Ana Sayfa Blog Sayfa 63

Tüketim toplumu ve sanat hakkında

Kavramlar, her bilim dalı için olduğu kadar, sınıf mücadelesinde de çok önemlidir. Bilim derken, sanat ve edebiyatı dışında bırakmadan söylüyoruz.

“Günlük düşünce” ile, “bilimsel ve sanatsal düşünce” arasında bir ayrım koyuyoruz. Bunu “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” isimli çalışmada, Deniz Adalı’nın yazılarında görmek mümkün. Bu bizim için bir vurgudur. “Günlük düşünce” ile, bir yılın 365 gün olduğunu söyleriz, ama bu aslında tam “doğru” değildir. Bilimsel dilde, yıl kaç gündür sorusunun yanıtı, “dünyada bir yıl 365 gündür” şeklinde olur. Günlük dilde, kadınlara “namus” diye dayatılan ahlâkı düşünün, bununla, bilimsel anlamda etik, asla aynı şey değildir. Günlük dilde “güzel” ile sanatta veya eylemde estetik aynı şey değildir. Günlük dilde “çirkin” denilenin, kendine has bir estetiği vardır.

Bilim ve sanat, insanın günlük faaliyetlerinden doğar kuşkusuz. Gökyüzünden düşmez, yerden fışkırmaz. Ama yine de kendine has bir dil oluşturur ve bu dilde kavramlar çok önemlidir.

Devrimci mücadele, düzeni değiştirmeyi hedefler. Onun da, kendine has kavramları olur. Birçokları için örgüt, bir otoritenin altına girmek ve kendini kısıtlamaktır. Oysa bizim için örgüt, ortak eylemi zafere götürecek bir araçtır ve güç toplama ve yönetme işinin temelidir, toplumsal öznedir ve mücadeleyi geliştirebildiği sürece özgürlüktür.

Kavram olarak özgürlük, çok ilgi çekicidir. Şükür ki, hâlâ öyledir. Hâlâ insanlar, ister köle olsunlar, ister meta toplumunda tüketici hâle gelmiş ve özne olmaktan çıkmış olsunlar, sık sık “özgürlük”ten söz ediyorlar.

Kimine göre özgürlük, kafana göre takılmaktır. Kimine göre özgürlük, aile baskısından kurtulmaktır. Oysa, bilimsel anlamda öyle değildir.

İnsan toplumsal bir varlıktır.

Öyle olduğu için, özgürlüğünü kaybetmez. Tersine kazanır. Ama toplumsal ilişkiler, ağlar, onu köle hâline getirmişse, o bu toplumsal bağları görmezden gelerek, arkadaşının önerilerine hayır demek için “sana ne, ben özgürüm” diye haykırıyorsa, özgürlüğü anlamamış demektir. Yanlış bilmek, işi hep zorlaştırır.

Derler ki, gerçek daha basittir. Sadedir. Ama eğer senin yanlış bir bilgin var ve onunla ilerliyorsan, her zaman yanlış tutumlar almaya başlarsın ve doğru ile yanlış birbirine karışmaya başlar. O zaman gerçek “basit” değilmiş gibi görünür.

Diyelim ki, bir kadın, mevcut mülkiyet ilişkileri altında, bir yandan cinsel bir meta olarak pazarlanıyor, diğer yandan birçok toplumsal kuralla “namus” objesi hâline getiriliyor, öte yandan evine bağlı bir yaşama mahkûm ediliyorsa, bu onun eşi ile ilgili, sadece ailesi ile ilgili bir sürecin sonucu değildir. İşin derinine inmek gerekir. Bu derine inme süreci, bir tepki ile, en yakın olana isyanla başlayabilir. Sakıncası yoktur. Ama eğer orada kalırsa, aslında hiçbir yere varmaz.

Bilim ve sanat, günlük düşüncenin sınırlarını aşarak, bize, gerçeklik hakkında daha derin bilgiler sunar. Bilim, bize hareketin yasalarını anlama şansı verir. Ve eğer bunları anlarsak, neyin, o hareketin içsel zorunluluğu olduğunu kavrayabiliriz. Diyelim ki, mülkiyet ilişkileri ile mesela erkek egemen sistem arasında ilişki kurabiliriz. Mesela evliliğin aslında mülkiyet ilişkileri ve miras hukukunun bir çekirdek örgütlenmesi olduğunu anlayabiliriz. Bunu bilirsek, bir adım atarken, “özgür” olma şansımız olabilir. Diğer hâlde, olup biten bir kader olarak görünür ve kadere isyan, bir gençlik hastalığı olarak algılanır, o kadar. Sonra, sisteme uyum sağlama süreci başlar.

Mesele kapitalist sistemi, içinde yaşadığımız toplumu doğru anlamakla ilgilidir. Hem genel olarak kapitalist sistemi hem de içinde yaşadığımız ve belli bir tarihe sahip toplumumuzu anlayabilirsek, birçok şeyin arkasındaki gerçeği görebiliriz. Bu da bize, karar verirken, eyleme geçerken, seçim yaparken, bir “özgürlük” alanı sağlayabilir.

Bir insanın bir başka insanı köle hâline getirmesi süreci, insanoğlu varolduğunda var olmadı. Yani, eğer birisi bir yazgı yazdıysa, başlangıçta, köle diye bir şey yazmadı. Nedense, kölelik için binlerce yıl geçmesi gerekti. Büyük oyuncu, nedense, en başından kimseyi köle yazgısı ile var etmedi.

Köle sahibi olmak ve köle, iki karşıt sınıf şeklinde bölünmüş toplum, belli bir toplumsal gelişim sürecinde ortaya çıktı. Kölelik ortaya çıktığında, özgürlük talebi de çıkmış olmalıdır.

Köle sahibi olmak, öyle kolay iş değildir. İnsanın bir üretim aracı olmalı ve o üretim aracının sahibi olarak kabul edilmeli. Dahası, üretim aracı sahibi olmayanlar olmalı ve onların emeği, o üretim aracılığı ile kendilerine yetecek olandan fazlasını üretebiliyor olması gerekir. Ve tabii bu da yetmez, bu kölenin, gönüllü olarak köle olmayı kabul etmiş olması olasılığının çok küçük olması nedeniyle, köle sahibinin elinde bir zor aracı, kılıç olmalı.

Demek, özgürlük kavramının kutsallığı, insanlığın uzun tarihi içinde, böyle başlamış olmalıdır. Ve bugün, 1948’de BM kararı ile kölelik kaldırılmış olduğu hâlde, hâlâ köleler var. Sadece modern işçilerden söz etmiyoruz, bildiğiniz köleler varlar.

İşin temelinde mülkiyet var. Bu bildiğiniz anlamda bir sandalyenin mülkiyeti, bir ceketin mülkiyeti değildir. Bu, üretim araçlarının mülkiyetidir.

Üretim araçları mülkiyeti, esir-efendi diye arzın evlatlarını iki yana ayırmıştır. Gerçekte ise, üretim aracı, daha önceden üretilmiş cansız emektir. Bu açıdan, o üretim aracı, toplumca üretilmiştir. Yani, karakteri gereği toplumun olduğu hâlde, şimdi özel mülkiyettedir. Ve üretim aracının sahibi, elbette üretilenin de sahibi olur. Üretilen, kendisine yetenden fazladır ve bunu pazara çıkartır. Meta üretimi böyle başlar.

Tüm sınıflı toplumlar boyunca sürer.

Deniz Adalı okuyanlar, bizim, sınıflı toplumları, kendi içinde bir süreklilik içinde ele aldığımızı bilirler. Yani bize göre, ilkel komünal toplum, sınıflı toplumlar ve komünizm vardır. Sınıflı toplumlar ise, kendi içinde, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum olarak ayrılırlar. Bu, vurgudur, ama çok önemlidir.

Bu nedenle, meta üretiminin başladığı sınıflı toplumun ilk hâlinden bugüne gelişi izlemek daha olanaklı oluyor. İşte kapitalizm meta toplumudur derken bunu ifade ediyoruz. Bu hem meta üretiminin evrenselleştiğini hem de her şeyin, her türden insan ilişkisinin de metalaştığını bize gösterir.

Adalı’nın yukarıda adı geçen kitabında, meta toplumu, meta fetişizmi ve tüketim toplumu üzerine epeyce detay bulacaksınız. Biz burada tüketim toplumu ve sanat üzerine durmak istiyoruz.

Bilimsel ve sanatsal düşüncenin, düşünce tarihinde günlük düşünceden ayrılmak demek olduğunu yukarıda kısaca belirttik. Günlük pratikten doğan, nihaî kaynağı günlük pratik olan, insanların kendi yaşamlarını sürdürmek için maddi malların üretimi ve kendi neslini devam ettirmesi olan bilimsel ve sanatsal düşünce, o pratikten kopar, gelişir. Böylece, gerçeği daha farklı olarak görmeyi sağlar. Bundan sonra ise, bilimsel ve sanatsal düşüncenin, tekrar o günlük pratiğe gelmesi, dönmesi gerekir. Bu nedenle, bilim insanları ve sanatçılar, toplumsal düşüncede önemli bir rol oynarlar. Böylece, diyelim ki, bir sanatçının, kendi üretimini topluma aktarması gerekliliği ortaya çıkar.

Etik ve estetik, aslında bu insan eylemi ile ilgilidir. Günlük yaşamımızda yer alan, toplumsal ortalama bilincin (ki bu egemenin bilincidir) bize öğrettiği ahlâk ve güzellik, etik ve estetik kavramlarından oldukça uzaktır.

İçinde yaşadığımız toplum, meta toplumu demek olan kapitalizmdir. Ve kapitalizm, tekelci aşaması ile birlikte, kabaca 1900’lerin başı ile birlikte, artık bir tüketim toplumuna dönüşmüştür.

Kişi, tükettiği ölçüde ve tükettiği şeylere göre bir “değer”dir. Bu süreci, kitlesel üretim, tekelci pazar hâkimiyeti, onun gerektirdiği şiddet ve tüm bunların ortak çocuğu demek olan reklamcılık şekillendirmiştir, şekillendirmektedir. Tekrardan zarar gelmez ama düzenli Kaldıraç okuyanları sıkmamak için, tekrar Adalı’nın “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” kitabını önermek istiyoruz. Hem o kadar geniş bir tartışmayı bu konu bağlamında sürdürmek de zordur.

Bu süreç, sanatsal faaliyetleri de kapsıyor.

Tüketim toplumu, bir yandan, kişiyi tüketici hâline sokuyor. Diğer yandan da, “her şeyi” tüketim nesnesine dönüştürüyor.

Tüketici hâline gelmiş olan kişi, aslında artık özgür değildir. Ama çelişkiye bakın ki, o kendini daha “özgür” hissediyordur. Bira içmekte özgürüm, şu elbiseyi almakta özgürüm, şu şarkıyı dinlemekte özgürüm, şu TV kanalını dinlemekte özgürüm, şu kadar satın almakta özgürüm, tatile gitmekte özgürüm.

Ne çok “özgürlük” var. Ama hepsi paraya bağlı. Ne kadar satın alma gücün varsa o kadar “özgür” oluyorsun.

Durun olmadı galiba, ben cildimi güzelleştirecek bir malzeme almakta param kadar özgürüm belki ama, o malzemenin cildimi kanserle tanıştıracağını bilme hakkım yok. Ben aslında kola içmekte özgürüm ama, o kolanın içindekini bilme hakkım yok. Ben aslında Televole izlemek istemiyorum, ama onu izlemekte özgürüm. Aslında tüm TV kanalları aynı ama ben istediğimi izlemekte özgürüm. Aslında, çok giysim olsun istiyorum ama bazlarını giymekte hiç de özgür değilim. Dahası, benim giydiğimi zaten herkes de giyiyor ama ben kendimi hep farklı hissediyorum, çünkü o markayı aldım. Aslında ben tatile gitmekte özgürüm ama galiba gidemiyorum. Ben aslında İstanbul’da yaşamamakta özgürüm ama burada yaşamak zorundayım. Ben çalışmak istemiyorum ama çalışmak zorundayım. Ben fikirlerimi söylemekte özgürüm ama, bana farklı bir fikir söyleyenleri dinlemek bile istemiyorum. Ben düşünmekte özgürüm ama konuşmak başıma iş açar.

Çok özgürüm dedikçe, çok köle olduğumuzu anlıyor olabilir miyiz?

TV program yapımcıları, “kaliteli programlar” yapmak istiyoruz ama halk seyretmiyor, daha çok Televole seyrediyor, diyorlar. İyi ama, “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” Başka programlar yapıldı da, halk mı seyretmedi? Sen TV kanallarını pislik akıtan kanallara ve reklam ile dönen bir sisteme çevirmiş iken, bunları her gün seyretmeye mecbur kalan halk mı suçlu oldu şimdi?

Sanatçı, aslında toplumsal gerçekliği daha farklı ve daha duyarlılıkla gören bir kişidir. Böyle olmalıdır değil, öyledir, değilse sanatçı değildir. O hâlde, bugün, sanatçı olmayan, pek çok sanatçımız var. Hele devlet sanatçıları, bir ayrı tür, bir ayrı insan çeşidi olmalıdır. Duyarlılık ve toplumsal gerçekler söz konusu olunca, devlet sanatçıları, özel bir türdür; sadece para düşünen, sadece sığıntı olan bir tür.

Kişi tüketici ise, bir anlamda bir nesnedir, hiçtir ve reklam hedefidir. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir şeydir. Özne olmaktan çıkmış olmak demektir. Tükettikçe var olmak, aslında tekellerin nesnesi olmak demektir. Reklamcılar, seni avlarlar. Sen bir avsın ve istedikleri senin olduğu ölçüde parandır, bunun için ayartıcı birçok söz duyarsın ve aslında seni bu nedenle, “özel varlık” olarak inceler, sınıflandırırlar. A grubu müşteri, tatminsiz müşteri vb. Bununla da bitmez, sana, aslında insan doğası budur derler. Sen böylece “normal”, “istenen” olursun.

Bir de buna her şeyin tüketilmesini eklemek gerekir. Sen işçisin, çalışma ve uyuma dışında mesela günde 4 saatin mi var, bunu nasıl tüketeceksin? Sana, sen zaten yoruldun, şimdi tüket ve eğlen derler, elbette paran kadar.

Aşk, her tür insan ilişkisi, tüketim üzerine kuruludur. “Ben bugün bir erkekle, çok güzel zaman geçirdim.” İşte işin sırrı budur. Her şey sahtedir ve nihayetinde yorulunca, sen aslında kendinin de tükendiğini anlarsın. Zaten yaşın onlara para kazandıracak yaşı geçmişse, kalan birikimine el koymak ve seni mezara göndermek için sistem hazırdır.

Sanat da, sanatçı da bunun içindedir.

Çakma sanatçılardan söz etmiyoruz. Diyelim ki, düşünebilen, diyelim ki, kendisi dışında toplumsal gerçekliği anlamış olanlardan söz ediyoruz, yani bize en yakın olanlardan.

Diyelim ki, ressamsın, ya da mesela müzisyen. Sana bir “sponsor” lazım. Akbank, İstanbul Bienali’ni sunar. İşte sihirli kelimeler bunlardır. Sanat dostu olarak Akbank, İstanbul Bienali’ni sunuyorsa, orada para aklamak dışında bir iş, rastlantı sonucu olabilir.

Sponsor, zehirlidir.

Gerçek anlamda sanatçı, eğer sponsora ihtiyaç duyuyorsa, o ve sanatı zehirlenmeye başlamış demektir.

Nasıl ki bilim, tekellerin kasasına girmiştir, aynı biçimde sanat, tekellerin karanlığına sığınmış gibidir.

Bu sadece üretim sürecini kapsamaz.

Sanatçı, eserlerini sergileyecekse, sistem, tekeller, müzeler dahil, o sergi mekânlarını, kendi çıkarlarına göre düzenlerler. İlk gözetilen şey, halka uzak olmasıdır. Saklamak anlamında değil, ama boğmak anlamında. O gösterişli müzelere çamurlu ayaklarla girilmez ve o müzelerde öyle şeyler vardır ki, gerçek bir sanatçının eseri müzeye girdiğinde, soluklaşmaya başlar. Mekân, onu boğmaya başlar.

Sadelik yerine sanat üretiminde bireysellik ve karmaşa egemen olur. Sunumda da görkem. O kadar görkemli alan vardır ki, eser artık görünmez.

Sanatçı kendi üretimini, doğrudan halka sunacak mekânlardan yoksun bırakılmaya başlanır. Bu durumda, sanatçı, eserini satmak için hareket ettiği an, çarkın içine girmiş demektir.

Öte yandan, sanatçı, kendini geçimini farklı yolla sağlayıp, ekonomik bağımsızlık elde edebilirse, iş değişmeye başlar. Ama bu kapitalist meta ekonomisinde, oldukça zordur, profesyonelliği önleyecek bir şey olarak görülür ve sanatçı için fazla külfet doludur. Eğer sanatçı, “profesyonelliği” reddederek, amatör bir ciddiyetle çalışır ve geçimini başka yollarla sağlayabilirse, işte o zaman taviz vermeme olanağını elde edebilir.

Burada da sanatın, sınıf savaşımı ile iç içe girme meselesi başlar.

Gerçek anlamda sanatsal üretim, o zaman yapılabilir hâle gelir. Eğer aileden gelen bir gelirle sanatçı, sistemin dışında bir üretim yapabiliyorsa, durum farklı olabilir. Diğer hâlde, pazara göre şekillenmek veya sınıf savaşımının içine girmek dışında yol kalmaz.

Sistemin içine girip, pazar için üretim yapıldığında, eserin sahibi olan seyirci nitelik değiştiriyor ve eseri satın alıyordur. Bu durum, pazara göre şekil almayı beraberinde getirecektir. Pazara sunulan her eser, metadır ve meta, talebe göre ambalaj ve içerik sahibi olmalıdır. Sanatçı, pazar için üretim ile, eğer iyi satıyorsa kendini özgür ilan edebilir ama, aslında sanatsal bir üretim yapmıyordur, varsa bir birikimi tükeniyordur. Ülkemizin iyi satan ressamları, mesela Devrim Erbil, mesela Bedri Baykam, bunlar sadece örnek, hemen hepsi, tükenmiştir. Ne yaptıkları sanattır ne de kendileri sanatçı. Ne toplumsal gerçeklikle bir ilgileri ne de etik ve estetik değerleri vardır. Pazar için üretirler ve kendilerini tüketirler. İyi ressam demek, cambaz ve pazar ilişkilerini iyi bilen ressam demektir. Sade değildirler ama havalıdırlar. Onlar da zaten, artık asistanlarına iş yaptırırlar. Eserleri metadır ve bant sistemi içinde üretime girmektedirler. Kendileri, kendi alanlarının kapitalistleridir.

Mekân olarak sanat, halka ulaşmak için, bazı durumlarda fırsatlar elde edebilir. Bu, toplumsal süreçlere, duyarlılığa, mücadeleye bağlıdır. Ama sanatçı, tüm mekânın kendisine kapatıldığı anda, sözünü sokakta söylemekten geri durmamalıdır. Bu elbette paralı bir alıcı kitlesi bulmamak demektir. Ama zaten alıcı değil de, sanatın gerçek sahibi olacak olan izleyiciye yönelmek gerekir. Bu da, sanat üretiminin niteliğini değiştirmek demektir.

Rönesans, herkesin üzerinde durduğu bir aydınlanma dönemidir. Orta Çağ karanlığının yıkılışıdır. Bu konuda bilim insanları ve sanatçılar etkilidir. Ama yine de dünyanın döndüğünü, dünyanın evrenin merkezi olmadığını, dolayısıyla da kilisenin evrenin merkezinde, siyasal iktidarla birlikte tanrının temsilcisi olmadığını söyleyen bilim insanlarından çok, sanatçıların cesur hamleleri perdeyi yırtmıştır. Aydınlanma, bilim ve sanatın katkısı ile ortaya çıkmıştır.

Bugün karanlık bir tekeller çağı yaşıyoruz. Bu çağ, Orta Çağ’dan daha örgütlü bir karanlığın ifadesidir. Bu karanlık tekeller çağını yırtacak devrimlerde, bilim ve sanat insanlarının büyük rolü olacağını düşünmek mümkündür. Yeter ki, bilim ve sanat insanları, kendilerini, örgütlü bir devrimci pratiğin içinde bulsunlar. Başka da yolu yoktur.

Şöyle bir soru vardır elbette; bizim örgütlü mücadelemiz, bugün, bilim ve sanat insanlarının örgütlü mücadeleye katılmasına olanak tanıyabilecek olgunlukta mıdır? Bu sorudur. Kanımca, bilim ve sanat insanları, bunun bir yolunu bulduklarında ya da biz bunun bir yolunu onlarla birlikte yaratabildiğimizde bu sorunun olumlu yanıtı ortaya çıkmış olacaktır.

Bugünden bildiğimiz, bizim organik olarak mücadeleye katılacak bilim ve sanat insanlarına ihtiyacımız olduğudur. Bugünden bildiğimiz, bilim ve sanat alanında, gerilla savaşını andıran bir mücadele olmadan, sürekli sonuçlar elde edilemeyeceğidir. Bugünden bildiğimiz, gerçek anlamda sanat ve bilimin buna ihtiyaç duyduğudur. Biz, bilim ve sanatın, özgün dokunuşunu, cesur ve ufuk açıcı hamlelerini ihtiyaç olarak görüyoruz. İşçi ve emekçiler buna ihtiyaç duymaktadır. Bunlar olmadan, mücadeleyi ancak yavan bir mücadele olarak yürütebiliriz. Onların katkısı, organik bir katkıdır ve aslında onları tarihe yazdıracak olan da bu organik duruşları olacaktır.

Elbette, herkes “özgür”dür.

Ancak toplumsal ve tarihsel gelişim, sınıflar mücadelesi, bize birçok şeyi yapma görevi vermektedir. Bu görevi anladıktan sonra, hiç hileye başvurmadan, herkes özgürdür ve bu hâli ile o özgürlüğe saygımız olur. Biz mücadele etmekte, başkaları karanlığa sığınmakta özgürdür.

Bugün dünyada, ama yakından bildiğimiz ülkemizde, sanatçıların katkılarına, işçi sınıfının önderliğindeki devrim ve sosyalizm mücadelesi ihtiyaç duymaktadır.

İdamı geri getirmek! (mi?) – Sibel Özbudun & Temel Demirer

 

“Yalnızca despotlar

otoriteyi sağlamak için

ölüm cezasını gerekli görürler.”[1]

 

Coğrafyamızın her kriz momentinde, temcit pilavı gibi ısıtılarak tekrar tekrar devreye sokulan “idam cezası” popülizmi yeniden ve bir kez daha gündemde…

En son idam cezası 25 Ekim 1984 tarihinde infaz edilmiş olsa da Cumhurbaşkanı’nın idam cezasını geri getirme söylemi, -olası?- 2023 seçimleri öncesi popülist bir manevrayken; dört bir yandan da, “İdam isteriz!” haykırışları yüksel(til)iyor.

Bu eski(tilemeyen) bir hikâyedir! Örneğin önceleri Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici, “Hain ve katiller için idam cezasının geri getirilmesi gerekiyor,”[2] demiş ve bir hayli de ilgi görmüştü!

Oysa idam, telafisi olmayan ceza infaz yöntemiyken; 1960’tan idam cezasının kaldırıldığı 2004’e kadar tam 390 kişi hakkında idam cezası verilen coğrafyamızda; idama çarptırılanlardan 129’unun cezasının infazı için yasa çıkarılmıştı.

1960’tan sonra idam cezasına çarptırılanlardan 261’inin idam dosyası TBMM’den geçmediği için infazları da yapılmadı. Ancak çoğu siyasi hükümlülerden 129’u o kadar şanslı olmadı. TBMM kayıtlarında yıllara göre idam edilenlerin sayısı şöyle: 1960 (13), 1961 (18), 1962 (22), 1963 (10), 1964 (2), 1967 (2), 1968 (3), 1970 (6), 1972 (3), 1975 (2), 1976 (2), 1977 (2), 1978 (4), 1979 (3), 1980 (6), 1981 (10), 1982 (10), 1983 (9), 1984 (2)…

Bugünlerde idam tartış(tırıl)malarına ilişkin olarak, “Önüme gelirse imzalarım,” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde, miting meydanlarında, idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun son mektubunu okuyup ağladığı ve Erdal Eren’in yaşının büyütülüp idam edilmesini eleştirdiği herkesin bilgisi dahilindedir.

Anayasanın, Kişinin Dokunulmazlığı; maddi ve manevi varlığı başlıklı 17. maddesinin 4. fıkrasındaki “Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hâli ile…” ibaresi 07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı kanunun 3. ve 15. maddenin 2. fıkrasındaki “ölüm cezalarının infazı” ibaresi de aynı kanunun 2. maddesi ile madde metinlerinden çıkarılmışken; idam popülizmi gündemleştirilip, kalabalıklar “idam” diye bağırdığında “muhalif” geçinen burjuva akımlar “Hayır bu yanlış olur” diyemiyorlar.

Oysa iktidarın siyasal manipülasyonları yanında, toplumun tepkisini çeken suçlar nedeniyle ölüm cezasının yeniden gündeme geldiği tabloda, toplumsal öfkeye karşın soğukkanlılıkla düşünülmesinde yarar vardır.

Kaldı ki Türkiye, idam durup dururken kaldırmadı, kaldırmak zorunda kaldı. Türkiye’nin kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi, 1983’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ek 6 No’lu protokolü kabul etti. Bu protokole göre, savaş ve yakın savaş hâlleri dışında, idam cezası yasaklanıyordu. Arkasından 2002’in Şubat’ında AİHS’ye ek 13 No’lu protokolü kabul ederek, ölüm cezasının her koşulda kaldırılmasını düzenledi.

Bu çerçevede Türkiye, 6 No’lu protokolü 2003’te, 13 No’lu protokolü ise 2005’te imzalamıştır. 13 No’lu protokolün 3. maddesi ile taraf devletlere “Çekince koyma yasağı” getirilmiştir. Anayasanın 38. maddesindeki idam yasağı ve 90. maddesindeki “Uluslararası sözleşmelerin yasalardan üstünlüğü” ilkesi nedeniyle de idamın yeniden mevzuata konulması mümkün olamaz.

Öte yandan idam cezasını kaldıran protokol, Avrupa Konseyi’nin 47 üyesinden 44 devletçe imzalanmış ve hakları tanımıştır. Türkiye de bu 44 devletten biriyken; ölüm cezasını geri getirmesi için, TBMM’den kanun geçirmesi yetmez. TC Anayasası’na göre kanun niteliğinde sayılan bu protokolden çekilmesi gerekir. Böyle bir çekilme ise bugünkü koşullarda Avrupa Konseyi üyeliğine veda etmek demektir.

İDAM CEZASI NEDİR?

İdamın bir cezalandırma yöntemi olarak çağdaş hukuktan kovulması ise insanlığın bir kazanımıdır.

XXI. yüzyılda idamı hâlâ caydırıcı bir ceza olarak gören zihniyet, “Sallandıracaksın iki üç kişiyi, bak bakalım bir daha yapabilecekler mi!” ilkelliğinin günümüzdeki kalıntısıdır. Kan kültürüdür bu!

İdamın artık tartışılması bile ayıp çağdaş bir tanımı var: İdam, devlet eliyle işlenen cinayettir…

Hem de tasarlanarak, yani taammüden işlenen bir cinayet.

Yıllardır coğrafyamızda hukukçular, üniversite çevreleri, eğitimciler, ölüm cezasının hiç ama hiçbir caydırıcı niteliği olmadığını; ölüm cezasının, Albert Camus’nün ifadesiyle, “Devlet eliyle işlenmiş cinayet” olduğunu ortaya koydular ve hep amansız bir direnişle karşılandılar…

Örneğin Aydınlanma düşünürleriyle tanışmış olan Cesare Beccaria, ölüm cezasının tek sebebinin, tanrıların öfkelerinin kanla bastırıldığı pagan dönemlerinde insanların kurban edilmeleri olduğunu belirtirken; “Bütün cezalar içinde en faydasızı ve iğrenci ölüm cezasıdır. Ölüm cezası, insanlara verdiği canavarlık örneği nedeniyle de yararlı olmamaktadır,” der.

Albert Camus’ye göre “Ölüm cezası kanun dışı bırakılmadıkça ne kişilerin vicdanları ne de toplumun töreleri huzura kavuşabilir.”[3]

İdamın suçu engelleme konusunda hiçbir değer taşımadığı unutulmamalı; kısasa kısas mantığıyla şekillenen bir hukuk insanı ıslah etmez, aksine daha vahşi kılar.

İdamın faydalarından yararlananlar sadece politikacılardır; intikam duygusunu parlatıp onaylar ve toplumun hassasiyetlerini suiistimal ederler.

Diğer yandan da egemen oldukları politik arenada muhaliflerine karşı çok güçlü bir hukukî kozu ellerinde tutarlar.

Bülent Tanör, “Türkiye’de İnsan Hakları Sorunu” başlıklı yapıtında coğrafyamızda sivil yılların infaz ortalamasının yaklaşık olarak 2, askeri yılların ortalamasının ise 13.5 olduğuna işaret etmesi[4] bile hukuku ve iktidarı böylesine sorunlu bir ülkede, idamın yeniden ağıza alınmasına karşı çıkılması için yeterli bir gerekçedir.

“Nasıl” mı?

27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra Başbakan Adnan Menderes ile bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmesi sonrası pişmanlık ve trajediydi.

12 Mart 1971 askerî muhtırasından sonra Meclis’te “Üç bizden üç sizden” bağırışları arasında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmesi de rezalet ve trajediydi.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra biri daha 17 yaşında olan 50 insan idam edilmesi ise utanç ve trajediden başka bir anlam taşımıyordu.

Konuya ilişkin olarak Karl Kraus, “İdam belki caydırıcı olabilir; ama yargıçlar için caydırıcı olduğu hiç görülmemiştir,” derken Thomas More de meselenin aslî çerçevesini şöyle çizer:

“Ölüm cezası böyle durumlarda hem haksız, hem yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalandırmak için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü hak etmedikten başka, açlıktan ölmemek için çalan adama en korkunç işkenceleri de yapsanız yine çalar…

“Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz mı?”[5]

BİRAZ TARİH!

Tarihi Sümerlere kadar giden ve M.Ö. VII. yüzyılda Antik Yunan’da Drakon Kanunlarına göre elma çalmaktan adam öldürmeye kadar her suçun tek cezası olarak kabul edilen idam, Avrupa’da da kanlı bir geçmişe sahiptir.

Avrupa, XI. yüzyıldaki I. William dönemi hariç çok sayıda idama şahit oldu. XV. yüzyılda VIII. Henry İngilteresi ve XVIII. yüzyıl Fransa’sında ağaç kesmek, tavşan çalmak gibi küçük suçlar dahi ölümle cezalandırıldı.

Fransız İhtilali sonrası, 1789-1799 kesitinde özellikle siyasi sebeplerden ötürü idam edilenlerin sayısı 40 bini buldu. 1793-1794 döneminde Fransa’da 16 bin kişinin giyotine gönderildiğinden söz edilir.

İdamın sorgulanması XVII. yüzyılda Montesquieu, Voltaire, Bentham gibi düşünürlerle başlar. Düşünürlerin etkisiyle cezası idam olan suçların kapsamı pek çok Avrupa ülkesinde daraltıldı. Bu konudaki en önemli etkiyi ise “Devletin can alması hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz” diyen İtalyan hukukçu Cesare Beccaria’nın 1767’de kaleme aldığı “Suçlar ve Cezalar Hakkında” başlıklı eseri yaptı.

Bunun etkisiyle 1786’da Toskana’da ilk kez kalıcı olarak idam cezası kaldırıldı. İdam sorgulamaları ve karşıt örgütlenmelerin çoğalmasıyla 1867’de Portekiz’de, ardından Hollanda’da; I. Dünya Savaşı sonrası İsveç ve Danimarka’da; II. Dünya Savaşı sonrası da İtalya, Finlandiya ve Avusturya’da idam cezası resmî olarak kaldırıldı.

İngiltere, İspanya, Lüksemburg, Fransa, İrlanda, Yunanistan ve Belçika gibi ülkelerde ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında kaldırılmasına rağmen idam, bu tarihin öncesinde de ya çok nadir uygulanmakta ya da fiilen bulunmamaktaydı.

Avrupa’da idamın kaldırılma sürecinde dikkat çeken nokta ise cezanın referandumla değil daha çok mecliste yapılan tartışmalarla kaldırılmış olması. İdamın kaldırılma sürecindeki tartışmaların baş konusu ölüm cezasının “İnsanlık onurunun pekiştirilmesi ve insan haklarına saygı” prensibiyle çelişen bir ceza olduğuydu.

HAKLAR PARANTEZİ

Tarih boyunca sınıflı sömürücü toplumlarda Max Horkheimer’ın ifade ettiği üzere, “Çoğunluk her zaman ve istisnasız olarak azınlığın haklarını çiğnemiştir.”

Gerçekten de yeryüzü ve gökyüzü egemenliklerine karşı borçlu bırakılmış, biat etmediğinde ise suçlu kılınmış insanı ve hakları nasıl yazmalı?[6]

İnsanı, onurunu ve haklarının ayaklar altına alındığı bu rezil kapitalist dünya da hakikât nasıl dile gelmeli?

Sürdürülemez kapitalizm şahsında insan(lık)ı, onurunu ve haklarını unutmaya başladığımız yerküredeyiz.

Ve de insan(lık) hakları mezarlığına dönüşmüş yerkürede, insan(lık)ın tek var oluş imkânı geleceğini kazanma mücadelesidir.

Kaldı ki bu doğrultuda insan(lık)ın kazandığı tüm haklar, iktidara karşı başkaldırının eseri olmuştu; 26 Ağustos 1789’da yayımlanan “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde olduğu gibi…

Fransız halkının hükümet karşısındaki haklarını sıralayıp, 17 maddeden oluşan bu bildirge dikkat çekerek, öne çıkan noktalar şunlardı:

• İnsanlar haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar.

• Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir.

• Her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılır.

Burada durup yaşam hakkına veya ihlâli kapsamındaki idam cezasına ilişkin olarak şunun da altını özenle çizerek hatırlatalım:

“Mafên kesane ne girêdayê (referandûm) dengdanê gel e; piranî nikare mafên hindikayiyê bi dengên xwe tune bike. Peywira mafan a polîtîk, hindikayî li hemberî zordestiya piraniyê parastin e. Û em ji bîr nekin ku hindikayiya herî biçûk takekes bi xwe ye./ Bireysel haklar halk oylamasına tabi değildir; çoğunluk, bir azınlığın haklarını oylarıyla yok edemez. Hakların politik fonksiyonu azınlığı çoğunluğun baskısından korumaktır. Ve unutmayalım ki en küçük azınlık bireyin ta kendisidir,” der Ayn Rand…

BİRKAÇ ŞEY

Bilinmeli, görülmeli, unutulmamalı, hatırlatılmalı: “İnsan hakları yasası insanın elinden düşeli çok olmuştur,” diyen Georges Politzer sonuna dek haklıdır!

Kaldı ki sınıflı sömürücü toplumların tarihi boyunca “Kısıtlı olmayan tek şey, her tür yasaklama, engel ve müdahaleydi,”[7] geçmişinden kapitalist bugününe dek insan(lık)ın…

O hâlde insan hak(sızlık)ları meselesi, onu var eden ekonomi-politik denklem çözülmeden hâlledilemez!

Öyleyse, “Kalkın ayağa/ Kırın zincirlerinizi/ siz çoksunuz, onlar az!/ Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler,/ Yapışmışlar sülük gibi ülkenin üzerine./ Aç ve çıplak, ezilen ezilen ve ezilen bir halk,/ Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu./ Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan,/ Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın,” dizelerini telaffuz etme zamanıdır Percy Bysshe Shelley’in; ısrarla ve cesaretle!

14 Temmuz 2022, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Anatole France.

[2] Alican Uludağ, “Topluma İdam Tehdidi”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2018, s. 4.

[3] Albert Camus-Arthur Koestler, Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, çev: Ali Sirmen, Alan Yay., 1986, s. 71.

[4] Bülent Tanör, Türkiye’de İnsan Hakları Sorunu, BDS Yay., 1991.

[5] Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s. 11.

[6] “Hayvan haklarını da insan hakları kadar destekliyorum. Tam bir insan olmanın yolu budur.” (Abraham Lincoln).

[7] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çev: Attila Tokatlı-Roza Hamken, Sel Yay., 2015.

 

SADAT’lı Türk(iye) realitesi ile seçim(sizlik) olasılığı

“Zaferi göremeyebiliriz!

Ama o yolda yürümüş olacağız.”[1]

Önce Türkiye’den 18 Temmuz 2022 tarihli bir haber: “Deniz Poyraz davası için toplanılan İzmir Bayraklı Adliyesi önüne otomatik silahla gelen saldırgan, ‘Hepinizi öldüreceğim’ diyerek tehditler savurdu. Saldırgan gözaltına alındı. Duruma tepki gösterenlere müdahale eden polis SGDF MYK üyesi Birkan Polat’a yumruk atarak dudağını patlattı. Adliye önündeki kaldırımdan, otomatik silahla yolun ortasına gelerek silaha mermi süren saldırganın, ‘Solcular nerede, solcuları gösterin. Ben polise sıkmam. Getirin onları öldüreceğim’ şeklindeki sözleri dikkat çekti. Polis, silahlı saldırganın elindeki silahın oyuncak olduğunu iddia etti.”[2]

Steve Best’in, “Özgürlük hiçbir zaman oy pusulasında olmayacak. Kurtuluş elimizde pankart taşıyarak ya da dilekçe yazarak gelmeyecek”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Yukarıda ne olduğu bizi hiç ilgilendirmiyor. Dert ettiğimiz, aşağıdan yükselecek olandır. Bu başkaldırıyı hayata geçirdiğimiz zaman, bütün politikacılar sınıfını defedeceğiz, kendilerini parlamenter solcu diye adlandıranlar dahil,” sözlerine müthiş değer atfeden birisi olarak SADAT’lı Türk(iye) siyaseti açısından bu haberin dikkat çekmek istediklerimin soyutlaması/sorgulaması olduğunu ifade etmeliyim.

“Dünya, hakkındaki bilgimizin gittikçe daha derinlemesine geliştiği hareket hâlindeki madde”yken;[3] soyutlama nedir mi? Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem. Yani, gerçeklikte ayrılmaz olanı düşüncede ayırma işlemi. Bir şeyi etkin bir biçimde bir yerden çekip çıkarma. Ya da edilgin bir şekilde bu işleme maruz kalma. Yeryüzündeki her varoluş biçimi, diğer varoluş biçimleriyle nitelik ve ilişki bakımından iç içe geçmiştir, ayıramazsınız. Ama insan soyutlar; zihninin etkinliği soyutlamaya dayanırken; “– Sorgulamak bana ne kazandıracak?” sorusunun yanıtını da, “– Sadece gerçekleri,”[4] diye verir Denis Diderot…

Yerküremize, coğrafyamızda yaşananların aşılması/değiştirilmesi için devrimci teorik bir soyutlama/sorgulamaya, yani “reel politiker” manipülasyonları deşifre edecek devrimci bir eleştiriye ihtiyacımız, “olmazsa olmaz”dır.

Çünkü Dünya Bankası’nın (DB) Küresel Ekonomik Beklentiler/ Global Economic Prospects başlıklı raporu, yaşananların 1970’lerin sonunda başlayan süreci anımsattığına dikkat çekiyor.

The Financial Times’a göre, DB’nin ekonomik beklentiler analizi bölümü başkanı, “Yılbaşında işlerin kötüye gitmesini bekliyorduk… Şimdi kötüden berbata doğru gitmeye başladı” diyormuş.

Türkiye, işte bu “kötüden berbata” gidişin, “süreç olarak faşizmin” sertleşen rüzgârlarını bir kasırgaya dönüştürme riski altında yolunu bulmaya çalışacakken;[5] “Toplumsal bunalıma dikkat çeken” Prof. Dr. Özgür Orhangazi de ekliyor:

“Yeni bir döviz şoku riski var. Artık çok yüksek faiz artışları gerekecek. Bu durumda da ekonomi sert biçimde küçülecek, işsizlik ve yoksulluk daha da artacak… Gelecek dönemde bu yoksullaşmanın derinleştireceği bir toplumsal bunalımdan söz etmeye başlayacağız.”[6]

İfade edilenleri “öznel” bulabilirsiniz; ancak, “Öznellik içermeyen bir nesnellik tasavvur edilemez”ken; “Gerçek bir söz söylemek, dünyayı dönüştürmektir.”[7]

Tüm bunlara karşın hâlâ “Hayal kurduğumdan” mı söz ediyorsunuz?!

Öncelikle Marcel Proust’un, “Biraz hayal kurmak tehlikeliyse, bunun çözümü daha az hayal kurmak değil, daha fazla ve her zaman hayal kurmaktır”; Emma Goldman’ın, Artık hayal kurmadığımızda ölürüz,” uyarılarını anımsayın!

Sonra da Erich Maria Remarque’ın, “Mezarlarımıza oturmuş da üstümüze toprak atılmasını bekliyormuş gibiyiz,” eleştirisini devreye sokan hâlet-i ruhiyenin edilgen saçmalığı ile Anton Çehov’un, “Aşılmasına imkân olmayan hiçbir duvar yoktur,” sözlerini…

Her şey çok daha sertleşecekken, bir an görün: “Seçimler gündeme yerleşti. Cumhurbaşkanı çok sertleşti. ‘Sen çıraksın. Önce haddini bil’ diyor; ‘hükümet’ yerine ‘iktidarımız’ diyor; ‘iktidarın kapısından içeri bile giremezler’ derken ‘iktidarı’ mekânlaştırıyor; ‘Bu kardeşinize saldırmak Türkiye’ye saldırmaktır derken ülkeyi kendi bedeniyle özdeşleştiriyor. O sırada, yeni bir yasa, medyayı, kültür ve sanatı, ağır sansür ve cezalandırma rejimi altına alıyor. Muhalefetin elinden konuşmaktan başka bir şey gelmiyor.

“Bu süreci izlerken Yahudi kara mizahının parlak örneklerinden, ‘iki mesele var’ fıkrasını anımsamamak mümkün değil: Ya rejim seçimleri yaptırmayacak ya da seçimler yapılacak. Yaptırmazsa, muhalefet, artık ‘miş’ gibi yapmayı bırakıp durumla yüzleşecek. Seçimler yapılırsa iki mesele var: Ya rejim seçimleri çalacak ya da kaybedecek. Çalarsa kaos. Rejim seçimleri kaybederse iki mesele var: Ya gitmem diye tutturacak. O zaman kaos…

“China Miéville’i anarak bitireyim: ‘Umutsuzluğu hissetmiyorsan, gözlerini açmamışsın demektir ama bu, teslim olmak anlamına gelmez”ken;[8] “Her umutsuzluk mesajı, herkesin özgürce çıkış yolu araması gereken bir durumun ifadesidir,” diye ekler Eugene Ionesco da…

Malum: “Eleştirel bilincin uyanması, sosyal hoşnutsuzlukların ifade edilmesinin yolunu hazırlar çünkü bu hoşnutsuzluklar baskıcı bir durumun gerçek bileşenleridir.”[9]

DURUM(UMUZ)

Hemen her şeyin Anton Çehov’un, “Sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik, Kötü haber; hâlâ yaşıyoruz,” ifadesindeki denge(sizlik)de seyrettiği coğrafyamızda “olduğu kadar”lık(!) kapitalist parlamentarizm oyunu sınırlarına varmışken; “sırrı”nı da açığa çıkardı…

Parlamenter rejimin istikrarı, güçler ayrılığına, güçlü bürokrasilere, siyasette genel kabul görmüş teamüllere ve “toplumsal mutabakata” dayanır.[10] Seçilen hükümetler, liderler bu “teamüller”, yasalar ve uzman bürokratlar yoluyla denetlenirler. Yasalar bir yana, teamüllere uymayan liderlerin görevlerini bırakmaları gerekir. Parlamenter rejimde, siyasi iktidar söz konusu olduğunda, esas olan hükümet ve liderler değil, devlettir. Teorik olarak, hükümetler değişir ama devlet (teamüller, yasa ve bürokrasi) değişmez.

Parlamenter rejimin ilk “sırrı” burada gizlidir: Toplumsal mutabakatın bozulduğu bir ortamda mecliste çoğunluğa sahip bir lider, bu çoğunluğu kullanarak, devleti ele geçirebilir; “hükümetin başı” konumundan “iktidarın başı” konumuna yükselebilir; devleti, toplumu, ekonomiyi ve de kültürü yeniden şekillendirebileceğine inanmaya başlar. Ancak devleti, toplumu, kültürü yeniden şekillendirmek, yıkmaktan çok daha zordur. Bu zorluk zamanla toplumu parçalamaya başlar.

Parlamenter rejimin ikinci “sırrı” egemen ideolojiye ilişkindir. 1980’lerde kapitalizmin yapısal krizi içinde, kriz öncesinin egemen ideolojisi verimliliğini kaybetti, egemen anlamlar sisteminin, toplum, sınıf, ilerleme, kalkınma, dayanışma, sosyal devlet, vatandaşlık hakları, gerçek gibi kavramları neo-liberalizmin, post-modernizmin etkileri altında giderek belirsizleşti. Bu belirsizlik parlamenter sistemin içinin boşaltılmasını kolaylaştırdı.[11]

Bu noktada sürdürülemez kapitalizmin “olduğu kadar”lık(!) parlamentarizmine/seçimlerine bel bağlamak nafile bir tutumken; Max Weber’in, “Demokraside insanlar güvendikleri bir lider seçerler. Sonra seçilen lider, ‘Şimdi sus ve bana itaat et’ der. İnsanlar artık o partinin işine karışmakta özgür değildir,” saptaması boşuna değildir.

Kaldı ki “Demokraside meclisler ahır gibidir, içerdekiler tepişir; ama tekmeyi hep dışarıdakiler yer”ken;[12] “Demokrasiyi yüceltirken halkı susturmak yüzsüzlüktür; hümanizmden dem vururken insanı hor görmek, bir yalandır.”[13] “Adaletsiz bir sosyal düzen; ölüm, çaresizlik ve sefaletle beslenen bu ‘yüce gönüllülük’ün sürekli kaynağıdır.”[14]

Evet Max Weber’in, “Kapitalistler, sığırı sıkıp mum yağı, insanı sıkıp para çıkartırlar,” saptamasıyla müsemma sürdürülemez kapitalizm ile demokrasiyi birlikte telaffuz etmek mümkün değilken; “Maymuna kralların elbiseleri de giydirilse, maymun yine maymundur”![15]

Burada durup Herbert Marcuse’ün uyarılarına kulak vermekte büyük yarar var:

“Liberal ve demokratik görünen yönetim kendisini, büyük ölçüde, görünmeyen despotizme barınaklık ederek uygarlığı yok ederek ayakta kalır” diyen Herbert Marcuse ekler:

“Uygarlığın doğurduğu güçlüklerin parça parça ve sürekli biçimde yönetilmesi yoluyla ahlâki ve siyasal açıdan ayakta kalmak imkânsızlaşır. Köktenci seçenekler göz ardı edilmemelidir.”

Coğrafyamıza dönersek gerçekten de Bertelsmann Vakfı’nın verilerine göre, demokrasi ve hukukta son 10 yılda en fazla gerileyen Türkiye’de;[16] siyasal, toplumsal yaşamın seyri, sosyal yapının her kesiminde altüst oluşu, çözülme ve çöküşü öne çıkartıyor.

Tüm bunlar Theodor Adorno’nun, “Bir toplumda öfkeli insanlar popülerleşiyorsa, orada akıl tutulması baş gösterir. Düşünce suç, özgürlük ihanet, eleştiri saldırı olarak algılanır,” ifadesinde somutlanan kaos ile özleşirken; 1938’ler Almanya’sı ile paralelliklerimiz çoğalıyor. Malum: Adolf Hitler’in Almanya’yı yönettiği diktatörlük yıllarında, “doğruluğun ve gerçekliğin” tek bir ölçütü vardı, o da Hitler’in kendisiydi! Hitler, neyin “doğru ve gerçek”, neyin “yanlış ve gerçekdışı” olduğunu belirleyen tek kişiydi!

Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels, “Hitler ölçütüne” göre, halka nelerin “doğru ve gerçek”, nelerin “yanlış ve gerçekdışı” olduğunu aktarıyordu.

Bu hâli Kemal Kılıçdaroğlu da teyit ediyor:

“Olağanüstü bir durum. Hukukun olmadığı, tek adamın kararları uygulandığı bir durum. Kişiyi mahkûm ettirmek istiyorsa mahkûm ettiriyor, dünya kadar örnekleri var. Bir davada hâkimi değiştirip istediği sonucu alıyor, bir mahkeme Erdoğan’ın istemediği demokratik bir karar verdiği zaman, hâkimler dağıtılıyor mu, evet. Biz en zor koşullarda, hukukun askıya alındığı bu koşullarda seçime gidiyoruz.”[17]

MAFYA DEVLETLEŞİP, DEVLET MAFYALAŞIRKEN

Bir Türkistan Atasözü’nün, “Bugün göz yumduklarımız yarın bize göz açtırmayacak olanlardır,” uyarısını kulaklarımıza küpe ederken; “Mafya mı devletleşiyor, devlet mi mafyalaştırılıyor” sorusunun yanıtı coğrafyamızda, XIV. Louis’ye atfedilen “Devlet, benim” sözünde ifadesini buluyor.

Nasıl mı?

Örneğin, “Süleyman Soylu diyor ki: ‘Uyuşturucu satıcısının ayağını kırmak polisin görevidir.’

“Bülent Arınç diyor ki: ‘Arabasında kokain çeken adamı genel merkeze almışsın. Ben olsam 30 kilometre yakına yaklaştırmam.’

“Haberler diyor ki: ‘Ödüllü narkotik polisi eroinle yakalandı’…”[18]

Milletvekili Faik Öztrak’ın, “Durum Susurluk’tan beter,”[19] dediği tabloda; siyasi tarihimizde siyaset-mafya-ticaret-devlet ilişkisi gündemden düşmemiştir, nitekim Sedat Peker videoları da hemen akla Susurluk hadisesini ve “Yoksa 90’lara mı dönüyoruz?” sorusunu gündeme getirdi.

Soru hiç de haksız değil!

MİT’in Susurluk Raporu, 1996’da hazırlandı. Raporda adı geçenler 2021’de de sahnedeyken;[20] İkinci Susurluk mu yaşanıyor?

Yeraltı dünyasının siyasetçilerle ve güvenlik bürokrasisiyle ilişkisi hep olageldi. Silah ve uyuşturucu kaçakçıları bu sayede koruma zırhına kavuşuyordu…

Yeni Türkiye’de… MHP lideri Devlet Bahçeli, Çakıcı ile hastanede baş başa, Erdoğan bir düğünde Peker ile tokalaşırken fotoğraf verdi![21]

Konuya ilişkin olarak devamla: Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Erdoğan’ın, istenirse mafyamsı tiplerin iki dakikada tasfiye edilebileceğini söyledi.

Meral Akşener de eski bir İçişleri Bakanı, iddiaları “vahim”, ortaya çıkanları “rezalet” olarak niteledi…

Ali Babacan’a göreyse, “Çete, mafya, suç örgütü gibi yapılar devletin zayıfladığı, kamu görevlileriyle bu tür yapılar arasındaki ilişkilerin güçlendiği durumlarda böyle tezahür eder. Şu anda Türkiye’de devlet yapısı ve yönetim sistemi iflas etmiş durumda.”

Ahmet Davutoğlu da şuna dikkat çekti: “Devlet yeni mi öğrendi suç örgütü lideri olduğunu? Referanduma destek için, Cumhurbaşkanlığına destek için neredeyse mitingler yaptı ve Anadolu’da AKP’liler tarafından karşılandı. Bugün İçişleri Bakanı, suç örgütü tanımlamasıyla açıklama yapıyor. Peki daha önce devlet adına koruma veren siz değil miydiniz?”[22]

Tüm bunlar yeni değil; öncesi, tarihi var!

“Nasıl” mı?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve iki arkadaşı Meclis Başkanlığına verdikleri bir teklifle Topal Osman’ın itibarının hukuken iade edilmesini talep etti. Bu, bu yasama yılında Bahçeli’nin kendi imzası ile verdiği ilk kanun teklifiydi. Topal Osman, Cumhuriyet kurulmadan az önce, Meclis tarafından ölüm cezasına çarptırılmış ve Meclis önünde asılmasına karar verilmişti. Topal Osman çatışmada ölü ele geçtiği zaman kafası kesildiği için, Meclis önünde ayaklarından asılarak karar yerine getirildi.

Hepsi bu kadar değil. Bahçeli’nin iadesini istediği itibar, devletin arşivlerine göre, katliam, yağmacılık ve suikastlardan oluşuyor. Karadeniz bölgesinde Rumların ve Ermenilerin katledilmesinde rol alan Topal Osman, Koçgiri’de Kürtlerin katledilmesinde ve malların yağmalanmasında rol aldı.[23]

Bunlara bir de İttihat ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa’yı da ekleyin!

ÇAKICI’DAN PEKER’E

70’lerden 80’lere uzanan tarihsel kesitte “Ülkü Ocakları” adlı paramiliter örgütlenmenin ürünleri olan Çakıcı’dan Peker’e uzanan hikâyeyi Konfüçyüs’ün, “En tehlikelisi kurtla birlikte kuzuyu yiyip çobanla birlikte ağlayandır”; Mikhail Bakunin’nin, “Şimdi bütün bu satılmış gevezeler tekrar milliyetçi oldular ve bununla övünmeye giriştiler,” diye özetler sanki…

Alaattin Çakıcı’nın “Kod Adı Atilla”[24] başlıklı yapıta özetlenen öyküsü herkesin malumuyken; bugünlerde “muhalif” (? denilen ve o her ne ise!) Sedat Peker öne çık(artıl)ıyor.

Peker’in ifşalarıyla polis-mafya-siyaset üçgenindeki kirli ilişkiler, bir süredir gündemde. Çete elebaşısının 90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili iddiaları ise kirli ilişkiler ağının boyutunu gözler önüne seriyorken; “Sedat Peker, AKP iktidarına Susurluk kamyonu gibi çarptı” deniyor!

Örneğin Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı, yıllar önce öldürüldü. Bugün Peker’in iddialarıyla, cinayette Mehmet Ağar’ın ve Korkut Eken’in parmağının olduğu tartışılıyor.[25]

Suç örgütü lideri Sedat Peker’in yayımladığı videolardaki Uğur Mumcu cinayetine yönelik iddialar, Mehmet Ağar’ı işaret etti.[26]

Pandora’nın kutusu kısmî/kontrollü açılmasına yönelik ifşalara ilişkin eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, “Peker, ‘Beni kullanın’ mesajı veriyor,[27]) derken; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da, Peker’in iddialarına ilişkin “İddiaların hepsi saçmadır,”[28] ifadesiyle zevahiri kurtarmaya gayret ediyor.

VE SADAT!

“Gölge ordusu”[29] olarak betimlenen SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi), bir şirket olarak sunulan bir askerî örgüt…

1997’de ABD’deki “Blackwater” adıyla özel şirket statüsünde kurulan askerî örgüt gibi. Bu tür örgütlenmeler, Afganistan’dan Irak’a ABD işgalinin etkin olduğu bölgelerde karanlık işler için kullanıldı.

Rusya da benzer biçimde “Wagner” adlı bir örgüt kurulduğu gibi…

İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ahat Andican’ın, “Korku iklimi yaratılmasında SADAT’ı kullanacaklar”[30] notunu düştüğü teşkilâtı, tuğgeneral görevindeyken emekli olan ve İslâmcı siyasete yakınlığıyla bilinen Adnan Tanrıverdi tarafından 28 Şubat 2012 tarihinde kuruldu. “SADAT” Arapçada “seyitler” anlamına geldiği için bu ismin seçildiği ifade ediliyor.

Şirketin kuruluşunda Tanrıverdi ile birlikte 23 emekli subay ve astsubay da yer aldı. Adnan Tanrıverdi’nin oğlu Mehdi Tanrıverdi, şu an SADAT Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

Albaraka Mütevelli Heyeti Üyesi Emekli Tuğgenaral Mehdi Sungur ile adı Bitlis Mutki’de bulunan toplu mezarla anılan ve bölge halkı tarafından “kelleci general” olarak tanımlanan Korkmaz Tağma da şirketin danışmanları arasında yer alıyor. Yeni Akit yazarları Ahmet Varol ile Abdurrahman Dilipak da SADAT’ın “Ortadoğu uzmanı” sıfatıyla başvurduğu isimlerden.

Merkezi İstanbul Beylikdüzü’nde bulunan ve bünyesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) emekli olan çok sayıda askerin olduğu SADAT, danışmanlık, eğitim, konvansiyonel ve alışılmadık askerî eğitim, özel kuvvetler eğitimi ve ordu donatımı üzerine çalışıyor.

SADAT kendini, “Ülkemizin Silahlı Kuvvetlerinin yetişemediği ülke ve askeri sahalardaki boşluğu doldurmak üzere milli sorumluluk hisseden kişilerin bir araya gelerek oluşturduğu, yasal bir şirket” olarak tanımlıyor. İnternet sitesinde kendi misyonunu, “İslâm ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmayı ve İslâm Dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yerini almasına yardımcı olmak” olarak açıklıyor.[31]

Bu kadar da değil; artısı var. Örneğin SADAT’ın sildiği iş ilanlarının birisi şu başlığı taşıyor: “Nizami, Gayri Nizami ve Özel Harekât Eğitmeni Personel Alımı Duyurusu.”[32]

Bu teşkilâtın verdiği eğitimler arasında “Gayri nizami harp (GNH) kursu” da var. Bu konuda SADAT sitesinde şunlar deniliyor:

“Kursiyerler, GNH Kursları sonucunda; başta psikolojik harp ve harekât olmak üzere, sabotaj, baskın, pusu, tahrip, suikast, kurtarma ve kaçırma, tedhiş imkân ve kabiliyetine ulaştırılır.”[33]

SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi, “Gayri nizami Harp Kursu” görmüş, Genelkurmay Özel Harp Daire Başkanlığı ve Akit yazarlığı yapmış bir isimken; kurduğu SADAT da “Gayri Nizamı Harp” ve “Keskin Nişancılık”, “Kara Harekâtı”, “Keskin Nişancılık”, “Koruma”, “Tahrip”, “Gayri Nizami Harp”, “İleri Tek Er Muharebe”, “Topçu ve Havan İleri Gözetleyicilik”, “Tank/ Zırhlı Araç Avcılığı” gibi kurs eğitim paketleri ile “hizmet” veriyor.[34]

Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, TBMM Başkanlığına verdiği soru önergesinde Suriye’de iç savaş çıkaran Suriyeli ve yabancı eylemcileri eğitmek, silahlandırmak üzere SADAT’ın 28 Şubat 2012’de kurulduğunu, o güne kadar 2 bin 800 kişiye gayri nizami savaş eğitimi verdiğini öne sürerken; [35] yine SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi’nin, “Resmi ideoloji anayasada olmasın, anayasada laiklik ilkesi olmasın”[36] demesi yanında; yine SADAT’ın kurucularından da olan Ersan Ergür Nisan 2021’de, “Laikliğin, İslâm düşmanlığının karşısında, bir sopa olarak kullanıldığını”[37] ifade edip ekledi: “22 İslâm ülkesiyle çalıştık.”[38]

SADAT da bunların eylem için kurdukları şirket. İstanbul merkezli, şeriatla yönetilen İslâm ülkeleri konfederasyonu hedeflerini gerçekleştirmek için, hem ideolojik-siyasi fikir ve yapılarıyla yol alıyorlar hem de bu amaçla kurdukları SADAT şirketi ile pratikte askeri iş yapıyorlar.[39]

SADAT’ın ortaklarından Mehmet Naci Efe, ASELSAN’ın ve MKE’nin ürettiği askerî ürünleri, yurtdışında sattıklarını açıklarken; yurtdışındaki faaliyetleri hakkında Dışişleri Bakanlığının bilgisi olduğunu da söyledi.[40]

Ayrıca yine SADAT’ın ortakları Mehmet Naci Efe ile Mehmet Tek’in adliyelerden üniversitelere kadar özel güvenlik işini almadığı kamu kurumu neredeyse yokken;[41] devlet, SADAT’çılara 110 ayrı ihaleyle tam 545 milyon TL ödemiş…[42]

SADAT’ın iktidarla içlidışlı ilişkisi konusunda AKP Osmaniye Milletvekili İsmail Kaya TBMM Genel Kurulu’nda “Çok değerli milletvekilleri, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte, Savunma Sanayii Başkanlığımız birçok firmayla çalışmaktadır, SADAT da bu firmalardan bir tanesidir,”[43] derken; Adnan Tanrıverdi, Habertürk’ten Kübra Par’a verdiği röportajda, kendi mensuplarından TSK’ye dönenlerin olduğunu şöyle anlatıp, “3-4 arkadaş var. Referans olduğumuz için alındılar. Mülakat komisyonlarında görev aldılar,”[44] dedi!

Konuştuğumuz ordunun mülakat komisyonlarında görev alan SADAT’tır!

Konuya ilişkin olarak İzmir Milletvekili Murat Bakan, SADAT Başkanı Melih Tanrıverdi’nin çalışmaları ile ilgili Dışişleri Bakanlığına, Milli Savunma Bakanlığına ve Milli İstihbarat Teşkilâtı’na bilgi verdikleri yönündeki açıklamalarını TBMM gündemine taşıdı. SADAT Başkanı Melih Tanrıverdi’nin açıklamalarını referans vererek, şirketin faaliyetlerini sürdürürken devletten aldığı izinlerin ayrıntılarını sordu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, CHP’li Bakan’ın sorularına, “Konu bakanlığımın görev alanına girmemektedir,” yanıtını verdi.[45]

Bu kadar da değil! Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, SADAT’a ilişkin vergi incelemeleri hakkındaki soruyu “gizli kalmalı” diyerek yanıtsız bıraktı;[46] ne âlâ değil mi?

Tam da bu koordinatlarda Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kapısına gidip, parmağıyla gösterdiği SADAT’a ilişkin, “Bu kuruluşun hedefleri arasında gayri nizami harp eğitimi var. Yani, sabotaj, baskın, pusu kurma, tahrip, suikast ve tedhiş. Arapça ‘tedhiş’, Türkçesi de ‘terör’…”[47] demekle kalmadı, ardı ardına sıraladı:

“Cumhur İttifakı’nın üçüncü ortağı ortaya çıktı. AKP, Milliyetçi Hareket Partisi ve yeraltı dünyasının çeteleri…”[48] “Burası terörist yetiştiren bir kurumdur.”[49]

“SADAT bir paramiliter kuruluştur. Bu kuruluşun hedefleri arasında gayrı nizami harp eğitimi de var. SADAT gibi kuruluşlar, kim olursa olsun seçimi gölgeleyecek, seçimin güvenliğini sarsacak herhangi bir şey olursa sorumlusu SADAT’tır ve Saray’dır.”[50]

“Erdoğan ‘SADAT ile alâkâm yok’ demişsin. Tanıştırayım, devlet sırlarının konuşulduğu toplantıda solundaki 6. kişi SADAT’ın kurucusu. Silah tüccarı. Başkenti İstanbul, dili Arapça olan yeni bir devlet kurmak istiyor. Bu başdanışmanından dinlediklerini bize de anlat, aydınlanalım.”[51]

“SADAT gibi bir kuruluş demokratik bir ülkede dernek adı altında örgütlenemez. Gayri nizami harp, sabotaj, terör gibi konularda insanları alıp eğitmek bir derneğin işi değil. Eğer bunu bir dernek üstlenmişse ve bu bağlamda iktidardan da destek alıyorsa, Türkiye sağlıklı bir demokratik sistem oluşturamaz.”[52]

SEÇİM (Mİ?)!

Buraya dek işaret ettiklerim ekseninde SADAT’lı Türk(iye) realitesinde, seçim(sizlik) olasılıklarına göz atmadan önce -ifade etmiş olsam da- seçime ilişkin kanaatlerime tercüman olan Herbert Marcuse’ün, “Efendilerin serbestçe seçilmesi, ne efendileri ortadan kaldırır, ne de köleleri…”

Lucy Parsons’un, “Zenginlerin servetlerini oylamanıza izin vereceğine asla aldanmayın.” “Mülk sahibi sınıf barışçıl bir değişimin gerçekleşmesine izin vermeyecektir.”

Franz Kafka’nın, “Seçim diye bir şey yoktur. Çünkü siz onları seçmiyorsunuz, onlar sizlere kendilerini seçtiriyorlar.”

Paulo Freire’nin, “Başkalarının beklentilerini temsil ettikleri ölçüde, seçimler yanıltıcıdır/ hayalidir,”[53] ifadeleri aktarmam gerekir ki, “Seçim tek umut… Ne zaman değişir bu düzen? İktidar değişince. İktidar nasıl değişecek, seçimle!”[54] türünden nafile beklentilerin ne olduğu açığa çıksın!

Hemen her şeyin -nihai kertede hiçbir şey olmayan- “nafile seçim(sizlik)lere” bağlandığı coğrafyamızda; ne yazıktır ki “ittifaklar” da “seçim sandıkları”na endekslenmiştir; “Tüm muhalefet bugünden seçimin ilk turda kazanmayı temel alan bir siyaset izlemelidir,”[55] ifadesindeki gibi…

Korkunç olan tam da burasıdır; sokaksız, sınıfsız, yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa sonuçların iktidar tarafından kabul edilip edilmeyeceği belli olmayan bir “seçim(sizlik)” sevdasına “Halk İttifakı” ya da “Demokrasi İttifakı” demek!

Bunlar böyleyken; “Solda ittifak ülke için umut veriyor,”[56] ifadelerinin hiçbir inandırıcılığı; pratik karşılığı yoktur; yaşama dokun(a)mamaktadır; masa başı istişareler bataklığında kaybolmaktadır.

SADAT’lı Türk(iye) realitesinde mesele yapmak, yapmaya muktedir ve örgütlü olmaktan; yolunu açan devrimci praksisten geçmektedir.

“Anti-emperyalist, kamucu, laik ve sınıf eksenli bir siyasete dayalı ilkelerle politika üretmelerini ve sağlayacakları işbirliği”[57] (anti-şövenist ve anti-faşist açıdan yetersiz olsa da!) elbette önemlidir.

Ancak ekonomik kriz, toplumda etkisini göstermeye başlayıp; emekçi sınıflarda belirgin bir öfke, hareketlenme varken; soyut ve parlak kelâmlar ötesinde yapılması gerekenler nasıl ve hangi maddi güçle yapılacaktır?

Ernst Bloch, “Düşünceler kurşun askerler gibidirler, istendiği şekilde dizilebilirler ama onlarla bir imparatorluk ele geçirilemez”; Johann Wolfgang von Goethe, “İnsanın yalnızca gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir; doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir”; Stefan Zweig, “Neden onların gücü var? Çünkü bu gücü onlara siz veriyorsunuz. Ve sizler korkak olduğunuz müddetçe onların gücü hep olacaktır”;[58] Lucy Parsons, “Değişim ancak bir devrim yoluyla gelebilir”; Felix Dzerzhinsky, “Sosyalizm, geleceğin yalnızca bilimsel bir ön izlemesi olmaktan çıkmalı; sarsılmaz bir inanç ve enerjiyle insanların kalplerinde yanan meşale olmalıdır,” sözleri, anlatmak istediğimi en net biçimde tarif etmektedir.

BİRKAÇ ŞEY DAHA!

Federico García Lorca, “Özgür olmayan insan nedir?” diye sorarken not edin ve asla unutmayın:

Friedrich Hebbel, “Nasıl vururum diye düşünen okçu, hedefi ıskalar…”

Charles Dickens, “Ölümden korkmak mı? Asıl trajedi, yaşamaktır…”

Jorge Luis Borges, “Hayatının sahibi olan insan, ölümüne de sahip çıkmalıdır…”

Blaise Pascal, “Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır,” derler…

Artık düşünme ve yapma zamanı değil mi?

19.07.2022, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Charles Dickens.

[2] “Deniz Poyraz Duruşmasında Silahlı Saldırı Girişimi”, 18 Temmuz 2022… https://pirha.org/deniz-poyraz-durusmasinda-silahli-saldiri-girisimi-332949.html/18/07/2022/

[3] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.307.

[4] Denis Diderot, Felsefe Konuşmaları, çev: Adnan Cemgil, Sosyal Yay., 1984.

[5] Ergin Yıldızoğlu, “Kötüden Berbata Doğru”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2022, s. 9.

[6] Şehriban Kıraç, “Prof. Dr. Özgür Orhangazi, Toplumsal Bunalıma Dikkat Çekti”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2022, s. 10.

[7] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 69.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Seçimlere Gider ‘İki Mesele’…”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2022, s. 11.

[9] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 19.

[10] “Kapitalist devletin ‘demokratik’ biçimi sınıf iktidarının sürekliliğini varsayan bir ikili yapıya sahiptir. Bu süreklilik bir anayasa ile güvenceye alınır. Bu ‘demokrasi’, hükümetlerin (seçilmişlerin=milli irade) anayasada çizilen (sınıf iktidarının) sınırları içinde kalmasını sağlamak için, seçilmişlerden bağımsız, onları denetleyen ve gerektiğinde eylemlerini, uygulamalarını sınırlayan, hatta durdurabilen uzman kurumlara sahip olacaktır. Güçler ayrılığı bu demektir.” (Ergin Yıldızoğlu, “Kafa Karışıklığı mı, Teslimiyet mi?”, Cumhuriyet, 7 Mart 2022, s. 11).

[11] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalist Parlamentarizmin ‘Sırları’…”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2022, s. 9.

[12] Platon, Devlet, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Yay., 2006.

[13] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 111.

[14] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 23.

[15] Desiderius Erasmus, Deliliğe Övgü, çev: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yay., 2013.

[16] “Demokrasi Endeksinde 10 Yılın Birincisi Türkiye!”, Karar, 24 Şubat 2022, s. 7.

[17] “Kılıçdaroğlu’ndan Yeni ‘SADAT’ Açıklaması”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2022, s. 6.

[18] Barış Pehlivan, “Polis Aracında Esrarla Yakalanan AKP’li”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2021, s. 4.

[19] “Susurluktan Beter”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2021, s. 5.

[20] Aytunç Erkin, “İşte MİT’in 1996 Tarihli Susurluk Raporu”, Sözcü, 25 Mayıs 2021, s. 14.

[21] İsmail Saymaz, “90’ların Günahına Girmek”, Sözcü, 18 Mayıs 2021, s. 4.

[22] L. Doğan Tılıç, “Organize Suç Örgütü!”, Birgün, 11 Mayıs 2021, s. 3.

[23] Hüseyin Kalkan, “… ‘Devlet’in ‘Bahçesi’nde Yetişen Bir Topal Osman”, Yeni Yaşam, 18 Haziran 2022, s. 9.

[24] Nedim Şener, Kod Adı Atilla, Güncel Yay., 2004.

[25] Barış Pehlivan, “Susurluk Şoförüyle Konuştum”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2021, s. 4.

[26] Sefa Uyar, “Halil Sevinç: Suyu Bulandırmak İstiyorlar”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2021, s. 5.

[27] Selda Güneysu, “Tantan: Sedat Peker, ‘Beni Kullanın’ Mesajı Veriyor”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s. 5.

[28] “Soylu, Sedat Peker’in İddialarına İlişkin Açıklamada Bulundu”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2021, s. 6.

[29] Mehmet Ali Güller, “SADAT’ın Anayasası”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2022, s. 11.

[30] Ruhat Mengi, “Andican: Korku İklimi Yaratılmasında SADAT’ı Kullanacaklar”, Sözcü, 18 Mayıs 2022, s. 14.

[31] “Kılıçdaroğlu’nun Kapısına Dayandığı SADAT Nedir?”, Birgün, 14 Mayıs 2022, s. 8.

[32] https://www.sadat.com.tr/tr/insan-kaynaklari/personel-alimi-duyurulari.html

[33] Barış Terkoğlu, “SADAT’ın Bıraktığı Parmak İzi”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2021, s. 3.

[34] Orhan Bursalı, “SADAT: Önce İdeolojileri Sonra İç Savaş Eğitimleri”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2022, s. 6.

[35] Saygı Öztürk, “10 Yıl Önce, 10 Yıl Sonra Yine SADAT”, Sözcü, 17 Mayıs 2022, s. 4.

[36] Barış Terkoğlu, “SADAT’çıların Harp Okullarında Ne İşi Var?”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2021, s. 3.

[37] Sefa Uyar, “SADAT’ta Bir Yılda İki Değişiklik”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2022, s. 5.

[38] Saygı Öztürk, “SADAT Yöneticisi Anlattı: 22 İslâm Ülkesiyle Çalıştık”, Sözcü, 18 Mayıs 2022, s. 12.

[39] Orhan Bursalı, “SADAT-Asder-Assam Tek Bir Örgüt”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2022, s. 6.

[40] İsmail Arı, “SADAT’ın Ortağı Konuştu: Devletin Silahlarını Dışarıya Satıyoruz”, Birgün, 17 Mayıs 2022, s. 9.

[41] “SADAT tartışmalarının ardından gözlerin çevrildiği özel güvenliğin kamuya yükü her geçen gün artıyor. Çok sayıda kamu kurumunun korunması için özel güvenlik şirketlerine on yılda aktarılan para 30 milyar TL’yi geride bıraktı.” (Hüseyin Şimşek, “Özel Güvenliğe 31 Milyar TL”, Birgün, 19 Mayıs 2022, s. 8).

[42] İsmail Arı, “Kamu Kurumları ‘SADAT’a Emanet”, Birgün, 15 Mayıs 2022, s. 5.

[43] Orhan Bursalı, “SADAT, İktidarın Bir Parçası mı?”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2022, s. 6.

[44] Barış Terkoğlu, “SADAT’ın Kayıp İş İlanları”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2021, s. 3.

[45] “Çavuşoğlu: Bakanlığımın Görev Alanına Girmemektedir”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 6.

[46] Mustafa Çakır, “Nureddin Nebati SADAT’a ‘Sır’ Dedi: ‘Gizli Kalmalı’…”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2022, s. 4.

[47] Barış Terkoğlu, “Sokak Eylemlerine SADAT Hazırlığı”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2022, s. 3.

[48] “Kılıçdaroğlu, Cumhur İttifakı’nın Üçüncü Ortağını Açıkladı”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2021, s. 6.

[49] Arif Kızılyalın, “SADAT’ın Farkında mısınız?”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2022, s. 2.

[50] Sercan Meriç, “Cevat Öneş: SADAT’a Karşı Mücadele Şart”, Birgün, 18 Mayıs 2022, s. 8.

[51] Özdemir İnce, “İnsan ve Siyaset”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 3.

[52] Orhan Bursalı, “Kılıçdaroğlu: SADAT İç Siyasete Müdahale İçin Kullanılabilir…”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2022, s. 6.

[53] Paulo Freire, Eleştirel Bilinç İçin Eğitim, çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 2021, s. 30.

[54] Yazgülü Aldoğan, “Adalet İstiyoruz!”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2022, s. 4.

[55] Cengiz Karagöz, “SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen: Halk Seçeneksiz Değil”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2022, s. 4.

[56] Zülal Kalkandelen, “Solda İttifak Ülke İçin Umut Veriyor”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 6.

[57] Zülal Kalkandelen, “Sol İçin Bir Dönüm Noktası”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2022, s. 6.

[58] Stefan Zweig, Mecburiyet, çev: Serhat Tunar, Zeplin Yay., 2016, s. 33.

 

Kolombiya, yeni “pembe dalga”… Ve düşündürdükleri

“İnsanlık tarihinde her yıkım eylemi

er ya da geç, bir yaratım eyleminde

tepkisini bulur.”[1]

 

Kolombiya’da 19 Haziran 2022 tarihinde gerçekleştirilen devlet başkanlığı ikinci tur seçimlerinde, eski kent gerillası Gustavo Petro devlet başkanlığına seçildi.

Petro, 1970’lerde ülkenin kentsel kesimlerinde etkin olan Movimiento de 19 Abril (19 Nisan Hareketi) /M-19’un lider kadrolarındandı; örgüt ile Kolombiya hükümeti arasında barış görüşmelerinin sürdüğü 1980’lerin başlarında tutuklanarak bir buçuk yıl cezaevinde kalmıştı.

M-19’un silah bıraktığı 1990’lı yıllarda Cundinamarca departman meclisinde görev aldı, 1994’te Ernesto Samper iktidarı döneminde diplomatik görevlerde bulundu. 2002’de Temsilciler Meclisi’ne seçildi, 2006’da Polo Democratico Alternativo (Demokratik Alternatif Kutup) Partisi’nden senatör seçildi. 2012’de ise başkent Bogotá’nın belediye başkanı oldu.

Siyasal analizcilerin “İkinci Pembe Dalga”nın yükselişinden söz ettiği Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak, iktidarın “sol” ittifaka geçmesi, Kolombiya tarihinde bir “ilk.”[2] Kolombiya’da devlet, 20. yüzyılın ortalarında patlak veren iç savaş (La Violencia) ve özellikle de hemen ardından, 1970’li yıllarda başlayıp 2010’lara dek süren kontrgerilla savaşının etkisi, ABD’nin ülkeyi Latin Amerika’daki sol çıkışlara karşı bir “muhrip” olarak kullanma hevesi, uyuşturucu kartelleriyle politikanın içli-dışlı ilişkileri, büyük toprak sahiplerinin, maden şirketlerinin ve bilumum oligarkların çıkarlarını korumak için kendi paramiliter birimlerini oluşturmaları gibi etkenlerin sonucu, narko-paramiliter bir “çete devleti” hâlinde çürümüş bir yapı arz eder. Ve 20. yüzyıl ortalarından bu yana (bir kısmı askerî diktatörlükler olmak üzere) hep sağcı iktidarlarca yönetilegelmiştir. Bu bakımdan Gustavo Petro (ve yardımcılığını üstlenecek olan çevre aktivisti, siyahî, feminist Francia Márquez) Kolombiya açısından bir “ilk”…

Bu “ilk”in çeşitli nedenleri var. Öncelikle, “Uribe/Duque etkisi”…

Uribe, Duque ve Kolombiya’nın Kirli Savaşı

Kolombiya’nın en etkili gerilla örgütü FARC ile iktidar arasındaki barış görüşmeleri, Başkan Andrés Pastrana döneminde (1998-2002) başlamıştı. O yıllarda (ülkenin en muhafazakâr bölgesi olan) Antioquia valisi olan Alvaro Uribe, barış görüşmeleri karşısındaki şiddetli muhalefetiyle büyük toprak sahipleri, sığır çiftçileri, tarım işletmeleri sahipleri, uyuşturucu baronları, paramiliterler, Liberal Parti’nin bazı kesimleri, polis ordu ve tabii ki çokuluslu şirketlerin desteğini kazanarak 2002 seçimlerinde devlet başkanı oldu. Ve ilk icraatı FARC ve diğer gerilla örgütü olan ELN’ye (Ulusal Kurtuluş Ordusu) karşı şiddetli bir savaşı ateşlemek oldu. Hiçbir kayıt-kural tanımayan, acımasız, kirli bir savaş. Ordu milyonlarca köylüyü yerlerinden ederken, paramiliter çeteler köyleri basarak savunmasız insanları katlediyor, insan hakları savunucuları, yerli cemaat önderleri, çevre aktivistleri, sendikacılar, velhasıl tüm muhalif unsurlar asker-polis-paramiliter şiddetten kaçınamıyordu.

Uyuşturucu kartelleri arasındaki paylaşım savaşlarının, çevrecilerin, topraksız köylülerin eylemlerine karşı kiralık paramiliter çeteleri üzerlerine salan toprak ağalarının, ödül avcılarının, işletmelerindeki sendikal örgütlenmeleri engelleme peşindeki işletmecilerin… dâhil olduğu bir kirli savaş… Ve tüm bunlar, ABD’nin takdir dolu bakışları altında gerçekleşiyordu. Kıtadaki “sol” yükselişe karşı Kolombiya’yı koçbaşı olarak kullanmaya kararlı, bu amaçla kötü şöhretli Kolombiya Planı (Plan Colombia) eliyle Kolombiya ordusunu (ve el altından paramiliter çeteleri) karşı-ayaklanma gereçleriyle donatan ABD, Uribe’den o denli hoşnuttu ki, Başkan George Bush 2008’de “terörizme karşı yürüttüğü başarılı mücadele” nedeniyle onu “Barış Madalyası”yla onurlandıracaktı. Aynı Uribe, birkaç yıl sonra rüşvet, yolsuzluk, oy satın alma, paramiliterlerle ilişkiler, sistemli köylü katliamı gibi suçlamalarla yargı karşısına çıkıyordu![3]

Kolombiya siyasal yaşamında “Uribismo” olarak anılan uzatmalı kirli savaş süreci, Uribe’den sonra sonra devlet başkanlığına seçilen ve FARC ile barış görüşmelerini yeniden başlatan Juan Manuel Santos döneminde de devam edecek, hatta Başkan Santos’un FARC’la 2016’da imzaladığı Barış Anlaşması sonrasında ordu, paramiliter çeteler, büyük toprak sahipleri ve uyuşturucu baronları koalisyonunun desteğiyle daha da tırmanışa geçecekti. Sonuç, Barış Anlaması’nın referandumla reddedilmesi ve 2018’deki seçimlerde Uribe’nin adayı, öğrencisi, mukallidi Iván Duque’nin (2018-2022) devlet başkanlığına gelmesi olacaktı…

Duque, hamisine layık bir yanaşma olduğunu kısa sürede kanıtladı. Kolombiya’da insan hakları alanında faaliyet gösteren bir STÖ olan Kalkınma ve Barış Araştırmaları Enstitüsü (INDEPAZ) verilerine göre FARC ile barış anlaşmasının imzalandığı 24 Kasım 2016 ile 31 Mayıs 2022 tarihleri arasında Kolombiya’da 1307 muhalif aktivist ile 320 eski gerilla öldürüldü. Sadece 2022 yılının ilk beş ayında öldürülen muhalif aktivist sayısı 80, eski gerilla sayısı ise 21’di; ve bu süre içerisinde 45 katliam gerçekleştirilmişti![4] Cinayetlerin büyük bölümü (İnsan Hakları ve Çatışmalar Gözlemevi ile INDEPAZ koordinatörü Leonardo Gómez Perafán’a göre[5]) Duque iktidarında gerçekleşmişti: 930 sosyal aktivist ve insan hakları savunucusu, 245 eski FARC üyesi ile köylüleri, yerli halkları hedef alan 261 katliam…

Neoliberalim + Pandemi

Ancak bu kadar değil… Kolombiya, Uribe iktidarından bu yana, şiddetli bir neoliberal saldırı altında. Uribe ticaret ve finansın serbestleştirilmesini hızlandırmış, kamu sektöründe geniş çaplı özelleştirmeleri gerçekleştirmiş, emeğin deregülarizasyonu konusunda dev adımlar atmış, Kolombiya’nın maden ve enerji kaynaklarının ihracına dayalı birikim modelini daha da kapsamlı kılarken bu sektörlerin yanısıra tarımı da tümüyle yabancı sermayeye açmıştı. Böylelikle ülke, ABD merkezli çokulusluların cirit attığı bir serbest bölge hâline geldi. Dünyanın kahvesiyle tanıdığı Kolombiya, artık kahve ithal eder hâle gelmişti!

Bu durum, doğal olarak ülkedeki gelir uçurumunu daha da derinleştirecek, ulusal gelirin büyük bölümü çapı giderek daralan bir oligarşinin elinde yoğunlaşırken, emekçi sınıfların durumu daha da vahimleşecekti. Kolombiya gelir eşitsizliğinde Honduras’tan sonra Latin Amerika ikincisi…

20 küsur yıllık neoliberal yağmanın sonucu, nüfusun yüzde 42’sinin, yani (ağırlığı gençlerden oluşan) 22 milyon kişinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı, bir devlet kuruluşu olan Ulusal İstatistik Kurumu’na göre işsizlik oranının yüzde 10.8’de seyrettiği, istihdamın yüzde 63’ünün informel sektörde gerçekleştiği…[6] harap bir ülke. Bir OECD raporu, mevcut koşullarda yoksul bir Kolombiyalı ailenin yoksulluktan sıyrılması için 330 yıl, yani 11 kuşak gerektiğini belirtiyor.[7]

Pandemi, zaten kötü olan durumu daha da beterleştirdi. Kolombiya, Covid-19 pandemisini Uribe özelleştirmelerinin çökerttiği sağlık sisteminin enkazıyla karşılamak durumunda kaldı. 80 binin üzerinde ölümle Kolombiya Covid ölümlerinde bölgede (Brezilya ve Meksika’dan sonra) üçüncüydü. Hastanelerde, yoğun bakım ünitelerinde yer bulamayan hastalar, sokaklarda yitirdiler yaşamlarını.

Ama pandemi yalnız sağlık sistemini değil, Kolombiya ekonomisini de yerle bir etti… Bu yıkımın altında kalanlar da, hiç kuşkusuz, yoksullar oldu, yani ülke nüfusunun yaklaşık yarısı… Yoksulların nüfus içindeki oranı, 2020’de pandemi öncesine göre yüzde 6.8 arttı. Pandemi ile birlikte aşırı yoksulluk içinde yaşayan nüfusun oranı yüzde 15’e yükseldi. Peso’nun değerindeki hızlı düşüş halkın alım gücünü daha da düşürdü, insanlar hayatta kalabilmek için gereken gıda maddelerine erişemez oldular. Pandemiyle birlikte 5 milyon Kolombiyalı daha işini yitirerek işsizler ordusuna katıldı – işsizlikte (Kosta Rika’dan sonra) kıta ikincisi olan bir ülke[8] için sürdürülemez bir durum…

Ve Ayaklanma…

Başkan Duque’nin pandemi sırasında hazırlayıp meclislere sevk ettiği ve elektrik, su, doğalgaz tüketim vergilerini arttırırken büyük sermaye gruplarına bir dizi vergi muafiyeti getiren ve sağlık sektöründeki özelleştirmeleri hızlandırmayı öngören “reform paketi” (aslında OECD’nin IMF ve Inter-Amerikan Kalkınma Bankası uzmanlarına hazırlattığı Kolombiya için Kamusal Politika Tavsiyeleri raporunun bir tekrarıydı[9] “paket”) bardağı taşıran son damla oldu…

Kolombiya 21 Kasım 2019 günü ayaklandı. İlkin Duque’nin “paket”ini geri çekmesi talebiyle başlatılan genel greve katılımlar genişledikçe, taleplerin kapsamı da genişleyecekti: Barış anlaşmasının uygulanması, çevrenin korunması, siyasi cinayetlere ve kadına yönelik şiddete son verilmesi… Yüzbinler, Bogotá, Medellín, ve Bucaramanga gibi büyük kentlerin, ama aynı zamanda ücra bölgelerdeki küçük kasabaların sokaklarını doldurdu.

Ancak rejimin müdahalesi gecikmedi. ESMAD’ın (=Escuadrón Móvil Antidisturbios: Kolombiya’nın Çevik Kuvvetleri) biber gazlı, plastik mermili saldırılarıyla barışçıl gösteriler kısa sürede kentleri muharebe alanına çevirecekti. Polis şiddetinin ilk kurbanı, 18 yaşındaki bir lise öğrencisi, Dilan Cruz oldu. Dilan’ın ölümünden birkaç saat sonra, ülke sokakları tencere-tava sesleriyle doldu. O gün bugündür, ülkenin büyük kentlerinin sokakları geceleri tavalı protesto (caceloras) patırtısıyla şenleniyor.

Duque’nin protestolara tepkisi, karmaşık oldu: Göstericilerin üzerine ESMAD’ı sürerek protestoları şiddet yoluyla bastırmak ve diyalog çağrıları. Ama diyalog çağrısı protestoculara, sendikalara, sivil toplum örgütlerine değil, Kolombiya’nın iş çevrelerine yönelikti.

Pandemi Duque’nin yardımına tam zamanında yetişti, gösterilerin hızı -geçici bir süre de olsa- kesildi. Ama geçici bir süre… 28 Nisan 2021’de, iktidarın Covid-19 pandemisini yönetmedeki beceriksizliği ve ortaya çıkan sağlık krizi sonucu daha da yoksullaşmanın da öfkesiyle Kolombiya bir kez daha ayaktaydı. Bu kez daha kararlı ve örgütlü bir biçimde. Kitlesel protestolar işçilerin, öğrencilerin, sendikaların, sol partilerin, toplumsal hareketlerin, köylü cemaatlerinin, yerli ve Afro-Kolombiyalı örgütlerinin, kadın kolektiflerinin çağrısıyla başlayan genel grev, kısa sürede neoliberal politikalara, ekonomik sıkıntılara, sosyal adaletsizliğe, çevrenin tahribine, yolsuzluklara, polis şiddetine ve siyasal cinayetlere karşı milyonları sokağa döktü. Reform “paketi”nin geri çekilmesi talebi, kısa sürede Duque’nin istifası ve temel toplumsal, iktisadi ve siyasal reformlar talebine evrildi. İşin ilginç yanı, 2022 seçimlerinde devlet başkanı olacak olan Gustavo Petro’nun bu gösterilerde herhangi öncü bir rol üstlenmeyişiydi.[10]

Duque’nin tepkisi de şiddetli oldu. Beş milyonu aşkın Kolombiyalının (nüfusun yüzde 10’u) katıldığı hesaplanan gösteriler ilk günden itibaren görülmemiş bir polis şiddetiyle karşılaştı.

Bu kez yalnız polis de değil. Başta Cali olmak üzere ülkenin büyük kentlerinde Duque orduyu ve paramiliter çeteleri de devreye sokmakta duraksamadı. Kentlerin zengin mahallelerinden gençler, silahlanarak güvenlik güçlerinin hoşgörülü bakışları altında göstericiler üzerine ateş açarken görüntülendi. Protestoların sürdüğü Nisan-Haziran 2021 sürecinde ESMAD ve paramiliterler 75 kişiyi öldürdüler, 1200’ün üzerinde kişi de yaralandı.

Ancak sonunda geri adım atan, Duque oldu: Vergi reformu tasarısı geri çekildi, Maliye Bakanı istifasını açıkladı, sağlık sektöründe özelleştirmeleri genişletmeyi hedefleyen tasarı iptal edildi…

Kolombiya Mart 2022’de gerçekleştirilen başkanlık ön seçimi ve parlamento seçimlerine bu gerilimli koşullarda gitti. Seçimlerde sol partilerin oluşturduğu Tarihsel Pakt Senato’da 108 koltuktan 20’sini[11] kazandı. Temsilciler Meclisi’ndeki koltuk dağılımı ise şöyle: Tarihsel Pakt 28, Liberal P. 32, Muhafazakâr P. 25, Demokratik Merkez 16, Birleşik Halk Partisi 15, Radikal Değişim 16, Yeşil İttifak 11, Komünler 5, diğer partiler 24, diğer 16.[12] Ancak belirtmeli: Bu seçimlere katılım oranı oldukça düşüktü: yüzde 44.22.

“Sol Yükseliş”, Başkanlık seçimlerinde de sürecek ve Tarihsel Pakt’ın adayı Gustavo Petro 19 Haziran 2022’de yapılan ikinci tur seçimlerde oyların yüzde 50.44’ünü alarak Kolombiya’nın yeni devlet başkanı olacaktı…

Burada duraklayıp iki soru soralım:

Gustavo Petro’nun başkan seçilmesi Kolombiya’da sosyalizme yönelik bir değişim sağlayabilecek midir?

Bu bağlamda, Latin Amerika’da yeniden yükselişe geçtiği söylenen “pembe dalga”, “başka bir dünya mümkün” şiarını sosyalizme dönük, kapitalist-olmayan bir tahayyül olarak yorumlayanlar için ne denli anlam ve önem taşımaktadır? Ya da Latin Amerika “pembe dalga” deneyimlerinden sosyalistlerin çıkartacağı dersler nedir?

Ve ilk sorunun yanıtını aramaya başlayalım…

Kolombiya’nın Sol Açılımı – Olanaklar, Sınırlar

Siyasal analizciler, yıllardır ABD’nin kıtadaki “Truva atı” rolü oynayan Kolombiya’da “Sol”un ilk kez her iki mecliste de anlamlı bir temsile kavuşup, sağ partileri, özellikle de Uribe-Duque’nin “şahin” politikalarının savunucularını azınlığa düşürmüş olmasının önemi konusunda hemfikir. Böylelikle ABD’nin Latin Amerika’daki sol çıkışlara Kolombiya üzerinden müdahalesi zorlaşacak. Olasıdır ki Petro iktidarı, tıpkı 2000’lerin ilk on yılındaki “pembe dalga” gibi insan hakları konusunda daha özgürlükçü bir tutum alacak, siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki kontra-narko baskısını hafifletecek adımlar atacak, yoksulları açlık sınırının üzerine taşımaya yönelik yeniden-dağıtımcı önlemler alacak…

“Bu kadarı bile yeterli…” mi dediniz? Sorun neyin yeterli olup olmadığı değil ki… Sorun, bu adımların dahi ne kadar sürdürülebilir olacağı…

Açımlayayım: Önce “Tarihsel Pakt”ın ne olduğu.

Kolombiya’nın “Tarihsel Pakt”ı, ılımlıdan radikale, irili ufaklı bir dizi sol parti ve hareketin liderinin 11 Şubat 2021 tarihinde bir araya gelerek duyurdukları bir seçim ittifakı. Şu partilerden oluşuyor:

 

Humane Colombia (Sol, lideri: Gustavo Petro)

Todos Somos Colombia (merkez sol)

Fuerza Ciudadana (merkez sol)

Poder Ciudadano (sol)

Alternatif Demokratik Kutup (sosyal demokrat)

Yurtsever Birlik (sol: Komünist Parti ile FARC’ın, barış görüşmeleri sırasında kurdukları yasal parti)

Kolombiya Komünist Partisi (komünist)

Komünler (komünist)

Marcha Patriótica (radikal sol)

MODEP (orta-radikal arası)

İşçi Partisi (orta-radikal arası) Congreso de los Pueblos (sol)

Ciudadanías libres (orta sol)

Unidad Democrática (orta sol)

Movimiento por la Constituyente Popular (sol)

Movimiento por el Agua y la Vida (orta sol)

Movimiento de Integración Democrática (orta sol)

AICO (yerli – sol)

Alternatif Yerli ve Toplumsal Hareket (yerli – orta sol)

Alianza Democrática Amplia (merkez)

 

Görüldüğü üzere Pakt, solun farklı eğilimlerinden oluşan bir koalisyon görünümünde. Petro’nun tanımıyla ise “toplumsal hareketler, yerliler, feministler, LGBTİ+’ler ve ekolojistlerle geniş bir birliktelik”[13] olma özelliğini taşıyor. Belki geniş, ama kırılgan, istikrarsız bir birliktelik…[14] İddialarının altında kalan.

Bu ne mi demek? Tarihsel Pakt’ı oluşturan örgütlerin liderleri seçim ittifaklarını açıkladıkları toplantıda, hedefleri arasında, Senato’da 55, Temsilciler Meclisi’nde ise 86 koltuk kazanarak Kongre’de çoğunluğu sağlamak ve devlet başkanlığı seçimlerini kazanmak olarak açıklamışlardı. Son bölümü karşılamış olsalar da, Tarihsel Pakt’ın Senato’da kazandığı 20, Temsilciler Meclisi’nde kazandığı 28 koltuk, hedefinin bir hayli altında kaldıklarını gösteriyor.

Pakt içi ilişkilerin ve Kongre içi dengelerin nasıl işleyeceğini kestirmek zor, ama dengelerin bir hayli istikrarsız ve kırılgan olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Çevrecilerden yerli ve Afro-Kolombiyalı gruplara, kadınlardan eski gerillalara, LGBTİ+ bireylerden formel-informel işçilere dek uzanan, ve bugüne dek “neyi istemedikleri” konusunda uzlaşıya varmış siyasal eğilimlerin, “neyi istedikleri” konusunda anlaşabileceklerini ileri sürmek çok zor.

Hele ki merkezden radikale, sağcı partilerin yarıya yakınına hükmettiği ve gidişatın Liberal Parti’ye bağlı olduğu bir yasama (Senato + Temsilciler Meclisi) söz konusu olduğunda… Bir başka deyişle, Petro’nun kırılgan ve değişken Kongre dengelerinin elinde rehin olacağını, bu durumun da Kolombiya politikasının “gerçek” sahiplerinin, Çokulusluların, büyük iş çevrelerinin, toprak sahiplerinin ve giderek ABD’nin siyasal gidişata müdahalelerinin zeminini oluşturacağını öngörmek, zor değil.

Bu saptamalar bizi, yukarıdaki soruların ikincisine yöneltiyor ister istemez… Nasıl mı?

Yeni “Pembe Dalga”: Birinciyi Aşabilecek mi?

Aslında sorun (üstelik de yalnızca Kolombiya’da değil, bütün Latin Amerika solu ve daha geniş çerçevede sol için) tam da burada yatıyor: “değişim”i mevcut siyasal ve iktisadi statüko içerisinde gerçekleştirme yükümlülüğü…

Bu, Latin Amerika’da “darbeler dönemi”ni sona erdirdiği iddia edilen “neoliberal uzlaşı”nın bir devamı.

Açımlayayım: Neoliberal iktisadî modelin başat paradigma hâline geldiği 1980’lerin sonları ve 90’lı yıllarda Latin Amerika kıtası askerî diktatörlüklerin ve gerilla örgütlerinin tasfiye edildiği bir “demokratikleşme” sürecine yöneldi. Böylelikle “devletin küçültülmesi” retoriği altında, yolsuzluğa belenmiş askerî rejimlerin, gerilla ve kontra örgütlerinin tasfiyesi, “sivil toplum”un güçlendirilmesi, “sınıf” politikalarının “kimlik” politikalarıyla ikamesi, az çok şeffaflık terimleri çerçevesinde gerçekleşen seçimlerle işbaşına gelen, iç ve dış denetim mekanizmalarına tabi, güçler ayrılığı ilkesine ve örgütlenme, basın, ifade vb. özgürlüklerine saygılı iktidarların önünün açılması hedefleniyordu.

“Tabii ki, yalnızca görünüşte… Gerçeklikte ise, 1990’lı yıllarda iktidara gelen neoliberal güdümlü hükümetler olanca ‘demokratlık’ ve ‘şeffaflıkları’ içerisinde kapıları ardına kadar Çokuluslu Şirketlerin faaliyetlerine açacak, sosyal destek programlarını terk edecek, ihracata dayalı büyüme stratejileri çerçevesinde toprak dağılımındaki eşitsizliği katmerlendirecek, bulaştıkları yolsuzluklarla büyük çaplı sosyal krizlere yol açacak ve nihayetinde, kıta ülkelerinde 2000’li yıllarda gözlemlenen sola yönelişi tetikleyeceklerdi…”[15]

Birinci “Pembe Dalga”…

“Pembe Dalga”nın aktörleri, (gerilla savaşı verenler dâhil) sol örgütler bu uzlaşı gereği, “seçimle gelip seçimle gitmeyi” zımni ya da açık olarak kabullenen siyasal partilere dönüşmüşlerdi. Bu “taahhüt”, sermaye, ÇUŞ’lar ve ABD müdahaleciliği tarafından birinci “Pembe Dalga”nın tasfiyesi sürecinde bozulmuş olsa da (Venezuela’da Chávez ve Maduro’ya karşı çok sayıda darbe girişimi, Bolivya’da MAS’a, Brezilya’da Dilma Rossef’e, Honduras’da Manuel Zelaya’ya, Paraguay’da Fernando Lugo’ya karşı düzenlenen sivil ya da askerî darbeler…) sol, bu “kavli” sürdürecekti.

Sisteme bağlılık, aynı zamanda solun iktidara geldiği ülkelerin ekonomik yapılarında, mülkiyet ilişkilerinde bir değişikliğe gitmemesi anlamına geliyordu. Bu çerçevede, ilk “Pembe Dalga” iktidarları (kabaca 2000’lerin ilk on yılı) neoliberal talanın vahşet boyutuna vardırdığı eşitsizlikler ve yoksulluğun sonuçlarıyla baş etmeye, açlıkla, sefaletle, kötü sağlık koşullarıyla mücadeleye, yoksullara sürdürülebilir yaşam, barınma, eğitim olanakları sağlamaya yoğunlaştılar. Bunun için ise, “üretim araçlarının mülkiyeti”ne dokunmaktansa, “yeniden dağıtım” politikaları üzerine odaklandılar.

“Yeniden dağıtım” politikalarını mümkün kılan ise, 2000’li yıllardan itibaren kıtanın ihraç ürünlerinin fiyatlarındaki patlama olmuştu. “Yükselen ekonomiler”, özellikle kıta ülkelerinin ABD ile gerilimli ilişkilerini fırsata çeviren Çin’in kıtanın petrol, kömür, çeşitli madenler, soya, kereste vb. ihraç ürünlerine olan talebi, sol yönelimli Latin Amerika ülkelerinin sosyal bütçelerine cömertçe harcayabilecekleri bir gelir sağlıyordu. Çin ve diğer “yükselen ekonomiler”in (Brezilya, Rusya, Hindistan, Güney Afrika) enerji gereksinimleri, kıtadaki “ekstraktivist” (maden ve doğal kaynakları arama ve çıkarma çalışmaları) faaliyetleri yoğunlaştıracak, bu da bu alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu şirketlerin etkinliklerini arttırması anlamına gelecekti.[16] “Pembe dalga”nın en “aşırıları”nın yapabildiği ise, kurdukları devlet şirketleri aracılığıyla onlara ortak olmak ve/veya imtiyaz ücretlerini ve vergileri arttırarak devletin payını yükseltmekti. Bu kaynak akışı sayesindedir ki Latin Amerika’nın orta-sol/sol hükümetleri üretim ilişkileri yapısına dokunmaksızın, kapitalist işleyiş çerçevesinde elde ettikleri kârları sosyal harcamalara yönelterek, yani yeniden dağıtım politikalarıyla en kırılgan kesimleri kalkındırma yoluna gidebileceklerdi.

Ancak, bu kaynak akışı sonsuza dek süremezdi. 2010’ların ortalarında, Çin’de yaşanan borsaların çöküşü, Latin Amerika’nın “pembe dalga” iktidarlarını zora soktu. Latin Amerika’nın sunduklarına yönelik talepte ani bir düşüş yaşandı. Kaynak daralması yaşam koşulları son derece kırılgan olan yoksulları doğrudan etkileyerek “Pembe Dalga”nın destek tabanını daraltacak, bu da “pusudakiler”in, kıta ülkelerinin parlamentolarında, senatolarında, sanayi-ticaret odalarında, yargı sistemlerinde, kiliselerinde sinmiş bekleyen sağcıların ordu ve paramiliterlerle el ele iktidarı darbe ya da seçimler yoluyla yeniden ele geçirmelerinin önünü açacaktı…

Ancak bu kez işbaşına gelenler, çoğunlukla siyaset bilimcilerin “sağ-popülist” olarak yaftalamaktan haz ettiği, “demokratik” maskelerinden sıyrılmış, aşırı muhafazakâr-faşizan, çoğu kez kontralar ve uyuşturucu mafyalarıyla iç içe, talanda sınır tanımayan gözü kara otokratlardı… Arjantin’de Mauricio Macri, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Bolivya’da Jeanine Áñez, Honduras’ta Juan Orlando Hernández, Ekvador’da soldan sağa çark eden Lenin Moreno…

Buenos Aires Üniversitesi Latin Amerika Araştırmaları Enstitüsü’nden profesör Mabel Thwaites Rey, Jeffrey Webber’le söyleşisinde, bu “yeni sağ”ı şöyle tarifliyor:

“1990’ların neoliberal dalgasıyla günümüz arasında çok önemli bir fark olduğunu düşünüyorum. 1990’larda Sağ’da güçlü bir entelektüel, siyasal ve iktisadi yoğunluk vardı. Washington Uzlaşısı önlemlerini -özelleştirme, deregülarizasyon, liberalizasyon, mali disiplin- uygulamanın kayda değer ilerlemeler sağlayacağına dair bir vaad vardı. Ve hepsinin üzerinde, küreselleşme bütünleşmiş ve mutlu bir dünyanın umut verici sancağıydı… Sosyal devletin sınırları aşıldıktan sonra refaha erileceği konusunda güçlü bir vaad içeriyordu. (…)

“Bugün ise sağın çeşitleri açık bir perspektiften yoksunmuş gibi gözüküyor. Geleceğe yönelik bir yanılsama yaratabilecek bir coşku sunmuyorlar. Böyle bir şey yok. Yok, çünkü krizin sonuçları o denli berbat ve kalıcı uyum politikaları hiç de baştan çıkarıcı değil. Tam tersi. Ancak kaygı verici olan, bu durum sağın başka bir tarzını ortaya çıkarması -daha kıyıcı, daha yabancı düşmanı, daha halk düşmanı ve şiddet ve güç kullanmaya daha yatkın- tanık olmaya başladığımız tam da bu…”[17]

Ne ki, zirve yapan eşitsizlikler, yoksulluk ve yoksunluğun hızla yaygınlaşması, “pembe dalga” ile elde ettikleri kazanımları hızla yitiren “en alttakiler”in düş kırıklığı, Covid-19 pandemisinin yıkıcı sonuçlarıyla birleşerek durumu kısa sürede tersine çevirecek, 2020’ler, kıtada “İkinci Pembe dalga” olarak nitelenen sürece sahne olacaktı.

Ancak “ikinci pembe dalga” olarak nitelenen bu yeni “sol” iktidarlar hem içeride hem de dışlarında çeşitli dezavantajları, kırılganlıkları paylaşıyor. Hemen hepsi, toplumsal hareketler ile solun çeşitli tonlarının -ve kimi zaman da merkez ve yolsuzluk ve çürümeden rahatsız sağcı partilerin- yapısız, gevşek (giderek gerilimli) koalisyonundan oluşuyor, örneğin. Sol iktidarlar, hemen tümü 1990’lı yılların neoliberal uzlaşısı çerçevesinde biçimlendirilmiş ve Sağ’ın hâlen önemli bir yer tuttuğu yasama-yürütme-yargı organları üzerine yerleşiyorlar. Latin Amerika ülkelerinin ordularının önemli bölümü hâlen ABD’nin “School of Americas”ından yetişmiş ve özellikle isyan bastırma teknikleri konusunda uzmanlaşmış sağcı subayların denetiminde. Dahası da var: ülkelerden gerilla savaşı geçmişine sahip olanlarda 1990’lardaki “pasifikasyon” süreçlerinde tasfiye edilen kontra örgütleri, uyuşturucu, büyük toprak sahiplerinin, maden şirketlerinin tetikçiliği, haraç vb. işlere yönelmiş olarak faaliyetlerini sürdürüyorlar… Ve nihayet, “pembe dalga iktidarları” mevcut ekonomik ve siyasal yapıları değiştirme, mülkiyet ilişkileriyle oynama, örneğin büyük toprak mülklerinin yoksul köylülere dağıtılması, çokuluslu şirketlerin bedelsiz kamulaştırılması, iktidarın doğrudan halk tarafından oluşturulan organlara devri… gibi bir programları yok (“İronik bir biçimde, diyor Kristen Weld, “Pembe Dalga hükümetleri dönüştürücü toplumsal-iktisadi reformlarda fazla ileri gittikleri için değil, yeterince ilerleyemedikleri için kendilerini sağın karşı saldırısı karşısında bu denli savunmasız kıldılar.”[18]). İktidara geldikleri an, ülkelerinde yürürlükte olan ekonomik ilişkiler tarafından kuşatılıyor, “Yükselen Ekonomiler”deki talep daralması sonucu ABD merkezli şirket ve finans kurumlarına mecburiyetin basıncıyla karşı karşıya kalıyorlar.

Böylelikle, son “dalga”yla iktidara gelen solcu devlet başkanları, daha ilk günden iktidarlarını payandalayan koalisyonlardaki radikal unsurlarla ters düşerek sağa taviz veriyor-sağcılaşıyor…

Örneğin 2021’de Peru’da devlet başkanlığına seçilen sendikal eylemci-öğretmen, solcu Pedro Castillo, Nicolas Allen’in deyişiyle, daha seçimlerin ikinci turunda “belirgin biçimde daha ılımlı bir pozisyona kayarak anahtar sanayilerin doğrudan millileştirilmesi, bağımsız merkez bankasının millileştirilmesi ve daha ‘maksimalist’ program maddelerini öne süren parti platformu Peru Libre ile arasına mesafe koydu.”[19] Gerilim Haziran 2022’de Castillo’nun Peru Libre’den istifasına dek uzanacaktı.

Bu, bir “ihanet”ten çok, mevcut sistem üzerine “yeni”nin inşasını imkânsızlığı üzerinden açıklanmalı: “Castillo 6 Haziran’da yapılacak olan ikinci turu kazanırsa, yönetmek, bir tepeye tırmanmak gibi güç bir muharebe olacak. Yeni Kongre aşırı derecede bölünmüş – birkaç sağcı parti koltukların büyük bölümünü denetliyor. Sadece geçen dönemde Kongre üç başkanı ya Yüce Divan’a sevk etti ya da istifaya zorladı. Gündemlerine ters düşmesi durumunda Pedro Castillo’ya da aynı şeyi yapabileceklerini söylemek zor değil.”[20]

Benzer durum, Honduras’ın solcu başkanı Xiomara Castro için de söz konusu:

“(Castro – bn.) Ülkenin en yoksulları için ücretsiz elektrik ve yakıt fiyatlarında indirim sözü verdi. Ancak hükümetin kasasının boş olduğu göz önünde bulundurulduğunda, politikaları yabancı kreditörlerin -özellikle ABD’nin talepleriyle sınırlanacak. Zaferini gölgeleyen yoğun bir iktidar mücadelesi içerisindeki Honduras Kongresi de onu sınırlandıracak.

“Seçimler sırasında Honduras Selamet Partisi, liderleri Salvador Nasralla’nın başkan yardımcılığı ve kongre üyesi Luis Redondo’nun Kongre başkanlığı karşılığında Xiomara Castro’yu desteklemeyi kabul etti. Ancak Castro’nun Özgür Parti’sinden yirmi bir vekil partiden koparak Jorge Cálix’in Kongre başkanlığını desteklemek üzere muhafazakâr Ulusal Parti’yle anlaştılar. Kongre salonunda bağrış çağrış ve itiş-kakışın eşlik ettiği sefil görüntülerin ardından iki ayrı yemin töreni oturumu gerçekleştirildi. Bugün Honduras’ta iki ayrı kongre var.”[21]

Ve Şili devlet başkanlığına seçilmesi, bu coğrafyanın kimi sol çevrelerinde büyük bir coşku ve umut yaratan eski öğrenci lideri Gabriel Boric…

Seçim propagandasında “Neoliberalizm Şili’de doğdu, yine Şili’de gömülecek”, keskinliğinden seçilir seçilmez, “(neoliberal politikaların) başarıları da oldu, iyi gitmeyen şeyler de,”[22] mülayimliğine çark eden Boric, iktidarının ilk altı ayında ülkenin güneyindeki, topraklarında maden çıkarma faaliyetlerine karşı çıkan Mapuche yerlileri üzerine orduyu göndermek,[23] siyasi tutukluları serbest bırakmamak, öğrenci gösterilerine polisin sert müdahalesinin önünü açmak, NATO ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen vekâlet savaşında kendini “Zelenski’nin Latin Amerika’daki dostu” ilan etmek[24] gibi çıkışlarla, baştaki halk desteğini hızla yitiriyor.

* * *

Latin Amerikalı sol ideologların Avrupalı “yeni sol/radikal demokrat” kuramcılardan devralıp uygulamaya soktukları bu “model” Latin Amerika’daki sol iktidarları (ve hiç kuşkusuz Avrupa’daki denklerini de: Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da PODEMOS…) neoliberal uygulamaların soluksuz bıraktığı yoksullara “pansuman” niyetine işbaşına gelip ardından da “light” darbeler ya da seçimlerle püskürtülen “yararlı aygıtlar”a dönüştürüyor.

Sistemin krizinin bir uygarlık krizine tahvil olduğu ve “ya sosyalizm ya barbarlık” şiarının hiç olmadığı kertede ete kemiğe büründüğü koşullarda, sol aktörlerin “21. yüzyıl sosyalizmi”, “demokratik sosyalizm”, “radikal demokrasi” gibi “cilalı” kavramlarla oyalanmayı bırakıp mevcut toplumları üretim ve bölüşüm ilişkilerini dönüştürecek ve mevcut idari mekanizmaları doğrudan emekçi sınıfların denetimindeki yönetim aygıtlarıyla ikame edecek sosyalist dönüşümlere yönelmelerinin zamanı geldi de geçiyor oysa…[25] Bugün yeryüzü yaşamının sürdürebilmenin tek yolu, artık “bios”u tüketen bir “Erysikhton”a[26] dönüşmüş kapitalist sistemi sonsuza dek tarihin mezarlığına gömmektir, yoksa onun sınırları içerisinde yıkıcı sonuçlarını düzeltmeye çabalamak değil.

Günümüzde ayaklanarak Başkanlık saraylarını basan, Merkez Bankalarını işgal eden emekçi yığınlarının gözü karalığı böylesi bir dönüşüme hazır olduklarını haykırmaktadır, duymasını bilen kulaklara…

Latin Amerika’nın “pembe dalga” deneyimlerinin sosyalistlere anlattığı, özetle budur…

13 Temmuz 2022, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Eduardo Galeano.

[2] Bkz. “Kolombiya’da Sol İttifakın ve Gerillanın Tarihi Zaferi”, Yeni Yaşam, 21 Haziran 2022.

[3] Aaron Tauss, Joshua Large, “In Latin America, The Long Shadow of Colombia’s Far Right is Receding”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/12/colombia-right-wing-uribismo-2022-election-petro

[4] “Colombia Human Rights Update May 2022”, 8 Haziran 2022, https://justiceforcolombia.org/news/colombia-human-rights-update-may-2022/

[5] “Colombian NGO: 903 Leaders Killed During Duque Administration”, 6 Haziran 2022, https://www.telesurenglish.net/news/Colombian-NGO-903-Leaders-Killed-During-Duque-Administration-20220606-0023.html

[6] Nicolas Allen, “Colombia’s Uprising Isn’t About Duque. It’s About Overturning Neoliberalism. An Interview with Jennifer Pedraza”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/06/colombia-ivan-duque-government-neoliberalism-protest-general-strike

[7] Cristian Acosta Olaya ve David Santos Gómez, “When Colombia Caught Fire”, Jacobin, https://jacobin.com/2019/12/colombia-protest-demonstration-strike-ivan-duque

[8] Tobias Franz, “Sabotaging Peace”, Jacobin, https://jacobin.com/2017/03/colombia-peace-farc-paramilitaries-santos

[9] Nicolas Allen, “Colombia’s Uprising Isn’t About Duque. It’s About Overturning Neoliberalism. An Interview with Jennifer Pedraza”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/06/colombia-ivan-duque-government-neoliberalism-protest-general-strike

[10] Aaron Tauss, “Colombia is in Revolt against Neoliberalism”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/05/colombia-neoliberalism-ivan-duque-revolt-uprising-socioeconomic-reform

[11] Diğer partilerin senatör dağılımı şöyle: Muhafazakâr P. 15, Liberal P. (merkez sol, Sosyalist Enternasyonal üyesi) 14, Umut Merkezi-Yeşiller İttifakı (merkez, merkez sol) 14, Demokratik Merkez (Duque’nin partisi) 13, Radikal Değişim (merkez sağ)11, Birleşik Halk Partisi (merkez, liberal eğilimli) 10, MIRA-CJL (muhafazakar, Hıristiyan sağ) 4, Komünler (eski FARC militanları – komünist) 5, diğer 3.

[12] Kaynak: “Colombian Parliementary Election”, Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/2022_Colombian_parliamentary_election#Results

[13] “Kolombiya’da Sol İttifak Seçim Zaferine Hazırlanıyor”, Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/kolombiyada-sol-ittifak-secim-zaferine-hazirlaniyor-baskanligi-kazanmanin-esigindeyiz-haber-1556643)

[14] 2019 ve 21 ayaklanmalarının aktörleri kendilerini pueblo (halk) olarak tanımlamayı yeğliyor. “Kolombiya bağlamında terim açıkça bir sınıf kavramı. Dışlanan, sömürülen, marjinalleştirilen ve muhalif halk sınıflarını kapsıyor – formel ve informel işçiler, ev kadınları, öğrenciler, köylüler, yerli ve Afro-Kolombiyalı cemaatler, solcular, kadınlar ve LGBT gruplar- ve onları büyük toprak sahiplerinin, agro-sanayinin, ulusaşırı şirketlerin, büyük finansın, iş insanlarının ve paramiliterlerin çıkarlarını savunan baskıcı bir hükümetin karşısına yerleştiriyor.” (Aaron Tauss, “Colombia is in Revolt against Neoliberalism”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/05/colombia-neoliberalism-ivan-duque-revolt-uprisingsol genelde bu “uzlaşı”ya sadık kaldı.-socioeconomic-reform)

[15] Sibel Özbudun, “Latin Amerika’da Barış Süreçleri”, Mevsimlik Dergi, Bahar 2015, sayı 1, ss. 13-25.

[16] Jeffery R. Webber, “Managing Bolivian Capitalism”, Jacobin, 01.12.2014, https://jacobinmag.com/2014/01/managing-bolivian-capitalism

[17] Jeffrey Webber, “Latin America’s Bitter Stalemate, An Interview with Mabel Thwaites Rey”, Jacobin, https://jacobin.com/2019/10/latin-american-political-parties-pink-tide

[18] Kristen Weld, “Holy War: Latin America’s Far Right”, Dissent, Bahar 2020, https://www.dissentmagazine.org/article/holy-war-latin-americas-far-right

[19] Ben Burgis, “Peru’s Pedro Castillo Can Break With Neoliberalism for Good. An Interview with Nicolas Allen”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/07/peru-election-pedro-castillo-neoliberalism-fujimorismo-indigenous.

[20] Liam Meisner, “Pedro Castillo’s First Round Is an Opportunity for the Peruvian Left”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/04/pedro-castillo-peruvian-left-rural-elections.

[21] Medea Benjamin, “Honduras’s First Woman President Is a Socialist With a Vision”, Jacobin, https://jacobin.com/2022/01/honduras-president-xiomara-castro-inauguration-left-challenges

[22] “Una muy buena conversacion: Gabriel Boric confirmó que se reunió con Michelle Bachelet y Ricardo Lagos”, ADN, 13.12.2021. https://www.adnradio.cl/politica/2021/12/13/una-muy-buena-conversacion-gabriel-boric-confirmo-que-se-reunio-con-michelle-bachelet-y-ricardo-lagos.html

[23] Carole Concha Bell, “Chile’s Identity Crisis: Mapuche Still Under Fire”, NACL, 31 Mayıs 2022, https://nacla.org/chile-mapuche-boric-emergency.

[24] Kavel Alpaslan, “Şili’de Boric’e Biçilen ‘Sol’ Kaftan Bol Geldi”, Alınteri, 9 Temmuz 2022, http://alinteri6.org/silide-borice-bicilen-sol-kaftan-bol-geldi

[25] Bkz. Serhat Halis, “Plazadan sallanan pembe bayrak”, Birgün Pazar, 26.12.20121

[26] “Kral Triopas’ın oğludur Thessalialı Erysikhton. Çok huysuz bir adamdır. Müthiş öfkelidir.

Kimseyi bulamayınca kendi kendine kızdığı bile anlatılır.

Ayrıca kendini çok beğenir, kendinden başka kimseyi de beğenmezmiş. Bütün yasaları, değerleri, nasihatleri hiçe sayarmış.

Bir gün bütün uyarılara karşın Tanrıça Demeter’e ait kutsal meşe ağacını durup dururken keser.

Bunu öğrenen Demeter, Erysikhton’u şimdiye kadar hiç görülmemiş ve duyulmamış biçimde cezalandırmaya karar verir. Yeryüzündeki bütün canlılar için ürün yetiştiren, yiyecek sunan Tanrıça Demeter, Açlık Tanrısı Fames’e haber gönderir Erysikhton’u cezalandırması için. Korkunç görüntülü Fames açlık diyarından uçarak gece yarısı Erysikhton’un sarayına gelir, yatak odasına girer.

Erysikhton derin bir uykudadır. Kolları arasına alır ve açlık zehirini nefesi ile onun nefesine katar.

Erysikhton’un ağzından boğazına, midesinden bağırsaklarına kadar bütün vücuduna yayılır açlık.

Daha uykusundayken acıkmaya başlar, rüyasında yemek yerken görür kendini.

Sonra büyük bir açlıkla uyanır. Midesinden başlayan, bütün vücudunu kasıp kavuran bir açlığın pençesine düşmüştür. Çok uzun süren bir kıtlıktan çıkmış gibiydi.

“Açım” diye bağırarak fırladı yatağından. Bütün hizmetçilerini, kölelerini seferber etti.

Masasına sürekli yemek taşınıyordu. Hepsini bir solukta tüketip daha fazlasını istiyordu. Yedikçe açlıktan kıvranması artıyordu sanki.

Bütün malını, mülkünü, kölelerini sattı, varlığının hepsiyle yiyecek bir şeyler aldı. Artık ne malı kalmıştı, ne mülkü, ne de parası… Ama hâlâ açtı. Sonunda çocuklarını da köle olarak satıp karnını doyurmak için bütün parasıyla yiyecek aldı. Ne yaparsa yapsın, ne kadar yerse yesin açlığını asla bastıramamıştı ve artık yiyecek bir lokması bile kalmamıştı.

Açlıktan çıldırmış gibiydi. Sonunda kendi gövdesine saldırır. Kendisini yiye yiye öldürür.” (Celal Başlangıç, “Kendini Yiyen Canavar Başkan olmak İsterse”, Artıgerçek, 8 Mayıs 2015, https://artigercek.com/yazarlar/celal-baslangic/kendini-yiyen-canavar-baskan-olmak-isterse).

 

Ölüm*

Göbeğini kemerin üstünden tuttu. Kaldırıp salladı. Yağlarını lömbürdetti.

– Asya Hanım bu kankamı çalışmadığım için mi yaptığımı düşünüyorsunuz?

Gökhan Bey çalışanlarıyla tartışırken espri yapma çabasından vazgeçmeyen biriydi. İTÜ’den mezun olan patron, ağzı laf yapabilen, sürekli enerjik ve heyecanlı bir ses tonu kullanan geveze biriydi.

Asya’nın toplantı talebini, oluşturduğu ‘çok meşgul adam’ profiliyle yaklaşık iki haftadır erteliyordu. Kızın sabrı tükenmişti artık. O gün yarım saatliğine ofise uğrayan adamın odasında bitmişti.

Adam ortası açılmış uzun saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Sırtındaki genç işi sırt çantasının askılarını tuttu; ayağı yerden kalkmadan sıçrayıp durdu. Ellerini fermuarı açık şişkin montunun cebinde tutuyor, çıkardığında abartılı jestler yapıyor; çalışanına reveranslar yapıyordu.

Kızın hiçbir sorusuna ve isteğine yanıt vermiyor, türlü “şirinliklerle” karşılık veriyordu.

Asya sorularını tekrarlasa da durumu değiştiremedi. Kendisini kötü yazılmış bir absürt durum komedisinde hissetmeye başladı. Artık nefessiz kalınca Gökhan Bey’in bir duvarı komple cam olan balkonlu odasından kaçıp, küçük ve sadece üstten yarım açılabilen bir camı olan odasına kaçtı.

Sinirleri bozulan Asya, masayı tuttu: döner sandalyesinde kendisini sağa sola doğru saatlerce salladı. Odasını toparlamaya başladı. Masasını sildi, bilgisayarın kasasını ve ekranını sildi. Klavyeyi söktü, tuş takımının altındaki tozlara üfledi. Sandalyesinin altını temizledi. Çerçeveletip duvara astığı andromeda galaksisinin illüstrasyonunu çivisinden çıkardı. Arkasını sildi. Bilgisayarını açıp fazla dosyaları sildi. Mimarisini en çok sevdiği şehirlerin yüzlerce fotoğrafından oluşan klasörde ortalardan bir tane seçip sağ oka tıklayarak geçmeye başladı.

Çıkışa bir saat kala iş arkadaşına kötü hissettiğini söyledi ve dışarı çıktı. Sahile indi. Saatlerce yürüdü. Arkadaşlarıyla haberleşip Taksim’e çıktı. Canlı balkan müziği yapan bir grubun olduğu bara gitti.

Geç saatte eve gitmesine rağmen, mesai saatine bir saat kala uyandı. Geri uzandı. 2 saat daha uyuyup işe geç gitti. Tüm gün hiçbir çizimini açmadı. İki gün süren bu rutinden sonra müdürü konferans salonunun çiziminin yetişmesi için sıkıştırmaya başladı. Sonra akıllı apartman projesi için ve 62 villalık huzur sitesinin demo mutfak projesi için…

Asya bütün bu uyarıları kulak ardı etti. Sadece canı istediğinde çalıştı. Arka terastaki sigara içme alanında geçirdiği vakit arttıkça arttı. Sigara içtikleri vakitlerde üretim bölümünden Cenk’le muhabbeti ilerletti.

Cenk ofisteki işleyişten ve haksızlıktan bahsediyor, bunun şirketlerin doğası gereği oluştuğunu vurguluyordu. Bu Asya’nın; müdürün patronla ilişkisinden, patronun çalışanla ilişkisine; çalışanın müdürle ilişkisinden, çalışanların birbirleri arasındaki ilişkiye kadar daha önce kesik kesik duyduğu şeyleri, derli toplu anlamasını sağlıyordu.

Bir gece vakti Cenk’in story’sinde gördüğü fotoğrafta kuryelerle dayanışma çağrısıyla karşılaştı. Bu boykot çağrısının üzerine düşünmeye başladı. Kendisini onlar gibi hissetti. Ücretleri yetersiz hale gelmiş, iş saatleri ve yoğunluğu artmış, yönetici baskıları yükselmişti. O, onlardı. Yıllarca okuduğu okul, farklı yollardan geldikleri upuzun yol, onca emek onu aynı kavşağa getirmişti kuryelerle.

Aynı yerde farklı insanlardı Asya ve onlar. Onlar kendileri için bir şey yaparken, o yapmıyordu. Asya imrenerek baktı haberdeki fotoğraflara. Döndü kendisine baktı. O kendisi için bir şey yapmıyordu.

Ertesi gün iş çıkışı Cenk’le yemek yediler. Yemekte kuryelerin direnişini konuştular. Toplumsal dayanışmanın öneminden bahsederek açtıkları konu; kuryelerin yoğunluğundan, aşırı tüketim ve israfa geldi.

“Asya biz topraktan koptuk. İşyerlerimizde kâğıt işleriyle uğraşıp duruyoruz. Fabrikalardakiler de ne üretiyor ki? Binlerce işçi koca bir arabanın krank milini falan üretiyor. Başka bir ülkede başka binlercesi sadece yakıt tankını yapıyor. Başkasında da birleştiriyorlar. Böyle olunca aslında artık bizim yaptıklarımızın bizim üzerimizde etkisi olmuyor. Bir mil yapmak seni nasıl değiştirebilir ki?”

“Oysa tükettiklerin seni baştan aşağı değiştiriyor. Aldığın bir araba, iyi bir ses sistemi hayatını etkiliyor. Evet, mesela iyi bir dolap yahut iyi bir sırt çantasının çok yardımı dokunuyor ama bugün hiç ihtiyacımız olmayan şeyleri de alıyoruz. Aldığımız şeyler, alma biçimimiz bizi değiştirir. Yani aslında aldıklarımız hayatımızı kuşatıyor. Her sene telefon değiştirmek çok saçma değil mi abi?”

Asya 24 yılını bugünden geriye giderek düşünmeye başladı. Son bir buçuk yılı geçirdiği işyerinde daha başlarken beklediğini bulamamış ancak uyum sağlayacağı zamanı beklemişti. Bu sırada ev kirasını, faturalarını ödemesi gerekiyordu. Son birkaç ayda almak istediği birkaç şey dışında sadece dümdüz yaşamaya çabalıyordu. Üniversitedeyken ekmek kavgası deyimini hep garipsemişti. Hayatın doymaktan ibaret olabileceğine inanmıyordu. Eğlenceli, heyecanlı, sosyal biri ve hatta organizasyonları yapan kişiydi. Gidilecek yere karar veren ve ayarlayandı. Bal rengi güzel gözleriyle baktı mı birine hiçbir teklifi kolayca geri çevrilemezdi.

Lisede tiyatroya ilgi duymuştu. Hayatının bir yarısı tiyatro diğer bir yarısı da kavgalardan ibaretti. Hiç sinirli biri değildi aslında ama içten içe kavga etmeyi çok seviyordu. Zaten liseyi bitirdiğinde kavga ettiği 48 farklı kişinin 41’iyle arkadaş oldu.

Çocukluğunun hatırladığı ilk günlerinden beri hayali mimar olmaktı Asya’nın. Dünyanın en büyük ve en eğlenceli şehrini yapmak istiyordu. Bunun için planları da vardı. İlk projesi de şehrin ortasındaki çok büyük lunaparktı.

Cenk’in heyecanlı sesi O’nu düşüncelerinden kopardı.

“Yani neden bu kadar tüketiyoruz ki? Evimizdeki eşyaların hepsine gerçekten ihtiyacımız var mı? Gerçekten ihtiyacımız olan şeylere erişebiliyor muyuz?”

“Ya sokağa çıkma yasakları döneminde herkes vızır vızır dolaşan kuryelerden, kargoculardan ne kadar tükettiğini fark etti ya… İşte bu korkunç bir şey. Sadece israftan bahsetmiyorum. Doğayı ve kendimizi de her gün tüketiyoruz. Bu gidişle bir distopya bana hiç uzak görünmüyor.”

Asya bu fikirlerin ilk başta doğru olduğunu düşünse de katılmadığı yerler vardı.

<< Hayır! Yani evet ama hayır! Çocukken hayallerim hep nasıl üretmek istediğime dairdi. Yani çikolata, şeker ve top istedikten sonraki hayallerim… Ben bir şehir kurmak istiyordum. Bütün arkadaşlarımla pedalını çevirebileceğim bir bisiklet yapmak istiyordum. Sonra büyüdükçe hayallerimi unutmaya başlayıp istediğim eşyalar girdi hayatıma. >>

Hem tüketmesek, israf yapmasak da nasıl üreteceğimiz ne tükettiğimizi belirlemez miydi? Asya haklıydı. Ama bu haklılığı içini ferahlatmıyor ona daha zor sorular soruyordu. En son ne zaman gerçekten istediği bir şeyin yapımına istediği gibi dâhil olduğunu ilk başta hatırlayamadı. Biraz daha zorlasa tabi ki aklına ufak tefek birkaç şey gelecekti. Ama bu onun düşüncelerini ve ortaya çıkan soruları değiştirmeyecekti.

Erkek arkadaşı gelince rutin sohbete döndüler. Sonra Cenk’in kız arkadaşı geldi. Dörtlü masada tatil planları ve bölgenin keşfedilmemiş mekânları tartışılmaya başlandı. Asya hafif sersemlemişken eve dönüş yoluna geçtiler.

Yalnız kalmak istediği için uzunca bir süre lavaboda bekleyip, sevgilisinin uyumasını bekledi. Salona dönüp televizyonu sessiz modda açtı. Hiç uykusu yoktu ama bir süre gözlerini yumdu. Sonra telefonunu açtı. Biraz boş boş dolandı. Sonra gelen maillerini kontrol etti. Faturalarına, kullandığı sitelerin haftalık bildirimlerine baktı.

Gelen onlarca reklam ve spam mailinin arasında alt alta gelen biri üyelik aidatı hatırlatması diğeri de güçlü oda için aktif üye çağrısından oluşan mimarlar odasının iki mailine baktı. İki yıldır birkaç ayda bir gelen birbirinin benzeri bu mailler dışında odanın gerçekten ne yaptığına; buraya neden aidat ödediğine dair bir fikri yoktu. -Her yıl gelen ajanda dışında-

Siteyi açtı baştan aşağı inceleyip kapattı. Uzandı, boşluğa bakarak düşüncelere daldı. Birkaç gündür yaşadıkları ve bugün tartıştıklarını hatırladı. Üzerine uyudu.

Sabaha karşı sevgilisi Asya’yı yatağa geçmesi için uyandırdı ve minik balkonda hava almaya çıktı. Kız da onun yanına gitti. Birer sigara yaktılar. İçlerine çektikleri dumanı geceye üflediler. Dumanlar birbirine karıştı. Gökyüzünde görünen bir iki yıldıza doğru yayılıp yoğunluğu azalarak yükseldi.

İki çift gözün her bir tanesi aynı çizgiyi takip edip aynı yıldıza takıldı.

Kız o yıldızdan kendine baktığını düşündü. Adam balkondan o yıldızda yaşayan insanlara baktığını hayal etti. << Ne istemediğimi biliyorum. >> dedi kız. << Ama isteklerim o yıldız kadar uzak bana. Çok uzakta sönmeye yüz tutmuş minik bir parıltı >>

Adam düşünde yıldıza uçtu. Kız, balkona düştü. Adam yıldıza ulaşamadı. Kızın hayali acıdı. Söndürmedikleri izmaritlerinden birer sigara daha yaktılar. Bir tane daha…

Hiç istemedikleri halde, işe gitmek için evlerinden ayrıldılar. Asya sevgilisini işe bırakıp arabayı park etti. Odasına çıktı. Bilgisayarı açtı. Huzur sitesinin çizim dosyasını açtı. Antet kısmında adını yanlış yazmıştı, düzeltti. Çizimi incelemeye başladı: başlar başlamaz sıkıldı, bıraktı.

Mutfaktan kahve koydu şirket adıyla süslü geniş turkuaz kupasına. Balkona çıktı. Yarım saat boyunca yolu izleyip sigara içti.

Asla yavaşlamayan şehrin, asla azalmayan hareketliliğini gözlemledi. Baktı, dinledi. Onunkine benzer arabalarla, benzer plazalara giren, benzer işyerlerine giden insanlara baktı. Aralarında mutlu olanları seçmeye başladı. Gözlemlerken kendi mutsuzluğundan etkilenmemeye çalıştı. Ama işe yeni başlamış olduğunu tahmin ettiği birkaç kişi dışında kimsede mutluluk göremedi. Aslında onlar da mutludan daha çok heyecanlı ve meraklı görünüyordu.

Sevgilisi aynıydı. Cenk aynıydı. İş arkadaşları aynıydı. Hatta patronunun bile aynı olduğunu düşündü. 2 bölüm müdüründen emin olamadı. Düşündü durdu. Sadece o semtteki plazalarda ve çevresinde çalışan binlerce, on binlerce insanı düşünmesinin bile yeterli olduğunu düşündü: istisnalar hariç, hepsi aynıydı.

Kendisini çok küçük gördü. Bir devasa canavar tarafından yönlendiriliyormuş gibi duran, acı çeken devasa kalabalığın içinde mini minnacık bir birdi. Twitter ekonomistlerinin bahsettiği piyasanın görünmez eli bu canavarın eli diye düşündü.

Gerçekten bir canavar veya bir görünmez el mi vardı? Canavar kim, el kimindi? Sorulara çelişkili cevapları vardı okuma kulüplerinden aklında kalan. Bu mutsuzluğu nasıl değiştireceğini düşündü. En azından kendisi bir yöntem bulup bunu yayabilir miydi ki…

Bir cevap bulamadı. Bir süre aramayı bıraktı. Odasına döndü. Huzur sitesini tamamladı, üstüne iletti.

Arkadaşlarıyla haberleşti. Moda sahnesinde 8’de Gomidas vardı. Sözleşip bilet aldılar. O günkü işlerini bitirip erken çıktı. Erkek arkadaşı mesaiye kalacaktı. Arabayı ona bırakıp metrobüsle geçti. Sokağa yayılan sivil polisler, camları çelik telli bir iki otobüs ve çevik kuvvet polislerinin arasından yürüyüp Bahariye’yi kesen sokaklardan birinde oturdu. Arkadaşları gelene kadar bira içmeye başladı.

Polislerin sürekli her yerde olmasına hala sinirleniyordu ama alışmıştı. Bir gözü sokakta bir gözü internette oyunla ilgili yazılanlardaydı. Buranın salatasını çok seviyordu. İlk birası bitince ikincisiyle birlikte bir de salata istedi.

Gözünü kaldırdığında farklı farklı şeyler yazılı farklı renkte önlükler giyen, genci yaşlısı çeşitli yaşlarda kızlı erkekli grubu gördü. Ellerindeki kötü tasarlanmış, siyah beyaz bildirileri dağıtıyorlardı. Aralarından genç bir kız ve orta yaşlı bir adam sırayla tam anlayamadığı, iyi duyamadığı bir şeyler bağırıyordu.

İçlerinden kendi akranı olduğunu tahmin ettiği bir kız ona da bir tane uzattı.

Ne olduğunu, ne yaptıklarını, neden sokakta sürekli polis olduğunu sordu Asya. Sıcakkanlılıkla cevapladı karşısındaki. Kız elindekileri arkadaşlarına verdi, müsaade istedi ve karşısına oturdu.

5 dakika boyunca sohbet ettikten sonra üstünde ‘Direniyoruz; omuz omuza güçleniyoruz’ başlıklı bildiriyi uzattı.

”Destek olmak istersen altta yazan iletişimlerden bize ulaşabilirsin. Çok da seviniriz.” dedi ve kalktı.

Ismarladığı salata geldi sonunda. Midesi kazınıyordu artık.

 

* “…Hava toprak gibi gebe / Hava kurşun gibi ağır…”

Yarım kalmış hikâyeler, kovalanmamış hayaller ve eksik kalmışlığa gebe insanlar. Tanışlarımız, tanışmadıklarımız, dostlarımız, müstakbel, eski ve yeni yoldaşlarımızla hep birlikte, parçası olduğumuz sakat bir bütünlüğü eğrisi doğrusuyla, gördüğüm kadarıyla yazmaya çalıştım.

‘Ölüm’le tamamladığım (g-ebeye) öykü serisi:

Şubat tarihli 247. sayıdaki ‘Gölge’

Mart tarihli 248. sayıdaki ‘Yansıma’

Mayıs tarihli 250. sayıdaki ‘Yanılsama’

Temmuz tarihli 252. sayıdaki ‘Çatışma’

Aynı sayıdaki ‘Gerçek’ ve okuduğunuz ‘Ölüm’den oluşuyor.

Peki ne mi yapacağız?

Nazım Hikmet Dersliği – 17. Kaldıraç Öğrenci Kampı

Bugün sizlere Nazım Hikmet’i anlatacağız. Onu anlatırken kronolojik bir akış içerisinde gitmeye dikkat göstermeyeceğiz ya da özellikle son yıllarda öne çıkartılmaya çalışılan aşk hayatı gibi “sevimli” özelliklerini başlık başlık ele almayacağız. Bizim bildiğimiz tek bir Nazım vardır: örgütlü mücadelenin içindeki şiir emekçisi Nazım. Yaşamı seyretmeyen, ona müdahale eden, okuruna “yüreğini göğsünün kafesinden çıkarıp güneşten düşen ateşe, diğerlerinin yüreklerinin yanına fırlat” çağrısı yapan, “halkın soyulmuş derisinden sırtına frak geçirenleri” hicveden, milyonların milyonda biri, sıra neferi Nazım. Yazdığı şiirleriyle o, sınıfının savaşçısıdır; işçiyi şimdiki haliyle alıp yüceltmez, yaşamının her alanında sömürülen, eksiltilen, çürüyen ve şarabını vermek için üzüm gibi ezilen işçi sınıfını her yönüyle çözümler ve aklına/yüreğine seslenerek onu hareket etmeye, ürettiği yaşamın yöneteni de olmak için al atlarını emperyalizmin göbeğinde koşturmaya çağırır. Bu hareketin de ancak örgütlü gerçekleştirilebileceğini bilir. Kavgasını da sanatını da aşkını da bu örgütlü yaşamın içinde yarattığı Nazım olarak biçimlendirip yaşamış, tüm hayatını bu sınıf savaşımının içerisinde işçi sınıfının yanında saf tutan bir devrimci olmasının üzerine kurmuştur. Kişiliğine ve sanatına saldırılması, saldırılamayan yerde ise makul zeminlere çekilmeye çalışılması bu sebeptendir, örgütlü bir devrimcinin melankolik bir aşk şairine dönüştürülüp sistem içi hale getirilmesi hedeflenmektedir ancak Nazım’ın hayatı da yazdıkları da ortadadır. Biz de bugün örgütlü mücadelesini verirken doğrusuyla yanlışıyla yaptığı tercihlerden ve bu tercihlerden doğru gelişen eyleminin yani şiirlerinin konu ve biçim bakımından hangi saiklerle oluşturulduğundan söz edeceğiz. Nazım’ı bütünlüklü olarak anlamaya çalıştık, bu çabamızın sonucu olarak aynı şekilde anlatmaya çalışacağız.

İlk başta biraz döneminin nesnel koşullarından ve bu koşulların gerekçelerinden bahsedeceğiz, Nazım’ın içine doğduğu dünyayı anlatacağız, sonrasında ilk yol ayrımıyla birlikte Moskova’ya gittiği yılları konuşacağız. Burada Nazım’ın esas doğumudur artık mevzubahis olan, örgütlenmesiyle birlikte bir devrimci olarak yaşaması ve eserlerini bu bakışla yazmasıdır. İlerleyen yıllarda Kuvayı Milliye Destanı ve Memleketimden İnsan Manzaraları‘nda görülen örgütlü ve örgütçü Nazım’ın çelişkisini ortaya koyarak bitireceğiz sunumumuzu.

Nazım 1902’de doğuyor. Doğduğu çağ, devrimler çağı. Az sayıdaki büyük şirketler pazarlara hâkim olmaya başlamış, bir yandan üretim bir yandan sermaye merkezileşiyor, sömürgelerin yağması yoluyla sermaye birikimi artıyor. Tekelci kapitalizm yani emperyalizmle beraber emperyalist devletler yeni sömürgelere, yeni sömürü biçimlerine ihtiyaç duyuyor; dünya topraklarını yeniden paylaşmak, yeni sömürgeler elde etmek hırsı içindeler. Yaşanan sıcak çatışmalarla Birinci Paylaşım Savaşı’na giden yoldayız. Öbür yandan kapitalizmin tekelci boyuta varmasıyla birlikte işçiler de artık sınıf kimliğini belirgin olarak kazanmaya başlıyor; yalnızca ekonomik değil politik açıdan da durdukları yeri görüp birlikte hareket etmenin, topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanlar olarak iktidarı alma gerekliliklerinin farkına varıyorlar. 1848 devrimlerinde işçi sınıfının rolü ve 1871 Paris Komünü deneyimi bunlara bir kanıt oluşturabilir.

20. yüzyılın başlarında Osmanlı, kapitalistleşme yarışında geri kalmış, feodal bir devlet olarak hüküm sürüyor. Geniş toprakları paylaşılmaya elverişli bir konumda, bu yüzden de hedef tahtasındakilerden yalnızca biri. Çatırdayan devleti bir arada tutabilmek adına Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi fikir akımları oluşsa da bunlar fikrî sahadaki etkileri hariç politik bir değişim yaratabilecek güçte değiller. Sanat alanında bu yansımalar ise şöyle vücut buluyor: Ya Batı özentiliği içinde ağır bir dil kullanarak çok daha şahsî meseleleri konu edinenler ya da biraz daha sonraları ortaya çıkan, dilde sadeleşmeyi benimseyip konularını halktan alan ama halkın davasına ortak olamayan milliyetçi şairler.

Nazım Hikmet böyle bir ortama doğuyor işte. Özellikle Mevlevilik tarikatına mensup paşa dedesinin okuduğu şiirlerden aklında kalan aruz ölçüsünün taklidine kalkıştığı, Osmanlıca kelimelerin yoğunlukta olduğu ilk şiirlerini veriyor. Bunlar daha dindar bir çerçeveden yazılmış şiirler. Sonrasında artık Birinci Paylaşım Savaşı’yla yükselen anti-işgal hareketinin de etkisiyle, milliyetçi bir tutumla, biçimin heceye döndüğü şiirler yazmaya başlıyor. Ancak o da yaşananları ancak gözlemci bir pozisyondan izlemekte, okuyup işittikleriyle sınırlı. Yani yazdıkları ikinci el verilerin üzerine oluşturulmuş hayallerin yansımaları bir nevi. Kendisi bu davanın bir parçası olmadığı için yazdıkları da o derecede dışarlıklı. Bu mücadeleyi kendi mücadelesi haline getirip bir ucundan tutmak için İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’ya gidiyor. Ama Anadolu’da bildikleri tersyüz oluyor. Açlığı, sefaleti, katliamları, halkın yaşadıklarını doğrudan görüyor. Gördüğü yalnızca halkın yaşamı değil. Paşaların, iktidar savaşında olanların, anti-emperyalist mücadeleye önderlik etmeye kalkışanların yaşamını da görüyor. Zenginliktir gördüğü, rakı şişesidir, biraz mezedir, eğlencedir, âlemdir, halktan kopuk kendi aralarında dönen bir iktidar mücadelesidir. Henüz sınıf bilinci oluşmamış olsa da ortada topyekûn bir “milli mücadele” olmadığını, bu mücadelenin içinde aynı safta gözükenlerin arasında bir ezen bir de ezilenin olduğunu fark ediyor. Bu süreçte Almanya’da Marksist mücadele yürüten Spartakistlerle tanışıyor ve sol neşriyatla haşır neşir oluyor. Mustafa Suphi ismini de o günlerde tanıyor. Mustafa Kemal tarafından Rusya’dan dönerken boğdurulan Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının hikayesini Anadolu’da öğreniyor. Mustafa Suphiler TKP’nin kurucularındandır, mücadeleyi sosyalist bir çizgiye çekmek amacıyla memlekete gelirken Mustafa Kemal’in emriyle Karadeniz’de boğdurulmuşlardır. Birkaç yıl sonra şiirinde “Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak/Kalbim yine çarpıyor/ kalbim yine çarpacak!” diyerek canlandıracaktır Suphileri.

Artık bir yol ayrımına girmiş durumda. Ya Moskova’ya gidecek. Emperyalistlerin Birinci Paylaşım Savaşı’nı sonlandırıp kendisine karşı tek cephe haline gelmelerine, TC devletini kendisine karşı bir ileri karakol olarak örgütlemelerine sebep olan; burjuvaziye karşı iktidarı Sovyetlere veren Ekim Devrimi’nin merkezine ve devrim ateşini yaşayacak orada. Ya da memlekette şöyle böyle bir iş bulup hayatına devam edecek. Bir hesaplaşmaya varıyor bu tercih. Kendisine soruyor: “Oğlum, sen hapiste yatabilir misin, kör kalabilir misin, asılmak var günün sonunda, ölmek var Suphi gibi. İçkiyi, yemeyi, sanatı, kadınları bırakabilir misin?”. Seçimini yapıyor sonra, görmüş Anadolu’yu, iki uzlaşmaz sınıfı sezinlemiş yerinde. Karar veriyor Moskova’ya gidilecek.

Moskova’ya doğru yol alırken, Nazım yeni kurulan bu ülkede Anadolu’dan çok da farklı bir manzara bulamaz önce; yeniden açlıkla, sefaletle yüzleşir ve bütün bu açları milletinden, cinsinden bağımsız olarak insanlık adına sahiplenir: “Değil birkaç/Değil beş on/ Otuz milyon/ Aç bizim”.

Moskova’ya vardığında ise devrim ateşinin ortasında bulur kendini, Ekim Devrimi’nin havası Moskova’dan Avrupa’ya yayılmış, herkes devrimler dalgasını beklemektedir. Burada Devrim önderlerinin mitinglerine katılma ve fikirlerini kendilerinin ağzından dinleme şansına kavuşur. Doğu Emekçilerinin Komünist Üniversitesi yani “KUTV”da eğitim görür, eğitimi esnasında kendisini teori ve sanat açısından geliştirir ve Mayakovski gibi alanın öncüleriyle tanışır. Şiirleri içerik ve biçim bakımından fikrini örgütlemek üzere şekillenir, hatta tamamen ajitasyon ve propaganda biçimini alır, yer yer bu durum kaba didaktik bir anlatıma bile varır. Bu dönemde Anadolu’da yayınlanmak üzere gönderdiği ve didaktik yönü ağır basan şiirlerin yanında, mitinglerde kürsüden okunmak için yazdığı, içerikten ziyade ses uyumu ve yapının önde olduğu şiirler de yazar. Lenin’in ölümü üzerine yazdığı Matem Marşı bu dönem yazdığı şiirlerine örnektir: “Çan/çalmıyoruz/çan /çalmıyoruz/yok/salâ veren! / Giden/o/biten/bir/şarkı değildir…/ O/büyük/bir/ışık/gibi döğüştü. /Kasketli/bir güneş/halinde düştü…”

Bu şiiri barındırdığı ses uyumu ve biçimi itibariyle Moskova’da kürsüden okunduğunda Türkçe bilmeyen yoldaşlarını dahi Nazım’ın deneyimlediği durgun yasa sürükleyecek şekilde yansıma seslerden faydalanarak yazılmıştır.

Aynı dönemde Suphi ve on beş yoldaşının faaliyetleri sebebiyle Mustafa Kemal tarafından kumpas kurularak katledilmesini konu alan 28 Kanunisani’yi yazar:

“….

Trabzon’dan bir motor açılıyor

sa-hil-de-ka-la-ba-lık!

motoru taşlıyorlar

son perdeye başlıyorlar!

burjuva kemal’in omuzuna binmiş

kemal kumandanın kordonuna

kumandan kahyanın cebine inmiş

kahya adamlarının donuna

uluyorlar

 

hav… hav… hak… tü

yoldaş unutma bunu burjuvazi

 

ne zaman aldatsa bizi

böyle haykırır:

hav…hav…hak…tü

 

– gördün mü ikinci motörü?

– içinde kim var?

– arkalarından gidiyorlar.

– ikinci motör birinciye yetişti

– bordoları bitişti

– motörler sarsılıyor

– dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar.

– hayır

 

iki motörde iki sınıf çarpışıyor

….”

 

TC devletinin ve kurucusunun burjuva karakterini olanca sadeliğiyle ortaya koyduğu bu şiirinde Nazım’ın dönemini aşan bir berraklıkla yaklaştığını görürüz Anadolu’daki burjuva devrimine.

Nazım’ın Sovyetler’de sağlamlaştırdığı dünya görüşünün ve teorisinin temelini, devrimci mücadele ve mücadeleye uygun bir araç olarak parti faaliyeti oluşturur. KUTV’daki eğitimini tamamladıktan sonra Avrupa Devrimi’nin beklendiği gibi gerçekleşmemesi ve Lenin’in ölümünün de etkisiyle devrim fikrini yaymak üzere Anadolu’ya döner. Türkiye Komünist Partisi üyesidir. Parti perspektifine uygun şekilde kitleleri ajite etmeye yönelik, anti-emperyalist niteliği önde şiirler yazar. Nazım iyi bir ajitatördür, bu dönemde yazdığı Güneşi İçenlerin Türküsü şiirinde gördüğümüz üzere insanca bir yaşam mücadelesini zengin çağrışımlarla, sosyalizm demeden anlatmanın yollarını bulur:

“Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!

Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,

toprak kokuyor bakır sakallarımız!

Neşemiz sıcak!

kan kadar sıcak

delikanlıların rüyalarında yanan

o “an”

kadar sıcak!

Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak

ölülerimizin başlarına basarak

yükseliyoruz

güneşe doğru!

Ölenler

dövüşerek öldüler;

güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var

güneşe akın

Güneşi zaaaptedeceğiz

Güneşin zaptı yakın!”

Bu dönemde Nazım’ın ve çevresinin faaliyetleri devletin gözünden kaçmaz, yazı ve şiirlerinin yayınlandığı Aydınlık Dergisi baskına uğrar ve çoğu yazarı tutuklanır. Nazım önce Moskova’ya gider ve dönüşünde ilk defa hapishaneye düşer. Burada yaşadıkları şiirinin içeriği bakımından köklü bir değişime sebep olacaktır. O zamana kadar şiirlerinde propaganda yönü ağır basmış, kaynağını doğrudan hayatın içinden değil; fikirlerinden almıştır. Hopa Hapishanesi’nde ise şimdiye kadar yaşamlarını ancak yakından gözlemleyebildiği insanların, kendi insanlarının hayatına dahil olmuş, onlarla ortak bir yaşam kurmuş ve onların şiirlerini yazmıştır. “Dar yalakta aptes alan ihtiyar Kızkapan Oğlu Vehpi”dir arttık anlattığı, “Bir gece bir kanca alıp yanına damından inmiş dedesinin dükkanına” dediği Muhittin’dir. Onun şiirlerini büyüten de bu olmuştur. Artık bir hatip gibi kitabi bir yerden doğruları art arda sıralayan biri olmaktan çıkmış; yaşamın içinden olanı, bu doğruların süzgecinden geçirerek görüp hayatın kendisini anlatmaya koyulmuştur. Teorik bilgisini bir gözlük gibi kullanarak gördüğü insanları doğrudan bir sadelikle anlatabilmesi, onu memleketin şairi yapmaya başlamıştır. Mücadelesini hayatın geri kalanından ayırarak en tepeye yerleştiren ve bu uğurda aşk şiirleri yazmamaya ant içen bir Nazım’dan, yaşamın dört bir köşesini mücadeleyle ören, su içmekten uyumaya her bir eylemi devrimci olarak gören yaşayan eyleyen Nazım’a dönüşmüş, bu da her türden konuyu bir komünist olarak işleyerek şiirlerini genişletmeye götürmüştür onu. Kuru bilgileri estetize etmez artık, “Ustanın şarap parası için çırpı bedenini ateşe atan çırak” gibi, “para yüzünden itin birine varan taze bir gül Ayşe”* gibilerini sayfalarında yontabilmesinden gelir devrim demeden insanların gönüllerinde kızıl meşaleyi yakabilen sahiciliği.

Bu esnada dünya devrimi dalgasının yaşanmamasıyla tek bir ülkeye sıkışan sosyalist devrim, kendisine yeni yollar aramaktadır, Nazım bu dönemde devrimin yayılmasını önlemek amacıyla Sovyetlerin etrafının bir duvar gibi çevrilmesini duvar şiirinde anlatır. Bu şiirin devamında bulunan Duvara Cevap kısmında ise kendi örgütlü mücadelesini insanlığın tarihsel gelişimi içerisinde diyalektiğin zorunlu bir ürünü olarak görüşünü şöyle anlatır: “Bize karşı koyanlar/karşı koymuş demektir. /Maddede hareketin/yürüyen cemiyetin/ezeli kanunlarına. /Sükûn yok, hareket var/bugün yarına çıkar/bugünü yıkar/ve bu durmadan akar/akar/akar.”

Nazım’ın örgütlü mücadeleye bakış açısını en açık biçimde teşhir edebileceğimiz şiirlerinden bir tanesi de yıllar sonra yazacağı Ceviz Ağacı’dır.

“…

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.

…”

Gülhane Parkı’nda ceviz ağacı yoktur, aynı tutuklanacağı için Moskova’da olup İstanbul’un dışında bulunan Nazım gibi. Ama Nazım Hikmet her ne kadar İstanbul’da olamasa da dokunur ona yüz bin eliyle, çünkü örgütlü bir devrimcidir ve Nazım örgütü kadardır. Tek bir yaprağın hareket kabiliyetini aşmış, yüz bin yaprağın bir araya gelip yarattığı nitelik sıçramasıyla ağaç olmuş, bir ağacın potansiyeline ulaşmıştır. Yüz bin tane insan bir tek mücadele için savaşım verirken onun bedenen İstanbul’da olmaması bir şeyi değiştirmez. Örgütlülüğüyle, örgütüyle o; yüz bin insanın hareketinin parçası olarak İstanbul’a müdahale etmeye kadirdir. Kendi kişisel sınırlarını aşmak, mücadelenin sürekliliğini tekil şahsiyetlerin becerilerinden çıkarmak, kolektifin oluşturduğu bilgi birikimi ve tecrübeyle varılan teoriyle bireysel bakış açılarının sınırlılığını yıkıp hakikate yaklaşmak ancak mücadeleyi bireysel bir itirazdan çıkarıp örgütün içerisinde hareket etmekle mümkündür, o da bunun farkındadır. Hele ki karşıda burjuvazi tek tek değil, en gelişmiş örgütü yani devletiyle saldırıyorsa biz devrimcilere, bu zorunluluktur. Nazım da bu zorunluluğun getirisiyle örgütlenmiştir ve hayatı boyunca örgütlü mücadelenin içerisinde yer almıştır.

Öte yandan Komintern’in devrimin yayılmaması ve faşizmin yükselişine karşı üreteceği politika burjuvanın içerisinde ittifaklar arayarak devletlerin faşist hükümetlerle yakınlaşmasına karşı Faşizme Karşı Birleşik Cephe’ler örülmesi olur. TKP bu politikaya uygun olarak Mustafa Kemal ve onun önderliğinde gerçekleşen burjuva devrimi sahiplenmiş, bir “milli mücadele” anlatısını benimsemiştir. Partili Nazım, Komünist Nazım, daha 1923’te “Burjuva Kemal’in sırtına binmiş, Kemal kâhyanın donuna” diyebilmiş Nazım; Suphi’lerin katili, burjuvayı omuzlamış Kemal’le nasıl uzlaşabilir? Tarihe ve devlete berrak bir sınıf bilinciyle bakan Nazım, Parti’nin bu politikayı benimsemesini başta kabullenemez, muhalefet eder, partinin içinde muhalif kanadı örgütler. Fikrini parti içerisinde örgütlemeye çalışan Nazım’ın mücadele süreci partiden ihracına kadar gidecektir. Ancak Nazım örgütçüdür, partiden ihraç edildiğinde bile ilk ve en önemli hamlesi yeni bir parti örgütlenmesi yaratmaya çalışmak olmuştur. Yine de yeni parti örgütlenemez, Nazım da yeni bir yol ayrımına gelir. TKP ile devam etmek veyahut örgütsüzlük. Nazım örgütçüdür. KUTV’daki eğitiminden ve Ekim devrimi deneyiminden bilir: devrimci parti devrim yolunda sınıfın yegâne silahıdır. Devrimci olarak burjuvazinin karşısında işçi sınıfının yanında yer alabilmesi, mücadele etmesi ancak örgütlüyken mümkündür. Tek yolu TKP içerisinde faaliyet yürütmektir, bunun için Nazım partiyle uzlaşma yoluna gidecektir.

Şimdi tabloyu tekrar önümüze serelim: Nazım, Komünist Nazım, burjuvayı omuzlayan Kemal’e karşı “Onlar-biz” diyebilmiş Nazım, nasıl uzlaşır burjuva devletle? İşte bu çelişki Nazım’ın şiirlerinde de kendini tarif edecektir. Parti politikasıyla uzlaşı içerisinde olan Kuvayı Milliye Destanı (“Sarışın bir kurda benziyordu/ ve mavi gözleri çakmak çakmaktı”) ve sınıfın durumunu filtresiz gözler önüne seren Memleketimden İnsan Manzaraları (“510 numaralı üçüncü mevki vagon/Jandarmalarla mahkûmlar birinci bölmede/Çavuş, daha bir kere olsun gülmedi/Mavzerler yatırıldıysa da raflara/kelepçeler çözülmedi/Ayrı ayrı dünyalarda iki taraf.”) bu dönemin ürünleridir. Kuvayı Milliye’de Anadolu’daki anti-işgal hareketler, Kemal’in önderliğinde bir milli kurtuluş mücadelesi olarak anlatılırken Nazım kendi bildiğini mi unutmuştur? Hayır. Nazım örgütçüdür. Örgütlü mücadeleyi her şeyin önüne koyar. Yazık ki bu yolda gerçeği görmesine rağmen fikrini sonuna kadar götürememiş, ısrar yerine uzlaşı yolunu tercih etmiştir. Bilgisine sahip olduğu gerçek ve partiyle ters düşmemek isteği ise bundan sonraki mücadele hayatında süreğen bir çelişki olarak kendini var etmeye devam edecektir. Nazım niçin uzlaşı yolunu seçmiştir? Bir yanıyla bu süreçte Parti içerisinde Nazım’a karşı örgütlenen kanadı ve saldırıları görmek gerekir. Devletin sürekli saldırısı altındaki Nazım, parti tarafından sahiplenilmemiş, genç şairler kendisine karşı kışkırtılmıştır. Nazım 1951’de açlık grevine başlayana kadar parti, hapishaneye düşmesini bile gündem etmemiştir. Bu saldırılar karşısında Nazım, gerçeği örgütlemek konusunda bir adım geri kalmış, dahası dört bir yanda Komintern kararınca uygulanan Faşizme Karşı Birleşik Cephe teziyle tekil olarak mücadele edememiştir. Şiirlerinden görürüz ki Nazım bildiğine sırtını dönmemiş, ama gerçeği örgütlemek için sonuna kadar diretecek tutumu da sergileyememiştir. Burada şunu görmek gerekir, evet Nazım örgütü kadardır ama örgütü de Nazım kadardır. Parti, üstten alta yapılması gerekenleri aktaran bir oluşum; kolektif, kişinin dışında ona emirler buyuran bir yapılanma değildir. Örgüt, elbette kişilerin toplamından fazladır ama onlardan meydana gelir. Kolektif akıl, kişilerin fikirlerinin birbirini gerçeğe doğru açmasıyla ulaşılan noktada sağlanan birlikle oluşur. Fikrinin gerçek olduğunu düşünen de ne denli ısrarcı olursa onun arkasında ne denli durup diğerlerini ikna edebilirse, oluşacak ortak irade de o ölçüde bundan beslenerek hakikate yakınlaşır. Yani Nazım örgütünü örgütleyemediği noktada -tarihsel koşulların da bu yönlü geliştiğini göz önünde bulundurmakla beraber-, gerçek olmayan ve kendisinin de bunu bildiği bir fikrin arkasında durmak zorunda kalmış, Memleketimden İnsan Manzaraları’na ekleme çıkarma yaparak bir milli mücadele anlatısı yaratmış, Kuvayı Milliye Destanı gibi resmi tarihin içerisinde yer alabilecek bir eser vermiştir.

 

Nazım doğrusuyla yanlışıyla bizimdir. Bugün doğumundan 110 yıl sonra hala onun şiirleriyle ümidi, direngenliği, birliği, yası, aşkı yaşıyorsak, birbirimize güç veriyorsak bundandır. Ancak onu iyi tespit etmek, uçlara savrulmadan yaşadığı ve yazdıklarını olduğu gibi görüp eleştirebilmek de lazımdır ki onu aşabilelim, maddede hareketin yürüyen cemiyetin ezeli kanunlarına karşı koymayalım. Bu takdirde Nazım’ın hayatından şu iki hakikat çıkarılabilir: Örgütlenmek, halkların karşısında en gelişmiş aygıtı -devletiyle- üzerimize gelen burjuvaziyi yıkmak adına gereklidir çünkü tekil itirazlar ancak örgütlü mücadeleye akıtıldığı takdirde süreklileşebilir, büyüyebilir, güçlenebilir, birey ancak örgütü kadar vardır. Bir yandan da bu tekiller doğru bildikleri fikirlerini sonuna kadar götürüp ısrarla örgütlemeye çalışmalıdırlar ki kolektifin aklı bu yönlü çalışsın, hareketin rotası gerçeğe doğru çizilebilsin çünkü örgüt de bireylerin kendisi kadar vardır. İsyanı örgütte birleştirmek, gerçeği örgütlemek, bir tarafıyla hayatının her alanını mücadeleye çevirmek ve üretmek, devrimciliğini bütün olağanlığıyla yaşamın ortasında sürdürmek gerekir. Çünkü:

“Türkülerimiz

varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.

….

Biz anlamayız

tek ağzın türküsünü

Türkülerimiz

ön safta en önde saldırmalıdır düşmana

….

Türkülerimiz

bir tek yüreğin

perdeleri inik

kapısı kilitli evinde oturamaz

Türkülerimiz

rüzgara çıkmalıdır!”

 

 

*Bekir Kilerci-Fırtına Kopanda

 

“İnsanlık” değil, kapitalizm…

Atmosfer ısınmaya devam ediyor, biyo-çeşitlilik ve canlı türleri hızlı bir tempoyla azalıyor, şimdilerde yok oluşun normalin 100 ila 1000 kat arttığını tahmin ediliyor… Bilim insanları önümüzdeki on yıllarda ekosistem için vazgeçilmez olan 1 milyon türün yok olacağını haber veriyor ve insanın da “o türlerden biri” olduğu pek akla gelmiyor… Kuraklık, seller, orman yangınları artıyor, deniz seviyeleri yükseliyor, okyanuslar tuzlanıyor, balıklar ölüyor, açlık, yoksulluk derinleşiyor, “iklim göçleri” görülmemiş sayılara ulaşıyor, birçok ülke daha şimdiden gıda güvenliğini ve egemenliğini kaybetmiş durumda… Bütün bunlar yaşanırken sermayenin kârları da hızla artmaya devam ediyor. Zirvelerde alınan kararlar, peşi sıra yayınlanan raporlar işlerin her geçen gün daha da sarpa sardığına dair kaygıları açık ediyor, lâkin ekolojik yıkımın, iklim krizinin sorumlusunun “insanlık” olduğu söyleniyor… Binlerce, on binlerce sayfalık değerlendirme raporlarında kapitalizm kavramı hiç geçmiyor… “Konunun uzmanları” ve “her konunun uzmanları” televizyonlarda saatlerce iklim krizini, ekolojik yıkımı “tartışıyor…” hiçbirinin ağzından kapitalizm çıkmıyor… İyi de siz o sorunu hangi temel üzerinde tartışıyorsunuz? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir?

Egemen sınıfların hizmetindeki “Sivil Toplum Örgütleri” [NGO’lar) ve büyük medya yıkımın asıl sorumlusunu gözden uzaklaştırmak için seferber olmuş durumda. Asıl sorumlunun insan (Homo Sapiens) olduğu söyleniyor… WWF (Dünya Vahşi Doğayı Koruma Vakfı) 1970 yılından beri vahşi hayvan popülasyonunun %60’ının yok olduğunu ifade ediyor ve yok oluşun insanların aşırı tüketiminden kaynaklandığını ileri sürüyor… Vakfın 148 sayfalık 2018 Raporunda “insanlık” kelimesi 14 kere, “tüketim” kelimesi de 54 defa geçiyor… “Kapitalizm” bir defa dahi geçmiyor… Yok sayarak bir sorun anlaşılabilir, bilince çıkarılabilir mi? Eğer canlı türleri aşırı tüketimden kaynaklanıyorsa, aşırı tüketim de kapitalizmin eseri değil mi?

Kapitalizm, sürekli büyümeye mahkûm netameli bir sistemdir. Orada durmak da, yavaşlamak da mümkün değildir. Hiçbir zaman bana bu kadarı yeter demez, diyemez… Varlığını büyümeye borçludur… Büyüme veya yok olma ikilemi söz konusudur… Hem her seferinde daha çok üretme zorunluluğu var ve hem de amacın hasıl olabilmesi için üretilenin satılması, tüketilmesi, Marksist bir kavramı kullanmak gerekirse, realizasyon gerekiyor. Kapitalist endüstriyel tarım (agro-endüstri), canlı türlerinin yok oluşunun başlıca nedenlerinden biri. Yegâne ereği kâr olan bir üretim tarzının doğaya, insana, canlılara saygılı olması mümkün olmadığına göre…

Yegâne ereği, her seferinde daha çok kâr olan bir sistemden doğaya, insana, canlılara saygılı olması, doğanın sınırlarını dikkate almasını beklemek abestir… Kapitalizmi değil de “tüketimi” yıkımın ve kötülüklerin sorumlusu saymanın bir anlamı olabilir mi? Eğer ortada bir saçmalık, bir irrasyonellik varsa, asıl nedene odaklanmak, şeyleri adıyla çağırmak gerekmiyor mu?

Yıkımdan “aşırı nüfusun” sorumlu olduğunu söylemek de yaygın bir tevatür… Bu dünyada yaşayan herkesin yıkımdan aynı derecede sorumlu olduğunu söylemenin bir inandırıcılığı olabilir mi? Eğer ortada bir yıkım varsa, işler sarpa sarmışsa, bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi ortaya çıkmışsa, bunun nedeni dar bir ayrıcalıklı küresel azınlığın yaratılan zenginliğe el koymasıdır… Atmosferin ısınmasında asıl sorumlu olan “Büyük İnsanlık” değil, dünya nüfusunun sadece %10’unu oluşturan “mutlu azınlık”. En zengin %10 atmosferin ısınmasına neden olan karbon gazı emisyonunun %50’sinden sorumlu… Sorumluluk ayrıcalıklı azınlığa ait ama iklim krizinin, ekolojik yıkımın, biyolojik çeşitliliğin yok olmasının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda olanlar bu dünyanın zenginliğini üreten yeryüzünün lânetlileri, Büyük İnsanlık… Asıl sorumlu, insana canlılara, doğaya saygısız kolonyalist, emperyalist kapitalist sistem… Velhasıl yıkıma maruz kalanlarla, yıkımdan kâr edenler ayrımını iyi yapmak gerekiyor…

Aslında ekolojik yıkımın, iklim krizinin başlıca nedenini nüfus artışına bağlamak, küresel oligarşinin ve temsilcilerinin suçunu başkalarının üzerine atmak, asıl sorumluyu görünmez kılmaktır… Kapitalizmde “benden sonra tufan” anlayışı geçerlidir… Kapitalistler insanların kaderiyle de ekolojik yıkımla da ilgili değillerdir… Öylesi kaygılara yabancıdırlar. Nüfus artışını, ne demekse “aşırı nüfusu” günah keçisi saymak ideolojik bir manipülasyondur… Eğer bugün dünya ölçeğinde, nüfus artışı oranı farklılık gösteriyorsa, zengin ülkelerde düşük, yoksul ülkelerde yüksekse, bunun nedeni zenginliğin küresel planda aşırı eşitsiz bölüşülmesindendir. Bir şey daha var: insanlık dendiğinde, sosyal eşitsizlikler, sınıfsal farklılıklar, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisi, sınıf çatışmaları görünmez kılınıyor… Netice itibariyle insanlık dendiği zaman bir genelleme, bir soyutlama yapılmış oluyor…

Her toplumda zenginlerin nüfusu yoksullardan daha az artar. Bu, dünya ölçeğinde de öyledir… Zengin ülkelerden yoksul ülkelere doğru gidildikçe nüfusun daha çok arttığı gözlenir. Fakat yoksulluğu yaratan da kapitalizmdir. Mesela yoksul kesimden 10 çocuklu bir aileden biri okuyup devlet bürokrasisinde görev alsa, ekseri ikiden fazla çocuğu olmazdı! Kaldı ki, kapitalizm göreli ve mutlak yoksulluk yaratmadan yol alamaz. Dünya nüfusu %30 azalsa, ekolojik yıkım ve iklim krizi cephesinde değişen bir şey olmazdı…

Yüz yüze geldiğimiz sorunlar, sayısız kötülükler, akılsızlıklar, radikal dönüşümleri gerektiriyor… Yeni bir perspektife ve paradigmaya acilen ihtiyaç var. Sürdürülebilir bir yaşam için üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı radikal olarak değiştirmemiz gerekiyor ve bu mümkün…

Bir sorunu yaratanlardan çözüm beklenemeyeceğine göre, iş başa düşüyor… Bozulanı yapmak da sonuçta yeryüzünün lanetlilerine kalıyor ve yapılacak olan da bir sır değil… Vakitlice insanlığa yıkımdan, ölümden, savaştan, açlık, yoksulluk, sefaletten, aşağılanmadan… başka bir şey teklif etmeyen lânetli kapitalizmden çıkmak gerekiyor… Zira geç kalınırsa geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…

 

Direnişin dünyası… Demokrasiniz diktatörlük, ekonominiz köleliktir; yiyin efendiler yiyin geleceğiniz çöplüktür!

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” Ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Derinleşen ekonomik krizle birlikte her geçen gün artarak gelişen kitle eylemleri ile işçiler bir sınıf olarak hem kendi gücünü görmekte hem de egemenleri görüp tanımaktadır. Emperyalist merkezlerin demokrasi şalları işçilerin direnişi ile ortadan kalkıyor. Tabii bir de “ulusal çıkarlar” şalı var. Hani şu uluslararası holdinglerin, şirketlerin kârları olunca rafa kalkan ama söz konusu işçilerin hak ve talepleri olunca polisiyle, kanunuyla işçilerin karşısına dikilen “ulusal çıkarlar”. Almaya, İngiltere gibi “ulusal çıkarlara” pek önem veren devletler büyüyen grev dalgası karşısında grevlerin gücünü azaltmak için her yolu deniyor.  

İşçiler ise bütün saldırılara, baskılara, “şallara” rağmen kendi sınıfsal çıkarları için dünyanın her yerinde mücadeleyi büyütüyor. Temmuz ayında dünyanın pek çok yerinde grevler ve kitlesel sokak eylemleri gerçekleşti. Derleyebildiğimiz kadarıyla temmuz ayında gelişen grev ve sokak eylemleri:   

Demokrasi abidesi (!) İngiltere devleti grev kırıcılığına soyundu

İngiltere’de büyüyen grev dalgası karşısında devlet grevlerin gücünü azaltmak için her yolu deniyor. 

Demiryolu, Denizcilik ve Taşımacılık Sendikasının (RMT) Haziran ayındaki üç günlük grevi büyük dayanışmayla karşılanmış ve devamında aralarında makinistler, telekom işçileri, posta işçileri, eğitimciler ve sağlıkçıların da bulunduğu kamu ve özel sektördeki birçok iş kolunda yüz binlerce işçinin grev hazırlığı gündeme gelmişti. İşçilerin özellikle artan enflasyon nedeniyle ücret artışı ve iş güvencesi için çıktığı grevlere karşı İngiltere devleti grev kırıcılık rolüne soyundu. 

İngiltere, İskoçya ve Galler’de patronların grevlerde geçici işçi istihdam etmesine izin veren bir yasa yürürlüğe girdi. Yasa, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) sendikal örgütlenmeyi güvence altına alan 87 No’lu sözleşmesi başta olmak üzere çalışma koşullarını düzenleyen bağlayıcı uluslararası anlaşmaların ihlali olarak yorumlanıyor.

İş, Enerji ve Endüstriyel Strateji Bakanı Kwasi Kwarteng, Muhafazakâr Parti hükümetinin işçilerin en temel haklarını çiğneyerek yaptığı “yasal” düzenlemeyi “Ceza gerektiren bir suç olan yasal düzenlemeyi değiştirdik. Sendikaların ekonomimizi durdurmasına izin vermeyeceğiz” açıklamasıyla duyurdu.

Devlet, grev dalgasının önünü kesebilmek için aynı yasal düzenleme içinde ayrıca sendikaların ödemek zorunda kalabileceği tazminat miktarını da artırdı.

Yeni düzenleme, grevin “yasa dışı” olduğunun tespit edilmesi hâlinde, mahkemelerin bir sendika aleyhine verebileceği maksimum tazminat miktarını değiştiriyor. Bu da yasal bir grev için hâlihazırda oldukça yüksek bir grev oylama barajının yürürlükte olduğu İngiltere’de üye sayısı milyonları geçen en büyük sendikalar için azamî cezanın 250 bin sterlinden 1 milyon sterline yükseleceği anlamına geliyor.

İngiltere işçi sınıfı ayağa kalkıyor, grevler dalga dalga büyüyor

İngiltere işçi sınıfı, egemenlere karşı mücadele hattına girdi. Birçok iş kolunda bu ay sonunda büyük grevler gerçekleştirilecek.

41 bin demir yolu işçisi, 6 bin makinist ve 40 bin telekom işçisi greve çıkıyor. 115 bin posta işçisi, 500 binden fazla eğitimci, 170 bin kamu işçisi ve birçok iş kolunda yüz binlerce işçi grev hazırlığı yapıyor. 

Birçok iş yerinde 30 yıl sonra ilk defa yapılacak grevlerde, başta ücret artışı olmak üzere çeşitli talepler dile getirilecek. İş güvencesi, emeklilik haklarına saldırıların son bulması ve iş koşullarının iyileştirilmesi işçilerin öne çıkan talepleri arasında.

Demiryolları yine duracak

Demiryolu İşçileri Sendikası RMT, 21, 23 ve 25 Haziran’daki üç günlük grevinin ardından, yeni grev tarihlerini açıkladı. Üç günlük grev sonrası demiryollarını işleten toplam 14 şirketle görüşmeleri sürdüren RMT, bu görüşmelerden sonuç alamayınca yeniden grev ilan etti. Buna göre, 27 Temmuz, ile 18 ve 20 Ağustos tarihlerinde iş durdurulacak. Greve 41 bin işçi katılacak.

Tren makinistleri de grev dedi

Toplam 8 ayrı şirkete bağlı çalışan makinistler de grev gününü açıkladı. 6 bin makinistin greve çıkması, ulaşımda hayatın felç olacağı anlamına geliyor. 30 Temmuz’da trenleri durduracak Tren Sürücüleri Sendikası ASLEF Genel Sekreteri Mick Whelan, “2019 yılından bu yana doğru dürüst bir ücret artışı alamadık. Hükümetin desteğini arkasına alan bu şirketler, gerçek hayatta aslında ücretlerimizi düşürmüş durumda. Buna daha fazla sessiz kalamazdık” dedi.

BT’de 35 yıl sonra ilk grev

İletişim İşçileri Sendikası da (CWU) grev tarihlerini açıkladı. Ücretlere zam ve iş koşullarının iyileştirilmesini isteyen 40 bin British Telecom (BT) işçisi 29 Temmuz ve 1 Ağustos günlerinde 2 günlük grev gerçekleştirecek. 1987 yılından bu yana ilk kez greve çıkacak olan işçiler, kriz ve salgının yükünü daha fazla yüklenmeyeceklerini ve hayat pahalılığı karşısında sessiz kalmayacaklarını açıkladılar.

İngiltere’deki en zengin 350 şirketin kârlarında yüzde 73 artış olmasına ve enflasyonun yüzde 10’a dayanmasına rağmen işçilerin maaşlarında sadece yüzde 1 ya da 2 dayatması karşısında işçiler, grev oylamasını da yüzde 95’le geçti. 350 şirket arasında olan BT, geçtiğimiz yıl 1.3 milyar sterlin kâr yaptı. BT’nin CEO’su yılda 3.5 milyon sterlin maaş alırken, işçilere yüzde 2 önermesi işçileri daha da öfkelendirdi.

Grev dalga dalga yayılıyor

Ulusal Eğitim Sendikası (NEU) 510 bin üyesine grev oylamasına başladı. Ücretlere zam talebinin yanı sıra, eğitim müfredatı ile yöntemleri belirlenirken sendikanın görüşüne de başvurulmasını talep ediyor.

Başta bakanlıklar olmak üzere pasaport dairesi, iş ve işçi bulma kurumu, sürücü sınavları yapan memurlar ve sosyal servislerde çalışan işçilerin üye olduğu PCS sendikası da grev oylamasına başlayacak. 170 bin işçinin üye olduğu PCS, devletin 91 bin işçiyi işten atma planına karşı da eylemlere hazırlanıyor.

UNITE sendikasına üye otobüs şoförleri, belediye işçileri ve havaalanı işçileri de grevlere hazırlanıyor.

İngiltere’de işçiler ücret artışı, iş güvencesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için art arda grev kararları alıyor. Demiryolları, British Telecom ve tren sürücülerinin ardından 115 bin Kraliyet Postası işçisi de grev kararı aldı.

İletişim İşçileri Sendikası (CWU) tarafından yapılan açıklamada, toplam 115 bin posta işçisini ilgilendiren grev oylamasına yüzde 77 katılım olduğu ve bu işçilerin yüzde 97,6’sının greve “evet” dediği belirtildi. 87 bin 325 işçinin katıldığı oylamada 85 bin 184 işçi grevden yana oy kullandı.

Grev günlerini henüz açıklamayan sendika, üyelerinin artık saldırı karşısında sessiz kalmayacaklarını ve sokağa inerek emeğinin karşılığını alacaklarını söyledi.

Norveç devletinden enerji işçileri grevine yasak!

Norveç devleti, açık denizdeki petrol ve gaz platformlarında çalışan sondaj işçilerinin başlattıkları grevi yasakladı.

İşçiler yükselen enflasyon nedeniyle ücret zammı istedikleri için 5 Temmuz Salı günü greve başlamışlardı. Norveç Çalışma Bakanlığı, grevin Avrupa’daki enerji krizini kötüleştireceği endişeleri gerekçesiyle grevi sona erdirdiklerini açıkladı.

Ülkedeki enerji işçilerinin büyük kısmını temsil eden sendikalar, maaşlarında artış istemek için greve çıkmıştı.

Grev İngiltere’ye ve Avrupa kıtasının çoğuna giden gaz arzını azaltırken, gaz fiyatları dört ayın en yüksek seviyesine çıktı.

Financial Times’ın haberine göre, grevin, Norveç’in gaz üretimini hafta sonuna kadar yaklaşık yüzde 60 oranında azaltacağı tahmin ediliyordu.

Almanya’da liman işçilerinin grevi yasaklandı, işçiler yasağa karşı grev dedi

Alman deniz limanlarında devam eden toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin uyarı grevi yapması yasaklandı. Grevin yasaklanmasına öfkeyle yanıt veren Hamburg liman işçileri şehir merkezini eylem alanına dönüştürdü.

Farklı fabrikalardan yüzlerce işçi liman işçilerinin mücadelesine destek vermek üzere dayanışma grevine çıkarak eyleme katıldılar. Uyarı grevi ve eylemler, 16 Temmuz Cumartesi sabah 06.00’ya kadar devam etti.

15 Temmuz Cuma günü sabah erken saatlerde işyerlerinin önünde buluşan işçiler saat 10 gibi Birleşik Hizmet Sendikası Verdi’nin çağrısı ile merkezî tren garının yanındaki Heidi-Kabel-Platz alanını doldurdu. Burada yapılan konuşmalarda işçiler ve farklı işletmelerden temsilciler işçilerin haklı taleplerinin karşılanmasını ve grev yasağının kabul edilemez olduğunun altını çizerek tepki gösterdiler.

Grev yasağına karşı grev!

Yapılan kısa mitingin ardından yürüyüşe geçen işçiler liman HAPAG – LLOYD tekelinin binasının önüne gelindiğinde işçilerin tepkisi daha da yoğunlaştı. Burada uzun süre yapılan protestonun ardından işçiler yürüyüşe devam ettiler. Eylem boyunca grev yasağına “grev, grev” diyerek cevap verdiler.

Hamburg DGB binasının önüne kadar yürüyen işçiler burada polisin havai fişek patlatan bir işçiyi gözaltına almasına tepki gösterdi. İşçilerin “defolun”, “serbest bırakın” gibi sloganlarına polis gaz sıkarak saldırdı. Bunun üzerine işçiler hep birlikte polisin üstüne yürüyerek polisi miting alanının dışına çıkardı. Polisin alandan çıkmasından sonra işçiler mitinge devam ettiler.

Almanya’da G7 protestoları: Dünyanın talan edilmesine hayır!

Münih’te gerçekleştirilen G7 ülkeleri zirvesi protesto edildi. Polis saldırısına rağmen barikatı aşanlar “Daha adil ve barış içinde bir dünya” için seslerini yükselttiler.

G7 zirvesinin yapılacağı otel ve çevresi binlerce polisin koruması altına alındı. ABD, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Japonya, Kanada ve Almanya’nın katıldığı G7 zirvesinde pandemi sonrası ekonomi ve Ukrayna meselesi gündemiyle bir araya gelen “zengin ülkeler” bir kez daha ekonomik ve siyasi paylaşımı ele aldılar.

Polis ablukasına rağmen alana girildi

G7 zirvesinin yapılacağı Garmisch Patenkirchen (Elmau) şehrinde binlerce kişinin haklı talepleri için katıldığı yürüyüşte polis alana gelenlere saldırdı. Onlarca kişi gözaltına alındı, yaralananlar da oldu.

Yürüyüşte ısrar edilmesi üzerine polis ablukası kaldırıldı ve kitle alana “Yaşasın enternasyonal dayanışma” sloganıyla girdi.

Yunanistan’da kamuda çalışan gazeteciler greve çıktı

Yunanistan devlet medyası kuruluşları, sendika üyesi gazeteciler için daha yüksek ücret talebiyle 24 saatlik grev yaptı. Greve Yunan Radyo Televizyonu ERT, Atina-Makedon Haber Ajansı AMNA, belediye radyoları ve televizyon kanalları, devlet dairelerinin basın servisleri, bilgi ve iletişim genel sekreterliği katıldı.

Yunanistan Gazeteciler Birliği açıklamasında “Sendikalarımızın kamu medyasındaki üyeleri olan gazetecilerin ve çalışanların mali taleplerinin derhal karşılanmasını talep ediyoruz. Müzakere kapısını kapatmıyoruz ve gerçek artışlar konusunda ısrar ediyoruz. Ücret dışı yan haklar, reel artışların tamamlayıcısıdır. Hepimiz birleştik, kamu medya çalışanları olarak grevdeyiz ve insanca muamele talep ediyoruz.” dedi.

Şili’de 50 bin bakır işçisinden ulusal boyutta grev

Dünyanın en büyük bakır üreticisi olan Şili’de devlete ait bakır şirketi Codelco’nun Ventanas döküm tesisini kapatma kararına karşı işçiler greve gitti. Bakır İşçileri Federasyonu (FTC) Başkanı Amador Pantoja, yaptığı açıklamada ülke genelinde 50 bin civarında işçinin greve gittiğini bildirdi.

FTC, yaptığı açıklamada Codelco’nun tüm üretiminin durduğu, eyleme 40-50 bin arasında işçinin katıldığını belirtti. Günün ilerleyen saatlerinde El Teniente’deki eylem sırasında işçilerin gözaltına alınmasından dolayı Codelco’nun üst yönetimiyle görüşme girişimlerini askıya aldıklarını ve ulusal greve aktif olarak devam ettiklerini belirtti.

Zimbabve’de sağlık emekçileri enflasyon altında kalan %100 zam taleplerinin reddedilmesi üzerine greve çıktı

Zimbabveli sağlık emekçilerinin %100 ücret zammı teklifi reddedildi. Yerel para birimindeki düşüşle birlikte ABD Doları cinsinden ödeme taleplerinin baskılanmasının ardından sağlık emekçileri 20 Haziran Pazartesi günü greve gitti.

Zimbabve’nin hemşireler birliği, devleti müzakereye çağırdı ve anlaşmazlığın hızlı bir şekilde çözülmemesi hâlinde hayatların tehlikede olacağı konusunda uyardı.

Sağlık emekçileri Mayıs ayında enflasyonun %131,7’ye yükselmesiyle krizden fazlasıyla etkilenmekte. Devlete enflasyonun altında kalan %100’lük ücret zammı teklif eden emekçilerin talebi ise geri çevrildi.

Taleplerinin reddedilmesi üzerine emekçiler greve gitme kararı aldı.

Zimbabve Hemşireler Derneği Başkanı Enock Dongo ülkenin dört bir yanındaki sağlık emekçilerinin, yerel para birimi düşmeden önce 2018’de aldıkları maaş olan ayda 540 ABD Doları ödenene kadar grev yapmaya karar verdiğini söyledi.

Zimbabve devleti Afrika ülkesini saran ekonomik rahatsızlıklardan 2001’den bu yana ABD ve Avrupa Birliği tarafından uygulanan yaptırımları sorumlu tutuyor.

Panama’da hayat pahalılığı protestoları sürüyor

Orta Amerika ülkesi Panama’da yakıt ve gıda fiyatlarının yüksekliğine karşı eylemler sürüyor. Yaşam için Birleşenler İttifakı, Örgütlü Halkın Hakları için Ulusal İttifak (ANADEPO) ve İnşaat İşçileri Sendikası (SUNTRACS), sokaklarda ve otoyollarda protestolara devam edeceklerini duyurdu. 

6 Temmuz’dan bu yana Panamalılar, yakıt ve gıda fiyatlarını, yoksulluğu, işsizliği, konut sıkıntısını ve yolsuzluğu azaltmakta başarısız olmakla suçladıkları Başkan Laurentino Cortizo’yu protesto ediyor. 

Hâlihazırda başkent Panama City’de ve Colon, Chiriqui ve Veraguas gibi eyaletlerde birçok yol protestolarla ulaşıma kapatıldı. Yerli örgütler ve çiftçiler de Bocas del Toro, Veraguas, Azuero ve Pacora gibi bölgelerde Pan-Amerikan otoyolunu kapattı.

Bir hafta içinde öğretmenler, öğrenciler ve nakliyeciler; sermaye çevreleri ve neoliberal hükümete karşı yükselen protestolara giderek daha fazla katılıyor.

Aylar önce yoğun protestoların kaydedildiği Colon’dan Panamalı işçiler, halkın gerçek temsilcileriyle yapılacak ulusal bir diyalog talep ettiler. Cortizo yönetiminin başlaması beklenen müzakere masalarına en önemli işçi örgütlerini davet etmediği belirtiliyor.

11 Temmuz Pazartesi günü tencere tavalarla “Halk aç” sloganları eşliğinde binlerce kişi Panama Ulusal Meclisi’ne yürümüştü.

Tunus’ta referandum eylemi: Devrimin kazanımlarından ödün verilmesine hayır

Tunus’ta yüzlerce kişi, yeni anayasa taslağının oylanacağı 25 Temmuz’daki referandumu protesto etmek için sokağa döküldü.

Protestoya katılanlar, “Devrimin kazanımlarından ödün verilmesine hayır” ve “Anayasa taslağını halk yazmadı” şeklinde pankartlar açtı. Habib Burgiba Caddesi’nde bulunan İçişleri Bakanlığına yürümeye çalışan halka polis göz yaşartıcı gaz bombası ile saldırdı. 

Macaristan’da vergi artışlarına karşı halk sokakta

Macaristan’da Viktor Orban hükümetinin vergi oranlarını artıran yasayı mecliste kabul etmesi üzerine 13 Temmuz Çarşamba günü binlerce kişi sokağa çıkarak yasaya hayır dedi.

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de, Viktor Orban hükümetinin yüz binlerce küçük işletmenin vergi oranlarını artıran yasayı mecliste kabul etmesi üzerine çarşamba günü başlayan gösteriler devam etti. 14 Temmuz Perşembe günü de binlerce kişi bütün gün şehrin merkezindeki ana caddeleri ve bazı köprüleri trafiğe kapattı. Gösterilere, çoğunluğu küçük işletme sahipleri ve işçilerinden oluşan binlerce kişinin katıldığı belirtiliyor.

Arjantin ve Haiti’de yüksek akaryakıt fiyatlarına karşı eylemler

Arjantin’in çiftçi temsilcileri Mesa de Enlace’nin çağrısıyla 24 saatlik greve giden çiftçiler eyleme traktörleriyle katılırken yüksek vergi oranları ve dizel krizi gibi nedenlerle hükümeti protesto etti.

Haiti’nin başkenti Port Au Prince’de de akaryakıt fiyatlarındaki artış nedeniyle halk sokağa çıktı. Halk başkent sokaklarına barikat kurdu.

İtalya’da taksicilerden protesto

İtalya’da taksiciler, sektörü rekabete ve çokuluslu şirketlerin erişimine açmayı öngören kamuoyunda “rekabet” yasası olarak bilinen tasarı dolayısıyla 13 Temmuz Çarşamba günü yol kapatma eylemi yaptı.

Başkent Roma’nın merkezinde başbakanlık sarayı Chigi’ye çıkan Corso caddesini trafiğe kapatan taksiciler, hükümete ve “Uber” gibi uygulamalara tepki gösterdi.

Sudan halkı başkanlık sarayına yürüdü

Sudan halkı askerî darbe hükümetine direnmeye devam ediyor. 19 Temmuz’da başkent Hartum’da toplanan halk, “İç savaşı durdur” ve “Mavi Nil kanıyor” yazılı dövizlerle başkanlık sarayına yürüdü. Yürüyüşü engellemeye çalışan polis, halka biber gazı ve plastik mermilerle saldırdı. Polis saldırısına direnen halk, tuğlalarla yol üzerine koyduğu lastikleri ateşe vererek barikatlar ördü.

Sudan halkı, farklı kabileler arasında bir haftada yaşanan çatışmalarda 30’dan fazla insanın katledildiğini ve 100 kişinin yaralandığını söyleyerek, darbe hükümetinin kabileler arası çatışmaları kışkırttığının ve sivilleri korumadığının altını çizdi. Sudan halkı, darbe hükümeti devam ettikçe ölümlerin artacağını vurguladı. 

Gana’da halk yoksulluğa karşı sokaklarda

Gana’da kendilerine Arise Ghana “Ayağa Kalk Gana” adını veren grup, yüksek yaşam maliyetlerine karşı iki gün sürecek eylem çağrısında bulunmuştu. Başkent Akra’da gerçekleştirilen eylemlere çok sayıda kişi katılırken, 29 kişi gözaltına alındı.

28-29 Haziran’da Arise Ghana tarafından yüksek yaşam maliyetleri, akaryakıt fiyatları, artan enflasyon rakamları, tartışmalı E-levy (bir elektronik ödeme sistemi) dayatması, belirsiz Covid-19 harcamaları ve Achimota Ormanı’nın satışa çıkarılması iddialarına karşı halk sokaklara çıktı.

“Yaşam pahalılığı bizi öldürecek”, “Akaryakıt ücretlerini karşılayamıyoruz”, “E-levy nasıl bir vergi”, “Covid-19 harcamaları hemen araştırılsın”, “Achimota Ormanı satılık değildir”, “Yağmalamayı bırakın” dövizleri ile sokaklarda tepkilerini dile getiren halka polis plastik mermi ve biber gazı ile saldırdı. 29 kişi gözaltın alındı.

Ekvador’da direniş devlete geri adım attırdı

Zamlara, özelleştirmelere ve kamu harcamalarındaki kısıntılara karşı 18 gün direnen Ekvadorlular, devlete geri adım attırdı. Ekvador devleti, akaryakıt fiyatlarının düşürülmesi dâhil halkın taleplerini kabul ettiğini ilan edince 1 Temmuz’da eylemler sonlandırıldı

Ekvador’da Yerli Uluslar Konfederasyonu’nun (CONAIE) çağrısıyla başlatılan direnişte devletle halk arasında yapılan görüşmelerde anlaşmaya varıldı. 18 günlük direnişin ardından IMF programı dayatan Guillermo Lasso geri adım atmak zorunda kaldı. Varılan anlaşma sonrasında CONAIE, eylemlere son verdiğini açıkladı.

Başkent Quito’da düzenlenen bir basın toplantısında devletle halk arasında anlaşmaya varıldığı ilan edilen maddeler şöyle:

• Tüm valiler fiyat spekülasyonunu önlemek için kontrolü yoğunlaştıracak.

• Hükümet sağlık sisteminin krizde olduğunu ilan edecek.

• Benzin fiyatı galon başına 15 sent düşürüldü. Bu indirimle birlikte benzin fiyatı 2,40 dolar, motorin fiyatı ise 1,75 dolar olacak.

• Kentsel ve kırsal alanlar için kamusal telafi politikaları hayata geçirilecek.

• Devletin petrol piyasasına katılımını azaltan ve petrol sahaları için uluslararası ihale süreçlerini teşvik eden 95 sayılı kararname yürürlükten kaldırılacak.

• OHAL ilan edilen kentlerde OHAL kaldırılacak.

CONAIE, yaptığı açıklamada herhangi bir mutabakat metni imzalamadıklarını özellikle vurguladı. Vaatlerin takipçisi olacağını ifade eden CONAIE, karşılanmaması durumunda direnişe devam edeceklerini ilan etti.

Sri Lanka başbakanı ülkede OHAL ilan etti: Halk başbakanlık binasını bastı

Halkın ekonomik krize karşı sokağa çıktığı Sri Lanka’da devlet başkanı Rajapaksa ülkeden kaçtı, Başbakan Wickremesinghe OHAL ilan etti. Halk başbakanlık ofisini bastı.

Tarihinin en büyük ekonomik krizine karşı protestoların yükseldiği ve halkın başkanlık sarayına akın ettiği Sri Lanka’da Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa’nın ülkeden kaçtığı doğrulandı. Sri Lanka Başbakanı Ranil Wickremesinghe ise başkan vekili olarak atandı, ardından olağanüstü hâl ilan ettiğini açıkladı. İstifası istenen Başkanvekili Wickremesinghe, televizyondan yayınlanan konuşmasında asker ve polise “ülkede düzeni sağlamaları” emri verdi.

Halk başbakanlık binasını bastı

İstifa kararını açıklaması beklenen Rajapaksa’nın ülkeyi terk etmesinin ardından, Ranil Wickremesinghe’nin başkan vekili olarak atandığı belirtildi. Wickremesinghe’nin medya sekreteri Dinouk Colombage Reuters’e yaptığı açıklamada, “Başbakan başkan vekili olarak (ülke çapında) olağanüstü hâl ilan etti ve batı eyaletinde sokağa çıkma yasağı getirdi” dedi.

OHAL’in açıklanmasının ardından binlerce kişi başkent Kolombo’da yer alan Sri Lanka Başbakanı’nın ofisini basarken polis göz yaşartıcı gaz kullandı. BBC’nin haberine göre, Başbakan Ranil Wickremesinghe’nin baskın sırasında başbakanlık ofisinde bulunmadığı bildirildi. Eyleme katılanların Başbakan’ın konutunu ateşe vermesinden bu yana Wickremesinghe’nin gizlendiği kaydedildi.

Halk, Ranil Wickremesinghe’nin Maldivler’e kaçan Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa ile birlikte istifa etmesini talep ediyor.

Zaho kaymakamı: TSK’nin bombalı saldırısında çok sayıda sivil hayatını kaybetti

Güney Kürdistan Bölgesi’nde Zaho’ya bağlı Perex köyünde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından gerçekleştirilen bombalı saldırı nedeniyle 2’si çocuk 9 sivilin yaşamını yitirdiği, çok sayıda kişinin de yaralandığı bildirildi. Saldırının ardından Irak’ın birçok kentinde eylemler yapıldı. Irak Başbakanı inceleme yapmak üzere bölgeye giderken, BM saldırıya ilişkin soruşturma başlatılmasını istedi.

Rûdaw’a konuşan Zaho Kaymakamı Muşir Beşir, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Derkar kasabası Perex köyünde pikniğe giden turistlerin bulunduğu bölgeyi bombaladığını söyledi.

Kaymakam Muşir Beşir, “Bombardıman nedeniyle ilk belirlemelere göre 8 kişi hayatını kaybetti, 23 kişi de ağır yaralandı” dedi. Perex köyünün bölgede turistler tarafından piknik amacı ile sık kullanıldığını belirten Muşir Beşir, hayatını kaybeden kişiler Irak’ın orta ve güney kesiminden gelen turistler olduğu bilgisini paylaştı.

Ekoloji gündeminden… Salda Gölü’ndeki Millet Bahçesi özel şirkete devredildi: Girişler de ücretli!

Millet Bahçesi projesi kapsamında ranta açılan Salda Gölü’nün işletmesinin Subartu isimli özel şirkete verildiği ortaya çıkarken, Millet Bahçesi’nin yapıldığı alana ücret karşılığında girildiği belirlendi. TOKİ Finansman Daire Başkanı Ayhan Karaca, Millet Bahçesi’nin işletmesini TOKİ’nin çekiliş organizasyonlarını da yapan Subartu şirketine geçen yıl verdiklerini ve bu yıl sonuna kadar Subartu’nun orayı işleteceğini söyledi.

UNESCO’nun Doğal Miras Listesi’ne alınması için başvuru işlemlerinin sürdüğü ve dünyanın sayılı doğal miraslarından biri olarak görülen Burdur’un Yeşilova ilçesindeki Salda Gölü, Millet Bahçesi projesi kapsamında inşaat alanına çevrilerek büyük tahribata uğramıştı.

Sinpaş Marmaris’te doğa katliamına devam ediyor

Sinpaş GYO, Muğla’nın Marmaris ilçesindeki Kızılbük Koyu’nda yer alan Marmara Milli Parkı’nda tüm tepkilere rağmen otel ve devremülk projesi kapsamında doğa katliamına devam ediyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı turizm faaliyetlerinin olumsuz etkilenmemesi sebebiyle turistik bölgelere 31 Mayıs’tan itibaren geçerli olmak üzere inşaat yasağı getirmişti. Marmaris Kent Konseyi sosyal medya hesabından yapmış olduğu paylaşımla bu durumu hatırlatarak “31 Mayıs itibarı ile tüm inşaat firmaları için geçerli olan inşaat yasağına, Sinpaş hangi imtiyazla uymuyor?” diye sordu. 

Marmaris Kent Konseyi üyeleriyle birlikte inşaatın yapıldığı alana giden HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni ÇED Raporu olmadan inşaatın başladığını belirterek, “Burası şantiye alanı olmamasına rağmen etraf bariyerlerle çevrilmiş durumda. Burası işgal edilmiş durumda. Şantiyeye 1 kilometre uzaklıkta olan ormanlık alan şirket tarafından kapatılmış. Buradan sadece 3-5 tane şirket, 3-5 tane patron cebini dolduracak. Burada doğa katliamı devlet kurumlarının izniyle yapılıyor. Sinpaş denilen şirket sanki devletin sahibi gibi büyük bir özgüvenle  bu inşaatı devam ettiriyor, denizi katlediyor, ekosistemi katlediyor ve burayı işgal ediyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığına sesleniyorum burada devlet eliyle bir suç işleniyor. Bu suça ortak olan herkes bunun hesabını mutlaka verecek.”dedi.

Mersin Silifke’de eylem: ÇED toplantısı yaptırılmadı

Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Taşucu Mahallesi’nde yapılmak istenen liman projesine karşı mahalleli gerçekleşmesi beklenen ÇED bilgilendirme toplantısına izin vermedi. Toplantı öncesi Taşucu Park Das Petrol önünde toplanan kitleye birçok kişinin yanı sıra HDP Silifke ilçe yöneticileri, İHD Şubesi ve çok sayıda ekoloji örgütü katıldı.

Toplantının yapılacağı salona giren halk “Çevreyi hor gören geleceği zor görür”, “Mersinlilerin sağlığıyla oynamayın” ve “Kanser olmak istemiyoruz” dövizleri taşıdı. Burada sık sık “Emperyalist şirket Taşucu’nu terk et”, “Taşucu halkındır halkın kalacak” ve “Direne direne kazanacağız” sloganları atıldı.

Öğrenci hareketinden… // Temmuz 2022

Market, fatura, kira fiyatları savaş ilanıdır. Zamlar bizi kenara sıkıştırsa da gelişmekte olan isyan dalgası bize nasıl nefes alabileceğimizi hatırlatmaktadır. Saray Rejimi için stepne işlevi gören CHP, bizi çembere hapsetmek için kendince kazanımlar uydurmakta, direnişimizin kazanımlarını kendi başarısı imiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Tüm yaşananlara rağmen rüzgâr arkamızdan esmektedir. Tüm sıra arkadaşlarımızı gelişen direnişin bir parçası olmaya, rüzgârı fırtınaya çevirmeye, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz. Öğrenci hareketinden Temmuz ayı…

Barınma haktır satılamaz! 

Asgarî ücrete açlık sınırı altında %30 zam geldiği gün, KYK yurt ücretlerine de %80 zam geldi. KYK yurtlarına yapılan zammın ardından, EHP Gençliği’nden yoldaşlarımız ile Vezneciler KYK Kız Öğrenci Yurdu önünde basın açıklaması gerçekleştirdik. 

Karşımızda, devletin en temel haklarımıza dahi göz diktiği bir tablo varken sıra arkadaşlarımızı haklarımız için mücadeleye davet ettik. “Müşteri değil öğrenciyiz!”, “Barınma haktır satılamaz!” sloganları ile devam eden eylemimizi, “Yıkılmakta olan para babalarının devletini bizim paramızla kurtaramayacaklarını” haykırarak sonlandırdık. 

Tüm sıra arkadaşlarımızı insanca yaşam koşulları için örgütlenmeye, mücadele etmeye çağırıyoruz! 

– 4 Temmuz

Boğaziçi’nde alternatif mezuniyet

Boğaziçi kayyumu Naci İnci’nin eylem korkusuyla iptal etmeye yeltendiği mezuniyet törenine alternatif mezuniyet töreni düzenledik. Akademisyenlerin, öğrencilerin ve ailelerin katılımıyla yüzleri bulan mezuniyet törenini kampüs içi yürüyüşümüzle, pankartlarımız ve sloganlarımızla gerçekleştirdik. 

Kayyumluğu almadan bu okulu bırakmayacağız. Kayyumla gelen direnişle gider, Naci’yi ve tüm kayyumları defedene kadar direnmeye devam edeceğiz. 

Üniversiteleri yönetmeye geliyoruz!    

5 Temmuz

Suruç için adalet, Gezi için adalet!

“Suruç için adalet, Gezi için adalet” şiarıyla, gençlik örgütleri olarak Karaköy’deki Gezi Nöbeti’ni yürüyüşümüzle ziyaret ettik. 

Polis engelini sloganlarımızla aşıp TMMOB Mimarlar Odası önüne geçerek basın açıklamamızı okuduk. Gezi’den Kobanȇ’ye köprü kuran 33 düş yolcusunu anmak için 20 Temmuz günü gerçekleşecek Suruç anmasına çağrı yaptık. 

Katillerden hesabı gençlik soracak!

– 14 Temmuz

Direnen Sri Lanka halklarına selâm olsun!

Ekonomik krize karşı tarihî bir direniş gerçekleştirerek başkanlık konutunu kamulaştıran ve devlet başkanını istifa ettirerek ülkeden kaçmak zorunda bırakan Sri Lanka halklarını Anadolu’dan bir metinle selâmladık. Selâmlama metnini dergi sayfalarının devamında okuyabilirsiniz.

– 14 Temmuz

Koç Üniversitesi işçileri direnişte, öğrenciler işçi sınıfının safında! 

Derinleşen ekonomik krizin etkilerini günbegün daha çok hisseden Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçileri, 19 Nisan günü Ramazan Bayramı’yla başlamak üzere bayram ikramiyesi talep etmek için 103 işçinin imzaladığı dilekçeyi teslim etmişlerdi. 1 Temmuz günü dilekçeye imza atan işçilerden 6’sı farklı görev yerlerine dağıtılarak rotasyona maruz bırakıldılar. Gerekçe gösterilmeksizin yapılan bu rotasyonun sürgün olduğu ve işçilerin haklı mücadelesinin önünü kesmek için yapıldığı ortadadır. İşçiler, bu baskı ve yıldırma politikasına karşı çıkmak için 18 Temmuz Pazartesi günü Koç Üniversitesi Rumelifeneri Kampüsü önünde direnişe başladılar.

Koç Üniversitesi işçilerinden, öğrencilerinden ve akademisyenlerinden oluşan Taşeron İzleme Kurulu’nun bileşeni öğrenciler olarak, en başından beri “Safımız işçi sınıfının yanıdır!” diyerek direnişi sahiplendik ve bir parçası olup büyüttük. Genel sekreterliğe verilmek üzere işçilerin eski görev yerlerine geri dönmesi için dilekçe yazdık, imza topladık.

Direnişin ilk günü; direnişçi işçiler, öğrenciler ve desteğe gelen herkesi jandarma Koç Üniversitesi servisleriyle gözaltına aldı. Koç Üniversitesi öğrencilerinin ve işçilerinin, gözaltı esnasında kampüse girişini önlemek için kapılar kapatıldı, kilitlendi. Koç ailesi işçilerin direnişinden öyle korkmuş olacak ki “jandarmasıyla” işçileri yıldırabileceğini sandı. İşçiler bu saldırı karşısında ortaya koydukları net tutumlarını bozmayarak direnişi sürdürme kararı aldılar. Nitekim sonraki günlerde bu kararlı ve ısrarcı duruşları sayesinde Koç Üniversitesi kapısı önünde şarkılarla, türkülerle direnmeye devam ettiler.

Direnişin 3. günü, işçiler kendilerine bayram ikramiyesi haklarını vermeyeceklerini söyleyen, “Eğer size bu hakkı verirsek firmaya bağlı geri kalan 35 bin işçiye de vermemiz gerekir.” diyen taşeron firma Eurest Service bölge müdürüyle yaptıkları görüşme üzerine; Eurest Service genel merkezi önünde açıklamalarını gerçekleştirdiler. Kölelik sistemi olan taşerona karşı olduklarını, kadrolu çalışan olmak istediklerini belirttiler.

Direnişin 5. gününde ise, direnişçi 6 işçi işten çıkarıldıkları öğrendi. Buna karşı işçiler kararlılıkla mücadele etmeye devam edeceklerini açıkladılar.

Bütün bu süre boyunca öğrenciler olarak işçilerle birlikte direnişi örgütledik, yaydık, büyüttük. Biliyoruz ki işçiler de bu saldırılara karşı kararlılıklarını korurken, direnişi büyütürken bu dayanışmadan güç alıyorlar. Bize güç veren de bu, direniş alanı bizim için de en büyük öğretmen olmaya devam ediyor.

Koç Üniversitesi öğrencileri olarak, işçilerin insanca ve onurlu bir yaşam için verdikleri mücadelenin yanındayız. Yaşasın işçi-öğrenci dayanışması!

– 18-22 Temmuz

Suruç için adalet, herkes için adalet!

Suruç katliamının 7. yılında, kaybettiğimiz 33 yoldaşımızı, 33 devrimciyi anmak için yine sokaklardaydık. 7 yıl önce, 20 Temmuz 2015’te yıkılan bir kenti, Kobanȇ’yi, yeniden inşa etmek için yola çıkan ve devlet destekli IŞİD çeteleri tarafından katledilen 33 yoldaşımızın hesabını sormak için 24 devrimci öğrenci ve gençlik örgütü yan yana geldik. Kadıköy’den Beşiktaş’a; Gazi Mahallesi’nden Sarıgazi’ye İstanbul’un dört bir yanında bildiri dağıtımları yaptık, afişler astık. 7 yıldır olduğu gibi, adalet mücadelemizi sokaklara taşıdık. Ölümsüzleşen yoldaşlarımızdan aldığımız bayrakla devrimci mücadeleyi büyüterek; bulunduğumuz her alanda “Suruç’un hesabı sorulacak” dedik.

17 Temmuz’da Kadıköy’de Adalet Zinciri’nde buluştuk. Suruç ailelerinin ve direnişçi işçilerin konuşmalarından sonra herkesi 20 Temmuz’da Kadıköy’e, “Suruç için adalet, herkes için adalet!” demeye ve 33 yoldaşımızı anmaya çağırdık.

20 Temmuz günü ilkin saat 18.00’da Halitağa’da gerçekleşen Adalet Nöbeti’ne katıldık. Ardından, saat 19.30’da Süreyya Operası önündeki eylemimize çağrı yaptık. Yürüyüşe geçtiğimiz sırada polis ablukasına alındık ve birçok yoldaşımız gözaltına alındı. 

Biz tekrar bir araya gelerek Khalkedon’dan sloganlarla, ajitasyonlarla Süreyya Operası’na doğru yürüyüşe geçtik. Devlet Kadıköy’ün her sokağını kapatmaya çalışsa da yıllardır olduğu gibi yine sokaklarda “Katillerden hesabı gençlik soracak!” diye haykırdık. Bir süre yürüdükten sonra tekrar polis ablukasına alındık. Ablukada direnmeye devam ederek, Suruç’ta katillerle işbirliği yapan devletin, bugün yine devrimcileri, 33’leri anmak isteyenleri engellemeye çalıştığını söyledik. Burada da yoldaşlarımız gözaltına alındılar.

Gözaltına alınan 106 yoldaşımızdan 16’sı mevcutlu olarak tutuldu ve 21 Temmuz’da Anadolu Adliyesi’ne çıkarıldı. 2 kişiye ev hapsi, aralarında ortaklarımızın da bulunduğu 14 kişiye ise adlî kontrol kararı verildi. Tüm yoldaşlarımızı aldıktan sonra, gözaltılarla, cezalarla devrimcileri yıldıramayacaklarını, her sokakta, her okulda mücadeleyi büyütmeye devam edeceğimizi bir kez daha söyledik.

Katil devlet hesap verecek!

Suruç’un hesabı sorulacak!

– 20 Temmuz

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...