bu durum, burjuvazinin, tekellerin, uluslararası sermayenin, zaman zaman bazı uyarıları olsa da, Erdoğan’ın arkasına dizilmelerine neden olmaktadır.

Saray Rejimi, halka, kitlelere, her türden hak arama eylemine, her türden aykırı sese karşı copu ile, süngüsü ile, TOMA’sı ile, yargısı ile vb. dikildikçe, insanlar, burjuva muhalefetin “önce Erdoğan gitsin” yaklaşımına evet deme eğilimine giriyorlar.

Aslında devlet, buna razıdır.

Erdoğan gidince, Saray Rejimi gitmeyecektir.

Saray Rejimi, şekil değiştirip parlamenter demokrasi olsa dahi, burjuva egemenlik bitmeyecektir.

Saray Rejimi’nin varlığını koşullayan üç etken vardır: Emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımı ilkidir. Bu bitecek mi? Elbette hayır. Diğer ikisi, birlikte sayalım, Kürt devrimi ve Gezi ile başlayan direniş sürecidir. Her ikisi de etkilerini sürdürecektir. Bu nedenle, egemenler, Saray Rejimi’ni, yıpranan Erdoğan olmadan ayakta tutmaya çalışacaktır.

Halk, işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, direnişi geliştirdikçe, Saray Rejimi, bazı noktalardan tavizler verecek, parlamenter demokrasi yalanı ile sistem restore edilmeye çalışılacaktır. Oysa buradan bir çıkış yoktur.

Ne sömürü azalır, ne sömürü biter, ne baskı ve zulüm azalır, ne ekonomik kriz çözülür, ne işçilerin emekçilerin yaşam ve çalışma koşulları düzelir.

Öte yandan, elbette Erdoğan’ın gidişi bir “kazanım” olur.

İyi ama nasıl bir gidişi?

Eğer, Erdoğan’ın yerine, ABD ve AB, yeni bir adam seçer ve onu halka onaylatırsa, bir “kazanım” olmaz.

Eğer, Erdoğan’ın gidişi bir ayaklanma ile, direnişle, işçi ve emekçilerin mücadelesi ile gerçekleşirse, işte o zaman bu bir kazanım olacaktır.

İşçi ve emekçiler, bir genel direnişle, bir genel grev ile, bir büyük ve yaygın direnişle iktidarı sarsarsa, alaşağı ederse, sonuçta, çok ileri gidip bir işçi devleti, bir proletarya diktatörlüğü kuramazlarsa da, bir sosyalist devrim gerçekleştiremeseler bile, Erdoğan’ın bu yolla gidişi bir kazanım yaratır. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi mücadelelerinin işe yaradığını görür, kavrarlar. Bu kendi başına büyük bir kazanımdır. Hayatın birçok alanında insanlar, kendi iradelerine uygun önlemler alır, bazı adımlar atarlar.

Yok eğer, gelişen direniş, bir genel direnişle iktidarı alaşağı eder ve sosyalist devrimi gerçekleştirecek bir örgütlü ayaklanmaya dönüşürse, bunun için devrimcilerin önderliği sağlanabilirse, o zaman bunun nasıl bir büyük ve tarihsel kazanım olacağını söylemeye bile gerek yoktur. Gerçek çıkış yolu da budur.

Şimdi soruyu şöyle sormak gerekir: Burjuva muhalefet, CHP, İYİ Parti, Davutoğlu, Babacan vb. seçimle Erdoğan’ı “indirmek” için bir araya gelmiş iken, bizim, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçileri bu ittifaka destek olamaya çağırmamız doğru mudur?

Birincisi, bu burjuva muhalefet, Erdoğan’ı devirmekte ciddi midir? Değildir. Burası bir sömürge ülkedir. ABD ve AB tarafından seçilmemiş birisi, burjuva muhalefetle, seçimlerle iş başına gelemez. Bunu unutmak gerekir. Eğer efendiler, ABD ve AB, burada yeni bir iktidar görüntüsü şekillendireceklerse, bu onların seçtiği kişiler üzerinden olur.

Seçim, ülkemizde, efendilerin önceden seçtikleri kişileri, halka seçtirmesidir. Bu açıdan seçim görüntüdür. Hele ki şimdi, parlamento yoktur, siyasal partiler kalmamıştır, hukuk iç savaş hukukudur. Bu durumda, seçimlere bu denli bağlanmak yanlıştır.

Demek ki, Erdoğan’ın gidip gitmemesine, kendisi dahi değil, muhalefet değil, doğrudan efendiler karar verecektir. Eğer Erdoğan bir kitle hareketi ile, bir direnişle iktidardan düşerse, onunla birlikte Saray Rejimi’ni de alaşağı etmek mümkün olur ve efendilerin planı, ilk kez TC devletinde işe yaramaz hâle gelir.

İkincisi, bugün, Erdoğan’ın gidişi ile Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi arasında bir ara aşama yoktur. Birincil görev, liberal solcularımızın söylediği gibi, Erdoğan’ın gitmesi değildir. Birincil olan Saray Rejimi’nin devrilmesi, alaşağı edilmesidir.

Bu amaçla, ancak bu amaçla geçici ittifaklar mümkündür. Saray Rejimi, seçimle değişmeyecektir.

Madem burjuva muhalefet bu denli Erdoğan ve Saray Rejimi karşıtıdır, neden dokunulmazlıkları kaldırmıştır, neden hâkimlerin bir bölümünün CHP ve İYİ Parti’den atanması koşulu ile yasalara destek vermiştir, neden Suriye politikasına destek vermiştir, neden tezkerelere destek vermiştir, neden Libya konusunda kıllarını kıpırdatmamıştır, neden Kafkaslarda operasyonlar yapılmasına onay vermişlerdir? Bu soruları uzatmak mümkündür. Halkı, işçi ve emekçileri evlerinde tutmak için, “iç savaş çıkartacaklar, aman eylem yapmayın, sesinizi çıkartmayın” diyenler, nasıl olur da seçimlerin yasalara uygun yapılacağını söyleyebilirler?

Gelişmeler öyle olabilir ki, işçi ve emekçiler direnir, sokaklara taşar, Saray Rejimi’ni, Erdoğan’ı alaşağı eder, Erdoğan ülkeyi terk eder vb. ama işçiler de iktidarı alamayabilir. Bu durumda, “demokratik” haklar genişler. Bu gerçekleşebilir. Ama bunun gerçekleşmesi bile, işçi ve emekçilerin direnişine bağlıdır. Bir genel direniş, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin, devrimci önderlikle birleşmiş bir direnişi olmadan, Saray Rejimi’nden “demokrasiye” diye bir yol tarif edilemez.

Her gün, din adına tuhaf, ileri söylemler dile getirilmektedir. Buna rağmen, altılı masa, “ülkenin laik” olduğunu söylemektedir. Ama örneğin Şarkıcı Gülşen, bir söz ettiğinde hemen tutuklanmaktadır. Bu kaza ile mi gerçekleşiyor? Elbette hayır. Madem burjuva muhalefet bu kadar güçlüdür, buyursun, bu konularda bir eylemlilik geliştirsin, görelim.

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun en somut kanıtıdır. 12 Eylül ve ardından Saray Rejimi ile, bu laiklik bir cümle hâline getirilmiştir. TC devleti hiçbir zaman “demokratik” vb. olmamıştır. En başından beri sömürgedir ve sömürge ülkelere özgü, çoğunlukla olağanüstü rejimlerce yönetilmektedir. Egemenler, her zaman dini ve milliyetçiliği, vahşice kullanmışlardır. Birçok katliamın ideolojik altyapısı böyle ayarlanmıştır.

Ciddi olmak gerekir.

Evet, bu rejimden bıktık.

Ama öfkemize sahip çıkmalıyız. Büyük bir sabırla öfkemizi örgütlemeliyiz. İktidarı devirmek üzere hareketi genişletmeli ve örgütlemeliyiz.

İşçi ve emekçiler, Birleşik Emek Cephesi’ni örmelidirler. Kadınlar ve gençler, kısacası tüm direnişçiler Birleşik Emek Cephesi’ni örmelidirler. Çıkış yolu budur.

Kin ve düşmanlık

Şarkıcı Gülşen, 25 Ağustos günü, yaklaşık 24 saat içinde “halkı kin ve düşmanlığa sevk” iddiasıyla tutuklanmıştır.

Yönetenler, egemenler kavramlarla oynama konusunda uzmanlaşmıştır. Fazla mesainin adı ‘esnek çalışma’dır mesela. Üretimde sömürünün devamını sağlamanın adı ‘iş barışı’dır örneğin.

Yasalar yönetenlerin yasasıdır. Onların kullandığı kavramlar da.

Halkı kin ve düşmanlığa sevk. Ne kadar tumturaklı bir laf.

Tıpkı “ulusal çıkarlarımız” gibi, tıpkı “devletin bekâsı”, tıpkı “aynı gemideyiz” gibi. Hepsi bir avuç aşağılık sömürücünün kendi cennetlerini kaybetmemesinin bizim kulağımıza çalınan versiyonlarıdır. Hepsinde aynı yalanın örtüsü gizlidir.

Açlık sınırının 6.839 lira olduğu yerde, milyonların gözünün içine baka baka “Neymiş millet açmış, aç olarak dolaşanları siz doyuruverin, Aç kalan falan yok!” demek, nedir?

Milyonlarca insan 5500 lira maaşa mahkûm çalışırken, “bakın ben sokaklarda rahatça dolaşabiliyorum” demek, nedir?

36 milyon kişi banka borçlarıyla cebelleşirken, her yıl, Koç’un, Sabancı’nın, Demirören’in, Cengiz’in, Kolin’in bilcümle tüm patronların silinen vergi borçları, ödenmeyen kredilerinin affedilmesi, nedir?

Günde 4 kadın öldürülürken, kadın katillerinin sırtını sıvazlamak, tecavüze uğrayanlar için “bir kereden bir şey olmaz” demek, nedir?

Bundan daha “alenen halkı aşağılama” mı var?

Evini savunan mahalleliden barınamıyoruz diyen öğrenciye, direnişe geçen işçiden hakkını savunan kadınlara, her eyleme azgınca saldırmaktan daha bariz “düşmanlık” mı var?

Katiller, tecavüzcüler, halkı soyanlar elini kolunu sallayarak dışardayken memleketin dört bir tarafındaki cezaevleri, boyun eğmeyenle, diz çökmeyenle, susmayanla, korkmayanla, itaat etmeyenle doludur. Gülşen de bunlardan biri olmuştur. Boyun eğmeyene “kin”lenmek, TC’de bir devlet geleneğidir.

Yasalar yönetenlerin yasasıdır. Onların kullandığı kavramlar da.

İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, halkların, öğrencilerin, doğasını-yaşamını savunanların düşmanı sermaye ve onun bekçileridir. Öfke, kin, yaratıcısına yönelmelidir.

Boyun eğmemek, özgürleşmek için önemli bir adımdır.

Örgütlü mücadele, özgürleşmenin tek yoludur.

Boyun eğmeyenlerin, diz çökmeyenlerin, susmayanların, itaat etmeyenlerin, direnenlerin de kendi yasalarını yazma vakti gelmiştir.

Evet varlığınızla, her yaptığınızla halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyorsunuz. Evet, bu aşağılık, iki yüzlü sömürü ve zulüm düzeninize kinliyiz.

Alaşağı edene kadar da durmayacağız.

Avrupa’nın işgali mi, yoksa Avrupa’nın korunması mı?

NATO, Haziran 2022 sonunda, evlere şenlik bir toplantı yaptı. İspanya’daki toplantı, tam anlamı ile, şık giyimlerle örtülmüş bir çürümüşlüğün sahne almasına mekân oldu. Çürümüş efendilerin temsilcileri, şık elbiseler içinde, iğrendirici bir “zarafet” sergilediler. Zarafetin iğrendirici olan tarzı, tüm tarih boyunca, çürümüş egemenlere özgüdür. Böylesi az görülmüştür. Savaş baronlarının temsilcileri, iskeleti giydirmiş ve insana benzetmiş modacıların marifeti ile, “kibar” ve “uygar” dünyanın ne mal olduğunu göstermek üzere sahne aldılar.

Savaş baltalarının, azgın sömürgeciliğin, egemenlere has zirve yapmış bir kibrin, elbiselerle, ışıklarla, dekorlarla örtülmesi mümkün müdür?

30 üye ülke ve ülkelerini savaş sahasına çevirmek isteyen iki yeni aday ülke, İsveç ve Finlandiya, ABD şemsiyesi altında NATO mekanizmalarının çürümüşlüğü örtmek üzere görüntüler verdiler. Her adımlarında, her hamlelerinde bu çürümüşlük kendini ortaya koyuyordu. ABD hegemonyasından kurtulmak istediği için 30 yıldır çabalayan Avrupa, şimdi, ABD dalkavukluğu ile “koruma” arıyor ve ABD’den daha atak bir tutumla, savaş naraları atıyor. Almanya, savaş konusunda büyük bir heves sergilerken, Hollanda, Danimarka vb. hepsi, ABD’ye biat ettiklerini göstermek için savaş naralarını yükseltmektedir.

7,8 milyar insanın yaşadığı dünya, bir yandan kapitalist sömürü ile yok edilme ile karşı karşıya kalmış iken, diğer yandan NATO mekanizması ile tüm dünya teslim alınmak isteniyor.

Ama teslimiyet, önce ABD’nin Avrupa’yı teslim alması şeklinde başlamışa benzer. NATO toplantısı, bu açıdan ilgiye değerdir.

NATO zirvesinden çıkan bazı sonuçları kaydetmek mümkündür.

1

Önce bizden başlayalım.

30 ülkeden biri Türkiye idi. Erdoğan, Saray Rejimi, TC devleti, İsveç ve Finlandiya’nın üyelik isteklerini fırsat hâline dönüştürmek istedi. İsveç ve Finlandiya’daki PKK ile bağlı siyasi mültecilerin iadesini talep ettiler. Ve NATO toplantısının yapıldığı İspanya’da, bu konu da görüşüldü.

Erdoğan, TC devleti, açıkça, bu üyeliklere karşı olduğunu yüksek sesle tekrarladıktan sonra, sihirli kahve sohbetinde, fikir değiştirdi ve onay verdiğini duyurdu (Burada durmalı ve Erdoğan’ın dış politikası terimlerinden bir ölçüde uzak durmak gerektiğinin altını çizmeliyiz. Bu, sadece Erdoğan’ın değil, TC devletinin, Saray Rejimi’nin politikasıdır). Bu ilgi çekici bir sonuç muydu? Elbette değildi. Beklenmez hiç değildi. Anlaşılan, pazarlık hamleleri de işe yaramamış, TC devleti onayı vermek zorunda kalmıştır. Sömürge ülkenin kâhyası, her zaman efendisine boyun eğer. Böyle olmuştur da. Ama bazan, biraz sızlanarak, biraz yakınarak vb. birtakım tavizler elde etmek mümkündür. Elbette, TC devletinin bu konudaki muhatabı da ABD’dir.

Bu vesile ile, TC devleti, ABD’nin 51. eyaleti olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.

ABD’nin 51. eyaleti olarak TC devleti, diğer eyaletlerden farklılıklar da gösteriyor. Örneğin ABD başkanının ve ABD kongresinin seçiminde, oy hakkımız yok. Örneğin, TC devletinin başındaki kişi, bugün Erdoğan, “seçilmiş” kişi oluyor, ama sandıkla seçilmiş değil, Washington’dan seçilmiş. Oysa diğer ABD eyaletlerinde, bu seçim işine daha fazla “özen” göstermektedirler. Örneğin, 51. eyalet olarak Türkiye, kongreden bütçe alamıyor, ama ne varsa vermekte mahir durumdadır. İşte bu “kapatma” gibi eyalet olmanın sonucu olsa gerek.

İsveç ve Finlandiya üyeliğine karşı çıkan TC devleti, Erdoğan, Saray Rejimi, aslında Erdoğan’ın kişisel dosyaları konusunda bir ilerleme kaydedip bir güvence alıp, biraz daha zaman kazanmamış ise, denilebilir ki hiçbir şey alamamıştır. Zaten, Erdoğan’ın aile dosyaları dışındakilerin de bir anlamı yoktur. Saray Rejimi’nin itirazının da bir ciddiyeti yoktur. Esas olan Erdoğan ve ailesinin dosyalarıdır, onlar masaya gelmiş gibidir.

Sömürge olmak budur.

Sömürge ve NATO üyesi bir ülke olmak budur.

Doğrusu bize ilgilendiren şey, TC devletinin İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine karşı çıkması vb. değildir. Eğer öyle bir niyetleri olsa idi, NATO’nun üye sayısı 16’dan 30’a çıkana kadar da karşı çıkmaları gerekirdi. TC bunu yapan bir ülke olsa idi, NATO’dan da çıkardı. Bu durumda kapitalist ama bağımsızlık ibareleri gösteren bir ülke olurdu ki, bu büyük altüst oluşlar olmadan mümkün değildir.

Bizi ilgilendiren şey, Erdoğan’ın önce “hayır” deyip, sonra “evet” demesi de değil. Zaten başkası beklenemez. Fıtratı budur. Sadece Erdoğan’ın değil, Saray Rejimi’nin de fıtratı budur.

TC devletinin kalkıp, NATO’ya karşı koyması beklenmezdir. NATO’nun sadece üyesi değildir, aynı zamanda sömürge bir ülkedir ve kendine ait karar mekanizmaları çok zayıftır. Sömürge olmak, bir açıdan da budur.

Bu nedenle, bu sürecin TC devletinin karakteri hakkında bilgi vermesi üzerine durmak istedik. Efendiler, ülkemizin egemenlerine, Kürt ve Yunan gösterdiler mi, tüm iktidar ortakları, hemen bir araya geliyorlar. Tıpkı boğaya kırmızı göstermek gibi, Kürt’ten söz ettiler mi, gözleri dönüyor ve hepsi bir araya toplanıyor. Bu nedenle, onlar da, yani sömürgenin valileri de, Kürt ve Yunan düşmanlığını azgınca kullanmaya alışıktırlar. Yunanistan’a karşı nara atmak, Kürt katliamı yapmak, hepsini, yani egemenleri, iktidar ortaklarını, İslamcısını Ergenekoncusunu bir anda birleştiriyor.

Eğer, “ulusalcılık” adına Erdoğan’a karşı çıkanlar varsa, biraz “adam” olma vasıfları kalmışsa, açıktan NATO’dan çıkılmasını savunmaları gerekirdi, yoksa İsveç ve Finlandiya ile siyasal mülteci pazarlığı adı altına ABD’den dosyaları açmamasını istemeleri değil.

Sonuçta, Erdoğan ailesinin birkaç kirli çamaşırının bir süre daha kapalı kalması pazarlığına “ulusal çıkar” demekten kendilerini kurtaramazlar.

“Ulusalcılar”, NATO’dan çıkmayı değil de, fırsat çıkınca pazarlık yapmayı seviyorlar. Korkaklıklarının ürünü olduğu kadar bu durum; bir yandan NATO tedrisatından geçmiş olmaları, diğer yandan da Kürt gördüler mi akıllarını yitirmiş olmaları nedeniyledir. NATO tedrisatı, onlara hem ırkçı olmayı, kendinden güçsüz bir halk varsa onu ezmeyi öğretmiştir hem de ABD’nin gücüne tapınmayı öğretmiştir.

Dünyayı kana bulayan NATO’nun tarihi ortada iken, kendine solcu, liberal diyen “aydın”ların, “NATO medeniyet demektir”, “NATO demokrasi ve değerler sistemi demektir” gibi cümleler kurabilmeleri, okuduklarını anlamamalarından ileri gelmiyor, korkularından ileri geliyor. Kendilerine ait “kutsal” yaşamı sürdürmek için, rahatsızlıklarını çözme işine “ulusalcılık” ya da “liberallik” diyorlar.

2

NATO toplantısı, açık olarak Rusya’yı doğrudan düşman, Çin’i ise daha az doğrudan olmayan düşman ilan etmiştir. Yani ikisini de düşman ilan ettiler. İki bağımsız ve büyük gücü sömürgeleştirme isteğinin ifadesidir bu. Bunu yapabilirlerse, bir dahaki krize kadar, bu ağır krizi, 2008 yılında yeni bir zirve yapmış olan krizi çözebilecekler.

Buna, utangaç “savaş ilanı” diyebiliriz.

2008 krizinden beri bir türlü toparlanamayan tekeller, uluslararası sermaye, sürekli olarak savaş naraları atmaktadır. Bu sadece silah tekellerinin kasalarını doldurmaya yaramıyor. Bu aynı zamanda, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımının gereği olarak ortaya çıkıyor. Kriz ve paylaşım savaşımı, pandemi ile yeni bir evreye çıkmıştı. Çin ve Rusya’ya karşı, bu iki bağımsız gücü sömürgeleştirme siyaseti, ABD hegemonyasının çözülmesini önlemenin ilacı olarak görüldüğünden, tüm Batı, ABD bayrağı altına toplanarak, eski Soğuk Savaş’ın, güncel versiyonunu devreye sokmak istediler.

Rusya ve Çin düşman ilan edildiler.

ABD, Ukrayna sürecini kullanarak, kendi pazarlarından pay almaya başlayan AB ve Japonya’yı, eski şemsiyesinin altında birleştirmeye yöneldi. Buna denetim de diyebiliriz. Bunun ön vitrini NATO toplantısının giydirilmiş iskeletler eşliğinde yaptığı “zarafet” gösterisi ile sağlanıyor. Vitrinin arkasında ABD’nin AB’yi açıktan tehdit etmesi var. Bu süreç ABD’nin tehditlerine AB’nin boyun eğmesi sürecidir de. Bu tehditler olmadan, ABD, AB ve Japonya’yı ikna edemez.

Ukrayna süreci, ABD için, iki anlam taşıyordu.

İlki, bu sayede AB’yi kendi kontrolüne alacaktı ve bir rakip güç olmaktan çıkaracaktı.

İkincisi ise, savaşı, gelişmekte olan savaşı, Avrupa üzerinde, Avrupa sahasında kabul etmiş olacaktı. İlk iki dünya savaşında savaş, Avrupa üzerinde ve çevresinde gerçekleşmişti. ABD toprakları savaştan uzak bir mesafede kalabilmişti. Bu kez de bunu denemek istediler.

Doğrusu, ilk amaçlarına ulaştıklarını söylemek mümkündür: AB’nin, Almanya ve Fransa’nın “istekleri” kırılmış, “iradeleri” ABD iradesine tabi kılınmıştır. Artık, AB diye bir güçten söz etmek zordur. AB artık bir büyük aktör değildir, belki bir değil ama yarımdan da az bir aktördür. “Demokrasi ve medeniyet” merkezi olarak sunulan AB, tam olarak Neonazi örgütlerinin merkezi hâline gelmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri NATO mekanizması içinde gizli tutulan Neonazi örgütlenmesi, zehirli çiçeklerini açmış gibidir, bu tüm NATO üyesi ülkelerde su üstüne çıkmaya başlamıştır.

Şimdi ise sırada, savaşın merkezi olarak Avrupa’nın organize edilmesi adımını somutlamak vardır. Avrupa, Üçüncü Dünya Savaşı’nın alanı hâline getirilmek istenmektedir. Bu, ABD isteğidir.

NATO toplantısı, tam da bu iş için organize edilmektedir. Avrupa’da NATO dışında kalan ülke olmasın istenmektedir. Bu nedenle, İsveç ve Finlandiya, hiçbir anlamı yokken NATO mekanizmasının içine alınmak istenmektedir. Bu iki ülke de, kendi topraklarını savaş ve gerilim alanı hâline getirmeye razı görünmektedir.

Bu, Avrupa’yı, yeniden savaş alanı hâline sokmak demektir. Zaten bu süreç, Ukrayna sorununu bizzat planlayarak yaratan NATO, ABD ve İngiltere öncülüğünde fiilî olarak başlatılmıştır.

3

ABD açısından Çin’e karşı Doğu Asya’da bir ittifak örgütlemek de önceliklidir. Bu amaçla Japonya-ABD ilişkileri derinleştirilmek istenmektedir. Japonya üzerindeki ABD kontrolünü, SSCB çözüldükten sonra azaltma eğilimindeydi. Tıpkı Almanya üzerindeki ABD kontrolü gibi. Ama şimdi, bu süreç tersine çevrilmek istenmektedir. Güney Kore, bu ittifakın içine alınmak istenmektedir. Ama bu ittifakı, Hindistan’ı da katacak şekilde genişletmek, şimdilik mümkün olmamıştır. Demek ki, NATO’nun Haziran 2022 toplantısından sonra, Çin’e karşı ABD saldırganlığının seviye atlaması beklenmelidir.

Bu konuda Avrupa’nın açıkça sürece sokulması, Rusya’ya karşı yürütülen ırkçı saldırıların ardından, şimdi daha olanaklı hâle gelmiştir. ABD, NATO aracılığı ile buna hazırlanmaktadır. Bu nedenle, arkadaki tehdit ve şantajın gizlenmesi için önde kurulan iğrenç ve zarif görüntüler ayarlanmaktadır.

Ancak, tüm bunların sistemin krizine ve ABD hegemonyasının çözülmesine çare olacağı da şüphelidir. Buradan böylesi bir sonuç çıkmayacaktır.

Eğer bu konuda hemfikir isek, demek oluyor ki, Rusya ve Çin’e karşı daha şiddetli bir savaş senaryosu devreye sokulacaktır. Bu açıdan NATO mekanizması içinde beslenen Neonazi örgütlenmelerin işe yarayacağı hesaplanıyor olmalıdır. Bu da, Avrupa’da, yeni ırkçı saldırılar demektir. Aynısının Japonya’da, Güney Kore’de de ortaya çıkması mümkündür. ABD, bunları da devreye sokacaktır.

4

Bunlarla tamamen uyum içinde, Avrupa’da yeni bir duvar örülmek istenmektedir. Belarus Dışişleri Bakanı’nın, Polonya-Belarus sınırında dikilmeye başlanan bariyerleri kastederek, “Demir perdeyi şimdi Batılılar kendileri dikiyor” sözleri tam da bunu ifade etmektedir. Yani, bu hem ideolojik hem askerî hem siyasi bir duvardır.

Avrupa ve Japonya, ardında İngiltere ve ABD’nin bulunduğu silahlanma sürecini hızlandırma işinin merkezi hâline gelmektedir. Tüm dünyada silahlanma artmakta, ABD silah tekelleri başta olmak üzre tüm silah şirketleri kârlarına kâr katmaktadır.

Bu ise, savaş hazırlıklarının daha da hız kazanması demektir.

Avrupa’da yükselen “duvar”, geçmişten farklı olarak “sosyalizme ve komünizme karşı” yükselmiyor. Bu nedenle, karşısındaki güçlerin ideolojik savunusu da eksiktir. Dün, komünizme karşı yükseltilen duvar, şimdi Rus ve Çin tehdidi masalına karşı yükseltilmektedir. Bunun savunusu “demokrasi ve Batı değerleri” şeklinde bile yapılamamaktadır. Daha açık olarak Neonazi örgütlenmeleri ortaya çıkmaktadır. Bu saldırının karşısında, sosyalizmin yeni bir atağı dışında bir ideolojik savaş yürütülemez.

Rusya ve Çin’in, bağımsız kalma, uluslararası ticaretin kurallarına uyma istekleri, yeterince güçlü bir ideolojik karşılık değildir, olamaz.

Bu nedenle bu durum, “soğuk savaş”tan farklıdır.

Burada söz konusu olan, dünyada bağımsız kalabilmiş güçlerin boyun eğdirilmesidir. Bu nedenle sürmekte olan ticari, askerî, diplomatik vb. savaş, ideolojik alanda boşluklarla sürmektedir. ABD cephesinin ideolojik saldırısı da şekilsizdir. Dünün komünizme karşı savaş başlığı altındaki ideolojik savaşın, belli ölçülerde devam ettirilmesi de durumla örtüşmemektedir.

Rusya ve Çin dahil, bu sürece boyun eğmek istemeyenlerin direnişi, yeni bir sosyalist devrimler dönemi ile tamamlanırsa başarı sağlayabilir. Rusya ve Çin’den bir sosyalist atak gelme olasılığı düşüktür, ama onların da kendi geçmişlerine yönelmek dışında seçeneği olduğunu düşünmek zordur. Devrim dalgası, başka ülkelerden gelecektir.

Kapitalist dünyanın “büyük üretim üssü” hâline gelmiş olan Çin’e karşı savaş naralarını yükseltecek olanlar, elbette “demokrasi” vurgusunu yapacaklardır. Sanki ABD’de demokrasi var, sanki İngiltere’de var, sanki Almanya’da var, sanki Suudi Arabistan’da var vb. Bu vurgu, yani Çin’e karşı demokrasi yokluğu üzerinden saldırganlık gösterileri, aslında dünyanın fabrikası hâline gelmiş olan Çin’i ekonomik-ticari savaşla durdurmamalarından kaynaklıdır, savaşın parçasıdır.

5

Dahası, ABD, NATO’dan geçen kararlar çerçevesinde Avrupa’daki güçlerini artırmaktadır. 300 bin kişilik ordu oluşturma isteği açık olarak ortaya konmuştur. 300 bin kişilik ordu ile, Avrupa’ya yerleşme planı kabul edilmiştir. Bu, Avrupa’da bir ABD işgalidir, anlaşmalı gibi görünse de, zora dayalı bir işgaldir bu.

Dün, daha bir yıl öncesine kadar, Avrupa, kendi ordusunu oluşturma hedefini tartışıyordu. Oysa bugün, Avrupa, açıkça ABD tarafından işgal edilmektedir.

ABD, NATO aracılığı ile, “Avrupa’nın korunması”ndan söz ediyor. Gerçekte bu, Avrupa’nın ABD tarafından işgalidir. Tam da bu adım, savaşı Avrupa topraklarına taşımak ve ABD topraklarından uzak tutmak isteğinin ifadesidir.

Söz konusu olan Üçüncü Dünya Savaşı ise, ABD topraklarının bu savaşın dışında kalması olası bile değildir. Hem füzelerin menzili hem de gelişmiş nükleer silahlar, bu sınırları aşma kapasitesine sahiptir.

Ama ABD tarafından “usulca”, “punduna getirilerek” işgal edilmekte olan AB’nin, artık bir iradesi kalabilir mi? Bu soruya “evet” demek mümkün değildir. AB, eğer, büyük bir çıkış ile ABD’ye karşı hamle yapmazsa, bir AB iradesinden söz etmek mümkün olamaz.

ABD, Avrupa’nın iradesini elinden almış gibidir.

Şimdi, 300 bin kişilik ordu ile ABD’nin Avrupa’ya yerleşmesi durumundan söz ediliyor. Bu durumda AB’nin bir güç olarak kalabilmesi mümkün olabilir mi? Bu nedenle AB, bu karara evet diyerek, kendi gücünü yarımın da altına indirmiştir demek mümkün görünüyor.

ABD, başta Polonya, İspanya ve İngiltere olmak üzere Avrupa’daki güçlerini artıracak olduğunu ilan etmiştir. Hem asker sayısı hem de üs sayısı artacaktır.

İsveç ile İngiliz silah sanayiinin artan işbirliği, İsveç’in NATO’ya girmesi isteğinin nedenlerinden biridir. Ama bu, aynı zamanda, tüm Avrupa’nın kapatılması girişimidir de. Kısacası savaş hazırlıkları gelişmektedir.

6

Biliyoruz ki, her savaş, savaşan ülkeler için aynı zamanda bir iç savaştır. Öyle ise, Avrupa’da Neonazilerin yükselmesi, ırkçılığın katlanması süreci yaşanırken, aynı zamanda bir iç savaş yaşanacağı da kesindir. Bunun zaman alacağı söylenebilir. Bu zaman, savaşın seyrine bağlıdır. Ama bu süreç başlamıştır. Öyle ise, tüm bu ülkelerde, farklı bir süreç de başlayacaktır. Neonazilerin güçlendirilmesi, sadece genel anlamı ile savaş hazırlığı için değildir, fakat aynı zamanda bu iç savaş olasılığına karşı da önlemdir.

NATO toplantısının, Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan etmesi, savaş naralarının daha da yükselmekte olduğunun habercisidir.

Ayrıca NATO, “barış döneminde değiliz” diye, tuhaf bir tespit de yapmaktadır. Savaş dönemindeyiz demeden, “barış döneminde değiliz” demek, aslında NATO’nun güç gösterilerinin arkasında yatan ABD’nin Avrupa’yı kontrol etmek isteği olduğunu da göstermektedir. “Barış döneminde değil”sek, ne dönemindeyiz, savaş döneminde olduğunu neden açıkça NATO ilan etmiyor? Bu küçük nüans, aslında ABD’nin Avrupa’yı hizaya çekme hamlesinin ürünüdür.

Rusya ve Çin, BRICS ülkeleri ile birlikte, yeni bir uluslararası ticaret sistemi geliştirme sürecine girmiştir.

Bu durum, sistemin krizini daha da artıracaktır.

Yaptırımlar-ambargolar, Batı için, beklenen sonuçları vermekten uzaktır ve tersine bir etkiye yol açmaya başladıkları da açıktır. ABD öncülüğünde NATO ve Batı ittifakının Afrika’ya gıda akışını, özellikle buğday akışını kesme çabaları, sadece Batı’nın “insanlık değerleri”nin ne anlama geldiğini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda savaşın her alanda, her yolla, her araçla, sınır ve kural tanımaz bir biçimde tırmandırıldığının da göstergesi oluyor. ABD, öylesine bir haydutluk ortaya koymak istiyor ki, herkesin korkudan boyun eğmesini sağlamak istiyor.

Tüm bu süreç, Rusya ve Çin öncülüğünde geliştirilmeye başlayan yeni uluslararası ticaret sisteminin destekçilerinin artması anlamına da geliyor.

ABD, çözülmekte olan hegemonyasını kurtarmaya çalışırken, tüm kapitalist-emperyalist dünyanın krizini de daha da artırıyor. 2008’de başlayan ve sürmekte olan kriz, şimdi enflasyon ile katmerlenmeye başlıyor. Avrupa, 1970’lerden bu yana en yüksek enflasyon oranları ile tanışıyor.

Çok uzun bir süre almayacağı kesindir, yeni uluslararası ticaret sistemi Rusya ve Çin öncülüğünde geliştirilmektedir. Elbette, bu yeni sistem, anti-kapitalist bir şey değildir, olması da beklenemez. Zira, Rusya ve Çin, sosyalist bir mücadele vermemektedir. Bu beklenemez de. Her ikisi de kapitalistleşmeyi seçmişlerdir. Ama yine de bu yeni uluslararası ticaret sistemi, Batı cephesini ciddi biçimde zorlamaktadır, zorlayacaktır.

7

Tüm bu süreç, NATO’nun dağılma sürecini de besleme eğilimindedir. İlk başta bu ters gibi gelebilir. Ama İspanya’daki NATO zirvesinin görüntüleri bunu destekler niteliktedir. Zoraki gülümsemeler, şık kıyafetlerle balo yemeğini andıran toplantı, aslında içerideki çürümeyi, hatta gerilimi gizlemeye yetmiyor. Şık elbiseler “iskeleti” kaplasa da, iskelet kendini tüm çirkinliği ile ortaya koyuyor.

Savaş hazırlıkları, artan ırkçılık, sistemin parıldayan pullarını dökmeye başlamıştır bile. Artık NATO’nun bir savaş makinası olduğu gerçeği, NATO’nun dünyadaki savaş suçlarının ana merkezi olduğu gerçeği, ne yapsalar da açığa çıkıyor. Bunu anlamamakta direnen “aydın”lar, gerçekte NATO tedrisatının etkisinden kurtulamadıkları için bu kadar kördürler.

8

Dünyanın ihtiyaç duyduğu şey, kapitalist sistemin yıkılmasıdır.

Nefes almak, insan olarak kalma isteği, NATO ve savaş güçlerine karşı mücadele etmek anlamına geliyor.

Dünyanın eksiği, sosyalizmdir.

Dünya devrimci işçi hareketi, dünyanın hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu bir şeydir.

Hem dünya işçi ve emekçilerinin kurtuluşu buna bağlıdır hem de insanlığın ve gezegenin kurtuluşu, buna, devrimci sosyalizme bağlıdır. Çoktan ömrünü tamamlamış olan kapitalist sistemin yıkılması gerçekleşmeden, hiçbir insanî değer korunamaz, geliştirilemez.

Dünya, devrimci yükseliş dalgalarına, sosyalizmin yükselişine hazırlanmaktadır. Bu elbette bugün, hemen gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak, dünya devrimci hareketi, bunun hazırlıklarını yapmak zorundadır.

İşçi ve emekçilerin, dünya proletaryasının aklı berrak olmalıdır: Ya sosyalizm ya ölüm sloganı, sadece bir genel doğru değil, bugün için acil bir slogandır da. Bu çürümüşlüğü yıkmak, kapitalist-emperyalist sistemi tarihin çöplüğüne göndermek, işte dünyayı kurtaracak tek gerçek yol budur.

Dünya proletaryası, daha gelişmiş bir mücadele ile tarih sahnesinde yerini alacaktır. Bu açıdan, her ülkedeki devrimci hareketin, dünyayı gözlemesi, gelişmeleri yakından izlemesi ve en çok da gelişmekte olan direnişlere bakması elzemdir. Dünya devrimci hareketi, devrimci sosyalizmin bayrağını yükseltmek üzere bir yeni enternasyonal örgütlemek zorundadır. Bu elbette her ülkedeki mücadelenin kendi sorunları bir yana bırakması demek değildir, olamaz da.

Her savaş bir iç savaş ise, bu doğru ise, tüm Avrupa ve ABD dahil, tüm metropoller de mücadelenin yükselişine sahne olacak demektir.

Önümüzde sınıf savaşımının yeniden yükseleceği, sosyalizmin bayrağının yükseleceği bir dönem vardır. Savaşı önlemenin de tek yolu budur. Bu sınıf mücadelesi, birçok açıdan yeni öğeler içerecektir. Ancak devrimci önderlik isteyeceği kesindir. Bu nedenle, dünya devrimci hareketi, nerede olursa olsun, dünyanın en uzak noktasında bile sürmekte olan direnişlere gözünü dikmelidir.

Hak, mücadele ile kazanılır

Doğru bir sözdür, “hak verilmez, alınır.”

İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı tarafından iptaline karşı açılan dava, beklendiği gibi, “red” ile sonuçlanmıştır. 19 Temmuz 2022’de dava reddedilmiştir.

Okuryazar takımı, CHP ve tüm burjuva muhalefet, davanın “iptal” ile sonuçlanacağını vaaz ediyordu. Onlara göre, “hâlâ bu ülkede hukuk var”dı.

Aslında, biz, Kaldıraç Hareketi, biz devrimciler, “bu ülkede hukuk yok” demiyoruz. Tersine, bu ülkede bir “hukuk var” diyoruz ve adı, iç savaş hukukudur.

Bir çocuk, Cumhurbaşkanı’na karşı bir cümle yazdı diye hapse atılıyorsa, bir kişi muhalif iki söz edince özel ayarlanmış trollerce linç ediliyorsa, bir kadın otobüse bindiğinde giyimine göre saldırıya uğruyor ve sistem saldırganı övüyorsa, bir çocuk cinsel tacize uğruyor ve saldırgan adeta ödüllendiriliyorsa, bir öğrenci hakkını arayınca okuldan uzaklaştırılıyorsa, iki Çerkes otobüste kendi anadillerini konuşunca tehdit alıyor ve sistem bunu ödüllendiriyorsa, her öğrenci eyleminin karşısına polis, her kadın eyleminin karşısına TOMA, her işçi eyleminin karşısına polis copu dikiliyorsa, medyası, yargısı, polisi, askeri, hukuku ile tüm bir sistem halka, işçi ve emekçilere saldırıyorsa, “burada hukuk yok” denmez.

Tam tersine, burada bir “iç savaş hukuku” var denir.

Ülkenin hapishaneleri işkencehaneye dönmüştür.

Her gün, Kürt halkına karşı savaş naraları atılmakta, öldürdük diye sevinç nidaları yükselmektedir.

Kürt halkına, Kürt devrimine karşı, hem ülke sınırları içinde hem de Irak’ta ve Suriye’de açık bir savaş, bir soykırımı devreye sokulmuştur.

Her işçi, her öğrenci, her kadın eylemine devlet, tüm güçleri ile, medyası, polisi, yargısı, askeri vb. ile saldırmaktadır.

Açlığını haykıran suçlu ilan edilmektedir. Battığını ilan eden küçük esnaf tutuklanmaktadır. “Hırsız var” diyen linç edilmekte, ayakkabı kutusunu gösteren tutuklanmaktadır.

Kürt illerine bakıldığında bu “iç savaş hukuku” tüm çıplaklığı ile görülmektedir. Nihayetinde orada direnen bir halk, bir örgütlü mücadele var. Bir tokatla susulmuyor, milliyetçilik naralarından korkulmuyor, hapishanelerden ürkülmüyor, ölüm tehditlerine boyun eğilmiyor. Bu nedenle iç savaş orada çok açıktır. Bir soykırım saldırısı, direniş olmamış olsa idi, başarılı olmuştu bile. Ama direniş, savaşın gerçek karakterini ortaya seriyor, iç savaş, kendini açık olarak ortaya koyuyor.

Bu nedenle, TC devleti, Kürt il ve ilçelerinde seçilmiş olanların yerine kayyum atamaktan geri durmuyor.

Kayyum atanması, “hukukî” mi idi? Elbette değildi. Normal, olağan şartlarda burjuva hukukuna uymaz. Ama iç savaş hukukuna uygundur.

Batı’da ise, İstanbul, Ankara ve İzmir’de, TC devleti tüm güçleri ile halkın üzerine saldırıyor. Gar katliamını ele alın, davasını izleyin, bu iç savaş hukuku değilse nedir?

Bir tren kazasında çocuğunu kaybeden annenin cesaret verici, onurlu direnişi, “hukuk mekanizmalarını” harekete mi geçirdi? Tersine anne, coplandı, terörist ilan edildi. İç savaş hukukudur bu.

Canikli, Giresun’da öldürülen 13 yaşındaki Rabia Naz’ın babasına karşı açık mafyatik yöntemleri kullanırken, hukuk mu ölmüştü? Hayır, iç savaş hukuku devreye girmişti.

İç savaşın, Batı illerinde, Kürt illerinde olduğu kadar açık ortaya çıkmamasının nedeni, bizim örgütlülüğümüzün, henüz Kürtlerinki kadar gelişkin olmamasıdır. Bu nedenle devlet, burada daha “toleranslı” davranmaktadır, coplamaktadır, TOMA ile su ve gaz sıkmaktadır, hapse atmaktadır, plastik mermi kullanmaktadır. Yani, henüz açıktan, göstericilere gerçek mermilerle ateş edilmemektedir.

Devleti, iyi tanımak gerekir.

Devlet, egemenlerin örgütüdür. Öyle sınıfların üstünde, tüm toplumun ortak kurumu vb. değildir. Polis egemenlerin polisidir, hukuk egemenlerin hukukudur, asker egemenlerin askeridir. Bir polisin, bir askerin, bir yargıcın emekçi halkın çocuğu olması, ancak o kişi bunun bilincinde ise bir anlam ifade edebilir.

Devlet, hak dağıtan bir “baba” değildir. Eğer bir baba ise, mutlak öyle diyecekseniz, anamızı “belleyen”, yedi neslimizi kurutan bir “baba” olabilir, o kadar.

Peki, bu durumda, mesela hukukî mücadele anlamsız mıdır?

Hayır, anlamlıdır. Ama ancak, tüm mücadele biçimleri ile birlikte kullanılıyorsa anlamlıdır. Yoksa sadece bir dava açmak, sadece bir avukat tutmak, “Türk mahkemelerine güvenmek”, asla ve asla anlamlı değildir.

Saray Rejimi, hukuku ayaklarının altına almadı, hayır.

Saray Rejimi, hukuku bir silah olarak kullanmanın yollarını geliştirdi.

Öyle ise, “biz gelince İstanbul Sözleşmesi’ni devreye sokacağız” demek, bugüne kadar bekleyin demek, aslında açıktan Saray Rejimi’ne destektir.

Kadınlar, mücadele etmekten geri durmamalıdırlar. Üstelik bu mücadele sadece dava açmak, sadece mahkemeye başvurmak şeklinde de olamaz. Bu yetmez. Kadınlar, sokaklara çıkmalı, her yol ve araçla mücadele etmeli, kendilerini sisteme karşı mücadelenin bir parçası olarak görmelidirler.

Hak mücadele ile kazanılır.

İşçilerin çalışma ve yaşam koşulları, işçilerin sendikal hakları, ancak ve ancak onların aktif ve çok yönlü mücadelesi ile sonuçlar verebilir.

En sıradan, en yasal bir hak dahi, ancak mücadele ile hak hâlini alabilir.

İşçilerin, kadınların, gençlerin, Birleşik Emek Cephesi altında ortak mücadelesi, güçlerini birleştirmesi, hem var olan hakların korunmasını hem de yeni hakların elde edilmesini sağlayabilir.

Sokaklar, eylem alanları, direniş yerleri, gerçek anlamda nefes aldığımız, insan olmanın onurunu tattığımız yerlerdir. İşte hayat buralarda, yeniden kurulmalıdır.

Burjuvazinin, tekellerin, egemenlerin iç savaş hukukunu devreye sokmaları, gerçekte güçsüzlüklerinin göstergesidir. Yalvararak hak alınmaz. Tersine bu zorbalığa, bu baskı ve şiddete, bu “yağma rant ve savaş ekonomisine” karşı her yol ve araçla mücadele edilerek haklar kazanılabilir.

İşçi ve emekçiler, halklar, kendi hukukunu yaratmak zorundadırlar ve bunun yeri sokaklardır, işçi ve emekçi meclisleridir.

Seçimlerin yapılmasını sessizce beklemek demek, eğer olacak olursa, seçimleri de kaybetmek demektir.

Düşünün, Kılıçdaroğlu, Akşener vb. burjuva muhalefet de, tıpkı MHP gibi, Saray Rejimi’nin açıktan yanında olursa ne olur? O zaman bu halkı, işçi ve emekçileri, daha güçlü tarzda mücadele etmekten alıkoyacak ne kalır?

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, karşılarına dikilen devletin kendi devletleri olmadığını bilince çıkartmak zorundadır.

İşçi ve emekçiler, direnişçiler, daha örgütlü hareket etmek, yeni ve yaratıcı mücadele ve örgütlenme modelleri geliştirmek zorundadır.

Bu, iki sınıfın mücadelesidir.

Hak, ancak mücadele ile kazanılarak, gerçek bir kazanıma dönüşebilir.

Sri Lanka direnişinin düşündürdükleri

Belki sizin de ilginizi çekmiştir. Sri Lanka’daki direniş, mevcut başkanın ülkeyi terk ederek, Singapur’dan e-posta yolu ile istifa etmesine yol açtı. Bu istifa, “ileri bir sonuç” değil elbette. Ama, ülkemizdeki Saray Rejimi’nde, Damat Berat’ın sosyal medyadan istifa etmesi ile başlayan komik tartışmaların, aslında türünün tek örneği olmadığının bir kanıtı olabilir.

Bizde çok yaygındır; modern teknoloji abartılır.

Sen, devrimden söz eden bir genç gördüğünde, hemen ona, 12 Eylül yenilgisinden öğrenmiş olduğun, “mücadele etmek tehlikelidir” düsturuna uygun olarak, “iyi ama devrim, bu teknolojik koşullarda, bu şartlar altında, her şeyi kontrol edebildikleri bir ortamda mümkün değil” demek için kendini tutamayan “dostum”, modern teknolojiyi çok ama çok abartıyorsun.

Haklısın. Yeni, devrimsiz, uslu yaşamında, sen sadece “iyilikler” dilerken herkese, bakıyorsun ki, çok değişik aletlerle her şeyi izlemek mümkün. Eşi kendisini aldatıyor mu diye dert eden, hemen bir izleme sistemi devreye sokuyor. Eskiden ev telefonlarını izleyen devlet, şimdi, her türlü elektronik yazışmayı izliyor, telefonları kaydediyor. Ve sen tüm bunların karşısında kendini ezilmiş, yalnız hissediyorsun. Tıpkı, benim, deterjan almak için markete gittiğimde, onun bana bakan gözleri ile “paran var mı” diye sorduğunu hissetmem gibi. Buna biz meta fetişizmi diyoruz. Belki de senin bu elektronik dünya da dahil, “modern teknolojiyi” abartırken, unuttuğun bir şey vardır?

İşte, Sri Lanka’nın başkanı, Singapur’dan e-posta ile istifa ettiğinde, biz, bu teknolojinin başka bir yönünü de öğrenmiş oluruz. Bakan Damat Berat istifasını sosyal medyadan yaptığında, saygın Kemalist-ulusalcılarımız, “aaa, bu devlet terbiyesine uymuyor” dediler. İyi ama, diploması olmayan bir adamı başbakan ve cumhurbaşkanı olarak kabul etmek, sizin devlet terbiyenize nasıl uygun gelmişti? Galiba, tam da uymuştu. NATO tedrisatı budur. Siz, neye şaşıracağınızı bile NATO standartlarına göre belirlersiniz. En büyük beklentiniz, ABD’li bir yetkiliden alacağınız “aferin”dir.

Neyse, bizim modern teknolojiyi abartan dostlarımıza dönelim. Neyi unutuyorlar? Acaba 100 yıl önce devletler, isyancılardan teknolojik açıdan daha güçlü değil miydi, bu isyancıların teknik zayıflığı sadece 21. yüzyıl devrimcilerine ait bir yeni sorun mudur? Mücadele etmek istemeyen için, her durum zordur, her zaman bir bahane bulunur. Oysa 1917’de iktidarı alanlar, aslında teknik olarak yine o zamanın kapitalist devleti ile kıyas götürmez ölçüde güçsüz idiler. Brecht acaba bu durumu mu gördü? Egemenlere sesleniyordu, “tankınız ne güçlü, ne güçlü ama kullanacak insan ister” diyordu. Bugün de öyledir.

Sanat, işte bu denli güçlüdür. O dönem için söylenen, tankınızın kusurcuğu, kullanacak insan istemesidir meselesi, bugün de doğru.

Sri Lanka’da, bu kusurcuğu görmeye başladık mı? Gezi’de bu kusurcuğu görmeye başladık mı?

Kaldıraç 252. sayısında, Halk Kurtuluş Cephesi (JVP) politbüro üyesi Sunil Handunethi ile bir röportaj yaptı. Bu röportajın sonunda Handunethi, şöyle diyor: “21. yüzyıl sosyalizm yüzyılıdır. Kapitalizmin yarattığı teknoloji ve teknoloji dünyası, insanları çeşitli şekillerde felakete sürüklemek ve istismar etmek için kullanıldı. Teknoloji, insanları bölmek ve yönetmek, insanlar arasında uyumsuzluk getirmek için kullanıldı. Ancak, şimdi halk tarafından haklarını korumak ve geliştirmek için kullanılıyor …” (Kaldıraç, Temmuz 2022, s. 88).

Yani, egemenlerin elindeki teknolojinin eksiği olan, onu bir insanın kullanması gerçeği, işleri değiştirme eğilimini ortaya çıkarıyor. Bizim eski yoldaşlarımız, hâlâ dostlarımız, teknolojiyi çok abartıyorlar. İnsana, işçi ve emekçi sınıflara bakmıyorlar. Kapitalist ekonomiyi, kapitalist dünya sistemini anlamak, yıkmak üzere mücadele etmiyorlar. O nedenle, kendi “evcil” dünyalarında her yeni teknik gelişim, onları biraz daha korkutuyor.

12 Eylül yenilgisinden korkmayı, mücadele etmemeyi, örgütten uzak durmayı, tartışmaktan korkmayı öğrenmiş olanlar, sadece bunları öğrenmiş olanlar, korkmak için her gün bir şey buluyorlar. Bizim egemen ulusalcılarımız nasıl ki, NATO’dan korkmasını biliyorlar, bizim 12 Eylül ile korkuya boyun eğenlerimiz de, korkmak için her “yeni şey”de bir neden buluyorlar.

* * *

Sri Lanka, eski adı Seylan olan, bizim bildiğimiz Seylan çaylarının geldiği yerdir. O meşhur çaylar, yeni adı ile Sri Lanka’da üretilir. Sri Lanka, Hindistan’ın güneyinde yer alan bir adadır. Yanlış bilmiyorsam, eski İngiliz sömürgesidir ve İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin nezdinde dünya kapitalist sisteminin aldığı yenilgi sonrasında “bağımsız” bir ülke olmuştur. Hindistan’a çok yakın bir adadır. Sanırım, 31 km mesafede olmalı. 31 km yüzebilen insanlar var mıdır bilmiyorum. 2020 istatistiklerine göre, 89 milyar dolar GSYH’si (gayrisafi yurtiçi hasıla) olan bir ülkedir. Nüfus ise 22 milyona yakın. 12 milyar dolar ihracat yapıyor. Bu yıllık ihracat içinde örme tekstil başta olmak üzere tekstil, çay, kahve ve baharatlar önde. İthalatı ise ağırlıklı olarak petrol alanında, yıllık toplam ithalat, petrol de dahil 22 milyar dolar. Basit bir mantıkla, ülkenin enerji ihtiyacını çözmesi gerekiyor. Bu yolla petrol ithalatı azalabilir.

Rajapaksa hanedanlığı, Temmuz ayında son buldu.

Gotabaya Rajapaksa, en son başkan idi ve Singapur’da istifa etti, e-posta yolu ile. Teknolojinin böyle kullanımını allah bizimkilere de nasip eder mi bilmiyoruz. Ama aslında Gotabaya’dan önce, bir başka Rajapaksa vardı, o da Gotabaya’nın abisi Mahinda Rajapaksa idi.

Tamil gerillaları (LTTE) ya da Tamil Kaplanlarına karşı yürütülen iç savaş ve soykırım uygulamalarının başarısı için, Mahinda, 2005’te iktidara geldi. Sri Lanka’da iktidar bloğu, Mahinda ile, Tamil gerillalarını ezmeyi hedefledi. İçlerinde çok sayıda çocuk da olmak üzere, 100 bin kişi katledildi. Ve iç savaş, büyük ölçüde 2009’da sonlandırıldı.

JVP politbüro üyesi Handunethi, Kaldıraç’taki röportajında, Sri Lanka’da farklı etnik grupların, her ülkede olduğu gibi yaşadığını söylüyor ve şu grupları sayıyor: Sinhaleseler, Tamiller, Müslümanlar, Burgherler, Maley. Tamillere karşı devletin kıyımı boyunca, aslında şiddetli bir baskı sistemi yaratıldı. Tamillerin yaşadığı bölgelerde halkın herhangi bir direnişine karşı acımasız savaş devreye sokuldu. Sri Lanka, 22 milyona yakın nüfusuna rağmen, 350 bin kişilik bir orduya sahip. Bu oldukça yüksek bir orandır.

Tamil direnişini bastıran devlet, Mahinda yönetiminde, Rajapaksa ailesinin öne çıktığı bir yönetime dönüştü. Başkanlık sistemi, tıpkı ülkemizde olduğu gibi, olağan olmayan bir devlet örgütlenmesi olarak gelişti. Elbette, tüm aile, adada süren yağma-rant ekonomisine uygun olarak görevler aldı. Mahinda 2015’te görevi kardeşi Gotabaya’ya devretti. Sanıyorum, kendisi de başbakan olarak görev aldı.

Ülkede bizim ülkemizdeki gibi yollar, kullanılmayan havalimanları vb. yapımı daha da hızlandı. Böylece borç batağı büyüdü. Ekonomik kriz derinleşti. 2021 Nisanı’nda, devlet başkanının aldığı yeni karar, bardağı taşıran damlalardan biri oldu denilebilir. Gotabaya, tarımsal alanda, kimyasal gübre kullanımını yasakladı. Bu elbette çiftçileri oldukça zora soktu. Çay ihracatı için, kimyasal gübrenin olmaması, alıcılar açısından önemli olsa da, buna bir çare düşünülmedi ve çiftçiler oldukça zor duruma düşmeye ve 2022 yılında gösteriler artmaya başladı. 2022 nisan enflasyonu, yüzde yüzü geçmişti. Petrol ve enerji fiyatlarındaki artış, durumu daha da kötüleştirmişti. Hükümet enflasyonu, 2022 Nisan ayında yüzde 34 olarak açıklıyordu.

Nisan 2022’de gösteriler daha da şiddetlendi. Bastırma çabaları yeterince sonuç vermedi. Başkent Kolombo, Tamillere karşı kullanıldığı tarzda şiddetin kullanılabileceği bir yer değildi.

51 milyar dolar borcun ödenemeyeceği ortaya çıktı. IMF ile yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı.

Gösteriler, kitlesel eylemler, kendiliğinden veya örgütlü eylemler şeklinde gelişti. Başlangıçta eylemlere katılanlar, daha çok “halk” olarak ele alınabilirdi. Bu bir yandan, eylemlere yoğun katılım, orta sınıfların, küçük burjuvaların da katılımı demek idi. Ama daha sonraları, öğrenciler, kadınlar vb. yanı sıra, grevler ortaya çıkmaya başladı. 28 Nisan grevi bu açıdan önemlidir. Kaldıraç’taki röportajda, 1 Mayıs’ın ilk kez üç ilde birden kutlandığı bilgisi yer almaktadır. 6 Mayıs’ta ise, hartal diye adlandırılan, kepenk kapama, hayatı durdurma eylemi başladı. Eyleme, çay işçileri de katıldı, sendikalı işçiler de katıldı.

Gotabaya, önce, aileden iktidarda olanları görevinden aldı. Ama durumu toparlamaya yetmedi bu tutum.

Artık Başkent Kolombo işgal altındaydı.

Eylemler, daha da ilerledi. Mahinda ve 70 milletvekilinin evi, göstericilerle basıldı. Bu villa tarzı evler ateşe verildi. Nihayetinde, göstericiler, büyük güvenlik önlemleri ile korunan Başkanlık Sarayı’na girmeyi başardı. Gotabaya, ülkeyi terk etti. Singapur’dan e-posta ile istifa etti.

Sri Lanka direnişinin bize düşündürdükleri var.

Olayları, belki de bazı eksiklikleri ile, böyle özetledikten sonra, direnişin düşündürdükleri üzerine tartışabiliriz.

Muhtemeldir ki, burada aktarılan bilgilerden daha fazlası, iyi bir tarama ile bulunabilir. Ama JVP politbüro üyesinin röportajı, bilgi eksikliklerimize rağmen, bize daha ciddi düşünceler geliştirme cesaretini verdi.

Ülkemizde çok sıkça tartışma konusu olan Gezi Direnişi’nin hâlâ güncel olması, sürmekte olan direnişin bastırılması için Saray Rejimi’nin her yolu denemesi, ayrıca bir yakınlık kurmamıza neden olmaktadır. Sri Lanka direnişi, bize Gezi Direnişi’ni bir kere daha ele alma enerjisi vermektedir.

İzninizle maddeler şeklinde yazmak istiyoruz.

1

Sri Lanka direnişi nezdinde, dünyanın tüm direnen işçi ve emekçilerini selâmlamak istiyoruz. Sri Lanka’dan Başkan Gotabaya’nın kaçışı, henüz bir zafer değildir. Ama buna rağmen, önemlidir. 20 yıla yakın bir iktidarın-hanedanın çöküşüdür. Ve bu çöküş, sonunu nasıl getirecek bilinmezse de, direnişin eseridir, en geniş anlamı ile halkın eseridir.

Bizde Erdoğan sonrası konusunda tartışma çok “renkli” gibi sunulan bir siyah-beyaz film sahnesidir. İlkin, mesele Erdoğan meselesi değildir. Dahası vardır. Saray Rejimi, daha da ilerisi, burjuva egemenlik, ABD’nin 51. eyaleti olma hâli son bulmalıdır ve bunun olanakları vardır. Bu konuda bize katılmayacak olanların fazla olduğunu biliyoruz. Bizim görüşümüz, her gerçek gibi, bugün az sayıda destek görmektedir. Ama doğrusu, biz de, kendini çoğunluğa göre ayarlamayanların saflarındanız. Yani görüşümüz yeterince destek görmüyor diye, onu yanlış kabul etmeyecek kadar irademiz, bilimsel öngörümüz ve cesaretimiz var.

Erdoğan’ın nasıl yıkılacağı, sonrasına ilişkin bilgi verecektir. Erdoğan ve Saray Rejimi, halkın direnişi ile, mesela Sri Lanka’dakinden daha az olmayan bir direnişle yıkılacaksa, sonrası bambaşka olmaya adaydır.

Bu nedenle, Sri Lanka’da zafer, işçi sınıfı ve halkın, mevcut sistemi, başkanlık sistemini alaşağı etmesi, sosyalizmin bayrağını yükseltmesi demek olacaktır. Bunun için, sadece parlamentoyu temel alan bir yaklaşım yeterli değildir. Tersine, halkın direnişini temel almak gerekir.

Kolombo, başkent “işgal” edildiğinde, insanlar “yurttaş komiteleri” aracılığı ile, gıda ve tüpgaz stoklarına el koydular ve bu stokları halka planlı olarak dağıttılar. Bu önemli bir “iktidar” adımıdır. Buradan söylemesi kolay olmasa da, “yurttaş komiteleri”, kendiliğinden eylemlerin örgütlü eylemlerle birleşmesinin kanalı olabilirler.

İşçi sınıfı ve devrimcilerin, iktidarı almaya güçleri yetmeyebilir. Ama bunun yolu, direnişi daha da derinleştirmekten geçmektedir.

Doğru bir siyasal önderlikle, birleşik emek cephesinin iktidarı alma olanağı vardır. Bu da, sadece parlamentoya bakan bir mücadele anlayışının aşılması demektir. Tekrar etmek gerekir ki, bizim buradan söylediklerimiz, elbette, bazı hatalar içerebilir. Ama asla ve asla, dostça olmayan bir anlam içermezler. Parlamento ile sınırlı bir direniş, daha ileriye gitmeyi unutmak, reddetmek demektir. Elbette, Sri Lanka, dünya kapitalist sistemini sarsacak bir çıkış yeri değildir. Elbette öyledir. Ama buna rağmen, sosyalizmin bayrağının dalgalanması mümkündür.

2

Sri Lanka direnişinin, kayda değer, oldukça kıymetli bir yönü var: Onca baskıya rağmen, direniş dağılmamış ve kararlılığını sürdürmüştür. Bu durum ada halkının optimist yaklaşımının ürünü değil, gelişen ve yıllar alan direnişin ürünüdür. Uzun bir mücadele tarihinin sonucudur ve Tamil gerillalarının, tüm hatalarına rağmen direnişi, bunun, bu tarihin bir parçasıdır.

Rajapaksa hanedanının destekçilerinin, bir yandan aile üyelerinin yönetimden ayrılması kararına rağmen ve tam da onun ardından, bir saldırı organize ettiklerini biliyoruz. Bu saldırıda Rajapaksa destekçileri, Kolombo’daki göstericilerin üzerine saldırdı, çadırlarını yaktı, göstericilerin bir kısmı ağır dayaklar yedi. Ama buna rağmen, gösteriler durulmadı ve direniş sürdü.

Ve direniş, salt barışçıl gösterilerle kendini sınırlandırmakla yetinmedi.

Bizim Gezi Direnişi sırasında, büyük alanlarda toplanmamız yetmedi. Aynı süreç, Sri Lanka’da da vardı. Ama artan şiddet karşısında, göstericiler, eski başkan da dahil, 70 milletvekilinin evini yaktı. Dahası, artan saldırılar, direnişçilere, esas muhatabın, parlamento değil, Saray olduğunu öğretti. Saray’ı basan göstericiler, bir sonuç elde etmeyi başardı.

Bizim Gezi Direnişi’nde yapamadığımız budur.

Gezi Direnişi’nde, alanlarda coşkulu kalabalıklar olarak, özgürleşme, korku duvarını delme açısından çok kıymetli adımlar attık. Ama bu durum, bununla sınırlı kaldıkça, sonuç vermekten uzak oldu. Gezi döneminde penguen yayını yapan TV merkezlerini ele geçirmedik ya da kamu binalarına yönelip, doğrudan onlarla tartışmaya yönelmedik. Bunu düşünenler zayıf kaldılar.

Oysa Sri Lanka’da, olaylar, devlet kurumlarına, daha direkt olarak Saray’a doğru akmaya başladı ve bu durum bir sonuç üretti.

Sri Lanka’da süreç, yarın askerlerin bir bölümünün silah bırakması ile bile sonuçlanabilecek noktadadır. Bu ise salt parlamentoya hapsedilmiş bir mücadelenin yetersiz olacağını düşünmek için önemli bir nedendir.

3

Kaldıraç’ta yer alan röportajda, Handunethi, artık ülkede ırkçı ve dinci manipülasyonların işe yaramayacağını belirtmektedir.

Bu oldukça önemli bir noktadır.

Modern burjuva devletin en büyük rıza üretme araçları, din ve milliyetçiliktir (ırkçılık). Bunu kaybeden bir burjuva devlet, kolaylıkla ayakta duramaz. Bu açıdan Sri Lanka devrimcilerinin, Tamiller ve tüm halklarla, kardeşçe bir ilişki kurması gerekli ve önemlidir.

Ülkemizde, TC devleti, Kürtlere karşı savaş ve Yunanistan ile savaş konularını açtı mı, her şey durmakta, ilk iş olarak egemenler birbirine yapışmakta, aralarındaki çelişkileri unutmaktadır. Ardından, özellikle okuryazar takımı (OYT) aracılığı ile, bu ırkçı ve milliyetçi yaklaşım, “devleti kurtarmak” hâline dönüştürülmekte, böylece Saray’a muhaliflik de boşa düşmektedir. Sözde Saray Rejimi’ne muhalif, gerçekte, sadece Erdoğan’dan rahatsız bir anlayış örgütlenmektedir. Oysa bunlar, ayrı şeyler değildir. Bu ikiyüzlü muhalefettir, sözde muhalif, gerçekte, Saray Rejimi’nin destekçisi.

Bir muhalif, eğer Kürt halkına karşı yürütülen kıyımı görmüyorsa, eğer bu durumda devletin yanında yer alıyorsa, bu durumda susuyorsa, ona devrimci denemez.

Ülkemizde ırkçılık ve din hâlâ etkilidir. Etkileri azalmaktadır. Ama buna rağmen hâlâ etkilidir. Bu TC devletinin sadece tarihsel deneyimi ile açıklanamaz, aynı zamanda NATO bağları da bunun bir nedenidir. Ama elbette, TC devletinin tarihsel deneyimi de bu konuda çok önemlidir. Biz, ülkenin devrimcileri, Ermeni katliamında yeterince tepki verilmiş olsa idi, bu ırkçılığın bunca sonucu ile karşılaşmayacağımızı söylemek zorundayız. Büyük günah, her türlü küçük günahı aklar, görmezden gelmenin sonucudur bu. Komşusu saldırıya uğradığında onu yalnız bırakan kişi, kendisine gelecek saldırının da kapısını açmış demektir. İnsanî açıdan da bu böyledir. Devrimci mücadeleden söz ediyorsak, bir halkın haklarını yok sayan, bir halkın direnişine gözünü kapatan kişi, devrimcilikten söz edemez.

TC devletinin elinden din ve ırkçılık (milliyetçilik, o ünlü deyimi ile Atatürk milliyetçiliği de içinde) alındığında, TC devletinin yönetme araçlarının önemli bir bölümü de elinden alınmış olacaktır. Saray Rejimi’nin azgınca dini ve milliyetçiliği kullanması bu nedenledir. Bu denli şiddetli tarzda kullanıldığı için, din de, milliyetçilik de eskisi kadar iş görmekten uzaktır. Kürtlerin direnişi, bu açıdan çok ama çok önemlidir. Hatta bazı dinî çevrelerin, samimi inananların iktidarı eleştirmeleri de büyük bir öneme sahiptir.

4

Direniş öğretmendir.

Direnişçi, tüketim toplumu ilişkilerini aşarak insanlaşmaya, güzelleşmeye başlayan kişidir.

Sri Lanka direnişi, küçük bir ada ülkesinin direnişi değil, insanlığın kapitalist sisteme, burjuva egemenliğe karşı direnişinin bir parçasıdır.

Kapitalist sistem, ağır bir ekonomik kriz yaşamaktadır. Bu kriz, en son 2008 krizi diye adlandırılan günlerden gelmektedir. Uluslararası tekeller, “büyük reset”ten söz etmektedir. Dünyayı bir savaş arenasına dönüştürme isteği, tam da bugünlerde, ABD’nin çözülen hegemonyasını kaybetmeme isteğinin ürünüdür. ABD emperyalizmi, diğer emperyalist rakiplerini (Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa gibi), Rusya ve Çin’i boğmak, sömürgeleştirmek için yanına almaya çalışmaktadır.

Bu durum, dünyanın her yerinde, devrimci sosyalizmin yükselmesine olanak tanıyacak fırsatlar yaratmaktadır.

Dünyanın her yerinde, sınıf savaşımı yeniden yükselmektedir. Bu savaşımın daha da sertleşeceğini söylemek bir kâhinlik sayılmaz artık. Burjuva kalemşörler bile, sosyalizmin ruhuna Fatiha okumanın artık işe yaramadığını dile getirmektedir. Sosyalizm, kuşkusuz 100 yılı aşkın deneyimi ile, yeniden yükselecek bir yol bulma arifesindedir.

Bu koşullarda, dünya devrimci hareketinin enternasyonal bir örgütünün olmaması büyük eksikliktir.

Dünya yeniden sosyalist devrimlerin yükseliş dönemine girecek gibi iken, bu enternasyonalist bir örgütün eksikliği, hızla aşılması gereken bir görev gibi durmaktadır.

Elbette bu durum, her ülkedeki, hatta emperyalist metropollerdeki devrimci hareketin kendi gelişim yolunu sürdürmesinin alternatifi değildir. Her devrimci hareket, yükselmekte olan sınıf mücadelesine uygun adımlar atmak zorundadır. Ancak, bugün, bunca yıllık tarihsel deneyime dayanarak, söyleyebiliriz ki, her devrimci hareket, dünya devrimci sosyalist hareketinin bir parçası olarak kendini konumlandırmayı ihmal etmemelidir.

Bugün, buna çok daha fazla ihtiyaç vardır.

Devrimin nerede ve nasıl gelişeceği, birçok etkene bağlı olarak şekillenecektir. Ama devrimciler, kendilerini, dünya devrimci hareketinin bir bileşeni, bir parçası olarak konumlandırmayı, en başından gözetmek zorundadır.

Sri Lanka direnişi, dünya devrimci işçi hareketinin bir parçasıdır. Birçok deneyime sahiptir. Ondan öğrenmek, o gözle detaylara bakmak, savsaklanamaz bir devrimci görevdir.

Yoğunlaşan savaş bulutları arasında, insanlığın geleceğinin sosyalizmin zaferine bağlı olduğu gerçeği, uzakta da olsa bir güneş gibi parlamaktadır.

Ömrünü tüketmiş bir sistem olarak kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin yeryüzünden silinip atılması gereklidir. 21. yüzyıl, bunun yüzyılı olmalıdır. Bu insanlığın varlık yokluk sorunu haline gelmiştir. Tüm bunları bir kere daha düşünmemize olanak veren Sri Lanka’nın, o güzel adanın direnişçilerini, işçilerini ve devrimcilerini bir kere daha selâmlıyoruz.

Devrim ve sosyalizm, gezegenimiz için, hava ve su kadar acil bir ihtiyaçtır.

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Tekeller çağı, kriz ve insan olarak kalabilmek

Krizden söz ediyoruz. Artık Saray Rejimi de, o bile, bir krizden söz ediyor. Saray Rejimi, bir “ekonomik kriz” olduğunu kabul ediyor. Burjuva muhalefet ise, kapı arkalarında, devletin “âli sahipleri” ile birlikte, ekonomik krizin yanı sıra, “siyasal bir krizin” de varlığını konuşuyorlar. Ama perdenin önünde, “ekonomik kriz” var. Herkesin gördüğünü, yaşadığını, ancak bir yere kadar kabul ediyor egemenler.

Kriz, salt bir ekonomik kriz değildir. Aynı zamanda, Saray Rejimi diye bir olağanüstü devlet örgütlenmesini dayatan bir derin siyasal krizden de söz etmeliyiz. Saray Rejimi, bizzat bu krizi aşmak için devreye sokuldu ve bugüne kadar siyasal krizi çözebilmiş değildir.

Krizin hem siyasal anlamda hem de ekonomik anlamda, kapitalist sistemin krizi olduğunu da biliyoruz. Saray Rejimi’nin sözcülerinin, “kriz var, ama tüm dünyada var” diyerek, kendi “hataları”nın olmadığını söylemelerinin bizim tartışmamızla zerre kadar ilgisi yok. Biz kapitalist sistemin büyük krizinden söz ediyoruz ve bu anlamda önemlidir.

Kriz, aslında kapitalist sistemin, tekeller çağında ayrılmaz yol arkadaşıdır. Kapitalist sistem, artık dünya için fazladan ömür süren bir canavar misalidir ve dünyayı yok ederek, dünya ile birlikte insanı yok ederek yaşayabilmektedir. Bu nedenle krizler, şaşırtıcı değildir.

Ama buradan hareketle, bir krizin önemli olmadığını, onun incelenmesine gerek olmadığını söyleyemeyiz. Tersine, krizler, yeniden ve yeniden ortaya çıksa da, her yeni krizin tekrar ve ısrarla ele alınması ve incelenmesi gerekir. Kapitalizmin, özellikle son 150 yıla yakın tarihi ile tekelci kapitalizmin, kapitalist-emperyalizmin çürüme demek olduğunu biliyoruz. Her kriz, bir yandan bu çürümenin göstergesidir, diğer yandan ise kapitalist sistemin kendini ayakta tutacak mekanizmaları yeniden örgütlemesi demektir. Her defasında, çürüme daha da derinleşmektedir. Ama biz yine de, her krizin özgün yönlerine bakmalı, somut olarak onu ele almalıyız.

Demek oluyor ki, krizlerin kapitalist sistemi otomatik olarak yok edeceği gibi bir fikri doğru bulmuyoruz. Tersine, kapitalizmi yıkmak, en son sınıf egemenliği sistemini tarihe gömmek, devrimle mümkündür. Bu da öznenin, işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak örgütleyecek devrimci örgütün işidir. Kitlelerin biriken öfkesinin kapitalizmi yıkmak üzere örgütlenmesi olmadan krizler kapitalizmin sonunu işaret etmez.

Burjuvaların, egemenlerin, kendi devletleri var. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütüdür ve hem rıza üreterek (ideolojik mekanizmaları) hem de şiddet ile emekçi sınıfları bastırır ve egemen sınıf adına “düzeni korur.” Egemen sınıfın bir çok örgütü vardır elbette, ama en gelişmiş örgütü devlettir ve devleti, egemen sınıfın örgütü dışında bir şey olarak görmek, büyük cehalet değilse, büyük yalandır.

Kapitalist sisteme, son sınıflı topluma, son sömürü toplumuna son vermek demek, işçi sınıfının devleti yıkacak örgütlülüğe ulaşması demektir. Bu nedenle, sıradan bir mücadeleden söz edilmediği gibi, sıradan bir öznel güçten de söz edilmiyor demektir.

Sınıf savaşımını biz yaratmadık. Biz Marksistler de keşfetmedik. Biz Marksistler sınıf savaşımının, sosyalist devrimle sona ermek üzere, sınıfsız toplumun yolunu açacağını söylüyoruz. Bu tarihsel bir zorunluluktur ve bunun önünde durulması mümkün değildir.

Devlet, bu sınıf savaşımından, egemenler adına öğrenir. İşçi sınıfı adına bu sınıf savaşımının deneyimlerini bilince çıkartacak olan da, devrimci sosyalistlerdir. Onun için, herhangi bir krizin kapitalist sistemi otomatik olarak yıkacağı fikri bize uzaktır. Bu nedenle, her krizden sonra, “bak bu sefer de yenilmedi” demek, aslında aklını kullanmamak, kişisel bezginliğini akıl olarak sunmak demek olur. Yine aynı şekilde her yeni krizi, “bu da bir kriz, incelemeye gerek yok” demek, aslında sistemi yıkma perspektifini unutmak demek olur. Bu nedenle, her krizi, yeniden ele almak, incelemek gereklidir. Bu, dünyayı değiştirmek için yola çıkanların, dünyayı anlamak ile yetinenlerden farklılığıdır.

* * *

İçinden geçtiğimiz kriz, 2008 yılında başlayan küresel krizin içindedir.

Bu kriz, ilk olarak SSCB’nin çözüldüğü, dünyada sosyalizmin egemenlik alanının daraldığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu krizin öncesinde, SSCB çözülünce kapitalizm, tüm tekeller, onların kalemşörleri, kapitalizmin zaferini ilan etmişlerdir.

Soğuk Savaş dönemi boyunca, komünizme karşı mücadele adı altında oluşturulmuş olan kapitalist-emperyalist örgütlenme, “iki kutuplu” dünya diye adlandırılıyordu. Bu kutuplardan birinin başında bulunan SSCB çözüldü ve dünya, emperyalist dünyanın kalemşörlerince “tek kutuplu” dünya olarak ilan edildi. Bu tek kutuplu dünya, başında ABD’nin bulunduğu, ekonomik olarak doların uluslararası bir para olduğu, IMF, Dünya Bankası, askerî olarak NATO gibi örgütlere dayanan bir dünya idi. ABD, bu konumuna, hegemon bir güç olmasına dayanarak, kendini dünyanın tek devleti olarak sunmaya başladı.

Ama bu görüntünün altında, emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşımı için savaş yükselmeye, su üstüne çıkmaya da başlamıştı. ABD, kendine rakip, Japonya, Almanya gibi ekonomiler ve Fransa ve İngiltere gibi güçleri kontrolde tutmak için uğraşırken, bu güçler de, dünyanın yeniden paylaşımı için daha usulca hareket etmekteydiler.

2008 krizi, bu nedenle, bu koşulların da izlerini taşır.

2008 krizi, aynı zamanda emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımı altında ortaya çıkmıştır.

Buna bir diyebiliriz.

İkincisi, neoliberal politikaların yeni bir saldırı dalgası olarak örgütlenmeye başladığı 1980’li yıllar, aynı zamanda, Çin’in ve Doğu Asya ülkelerinin dünyanın fabrikası hâline gelmeye başlamasına yol açmıştı. Ucuz emek pazarına sermayenin hızlı kayışı, kapitalizmin dinamikleri ile tamamen uyumlu olarak, sermayenin uluslararasılaşmasını daha da artırdı. Tekeller, dünyayı kendileri için daha da küçük bir hâle getirmek üzere, küreselleşme bayrağını açtılar. Bu elbette bir siyasal saldırı da idi. Özelleştirme dalgaları ile, tekellere büyük rantlar, kaynaklar aktarıldı. Her dönem olduğu gibi bu dönem de, dünyanın yağmalanması hız kazandı.

Kapitalist-emperyalizm, hem insanı tüketim nesnesi hâline getirerek hem de çevreyi yağmalayarak, insan da dahil dünyayı yok etme mekanizmalarını, büyük bir saldırı ile devreye soktu. Kapitalizm, ancak bu biçimde, maksimum kâr hedefine ulaşabilmektedir. Bu bazı açgözlülerin işi değil, bizzat tekelci kapitalizmin, kapitalizmin kendi karakterinin sonucudur.

Bu dalga, Doğu Asya’yı dünyanın fabrikası hâline getirirken, bu arada Çin’in sosyalist geçmişi ile de bağlı olacak şekilde sömürge hâline getirilmesi planlarını aksattı. Ve Çin, bir ekonomik güç olarak ortaya çıkmaya başladı.

Sosyalist geçmişlerini bir yana bırakıp, kapitalist sistemin efendileri arasında yer almak isteyen Çin ve Rusya, birer bağımsız büyük güç olarak, bu yeni dönemin bir gerçeğidir.

Bugün, bu iki ülke, efendiler tarafından sömürge hâline getirilmiş olsa idi, 2008 krizinin çözümü çok da zor olmayacaktı. Ama öyle olmadı.

2008 krizinin ya da bugün devam eden krizin önemli bir yönü de burasıdır. Bu iki güç, hem ekonomik hem de askerî açıdan, efendilerin hareket sahasını kısıtlamaktadır.

Krizin üçüncü özelliği bu noktada başlamaktadır. ABD, hem emperyalist rakiplerini kontrol altına tutabilmek, kendi hegemonyasını sürdürebilmek hem de krize kesin bir çözüm bulabilmek için, Rusya ve Çin’i, Soğuk Savaş dönemini aratmayacak şekilde düşman ilan etti. Son NATO toplantısında, “barış döneminde değiliz” vurgulu bir belgenin çıkması, aslında çelişkili de olsa, önemlidir. Suriye savaşı, bu sürece Rusya ve Çin’in boyun eğmeyeceklerinin de ilanı oldu. Bugün, bir uçta Tayvan, diğer yanda Ukrayna ile başlayan ve bugün Avrupa’yı saran süreçler, ABD-NATO eli mahsulüdür ve efendilerin dünyaya dayattıkları savaş sürecinin göstergeleridir.

Bu üç nokta bir yana bırakılırsa, eğer bu hataya düşülürse, ne finansal krizler açıklanabilir, ne de krizlerin savaşlara dönüşmesi süreci açıklık kazanabilir.

* * *

Tekeller çağı, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü, sermaye ihracının temel öğe hâline geldiği, tüketim toplumu ideolojisi ile tekelci hâkimiyetin insanı esir alma noktasına evrildiği, tarihin en karanlık çağıdır.

Ömrünü çoktan doldurduğunu Ekim Devrimi’nin ispat etmiş olduğu kapitalist egemenliğin, insanı ve dünyayı kirletmeden, kirletmek bir yana yok etmeden var olamayacağının kanıtıdır bu karanlık.

Büyük çürümedir bu.

Tekelci hâkimiyet ilişkileri, sadece pazarın kontrolü demek değildir. Aynı zamanda, tüketim nesnesi hâline getirilmiş insanın da “kontrol” edilmesi demektir.

Özü gereği, büyük çaplı, kitlesel üretim demek olan tekeller çağı, bu kitlesel tüketime uygun olarak, toplumun tüketim toplumu hâline getirilmesini koşullamıştır. Tekelci egemenlik, metaları satmak için, ihtiyaç hâlinde tüketmek yerine, ihtiyaç olmadan da tüketmek üzere topluma müdahale etmektedir. Reklamcılık, bugünkü hâli ile, tekeller çağının, tekelci hâkimiyet ilişkilerinin, tekelci büyük çaplı üretimin sonucudur. Dün, 1 milyon tirajlı gazeteler ile başlayan bu süreç, TV vb. ile devam etti ve bugün, tüketimi sürekli kılmak üzere insan aklına müdahale etmeye yöneldi. Modern reklamcılık, eğlence ve iletişim sektörü, aslında bu ihtiyaç için organize edilmektedir. Nasıl ki, büyük makinalar, insan emeğinin “özgürleşmesine” yol açabilecekken kapitalist mülkiyet ilişkileri altında emekçinin daha da köleleşmesinin araçlarına dönüştürülebiliyorsa, aynı biçimde modern iletişim teknolojileri, insanın ufkunu açacakken, kapitalist mülkiyet ilişkileri ve tekelci hâkimiyet ilişkileri altında insanı köleleştirebilmektedir.

Çürümüş, ömrünü doldurmuş kapitalist mülkiyet ilişkileri, tekelci hâkimiyet ilişkileri altında, insanı köleleştirerek, onu tükettiği ölçüde var olabilen bir varlığa çevirerek, yaşamaya devam etmektedir. Bu durum, çürümüş kapitalist ilişkiler ağının, tüm toplumu, tüm doğayı kirletmesine yol açmaktadır. Kapitalizm, insanı ve doğayı yok ederek yaşamını uzatmaktadır.

Bugün, tekeller çağında, kapitalizm, insanı ve doğayı yok ederek var olabilir. Bu, kapitalist üretimin karakterinden, yasalarından doğmaktadır. Kâr için üretim, tüm bu süreçlerin ana kaynağıdır. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet var olduğu sürece, insanlık ve gezegenimiz yok olmaya gitmektedir, gidecektir.

Kapitalist üretim, giderek daha fazla sayıda insanın işçi sınıfına eklenmesine yol açarken, aynı zamanda burjuva egemenliği, tüm insanlığın sorunu, gezegenin varlık sorunu hâline getirmiştir.

* * *

Tekeller çağını karanlık çağ olarak adlandırmamız bu temel üzerine yükselmektedir.

Bu çürümeyi, sanatta, edebiyatta, yaşamın her alanında görmek mümkündür.

Metanın alanı genişlemekte, tüm toplumsal ilişkiler, insanlar arasındaki her türden ilişki, metalar aracılığı ile kurulur hâle gelmektedir. “Ne insanlar gördüm üzerlerinde elbise yoktu, ne elbiseler gördüm içinde insan yoktu” sözü, artık geride kalmaktadır. Ne giyiyorsan, “sen osun” anlayışı günlük yaşamı belirler hâle gelmiştir. İnsan sahip olduğu metalar ile ölçülmektedir. Dün, para, ne kadar meta alabileceğinin ölçütlerinden biri iken, bugün para, “insan olarak senin değerinin” ölçütü hâline gelmiştir. “Kaç paralık adam” eskidir ama bu kadar egemen olmamıştır.

Sanat alanındaki kısırlaşma, edebiyat alanındaki fakirleşme, aslında bu sürecin ürünüdür. Her şeyin metalaştığı bir toplumsal ilişkiler ağı içinde, insanın sanatsal üretimi de yok olmaktadır. Bu sıradanlaşma, çürümenin, karanlık çağın göstergelerinden biridir.

İnsanların duygusal ilişkileri, metaların ilişkileri hâline gelmiştir.

Bu süreç, kişinin günlük yaşamında o kadar egemendir ki, insan, içinde yaşadığı koşulları anlamaktan hızla uzaklaşmaktadır. Sanki, tüm toplumsal alan, karanlığa bürünmüştür ve insan kendi içinde yaşadığı toplumsal gerçeklikten bihaber hâle gelmektedir. Deryada yaşayıp deryadan habersiz olmak deyimi, artık balıkları anlatmak bir yana, gelişmiş bir hacimdeki beyne sahip olan insan için de geçerli hâle gelmiştir. İnsanlar, kendilerini “tüketici” olarak o denli kabul eder duruma gelmiştir ki, toplumsal varlığını anlayamaz hâldedir. Bir markette tüketici olarak alışveriş yaparken, kendini içinde bulduğu yabancı ve yalnız durumun intikamını alır gibi, arkadaşlarının karşısına satın aldıkları metalar topluluğu ile çıkmayı hayal etmektedir. Yalnızlıklarını sahip oldukları nesnelerle aşmaya çalışmaktadır. Hâlâ bu duruma ayak uyduramamış gençleri ise, asosyal olarak ilan etmektedirler; onlarda, gençlerde hâlâ varlığını sürdüren duyguları “ıslah edilecek şey”ler olarak görmektedir.

Tekellerin pazar hâkimiyeti içinde yer alan sanat ve edebiyat, ancak dinsel, ruhanî, mitolojik imgelerle kendine yol bulduğunu sanmaktadır. Çürümüşlüğün her hâli, yeni bir şeymiş gibi tekelci medya ve eğlence sektörü tarafından, ideolojik saldırının bir çeşidi olarak göklere çıkarılmaktadır. Her türlü sıradanlık övülmekte, her türlü çürüme “özgürlük” olarak sunulmaktadır. Bu durumun dışına çıkan genç sanatçı ve edebiyatçılar ise, en kısa yoldan pazar ilişkileri ağının içine alınarak “ıslah” edilmektedir. Her türden aykırılık, “ıslah edilmesi” gereken durum olarak görülmektedir. Ailelerin ve eğitim sisteminin gençlere yaklaşımı da böyledir. Temiz bir aşk, saflık olarak ele alınmakta, farklı bir arayış yok edilmesi gereken bir şey olarak düşünülmekte, pazar ilişkilerini reddeden bir tutum “salak”lık olarak damgalanmaktadır. Tüketmekte ve tüketimde büyük bir hız, kitlesel üretimin gereği olarak tüm topluma egemendir. Ve tüketim nesnesi hâline gelmemiş bir şey, aynı zamanda önemsiz diye “unutulmakta”, bir kenara atılmaktadır. Para etmeyecek bir şey, önemsiz anlamına gelmektedir.

* * *

İşte bu koşullarda insan olarak kalabilmek, sisteme karşı isyanla mümkündür.

Seyretmek ve şeyleri, olayları ve süreçleri açıklamakla yetinmek, tüm bu kirlenmeden çıkış yolu değildir. Yani, seyrettiğimiz şey, toplumsal alanda gerçekleşen ve perdeye yansıtılan bir belgesel değildir, aslında bizim yaşamlarımızdır.

Kriz dönemleri, tüm bu ahengi de bozma şansı olarak ele alınabilir. Perdelerden seyredilen renkli yaşamlar, yaşamın gerçeği ile çarpışmaya başlar. Bu anda, gerçeği görebilmek için bir fırsat da oluşur.

Derler ki, gerçekler inatçı şeylerdir, kendilerini er ya da geç hissettirirler, kendilerini ortaya koyarlar.

Ama bu gerçekliği, gerçeği görebilmek, seyirci pozisyonundan çıkmakla olanaklıdır.

Eylemli insan, öğrenebiliyor.

Sadece dinleyen, sadece seyreden, öğrenmede en yavaş olandır.

Bu yüklerden, bu aklımıza yapışmış çamur parçalarından, oluşmuş alışkanlıklarımızdan kurtulmak, ancak eylemle mümkündür.

Bilgi, akmadığı sürece, ne kadar temiz olursa olsun, kirlenecektir. Bu kirlenmiş suyun içinden bakıp, gerçeğin rengini doğru algılamak mümkün değildir. Bilgimizi akıtmak, eyleme geçmekle mümkündür. O zaman suyun berraklaşması mümkün olabilir.

Bir işçinin karşısına çıkan yaşamın ağır gerçekliği, onun bunu yok sayması ile yok olmaz. İşçi, her gün o yaşam içinde, tüm kapitalist ilişkileri yeniden ve yeniden yaşar. Bunu anlatması, açıklaması o kadar kolay olmasa da, sömürünün, aşağılanmanın ne demek olduğunu bilir.

Aynı şey, belli bir toplumsal yer edinmiş, “statü sahibi” okuryazar için geçerli olmayabilir. Okuryazar, sistemin içinde bazı avantajlar elde etmiştir. Bilir ki, kendisinden çok daha kötü koşullarda yaşayan insanlar vardır ve aslında, kendini en başta onlardan ayırmaya heveslidir. Kendini, burjuvalardan, efendilerden, egemenlerden ayırmadan önce, zira bu riskli ve tehlikelidir, kendini işçilerden ayırmayı seçer. Oysa kendisi de bir işçidir ve ayrıcalık dediklerinin tümü, tüketebileceği fazla metalardan ibarettir. Yoksa o da, tıpkı bir işçi gibi, çalışmak üzere, ertesi gün işe gelebilmek üzere çalışır duruma gelmiştir. Böylece, tüm emekçiler, kendilerini, kendinden daha kötülerle kıyaslar hâle gelmektedir. Seyredersen, bundan ileri de geçemezsin. Senden kötü durumdakine “aptal” demek, ancak seyirci pozisyonunda “rahatlatıcı”dır.

Oysa eyleme geçtiğinde, sisteme karşı mücadeleye başladığında, gerçek daha farklı görünmeye başlar. Değiştirme isteği, bu koşulların kader olmadığı bilincini geliştirir. Kendi eyleminden, kişi, kendisini ve yanındakini tanımaya başlar. O zaman, bir fazla gömleğe, birkaç gram fazla peynire, bir ayakkabıya sahip olmanın onu daha şanslı yapmadığını anlamaya başlar. O zaman, yaşama bakışı, alışkanlıklarının ürünü olmaktan çıkabilir. O zaman, mücadeleden öğrenebilir. Eylemsiz insan, öğrenemez.

Bugün ülkede gelişmekte olan direnişin öğreticiliği de budur.

Bir Kürt kadını, bir Kürt genci, örgütlü mücadeleyi bildiği ölçüde, pek çok okumuş yazmış kişiden çok daha ileri bir kavrayışa sahiptir. Mücadele öğretir, mücadele özgürleştirir, mücadele aklı açar.

Eylemsiz insan, aklı tutulmuş, gözleri açık ama görmez hâldedir. İşitir ama duymaz, duyar ama anlamaz. Eylemsiz insanın derisi köseleye döner, cansızlaşır, aklı sürekli bulanıktır, hafızası zayıftır.

Bu durum, -biz entelektüel diyoruz- “aydın”lar için de geçerlidir. “Aydın”, eğer konuşmasını, eylemini sistemden önce kendisi sansürlemeye başlıyorsa, bilgisini de reddediyor demektir. O bilgi bulanıklaşır. Eyleme dökülmeyen söz nasıl anlamını yitiriyorsa, söze dökülmeyen düşünce de o ölçüde anlamsız hâle geliyor. Akmayan düşünce, berraklaşmıyor.

“Aydın”, eğer direnişlerden, bugün ülkenin her yanını saran direnişlerden öğrenmek istiyorsa, o direnişlerle bağ kurmak zorundadır. Uzaktan bakınca her şey birbirine benzer. Krizler birbirine benzer, direnişler de. Uzaktan bakınca insanlar birbirine benzer. Bu nedenle, Gezi Direnişi’ne bakınca, “bak oldu da ne oldu, zafere ulaştı mı” fikrine ulaşan “aydın”, gerçekte sıradandır, “ıslah edilmiş”tir. Islah edilmiş kişi, bizim deyimimizle entelektüel olamaz. Gezi Direnişi’ne, hem “kendiliğinden sosyal patlama” diyeceksin hem de ardından “bak zafere ulaşmadı” diye yakınacaksın. Bu kişi, “aydın” olabilir mi? Zaten kendiliğinden bir sosyal patlamanın devrime ulaşması mümkün değildir. Sosyal patlamalar, ancak devrimci bir örgütlenme ile devrime dönüşebilir. Gezi Direnişi’nin daha ileri sonuçlar vermesini istiyor gibi konuşuyorlar, ama bunun için bir şey yapmak istemiyorlar. Diyorlar ki, “siz yapsaydınız.” Evet, bizi bu göreve layık gördüğünüz için teşekkür ederiz. Ama bundan dolayı neden Gezi Direnişi’ni olumsuzluyorsunuz? Sizin hayallerinizi, toplumsal patlamalar mı gerçekleştirecek? Siz bir devrim olsa, ona da, “oldu ama, bakalım iyi mi olacak” diye yaklaşacaksınız. İçinde siz olmayacaksınız, ama eleştirmekten de geri durmayacaksınız. Üstelik eleştirileriniz, sizin bir şeyler yapma isteğinizin, doğrusunu yapma isteğinizin nüvelerini bile taşımayacak. Bu durumda sizin bilginizin, isteğinizin ne önemi kalıyor?

Bu hastalıklı hâldir. Özne olmaktan çıkma, eylemsiz-seyirci hâli hastalıklı hâldir.

Bir hastalıktan kurtulmanın tıbbî yolları vardır. Hastalığa göre doktorlar, size birçok şey önerirler. Ama galiba önce sizin hastalıktan kurtulma isteğiniz olmalıdır. Hastalık ne olursa olsun, yaşam biçimini, günlük yaşam ve alışkanlıklarınızı değiştirmek, ilk yapılması gereken şeydir. Bunun için, bir yeni eylemli sürece girmeniz gerekir. Eylemli süreç, sorunlu süreçtir. Biz öyle diyoruz, ölülerin sorunları olmaz, ama yaşayanların sorunları olur. Yaşamak, eylemli olma hâlidir. Eylemli süreç, en basit hareket biçiminde bile, sürtünme demektir. Sürtünme, sizin eski alışkanlıklarınızdan, deyim uygun düşerse, yüklerinizden kurtulmanızın da tek koşuludur. Eskiden, dün solcu olmak, elbette bir değerdir. Şimdi, bu solculuk size bir yola çıkmayı emreder. Bunu yapmadan, solcu olmayı sürdürmek mümkün değildir. Yeni bir yola girdiğinizde ise, sürtünme olacaktır. Bunu hoş görmelisiniz, zira sizde kalan tortuları, bu sürtünme sonucu atabilirsiniz. Evet sürtünme acı da verebilir. İyi ama, hastalığa ilaç bulmak, hep acılı bir süreç değil midir? Kimse ilacı, hoşuna gittiği için içmez, yemek değildir o. Sürtünmenin acısına katlanmamak, değişmeyi reddetmek, öğrenmeyi reddetmek demektir.

Birçok direniş görmüş olmakla övünmek boşunadır. Önemli olan, yeni bir direniş sürecine girip, var olan direnişe katılıp, bilgi ve birikimini bir kere daha hayatın sınavına sokmaktır.

Biz bir kere daha yenilmekten korkmuyoruz. Belki bir kere daha yenileceğiz. Zafere kadar bu böyle sürecek. Ama eğer yenileceğiz korkusu ile, direnişin bir parçası olmazsak, zaten zafer diye bir konumuz da olmaz. Ölü gibi yaşamak, ama bu arada her eylemde önceden “yenilgiyi” görmek, bir yaşam şekli hâline gelmiş ise, tek çareniz kalır, üzerinizdeki ölü toprağını savurup atın. Bunu siz yapmazsanız, yaşam, mücadele bunu daha acımasızca yapacaktır.

İnsan olmak, insan olarak kalabilmek, bugün, devrimci saflarda, işçilerin yanında, direnenlerin yanında yer almakla mümkündür. Sizde iyi ne varsa anlatabileceğiniz, o, dünkü mücadelenizden gelmektedir. Buyrun, daha yeni “iyi”ler yaşayın. Saf tutun, direnişe katılın, yürüklerinizi, bileklerinizi, aklınızı bizimle aynı safa koyun. Bu hastalıklı hâlden kurtulmanın yolu budur. Görev ve iş seçmeyin, saf tutun. Sizden kimse büyük ve büyülü işler beklemiyor. Zaten devrim büyük ve büyülü işlerle örülmüyor. Herkesin, mücadeleye katılan her neferin eylemleri ve emeği ile, büyük olaylar, büyülü süreçler ortaya çıkıyor. Herkes, kendi gücü ile, devrimci bir örgütlülük içinde, duvara tuğlalarını yerleştiriyor. Yapı, böyle yükseliyor. Tamamlanmış bir yapının görkemine bakıp büyülenmek mümkün, ama biliyoruz ki, o yapı, bir seri küçük işle yapılıyor, adım adım, tuğla tuğla.

Devrimci saflara giren bir kişi, kendini bir nefer olarak görmelidir. yanlışlardan azade bir süreç değildir mücadele. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir iş, değil ki devrim, yanlışsız ortaya çıkmaz. Hep aynı yanlışı yapmaktan korkmalıyız. Yoksa yanlışsız bir yürüyüş yolunu kimseye garanti edemeyiz. Eğer sizin bir birikiminiz varsa, eğer sizin bir fikriniz varsa, muhtemeldir ki, bu yanlışları da aza indirecek bir şey yapma şansınız yüksek olur. Ama işe asılmadan, mücadeleye tüm organlarınla dalmadan, safına endişesiz girmeden, kimseye bir şey öğretme şansınız olmaz.

Bu sınıf mücadelesidir. Siz olsanız da, olmasanız da bu mücadele sürecektir. Bu mücadele sizinle daha güzel, daha güçlü olabilir. Bunu henüz bilmiyoruz. Ama siz bu saflara katılırsanız, siz kendiniz güzelleşeceksiniz, özgürleşeceksiniz, bunu kesinlikle biliyoruz.

Mücadele gelişmektedir.

Direniş büyümekte ve yaygınlaşmaktadır.

Bugün devrim saflarına katılmak, mücadeleye katılmak, yarı ölü yaşamları terk ederek saf tutmak, oluşacak güzelliklerin bir parçası olmaktır, ama en başta, insan olarak kalabilmek demektir. İnsanı ve gezegeni yok eden, kirleten bir sisteme karşı sessiz kalmak, ona karşı mücadele etmemek, hele hele bunu savunmak, bunu kendinde hak olarak görmek, daha fazla kirlenmek, daha uzun süre yarı-ölü olarak yaşamayı seçmek demektir. Biz mücadele etmekte, sisteme karşı her yol ve araçla savaşmakta özgürüz, siz de seyretmekte, seyirci olarak kalmakta özgürsünüz. Biz, sadece bu ülkede işçi sınıfı iktidarı alıp sosyalizmi kurana kadar değil, tüm dünya kapitalizme mezar olana, dünyada komünizm zafere ulaşana, insanın kendi kaderini kendi eline alana kadar mücadele edeceğiz. Ya siz, ne zamana kadar seyirci kalacaksınız? Biz bu mücadele ile, belki zaferden önce öleceğiz, belki zaferi göreceğiz. Kimseye de zaferi garanti etmiyoruz. Ama siz, seyrettikçe, sizin insan olmaktan daha da fazla çıkacağınızı size garanti ediyoruz.

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...