Ana Sayfa Blog Sayfa 64

Savaş müptelası

Saray Rejimi, savaş müptelasıdır. TC devleti, bugün, tüm dünyada, bölgemizde, içeride ve dışarıda savaş müptelasıdır. Egemenler, burjuvalar, uluslararası sermayenin işbirlikçileri tekeller, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” üzerine yükselen Saray Rejimi ile büyük kârlar elde etmenin, servetlerini katlamanın peşindedirler.

Saray Rejimi, hem içeride hem de dışarıda savaş naraları atmakta, savaş gerginliğini sürdürmek için fırsatlar yaratmakta, çıkan fırsatları kullanmaktadır.

Yıllardır Kürtlere karşı sürdürdükleri savaşı, giderek bir katliama dönüştürmek, bir soykırım savaşına dönüştürmek için uğraşıyorlar. Erdoğan’ın ağzından yükselen sınır ötesi operasyonlar, Yunanistan’la gerginlik vb. politikalar, aslında sadece iç politika için değildir.

ABD’nin tetikçisi olan Saray Rejimi, çevrede gelişen her gerginliğe ateşle atlamaktadır. Bu hem tetikçiliğin gereğidir hem de Saray Rejimi, başka türlü hayatta kalamaz hâldedir. Bunun için adeta savaş müptelası gibi davranmaktadır.

Öyle anlaşılıyor; Kürt halkına karşı geniş bir katliam politikasını sahneye koymak için fırsatlar kovalıyorlar. Dünya çapında gelişen savaşların kendilerine yarattığı, yaratacağı fırsatları kovalıyorlar.

Aylardır, Irak Kürdistanı’nda, savaşı yoğunlaştırıyorlar. Suriye’de işgal ettikleri alanı genişletmek için fırsatlar olmadığını gördükleri için, Irak içlerinde, Barzani yönetimi ile birlikte saldırılar düzenliyorlar. Aylardır, oradan ölüm haberleri geliyor ve bu haberler, her tür yolla, burjuva muhalefetin de katkısı ile hasır altı ediliyor. Yalan makinasına dönmüş saray medyasını, tüm burjuva medya izliyor. Ulusalcısı, dincisi, tüm devlet çarkı Kürtlere dönük saldırı ve savaş için, sessiz birlikteliğini sürdürüyor.

Savaş, sadece dışarıda değildir.

İçeride de iç savaş politikaları uygulanmaktadır.

Her işçi eyleminde, her direnişte, her kadın eyleminde, her gençlik eyleminde devlet makinası, basını, yargısı, polisi, ordusu, copu, TOMA’sı vb. ile tüm devlet çarkı, harekete geçiyor. Karanlık sürsün, korktukları başlarına gelmesin diye, her tür eyleme, en sıradan bir hak arama eylemine saldırıyorlar.

Buna rağmen, direniş durmuyor.

Bu durum, Saray’ın korkularını daha da artırıyor.

Çürümüş iktidarlarını sürdürmek için, köhnemiş devlet yapılarını ayakta tutmak için, karanlığa sığınıyorlar.

Ülkeyi karaparanın (kayıt dışı paranın) cenneti hâline getiriyorlar. Bu karaparadan alınan komisyonlarla, ekonomilerini ayakta tutmaya, ceplerini şişirmeye çalışıyorlar. Akıl almaz faiz politikaları ile, bankaları, tekelleri zenginliklerine zenginlik katar hâle getiriyorlar. Büyük para transferleri ile saray çevresindeki iş adamlarını besliyorlar. Hepsi birer vampir gibi, işçinin, emekçinin, göçmenin, kadının, gencin kanını emiyor. Bu yolla servetlerine servet katıyorlar.

Bir uçta halk, işçi ve emekçiler daha da yoksullaşırken, egemenler, tekeller, saray çevresindeki müteahhitler vb. kasalarını dolduruyor. Halkın vergilerini, her yolla kapitalistlere, rantiyelere, savaş ekonomisine, yağmacılara aktarıyorlar.

Çok aceleleri var.

Bir an önce, her şeyi toplamak, bu ülkenin ne kadar zenginliği ve birikimi varsa hepsini ceplerine indirmek, buna uygun yollar bulup güvenli ülkelere çıkartmak istiyorlar.

Tüm bu savaş ekonomisi, yağma ekonomisi, rant ekonomisi görülmez olsun diye, savaş naralarını da besleyecek şekilde, dini ve milliyetçiliği kullanıyorlar. Daha çok dini öne çıkartıp, bu çürümüş sistemi ayakta tutmaya çalışıyorlar.

Ömürleri tükenmiştir.

Saray Rejimi, bir kişinin diktatörlüğü değildir. Sadece Erdoğan’ın sonundan söz etmek hatadır. Erdoğan olmadan da Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyecekleri açıktır. Saray Rejimi, seçimlerle “demokratik sisteme” dönecek bir sistem değildir. Saray Rejimi, tüm tekeller, uluslararası tekeller de içinde hepsinin ortak iradesinin ürünüdür.

Bu sisteme karşı mücadele, açık ve net, bir devrim mücadelesidir.

Bu sistem, işçi sınıfının devrimci eylemi ile son bulacaktır. Gerçek anlamda, işçiler için, halk için “demokrasi” o zaman başlayacaktır.

Burjuva muhalefetin, seçimi beklemek üzerine kurulu politikaları, halkı ve işçileri, kadınları ve gençleri isyandan, direnişten uzak tutma politikalarıdır. Bu devleti kurtarma, restorasyon politikalarının parçalarından biridir.

Anayasası rafta duran, kendi yasalarını tanımayan, her yolla hukuku bir silah olarak kullanan, iç savaş hukukunu egemen kılan bir iktidardan, seçimle ilgili süreçlere yasal olarak uyma taahhüdü beklemek, hangi akla sığar?

Bu ülkede, 2015’te, Haziran’da yapılan seçimleri, hilelere rağmen kaybeden iktidar, o günden bu yana 7 yıldır iktidardadır. Bu iktidar, onların seçimleri meşru değildir. Her seçimleri hilelidir dahası savaş koşullarında organize edilmektedir. Her türlü hileden önce, her türlü şiddet devrededir. Kürt halkının kendi oyları ile seçtiği belediyelerin tümü kayyumun elindedir. Bu gerçek değil mi? Burjuva muhalefet, bu gerçeğe rağmen, açıkça iktidarı gayrimeşru ilan etmemiştir. Bugün, Erdoğan’ın adaylığının yasal olmadığı bile açık iken, burjuva muhalefetin seçimlerde Erdoğan’a karşı zafer arayışları saçma değil midir?

Mesele halkın desteğinin kaybedilmesi ise, bu çok uzun bir süredir var olan bir durumdur.

Dün, olağanüstü rejim, Saray Rejimi koşulları yokken bile, iktidarları halkın seçmediği bir ülkede, Erdoğan’ın bir ABD projesi olduğunu herkesin kabul ettiği bir ülkede, bugün olağanüstü devlet örgütlenmesi olarak Saray Rejimi’nin var olduğu koşullarda nasıl bir seçimden söz edilebilir?

Çürümüş bu sisteme, açık hâle gelmiş devletin baskı mekanizmalarına karşı gelişmekte olan direniş, tek çıkış yoludur. Gerçekten Saray Rejimi’nden kurtulmak isteyen varsa, bugün, direniş saflarına geçmelidir. Direnişler daha örgütlü, daha yaygın hâle getirilmelidir. Her direnişin yayılmasının koşulları oluşturulmalıdır. Tüm direnişleri birleştirmek üzere, işçi ve emekçilerin, direnişçilerin ortak hareket etmesini sağlamak üzere Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemek gerekir.

Bugün, işçi ve emekçiler, gerçekten yoksulluktan, sömürülmekten, aşağılanmaktan kurtulmak istiyorlarsa, örgütlenmek ve direnişe katılmak zorundadırlar.

Direniş dışında bir yol yoktur.

Statement on the Massacre of Migrants at the Spanish-Moroccan Border

On June 24, Spanish and Moroccan states committed a massacre against black African migrants mostly from Sudan, South Sudan, Chad and Niger trying to cross the Spanish territory Melilla. The brutality of the Spanish and Moroccan police is revealed in many videos that illustrate police firing tear gas, throwing stones, and beating up injured migrants on the ground. Reports say at least 37 migrants were killed, some sources claiming a death toll larger than 80.

The capitalist imperialist system, as it spreads violence and exploitation, makes many parts of the world unliveable through war. At the same time, it creates xenophobia and racism against migrants who not only flee the violence created by capitalist imperialism but also try to reach the life in the West created by exploitation and advertised as paradise through its cultural hegemony all around the world.

The migrants at the bottom of the Mediterranean, migrants beaten to death at the Morocco-Spain border know the true nature of Western capitalist countries that show themselves to be the most democratic and humane of civilizations. Spain and Morocco recently signed an agreement that increases cooperation between the two states in controlling immigration flow and paves the way for more violent enforcement. The recent attack as such is an example of Western countries subcontracting their dirty business to other countries. In this manner, they export their borders to other countries. The Turkish Republic is one of these states that controls migration for Europe and brutalizes other Middle Eastern people when necessary at the border.

Involvement of Morocco, a previously colonized country, in the massacre against migrants from other previously colonized countries shows how racism and the legacy of colonialism continues to undermine solidarity between oppressed peoples. Racist ideology, xenophobia and actions of puppet states of capitalist imperialism should not damage the solidarity of peoples.

Only international solidarity of the working class can end the capitalist imperialist system.

Only socialist revolution can build a world without borders.

Down with the two-faced hegemony of capitalist, so-called “democratic” Western states and their puppet collaborators!

Forward to the revolution, either socialism or death!

İşçilerin kapitalist sistemi kökünden sökme mücadelelerini hızlandırmak ve yoğunlaştırmak çok önemlidir*

Anadolu’da 1970 İşçi Direnişinin Yıldönümü
1970’de Türk hükümeti birçok halk karşıtı yasa çıkarmaya çalıştığında işçi mücadeleleri dalgası patlak verdi. 15 ve 16 Haziran 1970’de Türk hükümeti, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu yasakladığını ve kapattığını ilan etti. Hükümetin bu kararı, Türkiye’nin birçok yerinde işçileri hükümetin kararına karşı İstanbul’a doğru yürüyüşe geçmeleri için harekete geçirdi. İşçilerin direnişinin yoğunluğu nedeniyle hükümet, İşçi Sendikası’nın kapatılmasına ilişkin tasarısını geri çekmek zorunda kaldı.
Bugüne kadar Anadolu işçileri, 15 ve 16 Haziran 1970’de meydana gelen işçi direnişini ve işçileri daha fazla mücadeleye yönlendiren zaferi anıyor. Şu anda, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm ve kapitalizm için çürüme aşamasından geçerken, işçilerin kapitalist sistemi kökünden sökme mücadelelerini hızlandırmak ve yoğunlaştırmak çok önemlidir. Bu nedenle Anadolu halkıyla birlikte 15 ve 16 Haziran 1970’te meydana gelen Direniş’i anıyor, 18 Haziran 2022’de düzenlenen etkinliklerde başarılar diliyoruz. Türk işçi sınıfının ilerici mücadelesinin yanında dimdik ayaktayız.
Yaşasın Türk İşçi Sınıfının Direnişi!
Yaşasın anti-emperyalist enternasyonal dayanışma!
Teşekkürler.
yoldaşça…

Halk Kurtuluş Cephesi

*:  Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinliğe Sri Lanka Halk Kurtuluş Cephesi‘nin yolladığı mesajdır.

Bir çıkış arayanlara;

“Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.”

Sâhi, niye var kiralar, faturalar?

Uzayan kuyruklar, uzayan mesailer ve yokluklar.

Her gün gelen zamlar, adliyelerden çıkıyormuş gibi yapılan kararlar ve yalanlar. Niye varlar?

Artık bozuk parayla alınamıyor ekmek. Ve bize sunulan ya susup da bunu yemek ya da biraz daha sabredip, beklemek.

Çarkları hiç bizim için dönmeyen rant, yağma ve savaşın ekonomisidir bu.

Bir yönetenler var bir de yönetilenler, bir ezenler var bir de ezilenler, bir kanımızı emenler, sömürenler var bir de emeğiyle geçinenler.

Ve sopasını gösterenler var, yanlarında da sabredin diyenler.

Bir kurşun daha fazla atabilmek için halklara, bir umutsuz genç daha katabilmek için kervanlarına, bir kadını daha katledebilmek için ulu orta, bir kıyıyı daha açabilmek için ranta, bir işçiyi daha sömürmek için azgınca; işte onların cenneti olan dünya!

Ayan beyan ortada gerçek; beklemekle geçmeyecek!

Hepsi birliktedir. Gerçeği gizlemektedir. Saray Rejimi, direnişlerin ana gündem hâline gelmemesi, bir çıkış yolu olarak işçiler, emekçiler, kadınlar ve öğrenciler tarafından benimsenmemesi için tüm mekanizmalarıyla devrededir. Polisiyle, yargısıyla, medyasıyla, burjuva muhalefetiyle direnişleri bastırmaya, görünmelerini engellemeye çalışmaktadır.

Direnişler var ve her gün büyümektedir; direnenler var ve her gün sayıları artmaktadır. Bu kriz içerisinde gelecek, direnişlerdedir.

Direnmek bugün yaşamanın diğer adı, insanca-onurlu yaşanacak bir geleceği kurmanın adımıdır. Geleceksizlikle boğuşmak, yaşamlarımızın göz göre göre çalınmasını seyretmek istemiyorsak, direnecek ve örgütleneceğiz.

Öfkemiz, onların korkusunu büyütüyor, yönetenler korkmakta haklı: Biz birlikte kararlılıkla mücadele ettiğimizde kazanırız. Çünkü emeğin sahipleriyiz biz. Milyonlarcayız. Biz üretmezsek onların çarkları dönmez. Direnişin önemini onlar çok iyi biliyor bu yüzden. Bizim safımızda da bilmeyen kalmamalı. Herkese anlatmalıyız.

Memleketin onlarca yerinde sokağa çıkan kadınlar var.
Bir çıkış arayanlar buraya bakın;
kadınlarız, direniyoruz; biz kadınlar öldürüldüğümüzde, tacize uğradığımızda, işten atıldığımızda yan yana geliyoruz. Bunların yaşanmamasını sağlamanın ve dünyayı değiştirmenin yolu örgütlülüktür. Öfkemizi örgütlemenin, ömrü tükenmiş erkek egemen sistemi tarihe gömmenin vakti gelmiştir.

Baskıya, zulme teslim olmayan, kampüs kampüs eylemde olanlar var.
Bir çıkış arayanlar buraya bakın; öğrencileriz, direniyoruz; artık her üniversite bir direniş yeridir. Kapitalizmin tüm insanlığa vaadi daha fazla açlık, savaş, geleceksizlikken, geleceğimizi direnişle elimize almanın vakti gelmiştir.

Neredeyse direnişin değmediği havza kalmadı, grevler, işgaller, onlarca direniş, yüzlerce eylem var.
Bir çıkış arayanlar buraya bakın;
işçileriz, direniyoruz; üretmeyi bilenlerin yönetebileceğini de gösterme zamanı çoktan gelmiştir. Adeta dalga geçilerek yok sayılan milyonların var olduğunu gösterme vakti çoktan gelmiştir.

Sömürüye, aşağılanmaya ve yok sayılmaya, direnişle yanıt vermenin, örgütlenmenin, yan yana gelmenin vaktidir.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, çağırıyoruz sizi; görmeye, eylemeye, geleceğimizi ellerimizle örmeye!

Direnişlerden güç almanın, yenilerini yaratmanın, yalnız hissetmemenin, bir adım daha ileriye atmanın tek yolu örgütlenmektir.

Direniyoruz, öğreniyoruz, örgütlenerek kazanacağımız bir dünya var!

“…yalnız benimle canlanamaz bu rüya
koşmalı bir akıldan bir başkasına
sonunda bizim olanı
gerçekte kurdurtmalı

Vakit tamam!
bitmelidir saklanarak dövüşenlerin hükümranlığı.
Kalk ayağa!
Duyur arkada kalanlara
Kardeşinin fısıldadığı
Şu tok ve keskin,
Gür ve kesin
Savaş nârasını!”

22 Haziran 2022

Yeni 15-16 Haziranlara ihtiyacımız var*

Değerli dostlar,

15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümünde düzenlediğiniz etkinliği selamlıyoruz.

Bu topraklardaki sınıf mücadelesi tarihinin en önemli kilometre taşlarından biriydi 15 – 16 Haziran eylemi.

Proleteryanın görkemli eylemi, yürünmesi gereken yolu göstermişti. Bu sömürü sistemine karşı kazanmanın tek yolu , üretimden gelen gücü kullanmak, sokakları tutuşturmak, dişe diş bir mücadeleyle egemenlerin karşısına dikilmektir.

Bugün, ekonomik ve siyasi baskıların bu kadar derinleştiği, yakıcılaştığı günümüzde, yeni 15-16 Haziranlara ihtiyacımız var. Yeniden işçi sınıfının önderliğinde yükselecek kitle hareketiyle, gücümüzü göstermeye, taleplerimizi ortaya koymaya, kazanmak için direnmeye ihtiyacımız var.

Ancak bu koşulda hayat hakkımızı savunabiliriz.

Ancak bunu başardığımızda devrimin güncelliğini bütün görkemiyle ortaya koyabiliriz.

Yaşasın 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi!
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
Yaşasın Devrimci Dayanışma!

*: Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinliğe Proleter Devrimci Duruş‘un yolladığı mesajdır.

Bugünden geleceği kurmak için mücadele edenlerin, ayaklanma yolunu seçeceğini biliyoruz*

Dostlar,
KöZ olarak Kaldıraç Hareketi’nin “15-16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” şiarıyla gerçekleşen bu etkinliği coşkuyla ve devrimci duygularla selamlıyoruz.

15-16 Haziran bu topraklardaki devrimcilerin eliyle mayalanan bir işçi ayaklanmasını ifade ediyordu. Yine Gezi Ayaklanması’nda ezilenler ve emekçiler ceberrut hükümetin karşısına bir orman gibi dikildiler.

Bugünden geleceği kurmak için mücadele edenlerin, ayaklanma yolunu seçeceğini biliyor ve etkinliğinizin işçilerin, kadınların, Kürtlerin, ezilenlerin ve emekçilerin mücadelesini bu doğrultuda büyütmesi umuduyla dayanışma dileklerimizi iletiyoruz.

Devrimci selamlar.

*: Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinliğe KöZ‘ün yolladığı mesajdır.

Niye dinleyelim? İki sınıf var. Bu kadar basit işte*

Merhaba

“15-16 Haziran’dan Gezi’ye direniş ruhuyla geleceğimizi kurmaya!” şiarıyla yapılan etkinliği örgütleyenleri ve katılımcıları Kaldıraç adına selâmlıyorum.

Geçen gün eylemde yapılan bir konuşmadan tek bir şey kaldı aklımda. “Biz çoğuz” dedi konuşmacı, “eskisinden daha çoğuz, milyonlarcayız, güçlüyüz” vs.

Öyle mi gerçekten?

Ben mesela markete gittiğimde, mesela makarna almak istediğimde veyahut salça, sıvı yağ, patates hiç çokmuşuz gibi hissetmiyorum kendimi.

Ööyle duruyorum domatesin karşısında minnacık hissediyorum. Etiketlerin her biri benden çok, kira benden çok, faturalar…

Bunu bir düşünün derim.

***

Dostlar, yoldaşlar, kardeşler!

Ekmeğe mütemadiyen zam gelmesi, süte, kâğıda, elektriğe, doğalgaza… savaş ilanıdır.

Savaş, silahtan, tecavüzden, üzerine yağan bombadan çoluğunu çocuğunu canını kurtarmak için kaçtığın ve başka bir dil konuştuğundan gittiğin yerde saldırıya uğraman, aşağılanman, hatta linç edilmen mesela.

Savaş, domates dediğinde “bir mermi kaç para” yanıtını veren bir insanlıktan çıkış.

Sigaraya, çaya, una, şekere, suya, ulaşıma mütemadiyen zam gelmesi savaş ilanıdır.

Savaş ilanı, bizim, o çok olan milyonlarca olan bizim, aklımızın dumura uğratılması.

***

Seçim olacak ve seçimle bunlar gidecekmiş öyle mi?

Hangi seçim, hangi seçimle gidecek olan kim ya da ne?

Bize, seçimi bekleyin, sandıkta bunları göndereceğiz diyenlerden hangisi, üçlü, beşli, altılı masa denen zıkkımı oluşturanlardan hangisi ne vadediyor?

Hepsi ama hepsi halklara düşman, hepsi ama hepsinin eli kanlı, hiçbirinin ama hiçbirinin bizim yediğimiz ekmeğin fiyatı umrunda değil.

 

Seçim de seçim diyenler bize ne vadediyor?

Ulaşım mı parasız olacak, sağlık mı, barınma mı, eğitim mi? Temel gıda maddeleri ücretsiz mi olacak?

Bize sandık ve seçimi bekleyin diyenleri niye dinleyelim?

Hiçbir seçim sandığıyla şimdiye dek hiçbir Sabancı defolup gitmedi, hiçbir patron “sizi sömürdüm, affedin, insan değilim ben” demedi.

Niye dinleyelim?

İki sınıf var. Bu kadar basit işte.

Hiçbir Koç, hiçbir Sabancı Şok’a, BİM’e, A101’e gitmiyor.

Bizim yediğimiz ayrı.

Bizim içtiğimiz su ayrı. Bizim giydiğimiz, oturduğumuz, gördüğümüz…

Gecemiz, gündüzümüz ayrı.

Seçimmiş, sandıkmış, bu Erdoğan değil de başka biri olsunmuş. Hepsi Erdoğan bunların, hepsi. Niye dinleyelim?

Biz değiştirebiliriz ancak.

İki sınıf var; işçi sınıfı ve burjuvazi.

Biz ve onlar.

Onlar bizim devrimci önderlerimizin, Mahir’in, Deniz’in, İbrahim’in fotoğraflarından dahi korkanlar, Gezi Direnişi sendromundan mustarip olanlar, ağacın, kuşun, kadının, gencin, yaşlının düşmanları burjuva cephesi. Biz ancak birleşik emek cephesini kurduğumuzda alaşağı edeceğiz bu yağma-rant ve savaşla ayakta duran cepheyi.

Kadınlar, gençler, halklar, işçiler, işçileeer, kardeşler…

Örgütlenirsek her şeyiz, örgütsüzsek hiç.

*: Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinlikte Kaldıraç Hareketi adına yapılan konuşmadır.

Saray Rejimi, savaş politikaları ve direniş

Artık açıktır, “Erdoğan diktatörlüğü”, “tek adam rejimi” hiçbir şey ifade etmiyor. Tersine, siyasal iktidarın, Saray Rejimi’nin, devletin gerçek yüzünü örtüyor, karanlıkta bırakıyor.

“Rant-yağma ve savaş ekonomisi” doğru kavranmak zorundadır. Eğer siyasal iktidar, devlet ya da Saray Rejimi, doğru anlaşılmak isteniyorsa, “rant-yağma ve savaş ekonomisi” doğru kavranmalıdır. Başka türlü, bu devlete, bu sisteme, bu iktidara karşı savaşılamaz.

“Rant-yağma ve savaş ekonomisi” üzerine yükselen bir sistemdir, Saray Rejimi.

“Rant-yağma ve savaş ekonomisi”, hem uluslararası tekellerin hem onların yerli ortakları tekellerin ortak çıkarınadır. Evet, Erdoğan ve ailesi, kendi ağzından çıkan utanılası deyimi ile “bal tutan parmağını yalar” misali, tüm ellerini, kollarını yalamakta, kasasını, ailesinin ve yakın çevresinin yedi neslini doyurmak istemektedir. Açlar ordusu gibidirler ve ne varsa yağmalamak istemektedirler ve elbette kendi paylarını da almaktadırlar. Bunu, dün, kendi çevrelerine “İslam için”, “halife de yüzde on alırdı” vb. gibi dinî motiflerin ardına sığınarak açıklıyorlardı. Artık gerekli değildir. Bu nedenle, ne bulurlarsa götürmektedirler ve birlikte iş tuttukları çetelere, karşılıklı birbirine “mecbur” olma bağları ile bağlıdırlar.

İyi ama, bu “rant-yağma ve savaş ekonomisi”, tüm tekellerin, uluslararası sermayenin, daha çok da ABD emrinde hareket edenlerin çıkarınadır.

“Tek adam rejimi”, “Erdoğan diktatörlüğü”, arkadaki bu yapıyı saklar. Oysa esas olan bu yapıdır. Bu yağma, sıradan bir yağma değildir ve ülkemiz toprakları bu yağmalara hiç de yabancı değildir. Buna rağmen, bu boyutlusuna da az rastlanmıştır.

Bu nedenle, Saray Rejimi’ni doğru kavramak gerekir.

Son günlerdeki gelişmeler, bir kere daha Saray Rejimi’ni çıplak gözlerle görme olanaklarını vermektedir.

1

Hangi yağmaya, hangi rant üretim mekanizmasına, savaş ekonomisinin neresine bakarsanız bakın, arkadaki sermayeyi görmek mümkündür.

Saray Rejimi, savaş ekonomisini sevmiştir ve bundan böyle, burjuvalar savaş ekonomisi ile ayakta durmayı hedeflemektedir. Yağma ve rant, başkalarının sofrasından aşırılmış et yemeği ise, savaş ekonomisi, bu yemeğin, daha tatlısı, kanla soslanmış olanıdır.

Uluslararası tekeller, ülkemizdeki tekeller, TC devleti, katliamları hep sevmiştir. Bu nedenle savaş ekonomisi, aynı zamanda kana susamışlıkla da paralel bir hâl almaktadır.

TC devleti, ABD’nin tetikçisidir.

Buna NATO tetikçisi de diyebilirsiniz. Sakıncası olmaz. Zira NATO, daha çok ABD örgütüdür. Ukrayna savaşında, Rusya operasyona başlayınca, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye teslim bayrağı kaldırması durumu yeterince dramatik bir biçimde ifade etmektedir. Almanya, 30 yıldır ABD egemenliğinden kurtulmak için, “Big Brother” dinlemelerini deşifre etmeyi boşuna mı yaptı? Echelon sistemini boşuna mı patlattı? Birçok ABD üssünü boşuna mı kapattı? Ama sen gel, Ukrayna operasyonu başlar başlamaz, beyaz bayrağı kaldır. Üstelik, savaşan Rusya diye propaganda ederken, beyaz bayrakla ABD’nin altına yat. İşte buna dayanarak, bugün, NATO, daha çok ABD örgütüdür diyebiliriz. ABD tetikçiliği, NATO şemsiyesi altında da yapılabilir anlamına gelir bu.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD tetikçisidir.

Bunun net olarak anlaşılması gereklidir.

Şimdilerde İsveç ve Finlandiya, NATO’ya girme kararı verip, kendi topraklarını savaş sahası hâline getirme yoluna girmişken, TC devletinin buna itiraz etmesi, elbette, bir pazarlık sürecidir. Bu tip pazarlıkların, oyun olmaktan çıkma hâlleri hep olur. Tiyatroda sahnedekiler, bir an oyuna öyle kapılırlar ki, son derece olağandışı tutumlar ortaya koyabilirler ve seyirci oyun ile gerçeği birbirine karıştırabilir. Bugünlerde her uluslararası konu, biraz kendini aşmaya eğilimlidir. Büyük savaşların arifesinde bu her zaman olanaklıdır. Bu açıdan TC devletinin pazarlık talepleri, sınırları zorlayabilir. Ama bu pazarlıkta istenen şey, Erdoğan’ın ve ailesinin korunması, seçimi tekrar kazanarak iktidardaki ömrünün artırılması desteği, ABD emri ile Suudi Arabistan’dan para aktarılması, F-35 vb. gibi şeylerdir. En önemlisi, Erdoğan’ın ve ailesinin korunmasıdır. Talepleri budur. Şimdi bu tartışmayı fazla abartıp da, ABD’nin tetikçisi midir, diye düşünmeye gerek yoktur. Öyledir ve ABD emri dışında hareket etmezler.

Gezi Davası’nda alınan mahkeme kararları, bunun bir yansımasıdır.

ABD, Saray Rejimi’ne bazı yeni görevler vermiştir. Ukrayna savaşının sonrasına denk gelmektedir. Bu görevlerin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bunların karşılığında, “içeride” istediği gibi hareket etme özgürlüğü verilmiş olmalıdır. Tıpkı 12 Eylül’deki gibi. Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesi vb. gibi görevlerle, darbeciler, içeride serbestçe davranma yetkisi elde etmiştir. Bugün de buna benzer bir durum vardır.

Gezi Davası’nın ardından Kaftancıoğlu’na tehdit misali siyaset yasağı, Barlas’ın özel istek üzerine yayınladığı makalesindeki 150’likler olayının devreye sokulmuş olduğunun kanıtıdır.

HDP’nin kapatılması bu açıdan beklenen olmaktadır. Ve bunu yaparlarken, siyaset yasağının devreye gireceğini düşünmek gerekir.

2

ABD tetikçisi olarak TC devleti, öyle anlaşılıyor ki, İran’a karşı harekete geçirilmek istenmektedir. Bu eskiden beri arzu ettikleri bir şeydir.

Yaklaşık bir aydır, Kürtlere karşı savaş tırmandırılmaktadır. Irak Kürdistanı’nda, geniş çaplı bir savaş devreye sokulmuştur. Verdikleri kayıplara bakacak olursak, savaş son derece büyük hedeflerle yapılmaktadır.

ABD emri ile, Barzani de bu savaşta TC ile yan yanadır.

Bu savaş, bir soykırım savaşı boyutundadır.

Gelişmeleri TC haber kanallarından öğrenmeyi aşamayan okuryazar takımına (OYT) önerimizdir, en azından Türkçe yayın yapan Medya Haber’i izlesinler. Bu kadarından korkmasınlar. TV izlemek hoşlarına gider elbette, ama haber almak, gerçeği öğrenmek, OYT’nin sevmediği bir şeydir. Yarı uyur vaziyette, Saray medyası ve Batı kaynaklı haberler dışında bir haber önlerine düştüğü zaman, hemen “olamaz”, “bunu doğrulamalıyız”, “yalan olmadığını nereden bileceğiz” diyorlar. Oysa Batı basınından haberler geldiğinde, hiç de öyle davranmıyorlar. Tarihe baksalar görecekler: Irak savaşı yakındır, hani kimyasal silahlar, Ukrayna savaşı ortada, artık ABD ve birçok Batı kaynaklı açıklamalar, gerçeğin farklı olduğunu itiraf etmektedir. Buna rağmen, devletten duyduklarına, medyadan duyduklarına inanırlar, ama bir Kürt’ten, bir devrimciden, farklı bir haber kaynağından duyduklarına inanmazlar. Bu nedenle özellikle söylüyoruz, Medya Haber kanalını izlesinler, belki biraz olsun gerçek onları düşündürür. Bu savaşın bir soykırım savaşı olduğunu ya da ona yakın olduğunu söylediğimizde, ne demek istediğimizi belki anlayabilirler.

Bir aydır, TC ordusu, resmî olarak Irak sınırları içindedir. Gelen ölüm haberleri, bu savaşın çok sert geçtiğini göstermektedir.

Uzun bir süredir, Kandil’e saldıracağız bahanesi ile Irak Kürdistanı’nda yerleşme hazırlıkları vardır. Kaldıraç sayfalarında, buralarda kurulan karakol gibi noktaların ABD gözetimi ile kurulduğunu, belki iki yıl önceden beri okuyanlar, durumu bir kere daha anlamalıdırlar.

Bu savaş, daha ileri hedeflere sahiptir. Ve savaş ekonomisi, bu açıdan, burjuvaların da iştahlarını kabartmaktadır.

TC devleti, hem tetikçilik görevi gereği oradadır hem de Kürt halkına karşı soykırım savaşı için oradadır. Ama aynı zamanda bu savaş, büyük kârlar getirmektedir.

Dahası, Saray Rejimi, artık savaşsız yaşayamaz hâldedir.

Nasıl ki, bazı vücutlar, uyuşturucuya bağımlıdır ve onu arar, TC devleti ve burjuvalar, savaşsız yaşayamaz hâldedirler. Biz buna, savaş müptelalığı diyebiliriz.

3

Bugünlerde Erdoğan, tüm Saray, Genelkurmay vb. dahil tüm devlet, Suriye’de yeni bir harekât başlatma üzerinde odaklanmıştır. Münbiç ve Tel Rıfat isimleri zikredilmektedir.

Gerçekte, bu propaganda, aslında Irak’taki Kürtlere karşı savaşı gizlemek için de işe yaramaktadır.

Saray Rejimi’ne muhalif olarak ortaya çıkan Kılıçdaroğlu CHP’si, bu konuda tam bir sessizlik içindedir. Erdoğan, kendisine, “teröre karşı mısın”, “sınır öteki harekâtları destekleyecek misin” diye boşuna sormuyor. CHP, bu savaşa, açıktan karşı çıkma cesaretini göstermiyor.

Tüm burjuva muhalefet, bu savaş konusunda Saray Rejimi’nin destekçisidir. Sanki, karşı oldukları Saray Rejimi’nin içerideki savaşı, bu dışarıdaki savaştan ayrı imiş gibi. Bir yandan, “tek adam” istiyor ve yapıyor, diyorlar, ama öbür yandan sıra savaşa geldi mi, hemen onu destekliyorlar. Bu açıktır.

Savaş konusunda bu denli suskunluk, sadece bu bile açık bir destektir.

Tüm işçi ve emekçileri, toplumsal muhalefeti, kadınları ve gençleri, bu savaşa karşı ses çıkarmaya çağırıyoruz. Bu savaş karşısında suskunluk, bu savaşı görmezden gelmek demektir. Kürt hareketinin her beğenmedikleri tutumunu eleştirmek için sınırsız bir atiklik gösteren solun, bugün, bu savaşa açıktan karşı çıkmaması, büyük ayıptır, suçtur.

Dahası, bu savaş konusundaki suskunluk, gerçekte, devletin savaş politikalarını desteklemek olduğu gibi, içerideki tüm uygulamalarını da bu savaştan bağımsız olarak ele alma körlüğü demektir.

Saray Rejimi’ni anlamamak işte budur.

Savaşsız yaşayamayan Saray Rejimi, savaş yolu ile ayakta durmanın yollarını aramaktadır. Savaş, yarın büyük yıkımlar getirene kadar susanlar, bu yıkımların da suç ortağı olacaktır. Tarihi katliamlarla dolu TC devletinin bugün Kürt halkına karşı devreye koyduğu savaş, en küçük bir muhalif yönü olan insanların bile görmeden geçemeyeceği bir hâldedir.

4

ABD, tüm bu savaş oyunlarında TC devletini, İran’a karşı kışkırtmaktadır. Bu nedenle, ABD’nin TC devletine verdiği yeni görevin, İran ile ilgili olma ihtimalinden söz ediyoruz. Evet böylesi bir savaş, hem İran’ın hem de Türkiye’nin yıkımı anlamına gelecektir.

Ama bunun ABD için bir kayıp olmayacağı açıktır.

Ukrayna savaşı yolu ile, ABD, Batı’yı kendi politikalarına razı etmiştir ve açık desteklerini almıştır. Avrupa, artık bir yarı varlık hâlindedir. Avrupa, kendini savaş arenası hâline getirmektedir. İki dünya savaşının ikisi de Avrupa ve bölgemizde gerçekleşmiştir. Şimdi, yeniden, dünyayı kendinden ibaret sanan Batı’nın savaş sahası Avrupa olmaktadır. Bu, ABD için en iyisi anlamına gelmektedir.

Ama aynı zamanda ABD, Ukrayna’da oyunu kaybetmektedir. Bu durumda, ABD’nin geri çekilmesini beklemek saflık olacaktır. Kapitalist dünyanın hegemon gücü olan ABD, bu hegemonyasını adım adım kaybetmektedir. Ve kaybettikçe, savaşa daha fazla sarılmaktadır. Bu doğrultuda tetikçiler aramakta, yaratmaktadır. Ukrayna’daki Neonazi yönetimi bu tetikçilerden biri idi. Polonya, bu role sokulmak istenmektedir. Bunun tarihsel temelleri de vardır. TC devleti de bu rolü çok sevmiştir. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Kafkaslarda, Balkanlarda bu rolü oynamaktadır. Şimdi, bu rolü İran için oynamaya hazırdır.

1950’lerde Menderes, kendisine Kerkük ve Musul vadedilmiş iken nasıl harekete geçmiş ise TC devleti, bugün de benzer bir tarzda hareket etmektedir. Kerkük petrolleri, burjuvazinin ağzının suyunu akıtmaktadır.

Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan (SA) ile barışması, bu görevin gereği gibi görünmektedir. Elbette bunun karşılığında bir miktar pazarlık, ülke içinden varlıklar satma ve para alma gibi bir takım ilave işler gerçekleşecektir. Ama esas olan İran’a karşı savaş hazırlığıdır. İsrail, İran içinde ABD ile ortak suikastlar gerçekleştirmektedir. Bunu da bu işin bir parçası olarak görmek gerekir. Nihayetinde Afganistan’dan taşınan askerler vb. de bunun bir parçasıdır. İran sınırından mayınların temizlenmesi süreci de bunun bir başka adımıdır.

Muhtemeldir ki, TC devletinin içinden bu savaşa karşı çıkanlar olacaktır, vardır. Zira, bu savaşın nasıl bir yıkım olacağını anlamak için, fazlaca bir deneyime, akla ihtiyaç yoktur.

Kerkük vaadi, TC devleti için, her zaman iş görecektir. 1950’lerde bunu bir kere daha yaşadık. Ayrıca Kürtlere karşı kıyım olanakları TC devletinin aklını başından almaya yetmektedir. Bu iki neden, TC ordusunun Irak içlerine doğru hareket etmesini kolaylaştırmaktadır.

Yani, hem ABD bunu istiyor hem de TC devleti buna çoktan hazırdır. Sadece ABD planı diye bakmak eksik olur.

Öte yandan, Saray Rejimi’nin devamı için, bunu bir fırsat olarak görenler de az değildir. Tüm bu faktörler, Kerkük petrolleri meselesini daha da yakıcı bir istek hâline getirmektedir.

Oysa Kerkük, İran’a karşı savaşın başlangıç noktasıdır.

TC devletinin Rusya’yı beklemede tutmak üzere NATO’nun İsveç ve Finlandiya konusunda “istemez” tutum alması da işin bir parçası olarak ele alınabilir.

İşte bu savaşı, bu boyutları ile görmek ve ele almak gereklidir. Savaş, Saray Rejimi için, bir bağımlılık gibi iş görmektedir, TC devleti savaş müptelası hâline getirilmiştir.

Ve burjuva muhalefet, bu savaşa karşı çıkmadan, içeride muhalefet edemez noktaya gelecektir.

5

İç politikadaki gelişmeleri, bu bütün içinde, savaş politikaları ile birlikte ele almak gereklidir.

Bunlara dayanarak, burjuva muhalefet, OYT ve liberal solun “kaos” çıkartmak istiyorlar yaygaraları, körlük değilse, Saray’a açık destektir, devlet politikalarına destek vermektir.

Diyorlar ki, Saray Rejimi, kaos çıkartıp, olağanüstü hâl ilan edecek.

Diyelim ki, bir gece olağanüstü hâl ilan edildiğinde, ertesi sabah daha farklı bir ülkeye uyanılmış olmayacaktır. Çünkü zaten “olağan” hâller yaşamıyoruz.

Seçimleri ertelemek ve olağanüstü hâl ilan etmek için, bir özel nedene ihtiyaç yoktur. Mahkemelerin bir tiyatroya dönmüş olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Gezi Davası’nda verilen kararlar, bir hukuk olduğunu mu gösteriyor? Gösteriyorsa bu hukuk, iç savaş hukukudur.

Her savaş, içeride bir iç savaştır.

İçeride iç savaş ile savaş birbirinden ayrı ele alınamaz.

Bu durumda, iç savaş hukukunu uygulayan bir Saray Rejimi için, hangi yasanın ne önemi vardır? Hukuk denilen şey, söylediğiniz gibi, acınaklı ifadelerle “ayaklar altında” değildir. Hukuk, iktidarın elinde bir silahtır, tıpkı polis gücü, tıpkı ordu, tıpkı basın gibi. Tümü, savaşa ve iç savaşa göre şekillenmektedir.

Kaftancıoğlu kararı, bize yasaklı siyasetçiler listesinin oluşmakta olduğunu göstermektedir. Bunun arkası gelecektir.

Büyük bir olasılık olarak HDP kapatılacak, yasaklı siyasetçiler listesi genişleyecektir. Buna sesini çıkartmayan burjuva muhalefet, ardından kendi yasaklı siyasetçileri ile karşılaşacaktır.

Ve tüm bunlara rağmen, seçimin yapılacağını düşünmek de yerinde değildir.

Eğer tüm bu yasaklı siyasetçilerle bir seçim ortaya konursa, burjuva muhalefet, seçimleri boykot etme yeteneğini mi ortaya koyacaktır?

Tüm bu yaşananlara bakarak “olağan” hâl yaşadığımızı mı iddia ediyorsunuz? Öyle değil ise olağanüstü hâl içinde olduğumuzu kabul mü ediyorsunuz?

Kaos planı diye ortaya konan şey, Saray Rejimi’nin iç savaş saldırılarıdır. Bu saldırılar, her geçen gün artmaktadır. Zaten aralıksız bu saldırılar sürmektedir. Kadınların, gençlerin, işçilerin eylemlerine saldırıları unutmayalım. Gezi Direnişi’ne dönük saldırıları unutmayalım.

Bu açıdan TİP Milletvekillerinin Boğaz Köprüsü’ne pankart asması son derece önemlidir. Kendilerini kutlamak gerekir. Direnişin simge alanı Taksim’de simge mekân AKM binasının ön yüzünde asılan pankart bu açıdan çok önemlidir.

Erdoğan’ın, “çürük ve sürtük” sözleri ile Gezi’ye katılan milyonlarca insana küfretmesi boşuna değildir.

Deniliyor ki, “bir cumhurbaşkanına bu sözler yakışmadı.” İyi ama biz bu tutumun yakışma/yakışmama hâlini ta “ananı da al” dediğinde geride bırakmıştık. Şimdi başka noktadayız. “Çürük ve sürtük” sözleri, başka bir ifadedir.

Hem Saray Rejimi’nin korkusunun ve çürümüşlüğünün kanıtıdır bunlar hem de saldırganlığın yeni boyutudur. Çürük olan Saray Rejimi’dir. Sürtük olan Saray Rejimi’nin tüm kadrolarıdır. “Sulu ve sigaraya zam yapıyoruz yine de içiyorlar” dediğinde Erdoğan, artık “yakışmayan” bir hareket etmiyor. Tam tersine, “sulu ve kuru” konusunda uzman bir yönetici olarak kendine yakışır vaziyette konuşuyor. “Çürük” ve “sürtük” konusunu da Saray’dan biliyor.

Mesele Saray Rejimi’nin kaos planı değildir. Mesele, burjuva muhalefetin ciddiyetsiz muhalefetidir. “Saygın” muhalefet, susmak mı demektir? “Edepli muhalefet”, evde kalın ve seçimi bekleyin mi demektir? Sert muhalefet, Gezi kararı sonrasında kızgın ifadelerle yetinmek midir, Kaftancıoğlu kararının ardından Bursa mitingini İstanbul’a çekmek midir?

Böylesi bir muhalefetin peşine takılmak, aslında işçi sınıfı için ölümdür, kendi iradesini reddetmektir, Gezi’den bu yana sürmekte olan direnişi bir çizgi olarak yükseltmeyi reddetmektir.

Burjuva muhalefet, Erdoğan’ı çekilmeye ikna etme isteğindedir. Oysa bu, cennetini kaybetmeyi beklemek olur. Bunu yapmasını beklemek ahmaklık değilse, Erdoğan’a destek değil midir? Devlete zarar gelmesin politikasıdır bu.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ne açık ve net bir tutum almaktan çok uzaktır. Burjuva muhalefet, gelişmekte olan direnişten korkmaktadır. Bu direnişin dalgalarının kendi boylarını aşmasından korkmaktadırlar.

Kılıçdaroğlu’nun SADAT önüne gitmesi, bir adımdır. Kılıçdaroğlu’nun çok bilinen bir konu olduğu hâlde, ABD’ye vakıflar üzerinden aktarılan paraları açıklaması önemlidir. Bu iki adım, CHP ile Saray Rejimi arasındaki anlaşmayı aşan adımlardır. Bu açıdan değerlidirler. Ama ne SADAT tektir ne de aktarılan paralar, yağma, rant ve savaş ekonomisi, ABD’ye aktarılan paralardan ibarettir. Bunu CHP ve burjuva muhalefet bilmektedir. Bu konuda atması gereken adımları bile atmaktan geri durmaktadırlar. Bu adımları atmamış olsalardı, muhtemelen İmamoğlu da yasaklılar listesine eklenmiş olacaktı.

Kılıçdaroğlu “demokrasinin bize sağladığı tüm imkânları kullanacağız” demektedir. İyi ama hangi demokrasinin? Eğer demokrasi bir “varlık” idiyse, o varlığın öldüğünü ve cenazesinin defnedildiğini görmeyenlerin, yapacağı ne olabilir?

Sormak gerekir, Kılıçdaroğlu, acaba “demokrasi” size devrimci muhalefeti susturma, işçileri evlerinde kalmaya davet etme, kaos planlarını açıklamak yerine onlarla halkı korkutma imkânları mı sağlıyor?

Bir basın açıklamasının bile büyük saldırılara maruz kaldığı bir ülkede, hapishanelerin dolduğu bir ülkede, sıradan bir hak arama eyleminin TOMA’larla, gazlarla yanıt bulduğu bir ülkede, basının susturulduğu bir ülkede, size sadece konuşma imkânı mı veriyor? Sizce, bu nereye kadar bir imkândır? “Demokrasi” size anayasal hakların kullanılmasını bastıranlara karşı, sakın bir şey yapmayın deme imkânı mı veriyor?

6

İşçi ve emekçiler, içinde yaşadıkları çekilmez hâle gelmiş yaşamı yeniden kurmak için, burjuva egemenliği yıkmak görevi ile karşı karşıyadır. Bunun olanakları da vardır. Elbette, bu bir güç sorunudur. Ama güç, CHP kuyruğuna takılarak elde edilemez.

Ülkemizde her gün kadınlar öldürülmektedir.

Ülkemizde her gün intiharlar söz konusudur.

Ülkemizde her gün çocuklara cinsel saldırılar gerçekleşmektedir.

Ülkemizde her gün insan aklına dönük saldırılar gerçekleşmektedir.

Ülkemizde doğa, insan emeği yağmalanmaktadır.

Ülkenin her yanında savaş politikaları ile yaşam yok edilmektedir.

Her gün yeni zamlarla hayat çekilmez hâle getirilmektedir.

Tüm bunlara dur demenin tek yolu, direniştir.

Kadınların, gençlerin, işçilerin direnişleri bir yeni yoldur.

Evet bu direnişler henüz yeterince örgütlü değildir. Henüz yeterince birbiri ile bağlantılı değildir.

Bu örgütlülük bir ihtiyaçtır.

Bunun yolu, işçi sınıfının kendi devrimci sosyalist çizgisidir. Bunun yolu, işçi sınıfının devrimci çizgisini öne çıkartacak, örgütlenmeyi geliştirecek Birleşik Emek Cephesi’dir.

Egemenler, tüm güçleri ile, tüm olanakları ile açıktan saldırmaktadır. Öyle tek bir yerden, tek bir alandan bu saldırıyı püskürtmek ve devrimi örgütlemek mümkün değildir. Tersine, işçi sınıfının bu saldırılara karşı, bir bütün olarak, her yerde ve tüm alanlardan direnişi geliştirmesi gereklidir. Hem gereklidir hem de olanaklıdır.

Egemenler, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri köleler hâline getirmek istemektedir. Gezi Direnişi ile başlayan süreç, bu gidişe bir cevap olmuştur. Şimdi bu direnişi geliştirmek, örgütlü hâle getirmektir görev.

Egemenler, kendi iktidarlarını seçimlerle vermezler.

Saray Rejimi, seçimlerle ortadan kaldırılamaz.

Saray Rejimi, daha köklü bir örgütlenmedir. Bunu görmek ve anlamak gerekir. “Rant-yağma ve savaş ekonomisi”ne açıktan savaş açılmadan, bir muhalefet yapılamaz.

Bunu yapabilecek tek güç, devrimci işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfının içinde gelişen direniş, daha da büyüyecektir. Sırada, büyük çaplı işten çıkartma dalgaları vardır. Sırada, işçi ücretlerinin daha da düşürülmesi vardır. Sırada daha ağır vergiler ve zamlar vardır. Ve tüm bunlara işçilerin tepkileri daha da büyüyecektir.

Bu nedenle, işçi sınıfının kendi sınıf çizgisini, kendi bağımsız çizgisini ortaya koyması, bunun için Birleşik Emek Cephesi’nde birleşilmesi büyük önemdedir.

İşçi sınıfı devrimcileşmek, toplumsal muhalefet daha örgütlü hareket etmek zorundadır.

İşçi sınıfı, siyaset sahnesine, kendi sınıf politikaları ile çıkmak, buna uygun örgütlenmeler geliştirmek zorundadır.

Bunun olanakları vardır.

Elbette görmeyen gözden daha körü yoktur. Niyeti devrimci mücadeleye katılmak, gerçekten bir mücadele yürütmek olmayanların, seyirci koltuklarından, bu olanakları görmesi, direnişi anlaması mümkün değildir. Dünyayı, sistemi değiştirmek için yola çıkmayanların, gelişen direnişi anlaması mümkün değildir.

Savaş ve yeni dünya

Ukrayna savaşı, NATO’nun, onun ana gücü olarak ABD’nin adım adım örgütlediği bir savaştır. Savaşın bir aşamasına kadar “görünmez” olarak sürmesi, ABD’nin ve NATO’nun Rusya ve Çin ittifakından korkmalarından kaynaklıdır. Bu nedenle, adım adım, bir Suriye’de, bir Ukrayna’da, bir Libya’da, bir Tayvan’da gerilimi yükseltmeyi yeğlediler. Ama nihayetinde, bir yerden sonra, Rusya, Ukrayna operasyonunu başlattı. Böylece, savaş, görmek istemeyenler için de görünür oldu.

1

Bu savaş, gerçekte ABD-NATO ile, Rusya arasında bir savaştır.

Savaş, Ukrayna topraklarında sürmektedir. Ve ABD-NATO ya da Batı, bu savaş için, Neonazileri, mükemmel kuklaları bulmuşlardır. Neonaziler, Zelenski iktidarının ardındaki güçlerdir ve kontrol onlardadır. Ukrayna, önce tüm devlet olma özelliklerinden arındırılmıştır. Sonra, geriye Ukrayna’yı, Rusya’ya karşı kullanmak kalmıştır.

2014-2022 arasında, Neonaziler ve Ukrayna devleti, 15 bin insanı katletmiş, Donesk bölgesinde çocukları öldürmüştür. Odessa’da sendika binasında 48 kişiyi yakan güruh, aslında ABD destekli, Kanada ve İngiltere destekli, NATO destekli Neonazilerdir.

Savaş sahası Ukrayna olunca, ABD ve NATO için sorun yok. Kaybederlerse Ukraynalılar ölecek, kazanırlarsa Ruslar. Her iki durumda da Ukrayna büyük hasar ve yıkım yaşayacak, acılar yaşayacak ve iki halk arasına kan girmiş olacak. Yani, her durumda, açık bir kazanç söz konusudur.

2

Savaşın ana nedeni, emperyalist paylaşım savaşımıdır.

Bu emperyalist paylaşım savaşımının, bir üçüncü dünya savaşına evrildiğini görmek, dün de mümkündü, bugün de mümkündür.

Emperyalist paylaşım savaşımı, ABD hegemonyasının çözülmesi gerçeğine dayanmaktadır. ABD’nin ekonomik hegemonyası, Vietnam savaşı sonrasında çözülmeye başlamıştır. ABD, Bretton Woods anlaşmasını açıktan ihlal ederek karşılıksız dolar basmış, Vietnam savaşının finansmanını böyle sağlamıştır. 1971-73 krizi, aslında ABD hegemonyasının ekonomik sonuna geldiğinin işaretidir. ABD, bu süreçten, petro-dolar yolu ile çıkmaya çalışmıştır. ABD, tüm petrolün, özellikle Ortadoğu petrolünün, Arapların petrolünün dolarla satılmasını ve paraların ABD bankalarında tutulmasını sağlamıştır. Katar, bu ana kadar İngiliz kolonisi iken, “bağımsız” bir kuyu olmuştur. Petrol kuyularının devlet olarak örgütlenmesi, Ekim Devrimi sonrasına ve Ekim Devrimi’nden korkuya dayanır. Ekim Devrimi halkların anti-emperyalist mücadelesini coşturunca, petrol kuyularını devletler şeklinde “bağımsız” olarak örgütlemek, dünya kapitalist-emperyalist sistemine uygun gelmiştir. Petrol kuyularında yabancı işçiler çalıştığı için, “isyan” korkusu da azdır.

ABD’nin ekonomik olarak çözülen hegemonyası, birkaç on yıl daha dayanmıştır. Ama bu “dayanma”, ABD’nin komünizme karşı kurulan Batı ittifakının askerî kanadı, siyasal örgütleri vb. sayesinde olmuştur.

SSCB çözülünce, belli başlı emperyalist güçler arasında, pazar kavgası, paylaşım kavgası daha öne çıkmaya başlamıştır.

Dünyayı pazar ve toprak olarak paylaşmak isteyen belli başlı emperyalist güçler, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. Elbette Kanada, İtalya vb. de vardır. Ama esas savaş bu beş emperyalist güç arasındadır.

ABD’nin ünlü Dışişleri Bakanı Kissinger, “ABD’ye bir dış politika lazım mı” diye sormaya 1990’larda başlamıştır. 1990’ların sonunda ABD, Batı’daki hegemonyasını, dünya hegemonyası olarak örgütlemeye karar verdi. SSCB çözülmüştü, Doğu Avrupa yıkılmıştı. Bu alanlara Almanya, Fransa daldı. Ekonomik olarak Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda eriştiği en geniş sınırların önemli bir bölümüne, tek bir kurşun atmadan erişti desek, biraz abartmış olmak koşulu ile, yanılmış olmayız. Almanya ve Japonya ekonomileri, askerî sanayi bir yana, ABD hegemonyasını ciddi tarzda zorlamaktaydı. Ama NATO ve ABD’nin siyasal ve askerî üstünlüğü hâlâ öndeydi.

ABD, Afganistan ve Irak’a girdi. El Kaide ve IŞİD ile İslamî güçleri kendi adına kullanmayı ileri boyutlara taşıdı. Ve Avrupa ve Japonya’yı bu yolla tehdit etti. Ama ne Afganistan’da ne de Irak’ta istediği tarzda bir sonuca ulaşamadı.

Daha da kötüsü, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, daha da güçlenme eğilimleri gösterdiler.

Onları bir nebze olsun durdurmak için, savaş politikalarında bir yenilemeye gitti. Obama süreci budur. Libya savaşı, Fransa’nın ve İngiltere’nin çok hoşuna gitmiştir. Ardından Suriye savaşı geldi. ABD önderliğinde, İngiltere, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan, Suriye’ye karşı yıkım savaşını örgütlediler. IŞİD çetelerini bunlar yaratmıştır.

Ama Suriye savaşında Rusya ve Çin, süreci gördüler. Hem Ukrayna’da hem Tayvan’da ABD harekete geçmişti. Dünyanın her bölgesinde yeni üsler kuruyordu, NATO sürekli genişliyordu.

Rusya ve Çin’in sahaya inmesi, durumu değiştirdi.

3

Bu noktada ABD, savaşın yönünü, önce Trump ile, ardından da Biden ile değiştirmeye karar verdi. Rusya ve Çin, yeniden düşman ilan edildi.

Kapitalist olma yolunu seçmiş bu iki ülke, geçmiş sosyalizm deneyimleri nedeni ile hâlâ bağımsızdılar ve ABD, tüm müttefiklerine, tüm NATO’ya ve Japonya’ya, bu iki ülkeyi sömürge olmak üzere yıkmayı önerdi. Böylece, Biden ile daha önceden başlamış politikaları devam ettirmek üzere, saldırgan dönemi level atladı.

2014’ten beri Ukrayna’da organize edilen sömürgeleştirme ve savaş politikası, Rusya’nın müdahalesi ile başka bir boyuta sıçradı.

4

Bugüne böyle gelindi.

Ukrayna savaşı ise, yeni dengeler yaratıyor.

ABD, savaş sürecinde ilk zaferini Almanya ve AB’ye karşı kazandı. Rusya, Ukrayna operasyonuna başladı, Almanya, ilk ve öncelikle ABD’ye teslim bayrağını kaldırdı. Fransa ve tüm AB; ABD politikalarının ardına geçti. NATO yeniden diriltildi ve “beyin ölümü gerçekleşmiş NATO”, yeniden beynini buldu.

Tüm Batı, Japonya da içinde, ABD kontrolünü yeniden kabul etti. Böylece ABD, çözülmekte olan hegemonyasını durdurmayı hedefliyor.

Bu süreç, henüz o kadar ileri boyutta, ABD hegemonyasının çözülmesini durduracak boyutta sonuçlar üretmiş değildir. Üretmesi de mümkün olmayacaktır.

Ama ABD, Ukrayna savaşı sürerken, hemen, Mayıs’ın sonunda Çin etrafında hamleler yapmaya başladı. Kendini ABD tetikçisi yapmamak için uğraşan Güney Kore’ye baskı yapmakta, onu savaş manevralarının içine katmaya yönelmektedir. Çin Denizi’nde, ardı arkası kesilmeyen provokasyonlar organize etmektedir.

Belli ki, yakında, o bölge de ısınacaktır.

Ukrayna, Avrupa’nın da ısınması demektir.

Ortadoğu daha da ısınacak demektir.

5

TC devletinin, Kürtlere karşı, hem Suriye’de hem de Irak Kürdistanı’nda giriştiği savaş, aslında bu açıdan yeterince ipucu vermektedir.

1950’lerde Menderes yönetimine Kerkük’ü vadeden ABD, şimdi aynısını Saray Rejimi’ne vadetmektedir. ABD tetikçisi TC devleti, buna büyük bir hırsla sarılmaktadır. Kürt göster TC’ye, saldır de yeter. ABD bunu yapıyor. TC devleti, elbette Saray Rejimi ile kabaran Osmanlıcılık hevesleri ile, Kerkük için kan dökmeye hazırdır.

Bu savaş, bir yandan, açık ve net bir Kürt katliamı planıdır. Bunu kaydetmek gerekir. Bu politikanın arkasında, ABD, İngiltere ve İsrail açıktan vardır. TC devletinin saldırganlığı, bir NATO saldırganlığına dönüştürülmek istenmektedir. Ve bu savaşın hedefi, sadece Suriye, sadece Kürtler de değildir. Bu savaş, İran’ı da hedeflemektedir. İran askerî yöneticilerine dönük suikastler bunun açık kanıtıdır. TC devleti, Barzani’yi de yanına almıştır ve Barzani de bu soykırımın içindedir. Süleymaniye ve Erbil bölgesinde MİT’in yaptığı operasyonlar, bunun açık kanıtıdır. Bu aynı zamanda, Barzani’nin kendi “egemenim” dediği alanlardaki egemenliği de devrettiğini, zaten hiçbir zaman egemen olmadığı alanı şimdi işgalcilere devrettiğinin kanıtıdır.

Bu savaşın iki yönü vardır. Bizi de en çok ve yakından ilgilendiren boyutu, Kürtlere karşı savaştır. Bu yolla, Kürt özgürlük hareketi boğulmak istenmektedir. Ve bu açık bir soykırım projesine dönüştürülmüştür. Nasıl ki Ermeni, Süryani, Pontus kıyımları Almanya, İngiltere ve ABD’nin desteği ile olmuş ise, bugün de Kürt soykırımı, Batı’nın desteği ile devreye sokulmuştur.

İkinci yönü ise İran ve Suriye’ye dönük savaştır.

Öyle anlaşılıyor, ABD, TC devletini, Saray Rejimi’ni İran’ın üzerine sürmek istemektedir. Suriye ve İran’a dönük planların tutacağı anlamına gelmez bu elbette.

Daha şimdiden, TC devletinin işgal ettiği Suriye topraklarında, elektrik fiyatlarının 5 kat artmasına tepkiler ortaya çıkmış, Afrin, Marea, Ahtarin, Soran, El Bab ve Azez’de protestolar başlamıştır. Saray Rejimi’nin ekonomik politikası olan “yağma-rant ve savaş ekonomisi”, işgal ettikleri alanlarda da tam olarak sürmektedir. Akenerji, STE Enerji ve Green Enerji şirketleri, bölgeyi haraca kesmektedir. Bu sadece enerji alanında böyledir. Diğer tüm alanlarda, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” sürmektedir. Elbette buna tepkiler de gelmeye başlayacaktır.

TC devletini sahaya süren güçler, anlaşılan odur ki, Kerkük hayallerini yeniden harlamıştır. Saray Rejimi, tam gaz alana girmeye heveslidir ve dronlar ile süren bombardıman, saha operasyonları ile, Barzani bölgesinde sürmektedir. Bunun ilerleyeceğini düşünmek gerekir. Bu geniş anlamda, İran’a dönük de bir saldırının örgütlenmesidir.

Kuşku yok ki, İran’ın üzerine TC devletini sürmek, bölgeyi kasıp kavuracaktır.

Türkiye, tüm olarak bir savaş alanı hâline getirilmektedir.

Nasıl ki Ukrayna kendisini bir savaş sahasına çevirdi, Ukrayna üzerinde ABD önderliğinde NATO ve Rusya çarpışmaktadır, benzer bir süreçle, Saray Rejimi, Türkiye’yi savaş sahası hâline getirmektedir.

ABD için hava hoştur. Savaş, İran ve Türkiye’yi yıkıma götürecektir. İyi ama bunun ABD’ye zararı nedir ki?

Tüm Avrupa’yı üslerle donatmış, Ege’nin her adasında üsler kurmuş ABD, bu yolla savaşı, daha önceki iki dünya savaşında olduğu gibi, kendi topraklarının ötesinde yürütmek istemektedir. Bunu başarıp başaramayacağı ise ayrı bir konudur.

Şimdiden ABD silah şirketleri, 100 milyarlarca dolarlık siparişler almıştır. Şimdiden ABD askerî güçleri Avrupa’nın her noktasına yerleşmiştir. İsveç ve Finlandiya’nın kendi topraklarını savaş alanına çevirme isteği, ABD gücünün ne kadar “ikna” edici olduğunu göstermektedir.

6

Rusya ve Çin’e karşı süren savaş, ABD açısından, önemli bir manevra olmuştur. ABD, eski müttefikleri, yeni rakipleri olan, paylaşım savaşımında karşısına kendi hegemonyasına meydan okumaya meyletmiş diğer dört emperyalist gücü, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’yı, yeniden kontrolü altına almaya meyletmiştir.

7

Ama yaptırım adı verilen ekonomik savaş, Çin ve Rusya için, yeni arayışları beraberinde getirmiştir bile. Rusya’nın doların egemenliğine karşı açtığı savaş, daha da ilerlemektedir. Ambargo politikalarına karşın, Rusya ve Çin odaklı, yeni bir dünya sistemi ortaya çıkmaya başlamıştır. Yakında, savaş böyle sürerse, Rusya ve Çin merkezli, bir yeni uluslararası ticaret sistemi ortaya çıkacaktır. Bu yeni ödeme mekanizmaları, yeni ticaret mekanizmaları anlamına da gelmektedir. Bu sistem, Latin Amerika’da da sonuçlar vermeye gebedir. Hindistan ve İran gibi ülkeler de bu sürece eklenecek gibidir.

Dünyanın fabrikası olan Çin, Hindistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya vb. bu sürece girme eğilimlerini ortaya koyarsa, yaptırımlar, tersi sonuçlar verecektir. Buna hammadde kaynaklarını da eklemek mümkündür. Japon otomotiv sektöründeki üretim düşüşü, başlı başına sonuçlara gebedir. Enerji krizi, 2008’de başlayan uluslararası finansal krizi daha da derinleştirme eğilimindedir.

Böylece, dünyanın dört bölgesinin ısınmakta olduğunu söylemek mümkündür: Ortadoğu, Ukrayna, Uzak Doğu ve Avrupa, bu sıcak bölgelerin içindedir.

ABD için bu durumu sürdürmek önceliklidir.

Çünkü birincisi ABD bu sayede Çin ve Rusya’ya karşı eski müttefikleri ve yeni rakiplerini kendi kontrolüne almaya başlamıştır ve ikincisi böylece savaşı kendi topraklarına uzak alanlarda sürdürme olanağını yaratmak istemektedir.

8

Çin ve Rusya, bugün birer büyük ve bağımsız güç iseler, bunu sosyalist geçmişlerine borçludurlar.

Savaş naraları yükseldikçe, ambargo vb. uygulamalar geliştikçe, aynı zamanda kapitalist dünyanın uluslararası ticaret sistemi de işlemez hâle gelmektedir. Şimdiden mal tedarikleri zorlaşmakta, fiyatlar düzeyi yükselmektedir. Rusya ve Çin, kendi etraflarında yeni bir uluslararası ticaret sistemi geliştirmeye yönelmiştir. Bu durum, kapitalist dünya sisteminin krizini daha da ağırlaştıracaktır.

Bu, savaşı daha da yayma eğilimini güçlendirmektedir.

Eski kurt ve savaş yanlısı Kissinger’in Dünya Ekonomik Forumu’na, online olarak yaptığı konuşma, gerçekte, krizin boyutlarını göstermektedir. Kissinger, elbette ardındaki tekelci grupların çıkarlarını da ifade etmektedir. Ona göre, kapitalist Batı’nın önünde, iki ay vardır ve Rusya’nın isteklerinin kabul edilmesini, NATO’nun, Doğu Avrupa’dan çekilmesini önermektedir. ABD, İngiliz ve Avrupa’daki birçok sermaye grubu, tekeller, açıkça Kissinger’in önerilerini teslimiyet olarak nitelemektedir.

ABD, NATO tüm gücü ile Ukrayna’da savaşı uzatmak için uğraşmakta, bu arada Ortadoğu ve Çin Denizi’nde yeni cepheler açmaya çalışmaktadır. Rusya’nın sakin ve kararlı duruşu, Çin’in ekonomik hamleleri, sürecin hiç de ABD ve NATO isteklerine uygun işlemeyeceğini göstermektedir. Bu eğilim güçlüdür.

9

Rusya ve Çin, bu yeni savaş süreci ile, kendilerini var eden, sömürge olmalarını önlemiş olan sosyalizm geçmişine daha çok sarılmak zorunda kalacaktır. Bu durum ise, dünyada yükselmekte olan sınıf savaşımının daha da hız almasını beraberinde getirecektir.

Dünya, yeni bir sosyalist yükselişe gebedir.

Yeni devrimci yükseliş, Çin ve Rusya’nın içinden çok, dışından gelişecektir.

Hem emperyalist metropollerde, ABD, Avrupa ve Japonya’da kitlesel eylemler ortaya çıkacaktır. Bu yüksek bir olasılıktır. Bu eylemler her ne kadar, burjuva devleti yıkacak tarzda gelişmeyecek olsalar da, ciddi etkilere yol açacaktır. Hem de, çevre ülkelerde, mesele ülkemizde, mesela Ortadoğu’da, mesela Latin Amerika’da, mesela Uzak Asya’da, devrimci başkaldırının gelişimini beklemek olanaklıdır. Elbette bu bölgelerde gelişecek kitlesel eylemler, devrime daha yakın bir kararlılık içinde olacaktır. Bu savaşın sonucunun otomatik zafer olduğunu söylemiyoruz. Ama sınıf savaşımı, tüm dünyada daha da yükselecek ve sertleşecektir.

İşte kurtuluş da buradadır.

Yeni dünya, eski dünyayı yıkacak ve bu kez daha geniş bir alanda sosyalizmin zaferi ile oluşacak yeni dünya, böyle yükselecektir.

İnsanlığın, gezegenin tek kurtuluş yolu da budur.

Modern tekelci egemenlik, büyük karanlık çağ demektir. Bu karanlık çağın yanında Ortaçağ karanlığı, daha ışıklı sayılır. Bu, tekeller çağının karanlığıdır ve çürümüş kapitalist sistemin, kapitalist egemenliğin ürünüdür. İşte bu çağın sonunu getirecek aydınlanma, sosyalizmin zaferi ile oluşacaktır.

Bugün kapitalist sistem, dünyayı yağmalamak, insanoğlunu yok etmek yolu ile ayakta durmaya çalışmaktadır. Yağma-rant ve savaş ekonomisi, kapitalist sistemin tümünün gerçekliğidir. Egemenler, emperyalist egemenlik, ancak bu yolla sürdürülmektedir. Tekelci hâkimiyet, şiddetle, daha fazla şiddetle ayakta durmaktadır. Her yanından pislik akıtan bir sistemdir bu. Tüm gezegeni pisleten bir varlıktır kapitalist egemenlik. Ömrünü fazladan sürdürmektedir. Ve kendi kendine yıkılmayacağı da açıktır.

Dünya, yeniden sosyalizmin yükseleceği bir döneme girmektedir. Bunun hızlı mı yavaş mı gerçekleşeceği değildir esas sorun. Evet kapitalizmin yeryüzünden silinmesi acildir. Ama sosyalizmin zaferi, her zaman örgütlenmiş işçi sınıfının, devrimci sosyalist işçi sınıfının eseri olacaktır.

Devrimler göstermektedir ki, insanoğlu, her seferinde daha ileri bir eylem, daha ileri bir bilincin ürünü olan daha ileri bir örgütlenme ile tarihini yazabilir. Egemenlerin yıkılışı, daha ileri örgütlenmeyi gerektirir. Bilincin ölçüsü eylem ise, en gelişmiş eylem, daha gelişmiş bir devrimci örgütlenmedir. Bu, tüm dünya işçi sınıfının ihtiyacıdır.

Ülkemiz işçi sınıfının da ihtiyacı budur.

Her kapitalist ülkedeki işçilerin de ihtiyacı, gelişmiş devrimci sosyalist örgütlenmedir.

Dünya kapitalist sisteminin gelişmişlik düzeyi, devrimlerin başladığı yerden başka alanlara hızla yayılmasının nesnel koşullarını artırmıştır. Bu nedenle, devrime uzakmış gibi duran her coğrafyada da örgütlenmek, devrime hazır olmak anlamında, çok büyük değerdedir. Her parçadaki devrimci güçler, kendi alanlarının dışındaki devrimci gelişmelere, işçi sınıfının eylemlerine büyük bir dikkat göstermek zorundadır.

Evet, günümüz burjuva devleti olan, faşizmin dişlilerini de içermiş olan Tekelci Polis Devleti, düne göre daha örgütlüdür. Bu durum, devrim için, salt bir zorluk anlamına gelmez. Bu durum, daha gelişmiş, daha ileri örgütlenme biçimlerine ihtiyaç duyulduğunu gösterir. Her dönemde, burjuva devlet, işçi sınıfına göre çok daha silahlanmış, çok daha örgütlüdür. Dün nasıl ki bununla başa çıkılmış ise, bugün de bununla başa çıkılması olanaklıdır. Bunun için, devrimci sosyalistler, işçiler, gözlerini gelişmekte olan devrime, yerin altını kazan köstebeğe dikmelidirler. Dikkat noktası burası olmalıdır.

Emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşmasını izlemek yetmez. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren nasıl Ekim Devrimi olmuş ise, şimdi, daha ileri bir sosyalizmi kurmak üzere, yeni savaşı, savaşları bitirecek süreç de yeni sosyalist devrimler olacaktır. Bu nedenle, dünyanın herhangi bir yerindeki devrimci direnişe, büyük bir dikkatle yaklaşmak gerekir. Gelişmekte olan her devrimi, hiçbir şoven duyguya yer vermeden sahiplenmek, devrimci görevdir. Bugün, bu bilinçle Kürt devrimini bir kere daha selâmlamak gerekir. Onların her eksikliği bizim eksikliğimizdir, her zaferi bizim zaferimizdir.

Utanmazlık fıtrattan mı gelir? Utanmazlık ustalık işi midir? Yoksa çürüme ve tükeniş dile mi vurur?

Erdoğan, çakma sultan, Sultan Abdülhamid rolünde, uluslararası sermayenin ve onların uzantıları olan TÜSİAD, MÜSİAD, beşli çeteler gibi tekellerin vücut bulmuş temsilcisidir. Dini ve milliyetçilik dozu sürekli ayarlanan Saray Rejimi’nin başında “görevli”dir. Yağma-rant ve savaş ekonomisinin üzerinde yükselen Saray Rejimi’nin en zavallı-en muktedir temsilcisidir.

Projedir. ABD çıkarlarının projesidir. Ve projeler sonuna yaklaşırken, kendi karakterlerine uygun ruh hâllerini ortaya koymak zorundadırlar.

Erdoğan’ın hâllerine bugünlerde damgasını vuran şey, çakma Sultan Hamid rolünün pespayeliğidir. Buradan başka bir sonuç çıkmaz.

Saray Rejimi, uluslararası sermayenin kolaylıkla yönetme isteği, ülkemiz tekellerinin tüm isteklerini bir çırpıda gerçekleştirme isteği, sürmekte olan uluslararası paylaşım savaşımı, ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurmak için tetikçi ülke organize etme projeleri, savaş ekonomisi, yağma ve rant ekonomisi üzerine dayanmaktadır. TC devleti, ABD tetikçiliğinin verdiği avantajlarla, olağanüstü Saray Rejimi olanakları ile, içeride ve dışarıda bir savaş kundaklamaktadır. Kürtlere karşı katliam politikalarını devreye sokmaktadır. Bu savaş, ABD ve AB dâhil, tüm Batı’nın açık-gizli desteği ile yürütülmektedir.

İşte tüm bu organizasyonun ifadesi olan Saray Rejimi, çürümektedir.

Hem dünya kapitalist sistemi bir krizin içindedir ve bu kriz artık tükenişin işaretlerini vermektedir hem de ülkemizdeki burjuva egemenlik artık çürümüş ve tükenmiş olma hâlinin işaretlerini vermektedir. Uluslararası durumu, kapitalizmin derinleşen krizini, henüz yükselen işçi eylemlerinde görmüyoruz. Ama savaş politikalarında, NATO uygulamalarında tüm yönleri ile görüyoruz. Ukrayna, bunun tüm işaretlerini vermektedir. Ukrayna’da yalana ve karartmaya dayalı Batı propagandası, artık istenilen sonucu vermekten uzaktır. Tüm bağımsız haber kanalları ve Rus medyası engellendiği hâlde, Ukrayna’da Neonazi gerçeği, ABD-İngiltere-AB ve Kanada boyutları ile ortaya çıkmaktadır.

Biz, bütündeki bu kriz hâlinin de etkilerinin yansıdığı ülkemizdeki çürüme ve tükeniş üzerinde durmak istiyoruz.

Saray Rejimi’nin çürüme ve tükenişi, yanlış algılanmasın, kendi kendine yıkılacağı anlamına gelmiyor. Ülkemizin kendine “aydın” diye, kendini zeki ve ayrıcalıklı hisseden, bizim okuryazar takımı (OYT) diyerek farklı uçlarını da bir araya alıp isimlendirdiğimiz kesimin sola eğilimli olanları, hemen, sistemin kendi kendine yıkılacağını, bu nedenle, daha şimdiden bunu kutlamak üzere içkiye sarılıp kutlama yapmak gerektiğini bile dile getirebilir. Hayır, bunu asla kastetmiyoruz. Tersine, bu topraklarda, kolay zafer yoktur, olmayacaktır. Zafer, büyük çatışmalara hazır olanların ellerinde, büyük bedeller ödeyerek gerçekleşecektir.

Bizdeki çürüme ve tükenişi, bunalım anlamında, bunalımın derinleşirken bir yeni hâli anlamında kullanıyoruz. Çürüme ve tükeniş, sistemin kendiliğinden yıkılması ya da Saray Rejimi’nin seçimle yok olması anlamında değildir.

Tükeniş ve çürüme, kendini her ortamda, her toplumsal kesim içinde farklı biçimde hissettirir, kendini farklı biçimde ortaya koyar. Örnek olsun, açlık ve yoksulluk, eğer işçi ve emekçilerde, yoksul kesimlerde bir örgütlülük ve direniş yok ise, kendini gününü idare edecek para bulma yollarında, yozlaşma hâlinde, intiharlar biçiminde, kendi çevresine şiddeti kullanma şeklinde ortaya çıkar. Aslında sistemin bunalımının, örgütsüz, bilinçsiz, eylemsiz yoksullardaki yansımasıdır bu. Örgütlü ve direniş sürecindeki işçi ve emekçilerde, bu krizler, daha şiddetli sınıf savaşımının örgütlenmesi biçiminde bir eğilimi besler. Elbette her kriz, her bunalım, egemen sınıfta da farklı biçimlerde yansımasını bulur.

İşte biz, bununla ilgiliyiz bu yazı kapsamında.

Erdoğan, yani Saray Rejimi’nin zavallı-muktediri, artık kapı arkalarında, Bakanlar Kurulu toplantılarında, aile toplantılarında, başdanışmanları ile yemekli toplantılarında ettiği ağza alınmaz, lümpen karakterli küfürlerini, doğrudan kürsülerden yapmaya başlamıştır. Arkasının geleceğini sanıyoruz. Bu nedenle, ele alınması gereken bir göstergedir, tükeniş hâli göstergesi.

Zavallı-muktedir vurgusu ilginizi çekmiştir. Zavallıdır, çünkü artık onun hiçbir hükmünün kalmadığını bilmek olanaklıdır. Çeşitli yerlerde açıklamalar yapmak üzere, bir çuval misali taşınmaktadır. Ama yine de görüntüde muktedir olan odur. Ağzından kaçırdıkları, itirafname olsa, Saray Rejimi’ne ilave bir eleştiriye bile gerek kalmaz. ABD ile, her fırsatta, ailesi ve kendisi için pazarlık yapmaktadır. Tüm devlet çarkı onu yüceltmekte, bunun için Bahçeli destek nutukları atmakta, Diyanet İşleri ve “âlimler” her türlü ruhsal ritüel ile yüceltme sürecini desteklemektedir. Ama gelin görün ki, büyük sarayın her odasında korku onu takip etmekte, hiçbir şeyi yalnız yapamamaktadır. Salonda kendisine yüceltici sözler söyleyenlerin, yan odada çok farklı şeyler düşündüklerini bildiği için, hepsini ve hepsinin gölgesini izletmektedir. Ama en çok kendi gölgesinden korkmaktadır. Ve tüm bunlara rağmen, muktedirdir. Onsuz hiçbir süreç ilerlemez görünmektedir. Özellikle ihaleler, paralı ve akçeli işler, onsuz işleyemez. Onsuz rüşvet alınamaz, alınan her rüşvetin gerçek miktarını bilir ve kendi payını büyük bir “adalet” duygusu ile takip eder. Çünkü muktedirdir ve tüm süreçlerden haberdardır. Bir açıklama mı yapılacak, sahne kurulur, çuval misali kendisi hazırlanıp taşınır ve ilgili sahneye uygun konuşma yapılır: Bugün, “başkomutan” olarak konuşun efendim, siz başkomutansınız. Bugün bir İslam âlimi olarak konuşun efendim sizden daha iyi bilen bir İslam âlimi yoktur. Bugün bir ekonomist olarak konuşun efendim, diplomanız olmamasını kafanıza takmayın, sanki diploması olanlar ekonomist mi ki? Bugün bir askerî uzman olarak konuşun, kim sizden daha iyi bilir askerî konuları? Bugün artık şu hekimlere hadlerini bildirecek bir konuşma gereklidir ve halk sizi sever, bunu ancak siz açıklayabilirsiniz, onlara lütfen giderseniz gidin deyin. Bugün, şu Gezi belası hakkında konuşmanız gerekir, biz davaları planlandığı gibi sonuçlandırıyoruz ama yine de bir konuşma gereklidir, bize etmekte sakınca görmediğiniz küfürleri, halk da sevecektir, sizin ağzınızdan duyalım efendim.

O muktedirdir. Benim bakanım derken, benim oğlumdan daha ileri bir vurgu yapmaktadır, Çünkü Bilal Oğlan’ın tokatlanmasını Emine Hanım’ın anne yüreği engellemektedir. O anne yüreği, bir işkadını olduğu andan itibaren zaten taş hâline gelmiş, uzman bir yönetici, muktedirden daha muktedir kişinin yüreği olmuştur. Ve Emine Hanım’ın yüreğinin taş bölümü, en çok Erdoğan’a karşı işlemektedir.

O muktedirdir ve benim ülkem derken, hiç şüpheniz olmasın, kasalardaki paralarını, evlerini, yazlıklarını, arazilerini düşünmektedir. Bunun ötesinde bir ülke kavramı yoktur.

Muktedirdir ve benim dinim dediğinde, gerçekten, sadece ve sadece kendi dinini, başka kimsenin haberdar olmadığı, sadece kendine has olan bir dini söylemektedir. Ona yaradan, her şeyi hak, haramı kutsal olarak sunmuştur ve seçilmiş biri olarak, hiçbir vahye gerek kalmadan, her durumu, “insanî hâl” içinde izinli kılmıştır.

Hâl böyle olunca, ülkedeki kriz ve bunalım, çürüme ve tükeniş, kendini siyasal iktidarda, Saray Rejimi’nde göstereceği zaman, elbette, öncelik Erdoğan’a düşmektedir. Seçilmiş dünya ve İslam âleminin lideri, her şeyde ilk olmayı hak ettiği gibi, tükeniş ve çürüme göstergelerinde de ilk olmayı hak etmektedir.

Bu gayet anlaşılır bir durumdur.

Örnek mi istersiniz; olur, bulalım.

Kıbrıs’ta Falyalı öldürüldü. Falyalı, son derece muteber bir işadamı, devletine, vatanına, dinine ve milletine bağlı bir faydalı insan olmalıdır. Öyleydi. Yıllarca onu o “görev”de tutanlar, bugün zaten iktidarın zirvesinde olanlardır.

Ama vatan, millet, devlet ve din için yapılan işler, elbette bir para ve ayrıcalık ile ödüllendirilir. Nasıl ki, İslam’ın “gaza savaşları”nda ele geçirilen ganimet bölüştürülecektir, bu da öyle, devlet-vatan-millet ve din için yapılan işlerde para ve ayrıcalık elde edilmelidir. Falyalı da bunu yapmıştır, bundan emin olabilirsiniz. Ama gün gelmiştir, bardakta durduğu gibi durmayan şey hâli sadece rakıda geçerli olmadığı, bu işlerde de de geçerli olduğu için, değişik olanaklar elde etmiş ve kendi payını ve gücünü, ayrıcalığını artırmak istemiştir. Hep böyledir zaten. Vatan, millet, devlet ve din sevgisi azaldığından değil, tersine para ve ayrıcalık konusunda daha az danışması gerektiğini düşündüğünden oluyor bunlar. Böylece gün oldu, Falyalı öldürüldü.

Anlaşılan, Ağar-Soylu-Atasagun takımı bu işi yapmış olmalıdır. Elbette, biz bunu sadece akıl yürütme ile tahmin edebiliriz. Sonuçta, Çakıcı, Falyalı’nın işlerinin yeni “emir”i oldu. Artık, Çakıcı’nın, vatan, millet, devlet ve din için yapacağı şeyler biraz daha şekil değiştirdi ve biraz daha da kârlı gibi görünmektedir.

Şimdi, sizce, buradan çıkacak her koku, Erdoğan’a gidecek payın azalması ve Atasagun-Bahçeli-Ağar-Soylu ekibine gidecek payın artması demek olmayacak mıdır? Öyle olacaktır. Bu durumda da çürüme, bunların ağızlarına, dillerine vb. yansıyacaktır.

Mesele Erdoğan, şöyle bir söz etti, dedi ki; “sulu ve sigaraya o kadar zam yapıyoruz, hâlâ alıyorlar.” Aslında hayret içinde de değildi. Ama demek istiyor ki, “ben almazdım.” Çünkü bu zamların saçma olduğunu anlamaları lazım. İşte bunu söylüyor.

Ama bunu söylerken, artık ilgi noktaları çok farklı olduğundan, yanında da Sümeyye kızı olmadığından, kontrolsüz konuşuyor. “Sulu” diyor.

“Sulu”, kuru olmayan anlamındadır. Rakıya haram olduğu için “sulu” diyor. Bu takdire şayan hareketini, Diyanet İşleri Başkanı, methiyeler düzerek övmelidir, ki bir miktar daha gelir elde etsin. Ama, Erdoğan, “sulu” kavramını acaba ne zaman öğrenmiştir?

Erdoğan, her şeyin başı olduğu için, kaçak içkinin de başıdır. Falyalı’dan sonra, jargonuna “sulu” girmiştir ve ondan pay almaktadır. Çakıcı ağzına uygundur. Ama, sulu olmayan hangisidir? Akla bu soru geliyor. Kendisine gelen raporlarda, işlerin durumu özetlenirken, “sulu” satırının karşısında miktar yazmaktadır. Viskiden şu kadar diye değil, “sulu”dan şu kadar şeklinde olmalıdır. Ve elbette raporda, başka maddeler, başka satırlar da vardır. Demek, uyuşturucu işi, doğrudan Muktedir’e bağlanmıştır. Zaten, hakkıdır. Bu ülkede, bir baş çoban olarak, sürüdeki her durumdan haberi olması gerektiği gibi, her şeyden haberdar olmalıdır ki, “sulu” ve “kuru” bölümü oldukça akçeli bir bölümdür, göz ardı edilemez.

Gördünüz mü, bunalım, tükeniş, çürüme, kendini nasıl dışa vuruyor?

Demek ki, artık, bu yazıyı yazmamıza neden olan “çürük” ve “sürtük” bölümüne gelebiliriz.

Deniliyor ki, “bir cumhurbaşkanına bu sözler yakışmıyor.”

Hatalıdır, yanlıştır.

Son derece iyi yakışıyor.

Bir kere “söyleyene değil, söyletene bak” derler.

Gezi, Saray Rejimi ve TC devleti için bir kâbustur. Yeni bir dalga ile direnişlerin alacağı boyut, onların saray odalarında bile korkularından kurtulamama hâlini yaşamalarının nedenidir. Bu konuda çok uzman çalıştırmaktadırlar. Böyle bir korkuları olmamış olsa, Saray yönetimi ile CHP ve İYİ Parti arasında hiçbir bağ bile kurmayacaklar. Ama bu işçi sınıfı ve devrim korkusu, onları bu tip gizli bağlantılara mecbur ediyor.

Bu durumda, Erdoğan’ın, Gezi Direnişi’ne katılan, ona destek verenlere, “çürük” ve “sürtük” demesi, kendisine gayet yakışmaktadır. Zira, o zaten budur. Hile ile, yalan belgelerle, diplomasız vb. biçimde, “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözleri ile cumhurbaşkanı olmuş, gayrimeşru bir cumhurbaşkanlığını sürdürmekte olan birisine, hangi kötü hâl yakışmaz ki? Hepsi yakışır.

Öte yandan, Gezi Direnişi, egemenlerin bu saldırılarına maruz kalarak, egemenlerin gerçek yüzlerini görmeyenlere, görünür kılıyor. Yani, hem söyleyene yakışıyor hem de söyleten için son derece uygundur.

Gezi Direnişi’ne sadece bugün saldırmıyorlar. Olduğu andan itibaren saldırdılar, saldırıyorlar, saldıracaklar. Bu nedenle, o direnişe sahip çıkmayan, onu anlamayan, onu daha ileri götürmek için risk almayan, mücadele etmeyen, kendi kutsal günlük hayatına sarılıp seyirci konumundan çıkmayan, sınıf mücadelesinde saf tutmayan, daha ileri bir mücadele için kollarını sıvamayan, rakı masalarında konu tüketmeyi muhalif olma hâli sanan OYT için, elbette bu durum Cumhurbaşkanı’na yakışmayacaktır.

Peki soralım, kendisi bir ABD projesi olan, her türlü yolsuzluğun içinde yer alan, Gezi’de yüzlerce insanın yaralanmasından, Ethem’in, Berkin’in, Ali İsmail’in ve hepsinin kanını dökme emrini veren, hekimlere küfreden, kadınları aşağılayan, Kürtlere dönük saldırılar için “kadın çocuk fark etmez” diye ölüm emirleri yayınlayan, Suriye’de, Libya’da, Irak’ta savaş naraları atan, bugün 2 aya yakındır Kürtlere karşı soykırım uygulamalarını Barzani desteği ile ABD emri ile yapmakta olan Cumhurbaşkanı’na mı, bu sözler yakışmıyor?

Ya, Saray Rejimi’ni, Erdoğan’ı olumlayın ve bunlar yakışıksız olmuş deyin ya da bunlara karşı savaşın ve bu durumda “yakışıksız” gibi sözlerinizi bir yana bırakın. Bu sınıflar savaşıdır, burada centilmenler masasında sohbet edilmiyor. Her kadın cinayetinde devletin her kademesi, bir kere daha kadınları aşağılıyor. Emine’si de dahil, Erdoğan ailesi her kadın cinayetinde ellerindeki kanı gizlemek için şiddetli sözler sarf ediyor. Her kadın eyleminde tüm devlet, kadınlara saldırıyor ve her saldırıda cinsel taciz ve tehdit var. Centilmenler masası değil bu.

Erdoğan, sınıf savaşımında, uluslararası ve ulusal tekellerin, egemenlerin çıkarlarını korumak için konuşuyor. Ağzını bozuyor, çünkü tükeniştir, çaresizliktir bu. Bu nedenle, Saray Rejimi’ne karşı mücadele, daha büyük bir cesaretle, daha inatçı bir duruşla yürütülmelidir. Kendi kendini imha eden bir mesaj değildir Saray Rejimi. Filmleri artık aklınızdan çıkartın. Burada kan akmaktadır ve bu kanı akıtanlar, iktidardadır. Her gün Kürtlere karşı soykırım için planlar yapıp uygulamaktadırlar. Akan kan, film setlerindeki gibi boya değildir. Şimdi, saf tutmanın, mücadele etmenin, bu çürümüş, kokuşmuş sistemi alaşağı etmenin, işçi sınıfının iktidarını kurmanın, sosyalizm bayrağını yükseltmenin zamanıdır.

Demek artık, “yakışmıyor” bölümünü geçebiliriz.

Binlerce kadının, binlerce insanın dava açması, davayı teknik olarak AK Parti Genel Başkanı’na açması, doğrudur, gereklidir. Açıktır ki, Cumhurbaşkanı üzerinden dava açılamamaktadır. Bu nedenle, davanın böyle açılması yerindedir. Ama, şu vurguya gerek yoktur: “Cumhurbaşkanı’na dava açmıyoruz, çünkü cumhurbaşkanı sıfatına bu konuşmayı yakıştıramıyoruz.” Buna gerek yoktur. Bu naiflik artık bitmelidir. Cumhurbaşkanı’na dava açmıyoruz, çünkü açamıyoruz, ama AK Parti Başkanı Erdoğan’a dava açıyoruz. Hem de öyle 1 TL’lik değil, ne kadara gücümüz yetiyorsa o kadarlık.

Üstelik bu sadece kadınların işi de değildir.

Neden mi?

Efendinin kölesi Çoban Erdoğan, “çürük” ve “sürtük” sözlerini birlikte kullanıyor. Bazı gazeteciler, haklı olarak, bu sözlerin prompter’da kayıtlı olup olmadığını merak etmişler. Cumhurbaşkanı’na yakıştıramadıklarından mı, gazetecilik yönü ağır bastığından mı, fark etmez. Sonuçta, bu sözler prompter’da varmış.

Öyle olunca, Erdoğan’ın aklî gelip gitmelerinin ürünü olmadığı ortaya çıkıyor. Yani, hukukta söylendiği hâli ile “taammüden” bir eylem. Planlayarak yapılmış.

Peki, madem planlı, bu eylemi planlayanlar, neden “sürtük” demekle yetinmemiş de, “çürük” ifadesini de eklemişler? İlgiye değer olmalıdır ve gazeteciler, bu konuda meraklarını devreye sokmalıdır.

“Çürük” erkekler için söyleniyor.

Askerlik görevini yapamayanlara eskiden “çürük” denirdi. Bu çürük raporu, mesela Erdoğan’ın oğulları için vardır. Onlar, askerliklerini yapmamışlar, bu duruma uydurmuşlardır. Bu çürük raporu, bir askerî doktor heyeti ile verilir ve ciddi bir torpil yoksa, ciddi bir fiziksel ve ruhsal engeliniz olmalıdır.

Ama Erdoğan, Gezi’deki erkekler için asker kaçağı demiyor elbette.

Çürük, günlük dilde de, işe yaramaz, iş göremez anlamındadır. Biz zaten Saray Rejimi için, çürümüş ve tükenmiş demiyor muyuz?

Ama, askerlikteki “çürük” sözünün bir tarihi var. Bugün, artık “çürük raporu” denmiyor. Askerlik yapamaz gibi bir şey olmalıdır o rapor. Bugün, nasıl çürükten başka şeye dönüşmüş ise, dün de bu çürük, başka anlamlar taşıyordu.

Osmanlıcı, Sultan Abdülhamid özentisi Saray için, bu “çürük” eğlenceli olmuştur. Bu sözü bulana, kesinlikle Erdoğan, muktedir olarak ödül vermiştir.

Osmanlı döneminde kadınlar asker olamıyorlardı.

“Çürük”, Osmanlı döneminde, erkeklerin farklı cinsel yönelimleri olanlar için kullanılıyordu. Gün geldi, insanlar askerden kaçmak için bu yolu oldukça fazla kullanmaya başladılar. Ve işin içine doktor raporları falan girdi.

LGBTİ+ insanlar için, Erdoğan, pek çok kere küfürlü ve aşağılayıcı sözler söylemiştir. TC devletinin her uygulamasında aşağılanma, herkes için vardır ve elbette LGBTİ+ insanlar için de vardır. Erdoğan ve TC devletinin tüm yetkilileri, Gezi Direnişi’ne saldırırken, her zaman LGBTİ+ konusunu gündeme getirmiştir.

İşte “çürük” vurgusu, tam da bunu anlatmak için kullanılmıştır. Öyle ya, Erdoğan’ın metnini yazan, kendi zekâsını işin içine sokmuştur. Zekâya bak, ben bunu açıktan söyleyemiyorum, ama böyle söylerim, ne de olsa padişahımız Abdülhamid Han’ın kopyası çakma sultana bunu anlatırsam, bir ödül kopartırım, bir arsa, bir araba, bir ev, birkaç bin dolar, artık padişahımızın eli nereye yatarsa. İşte “zekâ” Saray’da böyle filizleniyor. O “zekâ”ya göre, kadın “sürtük”, erkek de “çürük”tür. Emin olun, her öldürülen kadına da böyle bakıyorlar. Bu “hastalıklı zekâ”, aslında bireysel bir tedavi ile düzelecek bir durumu işaret etmez. Tersine, iktidar, TC devleti, Saray Rejimi, aşağılanma ve sömürü çarkı, kriz vb. kavramları ile çok yakın ilişkilidir. Bu nedenle, bu “hastalıklı zekâ” ancak ve ancak, siyasal iktidarı işçi sınıfının alması ile “tedavi” edilebilir.

Kadın olmayanların, Gezi Direnişi’ne katılıp da kadın olmayanların, “çürük” üzerinden bir dava açması, sanırım çok zor olsa gerek. Hukukçular, buna bir yol bulmalıdır. Ama Gezi Direnişi’nde olup da kadın olmayanların, hatta tüm işçi ve emekçilerin, tüm kadınların ve gençlerin, Gezi Direnişi döneminde 10 yaşında olanların vb. de dava açarken, her ikisi üzerinden dava açması gerekir. Tabii konu sadece dava açmak değil elbette, ama dava açma kapsamında, bu yapılmalıdır. Zira, bu sadece kadınlara, sadece LGBTİ+ insanlara dönük bir saldırı değildir. Burada hakaret, tüm topluma, tüm insanlara yapılmaktadır. Dün Gezi Direnişi’ne katılmamış olanlara da saldırı söz konusudur.

Bize deli diyenler oluyor. Onlara diyoruz ki, akıllı olmak, kokuşmuş karanlığınızdan kurtulmamak, korkudan it gibi titremek, hastalıklar içinde ölmek, itilmek ve aşağılanmaya razı olmak ise, biz deli olmayı tercih ederiz.

Bize diyorlar ki, siz teröristsiniz. Onlara yanıt verirken diyoruz; eğer devlet terörüne, eğer sömürüye, eğer Kürt halkının katledilmesine, eğer sokaklarda insanların linç edilmesine, eğer kadınların öldürülmesine, eğer özgürlüklerin yok edilmesine, eğer insanın ve doğanın yağmalanmasına karşı çıkmak ise teröristlik, biz teröristiz.

Şimdi bize diyorlar ki, siz çürüksünüz, siz sürtüksünüz.

Diyoruz ki, eğer isyan etmek, eğer savaşa, sömürüye ve katliamlara karşı çıkmak, eğer yalanlarınıza ve TOMA’larınıza boyun eğmemek çürük ve sürtük olmak ise, bu unvanları gururla taşıyacağız.

Siz, katilsiniz.

Siz, korkudan sarayların içinde saklananlarsınız.

Siz, sömürü ve aşağılanma üzerine kurulu bir düzenin temsilcileri ve insan soyunun en utanılası varlıklarısınız.

Siz, din taciri, duygu sömürücüsüsünüz. Siz, vatan diye kasalarını dolduranlarsınız.

Siz, hırsız ve yağmacısınız.

Siz, tekellerin, burjuvaların, sermayenin temsilcilerisiniz.

Siz, efendilerine hizmet eden, emperyalist efendilerinizin görevli tetikçilerisiniz.

Ve ağzınızdan akan bu salyalar, bu şiddet, bu kan, bu saldırganlık, bu aşağılama, sizin korkularınızın ürünüdür.

Yolun sonu görünüyor.

Yolun sonunda, özgürlük, eşitlik var.

Yolun sonunda aydınlık, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya var.

Biz deliler, biz teröristler, biz çürükler, biz sürtükler, bu yeni dünyanın kurucularıyız. Biz, işçi ve emekçileriz. Biz, kadın ve gençleriz. Biz dünyanın tüm yoksulları ve aşağılananlarıyız. Bugün, bize her türlü hakareti yapma hakkınız ve gücünüz var. Vaktiniz varken, eksik kalmasın, başkalarını da ekleyin, hakaretlerinizin ardı arkası kesilmesin, saldırılarınız hiç durmasın, TOMA’larınız, gazınız, silahlarınız hiç ara vermeden çalışsın.

Çünkü, bir kere yollara çıktık mı, size hiç vakit bırakmayacağız.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...