Ana Sayfa Blog Sayfa 77

10 Ekim: Mücadele büyüyor, katledenler çözülüyor

“İnce kabukları zorlanıyor zamanın
Gelecek damlıyor yorgun havuzlara
Damlalarla yılların gelin yüzü
Suların üstünde koskoca bir çağ
Umutlar sığmaz oluyor alanlara…”

Şiddetle saldırmak, yeşeren ve büyüyen özgürlük istemini öldürebilir mi? Ya da milyonların yüreklerinde büyüyen öfkeyi alaşağı edebilir mi? Gazıyla, kalkanıyla, copuyla, TOMA’sıyla, polisi, ordusu, çetesiyle saldıranlar mı kazanacak? Yoksa insanca, onurlu bir yaşam isteyenlerin mücadelesi mi?

Gezi direnişiyle birlikte yükselen kardeşleşme, halkların özgürleşme istemiyle yürüttüğü mücadelenin birleşme dinamiği kendini 7 Haziran’da ortaya koydu. Gezi direnişinin açığa çıkardığı gücün, emperyalist paylaşım savaşının karşısında Rojava’da yeşeren umutla bir araya gelmesi, birleşmesi ihtimali, egemenlerin kâbusu oldu.

Gelişmeler egemenlerin üzerinde durdukları temelleri sarsmaya yetti. Kapsamlı saldırı dalgası, Amed mitingine bombalı saldırı, HDP binalarına saldırılar ve Suruç katliamıyla başlatıldı. Savaş bloğu, başta 7 Haziran seçimlerinde Ak Parti’yi bölgeden silen Kürt halkı ve siyasal önderliği olmak üzere, devrimci-sosyalist-sol güçlere, Alevilere, tüm muhalif kesimlere topyekûn bir saldırı başlattı.

İktidarlarını kaybetme korkusuyla el altında tuttukları kirli savaş planlarını devreye soktular.

Saldırının hedefi açıktı; Tarihleri boyunca bir araya gelmesinden korktukları işçi sınıfı ve halklar, ortak talepler etrafında birleşerek üzerlerine geliyordu. Bu ortak mücadele hızla büyümeye ve sonlarını hazırlamaya adaydı. Ortasında bombalar patlatarak bastırmaya giriştiler. 10 Ekim 2015’te Ankara’da bir araya gelen binlerce insana dönük katliamla beraber emperyalistler, onların işbirlikçileri, çeteleri topyekûn olarak saldırıyı devreye soktular.

“400 milletvekilini verin, bu iş huzur içinde çözülsün” diyen, IŞİD çetesi için “öfkeli bir grup genç” diyen, “Ya iktidar ya kaos dedim, millet kaosu seçti” diyen kazandı mı? Katliamı gerçekleştirenler, insanca bir yaşam, onurlu bir barış diyenlerin karşısında kazandı mı?

Hayır, onların iktidarı bu 6 yılda giderek çözüldü. Son yıllar, pandemide, yangınlarda, sellerde, sermaye sahiplerinin rantı dışında hiçbir şeyi yönetemeyen, çözülen devleti gözler önüne serdi. Yağma, rant ve savaş ekonomisiyle ayakta durmaya, son çırpınışlarını sergilemeye çalışıyorlar. Gelen zamlarla market alışverişi geçen yıla oranla 2 katına çıkıyor, Kod-29 ile işyerlerinde sendikalaşan işçiler başta olmak üzere yüzbinlerce işçi işten çıkarılıyor. Kâğıt toplayıcılarının ekmeğine göz koyup, polisiyle üzerlerine saldırıyorlar. Bir çeteler koalisyonu olan Saray Rejimi, kendi yıkımının faturasını işçilere, emekçilere, milyonlara ödetmek istiyor.

Kitleler için hiçbir inandırıcılığı kalmayan, hiçbir rıza üretemeyen, elinde baskı ve şiddet dışında yönetebileceği hiçbir araç kalmayan burjuva iktidarın karşısında; mücadele ise yaşamın her alanında kök salıyor.

İşçi hareketi fabrika önlerinden meydanlara doğru ağır, emin adımlarla yürüyor. Fabrika önlerinde yanan çoban ateşleri sayısı her gün artan direnişlerle büyüyor. İşçiler mücadelesini büyütüyor, örgütleniyor.

Kadınların baskıya şiddete karşı hakları ve özgürlükleri için yürüttüğü direniş sokaklara yayılıyor. Kadınlar yaşamın her alanında hakkını almak için mücadele ediyor, örgütleniyor.

Öğrenciler atanan rektörlere, kampüslerdeki polislere karşı direnişini sürdürüyor. Kendi kendini yönetmek için üniversitelerde söz, yetki ve karar taleplerini örgütlüyor.

Doğasına, toprağına, suyuna sahip çıkan köylüler, ekoloji mücadelesi yürüten binler Saray’ın çetelerine karşı direniyor.

Mücadele büyümekte ve deneyimle bilenmekte. Yarın yönetmeyi öğrenecek olanlar da bugün insanca ve onurlu bir yaşam için mücadele eden, direnenlerdir.

Milyonların öfkeyle yanan yüreklerini örgütlemek için her ne yapıyorsak daha fazlasını yapacak, onlara sözümüzü, devrimi örgütleyeceğiz.

10 Ekim’i unutmayacağız, katilleri affetmeyeceğiz. Yitirdiğimiz yoldaşlarımızın seslerini her yana yayacağız.

“Göresin ki destan edesin
Söyleyesin dillerden dillere
Bir türkünün dizelerinde
Bir kavalın nağmelerinde
Alıp başını gidesin
Bağrı yanık yeller üstünde
Güneşin rengiyle düşesin ufuklarıma
Kırasın karanlıklarımı kırasın”

10.10.2021

 

Kaldıraç dergisinin Ekim sayısı çıktı

Merhaba

“Toprak doyurası gözleri doymuyor
Çok para kazanmak istiyorlar”
Gelmekte olanı görüyorlar velakin toprak doyurası gözleri doymuyor.
Biz de gelmekte olanı görüyoruz. Gelmekte olan, işçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin eylemlerinin içindedir. Gelmekte olan, toprağı işleyenlerin ellerinde, emeğinde, direnişindedir.

***

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 243 / Ekim 2021
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Afganistan: ABD, savaşı büyütmek istiyor, Türkiye, her tür hizmete hazır

Afganistan, 20 yıllık ABD işgalinin ardından, ABD-Taliban anlaşması ile, Taliban’a teslim edildi, ediliyor. Şimdi, Batı dünyası, hep birlikte, “Afganistan’ın kurulacak olan yeni devletini tanıyalım mı, tanımayalım mı” diye tartışıyor. BM listelerinde, tüm Batı’da, “terör örgütü” olarak “tanınmış” olan Taliban, şimdi ülkede “iktidar”dadır ve tüm NATO, bu yeni durumu tanıyıp tanımamayı tartışıyor. Demek oluyor ki, “terör örgütü” tanımları tümden çökmüştür. Biz, işçi ve emekçiler devletler bir örgüte “terör örgütü” dediklerinde, haklı bir şüpheye düşeriz. Onlar, işçi sınıfı ve halkların kurtuluşu için mücadele eden her örgütü “terör örgütü” olarak isimlendirirler. Bunu biliyoruz.

İslamî “terör”ün kaynağı olan örgütlenmeler ise, tümü ile ABD ve NATO patentlidir, onlar tarafından yaratılmıştır, desteklenmiştir. IŞİD, El Kaide, Taliban ve diğer birçoğu böyledir. O kadar ki, gerçekten inançları için, emperyalist egemenliğe karşı savaşan birileri çıkarsa dahi, İslamî hareket içinde, kendini ABD ve NATO patentinden kurtarması diye bir işe soyunmak, kendilerinin bu hattın dışında olduğunu ispat etmek zorunda kalacaktır.

Batı, NATO mekanizmaları, 20 yıldır Afganistan’da, “teröre karşı savaş” verdiklerini ilan etmiş iken, şimdi, “Taliban”a övgüler dizmek için yollar aramaktadırlar.

Taliban’ı “terör örgütleri” listesinde tutarlarsa, Afganistan bir terör devleti olarak tanımlanacak, yok tutmazlarsa Taliban ile yeni “ilişkiler dönemi”ni başlatacaklar.

Hemen yeridir ve benim görüşüm, bu ikisinin bir karışımını devreye sokacaklar. İşlerine geldiğinde “terör devleti” diyecekler, işlerine geldiğinde “bakın realiteyi anlamaya başladılar, yumuşuyorlar” diyecekler.

Bu demektir ki, ABD emperyalizmi, Afganistan hamlesi ile bir yeni dönemin kapılarını aralamak istiyor. İşte biz de bu nedenle, daha geniş bir perspektiften, başarabilirsek, Afganistan meselesini ele almak istiyoruz. Maddeler şeklinde ele almak, en iyi yol olarak görünüyor. Çünkü konunun çok farklı yönleri var ve doğrusu tüm bağlantıları pürüzsüz kuracak kadar hazırlığımız olduğundan da emin değilim.

1

ABD’nin Afganistan’dan çekilme anlaşması, Biden döneminden önce yapılıyor. Anlaşılan imzayı Trump atmış. Bu ne demek? Bu demektir ki, Afganistan’da uygulanan politika, bir ABD devlet politikasıdır. Bu aynı şeyi, mesela Suriye, mesela Irak, mesela İran için de söyleyebiliriz. Yani, bizim ülkemizde liberal “aydınlar”ın, liberal solun iddia ettiği gibi, bu Biden politikası değildir, bir devlet politikasıdır. Suriye savaşında da durum aynıdır. Trump veya Biden, Obama veya Bush, aslında bu devlet politikalarında bir “ayarlama”yı, bir “reorganizasyonu” ifade eder. Yani, çizili politika hayata geçmeyince, güçleri yeniden dizayn edip, oyunu farklı tarzda kurmak için bu değişiklikleri yapıyorlar.

“Oyun”, geniş anlamdadır ve askerî, siyasi ve ekonomik savaşın tümünü ifade etmek üzere kullanılmalıdır. “Oyun”, kelimeden ilk alınan izlenim gibi “eğlenceli” bir hâli ifade etmiyor. Oyun, tüm araçların, legal ve illegal, resmî ve gayri resmî mekanizmaların devreye sokulduğu savaşı ifade etmektedir.

Demek ki, Biden ile Suriye savaşında bir şeyler değişeceği, hele hele mesela bu sayede Kürt halkına bir takım haklar sağlanacağı yolundaki boş inançlar, aslında ABD devletini aklama girişimleridir, ister bilerek ister bilmeyerek.

Afganistan’da da durum böyledir.

ABD, bir devlet olarak, Afganistan’dan çekilerek, üstelik Almanya ve İngiltere’nin açık olarak karşı çıkmasına rağmen bunu yaparak, “oyunu” yeniden kurmak istemektedir.

2

Bunun kanıtı da var. Geri çekilme anlaşması, çok daha önceden yapılmış olduğu hâlde, ABD, birçok silahını bırakıp çekilmiştir. Jim Banks, ABD temsilciler meclisi üyesi, Cumhuriyetçi milletvekili, konu ile ilgili ilginç bir açıklama yapmıştır. Mepa News bu açıklamayı yayınlamıştır: “Taliban’ın ABD’den ele geçirdikleri: 200’den fazla uçak ve helikopter, 75 binden fazla araç, 600 binden fazla hafif silah ve tüfek. Taliban şu an dünyadaki ülkelerin %85’inden daha fazla Black Hawk (Kara Şahin) helikopterine sahip. Sadece silah değil, çok büyük miktarda gece görüş gözlüğü, vücut zırhı, tıbbî malzeme ele geçirdiler. Daha kötüsü ABD’nin sırlarını, Afganistan’da ABD’nin 20 yıllık savaşta işbirliği yaptıklarının parmak izlerini de içeren biyometrik cihazları ele geçirdiler. Bu hükümetin ise bunca askerî envanteri geri alabilmek için bir planı yok.” (mepanews.com, 28 Ağustos 2021).

Kanımızca, ABD’nin bunları geri alma planı yok değil, bunları geri almak istemiyor ve bunlar bilerek bırakılıyor. Jim Banks’in söyledikleri ise, sadece bize bilgi vermesi açısından önemlidir. Yoksa, muhtemelen o da durumu iyi bilmektedir.

Demek oluyor ki, ABD silahlarını bırakarak çekilmiştir. Ve bu çekiliş bir anlaşma ile olduğuna göre, silahlar, bilerek bırakılmıştır. Bu silahların kullanımı için eğitim ve teknik destek konusunda da bir anlaşma yaptıklarını varsaymak gerekir.

Peki, neden bu çekilme gündeme gelmiştir?

Yanıtını, şansa bakın ki, aklının gidip gelmesi konusunda Erdoğan’la yarışan yeni ABD Başkanı Biden verdi. Biden, özetle şöyle dedi: Biz eğer Afganistan’da kalsa idik, düşmanlarımızı, yani Rusya’yı, Çin’i ve İran’ı sevindirecektik. Oysa biz Afganistan’dan, daha büyük bir savaş için çekildik. Özeti budur.

İşte tam da budur.

ABD, Afganistan’dan, savaşı büyütmek ve Taliban’ı, “düşman”ımız dediği ülkelere karşı kullanmak üzere, geri çekilmiştir.

3

Bu noktada biraz durmak gerekir.

ABD’nin geri çekilişi birçok etkiye yol açacaktır. Bu nedenle, bu geri çekilişi, sadece Afganistan savaşına bağlı ele almak doğru değildir.

Dahası, Afganistan savaşı da, sadece 20 yılla sınırlı değildir. İşte bu iki noktanın üzerine durmamız gerekiyor.

İkincisinden başlayalım. ABD’nin Afganistan savaşı, 20 yıllık işgal dönemi ile sınırlı değildir.

Biliniyor, Ekim Devrimi, dünyayı kasıp kavurmaya başladığında, birçok ülke bundan etkilendi. Kapitalistleşme sürecinin farklı aşamalarındaki birçok ülke, birçok sömürge, Ekim Devrimi’nin ateşini farklı ölçülerde hissetti. Ülkemiz için de bu durum geçerlidir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunu getiren Ekim Devrimi, Anadolu’da da isyan ateşini, anti-işgal bir hareketi etkilemiştir. Anadolu’daki bu anti-işgal hareket, anti-emperyalist bir karakter alabilseydi, farklı gelişebilirdi. Ama Mustafa Kemal önderliğindeki devletçi-burjuva hareket, mücadelenin önderliğini, kan ve katliamlar içinde alabilmiştir. Afganistan’da da 1918 yılında, İngiliz işgaline karşı bir bilinç oluşmaya başlamıştı. Afganistan, 1923 yılına kadar İngiliz sömürgesi olmayı “resmî” olarak sürdürmüştür. Ekim Devrimi’ni, Türkiye sınırlarında durdurmak, devrimin Yunanistan üzerinden yayılmasını önlemiştir, Suriye vb. ülkelere inmesini önlemiştir. Aynı şekilde Afganistan’da devrim durduğunda, hem İran hem Hindistan üzerindeki etkileri sınırlandırılmış oldu.

O dönemin fotoğrafları basında yayınlandı. Liberal solcular, “bakın Afganistan eskiden böyle kara giysilerle anılan bir yer değildi” demek istediler. İyi ama kimse, İngiliz sömürgeciliğinden söz etmedi. Hatta, Afganistan’ın İkinci Dünya savaşında Sovyetler’den yana tutum almaması için neler yapıldığını anlatmadılar. Ve ne ilgi çekicidir ki, mesela bu liberal sol basın, 1978’lerdeki fotoğrafları servis etmedi. Oysa bizdeki 12 Eylül darbesinin öncesinde Afganistan’da bir devrimci aydınlanma yaşanmaktaydı. Ve iktidarı alan sosyalistlere karşı ABD-İngiltere ikilisi ve ardında tüm NATO, yeşil kuşak projesini devreye soktular. Afganistan’da “mücahit” hareketi, İslamcı hareket, bizzat ABD tarafından, o yıllarda oluşturuldu. Ve Sovyetler Birliği, o dönem, Afgan hükümetinin daveti ile Afganistan’a girmiştir. Bu dönem, “Sovyet işgali” olarak adlandırılmaktadır, kökünden yanlıştır. Bir Sovyet işgalini kabul etmek, dünya emekçi halkları adına büyük bir hatadır. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “statükocu” bir yaklaşımı kabul etmiştir. Bir ülkedeki devrimi, büyük ölçüde açıktan desteklemediler, ama devrimciler iktidarı aldıktan sonra, tüm güçleri ile yardıma koşmaktan da geri durmadılar. Küba füze krizi de bunun bir parçasıdır. Afganistan’a müdahale, Babrak Karmal yönetimine karşı ABD operasyonlarını önlemek amacını gütmüştür ve başarısız olmuştur.

Demek ki, ABD, NATO, adına ne diyeceksek bu emperyalist efendiler, Afganistan’da, 40 yıla yakın bir dönemdir vardırlar. 20 yıl önce, sadece bu varlıklarını, açık bir işgale çevirmişlerdir.

4

Şimdi, ABD’nin çekilmesi sürecine dönebiliriz.

Emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşı vardır, bugün vardır. Bunu unuttuk mu, aslında birçok olayı ve süreci anlamakta zorlanırız.

Bu savaş, en büyük beş emperyalist güç arasındadır. Bu güçler: ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’dır. Diğerleri de var elbette, mesela İtalya’yı hiç saymıyoruz, Kanada’yı anmıyoruz. Bunun ana nedeni, onların etkisinin, bu üçüncü dünya savaşında azalmış olmasıdır. Yoksa isteyen, bunları da ekleyebilir.

Bu savaş, bu güçler arasındadır.

Rusya ve Çin, iki büyük güçtür ve özellikle Suriye savaşı sonrasında sahneye çıkmışlardır. Bu durum, ABD’nin “tek dünya devleti”, “büyük imparatorluk” hayallerini geri çekmesine neden olmuştur. Bu konuyu daha önceki yazılarımızda uzun uzun ele aldık. Tekrar bu konunun detaylarına girmek istemeyiz. Ama bizim düşünüş tarzımıza göre, Rusya ve Çin, bu emperyalist güçlerden değildir. Çin ve Rusya, Batı emperyalist kulübüne kabul edilmemektedir. Onlara dayatılan, “sömürge olmayı kabul edin, yağmalanmayı kabul edin” öyle gelin şeklindedir. Onların da bunu kabul etmediği görülüyor. Rusya, ABD dolarının çoktan sanal olan gücüne açıktan savaş açtığını ilan etmiştir. Çin ise, ekonomik olarak ABD’yi zorlamaktadır.

Sözcülüğünü o zamanlar Kissinger’in yaptığı, “dünya imparatorluğu” planı, Afganistan ve Irak işgali ile hız almış iken, aslında bizzat bu iki savaş ile bu planın söylendiği kadar kolay hayat bulamayacağı anlaşılmıştır. Suriye savaşı ise, bu planı, geriye itmiştir. ABD yönetimi, Suriye savaşından bu yana, sürekli olarak planlarını yeniden güncellemektedir. Doğrusu planlarının tutmaması ölçüsünde de saldırganlığı artmaktadır. Trump, NATO müttefiklerine açık dersler vermeye yönelmişti, Biden, onları arkasına alıp Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etme yolunu tuttu.

Afganistan geri çekilişi, Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etmiş olma gerçeği ile anlaşılabilir.

Rusya ve Çin, eğer boyun eğerlerse, bu durum, 2008’den bu yana kapitalist sistemin yaşadığı krizi de aşmaları için bir olanak olacaktır. Yağmalanacak yepyeni bir alan ortaya çıkacaktır. Çin ve Rusya’nın yağması, kapitalist sistem için büyük bir çıkış yolu olacaktır.

Emperyalist beşli arasında süren savaş, ABD’nin açık askerî üstünlüğü nedeni ile, ABD tarafından domine edilmektedir. Esas olarak hamleleri yapan ABD’dir ve özellikle Almanya ve Japonya, ABD hamlelerine açıktan karşı durmak yerine, onları boşluğa düşürecek yollara başvurmaktadır. Bu iki güç, İkinci Dünya Savaşı’nın yenik tarafıdır ve askerî açıdan birçok yasak içinde yaşamışlardır. SSCB’nin dağılması sonrasında askerî açıdan toparlanmaya başlamışlardır. Zamana ihtiyaçları vardır.

Ancak, bu süre içinde, Batı cephesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş olan ABD hegemonyası çökmektedir ya da irtifa kaybetmektedir. Doların karşılıksız basılması, altın standardının yok olmasını getirmiş ve bu durum uluslararası sistemin “eskisi” gibi yürütülmesini zorlaştırmıştır. Bugünlerde “the great reset” boşuna söylenmiyor. Büyük bir yeniden başlangıç için, birçok şeyi sıfırlamaktan, makinayı kapatıp açmaktan söz ediyorlar.

ABD hegemonyası çözülmektedir.

Ve ABD ne yaparsa yapsın, bunu durdurmanın yollarını bulabilmiş da değildir.

ABD bu hegemonyanın kaybedilmesine razı olmadığını, her hamlesi ile ilan etmekte, bu nedenle dünyanın her yerinde savaş ateşleri yakmaktadır.

Afganistan hamlesini, “geri çekilme”yi bu perspektiften ele almak gerekir.

ABD, Biden ile, daha taze politikalar ile NATO’yu arkasına almak isteğini ilan etmiş iken, daha bu konudaki Batı ittifakı anlaşmalarının mürekkebi kurumamış iken, Afganistan’dan “geri çekilme” konusunda Almanya ve İngiltere’nin muhalefetine aldırış etmemesi, durumu göstermektedir.

Hep öyle olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, çok ama çok fazla sayıda ikili anlaşma gündeme gelmiş, ama sonunda bu anlaşmalar bozulmuş, kısa sürede bozulmuş, eski “müttefikler”, düşman hâline gelmiştir. Paylaşım savaşlarının karakteri budur.

ABD, Afganistan’dan “geri çekilme” hamlesi ile, gerçekte, Rusya ve Çin’e karşı, ama aynı zamanda Hindistan ve İran’a karşı, asimetrik bir savaşı dayatmak istemektedir. Böylece, yeniden oyunu kurmak istemektedir. Biden, bunu oldukça açık bir dille açıklamış, ilan etmiştir.

Bu durumda ABD’nin Afganistan “yenilgisi” diyerek orada durmak hatalı olur. Evet bir açıdan ortada bir “kayıp” vardır. Ama bu kayıp, genel olarak çözülmekte olan ABD hegemonyası sürecinin bir parçası olarak anlamlıdır. Daha çok, ABD’nin bu hegemonyayı kaybetmemek konusunda ne kadar ısrarcı olacağının anlaşılması açısından bakmak faydalı olur. ABD, bensiz olmaz, ben gidersem yakarım da giderim demek istemektedir. Savaşı büyütmek budur.

Kanımca, Afganistan “çekilmesi” bu açıdan çok kritiktir. Hem ABD açısından, bir dönüm noktasıdır ve hem de Rusya ve Çin açısından, hem NATO açısından kritik bir hamledir hem de beşli emperyalist grubun savaş planları açısından çok kritiktir.

ABD açısından kritiktir, zira ABD, bu yolla savaşı büyütmeyi, hegemonyasını kaybetmeyi önlemenin tek yolu olarak gördüğünü ilan etmiş oluyor, bir kere daha ve güçlü bir tarzda. ABD, bu yolla, Afganistan üzerinden, Çin, Rusya ve İran’a karşı saldırılar planlamaktadır. Bu açıkça Biden tarafından dile getirilmiştir. Dahası olduğu kesin. Mesela Pakistan, bu süreçten oldukça hızla etkilenecektir. Bir “zafer” propagandası ile, İslamî hareketlere yeni bir enerji gelmesini istedikleri açık. Yoksa onca silah ve mühimmat teslim edilir miydi? Bu silah ve mühimmat, aynı zamanda ABD’ye “teknik” bağımlılık için de bir uzun yoldur. Ama, esas olarak İslamî hareketleri, sanki bir zafer kazanılmış gibi etkileyecektir. Doğrusu bunun bir dayanağı da var, ABD “çekilmek” zorunda kalmıştır. ABD kendi kayıplarını, yenilgilerini, savaşı büyütmenin bir basamağı hâline dönüştürme konusunda “usta” sayılmalıdır. Ve doğrusu, ABD, bir uluslararası savaşta, açıkça yenilgiyi kabul etmek zorunda kalana dek, bu savaşı büyütme politikasına devam edecek gibidir.

Pakistan’a dönersek, Pakistan yeni İslamî hareket alanı olmaya adaydır. Pakistan’daki IŞİD unsurları, daha hızlı hareket etmeye başlayacaktır. Uzun süre boyunca Afganistan’daki İslamî hareketin lojistik destekçisi olan Pakistan, şimdi bu sorunu daha çok içinde hissedecektir. Bu, İngiliz emperyalizmi açısından “yanlış” bulunsa da, ABD emperyalizmi açısından “no problem” denilecek bir olaydır. İşte buradan Hindistan’a dönük saldırılar da mümkün olacaktır, Çin’e karşı saldırıların da alanı büyüyecektir. ABD, şu anda Hindistan’ı çok ağzına almasa da, Şangay örgütü içinde Hindistan’ı engelleme eğilimi, Çin’e karşı savaş için önemli olmalıdır. Demek oluyor ki, ABD, doğrudan kendisi devrede olmadan, büyük çaplı bir savaşa hazırlanmaktadır. Aynı zamanda eski Sovyet cumhuriyetlerinden Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan gibi ülkelere açık bir tehdit ortaya çıkacaktır. Bu da, Rusya için büyük bir sorun olarak ortaya çıkacaktır. Doğrusu, BOP projesi çerçevesinde Afganistan-Suriye arasında savaşçı kaydırmalarının da gündeme gelmesi mümkündür. Türkiye, bu konuda, emre amade beklemekte, tetikçilikte istekliliğini daha da artırmaktadır.

Öte yandan, Afganistan süreci, hem NATO hem de beşli emperyalist gücün kendi aralarındaki paylaşım savaşımı açısından önemli sonuçlar doğurmaya adaydır. NATO içinde “birlik” görüntüleri, alttaki çatlağı gizlemeye yetmemektedir. ABD’nin kendi başına hareket etmesi, “müttefik”lik meselesini daha da tartışılır hâle getirecektir. Şimdiden, eski NATO genel sekreteri Scheffer’in açıklamaları bunun kanıtıdır. Scheffer, ABD’nin “büyük bir devlet ve Batı dünyasının patronu” olduğunu söylemekte ve eklemektedir: “Ama büyüklüğün bedeli sorumluluktur.” (Bakınız t24.com.tr, 26 Ağustos 2021).

ABD, NATO’yu, Rusya ve Çin’e karşı arkasına alarak, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımını bir süre bastırmak istemektedir. İyi ama atılan her adım, bu süreci kontrolden çıkaracak gibidir. ABD, hegemonyası çözülürken, ABD’nin o kadar rahat olması mümkün değildir. Çünkü sürecin ana dinamiği, çözülen ABD hegemonyası altında emperyalist yeniden paylaşım savaşımıdır.

ABD, İslamî görünümlü çeteleri, yeni bir düşman olarak Batı dünyasına sunarken, en başından beri, uzun vadeli bir politika uygulamaktaydı. Mesele sadece Suriye sahasındaki IŞİD değildir. Libya’da ortaya konan pratik de bunu göstermiştir. Şimdi, esas malzeme, Afganistan’dan “çekilme” ile tam olarak sahaya sürülmektedir.

Rusya ve Çin için bir sınır güvenliği meselesi ortaya çıkmaktadır. Muhtemeldir ki, her iki ülke, en azından 3-5 senedir böylesi bir sürece hazırlıklıdır. Ama doğrusu pratiğin nasıl işleyeceği ayrı bir konu olacaktır.

5

ABD, Afganistan’ı işgale giderken, “yeni bir ulus ve yeni bir devlet inşa etmek” gibi hedefler ortaya koymuştu. “Demokrasi taşıma” iddiası, Afganistan özelinde ulus ve devlet inşası anlamına gelmekteydi.

Bunun için NATO 150 bin kişilik bir orduyu oraya yığmıştır. Bu gücün ne denli Taliban ile savaştığı bir tartışma konusu olmalıdır. Ama, bu arada tartışılmaz olan şey, ABD kontrolünde, 300 bin kişilik bir “ordu” kurulmasıdır. ABD kaynaklarına göre, 2 trilyon dolar para harcanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, ABD’nin politikası, başka bir yere evrilmektedir. 300 bin kişilik olduğu söylenen Afgan ordusu, bir hafta bile dayanamamıştır. Muhtemeldir ki, bu ordunun bazı unsurları şimdi “muhalif” iken, bazı unsurları “terhis” olmuştur. Acaba bunlardan Taliban saflarına katılanları ne kadardır?

ABD, belli sayıdaki unsuru, Kanada ve ABD’ye taşımıştır. Bu, yeni bir hazırlık sürecidir ve bu hazırlık, elbette ki, Rusya, Çin ve İran için olacaktır. Savaşın ana hedefinin Rusya ve Çin olması bir yana, İran’ın daha zayıf bir konumda olması, ilk hedeflerden birinin İran olması olasılığını artırmaktadır.

Afgan halkının, halklarının, kendi yolları ile, Babrak Karmal döneminde yaşadığı süreci kırmak için her yolu denemiş olan ABD ve onun Batılı müttefiklerinin, “demokrasi götürme” işini bundan böyle tüm dünyada sürümden kaldıracaklarını düşünmek yanlış olmaz. Bundan böyle demokrasi taşıma işi, daha çok saldırganlıkla, daha açık saldırganlıkla ortaya konacaktır. Denilebilir ki, zaten öyle yapıyorlardı. Evet, doğrudur, ama bunu maskeleme girişimleri daha da azalacaktır. Biden’ın açıklamaları, bir dil sürçmesi değil de, bunun işareti olarak ele alınmalıdır. Bu açıdan, İran’a dönük saldırılar daha pervasız olacak gibidir ve Pakistan üzerinden Hindistan’a dönük saldırılar beklenmelidir. Bu durum, Rusya ve Çin’e dönük saldırıların ana eksen olduğunu unutturmaz.

6

TC devleti ise, tam bir ABD kuyruğu olarak, tetikçi olarak görev alanlarına koşmaktadır. Saray Rejimi ve onun başında bulunan Erdoğan, iktidarını sürdürebilmek için, ABD’nin her isteğine evet demeye dünden hazırdır. Bu zaten yeni değil. Ama, yeni olan, Afganistan konusundaki TC devletinin “ataklığı”dır. Bu atak hâli, öyle anlaşılıyor, Akar ekibi tarafından hazırlanmış olsa da, tüm devlet çarkının ortak isteği hâline gelmiştir. Varlığını sürdürebilmek için, canavarın kuyruğuna tutunmaktadırlar.

TC devleti, ilk olarak, Afganistan’ın yeni yönetimi hâline daha gelmemiş olan Taliban ile, “ortak dinî anlayışlarının olduğunu” bizzat Erdoğan’ın ağzından ifade etmiştir. Erdoğan, bir sara nöbeti yaşamıyorsa, bu oldukça anlamlı bir çıkıştır. Zira Erdoğan’ın, Hikmetyar’ın dizinin dibinde verdiği fotoğraf ilişkilerin karakterini ortaya koymaktadır. Telekom, özelleştirilip yağmalanırken, Erdoğan ile Hikmetyar arasında bu konuda görüşmelerin olduğu hatırlanmalıdır. Arşivler taranırsa bunun belgelerine ulaşılacaktır.

TC devleti, Saray Rejimi, açık olarak, Afganistan kaynaklı uyuşturucudan daha büyük pay almak istemektedir. Bu heveskâr tutumun bir parçası budur. Afganlara satılan evler yolu ile verilen vatandaşlık, yeni bir uyuşturucu üslenmesinin kanıtı olmalıdır. Türkiye, uyuşturucu konusunda çok açık olarak bir üs olmaya yönelmiştir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi hattına son derece uygundur. Hele ki, yaşanan ekonomik kriz ortamında paraya kavuşma isteği, bunu daha da güncel hâle getirmektedir. İktidarın, dahası devletin bu ısrarı, bunun açık kanıtıdır. Afgan göçü tartışmaları, bu noktayı örtmemelidir. Hem bu politika, uyuşturucu işinin patronu olan ABD’nin istekleri ile de uyumludur.

Öte yandan ise, Afgan göçü, ilginç görünümler sunmaktadır. Gelenlerin, daha çok genç ve savaşçı gibi olması, ABD’nin organize ettiği dağılan “dost Afgan kuvvetleri”nin bir bölümünün Türkiye’ye taşınmakta olduğunu göstermektedir. Bu Afganlar, hem AB’ye dönük şantaj politikaları açısından Türkiye’ye bir ilave olanak yaratmaktadır hem de daha önemlisi İran’a ve Suriye’ye karşı yeni dinamik güçler olarak organize edileceklerini düşündürmektedir. Bunu atlamak büyük hata olur. İran’a karşı bir hamle fırsatı arayan ABD ve İsrail, gerçekte bu güçleri Türkiye içinde konumlandırmak isteyecektir. TC devleti ise, bu konuda onlardan heveslidir. Suriye politikası konusunda hiçbir ders çıkarmayan TC devleti için bu, yeni sarılınacak dal gibidir. Tüm İslamî çetelerin Kürt halkına karşı kullanılması, her zaman bunun içinde ele alınmalıdır. Bunun dışında, içeride bu güçlerle bir iş yapabilecekleri tartışmalıdır. Zaten IŞİD eli ile yaptıkları katliamlar biliniyor. TC devleti her zaman budur.

Erdoğan, açıkça, Afgan sayısının 300 bini bulduğunu söylemektedir. Bu küçümsenir bir rakam değildir. Savaştan kaçanlar ile, savaşçı olarak getirilenler apayrı bir konudur. Bu iki ayrı grubun oranının ne olduğunu bilmesek de, bunun varlığını biliyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, ABD, savaşı büyütme oyununu, daha büyük düşünmektedir ve tüm Ortadoğu bunun etki alanı olarak düşünülmektedir. Bu açıdan TC devleti özel görevler almaktadır.

Kâbil havalimanının güvenliği ve TC’nin bunu askerî olarak sağlaması tartışmaları, Taliban’ın Kâbil’e girmesi ile ortadan kalkmış gibidir. Ama doğrusu, TC askerinin tümünün geri getirilip getirilmediği bile belirsizdir.

7

Bu emperyalist paylaşım savaşımında, kimin ne yaptığı işin bir yönüdür. Önemlidir ama sadece işin bir yönüdür.

Esas mesele, bu paylaşım savaşımına karşı, dünya proletaryasının direnişidir.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasını hızlandıran ve emperyalistlerin her birinin planlarını bozan şey, Ekim Devrimi’nin zaferi olmuştur. Proletaryanın Sovyetler’i kurmaya başlaması, dünya halkları için yeni bir dönemi açmıştır.

Bugün de mesele, aynı şekilde ele alınmalıdır.

Dünya proletaryası, dünya halkları, kapitalist zinciri parçalamak zorundadır. Yoksa emperyalist güçlerin oyunlarını izlemekle bir sonuç, olumlu bir gelişme elde etmek mümkün değildir.

Bu açıdan dünya proletaryasının, sosyalist devrim için giderek olgunlaşan nesnelliğin içinden bir zaferle çıkmasının yollarını aramaktır devrimci görev.

Birçok kişi tarafından, dünya proletaryasının öznel olarak zayıf olduğu, örgütsüz olduğu tespiti yapılmaktadır. Buna katılmamak mümkün değildir. Ama yine, Birinci Dünya Savaşı dönemine bakacak olursak, o dönem, daha büyük bir örgütlülüğün olduğunu söylemek, o kadar kolay değildir. Yani, öznel olarak güçsüzlük, öznel olarak yetersizlik, amacı ve niyeti mücadele etmek olanlar için, geri durmanın bir nedeni değildir, olamaz.

Devrim, kendine zafer için alanlar aramaktadır. Toprağın altı, giderek daha hızla olgunlaşmaktadır ve devrim, birçok yerden, elbette içinde karışık otlarla birlikte boy atan bir ağaca benzemektedir. Bu olgunlaşma, bu süreç, elbette, kendini zafere götürecek öznel örgütlenme için, büyük olanaklar oluşturmaktadır.

Yani umutsuzluğun bir bahanesi yoktur.

Mücadeleden kaçmak için, kimsenin bir bahaneye ihtiyacı yoktur. Aynı biçimde mücadele edecek olanlar için de, geri durmayı açıklayacak, umutsuzluğu haklı çıkaracak hiçbir nesnel neden yoktur.

Ülkemiz işçi sınıfı da, meseleyi bu yolla ele almalıdır.

Dünyanın her yerinde kan ve ateş, emperyalist egemenlik nedeni ile yaygındır. Bu kan ve ateşi durdurmanın tek yolu, kapitalist egemenliğe son verecek büyük mücadeleye hazırlanmaktır.

Eylem özgürleştirir: Covid-19 pandemisinde işçi kadınların direnişi*

2000’li yıllarda Türkiye’de kadın emeği ve kadın mücadelesi

1970’lerin sonundan itibaren dünya ölçeğinde kapitalizmin yapısal krizlerinin bir sonucu olarak öne çıkarılan neoliberal politikaların emek piyasasında işçiler açısından doğurduğu olumsuz sonuçlar, kapitalist sistemin ataerkil karakteri yüzünden kadınlar açısından krizi daha da derinleştirmektedir. Dünyadaki eğilimlere benzer olarak Türkiye’de de emek piyasasında kadınların dezavantajlı konumu, çalışma koşullarındaki eşitsizlikler, örgütlenme ve sendikalaşmanın düşük olması, iş yaşamında ayrımcılığı derinleştiren devlet politikaları ve toplumsal baskılar işçi kadınların gerek iş yaşamında gerekse evde emek sömürüsüne maruz kaldığını ortaya koymaktadır.

Bilhassa 2000’li yıllar, Türkiye’de neoliberal politikaların derinleştiği, kadınların iş gücüne katılımının, cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmayı hedeflemekten ziyade, kalkınma ve ekonomik gelişimin bir unsuru olarak ele alındığı, siyasal iktidarla birlikte muhafazakâr ve ataerkil toplum yapısının da bir sonucu olarak kadınların emek piyasasındaki koşullarının aile kurumundan bağımsız bir biçimde ele alınmadığı dönemlerdir. Siyasal ve ekonomik krizlerle birlikte kadınların emek piyasasındaki konumunun daha da kırılganlaştığı söylenebilir. Kadın işsizliği son yıllara göre ciddi şekilde artmıştır. Yanı sıra kadınların güvencesiz ve sigortasız çalıştırılma oranı da giderek yükselmektedir. Tüm bunlar kadın emeğinin piyasadaki görünürlüğünü de azaltmaktadır. Bunun en çarpıcı sonuçlarından biri ev içi emeğin kadınların sorumluluğu olarak görülmesidir. Bu çifte emek sömürüsü hem mevcut politikalarla hem de toplumsal açıdan kadın emeğini değersizleştirmek suretiyle doğrudan ve dolaylı bir şekilde desteklenmektedir.

Buna karşılık emek hareketi içinde kadınların öne çıktığı mücadelelere baktığımızda sayılarının azımsanmayacak kadar çok olduğu görülmektedir. 2000’li yıllarda kadınların öne çıktığı direnişlere göz atılacak olursa, 2008’de Düzce’deki kadın işçilerin DESA Direnişi; 2009’daki işçilerin çoğunun, işçi temsilcilerinin ise tamamının kadın olduğu Meha Direnişi; 2011’de Gebze’de kadın işçilerin güçlenme deneyimi olarak öne çıkan Bericap Direnişi; 2013’te gasp edilen haklarını almak için fabrika işgalinin gerçekleştiği ve 75 gün boyunca üretimin ele geçirildiği Kazova Direnişi; 2016’daki işten çıkarmalara karşı başlatılan Avon Direnişi örnek gösterilebilir. Ama özellikle üzerinde durulması gereken üç örnek vardır, 2006-2007’deki Novamed Direnişi, 2010’daki Tekel direnişi ve 2018-2019 yıllarındaki Flormar direnişi.

Bu üç direniş, kadınların bu direnişler içindeki etkin konumunu ortaya koyan örnekler olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, bu direnişlerde kadınların çalışma yaşamlarında yaşadıkları zorluklara, emek piyasasında yer almanın kendileri için anlamına ve direniş içerisindeki güçlenme, özgürleşme, politik özne haline gelme deneyimlerine de tanık olmak mümkündür. Kadınların eşitsizlik ve ayrımcılıkla mücadele edebilecek mekanizmalar oluşturmalarının, işçi kadınların bir emek hareketi içerisinde aktif olarak yer almasının ve direniş pratikleri geliştirmesinin güçlenme, özneleşme ve özgürleşme olarak deneyimlendiği ve toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında dönüşümler yarattığı görülmüştür.

Kadın işçilerin sömürü ve baskı koşullarına karşı sergiledikleri direnişlerin hem ekonomik hem de siyasal anlamda kırılmalar yarattığı; kadınların bu hareketler, mücadeleler, grevler ve eylemler içinde yer almalarının hem işçi hareketi açısından hem de kadınların toplumsal cinsiyet mücadelesi açısından önemli bir yerde durduğu görülmektedir. Kadınların “özgürleşme” olarak deneyimledikleri bu süreçler, gerek toplumsal alandaki kadın mücadelesi açısından gerekse kadınların kendi öznel yaşantıları açısından dikkate değer sonuçlar doğurmaktadır.

Novamed, Tekel ve Flormar örneklerine bakıldığında, kadınlarla yapılan görüşmeler, röportajlar incelendiğinde kadınların deneyimleri hakkında konuşurken vurguladıkları en önemli şey kendilerini artık ‘daha güçlü ve daha özgür’ hissetmeleridir. Bunu hem kamusal alanda hem de özel yaşamlarında deneyimlediklerini de özellikle vurgulamaktadırlar. Örneğin ailelerine, eşlerine de haksızlıklar söz konusu olduğunda “hayır” diyebildiklerini defalarca dile getirmişlerdir.

Novamed direnişi, özellikle beden politikaları açısından dikkate değer bir örnektir. Kadınların hamile kalma sırası oluşturduğu, sıranın dışında hamile kalırsa tazminatsız işten çıkarıldığı Novamed fabrikasında kadınlar direnişle beraber aslında emek ve beden konusunun ne kadar iç içe geçtiğini deneyimlemiş oldular. Fabrika önündeki direniş çadırı ve kadınların burada kendi sözlerini söyleyebilmeleri, kendi deneyimlerinin politik yönünü keşfetmeleri açısından çok kritikti.

Tekel direnişinde kritik olan, bir kadın grevi olmamasına rağmen kadınların politik özneler olarak öne çıkmalarıydı. Memleketlerinden kalkıp gelen kadınlar yağmur, kar demeden direniş çadırlarında haklarını savundular. Tekel toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümü açısından kadınlara çok fazla şey öğretti. Kadınlar gözleri arkada kalarak ailelerini, çocuklarını bırakıp geldiklerini ve döndüklerinde artık yaşamlarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını özellikle vurguluyorlardı.

Ve yine Flormar’da kadınlar emek mücadelesinin içerisinde sırf kadın oldukları için maruz kaldıkları ayrımcılıkları dile getirirken birlikte olmanın kendilerini güçlü kıldığını biliyorlardı. Hem fabrikada direniş alanında hem de kendi yaşamlarında daha önceden cesaret edemedikleri bir duruş sergiledikleri için özgürleştiklerini defalarca dile getirdiler.

Bu açıdan kadınların emek mücadelesi içerisinde birer politik özne olarak yer almalarının toplumsal açıdan bir anlamı olduğu kadar kendi bireysel yaşamlarında da bir anlamı olduğunu görebilmek mümkün.

Pandemi ve direniş

2020’li yıllara geldiğimizde ise toplumsal olarak bütün direniş ve mücadele dinamiklerini etkileyen yeni bir olgu ile tanıştık: Pandemi. Pandemi ile başlayan ve önlemler adı verilen bu süreçte hem ekonomik hem de siyasal saldırılar gittikçe artarken direnişler de mevcut gelişmeler ekseninde ilerledi. Özellikle birçok işçi direnişi Kod-29 saldırısı ve sendikalıların işten çıkarılması üzerinde şekillenirken önemli bir dinamik olan kadın hareketi yoğun olarak İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ile başlayan ve İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması ile ‘şiddet teşvik politikaları’na karşı bir mücadele hattı ördü.

Kadın hareketinin dinamiği ve mücadelesi ise işçi direnişlerinin dinamiği birçok farklılık gösterirken pandemi döneminde birçok işçi direnişinde ise ‘kadın’ figürler öne çıktı. Migros, Bimeks, Adkotürk, Sinbo, Alba Plastik, SML Etiket, Kadıköy Belediyesi vb. birçok direniş, işçi direnişi olmakla beraber işçi kadınların politik özneler olarak kendilerini var ettiği, direniş taleplerinin toplumsal cinsiyet temelli talepleri de içerdiği biçimlerle ortaya çıkmış oldu.

Bu çalışmada da pandemi sürecinde ortaya çıkan ve devam etmekte olan işçi direnişlerinden işçi kadınların deneyimleri ve öne çıkan temalar incelenmiştir. Sinbo, SML Etiket, Pegasus ve Adkotürk işçileriyle görüşmeler yapılmıştır.

Direnişlere ilişkin bilgilendirme

İlk olarak, görüşme yapılan dört direnişin kısaca bilgilendirmesini yapmak gerekir. Bütün direnişçiler işyerlerinden sendikalı oldukları için işten atılan işçilerdir. Bu sebeple direnişlerin ana odağı ‘sendikal haklar’ olmakla beraber Sinbo direnişçisi Dilbent ve Adkotürk işçileri ‘Kod-29’a yönelik mücadele de vermektedir.

Adkotürk Direnişi: Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesindeki Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) bulunan Adkotürk Makarna fabrikasında, Türkiye Gıda ve Yardımcı İşçileri Sendikası’na (Tek Gıda İş) üye olan işçiler tehdit ve baskıyla sendikadan istifaya zorlanmıştı. İstifayı kabul etmeyen işçiler Kod-29 ile işten çıkarılmıştı.

129 günlük direnişin ardından greve çıkan işçiler, grevi kırmak için uğraşan patronlara rağmen 5 gündür fabrikanın önünde. İşçiler haklarını alana kadar direnmekte kararlı. Adkotürk’te toplam 570 işçi çalışıyor ve işçilerin %70’i sendikalı.

Sinbo Direnişi: Sendikalı oldukları için 11 Eylül 2020’de ücretsiz izine çıkarılan 6 Sinbo işçisi, fabrika önündeki 31 günlük direnişlerinin ardından işe geri alınmıştı. İşçilerden Dilbent Türker Kod-29 gerekçesiyle ikinci kez, 25 Ocak’ta işten çıkarıldı. Direniş toplamda 180 günü aşkın süredir devam ediyor. İstanbul’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen Dilbent ve TOMİS sendika yöneticisi Onur Eyidoğan’ın direnişteki kararlılıkları göze çarpıyor. Bu direnişte ayrıca polisin baskıları ve saldırıları göze çarpmakta.

SML Direnişi: İstanbul’un Beylikdüzü ilçesindeki Haramidere Sanayi Sitesi’nde bulunan SML Etiket fabrikasında aralarında DİSK Tekstil ve Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası (Dev Tekstil) üyelerinin de olduğu 22 işçi işten atıldı. Dev Tekstil üyesi 3 kadın işçi, 25 Ocak’ta direnişe başladı.

H&M, Zara gibi uluslararası markalara üretim yapan SML Etiket’in patronları, işten çıkarmalara gerekçe olarak ‘küçülme’yi gösterse de işçiler, işten çıkarılmalarının sebebinin sendikal örgütlenme olduğunu söylüyor. Bu direnişte de sık sık polis saldırıları göze çarpıyor.

Pegasus Direnişi: Pegasus’ta sendikalaştıkları gerekçesiyle 1 Temmuz’da 40 işçi çıkarıldı sonrasında da işten çıkarılan işçilerin sayısı 54’ü buldu, işçilerin 28’i ise sendikalı (Nakliyat-İş). Sabiha Gökçen Havalimanı’nda yaptıkları eylemlerle dikkat çektiler.

Talep: Eşit işe eşit ücret

İşçi kadınlarla yapılan görüşmelerde ortaya çıkan ilk tema, işçi kadınların “eşit işe eşit ücret” istemeleridir. Bu tartışma iki yönlü ilerlemektedir. Bir taraftan işçi kadınlar, örneğin SML Etiket işçisi Seçil, aynı işte çalışan erkeklerden ‘kadın’ oldukları için daha düşük ücret aldıklarını, iki-üç işçinin yapması gereken işin tek kişiye yüklendiğini ifade etmektedir. Diğer taraftan Adkotürk çalışanı ‘temizlik vb. işlerin’ ilgili bölümdeki kadınlara yüklendiğini fakat bunun göz ardı edildiğini söylemiştir. Pegasus direnişçisi Elif ise kadın çalışanlardan ‘full makyaj, manikür ve oje zorunluluğu’ gibi ‘kadın çalışanların uçuş öncesi hazırlığından, kılık kıyafetinden kaynaklı yaptırımlara’ ücret ödenmediğini fakat bu tarz yaptırımların erkekler için geçerli olmadığını belirtmektedir.

Toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı farkındalık ve direniş

Direnişte yer alan işçilerin bahsettiği ayrımcılıkların toplumsal cinsiyet temelli bir biçimde gerçekleştiği görülmekte. Örneğin Adkötürk’te temizlik işlerinden kadınların sorumlu olması önemli bir tartışma konusu. Fabrikada kadınlara temizlik görevi doğal bir kadın göreviymişçesine yüklenmiş durumda ve kadın işçiler bu işler için ek bir mesai ücreti almamaktalar. Dolayısıyla burada kadınların hem emek piyasasında yer alıp hem de evde asli sorumlulukları ev işleriymişçesine yeniden üretim faaliyetlerinin sorumluluğunu üstlenmelerinin üzerine bir de iş yerindeki ev işini andırır sorumlulukları üstlenmek zorunda olmaları söz konusu. Bu durum çifte emek sömürüsünün çifte katmanlısı olarak tanımlanabilir. Ve direnişteki kadınlar, bu durumu toplumsal cinsiyet rollerinden ötürü yaşadıklarının bilincinde bu direnişte.

Benzer durum Pegasus için de geçerlidir, özellikle toplumun güzellik normları ve kadınlara yönelik bu gibi beklentiler düşünüldüğünde, Pegasus işçisi kadınlardan açık bir biçimde ‘kadınlık görevi’ beklenmekte. Ve bunun için herhangi bir ek ücretin ödenmemesi de kadınlara yönelik bu beklentilerin içselleştiğinin de bir kanıtıdır. Direnişteki kadınlar için bu kanıksanan durumlar görünür hale gelmiştir. Bu da beraberinde hem emek mücadelesini hem de toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı olan bir direnme pratiğini açığa çıkarmaktadır.

Farkındalık: Toplumsal cinsiyet temelli mobbing ve taciz

Direnişe geçen işçi kadınlar işyerlerinde karşılaştıkları şiddeti açıkça ifade etmektedir. Pegasus direnişçisi Elif “erkek yöneticiler tarafından uygunsuz sayılacak üsluplarla uyarıldığını” belirtirken, Sinbo işçisi Dilbent “kadın işçiler olarak erkek işçilerden farklı olarak tacizle karşılaştıklarını”, “izin isterken bile aşağılayıcı tavırla karşılaştıklarını” ifade etmiştir. SML Etiket direnişçisi Seçil ise “işyerinde giyimimden ötürü tacize uğradım” diyerek direniş talepleri arasında “mobbinge ve tacize son” talebinin neden yer aldığını da açıkça söylemektedir.

Burada kritik olan nokta kadınların kadın oldukları için bu şiddete ve ayrımcılığa maruz kaldıklarını ifade etmeleridir. Bu farkındalığın kadın mücadelesi açısından çok kritik bir noktada durduğu düşünülmektedir. Yanı sıra iş yerlerinde kadınların karşılaştıkları taciz durumu o kadar yaygındır ki adeta bu yaygınlık sanki bu durumun normalmişçesine kabulüne sebep olmaktadır. Kadın işçilerin pek çoğu bu tacizlere göz yummak zorunda kalmaktadır, çünkü bu gibi durumlarda tacize uğrayan kadınlar suçlamalara maruz kalmaktadır. Fakat özellikle son dönemlerde ortaya çıkan direnişlerde kadınların bunu ifade etmesi, kadın hareketinin “kadına yönelik şiddete karşı bilinçlilik” üzerine çalışmalarının somut karşılığı olarak da okunmalıdır.

Taciz konusu ve buna karşı direniş ile yakın zamandaki önemli bir örnek de Gemlik Yazaki fabrikasında direnişçi Dilek Gültekin’in kazanımıdır. Dilek Gültekin, 2018’de iş yerinde yaşadıkları tacizi ifşa ettiği için işten çıkarılmış ve 43 gün boyunca fabrika önünde direnmişti. Sonrasında direnişine hukukî mücadele vererek devam etti ve davası yakın zamanda kazanımla sonuçlandı. Dilek, direnmenin ve haksızlıklara karşı çıkmanın kadınları ne kadar güçlendirdiğini özellikle vurguluyor.

Direniş: Özgürleşme ve güçlenme

Adkotürk direnişçisi “bu direniş yaşamımda neyi değiştirdi derseniz daha güçlüyüm, geleceğe daha iyi bakabiliyorum, haklarımın farkına vardım diyebilirim” diyerek güçlenme temasını açıkça ortaya koymakta. SML Etiket işçisi Seçil ise “haksızlık karşısında neler yapacağımızı, korkmayacağımın ve güçlendiğimin farkındayım” demekte. Pegasus işçisi Elif “Korkutulduğu için sesini çıkaramamış her kadının sesi olmaktan gurur duyuyoruz tüm kadın direnişçiler olarak” ifadesiyle direnen bir kadın olarak direnişin gücünü de ortaya koyabilmekte.

Burada belki direnişin kadınlar için anlamını da bir kez daha vurgulamak gerekmektedir. Kadınlar sadece emeklerinin karşılığını alabilmek adına bir hak savunusu içinde değildirler, aynı zamanda bir yaşam mücadelesinin içindedirler. Örneğin bir erkeğin direnişte “güçlendim, özgürleştim” dediğine pek rastlanmaz, ama kadınların özellikle vurguladıkları nokta bu olmaktadır. Çünkü sadece emek piyasasında değil, özel alanda da ailenin, eşin, toplumun baskısı kadınları belli bir biçimde yaşamaya zorlamaktadır. Buna karşılık bir direnme pratiğinde yer alan kadının tüm yaşamı değişip dönüşmektedir. Bu özellikle geçmişteki direnişlerde de ön plana çıkan bir durumdur. Bilhassa Novamed direnişi ve Tekel direnişinde de bunun örneklerini görmek mümkündür.

Sonuçların gösterdikleri üzerine

Novamed, Tekel ve Flormar direnişleriyle ile pandemi döneminde ortaya çıkan direnişleri karşılaştırdığımızda en dikkat çekici nokta, direnişlerde ‘işçi kadın’ yoğunluğunun olmadığı, buna rağmen kadınların politik özneler olarak kadın kimlikleriyle beraber direnişin içinde yer almalarıdır. Pandemi öncesi örneklerde, grevlerde kadınlar belli bir sayı, yani nicelik ifade edecek şekilde yan yanayken ve bu bir nitelik değişimi yaratırken, pandemi direnişleri daha az kadının yer aldığı direnişler olarak kadın direnişçilerin nicelik konusunda değil, direnme pratiklerindeki kararlılıklarıyla ve kadın hareketi üzerinden geliştirdiği bilinçle niteliksel açıdan kırılma yaratıldığını göstermekte, kadınların niteliğiyle direnişlerde öne çıkmaktadır.

Covid-19 pandemisinde; işçi direnişlerinde kadınların aldığı pozisyon, bu iki mücadelenin birbirini dışlar şekilde konumlanmadığını ortaya koymuş, toplumsal cinsiyet temelli problemleri de gören ve gündem eden bir sınıf mücadelesi belirginleşmiştir. Sendika hakkı için mücadele eden işçiler, işçi kadınlara yönelik erkek ve patron şiddetine karşı mücadeleyi de gündem etmişlerdir. Aynı zamanda direnişte özgürleşme ve güçlenme bağlamında da günlük hayatlarını dönüştüren pratikleri dile getirmişlerdir.

*Sosyalist Kadın Hareketi’nin Karaburun Bilim Kongresi’nde sunduğu bildiridir.

Sosyalizmde üretim planlaması / Kevser Turan – Özge Tuğran

Giriş

Bu yazıda, kapitalizmde üretimin neye göre şekillendiğinden başlayarak, komünizme geçişte sosyalizmin önemini ve proletarya diktatörlüğünün rolünü anlatıp, merkezî planlamadan ve teknolojinin ve tekniğin yeniden örgütlenmesinden bahsederek, sosyalizmde üretimin neye göre şekilleneceğini tartışacağız.

Kapitalizmde üretimin şekillenişi

Kapitalizmde üretim, temelde artı-değer sömürüsüne dayalıdır. Artı-değerin sömürülmesi; işçinin ürettiği ihtiyaç fazlası ürün -artık ürün- üzerinden, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu için bu ürüne de sahip olan burjuvanın kâr elde etmesiyle gerçekleşir. Üretim planlaması ise bu sömürünün sürekli daha da fazla arttırılması hedeflenerek yapılır. Maaşların ayarlanışından, işyerlerindeki çalışma koşullarının şekillenişinden fabrikalardaki tesislerin düzenlenmesine kadar her konuda burjuvazi kârına kâr katmakla ilgilidir. Üretimin yanı sıra ayrıca toplum da sistemin devamlılığını sağlayacak şekilde örgütlenir. Burjuvazinin kâr edip sınıf olarak varlığını koruyabilmesi için üretim sonucu oluşan çıktıyı satması gerekir. Bu da üretilen ürünlerin metalaşmasını beraberinde getirir. Sınıflı toplumlar tarihinin başından beri var olan meta; ürünlerin kullanım değeri için yani ürünün, insanın ya da toplumun hangi ihtiyacını karşılayacağı, hangi insanî gereksinimi gidereceği gözetilerek değil; pazarda başka bir ürünle karşı karşıya geldiğinde açığa çıkan değişim değeri için, kâr için üretilmesiyle oluşur. Kapitalizm sınıflı toplumların en ileri aşaması olduğu için metalaşma en yüksek raddeye gelir ve sadece pazarda satın alınan ürünler değil; duygularımız, bilimsel bilgiler bile meta hâline gelir. Burjuvanın devleti; bunu eğitim sistemiyle, kanunlarıyla, medyasıyla, her alanda ürettiği politikalarıyla oluşturur. Bu şekilde toplum meta toplumu hâline gelir. Bu meta toplumunu yıkmanın, Fidel Castro’nun Sosyalizmi Kuracağız kitabında dediği gibi “İnsanların yüreklerinden ve aklından dolar işaretlerini silmenin” ve emek sömürüsünü ortadan kaldırmanın yolu da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin toplumsallaştırılarak üretenlerin yönettiği bir toplumu kurmaktan geçer (s. 107). Sınıflı toplumların ortadan kalkacağı komünizme ulaşmanın temeli yalnızca bu şekilde atılabilir.

Komünizme geçişte sosyalizm

Sınıfsız bir toplum olan komünist toplumu inşa etme yolunda sosyalizm bir geçiş aşamasıdır. Arada sosyalizm olmadan kapitalizmden komünizme geçmek mümkün değildir çünkü sistem değişikliği yalnızca üretimin yeniden örgütlenmesi ile sağlanmaz. Bütünüyle toplumun yeniden örgütlenmesiyle, burjuva ideolojinin izlerinin silinip “yeni insanın yaratılmasıyla” gerçekleşir. Kapitalizmin içine doğmuş insanların “yeni insan” olması beklenemez, bizler ancak komünist insanı yaratacak tohumları içimizde barındırabiliriz. Komünist toplumu inşa etmek için sosyalist devlete ihtiyaç duyulmasının nedeni bunlardır. Sosyalist devletin biçimi ise proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğünü anlamak, sosyalizmde üretim planlamasını anlamak için önemlidir çünkü bir devrim salt ekonominin yeniden şekillenmesiyle yapılmaz, beraberinde siyasal bir devrimi de getirir. Aksi hâlde devrim sürekliliğini koruyamaz.

Proletarya diktatörlüğünün işlevi

Proletarya diktatörlüğü bir devlet biçimi olarak sınıflı toplumlar tarihindeki devletlerden belli noktalarda ayrılır. Sınıflı toplumlarda devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumak üzerine kuruluyken sosyalizmde devlet var olan tek sınıfın yani işçi sınıfının çıkarlarını korur. Proletarya diktatörlüğü; bir diktatörlüktür, işçi sınıfının burjuva ideoloji üzerinde baskı kurmasını sağlayan bir diktatörlük. Sınıflı toplumlarda devlet, egemen sınıfın varlığını koruyabilmesi için kendi devamlılığını sağlamak zorundadır. Proletarya diktatörlüğü ise tam tersine toplumdaki örgütlülük düzeyini arttırarak toplumun siyasal bilincini geliştirmek için vardır ve bu örgütlülüğü yarattıkça işlevsizleşir ve sönümlenir. Yani kuruluşundan itibaren kendi kendisini yok etmeye dayalı bir devlet biçimidir.

Kapitalizmin kalıntılarını silmek, proletarya diktatörlüğünün temel görevlerindendir. Eğitim politikalarıyla, ekonomik planlamalarla, kanunlarıyla, ajitasyon-propaganda aracı olarak medyayla komünist toplumu yaratacak ideolojiyi örgütler. Fakat bu yeterli değildir, toplumun siyasi bilincini geliştirecek örgütlülüğün sağlanması gerekir. Toplum mahalle mahalle, fabrika fabrika, tüm yerellerde örgütlendikçe devrimin içerideki sürekliliği de sağlanmış olur. Fakat devrimi sadece içeride sağlamlaştırmak yetmez ayrıca yaymak da gerekir. Sosyalist üretim ilişkileri tüm dünyada egemen olmadıkça yani meta toplumları tamamen ortadan kalkmadıkça, sınırsız bir toplum olan komünizmi kurmak mümkün değildir.

Sosyalizmde üretim planlaması

Üretim belli bir zamanda gerçekleşse de onu, üretilen nesnenin dağılımı, değişimi ve tüketimi izler. Üretimle başlayıp değişim, dağılım ve tüketim diye devam eden süreç bir bütünde üretim sürecidir. Üretim sürecinin merkezî olarak planlanması, komünist insanın bu üretim süreci esnasında ideolojik ve siyasi olarak örgütlenmesini de gerektirir. Sosyalizmde üretimin planlamasında en önemli nokta olan merkezî planlamanın salt ekonomik bir planlama olmadığını akıllardan çıkarmayarak bu yazıya üretim sürecinde merkezî planlamanın ekonomik örgütlenmesinden bahsederek devam edeceğiz.

Üretim sürecinin merkezî olarak planlanması fabrikalar ve sektörler arasındaki sıkı iletişimi ve bağı zorunlu kılar. Bu bağı, Che Guevara’nın Ekonomik Yazılar kitabından bir alıntıyla Küba’daki Şeker Üretimi Konsolide İşletmesi örneği üzerinden anlatmak istiyoruz. “Şeker Üretimi Konsolide İşletmesi, tüm ülkede çalışan 160 şeker fabrikasını yönetir. Merkez bürosu Havana’da bulunmaktadır ve bu sanayi çalışmalarından doğrudan doğruya bakanlığa karşı sorumludur. Tüm işletmeler, planlamaları yapan ve kontrol eden sekreterliğe karşı sorumludur. Tüm işletmelerin birer planı, bütçesi ve kotası vardır. Ürünler, İç Ticaret Bakanlığı’na ya da devlet aygıtı yönetimindeki diğer sanayi işletmelerine teslim edilir. Bu işletmeler kendileri için çıkar sağlamazlar. Elde edilen tüm kârlar Küba devletine aittir. Bakanlığın bir diğer görevi plan yapmaktır. Bunun için üretim araçlarını kontrol etmek, denetlemek en baş koşuldur ama yetmez. Tüm istatistikler, tüm ekonomik etmenler bilinmeli. Ve bu bilgilere sahip olduktan sonra amaçlar saptanmalı.” (s. 40). Bu alıntı fabrikalar, işletmeler, sektörler ve merkez arasındaki ilişkinin nasıl olacağına dair net bir örnek teşkil etmekte ayrıca bu süreçte istatistiklerin ve ekonomik etmenlerin bilinmesinin önemini de belirtmektedir.

Bu noktada, sosyalizmde üretim planlamasında başka bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Sosyalist üretimi planlarken kapitalizme özgü tüm kavramların kökünü toplumun tüm alanlarından, en ücra köşelerinden bir bir kazımalıyız. Sosyalist toplum üretenlerin yöneteceği bir toplum olacak. Fakat günümüzde kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte işçilerin kendi ürettiklerine, emeklerine, üretim sürecine, topluma ne denli yabancılaştıklarını da görüyoruz. Bu sebeple sosyalizmde üretenlerin yöneteceği mekanizmaları üretimin planlanması sürecinde nasıl oluşturacağımızı, kapitalizmin yabancılaşma kavramının işçilerin kafalarından ve yüreklerinden nasıl sökülüp atılacağını bugünden başlayarak tartışmak oldukça önemli. Üretimin yabancılaşma kavramını ortadan kaldıracak şekilde örgütlenmesi, sosyalizmin temeli olan üretenlerin yönettiği fikrinin geniş işçi kesimleri tarafından da benimsenmesini ve hayata geçirilmesini sağlayacaktır ve bu da bizleri komünist topluma koca bir adım daha yaklaştıracaktır.

Kitlesel üretimi ve kitlesel tüketimi hedefleyen kapitalist üretim sürecinde bir işçi, üretim bandının belirli ve küçük bir noktasında görevlendirilmiş olup üretim sürecinin bütününden ve üretim sonucunda elde edilen üründen kopartılmış, tüm bu sürece yabancılaştırılmıştır. Örneğin, tüm gününü bir otomobilin motorundaki bir vidayı sıkmakla geçiren işçi kendisinin o otomobili ürettiğinden ya da üretim süreci boyunca ürünün hangi aşamalardan geçerek pazara ulaştığından habersizdir, kendi emeğine yabancılaşmıştır. Sosyalist üretimde o işçi, ürünü üretenin kendisi olduğunun bilincinde olarak üretim sürecini de yönetecek duruma gelecektir. Bunu sağlamanın yolu ise ilk olarak işçilerin fabrikanın işleyişi ve üretim aşamasına dair teknik bilgilere sahip olması ve gerekli eğitimlerden geçmeleridir. Che de Ekonomik Yazılar’da bu konudan şu şekilde bahsetmektedir: “Tüm işçilerimiz asgari teknik yeterlilik düzeyine ulaşmalıdır. Tüm emekçilerimiz bazı temel eğitim aşamalarından geçip uzman işçiler olmalı, uzman işçiler yine eğitimini sürdürüp teknisyen olmaya hazırlanmalıdır. Üretim birimlerinde kurslar verilmeli, yöneticilerin teknik ve kültür düzeyleri yükseltilmeli, sanayi için büyük önemi taşıyan üniversite dersleri ve gerekli eleman sayısı belirlenmeli yetkililere bu konuda önerilerde bulunulmalıdır.” (s. 93). Kapitalizmde bir işçi, pazarda önüne çıkan ürünü kendisinin ürettiğinin dahi farkına varamayacak kadar emeğine yabancılaşmışken sosyalist üretimde; bir işçinin üretime ve üretim sürecinin bir bütününe dair teknik yeterliliğe sahip olarak kendi üretim yaptığı alana dair üniversite müfredatına öneride bulunacak düzeye gelebilmesinden ve özneleşmesinden bahsediyoruz. İşte bu sebeple sosyalizmde üretim planlaması yaparken yabancılaşma kavramının tüm etkilerini ortadan kaldırmak ve işçilerin teknik yeterlilik düzeyinde eğitim almalarını sağlamak gereklidir.

Hem konunun daha iyi kavranması hem de sosyalist ülkelerde nasıl hayata geçirilebileceğine dair bir fikir oluşması açısından yine Küba’dan bir örnek vermeyi yerinde buluyoruz. Sosyalist Küba’da üretimde yaşanan yedek parça sıkıntısının ardından geniş işçi kitleleriyle bağ kuruluyor ve bir çalışma kampanyası süreci örgütleniyor. “Kendi fabrika donanımını kendin yap” komiteleri kurularak becerikli, fedakâr işçi ve teknisyenler bir araya gelerek ülkede kullanılan makinaların benzerlerini yapıyor ve yurt içinde bulunabilen malzemeyle sanayi donanımı kuruyorlar (E. Y., s. 65). Bu örnek yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına örnek olurken, kapitalizmdeki rekabetin yerini gönüllü çalışmanın aldığının da bir göstergesidir. Özetlemek gerekirse; işçilerin üretim sürecinin bir öznesi olması, üretim sürecinde bir sorun oluştuğu noktada işçilerin bu sorunu çözebilecek teknik yeterlilikte olması sosyalizmde üretim planlamasının temel taşlarından bir tanesidir.

Sosyalizmde teknolojinin ve tekniğin örgütlenmesi de tam bu noktada önem kazanıyor. Yabancılaşma ortadan kalkarken bir yandan da kafa-kol emeği çelişkisinin de çözüldüğünü görüyoruz. Kafa-kol emeği çelişkisi, beden gücüyle mi akılla mı harcanan emeğin daha değerli olduğu sorusuyla ilgilidir. Günümüzdeki mavi ve beyaz yakalı ayrımı bu çelişkinin öne çıkmasından kaynaklanır. İkisi de emeği sömürülen işçiler olmasına rağmen beyaz yakalı, mavi yakalıya oranla, onun yöneticisi konumunda olduğu için, daha fazla maaş alabilmektedir. Kapitalizmin yarattığı ekonomik kriz git gide derinleşirken aradaki fark gittikçe azalsa da toplumdaki genel yargı kafa emeğini kol emeğinden daha değerli kabul eder. Teknik bilgiyi o iş yerindeki her işçinin öğrenmesiyle mavi ve beyaz yaka ayrımı da ortadan kalkar, kafa-kol emeği çelişkisi de çözülmüş olur. Bunun yanı sıra, teknolojik gelişimin kol emeğine olan ihtiyacı azaltması da bu çelişkinin çözülmesini hızlandırır. Teknolojinin örgütlenmesine gelecek olursak, kapitalist toplumdan farklı olarak teknoloji toplumun yararını sağlamak üzerine örgütlenir. Kapitalizm, üretimi arttırmak için teknolojinin gelişmesine bağlı olarak makinalaşmayı da arttırmayı hedefler. Fakat teknolojinin gelişimi, burjuvanın emek sömürüsünü arttırmasını engellediği noktada durmak zorundadır. Çünkü üretimi sağlayan makinanın ömrü bellidir ve bitince atılır, yeniden üretilmesi için yine hammadde ve emek harcanması gerekir. Makina yerine çalışacak işçinin ise ömrü bitse bile yerine iş gücü olarak milyonlarca insan dünyaya gelmiştir. Makinanın çalışması için gereken yağı vs. eksiksiz sağlamak gerekirken, işçinin kuru ekmekle karnı doysa yeterlidir hatta yağsız çalışmayan makinaya rağmen işçi karnı açken de çalışabilir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, kapitalizm teknolojik gelişimin önünde engel olarak durmaktadır ve ancak bu engel kalktığında burjuvanın cebine girecek para yerine toplum refahını arttıracak şekilde teknolojinin örgütlenmesi mümkün hâle gelir. Teknolojik gelişimle ilgili bir diğer nokta ise, üretilen ürünün kalitesidir. Günümüzde, ürünler kullanılıp eskiyecek ve yenisini alma ihtiyacı doğuracak şekilde üretilir. Aksi hâlde ürünü bir kez alan bir daha ihtiyaç duymayacak ve pazar satılmayan mallarla dolu kalacaktır. Öyle ki; suya ve ateşe dayanıklı, dışarıdan herhangi bir darbe aldığında kendi kendini tamir etme özelliğine sahip bir kumaş çeşidi 2017’de Michigan Üniversitesi laboratuvarlarında Doç. Dr. Anish Tuteja ve ekibi tarafından üretilebilmişken; bugün neden hâlâ tekstil sanayiinde kullanılmamaktadır? İşte sosyalizmde, kâr elde etme gibi bir amaç olmayacağı için insanın yaşam kalitesini yükseltecek kaliteli ürünler de üretilecektir.

Toparlamak gerekirse; insan, tarih boyunca emeğiyle ve üretimiyle var olmuştur. Sosyalist toplumla birlikte insanlık, sınıflı toplumların binlerce yıllık sömürü denkleminden çıkacak ve emek gücünü özgürleştirecek; bütün yaşamı üretimiyle, özgürce var edecektir. Sosyalizmde üretimi planlamak, toplumun yaşamını ve yaşam alanlarını planlamak demektir; işte bu sebeple, bugünden komünizm ufkundan bakmaya başlayarak sosyalizmde üretimin planlaması üzerine düşünmek ve çalışmak gereklidir.

Not: Sosyalizmde üretim planlamasına dair tartışmalarınızı bir sonraki sayıda okur mektubu olarak bekliyoruz.

Mücadele ve gelecek

Şöyle söylüyorlar, okumuşturlar, yazmıştırlar, 12 Eylül yenilgisini yaşamıştırlar, Marksizmden uzak durmak anlamında haberdardırlar, yaşları 50’nin üzerindedir: “Bu ülkede devrim olmaz.” Söyledikleri budur.

Onlara Nâzım Hikmet aracılığı ile diyoruz ki,

“Hastalar, kardeşlerim,
iyileşeceksiniz,
biraz sabır, biraz inat,
kapının arkasında bekleyen
ölüm değil hayat”

Neden bu ülkede devrim olmazmış? Dünyanın her ülkesinde işleyen diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasaları, bizim ülkemizde geçersiz midir?

Böyle düşünülünce, hep egemenlere bakılır.

Egemenleri anlamak, onların her günkü durumunu analiz etmek gereklidir, işçi sınıfı, düşmanını, egemenleri iyi tanımalıdır. Onları tanımadan onlara karşı savaşılamaz. Onları tanımak, iyi bir tarih bilincine de sahip olmak demektir. Çoluk çocuk demeden öldürün emrini verenler, halkları katledenler, her türlü hileyi devreye sokabilenler, her türlü yalanı söyleyebilenler, kendi egemenlikleri için her türlü katliama başvuranlar onlardır. Sivas katliamını hatırda tutan hiçbir işçi, IŞİD konusunda şaşırmaz. IŞİD insan yakıyormuş. Evet, bizde de Sivas’ta yaktılar, devlet yaktırdı ve bu konuda hiçbir tereddütleri olmadı. Demek ki, egemenler söz konusu oldu mu, hiçbir insanî değerden, insanlıktan söz etmemek gerekir. Düşmanı tanımak, işçi sınıfı için, olmazsa olmazdır.

Ama nasılsa bu halktan bir şey olmaz, bu ülkede devrim olmaz düşüncesi ile, sürekli düşmanın içine bakmak, başka hiçbir yere bakmamak, “görmek” değil de, körleşmektir. Belki de bu nedenle “bu halktan bir şey olmaz” diyorlardır. Onlara yeni bir halk ithal etmeyeceğiz. Çünkü eminiz, başka bir ülkede de olsalar, oradaki halktan bir şey olmaz diyecekler. Önderlik etme iradesini kaybetmiş olanlar, halkı suçlamakta çok mahir olurlar.

Dediğimiz gibi, hepiniz iyileşeceksiniz, biraz sabır biraz inat. Gelmekte olana bakın, sizi yerinizde sarsacak olana bakın, deneyimlerinizi insanların yüzlerini okumak için kullanın, hep baktığınız yere değil, az baktığınız yere bakın.

Ülkemizde, Gezi Direnişi’nden bu yana, hiç düşmeyen bir direniş sürmektedir. Geleceğe bu mücadele temelinde bakmayı önemsiyoruz.

Gezi Direnişi, elbette bazılarının bugün söylediği gibi, “bir sonuç verip, egemenleri alaşağı etmedi.” Edemezdi. Kendiliğinden bir halk hareketidir ve devrimci hareketin örgütlülüğü oldukça geri iken ortaya çıkmıştır. Kitlesel olarak 12 Eylül yenilgisi ile bir hesaplaşmanın başlangıcıdır. Yenilginin 1 Mayıs 1977’de başladığı yer olan Taksim’e dönüştür.

Gezi Direnişi, bugün hâlâ sürmektedir.

Gezi Direnişi ile başlayan direniş, o günlerdeki kadar görkemli şekilde değil ama, belli bir süreklilikle devam etmektedir.

Bugün ülkemizde, kadın eylemleri sürmektedir.

Bugün ülkemizde, üniversite gençliğinin eylemleri sürmektedir.

Bugün ülkemizde, her alanda, işçi eylemleri sürmektedir.

Ve ortaya çıkan eylemler, iktidarı, egemenleri rahatsız edecek bir süreklilik kazanmıştırlar. Bu nedenle her fırsatta saldırıyorlar, her yolla saldırıyorlar. Ama tüm şiddetli saldırılara rağmen, kitlesel eylemler durmuyor. Toplumsal hayatın her alanından, ülkenin her yanından, küçük veya büyük direniş haberleri gelmektedir.

Evet, bunu görmek “kolay” değil. Değil, çünkü, muhalif medya da dahil burjuva medya, sadece Saray medyası değil, tüm burjuva medya, bu eylemlere açık bir karartma uygulamaktadır. Saray Rejimi’nin karartma politikası, burjuva muhalefetin denetimindeki Halk TV ve TELE1 gibi kanalların “önce devleti korumak lazım” hassaslığı, bu eylemlerin gündeme gelmesini önlemektedir. Ancak, daha kitlesel, daha sokaklara taşmış eylemler, kesinlikle sınırlı bir biçimde yansıtılmaktadır. Bu karartma politikasına bakınca, CHP ve İYİ Parti’nin, tüm burjuva muhalefetin Saray Rejimi’nin dayanakları, uzantıları olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır.

Ama işçi basını, sol basın, devrimci basın, elindeki sınırlı olanaklarla bunlara yer vermektedir. Elbette eldeki olanaklar sınırlıdır. Bu basının geniş kitlelere ulaşmasında birçok maddi zorluklar vardır.

Tüm bunlar, gerçekte, görmek isteyen gözler için, direnişlerin sürdüğü gerçeğini değiştirmez. Egemenlerin basını, bu direnişleri haber yapmayacaktır elbette. Ama bu direnişler, sürekli olarak, hem büyümektedir hem de yayılmaktadır.

Geleceğe, işte bu mücadeleden, bu toplumsal mücadeleden bakmak gerekir.

Geleceğe, Saray Rejimi’nin Erdoğan sonrası yönetenlerinin kim olduğu-olacağı ya da CHP-İYİ Parti ekibinin adayının kim olacağı tartışması ile sınırlı bakmak, aslında bu toplumsal mücadeleyi görmemektir.

Toplumsal mücadeleye baktığımızda, belli bir süreklilik, belli bir gelişim görmek mümkündür. Ancak, ana sorun, örgütlülükteki eksikliktir. Kuşku yok ki, hayat bu konuda da diyalektik işler ve bu sorunu da çözecektir. Ancak, işçi sınıfının elinde, nesnel olarak Saray Rejimi’ni yıkmak ve kendi egemenliğini kurmak için olanak vardır. İşçi sınıfı ise henüz bu olgunlukta, bu bilinçte, bu örgütlülükte değildir.

İşçi sınıfı, 12 Eylül’den başlayarak kontrol altına alınmış, adeta esir hâle getirilmiştir. Bu esaret, sendika mafyası eli ile sağlanmakta, sürdürülmektedir. İşçi sınıfı, kendi sendikalarına, birer işçi sendikası olarak sahip değildir. O sendikaların büyük çoğunluğu, işçi sınıfını denetim ve kontrol altında tutmak için örgütlenmiş sendikalardır.

Nasıl ki, üniversite rektörleri polis teşkilâtının bir uzantısı gibi çalışıyorsa, aynı biçimde ve elbette ondan daha önce, sendika mafyası da polis gücünün, MİT’in, kısacası devletin bir uzantısı gibi çalışmaktadır.

Demek oluyor ki, sendikaları geri almak, işçi sınıfı için sıradan bir mücadele değildir. Kıyametin kopacağı alanlardan birisi budur. Bu nedenle, sendikaları geri almak da dahil, işçi sınıfının örgütlenmesi, içine sendikal örgütlenme de dahil, öyle “yasal güvence” sınırları içinde, akılsız yürütülemez. Yani, işçi sınıfı, devrimcileşmek, sadece günlük hakları için mücadele etmekle yetinmemek, daha ileri gitmek zorundadır.

Bu mücadeleyi kazanmanın yolu burasıdır.

Sokaklardaki kitle eylemleri, işin ikinci boyutudur. Kitle eylemlerinden, sokaklardan asla ve asla geri durmamak gerekir. Ve toplumsal mücadele, bunu her şart altında sürdürmektedir. Her şart altında sokaklarda olmaktan geri durmayanlara, bin selâm olsun. Bu mücadele, sokaklarda bir yeni tarih yazma mücadelesidir. Egemenler kendi yasalarını ayakları altında çiğnemektedirler. Bu yasaların tümünü, biz sokaklarda, kaldırımlara yapıştıracak kadar çiğneyeceğiz ve o aynı sokaklarda, işçi ve emekçiler kendi hukuklarını yazacaklardır. Mücadele budur, bunu gerektirir.

Direnişlerin yerel, işyerleri ile sınırlı olanlarının çok büyük önemi olduğunu da görüyoruz. İşçiler, bu yerel direnişlerinde, bu lokal direnişlerinde, sürekli daha ileri mücadele biçimleri geliştirmektedir.

Demek ki, örgütlenmek ve direniş çizgisini geliştirmek, devrim ve sosyalizm mücadelesinin ana gündemidir.

Gelmekte olan, bu direnişlerin, halkın, işçi sınıfının, kadınların, gençliğin eylemlerinin içinde saklıdır. Gelmekte olanı yakınlaştıracak, örgütlü direniştir. Hastalıklarınıza iyi gelecek tek ilaç, bu eylemleri seyretmekle yetinmeyip, bu eylemlere bizzat katılmanızdır. Biraz dayak yemekten, birkaç saat gözaltına alınmaktan bir zarar gelmez. Renkleri soluk hayatınıza bir renk gelir ve emin olun, o andan itibaren, aklınızın çalışma şekli değişmeye başlar. Geçmiş mücadele tarihine bakınca, hep “uzak dur” diyen olayları görmek yerine, başka olayları da görmeye başlarsınız, hep “bu halktan bir şey olmaz” için kanıtlar görmezsiniz, “bu iş olur”un kanıtlarını da görmeye başlarsınız. Ya bunu yapacaksınız ve kendi doktorunuz kendiniz olacaksınız ya da bekleyeceksiniz ilaç ayağınıza gelsin. İkisi de olur. Ama ilaç ayağınıza gelsin diye beklemeyi seçmişseniz, hiç değilse, ilacın geleceği yöne gözlerinizi dikin, kapıya bakın, evin duvarlarına değil, camdan dışarı bakın, TV kutusuna değil. o

Adalet arayışı ve avukat – Avukat Dayanışması

Toplumsal mücadele, doğası gereği eşitsiz bir gelişim izler. Farklı dönemlerde, farklı dinamikler üzerinden, farklı somut biçimlerle ortaya çıksa da hareketin temelinde belli başlı soyut kavramlar daima yer alır. Bu kavramlardan biri de adalettir. “Adalet”, genel ve havada bir kavram olduğu kadar aynı zamanda görecelidir. Kime göre ve neye göre adalet… Sahi, adaletin belli bir ölçüsü var mıdır? Hukukçuların çoğu için adaletin ölçüsü çoğu zaman yazılı normlara riayet üzerinden değerlendirilir. Oysa içinde yaşadığımız hayat bizleri bambaşka bir pratikle yüzleştirmektedir. Boğaziçi’ne atanan rektörü düşünelim mesela. Hem Melih Bulu’nun hem de Naci İnci’nin rektör olarak atanması bilindiği üzere şu anki mevzuata uygundur. Rektör atamaları sonrasında gerçekleşen çeşitli biçimdeki eylemlere polisin saldırmasının; öğrencilerin 2911 sayılı kanuna muhalefet, görevini yaptırmamak için direnme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik vb. isnatlarla yargılanmasının ise hiçbir hukukî dayanağı yoktur. Nitekim süreç boyunca çeşitli biçimlerde öğrencilere destek olan avukatlar da sadece polis şiddeti yahut haksız gözaltı sebebiyle öğrencilerin yanında durmamıştır. Aynı zamanda kayyum rektörün “adaletsiz” olduğunu düşünerek de tepkisini dile getirmiştir. O hâlde sadece yazılı hukuka riayet edilmesi adaletin tesisi için kâfi değildir. Yazılı hukukun ne olduğu, nasıl var edildiği de üzerine kafa yorulması gereken bir konudur.

Biz avukatların sık sık düştüğü bir hata, günlük hayatın koşuşturması içerisinde mesleği icra ederken faaliyet konumuz olan hukukun aslında ne olduğunu tartışmamak olmuştur. Elbette hepimiz hukukun, fakültede öğretildiği üzere halkın gerçek iradesini yansıtan, bir yasama organı tarafından oluşturulmuş düzenlemeler bütünü olmadığının içten içe farkına varıyoruz. Bildiğimiz anlamda hukuk, üretim ilişkileri bağlamında üst yapıya ait olgulardandır ve iki yönlü bir niteliğe sahiptir. Bunlardan ilki baskı aygıtı olarak kurgulanışıdır. İkinci yönü ise çok daha önemli ve inceliklidir. Hukuk, temel olarak devletin topluma karşı giriştiği her türlü eylem için rıza üretmesine yarayan ideolojik bir aygıttır. Bu rıza belli başlı fiillerin yasaklanmasından tutun da düzen için “tehlikeli” görünen bir kişinin hapsedilmesine yahut nerede nasıl giyinilmesi gerektiğinden kimin ne kadar maaş alıp, hangi oranda vergi ödemesi gerektiğine çok geniş bir yelpazeyi kapsar. Ancak söz konusu rızayı üretmek meşakkatli bir süreçtir; kitleler nezdinde işler gözüken bir yasama ve kamuoyu tartışmaları gerektirmektedir. Dolayısıyla hukuk, ideolojik işlevini gerçekleştirmek için zamana ve tabiri caizse sergilenecek bir tiyatroya ihtiyaç duyar.

Görüldüğü üzere hukukun kendisi tabiatı itibariyle taraflıdır. Nitekim Saray Rejimi; kendi burjuva hukukunu dahi uygulayamamaktadır. Artık hukukun şiddet dışında bir işlevi kalmamıştır. Adliyelerden başlayarak bürokrasi ve kolluk tam bir çürüme içerisindedir. Kanun mantığının özü önce torba yasalarla katledilmiş sonrasında tamamen rafa kaldırılarak genelgeler devreye sokulmuştur. Onlarca kadın katili adeta “cezasızlıkla” ödüllendirilirken hapishaneler siyasi tutuklularla dolup taşmaktadır. Söz konusu durumu fiilî hukuk hâli olarak nitelendirmek mümkündür. Gerçekten de bu ülkede kime hangi hukukun ne şekilde uygulanacağı kişiden kişiye, bağlamdan bağlama değişmektedir. Musa Orhan tutuksuz yargılanabilirken Selçuk Kozağaçlı 5 yılı aşkın süredir tutuklu kalabilmekte; vergi mevzuatı emekçiler için en sert hâliyle uygulanırken büyük şirketlerin vergi borçları bir kararnameyle silinmekte; bankalar, kredi kartı borçları için anında haciz koydurabilirken işçilik alacakları senelerce tahsil edilememektedir.

Saray Rejimi’nin kendi hukukunu bile uygulayamadığı günümüz koşullarında mevcut hukuku, özellikle de direnenler lehine, uygulatmaya çalışmanın pratik faydası elbette inkâr edilemez. Ancak avukatların ufku bu kadarıyla sınırlı kalmamalıdır. Çoklu baro süreci uzun yıllar sonra ilk defa avukatları bir direnişin doğal müttefiki olmaktan çıkarıp kendi direnişinin doğrudan öznesi hâline getirdi. Bugün işçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar ve daha birçok kesim somut olarak farklılaşan talepler olsa da bütünde insanca, adil ve onurlu bir yaşam için mücadele etmektedir. Bütünde ortak olan talepleri gerçeğe çevirmek mücadeleyi de ortak kılmaktan geçmektedir. Çoklu baro sürecinde ülkenin dört bir yanından avukatlar Ankara’ya giderken işçilerin, kadınların, öğrencilerin de yanlarında yürümüş olduğunu düşünün. O zaman gerçekten cesaret edebilirler miydi ikinci baroya? Elbette böyle bir yan yana geliş kendiliğinden gerçekleşemez. Avukatlar hukukî destek dışında da farklı toplumsal dinamiklerin direnişlerinin yanında olmalıdır. Örneğin bir işçi direnişi sadece polis saldırısına uğradığında avukatların konusu olmamalı, başından itibaren uğrak bir ziyaret noktası olarak değerlendirilmeli, işçilerin adalet istemi bizzat yanlarında olarak desteklenmelidir. Ancak böyle bir yaklaşımla toplumda var olan adalet arayışı ortaklaştırılıp beraber mücadele etmenin zemini var edilebilir.

Yaşanan herhangi bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı direnen her toplumsal kesim karşısında devleti bulmaktadır. Ekseriyetle bu karşı karşıya gelme hâli hukuka aykırılığı beraberinde getirerek (polis saldırısı, yalan yanlış bir ÇED raporu, usulsüz yargılama, kötü muamele vb.) biz avukatları konuya dahil etmekte ve direnen öznelerin doğal müttefiki yapmaktadır. Ancak bu ittifakta avukatların rolü her zaman “hukuka uygunluk” talep etmekle sınırlı kalmaktadır. Oysa direnenlerin talepleri genelde “hukuka uygunluğun” çok daha ötesindedir. Güncel bir örnek olması nedeniyle öğrenci hareketine geri dönelim. Öğrenciler kayyum rektörü protesto ederken aynı zamanda bir önermede bulunmuşlardır: “Üniversiteyi bileşenleri yönetsin.” Üniversiteyi gerçek bileşenlerinin yönetmesi mevcut mevzuata göre mümkün olmadığı gibi Anayasa’ya da aykırıdır. Hatta rektörün kendi yetkilerinden feragat etmesi dahi en iyi ihtimalle görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacaktır. Öğrenciler pekâlâ bu durumun farkındadır ve yine de taleplerinde ısrarcı olmaya devam etmişlerdir. Öğrencilerin sergilediği direniş toplumun büyük çoğunluğu tarafından meşru kabul edilmiştir. Böylece toplumca haklı görülen bir direnişin hedefleri/talepleri de meşru gelmektedir. Talebin kendisi siyasidir fakat pratiğe nasıl yansıyacağı, yani biçimi hukukî bir sorudur. Her direniş yeni bir hukuku beraberinde yaratmaktadır. Nitekim direnişin içinden doğan “yeni hukuk” bizzat toplumun adalet arayışının bir yansıması olup biz hukukçuların da fikirsel üretimini gerektirmektedir.

Avukatların salt “hukuka uygunluk” talep ederek bile direnişlerin yanında olması elbette çok kıymetlidir, ancak toplumun ihtiyaç duyduğu adaleti sağlamaktan uzaktır. Toplumsal davalarla haşır neşir olan her avukat 2911 sayılı kanuna muhalefet suçuna epey aşinadır. Gözaltı sürecinden başlayarak kovuşturma evresine kadar daima polis tarafından yapılan “müdahalenin” 2911’e aykırı olduğu vb. tartışılır. Halbuki 2911 sayılı kanun başlı başına bir adaletsizliktir. Eğer gerçek anlamda bir toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkından bahsedeceksek 2911’in bu hakkı kısıtlamaktan başka bir işlevi yoktur. Uygulanmasını/riayet edilmesini istediğimiz hukuk, egemenlerin hukukudur ve toplumsal olarak arzulanan adaletin vuku bulmasıyla bağdaşmamaktadır.

Avukatların, özellikle de devrimci avukatların, yaşanan her türlü haksızlık karşısında sergilediği direngen tutum bu toplumun hafızasında yer etmiştir. Avukatın, tüm saldırılara rağmen, toplum nezdindeki saygınlığı bu yüzden hâlâ yok edilememektedir. Yine bu sebeple herkesin derinden hissettiği adalet ihtiyacına yönelik avukatların toplumsal mücadele dinamiklerinin örgütlenmeleri birlikte üreteceği cevaplar toplumda çok daha büyük bir karşılık bulacaktır. Öte yandan mücadeleye konu siyasi taleplerin nasıl uygulamaya konulacağı yani işin hukuki biçimlendirilmesi hâlihazırda bizim mesleğimizin konusudur. Biz istesek de istemesek de mesleğimizin biçtiği rol, sahip olduğumuz bilgi bize bu ödevi yüklemektedir.

Bugünün ihtiyacı avukatların hem kendi hem de diğer direnenlerin mücadelesine teknik hukuk bilgisi ve emeğinin yanında fikrini de katmasıdır. Madem onlar baroları bölüyor; biz de barolarımızı mücadelenin odakları hâline getirelim. Madem öğrenciler ‘üniversiteleri bileşenleri yönetsin’ diyor; buna ilişkin mevzuatı hep beraber oluşturalım. Madem kadınlar ‘yasalar sokakta yazılır’ diyor; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilenlere yasa nasıl yapılır birlikte gösterelim.

Belki gerçekten adil bir dünyada ne avukata ne de hukukçuya ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak yine de birer hukukçu olarak görevimiz o dünyanın nüvelerini bugünden oluşturmaktır. Gören gözler için o nüveler büyüyen mücadelenin içerisinde saklıdır ve her daim hayali kurulan adil dünya hiç de uzak değildir.

Hâkimiyet ilişkileri, denetim ve şiddet, protokole bağlı yaşamlar

Yavaş yavaş ölürler
alışkanlıklarına esir olanlar,
ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler
….
bir yabancı ile konuşmayanlar,
yavaş yavaş ölürler
heyecanlardan kaçınanlar,

rüyalarını gerçekleştirmek için
risk almayanlar,
hayatlarında bir kez dahi
mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar.”

Pablo Neruda

Neruda böyle diyor. Yavaş yavaş ölüme, “her gün ölüm” diyebilir miyiz?

İnsan kaç kere ölür? Ya insanlık kaç kere ölür? İlk sorunun yanıtı, günlük bilincimiz sınırları içinde açık ve nettir; bir kere ölür. İkincisinin yanıtı ise o kadar kolay değil. İnsanlık, her gün, defalarca, milyonlarca kere, insanın insan tarafından sömürüsü sürdüğü sürece defalarca ölür, defalarca ve defalarca.

Soruyu genişletelim: Madem insanlık defalarca, neredeyse sonsuz kere, insanın insan tarafından sömürülmesi var olduğu sürece sonsuz kere ölebiliyor, öyle ise, tek başına insan, tek bir kişi olarak insan, nasıl sadece bir kere ölüyor? Bundan emin miyiz?

“Günlük bilinç”, henüz bilimsel ve sanatsal düzeye ulaşmamış, günlük pratik ve gözlemlere dayalı ortalama toplumsal bilinçtir. Bu “ortalama toplumsal”, matematiksel bir işlemle, herkesin bilincinin toplanıp ortalamasının alınması ile bulunmaz. “Ortalama toplumsal bilinç”, egemenin bilincidir, onun tarafından belirlenir. Egemen, egemenliğini sürdürmek için, devlet denilen bir mekanizmayı yarattığı andan itibaren, ortalama toplumsal bilinç, onun egemenliğinin damgasını taşır. Egemen kendi düzenini sürdürmek için, tüm gerçekliği kendine göre yeniden üretir, kendi geleceğini garanti altına almak için, uygun bir tarih yazımı işi de buna dahil.

Günlük bilince müdahale etmek, egemen için çok kolaydır. Çünkü, günlük bilinç, gerçekliğin bilincine varmaktan uzaktır. “Güneş doğudan doğar”, günlük bilinçtir. Size belli bir anda “doğu” yönünü gösterebilir de. Ama aslında güneş hiç batmadığı için doğmaz da. Sizin güneş ve dünya hakkındaki bilginizin yanlış yerleşmesine olanak sağlar.

Size bilimsel olarak hapşırmanın ne olduğunu anlatsalar da, siz “hapşırdım, birisi benim hakkımda konuşuyor” gibi bir “şeye” inanmayı sürdürürsünüz. Bunlara “batıl inançlar” dersiniz, ama nazar değmesin diye üç kere tahtaya vurursunuz. Karganın kaç kere öttüğü, sizin için iyi ve kötü haber habercisi olarak varlığını sürdürür. Bu size nesilden nesile geçerek gelip yerleşmiştir. Günlük bilincin kör inanlarla birleşmesi, her zaman olanaklıdır. Ve bu durum, her zaman egemen için bir avantajdır.

Tüm bu bilinç, aslında egemen için kolay yönetilebilir bir olanak yaratır.

Oysa görünen gerçeğin ötesinde, olaylar ve süreçlerin, şeylerin ve işleyişin gerçek bilgisini edinmeye başladık mı, günlük düşünme sınırlarını da aşmış oluruz. Böylece bilimsel (ve onun bir açıdan kardeşi olan sanatsal) bilinç, gerçek anlamı ile bilinçlenme ortaya çıkar. Egemen sınıf, tarih gösteriyor ki, asla ve asla bilimsel gelişimi istememiştir. Bilimsel gelişimi, daha çok kâr, daha kolay egemenlik araçları, daha gelişmiş gözetim araçları olarak sınırlamış, ötesini halka, geniş kitlelere kapatmıştır. Bu sınıfsal yaklaşımdır ve doğrusu egemenin, her çağdaki egemenin (sadece bugünkü çağda kapitalist egemeninin değil, onun geçmiş atası olarak ele alacağımız feodal soylunun da, onun eski çağdaki kardeşi köle sahibinin de) çıkarlarının gereğidir. Bilim, ancak günlük üretim, kâr, hâkimiyet vb. için faydalı ise “iyi”dir. Bu “faydalı” kavramı, 1800’lerin ortasında, sanayi devriminin sonuçları ortaya çıktığında, egemenler adına, icat edilmiştir. İngiltere kökenli “metafizik okulu”, egemenler adına bilimle dini yeniden karıştırıp çorba yapmak ve aydınlanmaya direnmek için “faydalı” mı sorusunu sormaya başlamışlardır. Faydalı mı, peki kimin için “faydalı”?

Bilimin bu kadar “geliştiği” bir çağda, hurafelerin bu kadar günlük yaşamı kaplaması başka nasıl açıklanabilir? Demek ki, egemen, bilimsel gelişmeye “teslim” olmamıştır. Bilimsel gelişmeyi, kendi sınıf çıkarları ve egemenliğinin sürmesi için kullanmaya yönelmiştir. Doğaldır, insanlık adına çirkindir ama doğaldır, sınıf çıkarları bunu gerektirmektedir. Demek ki, egemen sınıfın egemenliği ile “insanlığın” geleceği, çatışma hâlindedir. Onlar, egemenlikleri için insanlığı her gün defalarca katletmek, öldürmek zorundadırlar.

İzninizle günlük bilinci, tümü ile “bilimsel ve sanatsal” bilincin, yani gerçekliğin bilgisinin, öğrenmenin “karşıtı” olarak kullanmayı öneriyorum. Öneriyorum, zaten, egemen sömürücü sınıfların egemenliği altında böyledir. Ancak, sınıfsız bir toplumda, bilimsel bilinç (sanatsal da için de), günlük bilinç hâline gelebilir. O zaman, bilimsel bilinç ile günlük bilinç arasındaki “karşıtlık” ortadan kalkmış olur.

Günlük bilinç, sonuçta davranışlar üretir.

Diyelim ki bugün, bir toplumsal isyan etme hâli, yeni Gezi Direnişleri gibi günlük hayatın bir parçası değil ise, bunun nedeni, günlük bilinçtir. Yani, o hurafeler, o boş inanlar, o yanılgılı kabuller, çok ama çok etkilidir. Bu durum kişiyi, toplumsal gerçeklikten koparır, onun derin bir yalnızlık duygusuna gömülmesini sağlar ve onu kendine güvensiz hâle getirir. Böylece o da, sadece kendine sunulan sınırlar içinde günlük hayatını sürdürür.

Bugün bizim sol çevrelerdeki “örgütten uzak durma” eğilimi (buna örgüt kaçkınlığı dediğimiz zaman, dostlarımızdan bize “bu çok sert oldu” eleştirileri geldi. Örgüt kaçkınlığı, “bilinçli bir eylem” olarak ele alınıyor, oysa “örgüte bulaşmama” eğilimi var deniyor. Yani, örgüt kaçkınlığı dediğimiz zaman, onlara göre bu bir eylemdir, oysa örgütten uzak durma, bulaşmama dediğimiz zaman bu “eylem” değildir diyorlar. Oysa yanlıştır. Durmak işi de bir harekettir, bulaşmak nasıl bir eylem ise, bulaşmamak da bir eylemdir.) yaygındır. Bu, aslında 12 Eylül karşı-devriminin yarattığı ve yerleşik hâle gelen bir günlük bilinç hâlidir. Yoksa bilimsel olarak, devrim, işçi sınıfının öncülüğünde bir devrim, örgütsüz olmaz. Başsız gövde nasıl canlı değil ise, devrimci öncü partisi olmayan bir işçi sınıfı da, bilinçli bir işçi sınıfı değildir.

Örgütten uzak durma eğiliminin nedeni, korkudur. 12 Eylül yenilgisi, belki sokaklarda, barikat savaşları sonucu yaşanmış olsa idi, kimse bu kadar korkmazdı. Ama korkanlar, daha çok korkarlar. Korkma işinde süreklilik, korkmaktan bile korkmaya evrilir. O andan itibaren, bilinçli bir varlık olma durumu sona ermeye başlar.

Biliyoruz, insan nasıl yaşıyorsa öyle düşünüyor. Eğer siz, sürekli olarak korku altında devrimden, sizi siz yapan düşüncelerden uzak durmaya çalışırsanız, sonuçta ayçiçeği hâline gelirsiniz. Ayçiçeği, güneşe yüzünü döndüğünde eylemli değildir, hareketlidir ama eylemli değildir. Zira hareket ve eylem arasında bir bilinç faktörü var. Her şey hareket eder, devinir. Ama eylemli olan, önceden tasarlar ve eylemini gerçekleştirir. Ayçiçeğinin güneşe dönmesi, onun eylemi değildir, yansımadır ve onun hareketidir. Bu hareket, ayçiçeğinin yağının çıkarılmasını önlemez. Bizim eski solcularımız, devrim saflarından kaçarken, ayçiçeği tarzında hareket ettiler ve bunu da “yeni dönemin gerçekleri” olarak sundular. Bugün hepsinin kapitalist endüstri tarafından yağı çıkarılmaktadır ve rafine olmadıkları da kesin. Ayçiçeği olmayı kabul ettikleri hâlde, devletin hâlâ kendilerinin yaşam alanlarına saldırmalarını, “ayçiçeğinin yaşama hakkı” çerçevesinde savunmak istiyorlar. Yeter artık demiyorlar, eski mücadele günlerinin dayanaklarını hatırlamıyorlar, sadece yenilgiyi ve kötü anılarını hatırlıyorlar. Oysa, devrimci mücadelenin her anısı, kazanmak isteyenlerin ortak hafızasıdır.

Örgüt kaçkınlığı ya da daha az rahatsız edici tarzda söyleyelim örgütten uzak durma, bulaşmama eğilimi, günlük bilinçtir. Her günlük bilinçteki kadar “egemen ideolojinin” etkisi altındadır. Her günlük bilinçteki gibi, yanlışı doğrusundan daha fazladır ve her günlük bilinçteki gibi “cehalet” yüklüdür.

Korku, ufka bakmayı engelliyor. Hep önüne, hep gününe bakar hâle geliyorsun, hep kendine bakar hâle geliyorsun ve sonuçta, bilimsel üretimden kopuyorsun, aydınlanmaya veda edip, karanlığa sığınıyorsun. Hep önüne bakmak, ufka bakmamak, insanın omuzlarını düşürüyor, alnı dik olma durumunu ortadan kaldırıyor, kişiyi “ezik” hâle getiriyor. Uzun süre bu iklimde yaşamak, insanı değiştiriyor olmalıdır, tersi doğaya aykırı olur.

Bugün, bizim ülkemizde, diyelim ki, Saray içinde uzun süre yaşamak, kişinin zekâsını köreltir, karanlığa olan tutkusunu artırır, haz duygularını besler, gerçeklikle bağını kopartır. Bu, herkes için geçerlidir. Sadece, eğer bir kişi, başka bir örgütlü faaliyeti için Saray’da görünenden başka bir görevle bulunuyorsa, o, en az etkilenir.

Kişi sadece nasıl yaşıyorsa öyle düşünmekle kalmaz, giderek, kendi yaşamını realize edecek şekilde, kendi çevresine anlatacağı bir “teori” geliştirir. Biz, 12 Eylül’de, işkencehanelerde çözülenlerin çoğunda bunu gördük. Çözülenler, kendi durumlarını teorize edecek bir yol buluyorlardı. Bu nedenle, kendi “çektikleri”nin hesaplarını, çevrelerindeki insanların önüne koyarak, “ben elimden geleni yaptım” ama olmadı diyorlardı. Direnenlerin hikâyesini başkaları anlatırken, çözülenlerin hikâyelerini daha öncelikli olarak kendileri, “hayata tutunmak ve aklanmak” için kendileri anlatıyordu. Bu yaygınlaşınca, birçokları, devrim için neler verdiğinin hesabını tutmaya başladı, kimisi devrim için okulunu bırakmıştı, kimisi evlenirken düğünde takılan altınları örgüte vermişti. İyi ama hiç kimse, işkence altında işkencecilerini dahi korkutan direnişi gösterenlerin ödediği bedeli hesaba katmayacak mı? Direnenler, ölenler, onlar acaba nelerini verdiler? Peki hiçbiri, biz şuyumuzu, buyumuzu devrime verdik diye yakındı mı? İşte gerçeklikten kopma hâli, kendi gerçeğini gerçek yerine koyma hâli böyle gelişiyor. Gerisi, devrime sövmek için uygun anın gelmesine kalmıştır.

Dönekler bir yana. Devrime sövmeyi meslek edinenler bir yana. Onlarla hesaplaşma ayrı bir iştir.

Ama kendi hesaplaşmasını yaşayamayan ve hâlâ kendi hâlinden itiraf edemediği bir utanç duyanlar, bir şansa sahip olacaktır. Devrimci direniş destanları yazarak ölenler, bugün mücadele edenlerin ilerlemesi ile, bu kendisi ile barışık olma hâlini kaybedenlere usulca gelip, eğilip kulaklarına, “seni affettim” diyecekler, “haydi şimdi saf tut” diyecekler. Mezarlarından çıkıp, bunu sizlere, pek yakında, uzak olmayan bir gelecekte, söyleyecekler: Sizi affettik, artık kendine gel, mücadele için saf tut, ağlamaklı hâlin, omuzlarının bu düşmüş hâli artık bitsin, diyecekler.

İnsanlığın her gün öldüğünü gördüğümüz bu dünyada, ölümü bir kere yaşanacak bir şey olarak düşünmek, gerçekliği, kapitalist çağı eksik anlamaktan, günlük düşüncemizi gerçeklik olarak ele alma cehaletinden gelmektedir.

Tekeller çağı, 1870’lerden bu yana böyledir, kapitalizmin olgunluk çağıdır, kendini daha net ifade edebildiği, kendisi olduğu çağdır.

Tekelleşme, pazar hâkimiyeti de demektir.

Pazar hâkimiyeti, elbette tekelci ek kârdır.

Ama pazar hâkimiyeti, tekelci ek kârla sınırlı değildir.

Hâkimiyet ilişkileri, burjuva sınıfın devletini de etkiler. Tekeller, hâkimiyet ilişkilerini, devletleri aracılığı ile tüm toplumsal yaşama egemen kılmaya başlarlar. Devleti de buna uygun dönüştürürler. Bu devletteki değişim, sınıf savaşımı altında şekil alır. Yani sınıf savaşımı olmadan ya da hesaba katılmadan, devletteki değişimleri bir ekonomist mantıkla ele almak doğru değildir. Sanıyorum, bu konularda okuyucu ile anlaşıyoruz. Bu konuda yazılmış olanlara bakmaları, varsa ihtiyaç duyulan detayları yeniden hafızalarında canlandırmalarına yardımcı olacaktır. Bizim yazdıklarımız bile az değildir, başkaları da vardır.

Tekelcilik, aynı zamanda büyük çaplı, kitlesel üretim de demektir. Ve kitlesel üretim, kitlesel tüketimi şart koşar. Kitlesel tüketim ve pazar hâkimiyeti, modern reklamcılığın da temelidir. Burada artık, tüketim toplumu “ideolojisi” öne çıkmaya başlar. Tüketim toplumu, “ihtiyaç olmadan da tüketme”nin temelidir. Tükettikçe “mutlu” olan insan, bu çağın gerçeğidir ve insanoğluna ciddi bir müdahaledir. Eski dönemlerde insanlar, ne böyle çok sık “mutluluktan” söz ederlerdi ne de bu kadar ucuz bir ruh hâli değildi mutlu olma hâli, demek ne kadar çok paraya gerek duyuluyorsa o şey o kadar değersizleşiyor olmalı.

Ne tüketmek bu kadar “önemli” olmuştur ne de “mutluluk” bu kadar fuzulî bir kavram olarak var olabilmiştir.

Tekeller çağı, kapitalizmin fetih çağı olarak da nitelenebilir, sadece yeni yollarla ve sermaye ihracı gibi yeni araçlarla başka pazarların fethinden söz etmiyoruz, aynı zamanda insanın hâkimiyet altına alınmasında yeni durumlardan söz ediyoruz. İnsan, bir kere daha tüketim toplumu ve meta fetişizmi ile fethedilmektedir.

Tekelci hâkimiyet, meta ve mülkiyet ilişkilerini, hayatın en uç noktalarına, en el değmemiş alanlara (ister coğrafî anlamda alan, ister duygusal-düşünsel olarak alan) girmesini ve egemen olmasını sağlamıştır. Buna fetih ya da yağma demek mümkündür. Bu yağma, hâkimiyet ilişkileri altında olan alanlarda derinlik kazanırken, yatay olarak da yeni alanları hâkimiyet altına almaya olanak sağlamıştır.

Buna, Ekim Devrimi’ne karşı örgütlenmiş emperyalist cephenin karanlıklara sığınan ideolojik saldırılarını da eklemek gerekir. Bilim sürekli gelişirken, karanlık bu denli nasıl artabilir? Bunun yanıtı, tekelci hâkimiyet ilişkilerinde saklıdır.

Hâkimiyet ilişkileri, aklın ele geçirilmesi, her şeyin meta ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi için seferber edilmesi demektir.

Bu, hem ideolojik hem ekonomik ve hem de fizikî devlet şiddetinin kullanılması ile sağlanmaktadır.

Her gün ölerek yaşama durumunun temelinde bu vardır.

Bir kanser hastası, hastahaneye gittiğinde, hastalığın bulunduğu aşamaya uygun, bir protokol ile “tedavi” edilmeye başlanır. Diyelim ki dördüncü derecede (sanırım bu dördüncü derece kurtulma umudunun kalmadığı son aşama anlamındadır, bilgim yanlışsa şimdiden hekimlerden özür dilerim) hasta ise, ona uygulanacak “protokol” bellidir. Doktor, bu protokolü uygular. Zaten başka bir şey de yapmaz.

Bundan mesela 40 yıl önce, neoliberalizm öncesinde, hastahaneler bu kadar “özelleşmemiş” iken ve ilaç tekellerinin hâkimiyeti bu denli gelişmemiş iken, bu durumdaki bir hastaya, “ömrün şu kadar kaldı, git gönlünce yaşa” diyen doktorlar çıkardı. Kemal Sunal filmlerinde, tahlilleri karışmış hastaların birinin yanlışlıkla öleceği kendisine söylenip, git gönlünce yaşa denilince, kahramanın “normal” yaşamı nasıl dalgaya almaya başladığı örnekler hatırlanabilir. Adam ölecektir ve ölmeden önce, parası da olmadığından, alışılmış yaşam ilişkilerini yırtmaya başlar. Patronuna artık “efendim” demez ve saçma işleri yapmayı reddeder. Onun için formatlanmış yaşamı reddetmeye başlar. Kız arkadaşı ile ilişkileri değişir, paraya karşı davranışı değişir vb. Yani, bir anlamda, içinde bulunduğu hâl nedeni ile korkusu kalkar ve o da eski yaşamı, deyim uygun düşerse “hack”lemeye başlar. Çevresiyle ilişkileri “özgürleşmeye” başlar ve aslında toplumsal davranışların, günlük bilince yerleşmiş davranış kalıplarının saçmalığı gün ışığına çıkmaya başlar.

Bugünlerde ise, doktorlar, “git hayatını yaşa” demezler.

Hastanın yakınları, yani müşteri sıfatıyla hastahanenin muhatabı olanlar, ölümü kabul ederek, hastanın başında beklemeye başlarlar. “Çıkmayan candan ümit kesilmez” sözü, akıllarda dolaşır. Ama bilinir ki, ümit kesilmiştir. Hasta sahibi ya da müşteri, ne hastayı hastahaneden çıkarabilir ne de elinden bir şey gelir. Böylece hastahanede yatma süreci beklenir. Hastahane, yani işletme, para kazanmaktadır. Ölecek olan hastanın, o an orada bulunan doktorun ölçüsüzlüğüne bağlı olarak, ne kadar daha para kazandırabileceği hesaplanır. Eğer yoğun bakım cihazına bağlanırsa şu kadar para, eğer şu ilaç verilirse şu kadar para diye hesap yapılır. Hasta bırakın da öleyim demektedir, ama aldığı uyuşturucu ilaçların etkisi ile ruh gibidir ve ağzından saçma sözler dökülmektedir. Çünkü derin “hümanist” yaklaşım altında ölecek olan hastanın “bari acı çekmemesi” konusunda, hasta yakını-müşteri ile işveren temsilcisi doktor arasında anlaşmaya varılmıştır. Bu ikiyüzlü davranışı gördükçe, Marx’ın “insana dair her şey kabulümdür ama şu hümanizm hayır” demesini hatırlamamak elde değil. Hasta yakını, parayı ödeyecek olan müşteri ise, çaresizdir. Bir yandan parayı nasıl bulacağını düşünür, diğer yandan ise doktorun dediklerini yapmak üzere sürekli imza verir.

İşte buna “protokol” diyorlar.

Protokol, modern kapitalist dünyanın iş ilişkilerinden geliyor. İki taraf aralarında bir protokol yaparak iş yapmaya başlarlar. Bir yandan tarafları belirler bu protokol, bir taraftan da tarafların yükümlülüklerini ve işlerini belirler. Böylece herkesin iş anlaşmasından önce, işlerin nasıl yürütüleceği belgelenmiş olur.

Sağlık alanı da, bu iş dünyasının, bu kapitalist ilişkiler ağının içindedir. İlaç şirketleri nasıl ki aşı yaparken size bir anlaşma imzalatıyorsa, bu yolla kendini garantiye alıyorsa, bu yolla, kazandığı paranın başına bir iş gelmesini önlemiş oluyorsa, hastahane de sizinle hasta yakını olarak bir protokol imzalamaktadır. Hastaya uygulanan bu protokol, onun ölümü demek olsa da, bunun dışına çıkılmaz. Zaten siz, arabanızı tamir ettirirken gördüğünüz bu muameleye alışık durumdasınız. Burada artık personelin size müşteri olarak saygılı davranması dışında bir beklentiniz yoktur. “Çıkmayan candan ümit kesilmez”, sizin günlük bilinciniz olarak, size karşı kullanılmaktadır. Oysa herkes çoktan “ümit” kesmiştir ve doktorlar da bu fikirdedir. Sadece ümit edilen daha fazla para kazanmaktır. Bilim, bu uygulama şekli ile, neredeyse günü gününe olacakları bilmektedir.

Bu süreç, aslında tekelci hâkimiyet ilişkileri tarafından belirlenmiştir. İlaç şirketleri, bu süreci belirlemektedir.

Peki şiddet bunun neresindedir?

Şiddetin birçok biçimi olduğunu biliyoruz. Burada da “insanlık postuna” bürünmüş, bu yolla gizlenmiş bir şiddet karşınızdadır. Bu şiddet yolu ile sizden para sızdırılmaktadır. Görünüşe göre sizin “rıza”nız alınmıştır. Ama gerçekte, sizin başka da çareniz yoktur. Bu çaresiz hâliniz, müşteri olarak gittiğiniz hastahanede, sizden paranızın sızdırılmasının bir yolu olmuştur.

Diyelim ki sokaktasınız. Bir kişi karşınıza çıkıyor ve ya paranız ya canınız diyor. Siz de çaresiz, paranızı veriyorsunuz ve canınızı kurtarmak için son derece “efendi” davranmaya çalışıyorsunuz. Çünkü sizin durumunuz çaresizdir. Siz, elinde silah bulunan bu kişiye karşı direnemeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Paranız sizden “zor”la alınıyor. Siz buna bir soygun diyorsunuz.

Aslında, hastahanedeki durum ile karşılaştırırsanız, karşınıza silahı ile çıkan soyguncunun sizinle bir “protokol” yapmadığını söyleyebilirsiniz. Bu durumda bu soygun, hem zorla gerçekleşiyor hem de “yasal” değil. Çünkü soyan ve soyulan taraf olarak aranızda imzalanmış bir protokol yoktur.

Ama bu soyguncu (bilerek “hırsız” demiyorum) size silahını çıkartıp, önce bir imza istese, ardından da paranızı silah zoru ile almış olsa, siz buna “yasal”laşmış bir soygun diyeceksiniz.

Hastahanedeki “yasal”dır, çünkü siz çaresizsiniz. Üstelik size silah çıkarılmamış, size silah dayanmamıştır, ama hastanızın ölme riski bir silah hâline getirilmiştir ve siz, okumadan anlaşmayı imzalamak zorunda kalmışsınızdır. Bu durumda hastahane, soyguncu değil ve yasal bir iş yapmaktadır. Öyle mi?

Yoksa bu iki olay arasında, (1) silahlar değişiktir, (2) zor, şiddet değişik biçimlerde örtülmüştür diyemez misiniz? Birinde silah, tabanca veya bıçaktır, diğerinde silah hastanızın acil yardım alma ihtiyacıdır. Birinde silah çıplaktır, diğerinde ise sizin şiddet aracı olarak görmediğiniz bir protokol vardır. Birinde silahlı adam, soyguncu, yasadışı bir iş yapmaktadır, diğerindeki şiddet ise “yasallaşmış”tır.

Acil bir durum için, ölüm kalım meselesi olan bir şey için hastahaneye koştunuz ve size orada, “şunları yapacaksınız ve şu parayı ödeyeceksiniz” dediler. Paranız yok. Bu durumda size, hastahane, yasal olarak, “ya canınız ya paranız” demiş olmuyor mu?

İdeolojik zor, meta zoru, silahlı zor, fizikî zor diye şiddet ayrımları yaparsanız, bu durumu anlamak daha kolay olacaktır.

Adam evlenmiştir. Ortada, yasal olarak bir “evlilik” kurumu vardır. Bu yasal çerçeveye dayalı olarak erkek, kadını istediği gibi “kullanmakta”, “gerekirse” ona şiddet uygulamaktadır. Bu şiddet, psikolojik veya fizikî olabildiği gibi, silahlı bir şiddet olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bugünlerde kadına karşı şiddet meselesi, ölümle sonuçlanan olaylarda gündem olmaktadır. O kadar yaygındır ki, diğer hâlleri ile aile içi şiddet, mazur görülmektedir. Çünkü, aile kurumu bu şiddeti “yasal” hâle getirmiştir.

Sevgi ile başlayan ve aile kurumu içinde her türlü şiddetle yasallaştırılan bir ilişki, nasıl özgür olabilir? Belki de “yasadışı aşk”, bu yasal şiddetle birleşmiş aşkın yerine geçmelidir. Yasadışı aşk, evlenmeyi düşünmeyen bir aşk olarak günlük bilinçle reddedilen aşktır.

Bu durumda hastahanedeki protokolün “hack”lenmesi, yasal kılıfa bürünmüş kadına şiddet uygulamasının “hack”lenmesi uygun olmaz mı?

Yasalar, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddetin örtülmesi için yapılmaktadır. Ve bu durumda yasaların her birinin hacklenmesi gereklidir.

Bir işçi, görünüşe göre özgürdür. Emek gücünü istediğine satabilir. Satmak zorundadır. Çünkü emek gücünü, emek ürünlerine çevireceği üretim araçlarından yoksundur. Yaşamını devam ettirmek için çalışmak zorundadır. Emek gücünü kime satacağı konusunda özgürdür, ama satmama hakkı yoktur. Satmaması demek, açlıktan ölmesi demektir. Açlık ve bununla birlikte işsizlik, bir çeşit şiddettir. Ekonomik şiddettir ve fizikî sonuçları vardır. Kapitalistle bir iş sözleşmesi, protokol yapar. Bu protokol, elbette yasalar çerçevesinde kapitalist ile işçinin haklarını düzenler. Sanki eşit bir sözleşme gibidir. Ama çalışmak zorunda olan işçidir. Üretim araçlarına sahip olan kapitalist ise, bu toplumsal eşitsizlik nedeni ile, işçi çalıştırma olanağına, işçinin karşısına bir kapitalist olarak çıkma olanağına sahiptir. Çalışmasının kuralları iş kanunu ile düzenlenmiştir. Yasalar, onun işgücünü satmasının koşullarını düzenlemektedir. Bu işçi, çalıştığı işyerine bağlı olarak, zaman zaman psikolojik, zaman zaman fizikî şiddet görebilir ve hatta hayatını kaybedebilir. Tıpkı aile kurumu gibi.

Tekelcilik, bu hâkimiyet ilişkilerini hem dünyanın her yanına yayar hem de belli bir alanda daha da derinlere doğru işletir. Her iki durumda da soygun vardır. Modern dünyamızda yağma, bu tekelci hâkimiyet ilişkileri içinde işlemektedir. Biz, başka bir ülkedeki fizikî varlıkların (madenler, toprak, su vb.) yağmalanmasını daha net görüyoruz, ama mesela insanın yağmalanmasını, insanın köleleştirilmesini daha az dikkatle izliyoruz. Birine daha açıkça yağma, soygun derken, ikincisine daha kabul edilebilir bir şey olarak bakıyoruz.

Birinde açıktan ölümü görüyoruz ve bu ölüme, kişinin bir kere ölümü olarak bakıyoruz.

Oysa insanın birden çok kere ölümü, daha ağır olanıdır.

Tanrıların en ağır cezası, her gün ölüp, ertesi gün yeniden dirilmek ve yeniden öldürülmek olarak tarif ediliyor. Biz insanlar bu her gün bir kere daha ölmek üzere dirilmeyi, ağır bir işkence olarak görüyoruz.

Toplumsal bir varlık olarak insan, insanlığın bir parçasıdır. Yani, insanlık yoksa, insanlar yoksa, siz insan olarak da kalamıyorsunuz. Ve her gün insanlığın öldüğü, öldürüldüğü, taammüden katledildiği bir dünyada, bir defalık fizikî ölümü bu kadar korkulacak şey olarak görmek, olsa olsa günlük düşünce sınırlarına hapsolmak ile bağlı olabilir.

Dünyanın her yerinde katliamlar oluyor, her yerinde emperyalistlerin çıkarları için savaşlar oluyor ve her seferinde insanlık bir ağır yara alıyor. Bunu seyretmek, buna şahit olmak, her gün bir parça ölmek anlamına geliyor. Bir kerelik fizikî ölümden korkmak adına, bu ölümleri seyrederek her gün ölme pahasına, çizilmiş sınırlar içinde yaşamayı kabul etmek, aslında bu düzene boyun eğmektir.

Dahası, fizikî ölümlerden çok, bize daha az görünen ya da daha az dikkatimizi çeken ölüm biçimleri, bizi “yeni normal yaşam”a alıştırmaktadır. Protokole dayalı bir yaşam. Çaresizlik hissimizi üreten bir yaşam. İşte bu yaşamı hacklemek gerekir.

Böylesi bir yaşama razı olmamak gerekir.

Tekrar örgütlü mücadeleden uzak durmaya gelelim.

Örgütlü mücadeleden uzak durma eğilimi, bugün, şu yakınmalarla birlikte var: Örgüt lazım, gelişmiş ve güçlü bir örgüt, başka türlü bu düzen yıkılamaz.

Bir yandan, düzenin nasıl yıkılacağı konusunda “teorik” olarak netmiş gibi görünen bir bilinç varmış gibi görünüyor. Ama bu bilinç, her nasıl oluyorsa, “örgütten uzak durmalı, bulaşmamak lazım” tekerlemelerini ortadan kaldırmıyor. Ömrümüzü uzatmak için, “örgüte bulaşmamak lazım” mı diyoruz? Sahi, bu bir yol mudur? Bu yolla, uzatılan ömür, nasıl bir ömürdür? Buna yaşamak demek mümkün müdür? Ayçiçeğinin güneş ile olan ilişkisi, insan olarak kalmak için yeterli midir?

Ayçiçeğinin güneş ile olan ilişkisi, bir eylemlilik değildir.

Eylemsiz insan, bir özne olabilir mi?

Eylemsizlik, savunulabilir mi?

Eylemsizlik, belki hata yapmayı azaltır, çünkü en büyük hatadır, çürümektir.

Hangi korku, yavaş yavaş ölmeyi haklı çıkartabilir?

İnsan bilincinin en açık göstergesi, insanın eylemindedir. Eylemin kendisi, bilincin açık kanıtıdır. İşçiler, kendi hakları için greve gittiklerinde, bir bilince sahip olduklarını göstermiş olurlar. Ama aynı işçiler, grev yerine, birahanede bira içerek yakındıklarında, aynı bilincin sahibi değildirler. Konuşmalarına bakarsanız, onlar, grevdeki işçiler kadar bilinçlidirler. Hatta her biri, “bizim grevimiz yetmez, ülke çapında bir genel grev gerekir” der. Ama, kendisi eylemsiz dururken, ülke çapında bir genel grevin nasıl olacağını düşünmek bile istemezler. Birileri, onlar için, ülke çapında bir genel grev örgütleyecek ve onlar da buna katılma lütfunu gösterecek gibidirler. Bu durum, grevdeki işçiden daha çok laf eden ama daha geri bir bilincin yansımasıdır.

Ben örgüte bulaşmam, çünkü, örgütlü mücadelenin risklerini bilecek kadar zekiyim, akıllıyım ama böylesi bir güçlü örgüt de lazım demek, aslında yaşamının farkında olmayan bir “bilinç” durumunun yansımasıdır. Toplumsal mücadeleyi temel almak yerine, kendi risklerini çuvala toplamak, öyle teraziye koymak, aslında, kaçkınlıktır. Değil midir?

12 Eylül yenilgisinin yarattığı bir sonuçtur bu.

Yenilgi sonrasında bir seçim yapılır. Kimisi mücadeleye devam etmek ister, kimisi ise mücadeleye yüz çevirir. Tekrar olsun, döneklerden söz etmiyoruz. Mücadeleden yüz çevirenler, yenilgiden ders olarak, örgütten uzak durmayı, riske girmemeyi öğrenirler. Mücadeleye devam edenler ise, yenilginin nedenlerini bulur ve daha gelişmiş bir örgütlü mücadeleyi nasıl öreceklerini düşünmeye başlarlar. Mücadeleden uzak durma kararı alanlar, yenilginin hatalarını başkalarına atarlar, mücadeleye devam edenler ise, hatalardan sorumlu olanlar bizzat kendileri olsun olmasınlar, hataları kendi hataları olarak ele alırlar. Çünkü hataları aşmak, daha iyisini yapmak isterler. Mücadeleden uzak duranlar, kişi olarak kendilerini korumak isterler, ama bunu hâkimiyet ilişkileri altında yeniden teslim olmak olarak ele almazlar. Oysa mücadeleye devam etmek isteyenler, kendilerini değil, mücadeleyi, örgütü ve örgütsel değerleri korumak isterler. Mücadeleden uzak duranlar, “hatasız bir mücadele” aramak uğruna, ayçiçeği gibi davranırlar. Mücadeleye devam edenler ise, yeniden hata yapmayı göze alırlar. Ayçiçeği hata yapmaz, ama eylemli insanlar hatalar yaparlar, yapacaklardır da. Birisininki bitkisel hayattır, diğerininki ise hataları ve zayıflıkları ile insana ait bir hayattır.

Kapitalist egemenlik, tekeller çağı ile birlikte, hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet ile, toplumsal yaşamın her alanını denetlemeye başlar. Bu denetim, ille de polisiye bir denetim değildir. Bu denetim, şiddetin ideolojik, ekonomik, fizikî biçimlerini de kullanan bir denetimdir. Meta ilişkilerinin yaşamın tüm “özel” alanlarına hâkimiyet kurması, her ilişkinin kapitalist egemenliğin alanı hâline gelmesi kavranınca, devrimci mücadele dışında bir özgürleşme alanı kalmadığı açık hâle gelecektir.

Ve insan, mücadele ettikçe, sadece ve sadece mücadele ettikçe, devrimin mümkün olduğunu kavrayabilir. Okuyup anladığımız “devrimin zorunluluğu”, günlük mücadeleden uzak isek, binbir çeşit bahane ile bu uzaklığı sürdürüyorsak, bir anlam ifade etmez ve bilinç hâline gelmez. Bilgi olarak orada durur. Biz, devrimin uzak olduğuna inanmamız için sayısız kanıt bulmaya başlarız. Ama mücadeleye girdiğimiz zaman, kendimizi bu mücadelenin bir neferi olarak örgütlediğimiz zaman, bu kanıtlar tek tek yok olur ve “devrimin zorunlu olduğu” bilgisi, kitabî bir bilgi olmaktan çıkar, canlı bir şeye dönüşür, buna bilinç diyoruz.

Mesele nereden baktığımızla ilgilidir. Doğada, her türlü fikri destekleyecek yeterince kanıt bulunabilir. Önemli olan bakış açınızdır. Bilimsel çaba, sizin bakış açınıza göre verilerin nasıl anlam değiştirdiğini göstermiştir. Devrimci mücadele perspektifinden baktığınız zaman, kapitalist sistemin yıkılma olasılığını güncel bir durum olarak kavramanız mümkündür. Ama kendi eylemsizliğinizi haklı çıkarmak için bakarsanız, kapitalist hâkimiyet ilişkileri ve bunun getirdiği şiddet, size bu sistemin yıkılmaz olduğunu gösterecektir. Devrim ve sosyalizm perspektifinden baktığınız zaman, dünya sosyalist deneyiminin yenilgisini, gelecekteki zaferin kaldıracı olarak ele alabilirsiniz. Gelecek sosyalizmin üzerinde yükseleceği büyük bir miras olarak görebilirsiniz. Ama kendi eylemsizliğinizi, örgüt kaçkınlığınızı teorize etmek istiyorsanız, sosyalizmin yenilgisinin, sosyalist düşüncenin yanlışlığının kanıtı olarak görmeniz pekâlâ mümkündür.

Kaybetme, yeniden yenilme riski olsa da, dövüşülmeye değer bir şeyler için mücadeleye yeniden atılmayı, yaşamak olarak tanımlamak gerekir.

Diğeri, ölü numarası yaparak korunacağını sanma yanılgısıdır. Sizi bir düşman kurşunu öldürmezse bile, bu uzun ölü taklidi ile geçen yaşam, sizi teslim almaktadır. Azrail size bakıp, “yaşamıyor ki öldüreyim” diye gülmektedir.

Devrimci mücadele yaşamaktır.

Yaşamayı ciddiye alan, hatasız yaşam aramaz.

Egemenler, Saray, saray soytarılığı, gelecek

Sizin de gözünüze çarpmış mıdır? Adli yılın açılışından söz ediyorum. Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve yargıç cüppeli birisi (herhâlde ismi artık önemli değil), hep birlikte dua ediyorlardı ve dahası Erdoğan konuşurken, muhtemelen Suudi Arabistan’dan, değilse Taliban’dan, entarili temsilciler karşısında oturtulmuştu (Yanlış anlaşılmasın, hiçbir halkın ya da kişinin giyim kuşamı ile ilgili değiliz. İyi ama bu resmî bir açılış ise, o kişiler protokol içinde olmalı, değilseler, muhtemelen gösterinin bir parçasıdırlar ve işte biz de buna vurgu yapmak istiyoruz). Adli yılın açılışında, TC devletinin (T Türkiye anlamındadır, C Cumhuriyet) ruhuna fatiha mı okunuyordu, yoksa “egemenler”, Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne, “istediğini yapabilirsin” mi demişlerdi, yoksa “madem Saray Rejimi var ve madem soytarılık bu kadar ayağa düştü, öyle ise Erdoğan’dan da bir soytarılık izleyelim” mi dediler? Sahne, tam olarak bir soytarılık türü olarak organize edilmişti.

Yani size üç şık verdim. İstediğinizi seçebilirsiniz.

Biz ise, bu konuyu bahane edip, aslında egemenlik meselesini tartışmak istiyoruz. Bu arada var olan “yanlış” yorumlara da bir kenarından değinmiş oluruz.

* * *

Tarih boyunca egemenlik, her zaman zalimlik olmuştur. Öyledir, çünkü “egemen”, “yönetilen”in tersine, kendi kuralları ile yönetir. Üretim araçlarının sahibi olmak, başkalarının karşılıksız emeğine el koymak, sonuçta devlet denilen çarkın oluşumunun kaynağıdır. Egemen, devleti elinde tutan sınıf ve onun temsilcilerdir. Ve egemen, kendi egemenlik haklarından asla ve asla kendiliğinden vazgeçmemiştir. Demek oluyor ki, bundan böyle de “kendiliğinden” vazgeçmeyeceklerdir.

Yani, Saray Rejimi, seçimle değişmez.

Neden mi? Çünkü burjuva parlamenter seçim sisteminde, devlet değil, hükümetler değişir. Oysa Kılıçdaroğlu ve Akşener’in ısrarla pompaladığı gibi, Saray Rejimi bir hükümet değildir. Öyle ise, “yıkılması” gereklidir ve buna “yüreği dayanamayacak olan burjuva liberaller”, bundan böyle, gözlerini tamamen kapatsınlar, yoksa her gün yürekleri ağızlarına gelecektir.

Mesela bugün ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra perçinlediği, o zamanın (yani 1946’nın) “the great reset”i ile oluşturulmuş olan emperyalist kamp örgütlenmesinin hegemon gücü olma durumunu, kendiliğinden terk eder mi, buna razı olur mu? Olmadığı için, her yerde saldırgandır. Olmadığı için, birkaç ay önce NATO’yu ayağa kaldırmak için mesajlar verdiği ve Rusya ve Çin’e karşı arkasına topladığı müttefiklerinin itirazlarına rağmen, NATO güçlerini Afganistan’dan, kendi başına çekmezdi.

Egemen egemenliğini, allah rızası için terk etmez. Allahın izni ile almamıştır o egemenliği ve öyle dua ile de bırakıp gitmez. Tersine “dua” ile halkın aklını çelmeye çalışırlar. Demek ki, İslamî hareket içinde samimi inanmış olanlar, eğer zalimden yana değilseler, eğer mazlumdan yana iseler, isyan etmeyi, siyasal iktidara karşı mücadele etmeyi öğrenmelidirler.

Roma, hangi alandan “kalpleri okşayan” bir insanlık gösterisi ile çekilmiştir? Ya da hangi devlet bunu yapmıştır? Tarih boyunca hangi egemen, “yeter artık, insanlığa dönelim” diyerek egemenlik haklarından vazgeçmiştir?

Bunun örneği yoktur. Olmaz da.

Çünkü egemenlik, gerçekte toplumun diğer sınıf ve katmanlarının baskı ve şiddetle ezilmesi anlamına gelir. Çıkarları karşıt iki sınıf oluştuğunun, toplumun sınıflara bölünmüş olduğunun kanıtıdır bu. Bu nedenle egemen, diğer sınıfları ezerek o egemenliğini sürdürür.

Egemenin egemenliği, mülkiyet ilişkilerine, insanın insan tarafından sömürülmesini sağlayan üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır. Mülk sahipleri, bunu sürdürebilmek için, şiddet ve zoru, kendi tekellerinde toplumu bastırma aracı hâline getirirler. Devlet de budur.

Devlet, günümüzde burjuvazinin, daha çok da burjuvazinin hegemon temsilcisi olan tekelci sermayenin devletidir. Bu önemli bir ayrım noktasıdır. Tekeller çağında, tekellerin egemenliği altında, eski “demokrasi” sözlerinin bir anlamı kalmaz. Yani, tekeller çağında, demek ki 1870’lerden başlayarak, dünyada burjuva demokrasisi adım adım tarihe karışmıştır. Tekeller, burjuvazi demek ise, tekellerin devleti de bir çeşit “tekeller demokrasisi”, bu anlamda burjuva demokrasisi olarak ele alınabilir. Tekeller demokrasisi, tekelci polis devletidir. Tekeller, egemenlerdir. Tekelci polis devleti, tekellerin hâkimiyet ilişkileri gibi, gözetmenlik meselesinin, iç savaş mantığı ile tüm toplumun kontrolüne doğru evriltilme isteğidir. Günümüz devleti, tekeller çağının devleti, iç savaş makinası olarak örgütlenmiştir. Fabrikada saniyelerin “verimli” kullanımı adına, kırbacın yerini almış olan gözetmenlik, toplumsal hayatta her şeyin meta ilişkileri ve zor yöntemleri ile denetlenmesi eğilimine dönüşmüştür. Pazarda pazar hâkimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet, tüm toplumun manipüle edilmesinin de teknik koşullarını hazırlar. Bu devlet, geleceğin sahibi olan, işçi sınıfına karşı örgütlenmiştir. Ve doğrusu egemenler, bu egemenliklerini ancak bu yolla sürdürebilmektedir.

Öylece, onların, insanlık belirtileri gösterip, bu iğrenç egemenliklerini terk edeceklerini sanmak, saflıktan öte bir anlama sahiptir. Zira saflıkta bir “temiz” yön vardır, oysa egemenleri böyle görmek, işçileri aldatmak üzere kurulmuş bir mekanizmanın parçasıdır, hiçbir biçimde temizliğin yanından geçmemiştir.

Baba İshak, Selçuklu’nun son dönemlerinde ayaklanmadan önce, uzun hazırlıklar yürütmeyi akıl ediyor. Yoldaşlarına, sürekli olarak sabırlı olmayı, anı beklemeyi öğütlüyor. Bir yandan, “yeni yaşam tarzı”nın kendi yoldaşlarınca benimsenmesini istiyor. Bu nedenle, “mülkiyet” ilişkilerini aşağılıyorlar. Bir hırka, bir avuç yiyecek yeter diyorlar. Diğer yandan ise, egemeninin egemenliğini yıkmak için, silahlı bir isyanı örgütlemeye çalışıyorlar.

Belki, devlet denilen örgütü, bugün olduğu kadar netlikle çözümlememiş olabilirler. Ama işin özünü anlamışlardır.

Bedreddin, aynı yoldan yürüyor. Bir yandan Börklüce liderliğinde “Ortaklar” kentini kuruyor ve “yârin yanağından gayri, her şeyde, her yerde, hep beraber” diyorlardı, ama diğer yandan da silahlı bir çatışmaya zorunlu olduklarını anlıyorlardı.

Her iki isyanda da, egemenin, egemenliğini kaybetmemek için neler yapabileceklerini anlayamadıkları anlaşılıyor. Börklüce, zalim dediği Osmanlı’nın, hiçbir suçu olmayan köylüleri, kadın ve çocukları katledeceğini, ormanları ateşe vereceğini düşünemiyor. Bugün Dersim dağlarını yakanlar, işte o egemenlerle aynı soydan gelmektedirler.

Demek, egemen, insan olmaktan çıkmış bir hâli ifade eder.

Nasıl ki, kapitalist “sermayenin kişilik bulmuş hâli” ise, aynı biçimde egemen, düzenin temsilcisidir, insan hâline girmiş egemenlik ilişkisidir. Hükümdarın oğluna daha çocukken “sen yönetmek için doğmuşsun” demesi bundandır. O insan değil, bir hükümdar, bir prenstir. Tabii bizim traji-komik Abdülhamid’imizin kendini seçilmiş olduğu konusunda telkin edenlere inanması biraz daha farklıdır, sadece şeklen değil, fıtrat olarak da. İlki hükümdardır, diğeri “efendilerinin” hizmetçisidir. Ama ikisi de insan şekline girmiş egemenlik ilişkilerinin yansımasıdır.

Demek ki, kendi iradeleri ve istekleri ile iktidarlarını terk etmezler.

Saray Rejimi, hükümetlerden farklı bir durumdur. Bu nedenle yapılmış seçimlerin sonuçlarını da tanımak istemezler. Kürt illerine, ilçelerine bakın. Hepsinde kayyum var. Hâlâ seçimden söz ediyor olmaları, aslında, “iki arada bir derede” diye ifade edilebilecek özel durumları nedeniyledir. Ne yeni Saray Rejimi’ni oturtabildiler ne de eskisi ile devam etmek istiyorlar. Meseleleri budur.

* * *

Resmi daha iyi görmek için, emperyalist efendiler arasındaki, sürmekte olan paylaşım savaşımını aklımızda tutmalıyız.

Türkiye, uzun süredir bir “ortaklaşa sömürge”dir.

Demek oluyor ki, sömürgedir, yarı-sömürge değildir.

Yarı-sömürge türü, başına “yarı” öneki gelmiş kavramlar, anlaşılacağı üzere, geçici bir durumu, süreci ifade ederler. Yani, bir ülkenin, çok uzun süre “yarı-sömürge” olarak kalması mümkün değildir. Ya sömürge olacaktır ya da kurtulup bu sömürge ilişkilerinden “bağımsız” bir ülke olacaktır.

Bağımsız bir ülke olmanın, çağımızda, Ekim Devrimi’nden beri, sosyalist bir ülke olmaya yönelmek dışında bir yolu yoktur. Bir kere sömürge oldunuz mu, zinciri parçalamanızın tek yolu devrimdir. Emperyalist efendilerin hizmetinde, kırıntıları tırtıklayarak “zengin” bir ülke olamazsınız.

Ekonomik olarak kalkınmak, gelişmek vb. bir ülkeyi bağımsız yapmaz. Tersine, bir ülke sömürge iken, tıpkı daha çok süt veren bir inek olma durumu gibi, daha çok üretebilir. Ama bu, onu bağımsız yapmaz. Devrim dışında bağımsızlık diye bir yol yoktur. Kalkınma iktisadı, çok açık olarak ortaya konduğu gibi, sömürge ilişkileri dışına çıkmayı ifade etmez.

“Ortaklaşa sömürge” hâli, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan anti-komünist ittifakın, buna bağlı olarak var olan emperyalist örgütlenmenin bir sonucu olmuştur. Türkiye, ekonomik olarak AB’ye, siyasal olarak ise ABD’ye bağlı bir ülke olmuştur. Bu durum, uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca sorun olmadı. Hem ABD hem de Almanya bu durumdan memnun idi. Ama SSCB çözüldükten ve emperyalist Batı ülkeleri arasında dünyanın yeniden paylaşılması savaşımı öne çıkmaya başladıktan sonra, durum değişmiştir. TC, ya siyasal olarak (yani askeri, siyasal partileri, parlamenter sistemi, bürokrasisi, polisi, yargısı vb. ile) bağlı olduğu ABD’nin sömürgesi mi olacak, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin bir sömürgesi mi olacak? Bu soru, bugün de geçerlidir. Hayatın “normal akışı”na bırakılmış olsa, ekonomik yapıya hâkim olanlar, siyasal alanı da ele geçirirler. Ama ABD bunu “hayatın olağan akışı”na bırakacak değildi, değildir.

İşte “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” modeli vb. bu koşullarda ABD politikası olarak, BOP’un bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır ve AK Parti ve Gülen hareketi, buna uygun projelerdir, her ikisi birden. Her ikisi de eski dönemde İslam’ın anti-komünist mücadele için kullanılmasına dayanan bu iki hareket, rastlantı sonucu “aynı yağmurda ıslanmadı.”

Elbette AB de, diğer emperyalist güçler de, bu “yeni proje” olarak ortaya çıkan güçlerin içinde yer etmeyi başaracaktır. Öyle olmuştur ve hâlâ öyledir. Bu nedenle, mesela bir adet Gülen hareketi yoktur, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın vb. ayrı ayrı Gülen hareketleri vardır. Aynı şey AK Parti için de geçerlidir, hatta aynı durum, devletin kurumları için de geçerlidir, mesela Milli Eğitim Bakanlığı vb. de böyledir. TC devletinin kendine ait mesela bir dışişleri bakanlığı yoktur. Kim bilir içinde kimler cirit atmaktadır? Paylaşım savaşımı sonuçlanana kadar bu güçler, nüfuz alanlarını korumak isteyeceklerdir.

Öte yandan, ABD, ekonominin daha çok yeni alanlarında kendi gücünü geliştirmek istemektedir. Katar-Türkiye ilişkilerini de bunun bir parçası olarak ele almak gerekir, yerden bitmiş ve devlet ihaleleri ile zenginleşmiş inşaat şirketlerini de böyle ele almak gerekir. Bir koşulla, ekonomik alan, daha uzun vadede sonuç verebilir. Ve tabii, ABD, hegemonyası çözülen bir güç olarak, çok da zamana sahip değildir.

Bunları aklımızda tutalım.

Şimdi, egemen sınıfın Saray Rejimi organizasyonu, olağanüstü hâl örgütlenmesidir. Bu örgütlenme, henüz tutmuş değildir. Bu nedenle egemen sınıf içinde, devlet içinde bir tartışma söz konusudur. Bir grup, Saray Rejimi’nin ne pahasına olursa olsun devamında kararlı gibidir. Gibidir, çünkü bu sadece Saray’ın kararı ile gerçekleşemez. Diğer yandan ise, Saray Rejimi’nin, giderek devletin tümden çözülmesi sürecine girdiğini düşünenler vardır ve bunlar, “parlamenter sisteme” dönüşü tartışmaktadır. Bu iki kesim arasında çatışma vardır.

Erdoğan sonrası tartışması çerçevesinde, her biri, kendi konumundan “gelecek” çözümü oluşturmak istemektedir. Ama bu arada ABD-AB ilişkileri ya da beş emperyalist gücün arasındaki paylaşım savaşımı ve güç dengeleri, daha büyük bir belirleyendir. Yani, bunlar arasındaki anlaşma, ya da çatışma ya da her ikisi, süreci farklı etkilemektedir. ABD, hem Erdoğan ile hem de Saray Rejimi ile devam etmeye ihtiyaç duymaktadır. Ortadoğu’daki durumu, kaybetmekte olduğu hegemonyası nedeni ile TC devletini tetikçi olarak kullanmak istiyor. Bugüne kadar yaptığını daha fazlası ile yapmak istiyor. Suriye, Libya, İran vb. alanlarda TC devletini ileri sürmek istiyor. Bu nedenle Erdoğan’a ihtiyaç duymaktadır. Ama Erdoğan, sürdürülebilir bir görünüme sahip değildir. Saray Rejimi organizasyonu, Erdoğan’ı öne çıkarmıştır ama bu hâl aynı zamanda “yönetme güçlükleri” içermektedir.

Soylu ve ekibi, bu koşullarda, Erdoğan sonrası için aday olduklarını ilan etmek zorunda kalmıştır. Sedat Peker’in açıklamaları, Soylu’yu zora sokmuş, deşifre etmiştir. Eski bakan Bayraktar’ın açıklamaları, Soylu cephesinin bir yanıtı olarak ele alınabilir.

Söylentilere bakılırsa, Akar ekibi de bir başka proje olarak Erdoğan sonrasına hazırlanmaktadır. Acaba bu durum, İngiliz kanadının bir atağı mıdır? Perinçek, bu işin içinde gibidir.

Öte yandan AB içinden de, Almanya ve Fransa’dan da başka arayışlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda bir “uzlaşma” olup olmayacağı ayrı bir konudur. Ama ne çözüm bulurlarsa bulsunlar, bu çözümün tutacağı da belirsizdir. Çünkü emperyalist efendiler arasındaki hiçbir anlaşma kalıcı olma şansına sahip değildir.

Eğer meseleye sadece içteki aktörlerle sınırlı bakarsanız, yanılma ihtimaliniz artar. Meselenin paylaşım savaşımı ile bağlarını da düşünmek gerekir.

ABD, kaybettiği yerlerde, savaşı daha da büyütme yolunu seçtiğini açıkça göstermiştir. Suriye böyledir, Libya böyledir, en son Afganistan’da yapmak istedikleri de budur. Bunun genel bir ABD politikası olduğu açıktır. “Ben yoksam, gerisi kaos” tutumudur bu. ABD hegemonyası çözüldükçe ve bunu durdurma olanakları azaldıkça, savaş daha da büyüyecektir. Bunu söylemek mümkündür.

* * *

Saray Rejimi, devletin kolluk güçlerinin bir parçası hâline getirilmiş olan yargının yeni dönemini açarken, sadece “dua” etmekle başlamadı. Diyanet İşleri Başkanı, önemli bir imaj olarak öne çıkartıldı. Bununla da yetinilmedi. Erbaş, bir adım daha attı; adalet mülkün, mülk ise allahındır, dedi. Burada “mülk” devlet anlamındadır. Adalet mülkün temelidir dendiğinde, aslında adalet devletin temelidir demek isterler. Şimdi ise, devletin allahın olduğu söylenmektedir.

Demek oluyor ki, Saray Rejimi, allahın rejimidir. Onun başında bulunan, ama sadece bugün ve hâlâ bulunan Erdoğan da kutsanmıştır. Erdoğan, tüm unutkanlığına rağmen bunu unutmaz, buna sevinir. İyi ama bunu sevinen, gelecekte de orada oturacak olanın, allahın iradesi ile orada olduğu sonucunu kabul etmiş olur.

Eski çağlarda, tüm Ortaçağ boyunca, kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi idi ve kilise bunu onaylardı. Böylece “dünyevî iktidar” aslında tanrının gölgesi olarak sunulmuş olurdu. İktidar ve onun sahibi olan egemenler adına kral, egemenliğinin kaynağını kutsallığa dayandırırdı, tanrının yeryüzündeki gölgesi olurdu.

Şimdi, İslamî bir iktidar olma hevesini artırmış olan Saray Rejimi, Erbaş tarafından, allahın isteğinin ürünü olarak ortaya konmuştur. Erdoğan, bunu kendi üstüne alsa da, mesele daha derindir.

İktidar sürdüğü oranda allahın isteğinin ürünü bir durum olarak sunulacaktır, ama olur da iktidar yıkılırsa işçi sınıfı iktidarı alırsa, bu yeni durum, dine karşı gelmek olarak ele alınacaktır. Çünkü Erbaş, mesela Erbaş, allahın isteklerini bilmektedir. Gelecek olan işçi iktidarının allahın iktidarı olmayacağını, her ne yolla ise açık olarak bilmektedir.

Egemen sınıf içinde “Erdoğan sonrası” tartışmaları yoğunlaşmış iken, kaosu büyütme politikasına uygun olarak Saray Rejimi, allahın iktidarı olarak ilan edilmiştir. ABD’nin politikalarına uygundur.

Nasıl ki Soylu, “Süslü Sülü”, ABD’deki karar vericilere kendini “ben buradayım” diye sunmakta ise, benzer biçimde Erbaş, kendini göstermektedir.

Burjuva liberaller, burjuva muhalefet, ülkenin laik yapısına, bu durumun aykırı olduğunu söylemektedir.

İyi ama, TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır ki. TC devleti, en başından beri, dini kendi denetiminde kullanmıştır, kullanmaktadır. Herkesin vergileri ile Diyanet İşleri’ni ayakta tutmak, laik anlayış açısından çarpık değil midir? Bu ülkede Diyanet İşleri için vergi veren Ermeni, Rum, Süryani ya da Aleviler yok mu? Kaldı ki, mesele onların varlığı da değil. Halk, dinî inanışları için diyanet işlerine gerek duymaz, buna egemenler gerek duyar. TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı, tek başına laiklik diye bir şeyin ülkemizde var olmadığını göstermektedir.

Ama yargının açılış töreninde olanlar, aslında bir yandan bir Saray soytarılığıdır da. Soytarılıktır, çünkü, dua ile yargıyı açmak, aslında yargının gereksizliğini ilan etmek de demektir. Zaten laik olmayan bir devlette, diyanet işleri başkanının yargı açılışında dua etmesi, bir gösteri ise, bu gösteri Saray soytarılığı olabilir. Yoksa “bak biz laikliği yok ederiz” anlamına da gelmez. Gelmez, çünkü zaten TC devleti laik değildir. Erdoğan’ın hamlesi ise, komiktir. Sahnede üç adam, biri şahsım, diğeri şahsımın dinî temsilcisi, üçüncüsü şahsımın yasal dünyevî koruyucusudur. Demek Erdoğan, 3 bin kişi ile korunmakla yetinemiyor. Artık Erdoğan’a, dünyevî ve ruhanî koruma da lazımdır. Ama Erbaş’tan değil, onun ruhanî koruyucuları tarikat liderlerinden seçilmelidir. Zira bu, daha kuvvetli bir koruma olur: Onlarca tarikat lideri ve yargı bir anda, çok işe yarardı. Bunun ardından daha büyük bir sahne gerekir, tarikat liderleri, artı ordunun temsilciler, artı basın, artı Bahçeli, artı Perinçek, artı yargı, artı MİT, artı rektörler ve diğerleri, hepsi sahneye çıkmalı ve Saray Rejimi’nin hem allahın hem de dünyevî ihtiyaçların isteğinin ürünü olan bir iktidar olduğu ilan edilmelidir. Bunlar hep birlikte dua etmeli, fatiha okumalı ve Erdoğan’ı ebedî lider ilan etmelidir. Ama dikkat edilmeli, bunca cemaat bir araya geldiğinde, havanın cenaze merasimi gibi olmaması için, sahne öncesinde toplu afyon alma seremonisi yapılmalıdır. İşte o zaman iktidar uçacaktır.

Ayrıca Diyanet İşleri, ekonominin düzelmesi için, “uçuyoruz kimse görmüyor” akımına uygun olarak düzenli dua törenleri organize etmelidir. Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar, beşli inşaat çetesi vb. hep birlikte okunup üflenmeli, içlerindeki cinler çıkartılmalı, nazara karşı kurşun dökülmeleri sağlanmalıdır.

Kılıçdaroğlu ve Akşener ise, bu ayinlerde şeytana kanmış liderler olarak taşlanmalıdır.

İşçiler, Saray Rejimi’nden yakınanlar, işsizler, gerçeği söyleyen herkes ise açık olarak şeytan ilan edilmelidir. Bunların tüm üretimleri haram ilan edilmelidir.

Tüm bu törenlerde, beyaz entari giymiş İslam âlemi temsilcileri, seyirci olarak sahnenin karşısına konumlandırılmalıdır. Böylece, amin diyecek bir kitle de her zaman sağlanmış olacaktır.

Tabii tüm bunlar yapıldığında, Saray ahalisinde de büyük değişikliğe gidilmelidir. Eski usul Saray soytarıları temizlenmeli ya da görevleri daha geçerli işler olarak değiştirilmelidir. Mesela Mehmet Uçum, kendini uçmaya uyduramadığı için görevden alınmalı, Saray’ın dış duvarlarında uçurtmalar için dua eder vaziyette tutulmalıdır. Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan’ın omuzlarına çıkarak, Saray duvarlarının üzerinden Saray’ın içine sufle yapmalıdır. Yani Ahmet Hakan kendisinde ahlâk aranmayan bir dibek taşı, Abdülkadir Selvi ise yeni ezberlediği dualar eşliğinde sufleci olmalıdır. Bu arada pudra şekeri kutsal ilan edilmeli, afyondan sonraki en kutsal şey olarak ele alınmalıdır. Allahın, bu kulları için, bir tesellisi de olacaktır elbette.

Yargının açılışında gördüğümüz şey, aslında var olan durumun ilanıdır, büyük bir maskaralıktır. Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için allahın da devreye sokulmuş olması, durumu değiştirmez.

Erbaş, bu sahneye yöneltilen eleştirilere karşı bir açıklama yapmıştır. Erdoğan’dan izin almadığı da açık bir açıklamadır bu. “Liderler olarak” hiçbir alan boş bırakılmamalıdır, diyor.

Demek ki, Erbaş, kendini lider olarak sunmaktadır. Saray’ın adalet mekanizmasının, okunup üflenmesi ise, boş bırakılmayacak bir alandır.

İyi ama, Erdoğan değil mi idi lider?

Dahası var, bugüne kadar dualı açılış yapmayan TC yargısı, liderler tarafından boş mu bırakılmıştı? İslam adaletsiz olur mu, diyor yeni “lider”. İslamî düşüncenin, inanışın adalet duygusundan söz etmiyor. Aslında, İslam’ın adalete egemenliğinden söz ediyor. Laik olmayan bir TC devletinin, laikmiş gibi görünmesinin canlarını sıktığını ilan ediyor. “Erdoğan sonrası” tartışmalarına, Erbaş’ın özgün katılımı, sahne alması böyle gerçekleşiyor.

Bundan böyle, borsa açılışları da Erbaş liderliğinde yapılmalıdır. Çünkü Erbaş diyor ki, öyle inanç tanrı ile kul arasında falan değildir. Boş alan bırakılmayacak ve dünyevî işlere el atılacak. Öyle de yapılıyor. Mesela afyon, kokain, eroin işi hayır dualarıyla başlatılıyor. Bu nedenle borsa da Erbaş ile birlikte açılmalı. Her sabah, gong vuruluşu hayır duaları ile başlatılmalıdır. Yeter mi? Elbette yetmez. Diyanet İşleri turizm alanında çalışan firmalarla hemhâl olmalı, onlar için yeni turizm sezonunu bizzat açmalıdır. Yeter mi? Yetmez. Hisarcıklıoğlu yerini hemen Erbaş’a bırakmalı ve odalar-borsalar Diyanet’e bağlanmalıdır. Yetmez, 5 müteahhit çetesi, din adına kılıç kuşanmayacaksa eğer, %10 da Erbaş için vermelidir. Yetmez, Koç ve Sabancı, her ay bilançoları ile birlikte Erbaş’ın yanına yüklü paralar götürmeli, bu bilançolar “helâl” bilançolar hâline dönüştürülmelidir. Merkez Bankası’nı da unutmamalı, bundan böyle MB başkanı, 5 vakit namaz kılarken pozlanmalı, faiz kararını ise doğrudan dualar eşliğinde Erbaş kutsamalıdır. Liderlerin hayatın hiçbir alanını boş bırakmaması gerekir. Bu nedenle Erbaş, genelev sektörüne de el atmalıdır, her yenisi mutlaka Erbaş’ın ziyareti ile açılmalıdır. Londra borsasında swap işlemleri için Erbaş, dua okumalı, ardından IMF programları halka açıklanmalıdır. Müteahhitler, her yeni konut projesinden bir “stüdyo” daireyi Erbaş liderliğine vermelidir. Gülen hareketi, her ne kadar bir terör örgütü ise de, onunla ilişkiler Erbaş tarafından dualara mazhar kılınmalıdır. Öyle 30 çocuğun cinsel saldırıya uğradığı kurslardan sonra “bir kereden bir şey olmaz” sözünü, artık sadece ve sadece lider Erbaş söylemelidir. Diyanet, her türlü ihalede bir kurum olarak yer almalıdır. MİT bundan böyle Diyanet’in kurallarına uygun olarak “görünmezlik” duası ile her sabah okunmalıdır. Covid-19 salgınına karşı diyanet hutbe okutmakla kalmamalı, Saray ve çevresinin aşılanması mutlaka yasaklanmalıdır. AB ile ilişkiler, Taliban’la ilişkiler Diyanet’e bırakılmalı, ABD ile ilişkiler ise sadece Erdoğan’a. Bundan böyle, her evlilik öncesinde Diyanet’in belirlediği usullerle zifaf gecesi ayarlanmalıdır. Ülkenin enerji alanındaki yatırımları, bizzat ruhanî liderliğe bırakılmalıdır. Cep telefonları gâvur icadı olarak mutlaka içindeki şeytandan kurtarılmalıdır. Yerli ve milli otomobili uçuracak dualar Erbaş liderliğinde yazılmalı ve okunmalıdır. Erbaş liderliğinde din, inanç, allah ile kul arasında bir ilişki olmaktan çıkarak, ticaret, adalet, hukuk, cinsel hayat ve bilcümle sanayi kollarını içermelidir.

Buna “çöküş” demek uygun olmaz mı?

* * *

Şimdi tekrar Saray Rejimi ve gelecek planlarına dönebiliriz.

Allahın iktidarı olarak ilan edilen ve kutsanan Saray Rejimi’nin geleceği konusunda emperyalistlerin, onların adayları olmak için çırpınanların planları işleyecektir.

Ama bir de halkın, işçi ve emekçilerin planları olmalıdır.

İşçi ve emekçiler, bu ülkenin sömürülen çoğunluğu, tüm mazlumlar, elbette kendi iktidarlarını kurma hakkına sahip olacaklardır. İster Müslüman olsunlar ister Hıristiyan. Mazluma dini sorulmaz denmiştir bir kere.

Madem sizin yasalarınız size göre ayarlanmaktadır, öyle ise halkın da kendi yasalarını, mücadele ile, sokakta, barikatlarda, direnişlerde oluşturma hakkı doğmuş demektir. Mademki, siz yasalarınızı çiğneyeceksiniz, öyle ise biz yönetilenler olarak daha büyük kalabalıklarla o yasaları asfaltlara gömme hakkına sahibiz demektir.

Madem bize açlık, bize işsizlik, bize yoksulluk kader olarak yazılmıştır, öyle ise bu kaderi size de bulaştırma, sizin iktidarınızı, sizin cennetinizi yıkma hakkına sahibiz demektir.

Cepheler nettir.

Sizin cennetiniz, bizim cehennemimiz üzerine kuruludur ve biz bu cehennemde yaşamayı artık reddediyoruz.

Burjuva egemenlik, çıplak hâle gelmektedir.

Bu, işçiler için geleceği kurma, kendi kaderlerini ellerine alma, tüm burjuva ve egemen sistem hurafelerinden kurtulma olanağının artması demektir.

Ve okur yazar takımı için bu durum bir dönüm noktası anlamına gelmektedir. Her yolla sistemi yeniden üretmek için kalem sallayanlar, artık iş göremez hâle gelecektir. En kötüsü ortada kalmaktır. Ortada kalanın top hâline geleceği bir süreçtir bu. Okur yazar olmak, bunu anlamaya olanak verir mi? Otomatik olarak değil. Bir bölümü, Saray’ın ve devletin merdivenlerinde “yararlı” işler arayacaktır. Ama ancak çok azı bu yeri bulabilecektir.

Gelmekte olan şey, bir devrimdir. Öyle nazlanarak gelmiyor. Tersine, ağır ağır dizlerinin üzerine doğrulan, üzerindeki toprağı silkelemeye başlayan bir işçi gibi geliyor, ağır ve kararlı.

Haramiler, uluslararası sermayenin Saray içi uzantıları, karanlık medyatörler, din taciri tarikatlar…

Hangisi en sondur, Ali Erbaş’ın dinî fetvalar vermesi mi? Bu yazı elinize geçtiğinde, kim bilir daha ne yenileri eklenecektir. Her bir yanından dökülen Saray Rejimi, Diyanet İşleri ile fetvalar vererek ayakta durmaya çalışıyor. Fetvalara bakın hele; karides günahmış, hele ‘günaydın’ hepten din dışıdır, din Allah ile kul arasında bir ilişki değilmiş, liderler boş alan bırakamazmış. Belki de Erbaş, Erdoğan’ın isteklerini yerine getiriyorum modundadır, iyi ama hafızası da mı yok; Bayraktar da Erdoğan’ın dediklerini yapmıştı. Durumu hiç de iç açıcı değildir.

Bir tartışmadır bu: Erdoğan sonrası ne olacak, kim çoban olacak, cumhur-başkan kim olacak?

Soylu aday olmuştu. Bunun için “anlayana” hamleler yapmış, mesaj göndermeye çalışmıştı. Anlaşılan mesajlar yanlış adrese gitmiş. Efendisi ABD, bu mesajları “erken öten horoz” olarak görmüş olmalı. Ben varım, diyen Soylu, “Süslü Süleyman” oldu. Yerindedir, süslüdür, eğer her davranışı gibi ismi de yalan değilse, Süleyman olduğu biliniyor. Artık, ondan bir şey olmaz. 1 Ekim tarihini bekleyip, Peker’in ne söyleyeceğini öğrenmeye gerek olmadan, Soylu’nun süslü hâli ile veda ettiğini söyleyebiliriz.

Peki, Erdoğan sonrasının, başka adayları yok mu? Var elbette. Eğer Ali Erbaş, “liderler boşluk bırakmaz” derken kendisinden söz ediyorsa, demek lider olmak isteğindedir. Demek, kendisine, ya İngiltere ya ABD ya da başka bir emperyalist güç, “sen seçilmiş bir adamsın, tanrı seni seçti” demiş gibidir. Eğer öyle ise, o da erken öten horoz demektir.

Akar’a bakar insan.

Bak ne kadar sinsi ilerliyor. Kendini, kendi olduğu şüpheli ya, tartıştırmak istemiyor. Yerin altından, Saray’ın üstünden yürüyor. İngiliz taktiklerine mi yatkındır, yoksa gerçekten ABD’ye övgüler düzmenin işe yarayacağını mı düşünmektedir, bilmiyoruz, ama ABD’ye övgüler düzmektedir. Belli ki, “bana evet derseniz efendi, sizi hayal kırıklığına uğratmam” demek istiyor. İyi ama ABD henüz onay vermiş midir? Bunun için ABD-İngiltere anlaşması gerekiyor mu acaba? Diyelim onlar anlaştı, Almanya, Fransa ne olacak?

Ama yine de Akar, sessizce Saray’a doğru akmaktadır. Erbaş, onu örnek alsa idi, biraz arkada durmayı başarsa idi, belki de işe yarardı.

Ya Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı-Akşener başbakan formülü? Bu da devrede midir? Yoksa, AB tarafı, İmamoğlu veya Yavaş için mi hazırlık yapmaktadır? Kılıçdaroğlu’na sanki bir el değmiş gibidir. Sanki Kılıçdaroğlu, tekerlemelerini biraz daha azaltmış ve daha uzun cümleleri kendinden eminmiş gibi kurmaktadır.

Demek ki, emperyalist efendiler ve onların onayını almak isteyen çobanlar, harekete geçmiştir ve Erdoğan sonrası üzerine tartışmaktadır.

Burası açık.

İyi ama, ortada bir Saray Rejimi var. Sadece Erdoğan yok. Bu durumda ne olacak?

Beş emperyalist güç arasında süren, dünyanın her yerinde kendini açık ve değişik biçimlerde hissettiren, ortaya koyan yeni paylaşım savaşımının konularından biri, Ortadoğu’nun paylaşılmasıdır ve içine “ortaklaşa sömürge” olan TC devletinin paylaşımını da almaktadır. Türkiye, ekonomik olarak hâkim güç olan AB’nin mi, yoksa askerî-siyasal kontrolünde olduğu ABD’nin mi sömürgesi olacaktır? Bu “ortaklaşa sömürge” hâli, Soğuk Savaş döneminde gelişmiştir ve böyle sürmesi mümkün değildir.

Demek ki, sadece “kim” gelecek değildir soru, aynı zamanda kimin adamı gelecektir soru. Elbette, bu, egemenlerin içindeki tartışmadır. Halkın, işçi ve emekçilerin sorunu bu değildir.

Öyle ise, resmi biraz daha genişletelim.

Saray Rejimi, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”ne dayanmaktadır. Bunu aklımızda tutmalıyız, unutmamalıyız.

Saray Rejimi, yönetme güçlüğü çeken egemenlerin, paylaşım savaşımına da bağlı olarak, şiddeti ve tetikçiliği, içeride şiddeti, dışarıda ABD tetikçiliğini öne çıkartarak organize ettikleri, olağanüstü bir rejimdir.

Saray Rejimi, emperyalist efendilerin doğrudan yönetmelerine olanak tanıyan, işlerini kolaylaştıran bir örgütlenmedir. TC devletinin, ABD emirleri dışında bir dış politikası yoktur.

Saray Rejimi, halka açıkça düşmandır. İşçi ve emekçilere karşı açık bir düşmanlık yürütmektedir. Yangınlara, sellere, afetlere bakmak bile bunu görmek için yeterlidir ama tüm pratiği budur, böyle davranmıştır, böyle davranacaktır.

Bunları aklımızda tutarak tartışmak gerekir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi egemen sınıf içinde bir “haramiler” tayfası oluşturmuştur. Bu mafyatik çeteler, Saray’dan beslenmişlerdir. Sadece Cengiz değildir bunlar, sadece 5’li çete değildir bu. Her biri bir çetedir, her birinin toplamı da ayrı bir çetedir. Her birinin uluslararası bağları vardır, her biri bu bağlarla birlikte mafyatik çetelerdir. Rant denilince sadece inşaat anlaşılmasın, yağma deyince sadece madenler, özelleştirmeler, döviz aklamalar akla gelmesin. Uyuşturucu da içine konmalıdır. Afganistan havalimanının işletmesine talip olmak, uyuşturucu işinden daha büyük pay istemek anlamına gelir. Saray, Erdoğan’ın ağzından “din kardeşliği” vurgusu ile bu talebi açık hâle getirmiştir. Savaş baronları, silah tekelleri, ilaç tekelleri bu işlerin açıkça içindedir.

Şimdi bu çeteler için, “Erdoğan sonrası” başka bir anlam ifade etmektedir. Onlara göre, Erdoğan, ilaçlarla ayakta tutulmalı ve böyle devam etmelidir. Zira Erdoğan sonrası, asla istedikleri gibi olamayacaktır.

Öte yandan, Erdoğan’la devam etmek, ABD için ne kadar “hoş” olsa da, çok mümkün değildir. Epilepsi nöbetlerini yönetmek, TC devletini yönetmekten daha güç hâle gelmiştir.

Dahası, her ne kadar “belkemiği olmayan” bir omurgasız olsa da Erdoğan’ın da kendine has “istekleri” vardır. “Seçilmiş adam” olarak ilan edilmiş Erdoğan’ın, buna inanmış olması bir problemdir artık. Erdoğan, hem can, daha çok da mal güvenliği ile ilgilidir. Mal güvenliği daha önde durmaktadır, zira, hem aile sorunudur hem de galiba Erbaş aracılığı ile öbür dünyaya servet aktarmanın bir yolunu bulmuş gibidir. Milyarlarca doları nasıl götürecek bilinmez, ama bu miktarda varlıktan vazgeçmesi de pek mümkün değildir. Ne yaparsın, “mal canın yongasıdır.” Söz konusu olan “seçilmiş lider” Erdoğan olunca, mal, candan da tatlıdır.

ABD’nin işi de kolay sayılmaz. Bir yandan, Ortadoğu’da her istediğini yapmaya can atan bir Erdoğan-Saray Rejimi var, diğer yandan bu rejim, bu devlet çökmektedir. “Ne seninle ne sensiz” şarkısı gündem olmaya adaydır.

Doğrusu ABD için dünyanın her yerinde savaşı büyütme taktiği, pratik bir seçenek olmuştur. Afganistan’da yaptıkları budur. Türkiye ve Ortadoğu’da da buna yatmaları mümkündür. Bu durumda ABD, Erdoğan’a nankörlük mü yapmış olur? Saddam’ı mezarından çıkartıp sorabilecek olsa Erdoğan, belki bunu da denerdi, ama nafile. ABD’nin böylesi bir “bağlılığı” olmaz, hiçbir emperyalist güç, kölesine, tetikçisine böyle bağlanmaz.

Bu durumu, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile kârlarına kâr katan çeteler, haramiler de bilmektedir. Bu durumda, Erdoğan sonrası için, onlar da en büyük payı alıp, hatta bu aldıklarını güvenli limanlara çıkartıp, ABD’li efendilerine yaklaşmak için yol arayacaklardır. Bu da, galiba onların “hakkı” diyelim. Bizim tanıdığımız hakları değil, ama çetecilikten gelen ve Erdoğan’ın “söke söke alırlar” dediği tarzda hakları.

Öyle ise, bu çeteler, bu işadamları, elbette Erdoğan sonrası için, farklı bağlar kurmaya yönelecektir. Buna şaşmamak gerekir.

Demek ki, Saray Rejimi’nin geleceği için savaş, bu çetelerin de doğrudan dahil olduğu bir savaş olmalıdır.

Bu savaşta, herkes yer tutmaktadır. Ama öyle anlaşılıyor ki, durum giderek çöküşü artırmakta, bu da alışılmadık görüntüler ortaya çıkarmaktadır.

Her güç, kendisi için, başka araçlar devreye sokmaktadır.

Erdoğan, Diyanet İşleri’ni devreye sokmaktadır. Belli ki, bu durumu kendisine üfleyenler vardır. Saray Rejimi, üflemelerle, suflelerle ayakta durmaktadır ve durumu komik hâle getiren de budur.

Acaba, Erdoğan, “varlık fonu başkanını çağırdım ve konuştum” derken, kendinin varlık fonu başkanı olduğunu unuttuğu gibi, Erbaş’ın da kendisinin sadık adamı olduğunu mu sanmaktadır? Diyelim ki “sanıyor”, acaba bu gerçekten öyle midir yoksa ona üfleyenlerin bir yol alış, mevzi ele geçirme biçimi midir?

Saray’da çöreklenmiş, birçok istihbarat örgütünün elemanları acaba Erdoğan için mi çalışmaktadır? Görüntü budur, ama acaba bunların hangisi “Damat Bakan” kadar sadıktır?

Bu durumda Erdoğan, bir veliaht belirlemiş olabilir mi? İki kızı veliaht olmazsa da, iki oğlu ve 1,5 damadı olduğu kesindir. Damatlardan biri, silahçı damat, basın tarafından acaba neden öne çıkarılmaktadır? Bilal oğlanın artan korumaları, gelecek kaygısının ifadesi midir?

Saray’da yerleşik hâl alan, “yerli” olduklarından çok uluslararası oldukları anlaşılan “danışmanlar”, acaba, bu süreçte ne rol oynamaktadırlar? Hukukçu Mehmet Uçum, acaba, sadece akçeli işlerden para kazanmakla mı meşguldür, yoksa, iş tuttuğu uluslararası güçlerin emirleri ile bir üfleyici hâline mi gelmiştir? Silahçı damat gibi, ödül almaması, bir dezavantaj mıdır?

En iyi sufleci ödülünü alması gereken Düşkün Abdülkadir, gazetecilik alanında ödül almıştır. Komiktir.

Saray’da görevli danışman ekonomistler, bu kavgada nasıl bir rol üstlenmektedirler? Bunlar, uluslararası sermayenin daha çok, Erdoğan’ın daha az danışmanı gibidir.

Aktörler bununla da sınırlı değildir.

Karanlık yaymakla görevli medyatörler unutulmamalıdır. Bunlar, acaba, daha çok para verenler için havlamak üzere fırsat mı kollamaktadırlar? Öyle ya, onlar da Erdoğan “sonrası” diye bir gündeme sahiptirler. Bu bilgiye sahip olan her satılık kalem, buna uygun bir görev almak için fırsat kollamaz mı?

Hilal Kaplan, en iyi kitap ödülünü almıştır. Sanki, bu ödül için bir bahane bulunmuş, bir neden yaratılmış gibidir. Ama aynı zamanda, bir “güç dizimi” söz konusu olmalıdır. Yeni para transferleri için bir fırsattır bu ödüller.

Medyanın başı olarak, iletişim başkanı Altun, büyük ödül almıştır. Böylece Erdoğan, basın ve iletişim için bir ayarlama peşindedir. İyi ama hepsi bu kadar mıdır? Bütün güç bu mudur? Mersin-Adana ziyaretine bakınca görülmekte olan şey, bu basın tarafından görülmüyor mu? Hem miting alanları boştur hem de konuşmalarda parlatılacak bir şey kalmamıştır. Karanlık medya, “yalan” makinası, metal yorgunluğu yaşamaktadır. Bu ödüller bir çeşit “doping” midir?

Daha bitmedi. Bir de tarikatlar vardır. Tarikatlara yaslanmış bir Saray Rejimi, Erdoğan’ın ömrünü uzatabilir mi?

Diyanet İşleri, “fahiş” fiyatlara karşı bir hutbe vermiştir.

İyi ama bu yağmur duası gibi, yağmur yağdırmaya muktedir midir? Diyanet’in fahiş fiyat hutbesi, fiyatları aşağıya mı çekecektir? Bu hutbede şunlar söylenmektedir: “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mümin, işinde ve ticaretinde harama ve gayr-ı meşru kazanç yollarına başvurmaz. Ölçü ve tartıda adaletsizlik yapmaz. Malını satmak için yemin etmez. Karaborsacılık yapmaz, fırsatçı davranmaz. Fahiş fiyatlarla insanları mağdur etmez. Alışverişte fiyatları kızıştırmaz, başkasının pazarlığını bozmaz. Hasılı, dünya hırsına kapılıp da harama bulaşmaz.”

İşte size önceden duyurulan hutbenin özü.

Buna göre Mehmet Cengiz suçludur, buna göre Rönesans, Kalyon İnşaat, Limak vb. suçludur. Buna göre Erdoğan suçludur. Buna göre, Saray suçludur. Hepsi harama, hepsi gayr-ı meşru yollara başvurmaktadır. Halk Bank, gece yarısı döviz satmıştır, suçludur.

Hele dünya hırsına kapılmak var ki, Diyanet İşleri Başkanı, bu işin en başından beri suçludur.

Sizce bu hutbe, ekonomiyi mi kurtaracaktır.

“Uçuyoruz” lafı, Saray’ın ekonomi başdanışmanlarının işi değil ise, yoksa diyanet işlerinin cuma namazlarındaki âlemler ötesi tutumunun sonucu mudur?

Acaba, Hazine Bakanı, dualarla mı hareket etmektedir? Dövize karşı fetva yok mudur? Doları düşüren bir dua yok mudur? Faize karşı bir hutbe gerekli değil midir? İşçi ücretlerinin düşmesi için “yoksulluk” kutsal bulunmaktadır ya, neden bunun için fetva çıkarılmamaktadır? Mesela Erbaş, ücret alınmasın, haramdır, her işçi patronuna bedava çalışacaktır, diyemez mi? Böylece, fiyatlar da aşağıya gelmez mi? Karidesi haram ilan eden anlayış, neden patates, soğan, kabak ve hıyar için bir fetva vermez, bunları düşman sebzeler olarak ilan etmez?

Tarikatlar, Saray Rejimi’nin din tüccarlığının zorunlu sonucu olarak, her alanda etki alanlarını genişletmektedir. Acaba, onların da Erdoğan sonrası için birer projeleri var mıdır? Hangi projeye destek vermektedirler?

Tüm bunlar, Saray Rejimi’nin çöküşünü engeller mi? Kuşkusuz hayır.

Bu yolla, Saray Rejimi’nin ömrü uzayabilir mi?

Saray Rejimi çöküş sürecindedir.

Yolun sonunu getirecek güç, burada sayılan güçler değildir.

Yolun sonu, işçi ve emekçiler tarafından getirilecektir.

İşçi sınıfı, kapitalist sistemin mezar kazıcısıdır.

Eksiklik, bu mezar kazıcının örgütlülüğündedir.

Eksiklik, işçi sınıfının bilincindedir.

Eksiklik, işçi sınıfın hayallerindedir.

Eksiklik, devrimci örgütlenmededir.

Saray Rejimi, tüm güçlerini sahaya sürmüştür.

Onun ideolojik birleştirici olarak sunduğu milliyetçilik, savaş politikaları ile duvara toslamıştır. Onun ideolojik birleştirici olarak sunduğu dincilik sonuna gelmiş, giderek komik bir hâl almaktadır. Din ve milliyetçilik etkisini kaybetmektedir, kaybedecektir.

İşçi sınıfı, savaşsız, sömürüsüz, eşit ve özgür bir dünya hayalini, yeniden şaha kaldırmak zorundadır.

İşçi sınıfı, Saray ve geniş halk kitlelerinin iki ayrı kutup olduğunu kavramak, buna uygun olarak, tüm halkın direnişinin önderi olmaya soyunmak, bunu bilinçle yapmak zorundadır. İşçi sınıfı gelişmekte olan toplumsal direnişe önderlik etmek zorundadır.

Bunun tek yolu, devrimci saflarda birleşmektir, sosyalizm bayrağına, devrim bayrağına sarılmaktır.

Gözümüzü gitmekte olana dikip, sadece onun üzerinden tartışmak eksik ve yanlıştır.

Gözümüzü gelmekte olana dikmek gerekir.

Gelmekte olan sosyalizmdir, direniş yolu budur. Tek tek çetelere karşı savaşmak değil, tüm çeteleri ile devlete karşı mücadele etmek, egemen sisteme karşı savaşmak gereklidir. Bunun zor olduğu açıktır. Ama bunun tek çıkış yolu olduğu, işçi sınıfının biricik kurtuluş yolu olduğu daha da açıktır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...