Ana Sayfa Blog Sayfa 63

İşçi ve emekçilerin kurtuluş yolu

Biliyoruz, seçim 14 Mayıs’ta diye bir ilan var. Bu dergi sizlerin eline ulaştığında, muhtemelen seçime 1 ay gibi bir zaman kalmış olacak, tabii eğer seçim başka bir sürece evrilmezse. Bu nedenle, sürece daha genel, “seçim geliyor ve bunlar gidiyor” heyecanına kapılmadan bakmak istiyoruz. Bu, belki de bizim ana gündemimizin seçim olmaması anlamına da geliyor.

Kapitalist sistem, büyük bir krizin içindedir.

Bu kriz 2008’de başlamıştır ya da bir zirve yapmıştır. Bu krizin kapitalist sistemin krizlerinden farklı iki özelliği daha var. Birincisi, emperyalistler arası (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya beşlisi başta olmak üzere) dünyanın yeniden paylaşım savaşımının içinde bu kriz ortaya çıkmıştır. ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu çözülüş, sürtünmesiz değildir. ABD emperyalizmi, hegemonyasını kaybetmek istemiyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş olan ya da pekişmiş olan, kurumlaşmış olan bu hegemonyanın çözülmesine ABD elbette razı değil. İkincisi ise, krizin ortaya çıktığı dünyada aynı zamanda Çin ekonomisi gerçeği var. Çin’in kapitalist sistemin kuralları içinde, bağımsız bir dev ekonomik güç olması, krizi daha da derinleştiriyor ve ABD hegemonyasını sarsıcı bir etki yaratıyor.

ABD, savaş politikaları ile, tüm dünyada savaş naraları atarken, çeşitli düzenlemelere girişti. Ama Suriye savaşı bir dönüm noktası oldu. Rusya, bir bağımsız güç olarak devreye girdi. İşte Ukrayna krizinin temeli buradan bakarsak anlaşılabilir. 2014’ten beri ABD, NATO, Ukrayna’da Neonazi bir organizasyon oluşturdu. Bugün Ukrayna’da, NATO ile Rusya savaşmaktadır. Bedelini büyük ölçüde, Ukrayna halkının ödediği bu savaş, aslında ABD’nin, rakibi olan diğer emperyalist Batı güçlerini kendi bayrağı altına toplamaları için kullanılmıştır. ABD’den kopmaya çalışan AB, bu savaş sonrasında, tamamen ABD denetimine girme eğilimleri göstermiştir.

Ve bugün savaş, NATO ve Batı ile, Rusya-Çin arasında bir savaş hâline dönüşmektedir.

Tüm bunların ortasında, kapitalist-emperyalist sistemin krizi hafiflemiyor. Daha mart ayında, banka batmaları yeniden gündeme geldi ve arkasının gelmesi büyük bir olasılıktır.

Ve tüm bunlar ülkemize de yansımaktadır.

Ülkemizde, bir Saray Rejimi vardır.

Saray Rejimi, burjuva devletin, çağımız burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin olağanüstü örgütlenmesidir. TC devletini bu olağanüstü örgütlemeye götüren süreç, Erdoğan’ın vb. isterik istemleri değildir. Tersine, üç etken bu olağanüstü Saray Rejimi’ni doğurmuştur. Biri, bu paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşımı, TC devletini de etkilemektedir. ABD, TC devletini bir tetikçi, bir kundakçı olarak kullanmak istedi ve buna uygun bir örgütlenmeyi istedi. Fakat aynı zamanda içeride, Kürt devrimini bir türlü bastıramayan, özel savaş aygıtları ile de sonuç alamayan devlet, çözülüşünü de durduramamaktaydı. Ve bir üçüncü etken, Gezi Direnişi ile başlayan ülkenin her yanını saran direniş sürecidir. Gezi, elbette o eski yoğunluğuna sahip değildir. Ama Gezi Direnişi’nden bu yana, ülkede direniş hiç durdurulamamaktadır. Bu durum ise, Kürtlere karşı savaşta ülkenin diğer alanlarının izole edilmesi durumunu ortadan kaldırmıştır. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi, tüm örgütlenme eksikliklerine rağmen, siyasal iktidarın kimyasını bozmaya devam etmektedir.

İşte, bu üç etken Saray Rejimi’ni, bir olağanüstü devlet örgütlenmesini gündeme getirmiştir.

Ve dahası, geçtiğimiz dönem boyunca, bu Saray Rejimi de dikiş tutturamamaktadır, sistemin çözülmesini engelleyememektedir.

Buna durumu özetleyen birinci madde diyebiliriz.

İkincisi, ekonomik krizin derinleşmesidir. Kriz tüm baskıya, tüm şiddete, tüm palyatif önlemlere rağmen derinleşmektedir.

Egemenlerin, “rant-yağma-savaş ekonomisi” konusundaki ısrarı, öyle geçici bir isteğin ürünü değildir. Tersine, kapitalist sistemin dünya çapındaki süreçleri ile de bağlantılıdır. Egemenler, bu rant yağma ve savaş ekonomisine devam etme isteğindedirler.

Yaşamak, artan enflasyon koşullarında, artan işsizlik koşullarında imkânsız hâle gelmektedir. Bu durum, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin hayatlarını çekilmez hâle getirmiştir. Bu nedenle de direniş sürekli büyümektedir.

Egemenler, bir yandan Saray eli ile, sürekli saldırı, baskı, şiddet, tutuklama vb. politikalarını geliştirirken, diğer yandan da burjuva muhalefet (ki Saray Rejimi’nin bir parçasıdır bu burjuva muhalefet) eli ile işçilere, emekçilere, topluma, öfkesi burnuna kadar çıkmış halka, “seçime kadar sabredin” sloganı ile “sahte umutlar” vermektedir.

İşte, insanların seçimi beklemesinin bir nedeni budur ve doğrusu Saray Rejimi ve onların partnerleri burjuva muhalefet, bunu bir noktaya kadar başarmış görünmektedir.

Bir toplumsal patlamayı önlemek için, asgarî ücret konusunda adımlar atılmış, bu yolla, ortalama ücretler asgarî ücret seviyesine çekilmiştir. Emeklilere yeni umutlarla 7500 TL en düşük emekli maaşı önerilmiştir. Böylece, tüm emeklilerin maaşları, en düşük emekli maaşına eşitlenmeye çalışılmaktadır.

Kısacası her attıkları adımda, sosyal patlamayı önleyecek bir parasal göz boyama işini yapıyorlar, hem de aynı zamanda, işçi ve emekçilerin sırtına ekonomik krizin tüm faturasını yükleyecek önlemler alıyorlar.

Bir yandan bir parmak bal çalma numarası, bir yandan “seçim var” fikri ile insanlar tam anlamı ile oyalanmaktadır.

Öte yandan, deprem sürecinde hep birlikte gördük ki, TC devleti katliamcıdır ve halkı ölüme terk etmiştir, enkazın altında insanların günlerce bağırarak, yardım isteyerek ölmelerine yol açmıştır. Bu bilinçli bir tutumdur.

Ne enflasyon geri duruyor, ne de devletin harç -haraç- ve vergileri yerinde sayıyor. Her iki cepheden de, bir günde açıklanan asgarî ücret vb. eriyip gitmektedir. Tüm bunların, gerçek bir seçim sürecinde oya dönüştürülmesinin planlandığı ise doğru değildir. Ne HÜDA PAR’ı seçim ittifakı yapması Erdoğan’a oy kazandırır, ne Çakıcı’nın adamlarının deprem bölgesinde jandarma komutanı ile poz verip bunu yayınlamaları oy kazandırır. Ne insanları açlığa mahkûm etmek, ne insanları enkazın altında bırakmak oy kazandırır.

Bu nedenle, işçi ve emekçilerin, devrimcilerin, süreci doğru anlaması gerekir.

1- İşçi sınıfı ve emekçiler, halk için, kadınlar ve gençler için, seçim, sonuçları ne olursa olsun bir çözüm değildir.

Ama bu toplumsal güçler, eğer bir gün bile dururlarsa, eğer direnişlerini geri çekerlerse, eğer mücadele alanlarından çekilirlerse, işte o zaman gerçekten kaybetmiş olurlar.

Devletin, Saray Rejimi’nin, muhalefeti iktidarı ile devletin yapmaya çalıştığı da budur. Halkın, sisteme, devlete karşı tepkisini, yeniden sistemin içine hapsetmek istiyorlar.

Oysa, sistem, bir bütün olarak, rant, yağma ve savaş politikalarına kilitlenmiş durumdadır ve bunu sürdürmek niyetindedirler. Bu ise, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin yararına hiçbir çözümün olmayacağı anlamına gelir.

2- Varsayalım ki bir seçim olacak olsun, bu durumda dahi işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin bağımsız örgütlenmesi, devrimci sosyalist bir işçi sınıfı çizgisi büyük öneme sahiptir. Öyle ise, örgütlenme ve direniş hattını terk etmek söz konusu olamaz.

3- Bugün, işçi sınıfı ve emekçiler, siyasal iktidarı almak, burjuva devleti, tüm biçimleri ile alaşağı etmek gündemi ile karşı karşıyadır. Bu nesnel olarak da mümkündür. Örgütlenmenin eksikliği, bunun zamanlamasını etkileyecektir. Ama örgütlenmemiz zayıf, gücümüz az diye, burjuva cephenin herhangi birinin kuyruğuna takılmamız, asla ve asla çözüm değildir, affedilemez bir hatadır.

Dün, birçok işçi, AK Parti’nin “sosyal tabanı” olarak görülüyordu. Gerçekten de birçok işçi oyları ile AK Parti’yi desteklemiştir. Ama biliyoruz ki, asla onun sosyal tabanı olmadılar.

İşçiler, hiçbir burjuva partinin sosyal tabanı değildir, olmamalıdır. İşçi sınıfının devrimci sosyalist bir çizgisi ne denli gelişmiş olursa, bu sorun da çözülecektir.

Bu nedenle, mesele seçim meselesi değildir.

Meseleyi böyle koymak, Saray Rejimi’ne ve onların yasalarına çok güvenmek anlamına gelir ki, kendileri kendi yasalarını çiğniyorlar. Yasalarını bir savaş hukuku çerçevesinde kullanıyorlar.

Mesele, işçi sınıfının, kendi bağımsız, devrimci hattında örgütlenmesidir. Bu, Birleşik Emek Cephesi de demektir. Bu örgütlenme var olduğu ve güçlü olduğu oranda, zaten egemenlerin atacakları adımları da sınırlayacaktır. İşçi sınıfı, kadınlar ve gençler, bizzat kendi mücadeleleri ile haklarını alıyorlar, başkası da mümkün değildir.

Bizim içinden geçtiğimiz koşullarda, seçime daha 40 gün var. Bir ay, bu koşullarda çok uzun bir zamandır.

Sistem, sadece Erdoğan vb. değil, bir bütün olarak Saray Rejimi, her türlü saldırıyı gündeme getirecektir. Saldırı ne olursa olsun, bu saldırılara karşı koymanın yolu, direniştir. Direniş hattını, sadece bir savunma hattı diye ele almak yanlış olur. Aslında, bir bütün olarak sistem savunmadadır ve işçi-emekçiler saldırı hâlindedir. Bu ruh hâlini korumak, bugün çok ama çok kıymetli görünmektedir.

İşçi ve emekçilerin hem genel olarak kurtuluş yolu, devrim ve sosyalizmdir hem de bugün içinden geçtiğimiz koşullarda işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi bağımsız direniş hatlarını korumak zorundadır.

Bunun pratik ve günlük anlamı, direniş hattını geliştirmek, örgütlenmeyi geliştirmektir. Hiçbir burjuva lider ya da parti, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözemez, buna niyet bile etmez. İşçiler, direnenler, kendi sorunlarını kendi güçleri ile, kendi elleri ile çözerler.

Yolumuz Çayanların yoludur!

İnsan böyledir: Evet, tarihimizde dostunu, sınıf kardeşini satmanın, korkuyla sinmenin, yolundan dönmenin de sayısız örneği vardır. Bu doğru. Ama neden onursuzlar öldüğünde, adlarını rüzgâr bile taşımazken, onurlu bir mücadelede sonuna kadar yürüyenler bugün hala yaşıyor? İnsan olmanın, toplum olmanın, tarihin meyvesi bu.

Bugün dünyanın dört bir yanında emekçiler, halklar, kadınlar, gençler isyana kalkıyor. Bu adaletsiz sistemden bir çıkış yolu arıyorlar. Çıkış yolunu biliyoruz: Devrim. Çıkış yolunu, yeniyi yaratmanın yolunu biliyoruz: Çok zorlu bir yol. Bize ekmekten önce onur lazım. Çünkü bu, onursuz kazanılamayacak bir yol. Sonunda ise ekmeği de özgürlüğü de kazanacağımız bir yol.

Tarihimizde öldürülemeyenler vardır onlar gibi. Spartaküs’ler, Şeyh Bedrettinler, Börklüceler, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş’ler… Hepsi bu sokaklara, bu fabrikalara, mahallelere bizim gözlerimizle bakıyor.

Öldürülemeyen şey; onurdur. Başkaldırmak ve zafere kadar kavgadır öldürülemeyen şey.

Bir adım attığında, bir yolunu bulduğunda, ya da bir tepesi attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı sermaye sınıfı.

Bizse kazanmanın yolunu biliyoruz. Devrim için örgütlenmek. Devrimi örgütlemek. Onurdan emek; emekten bilinç; bilinçten yeni ve özgür bir dünya yaratmak. Yürümek isteyene yol bellidir. Zordur, engebelidir, çelme takanı çoktur. Yürüdükçe aydınlanır. Üzerinde, adımlarımızın yanında ölümsüzlerin adımları vardır.

Yolumuz Çayanların yoludur!
Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

30 Mart 2023

To resist is to live

It is one of the phrases that should be emphasized the most in the process we are going through today. In our region where oppression, lies, cruelty and darkness prevail, resisting is the one and only way to live a humane and honorable life.

Our word is to those whose hearts are beating with those in the earthquake zone. Our word is to those who took action for solidarity from the first day, who gathered support with sleepless eyes, and who asked, “Who will answer for the lives we lost?” as their hearts were burning. Our word is to you, to us, to those on our side.

Those who are the same are in same side, others in the other side.

While the sovereigns and those on that side were rubbing their hands to share the new profit market in the earthquake zones; while they were making plans to depopulate Hatay as a border region and place gangs there; they competed for a place in the Palace’s one-heart campaign show and donated to the Palace’s chests what they stole from the public. And in the middle of this show, they said: “We have millions of dollars, what do your food parcels, what does the heater that you sent solve?” They jingled their money bags to suppress the cry of millions of people “There is no state, there is the people”.

The Palace Regime, which tries to maintain its existence through the economy of war, looting, profit, is dissolving, and as it dissolves, it attacks and suppress the masses through intimidation. However, their efforts are in vain. Despite all these policies of suppression, the streets are ringing with the voices and actions of workers-laborers, revolutionaries, women, youth and students. On March 12, 1995, we saw that the walls of fear created by the state with the coup of September 12, 1980 were demolished, barricade fires were re-lit in the streets, and that we could resist the panzers with stones and sticks. We bid farewell to our comrades who were martyred during this resistance towards the sun; their memories, struggles, fights are with us.

Although 28 years have passed, the Gazi Resistance is guiding us, just like the great workers’ resistance of 15-16 June, just like Gezi. Today, our streets are under the blockade of the state, which is trying to re-build the walls of fear. Corruption and gangs are fed and grown by the state; however, the entire neighborhood as a whole, especially the revolutionary and democratic individuals and institutions, is under total attack. We remember; Pınar Gemsiz, the mother of a 3-month-old baby, who was shot by a police bullet on the balcony of her house; Barış Kerem and Oğuzhan Erkul, who were killed by the police bullet without any reason while returning from a birthday celebration.

Our duty today is to come together. It is to unite our voices against injustice, lawlessness, darkness, oppression and cruelty, to join forces and to walk towards the light with courage.

We invite you to organized struggle, to be a part of the resistance, to organize in the ranks of Kaldıraç.

We are calling on you to shout the name of our martyrs, to embrace the resistance, to the streets and to action on March 12, in the 28th year of the Gazi Resistance.

Kaldıraç Istanbul

March 10, 2023

Direnmek yaşamaktır! / Kaldıraç İstanbul

Direnmek yaşamaktır.

Bugün içinden geçtiğimiz süreçte en çok vurgulanması gereken sözlerden biridir. Baskının, yalanın, zulmün, karanlığın egemen olduğu bölgemizde direnmek, insanca ve onurlu yaşamın yegâne ve tek yoludur.

Sözümüz, deprem bölgesindekilerle yüreği çarpanlara. Sözümüz, ilk günden itibaren dayanışma için harekete geçen, uykusuz gözlerle harıl harıl destek toplayan, yüreği yanarken “yitirdiğimiz canların hesabını kim verecek” diye soranlara. Sözümüz sana, bize, bizim taraftakilere.

Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.

Egemenler ve o taraftakiler, bir yandan deprem bölgelerinde yeni rant pazarını paylaşmak için ellerini ovuştururken, Hatay’ı sınır bölgesi olarak insansızlaştırıp oraya çeteleri yerleştirmenin planlarını yaparken; Saray’ın tekyürek kampanya şovunda yer kapmanın yarışına girip, halktan çaldıklarıyla Saray’ın kasasına bağışlar yaptılar. Bir de bu gösterinin ortasında şunu dediler: “Bizim milyon dolarlarımız var sizin gıda kolileriniz ne ki, sizin gönderdiğiniz ısıtıcı neyi çözer ki?” Milyonlarca insanın “devlet yok, halk var” sözünü bastırmak için para keselerini şıngırdattılar.

Savaş, yağma, rant, ekonomisiyle varlığını devam ettirmeye çalışan Saray Rejimi, çözülmeye, çözüldükçe saldırmaya ve kitleleri korkutarak sindirmeye çalışmaktadır. Ancak çabaları nafiledir. Tüm bu sindirme politikalarına karşı sokaklar işçi-emekçilerin, devrimcilerin, kadınların, gençlerin, öğrencilerin sesleriyle, eylemleriyle çınlamaktadır.
12 Mart 1995’te devletin 12 Eylül 1980 darbesiyle oluşturduğu korku duvarlarının yıkıldığını, sokaklarda yeniden barikat ateşlerinin yakıldığını, panzerlere karşı taş ve sopayla direnebileceğimizi gördük. Bu direniş sırasında şehit düşen yoldaşlarımızı güneşe uğurladık; anıları, mücadeleleri kavgaları bizimle.

Üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen Gazi Direnişi bize yol göstermekte, tıpkı 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gibi, tıpkı Gezi gibi. Bugün sokaklarımız, korku duvarlarını yeniden örmeye çalışan devletin ablukası altında. Yozlaşma, çeteleşme devlet eliyle beslenip, büyütülmekte; bununla beraber devrimci, demokrat kişi ve kurumlar başta olmak üzere, bir bütün olarak tüm mahalle topyekûn saldırı altında. Biz hatırlıyoruz; evinin balkonunda polis kurşunuyla vurulan 3 aylık bebek annesi Pınar Gemsiz’i, doğum günü kutlamasından dönerken hiçbir sebep olmadığı hâlde polisin kurşunuyla katledilen Barış Kerem ve Oğuzhan Erkul’u.

Bugün hepimize düşen görev, bir araya gelmektir. Haksızlığa, hukuksuzluğa, karanlığa, baskıya, zulme karşı sesimizi birleştirmek, ortaklaşmak ve cesaretle aydınlığa yürümektir.
Biz sizi örgütlü mücadeleye, direnişin parçası olmaya, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

Biz sizi Gazi Direnişi’nin 28. yılında 12 Mart’ta şehitlerimizin adını haykırmaya, direnişi sahiplenmeye, sokağa, eyleme çağırıyoruz.

Kaldıraç İstanbul

11 Mart Cumartesi | Saat:10:00
Alibeyköy, Çıksalın ve Feriköy Mezarlık Ziyaretleri (Araçlar Gazi Cemevi’nden kalkacaktır)

11 Mart Cumartesi | Saat: 19:00 | Panel
Yer: Gazi Cemevi

12 Mart Pazar | Saat:12:00
Gazi Cemevi önü’nde toplanma – yürüyüş – basın açıklaması – mezar başı anmaları

Solidarity cannot be stopped! – Istanbul Labor, Peace, Democracy Forces Earthquake Crisis Coordination

The rulers, who deliberately turned a natural disaster such as an earthquake into a massacre, did their best to prevent the solidarity of mine and construction workers, health workers, lawyers, engineers, women, students, old and young people who mobilized starting from the morning of the earthquake.

They showed their stance against the earthquake nakedly by blocking all the aid sent by the solidarity of the people, from tents to food parcels, by selling tents and food, and attacking solidarity centers and volunteers. They are trying to remove the earthquake coordination from Pazarcık to Osmaniye and from there to Antakya, and by threatening and detaining the volunteers, they are trying to prevent solidarity and prevent the people from taking their own destiny into their own hands.

At the point we reached today, everything from health to education, from basic vital needs to keeping evidences from being obscured in the earthquake-affected regions are done with the efforts of people who say “solidarity keeps alive”. Today, honorable people are still needed in order to build stronger solidarity in the region.

Primary health care services have collapsed in the areas affected by the earthquake. Volunteer health workers have been in the area since the first day, working village by village, street by street, in order to reorganize public health and primary care. Trying to prevent this is a crime against humanity.

Volunteer lawyers work day and night against those who try to create a great corruption in all damage assessment efforts, against the abduction of files by illegal structures, against the torture of people who have lost their lives and homes in the middle of the street by the state law enforcement officers. Trying to prevent this is a crime against humanity.

Revolutionaries, patriots, socialists, women and students continue to organize solidarity with the people against all these obstacles for the organization of the needs of the people, from tents to dry food, from infirmary to heaters. Trying to prevent this is a crime against humanity.

The real power is in the volunteers, who participate in voluntary search and rescue efforts despite all the obstacles of the state, take support trucks to the earthquake zones, organize the needs of the people, from electricity to water, shelter, food, and establish infirmaries for health; that is, the real power is in the people themselves! It is in human dignity that cannot be bought with money and cannot be silenced by threats.

As the Istanbul Labor Peace Democracy Forces Earthquake Crisis Coordination, we declare that we will not remain silent against the attempts to prevent the mobilization and solidarity of the people, and we call on the solidarity to grow.

March 3, 2023

A new future cannot be established without holding accountable those responsible of the massacre that came with destruction!

A new crime of the palace is revealed everyday as it sheds its crocodile tears and asks for forgiveness. As one day, it is revealed that children who were rescued from the earthquake were given to the dormitories of religious cults, the next day we learn that tents which were vitally needed after the earthquake were being sold. 

When the filth flows from all over the Palace Regime, the bourgeois opposition points to the day after the election to open a “clean page,” instead of insisting on asking for the account of the destruction. There is no tomorrow to be established without raising this demand of reckoning with this system, which condemned hundreds of thousands of people to death under debris. The death of at least 200 thousand people, the massacre and the subsequent dirt, cannot be swept under discussions of elections and candidates. If a human and honorable life will be established tomorrow, this will only be possible through the organized struggle of millions of millions of those who are mobilized at the first moment to heal their own wounds.

The question of how millions of people will meet their most basic vital needs is in front of us.

The question of the fate of thousands of children who lost their families is in front of us. 

The question of how to organize the process of reconstruction of destroyed cities by preserving historical demographic identities and without sacrificing cities to profit and looting is in front of us.

The question of how and when those responsible of this massacre, from the President to ministers, from the construction gangs to the municipalities, will face trial is in front of us.

Every debate that does not produce answers to these questions will help to throw soil on the real process.

The only way to prevent this is to transform the desire for solidarity, the anger that moves the millions into organization. 

All the social groups that acted from the first time moment of the earthquake should continue to enlarge the solidarity carried out with the earthquake zones and increase the struggle to hold accountable all those responsible.

We will never forget, we will never forgive.

March 3, 2023

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! / Deprem bölgesinden… 3-4 Mart 2023

25 gün önce, dayanışmayı büyütmek ve bu enkazdan yeni bir yaşam örgütlemek için, devrimciler, onlarca şehirden gelen gönüllüler ve Antakya halkıyla beraber kurduğumuz koordinasyon merkezimizde, dün, ilk kez geniş katılımlı bir halk toplantısı gerçekleştirdik.

Örgütlü bir dayanışmayla adeta yoktan var ettiğimiz ve bugün en temel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan günlük rutinlerimize kadar gerçekleştirdiğimiz yaşam alanımızı, ilk günden bugüne ilmek ilmek nasıl ördüğümüzü hatırlayarak ve hatırlatarak başladık toplantımıza. İlk günleri hatırlarken, bugün geldiğimiz noktada, verdiğimiz emeğin büyüklüğünü görürken, örgütlü bir dayanışmayla her şeyin, sadece bize bu yıkımın ortasında bir ev, bir mahalle olan bu alanın değil, istediğimiz, düşlerini kurduğumuz yaşamın örgütlenerek nasıl yaratılabileceğine tanıklık ettik.

Tam da bir gün önce, depremde halkı kendi kaderine terk eden devlet, Sevgi Parkı’nda günlerdir süren dayanışmaya müdahale etmek için kolluk güçlerini devreye sokarak halkı buradan tahliyeye zorlamışken, burada kurulan yaşamın anlamı ve bizi kurtaracak olanın yalnızca kendi kollarımız ve örgütlü dayanışmamız olduğu bir kez daha gözler önüne serildi.

Bizi ölümü terk eden ve hâlâ bize daha iyi bir yer ve yaşam alanı dahi vaat edemeyenlerin, kendi ellerimizle kurduğumuz yaşama da göz diktiği bu süreçte, burada yeni yaşamı kuracak olanların bu 25 günde yarattıklarından öğrenen Antakya halkının örgütlü gücü olduğunu bir kez daha gördük. Bugüne kadar dört bir yandan gelen gönüllülerle örgütlenen bu yaşamın içinde yönetmeyi öğrenen halkın, kendi emeğine sahip çıkması ve bu yaşam alanındaki tüm işlerde ve işleyişte daha aktif katılım alması gerektiğinde hemfikir olduk. İlerleyen zaman içinde, “gönüllüler buradan gittiğinde dahi bu yaşamı devam ettirmek adına kendi gücümüzü örgütlememiz gerek” diyen halkın, koordinasyon merkezimizdeki ortakça yaşamı sürdürmek ve tekrar tekrar inşa etmek için, buranın asıl özneleri olarak daha aktif rol almaları gerekliliği üzerinden işlerimizi planladık.

Aynı gün Akdeniz Mahallesi’ne gelip halka daha önce de gördüğümüz üzere boş vaatler yağdıran valiye karşı, “öyleyse şimdi acil ihtiyaçlarımızı karşılayın” diyerek, önümüzdeki günlerde bizi bekleyen hava şartlarına karşı palet, hijyen sorunlarına karşı çamaşır makinası ve hijyen malzemesi ihtiyaçlarımızın teminini talep etmek üzere, mahalleden 5 kişilik bir heyet oluşturduk. Ve halk toplantılarını belirli aralıklarla düzenli olarak sürdürme kararı aldık.

Ertesi gün, seçtiğimiz heyet, önümüzdeki günlerde bizi bekleyen hava şartlarına karşı acil ihtiyaç hâline gelen palet, hijyen ve su ihtiyaçlarının talebi için valiliğe görüşmeye gitti; ancak adeta terk edilmiş valilik binasında kendilerine muhatap bulmakta zorlandı. Depremin 25. gününde hâlâ su çekilmeyen çadırkentler, kaldırılmamış enkazlar varken, haftasonu olduğu için çalışmayan afet valisiyle görüşemeyince, vali yardımcısını bulup taleplerimizi iletti. Valilikten talep ettiğimiz ihtiyaçlarımız 300 adet palet, iki tane çamaşır makinası ve hijyen malzemeleri iken, akşam saatlerinde taleplerimize yanıt verdiğini söyleyen valilik bize 20 adet palet ve içinde bir miktar deterjan, ıslak mendil ve kolonya olan hijyen kolisi gönderdi. Bize vaat ettiklerinin sınırlarını bir kez daha görmüş olduk.

Derdimiz ortak, yaramız ortak. Öyleyse emeğimiz de ortak olmalıdır. Bizi kurtaracak olan dayanışmak, ortakça bir yaşamı inşa etmek ve emeğimize sahip çıkmaktır.

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Yıkımla gelen katliamın hesabı sorulmadan yeni bir gelecek kurulamaz!

Saray timsah gözyaşları döküp helâllik isterken her geçen gün yeni bir suçla deşifre oluyor. Bir gün depremden kurtarılan çocukların cemaat yurtlarına verildiği ortaya çıkarken ertesi gün deprem sonrası ilk elden ihtiyaç olan çadırların satışı bilgisi ortalığa saçılıyor.

Saray Rejimi’nin her yanından pislik akarken burjuva muhalefeti yıkımın hesabını sormak için ısrarcı olmak bir yana “temiz” bir sayfa açmak adına seçim sonrasına gün vermektedir. Yüz binlerce insanı enkaz altında ölüme mahkûm eden bu sistemle hesaplaşma talebini yükseltmeden kurulacak bir yarın yoktur. En az 200 bin insanın ölümü, yaşanan katliam ve sonrasında etrafa saçılan pislik, seçim ve aday tartışmalarının altına süpürülemez. Eğer yarın insanca ve onurlu bir yaşam kurulacaksa bu ancak kendi yarasını sarmak için ilk anda seferber olan milyonların örgütlü mücadelesi ile mümkün olacaktır.

Milyonlarca insanın en temel yaşamsal ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı sorusu ortadadır.

Ailelerini kaybeden binlerce çocuğun akıbetinin ne olacağı sorusu ortadadır

Yıkılan şehirlerin rant ve yağmaya kurban edilmeden, tarihsel demografik kimliklerinin korunarak yeniden inşa sürecinin nasıl örgütleneceği sorusu ortadadır.

Cumhurbaşkanından bakanına, inşaat çetelerinden belediyelerine bu katliamdan sorumlu kim var ise nasıl ve ne zaman yargılanacağı sorusu ortadadır.

Bunlara cevap üretmeyen her tartışma, her gündem gerçekte yaşanan sürecin üzerine toprak atmaya yarayacaktır.

Bunu engellemenin tek yolu biz milyonları harekete geçiren dayanışma isteğinin, öfkenin örgütlülüğe dönüştürülmesidir.

Deprem haberini ilk aldığı anda harekete geçen tüm toplumsal kesimler deprem bölgeleri ile yürütülen dayanışmayı büyüterek devam ettirmeli, tüm sorumlulardan hesap sormak için mücadeleyi yükseltmelidir.

Asla unutmayacağız, asla affetmeyeceğiz.

Dayanışma engellenemez! – İstanbul Emek, Barış, Demokrasi Güçleri Deprem Kriz Koordinasyonu

Deprem gibi doğal bir afeti, bile isteye katliama dönüştüren yönetenler, deprem sabahından başlayarak maden ve inşaat işçilerinin, sağlıkçıların, avukatların, mühendislerin, kadınların, öğrencilerin, yaşlı-genç seferber olan tüm halkın dayanışmasını engellemek için ellerinden geleni yaptılar.

Çadırlardan, gıda kolilerine kadar halkın seferberliği ile gönderilen tüm yardımları tekeline almak için engelleyerek, çadır, yemek satarak, dayanışma merkezlerine ve gönüllülere saldırarak deprem karşısındaki tutumlarını çıplak biçimde ortaya koydular. Pazarcık’tan Osmaniye’ye oradan Antakya’ya deprem koordinasyonlarını kaldırmaya çalışarak, gönüllüleri tehdit edip gözaltına alarak dayanışmayı, halkın kendi kaderini eline almasını engellemeye çalışmaktadırlar.

Bugün gelinen noktada depremden etkilenen bölgelerde sağlıktan eğitime, temel yaşamsal ihtiyaçlardan delillerin karartılmamasına kadar her şey “dayanışma yaşatır” diyen insanların emeğiyle yapılabilmektedir. Bugün bölgede hâlâ dayanışmanın daha güçlü örülmesi için onurlu insanlara ihtiyaç vardır.

Depremden etkilenen bölgelerde birinci basamak sağlık hizmetleri çökmüştür, toplum sağlığı ve birinci basamağın yeniden örgütlenebilmesi için gönüllü sağlık emekçileri köy köy, sokak sokak ilk günden beri alandadır. Bunu engellemeye çalışmak insanlık suçudur.

Tüm hasar tespit çalışmalarında büyük yolsuzluk döndürmeye çalışanlara karşı, usulsüz yapıların dosyaların kaçırılmasına karşı, evlerinden yaşamlarından olan insanların sokak ortasında devletin kolluk güçleri tarafından işkenceye uğramasına karşı gönüllü avukatlar gecesini gündüzüne katmaktadır. Bunu engellemeye çalışmak insanlık suçudur.

Çadırdan kuru gıdaya, revirden ısıtıcıya halkın ihtiyaçlarının örgütlenmesinde devrimciler, yurtseverler, sosyalistler, kadınlar, öğrenciler bir bütün olarak tüm bu engellemelere karşı halkla beraber dayanışmayı örgütlemeye devam etmektedir. Bunu engellemeye çalışmak insanlık suçudur.

Esas güç, devletin tüm engellemelerine rağmen gönüllü arama-kurtarmaya katılan, kamyonlar dolusu desteği deprem bölgelerine götüren, yıkılmış kentlerde elektrikten suya, barınmaya, beslenmeye, halkın ihtiyaçları için örgütlenen, sağlık için revirler kuran gönüllülerde; yani halkın kendisindedir! Parayla satın alınamayan, tehditle susturulamayan insan onurundadır.

İstanbul Emek Barış Demokrasi Güçleri Deprem Kriz Koordinasyonu olarak, halkın seferberliğini ve dayanışmayı engelleme girişimlerine sessiz kalmayacağımızı ilan ediyor, dayanışmayı büyütmeye çağırıyoruz.

3 Mart 2023

Örgütsüz “muhaliflik”, “risksiz eylem”, eylemsiz “söz”

Tolstoy, daha 1900’lere gelmeden, Çarlık Rusyası’nda, feodal soylulardan ve burjuvalardan oluşan egemenliği, çirkeflik olarak adlandırıyordu. Aslında o, yoksul köylülüğün sorunlarına odaklanmıştı denilebilir. Ama o denli sağlam bağlarla “gerçekçiliğe” bağlı idi ki, bu arada sistemin tüm çürümüşlüğünü de, müthiş bir edebî dille ortaya seriyordu. Belki kendisini de içine koyarak, insanın önündeki üç yolu tarif ediyordu. Birincisi, çirkefliğin bir parçası olmaktır. Bu, parababası ve egemen olamayacağınız için, bir anlamda, para kazanmak da içinde onların memuru olmak demektir. İkinci yol, ona göre, çirkefliğe karşı savaşmaktır. Bunun için “kahraman olmak gerekli” diye not ediyordu. Sadece Bolşeviklerden söz ediyor değildi, belki daha çok Narodniklerden söz ediyor olmalıdır. Ve eğer bu ikisini de yapamıyorsanız, o hâlde, her akşam içip sarhoş olmak dışında yol kalmıyor, diye not ediyordu.

Okuyucu beni affetsin, bunları “Canlı Ceset”te söylediğini ve birebir aynı kelimelerle aktarmadığımı not etmeliyim. Ama aşağı yukarı bu biçimdedir.

1800’lerin sonunda, sınıf mücadelesinde tutum, üstelik işçi sınıfı cephesinden bakmayan, büyük bir gerçekçi tarafından, bu biçimde ifade ediliyordu. Ya mücadele edeceksin -demek kendini yeterince kahraman görmüyor- ya bu çirkefliği, düzeni destekleyeceksin, bundan kesinlikle nefret ediyor ve ya da unutmak için içeceksin, içtikçe “doğruları” söyleyen kişiler kervanına katılacaksın.

Unutmak, görmemek, bilip de bildiğini göstermemek, duyup da duymamış gibi yapmak üzere, bol bol söz söylemek.

* * *

Emperyalizm çağında, 1870’lerden başlayarak, İngiliz emperyalizminin hizmetkârları, hem “üstün Anglosakson ırkı” teorilerini geliştiriyorlardı hem de bu burjuva kalemşörler, birer cellat gibi bilimin tüm dallarını doğramakla meşgul oluyorlardı. Tarihsel maddeciliği, diyalektik düşünceyi, bilimin zihin açıcı, ufuk açıcı sonuçlarını sınırlandırmak istiyorlardı. Metafizik okulu böyle kuruldu. Ve o günden başlayarak, sürekli olarak, bilime savaş açmış bir emperyalist ideologlar ordusu, bu iş için oldukça büyük efor sarf ettiler. Her gün, bilimi, diyalektik ve tarihsel maddeciliği, işçi sınıfının elindeki silahları yok etmek, hapsetmek için, çok paralar döktüler.

Onların sayesinde, bir kere daha öğrendik ki, “başlangıçta söz vardı.” Başlangıçtaki söz, bizim “devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz” vurgumuzdaki teoriyi ilgilendiren “söz” değildir. Söz, “başlangıçta söz vardı” formülünde her nedense kitaplarını “yazılı” olarak göndermeyen tanrının sözü anlamındadır. Mistik dünyanın, sözüm ona romancılarca, sanki dinden daha yüce bir şeymiş gibi hayatımıza sokulması anlamındadır “söz”.

Gerçekte, insan düşüncesi, insanın yaşamını sürdürebilmesi için gereken maddi malların üretimi ve biyolojik açıdan soyunu devam ettirme faaliyetleri içinde, giderek gelişir. Düşünce, içinden çıktığı bu günlük maddi zeminden zamanla kopar ve “görünenin” ardındaki gerçeği, hareketin yasalarını ele almaya başlar. Suyun bir hayatî içecek olduğunu bilmeden de su içebilen insan, zamanla su hakkında daha derin bilgilere ulaşır. Gece ve gündüzün birbirinin neden ve sonucu olmadığını, birbirini takip etseler de, aslında güneş ile dünya ilişkisinin bir sonucu olarak var olduklarını anlamaya başlar. Gece ve gündüz, karşıt olmaktan çıkar. İnsanın düşünce sisteminde gece ve gündüz karşıt diye sunuldu mu, hareketi ve bizim dışımızdaki gerçekliği temel alanlar, karşıtlığın “düşünsel dünya”dan gelmediğini, onun madde ve hareketten geldiğini söylemekten geri durmazlar.

Böylece, günlük bilinç, bilimsel ve sanatsal bilinç ile aşılmaya başlanır. Artık, “güneş doğdu” derken bir noktada yanlış bir şey söylediğimizi biliriz. Aslında güneş hiç batmaz. Avrupa’da “batar”ken, mesela Japonya’da “doğmakta”dır. Yine de günlük dilimizi kolayca değiştiremeyiz. Çünkü, çoğunluk, bilimsel düşünmekten uzaktır. Bu nedenle bilim ve sanat insanları, bu günlük bilinçten daha ileri düzeydeki bilimsel ve sanatsal bilinçle, yeniden günlük yaşama, değiştirmek amacı ile müdahale etmek zorundadırlar.

Elbette bu kolay bir iş değildir. Değiştirmek amacı olmazsa, anlamak da kolay olmaz. Değiştirmek, bir eylemdir ve etik-estetik sorunları da beraberinde getirir. Bu açıdan, eylemli sanatçının, eylemli bilim insanının buna uygun gelişkin bir etik ve estetik anlayışı da olur. Tersinden, etik ve estetik değeri kalmamış bilim insanı veya sanatçı kişi, aslında çürümüş sistemle, çirkeflikle bütünleşme çabasında demektir. Tolstoy’un sınıflamasında birinci gruptakilerdir. Biraz zeki iseler, para da kazanırlar. Ama ortada bilim ve sanat da kalmaz.

İşte bu nedenle, bu düzeyde bir kavrayış sahibi olmak önemlidir. Bilim ve sanat insanları, önce doğru “teoriyi” ortaya koymalı, sonra buna uygun bir eylem geliştirmelidir. Böylece, günlük pratikten gelmiş olan “söz”, ondan kopmuş ve şimdi o günlük pratik ile yeniden ve başka bir düzeyde ilişki kurmaya başlamış demektir.

Demek oluyor ki, “başlangıçta söz vardı”, aslında hem doğru değildir hem de bizim için bir konu olan söz ve eylemin birliği ile dirhem ilgili değildir. Tersine, “başlangıçta söz vardı”, İngiliz emperyalizminin altın çağında İngiltere’de yaratılan metafizik okulunun, bilimin gelişimine ve halka yansıyan etkilerine karşı savaş yürüten burjuva ideologlarının dini farklı bir tarzda yeniden diriltme girişimlerindendir. Onlar, dinin bu yeniden baştacı edilmiş hâline “felsefe” diyorlar. Hatta felsefe tarihinden, mesela Platon’u, Aristo’yu vb. bu mistik düşünce için kaynaklar hâline getiriyorlar. Öyle ya, herkese din, farklı biçimler altında gereklidir. Din, egemenin uyuşturma, yönetme aracı ise (inananlar için anlamından söz etmiyoruz), herkese üç kutsal kitaba dayalı yorumlar yetmeyebilir. Bu durumda, “felsefe” başlığı, birçok mistik düşünceyi savunmanın yolu olabilir. Ne de olsa, “söz” söylenmektedir.

Eğer sözler, ilginç olursa, hatta biraz da “anlaşılmaz-derin”liğe sahip olurlarsa, hani sisin arasında seçilen gölgeler gibi bir görünüp bir kaybolan hâlde olurlarsa, çok ama çok makbule geçer. Emin olun, emperyalist egemenler, bu konuda başarı gösterenlere epeyce para verirler. Çelişki bu ya, para, maddi bir itki olarak bu insanların “mistik dünya” için maddi çabalarını çok çok teşvik eder, ruhlarını şaha kaldırır.

Hikâye bu ya, adam, tüm dinlere yabancıdır ve dünyayı tanımaya çalışır. Kitlelerin toplandığı ibadethaneleri, sinagogları, kiliseleri, camileri dolaşır ve her birinde farklı ibadet şekillerini anlamaya çalışır. Kısa sürede, fark eder ki, hepsinde ortak bir yön var, her birinin tanrısı sınırsız güce sahip olsa da, her birinde, yapılacak işler için para toplanmaktadır. Bu hikâye gösteriyor ki, para, egemenlerin manevi dünya organizasyonları için, çok büyük bir teşvik edici güçtür ve yaratan bunu asla çözmemiştir.

Hayır, derdimiz, mistik düşünce sistemleri konusunu tartışmak değil. Derdimiz, Tolstoy’un önünde duran soruna, formüle ettiği şeye dönmek, oradan ülkemizdeki sınıf mücadelesinde bugün, insanın önündeki yolların, seçeneklerin ne olduğuna bakmak.

Sanırım bugün, bizim çağımızda doğup yaşayan insanların önünde üç seçenek var. İlki, içinde yer aldığımız, etrafımızı saran, gün be gün çürüyen ve tüm çürümüşlüğü insanım diyen herkese de bulaştıran sistemin, çirkefliğin, içinde yer almak. Bunun bir yolu, sizin parababası olmanızdır. Doğuştan burjuva sınıfın üst katmanı diyebileceğimiz tekelci sermayedarların ailelerinden değilseniz, bu durumda onların hizmetine girmeniz gerekir. Bu sadece devlet kademelerinde hizmetli olmak demek değildir. Günümüz tekelci kapitalizm dünyasında daha başka yollar da var. Mesela uyuşturucu baronlarının organizasyonuna girebilirsiniz. Ya da mesela mafyanın içinde yer alabilirsiniz. Mesela ülkemizde dinî tarikatların içinde yer almak da öyle bir yol olabilir. Kısacası bu çirkefliğin parçası olacaksınız ve iş aynı olmak üzere bunun çeşitli biçimleri var; basın, silahlı çete, yüksek devlet memuru olmak vb. Tabii burada da yükseleceksiniz ki para kazanasınız. Öyle ya, bu çirkefliği kuranların neden hizmetine giresiniz, para için. Öyle ise iyi para kazanamazsanız, o da sorun demektir. İkincisi, bu çirkefliğe karşı savaşmaktır. Bu 1800’lerin sonlarında olduğu gibi, şimdi de kahramanlık, cesaret, bilinç vb. ister. Eğer insan olmak, ezilenlerden, sömürülenlerden, işçi sınıfından yana olmak size bir anlam ifade etmiyorsa, zaten kahraman da olamazsınız. Üçüncüsü ise, sarhoş olmaktan geçiyor. Kimisi “felsefe” toplantılarında “mistik düşünce” içerek kendinden geçer, kimisi içki masalarında. Bileceksin ama biliyormuş gibi bunun gereğini yapmayacaksın. Bileceksin ama bildiklerin sende bir sorumluluk yaratmayacak. Bileceksin ama bilmeyeceksin. Öyle sarhoş olacaksın ki, kendinin bile gerçek olup olmadığını bilmeyeceksin. İçki masalarında bu daha “maddi” bir süreç olarak işlemektedir. İçiyorsun, unutuyorsun. Bazan kalkıp afra tafra yapıyorsun, sonra “ah kader ah” diyerek kendini sandalyene bırakıyorsun. Görüyorsun ama görmemiş gibi yapıyorsun. Çeşidi çok yani. Kimisi bildiğini unutuyor, kimisi doğru ve yanlışı ayırt edemez hâle geliyor, kimisi bildiğini gizliyor, kimisi ise bildiklerini çirkefliğe, sisteme karşı savaşanların umudunu kırmak, enerjilerini yok etmek için kullanıyor: “Ahh biz bu yollardan geçtik; siz mi devrimi yapacaksınız?” İşte bir bilen kişi! Ne biliyor? Kendisi devrimi yapamamış ise, kimse yapamaz. Demek ki, kendisi, en gelişmiş, zirveye varmış insan olmuş oluyor. Sadece “korkuyorum” dememek için, dün kendisinin de içinde olduğu mücadeleye küfrediyor.

Hastalıklı hâldir bu.

1

Bugün, bir toplumsal bunalım yaşanmaktadır. Bunalım, egemen sınıfı da, işçi sınıfını da, tüm toplumu sarmış hâldedir. Kitleler bu sistemde yaşamaktan rahatsızdır. Bir arayışları var, ama bu henüz öne çıkmış değildir. Demek, bunalım en derine henüz inmiş değildir. Ama yönü burasıdır. Yönetenler ise alışageldikleri metotlarla yönetemez durumdadırlar.

Ve işçi sınıfı, yönetilenler, tüm halk, büyük ölçüde devrimci politikaya uzaktır. Yani, örgütsüzdür. Zaten öyle olur. Doğası gereği böyledir, egemen sınıf örgütlüdür, en gelişmiş örgütü devlettir. İşçi sınıfı, devrimci sosyalizm bayrağı altında örgütlü değildir. Dahası, işçi sınıfı, ekonomik haklarını, sosyal haklarını, günlük haklarını savunmak için gereken sendikal örgütlenme de içinde, örgütlenmeden yoksundur, bu açıdan zayıftır. Belki bu başka bir ülkeye göre bir farklılık olabilir. Ama, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü gelişmiş olsa, işçi sınıfı bu toplumsal bunalımdan bir devrimle çıkmanın yolunu da bulur demektir.

İşçi sınıfının örgütsüzlüğünü saptamak, hatta bunu tüm detayları ile her açıdan ele almak, gerçekçi olarak masaya yatırmak önemlidir. Ama bunu yaptıktan sonra, her gün işçileri suçlamanın, kitleleri suçlamanın bir anlamı da yoktur. Bir fayda getirmez.

Bu koşullarda, sisteme karşı öfke, kendini bireysel biçimlerde ortaya koymaktadır. Bu “bireysel” biçimler, bugünkü Saray Rejimi’nden “sadaka” almak, borçlanmak, evde elektrikten, doğalgazdan tasarruf etmek adına donmak ve karanlıkta oturmak, ek iş yaparak hayatta kalmaya çalışmak, eşini dövmek, sevdiklerine ve aile fertlerine şiddet göstermek, intihar etmek vb. biçimlerde ortaya çıkıyor.

Bunlar sağlıksız tepkilerdir.

Giderek bu tepkiler, kendiliğinden eylemler şeklinde ortaya çıkmaya başlar. Bugün bu vardır. Bu kendiliğinden eylemlere bakıp, “a-ha başladı” diyen eski tüfeklerin, eylemler bitince “demiştim bu halktan bir şey olmaz” demeleri, kendi hâllerini teorize etme durumudur. Doğru bir tutum değildir, hastalıklı tutumdur. Kendiliğinden eylemler, sisteme karşı duyulan tepkinin, giderek bireysel tepkilerden çıkıp, ortak, sınıfsal tepkilere doğru evrilme hâlidir. “Evrilme” diyoruz, demek oluyor ki, hâlâ bireysel tepkiler varlığını sürdürür. Bu kendiliğinden eylemler, ne zaman örgütlü bir hâl alır ve ne zaman sınıf bilincine dayalı eylemlere dönüşmeye başlarsa, yani devrimcileşme gelişirse, işte o zaman, durumda bir değişim ortaya çıkmış olur.

Tüm bu süreç, sancılı bir süreçtir. Düz bir çizgi şeklinde sürekli ileriye gelişmez. Belki bir kuşbakışı ile eğilimin yönü görülebilir, ama günlük mücadelede bu, inişli çıkışlı bir yoldur.

Devrimci sosyalizm, bu hareketliliğin genel eğilimlerini doğru saptamakla yükümlüdür. Bu nedenle, her koşulda, direniş ve örgütlenme hattını öne koymak, devrim ve sosyalizm hattını öne koymanın pratik yoludur.

2

Ülkemiz 12 Eylül yenilgisini, SSCB’nin çözülmesini iki olumsuz süreç olarak yaşarken, aynı zamanda Kürt devriminin yükselişi gibi muazzam bir direnişi de yaşamıştır, yaşamaktadır. Bu üç süreç, çok farklı tipolojileri ve tutumları günlük mücadelede karşımıza çıkartmıştır, çıkartmaktadır.

Tüm toplumu saran bugünkü bunalımda, birçok farklı tutumun tarihsel temelinde bu üç süreç vardır.

Devrimci hareketin saflarında bir biçimde yer almış, ama yenilgiler sonrasında, uzun süre seyretmiş, kenara çekilmiş, düşüncelerini terk etmiş, devrime inancını kaybetmiş insanlar, bugün, gelişmekte olan devrimin şurasında, burasında harekete geçmeye başlamışlardır.

Birçok insan, bugün içinde yaşadığımız olağanüstü rejim, Saray Rejimi koşullarında, devletin baskısı karşısında geri durmakta, yalpalamakta, hatta kendi yaşam tarzlarına sımsıkı sarılıp devrimci hareketi “akılsız” çıkışlar yapma riskine karşı “önden” uyarmakta olduğunu sanmaktadır.

Kendi hâllerini “teorize” etme tutumudur bu.

Buna bağlı olarak, bazı “eylem” biçimleri ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır. Öyle ya, insan sonunda boş durmaz. Boş durmak, tanrılara mahsus bir hâldir. İşçiler dayak yerken, Gezi sürecinde gençler katledilirken, Saray Rejimi kurulurken, Diyarbakır Suriçi yerle bir edilip gerilla cesetleri sokaklarda sürüklenirken, Suruç’ta gençler, Ankara Garı’nda halk katledilirken, “sessiz” durmanın “eylemli” hâlleri de gelişmek zorundadır.

Bunlara şekilsiz eylemler de diyebiliriz. Çocuk tacizlerine karşı “siyah kurdele takma” eylemi, sokak köpeklerine vahşice davrananlara karşı “sosyal medya, tweet eylemi”, çoktan eskimiş tencere çalma, ışık söndürüp yakma eylemi bunlardandır. Elbette bunlar da bir çeşit “ses verme” hâlidir. Ama bunları yaparak; direnen işçilerin, kadınların, gençlerin polis karşısında barikatı aşamaması hâlini eleştirip, “bu halktan bir şey olmaz” sonucuna ulaşmak, kendini aşırı önemli addetmektir. Hastalıklı hâldir.

3

Denir ki, her devrimcide, her komünistte biraz anarşist ruh olmalıdır. Bu anarşist ruh, hastalıklara karşı vücudu sağlıklı tutmanın da bir yoludur.

Eylemsiz muhaliflik olmaz. Eylemsiz devrimcilik olmaz. Eylemsiz, söz ile yetinen bir devrimci tutum olmaz.

Örgütsüz devrimci mücadele, örgütsüz devrimcilik, bizim sol hareketimize, 12 Eylül yenilgisinin hediyesidir. Bu hediyeyi, paketi ile birlikte, süsleri ile birlikte reddetmek gerekir.

SSCB’nin yenilgisi, birçokları için, doğru ve yanlışın ortadan kalkması hâlini beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, mesela dünyanın her yerinde gelişen kitle eylemlerine bakıp, “ah ne güzel, lidersiz, öndersiz, örgütsüz” kitle eylemleri bir seçenektir, diyenler çıkabilmiştir. Oysa, devrim isteniyorsa, bir örgüte ihtiyaç vardır. Devrim kolektif bir iştir. En küçük bir oyunda bile bir organizasyon gereklidir. Karşımızda güçlü, merkezî, despot, örgütlü bir burjuva egemenlik var. Bu sadece bu ülkede değil, tüm kapitalist sistem için geçerli bir gerçekliktir. Egemenliği yıkacak, egemeni alaşağı edecek bir mücadele, nasıl örgütsüz bir zafer kazanabilir? Bunu söylemek, kendi korkularını, işçi sınıfına bir çözüm olarak dayatmak demektir.

Temkinlilik adına, örgütsüzlüğü, amorf yapılanmaları savunmak, kendini dayatmaktır. Devrim, işçi sınıfının önderliğinde, bu dayatmaları yerle bir ederek gelişmektedir. Erdoğan imzalı grev erteleme kararlarının yazılı olduğu kâğıt parçalarını yırtan işçiler, artık bu temkinliliğin işe yaramayacağını, işçi sınıfının bu sahte dostlardan kurtulmasının zamanının geldiğini göstermektedir.

Roman, bilimsel bir yazın faaliyetidir. Hikâye onun karikatür hâlidir ve işe yarardır. Ama masal, o işe yarar olmaktan çıkmıştır. Sözlü masalların savunucuları gibi, işçi sınıfına örgütsüz ve lidersiz bir mücadeleyi övmeye çalışanlar, olsa olsa masalcı teyzeler/dayılar olarak tarihe geçebilirler.

Eylemin öğreticiliği, tüm devrim sürecinin en önemli gerçeğidir. Eyleme geçmeyen, aklını da kapalı tutmaktadır. Kendi utanılası konumunu savunma tutumudur bu. Eylem, aklı açıyor. Her bir eylemden bir zafer beklemek, devrim sürecini, bu sürecin diyalektik işleyişini hiç ama hiç anlamamak demektir. Ama her eylem, bir derstir. Her direniş, büyük devrimci kalkışmaya çok farklı yollarla bağlanan bir adımdır, sürecin bir parçasıdır. Bu nedenle, direnişin içinde olmayan, onu seyretmekle yetinen, öğrenemez.

4

Biliyoruz ki, Saray Rejimi, tüm gücü ile saldırmaktadır. Zira, çok korkmaktadırlar. Egemeni bu korku sarmıştır. Saldırılarının nedeni bu korkularıdır. Bu korku, kökü derinde bir korkudur. Sınıflı toplumun tarihi kadar eski bir tarihi vardır bu korkunun. Ve yine, egemenin, ayakta kalabilmek, egemenliğini sürdürebilmek için saldırılarının da tarihi bir o kadar eskidir.

Bugün Saray Rejimi, her hak arama eylemine, her direnişe, en küçük bir soruya bile büyük bir şiddetle saldırmaktadır. TOMA’ları, copları, akrepleri, basını, yargısı, din adamları, tarikatları, mafyatik yapılanmaları, paramiliter güçleri ile açık bir iç savaş yürütmektedirler.

Bu bir gerçektir.

Ancak bilmek gerekir ki, buna karşı dinmeyen, sönmeyen bir direniş de vardır. Bu direniş, örgütlü, bilinçli, sosyalist hatta bir direniş olmayabilir. Ama her direniş, nihayetinde, sisteme karşı mücadelenin bir parçası hâlindedir.

Ve dahası, bilim bize gösteriyor ki, gerçekte, tarihsel olarak savunmada olan, bugün vahşice saldıran egemenlerdir, kapitalist dünyadır.

Saldırıda olan ise işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı, kadınlar, gençler bu saldırı hâlinin ne denli bilincindedir, bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama savunmada olan biz değiliz.

Bu saldırı, sistemi yıkmak, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak için yürütülen mücadelenin kendisidir. Bilmek gerekir ki, biz devrimciler sınıf savaşımını yaratmadık. Sınıf savaşımı bizim dışımızda var olan, sınıfların varlığına dayalı bir gerçektir. Bu toplumsal gerçek, biz içinde yer alalım ya da almayalım, sisteme karşı bir saldırıdır.

İşçi sınıfının zaferi, yani devrim ve sosyalizm mücadelesi, örgütsüz, amorf yapılarla zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının zaferi, sözle yürütülemez. Egemenleri ikna edecek “altın söz” yoktur. Egemen, kendi isteği ile egemenliğini bırakmaz. Tarihte bunun örneği yoktur.

Bu, mücadelenin açık bir gerçeğidir.

Bu nedenle, işçileri sokaktan, eylemden, direnişten uzak tutma girişimi, burjuva muhalefetin bir yaklaşımıdır. Bu burjuva muhalefet, Saray Rejimi de dâhil, sistemin ayrılmaz parçasıdır. Liberal sol, söylemlerle sistemi köşeye sıkıştıracağı hayalini kurmaktadır. Bu doğrultuda, sistemin kendi içinde “demokratik” dönüşüm yaşayacağı masalını işçilere anlatmaktadırlar. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılan bu liberal sol, işçi sınıfının sisteme karşı öfkesini bastırma işine soyunmuştur.

Her gün diktatörlük dedikleri sistemin, her gün anayasayı tanımadığını söyledikleri Saray Rejimi’nin, her gün hukuksuzluklarını sıraladıkları Saray Rejimi’nin, sözlerle köşeye sıkıştırılacağını söylemektedirler. Masalları budur. Saray Rejimi, bizzat sandıkları gömmüş, parlamentoyu devre dışı bırakmış, seçimleri hilelerle sonuçlandırmış, açıkça “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözleri ile hırsızlık ve hilelerini ilan etmiş iken, bunu defalarca yapmış iken, katliamlar yapmış iken, şimdi bu burjuva muhalefet ve liberal sol bize bir kere daha bu sistemin yasalarla devrileceği masalını anlatmaktadır.

Devrimci mücadele, işçi sınıfının nihaî çıkarlarının savunulması, amorf yapıların işi değildir. Bu, bilip de gerçeği gizlemektir. Bu tutum, görüp de gördüğünü saklamaktır, duyup da duymamış gibi yapmaktır. İşçi ve emekçilerden, halktan gerçeği saklamaktır.

Solu, işçi sınıfının eylemlerinden uzak tutma girişimidir.

Sözü olan, buna uygun bir eylemlilik içinde olmalıdır.

Eylemi olanın buna uygun bir örgütlülüğü olmalıdır.

İşçi ve emekçilerin çıkışı, devrimci sosyalizmdedir. Bu da devrimci bir örgütlenmeyi gerekli kılar. Elbette bu riskli bir yoldur. Deyim uygun düşerse kahramanlık ve cesaret gerektirir. Gerçeği söylemek de öyledir, gerçek bir eylemlilik, gerçek bir direniş hattı geliştirmek de.

Önümüzde zorlu bir sınıf mücadelesi vardır. Bugün bu mücadelede, işçi sınıfından yana saf tutmayanın, sosyalizm ve devrim davasına inanması bir anlam ifade etmiyor. Sosyalizm ve devrim, sözlerle gerçeklik bulamaz. İşçi sınıfının zaferi, sınıfsız bir toplum mücadelesinin zaferi, sadece tarihsel bir zorunluluk değildir, pratik mücadelenin de konusudur, günceldir ve olanaklıdır.