Ana Sayfa Blog Sayfa 76

Rant-yağma ve savaş ekonomisi

21 Ekim günü, Merkez Bankası para kurulu toplanarak, faizlerin 200 baz, yani 2 puan düşürülmesine karar verdi. Faiz oranları yüzde 18’den, yüzde 16’ya düşürüldü. Ve aynı gün, Türkiye, karapara aklama operasyonlarında “gri ülkeler” arasına alındı.

21 Ekim perşembe ve 22 Ekim Cuma, dolar kuru 9,66’ya kadar yükseldi. Ardından, tüm ekonomistler, hep birlikte tartışmaya başladılar, acaba Erdoğan, bu işi neden yaptı? Acaba MB neden döviz kurunun artacağını bile bile, faiz oranlarını, 0,5 değil de, 2 puan düşürdü? Oysa “beklenti”, 0,5, yok çok daha iddialı bir Erdoğan müdahalesi gelirse 1 puan indirimdi. Oysa MB, tersine, beklentilerin üzerinde bir oranda, 2 puan faizleri düşürdü.

Ardından, Erdoğan, büyükelçiler açıklamasına “persona non grata” talebini, nedense miting alanlarında kamuoyuna açıkladı. Böylece dolar, 25 Ekim’de 9,80’i gördü.

Konu ile ilgili çok farklı değerlendirmeler var. Herkes, “acaba bunun mantığı nedir” diye düşünerek, bir açıklama bulma, bir “teori” oluşturma peşinde.

Hemen söylenen birkaç tanesini not edelim ki, ne hakkında tartıştığımız ve de “değerlendirme” bulmaktaki zorluk anlaşılabilsin.

İlk görüş şudur: Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun MB ziyaretini, bürokratlara “yasal olmayan emirlere uymayın” çağrısını haddini aşmak olarak gördü, kızdı ve faizi düşürün dedi. Ne de olsa “tek adam”, der mi der.

İkinci görüş: İhracatı artırmak için, döviz kurunu yükseltmek amacı ile, faizler düşürülmüştür, bu yolla ihracat artacaktır ve bu yolla, ithalat da zorlaşacaktır. Cari açık kapatılmış olacaktır.

Üçüncü görüş ise şöyle: Erdoğan faizleri indirmek istiyor. Bu yolla hem İslamî çevrelere güven verecek hem de seçimden önce kredi dağıtabilmek için, düşük faiz üzerinden hamle yapacak, böylece verilecek kredilerle, seçim yatırımı yapılmış olacak.

Dördüncü görüş: Birileri Erdoğan’ın gitmesi için düğmeye bastı. Erdoğan’a bilerek yanlış kararlar verdiriyorlar. Zaten TÜSİAD toplantısında bir ekonomist (Acemoğlu) “diktatörlükler kendiliğinden gitmez, kriz gerekir” dememiş miydi? Demişti. Bu durumda, krizi artırmak ve Erdoğan’ı öyle göndermek isteyenler, onun yanlış kararlar almasını sağlıyorlar.

Daha başkaları var elbette.

Önce, bu dört görüşü ele alalım, yukarıdaki sıra ile.

Bu görüşlerin tümü, “ülke ekonomisi”ni temel alan bir yaklaşımın olduğu, ülkenin “normal” koşullarda bir ülke olduğu varsayımına dayanıyor.

Kılıçdaroğlu’nun MB ziyaretine Erdoğan’ın kızması ve “faizleri 200 baz puan indirin emri verme”si bir açıklama değildir. Bu görüş, “o kadar saçma şeyler oluyor ki, bu da olabilir” demek gibidir. Oysa, daha MB’nin indirim kararı açıklanmadan, döviz, epeyce yükselmişti. Yani, “piyasa” (ekonomistler bu piyasaya, kutsal tanrının eli diye bakarlar) faiz indiriminin 0,5’ten fazla olacağı yönündeki bir duyumu satın almıştı bile. Bunun için Erdoğan’ın kızmasını beklemelerine gerek yoktu. Halk bilmiyor ama onlar biliyor. Zaten döviz ile oynayanlar da “onlar”. Bu oyuncuların, işi bildiklerini atlamamak gerekir.

Kaldı ki, Türkiye’nin, karapara aklama konusunda gri listeye alınması hemen ardından geldi ve doğrusu onun da kurlar üzerine etkisi olmuştur. Bu etki de önceden biliniyor. Yani, bu durum da piyasa tarafından satın alınmıştır.

Tek eksik, 0,5 puandan fazla olacağı netleşmiş olan faiz indiriminin 2 puan olacağının bilinmemesi olabilir.

Kur üzerindeki bir önemli etkinin Suriye ve Irak’a saldırı hazırlığı olduğu da düşünülebilir. Ancak, o saldırıya biraz daha zaman olduğu anlaşılıyor.

İkinci görüş, dövizi artırarak, ihraç mallarının fiyatlarını dolar cinsinden ucuzlatarak, ihracatı artırma hamlesi olarak yapıldığı görüşüdür.

Aslında, Çin’den ithalatın. Batı güçlerince zorlaştırılması, navlun fiyatlarının 5 kat artırılması, vergiler vb. konulması nedeniyle, özellikle Avrupa’da, bazı ürünlerde Türkiye’ye yöneliş olabilir. Ama bu, ancak uzun vadede sonuç verebilecek, üstelik çok kapsamlı bir hazırlıkla ancak birkaç senede sonuç verebilecek bir eğilimdir. Döviz kurunun artırılması, birçok sektörde, maliyet kalemlerinin dövize endeksli olması nedeniyle, ihracatı çok da “teşvik etmesi” olanaklı değildir. Hammaddenin, yarı mamul maddenin ithal edildiği bir sanayide, enerjinin dolara bağlı olduğu bir ülkede, döviz kurundaki artış, ancak işçilik oranında ürün fiyatlarında döviz cinsinden bir düşmeye neden olabilir. Bu da son derece sınırlı bir etkidir. Kaldı ki, zaten TL ucuzdur ve ihracat artmaktadır. Saray Rejimi, ihracatı artırmak için, müthiş bir yol bulmuştur; serbest bölgelerdeki şirketlerin iç alımları da ihracat kalemi olarak istatistiklere alınmıştır.

Saray Rejimi, yalanı çok etkili kullanmaktadır.

Yalanlar, istatistikçilere göre, şöyle sınıflanır: Yalan, bu en yalın olanıdır. Kuyruklu yalan, bu anlaşılacağı üzere daha ileri bir yalan türüdür. Üçüncüsü ve en kuvvetlisi ise “istatistikî yalan”dır. Enflasyon rakamları, milli gelir hesaplarındaki yalanlar, işsizlik yalanları ve şimdi de ihracat rakamları, tam bu “istatistikî yalan” örnekleridir. Bu kadar kolay bir yol bulan Saray şürekası, ihracatı artırmak için başka bir şeye ihtiyaç duymaz.

Çin’den, navlun ve yükseltilmiş gümrük vergileri nedeni ile ithalatın zorlaşması nedeni ile, Türkiye’ye yönelecek bir talep, sanayinin karşılayabileceği bir talep olmak zorundadır. Bu ise, oldukça zordur, uzun vade işidir.

Dövizdeki artışın ithalatı, son kullanıcı için ithal edilen malın ithalatını zorlaştıracağı kesindir. Bir eğilim olarak bu gerçekleşebilir. Ama bu zaten epeydir var olan bir durumdur. 2020’de de, 2021’de de bu durum söz konusudur ve bu durum “cari açık” rakamlarını düşürmüştür bile. İyi ama, bu durum son döviz operasyonunu açıklamaktan çok uzaktır. Demek ki bu da değil.

Üçüncü görüş, Erdoğan’ın, faizleri düşürerek, seçime hazırlanacağı görüşüdür.

Bu da doğru değildir.

İlkin, seçim tarihi belli değildir ve bu faiz indirimi, eğer onların dediği gibi bir seçim yatırımı ise, üç aylık bir etkiye sahip olabilir.

Kaldı ki, faiz indiriminin, gerçekte faizleri indireceği de tartışmalıdır. Bir şirket, 20 Ekim’de yüzde 21-23 ile kredi alıyor idiyse, bugün, aynı şirket, bu krediyi yaklaşık aynı oranla alır. Faiz bundan dolayı inmez.

Evet devlet bankaları, bunlar “görev zararı” yazmak üzere, daha ucuza kredi verebilir ve bu krediler, ancak Saray’dan onaylı şirketlere verilecektir. Zaten onlara, her yer “mera”dır. İstedikleri her yerde hayvanlarını otlatabilmektedirler, istedikleri her türlü krediyi alabilmektedirler, istedikleri zaman vergi borçlarını silmektedirler, istedikleri zaman paralarını yurtdışına çıkartmakta, istedikleri zaman geri getirmektedirler. Zaten 25 Ekim günü, üç kamu bankası, kurumsal faizlerde 200 baz puan indirim yapmıştır. Demek ki, inşaat, maden, enerji ve silah sanayii şirketlerinden seçilmiş olanlara ucuza kredi verilecektir. Bu aktarım, hızla tamamlanır. Bu kastediliyorsa, tam da biz de bunu söylüyoruz. Ama bu seçim hazırlığı olamaz.

Bu kesim kastedilmiyorsa, bir faiz indiriminden kaynaklı kredi patlaması ve bunun beraberinde getireceği bir ekonomik illüzyon gerçekleşmeyecektir. Seçim yatırımı olarak faizlerin indirilmiş olması tezi de saçmadır. Evet konut için faizler inecektir. O kadar.

Kaldı ki, bir seçimin yapılacağına ilişkin bir durum da yoktur. Tersine, seçimlerin savaş bahane edilerek, buna “uygun bir savaş” çıkartılarak iptal edilmesi çok daha mümkündür. Bunun emareleri vardır.

Dördüncüsü, Erdoğan’ı götürmek için, bir düğmeye basıldığı, Acemoğlu’nun TÜSİAD toplantısında söylediği gibi, “diktatörlüklerin rıza ile gitmeyeceği, krizle gideceği” görüşü, bunu destekler gibidir. Zaten, suflenin dışarıya verilmesi, canlı yayında uyumak, sağlıklı görüntüsü için basket maçı gibi “itibar”dan tasarruf görüntüleri de bunu destekler.

İyi ama, bu düğmeye basanlar, bunlara gerek duyar mı? Diyelim ki faiz indirilmedi, düğmeye basanlar geri mi durur, dövizi çıkartmak için yol mu bulamaz?

Kanımızca, tüm bu görüşler, “mantıksız” bulunan faiz indirimi kararını açıklamak için bir “geçerli” neden arama girişiminin ürünüdür. O kadar saçma diye düşünüyorlar ki, bu karar için mantıklı bir neden bulamıyorlar. Liberal ekonomi içinde böyle düşünüyorlar. Ve elbette görüntü olarak, Erdoğan’ın “tek adam” uygulamalarına takılıyorlar.

Düşünülen şudur: Burada bir ülke ekonomisi var, bu ekonomiyi düşünerek adım atan bir iktidar var vb. Oysa burada bir çiftlik var ve çiftliğin kâhyası, cep doldurmakla, yağma ile meşguldür.

Atlanılan şey, Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi’nin ekonomi-politiğidir.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır. Bunu atladık mı, gerisi, bir tek kişinin, akılsızca hamleleri hâline gelir. Bu yanıltıcıdır.

Saray Rejimi ve bunun mantığı, işleyişi üzerine uzunca durmak istemiyorum. Zira, bu başka yazıda söylediklerimizin tekrarı olacaktır. Bu nedenle, doğrudan konuya girmek gerekir.

Saray Rejimi’ndeki çeteleşmeyi, çetelerin devletleşmesini, hem siyasal hem de ekonomik bir süreç olarak ele almak gerekir. Diyelim ki, yangınlar var. Evet bu yangınlarda, birileri TOKİ adına inşaat işleri ile ilgilidir, birileri maden sahaları ile ilgilidir. Bunu da gördük. Yani, bu bir tahmin değildir. Her adımlarında görünmüştür. Zaman, çeteler için, Saray için çok kıymetli hâldedir ve aceleleri var. Yangınların ortasında konut pazarlama, kredi sistemi üzerine tartışma, insanların başına çay atmaktan daha hafif ve daha az aşağılayıcı bir durum değildir. Yangın sürerken, ormanlara dalıp ağaç kesmek hem bir fırsatçılığı ifade eder hem de “sahipsiz köyde” dolaşma hâlini.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi ile bu fırsatçılık arasında ilişki açık değil midir? Bir sanayi yatırımının sonuçlarının kazanç hanesine girmesi zaman alıcıdır, ama rant öyle değildir. Büyük miktarlar, kısa sürede cebe iner. Bu nedenle rant, yağma ve savaş ekonomisi her zaman çetelerle yürür. Bu çeteler bu tatlı paraya alıştılar mı, vahşi hâle gelirler ve daha fazlası için, hiçbir kural tanımazlar.

Aceleleri var. Saray Rejimi çözülüyor. Ellerini çabuk tutmaları gerekir.

Erdoğan, bir inatlaşma için faiz indirimi yaptı demek, bu inadın nedeni olan arkadaki ilişkileri görmezlikten gelmek olur.

Eğer, konut satışlarını tetikleyecek krediler devreye girmezse, inşaat çeteleri zor duruma düşecektir. Bunlar zor duruma düşünce, Erdoğan önce paylarını kaybedecek ama esas olarak bir tehditle karşı karşıya kalacaktır: Bu çetelerin ellerinde çok bilgi var. Soylu gibi tapelere sahip olsunlar ya da olmasınlar, Saray ile suç ortaklıkları vardır. Saray, onları beslemek zorundadır. Batmalarına izin verilemez. Öyle ise, devlet bankalarının bu alan için kredi musluklarını açması önemlidir.

İkincisi karapara aklayıcılarının durumudur. Bunlar, her kararı, vole vurmak üzere, vurgun vurmak üzere, Saray nezdinde etkilemektedirler.

Türkiye’yi gri listeye koyan süreç, tam 6 kere, yasal düzenlemelerle para aklanmasının önünün açılmasıdır. Bu rapor, üç noktanın altını çizmektedir: Bankacılık sektörü, emlak piyasası ve değerli madenler alanı. Bu üç alanda para aklama işi çok gelişmiş boyuttadır. Tüm düzenlemeler de bu alanlar için yapılmaktadır. Saray Rejimi, bu alandan geri duramaz. Bunlara savaş ve enerji alanlarını da eklemek gerekir.

Döviz kurlarının artacağı, mesela bize bir bilgi olarak 20 Ekim-15 Kasım tarihleri ile zaman belirtilerek ulaşmıştır. Yani, bu herkesçe bilinmektedir. Bu durumda, büyük çaplı para hareketleri ile hareket edebilenler, elbette bir fırsatçı olarak harekete geçmiş olmalıdır.

Özetle, tüm bu kararlar, tam da Saray Rejimi’nin sürmesinin içteki garantisi olarak görünen, rant-yağma ve savaş ekonomisinin gereği olarak alınmaktadır. Saray çevresindeki iş dünyası, buradan vurgunlar vurmaktadır. Esas mesele budur.

Elbette buradan, ihracat ve ithalat da etkilenecektir. Ama esas mesele bu değildir. Esas mesele, seçim yatırımı da değildir. Ama bazı kesimlere, devlet bankaları aracılığı ile krediler aktartılması işin içindedir.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Ama bu durum, bunların ekonomik kararlarını, saçma sapan nedenlerle aldıkları, ülkenin “liyakatsiz” kişilerle yönetildiği vurgularını haklı çıkarmaz.

Erdoğan, oraya liyakatle mi geldi ki liyakat üzerinden tartışalım?

Hem sonra neye ve kime göre liyakat? Eğer Saray Rejimi’ne, yağma savaş ve rant ekonomisine liyakatten söz edilecekse, gayet liyakate uygun kararlar almaktadırlar. Yok eğer halktan, ülkeden söz edeceksek, zaten Saray Rejimi’ni devirmekten söz ediyor olmamız gerekir.

Vergileri kim öder? İş dünyası mı, tekeller ve holdingler mi? Asla. Vergileri halk öder. Ve en çok da işçi ve emekçiler öder. Saray Rejimi, bu paraları, tüm kamu olanaklarını, bir avuç tekele, bir avuç parababasına sunmakla görevlidir.

TÜSİAD, öncelikle elde ettiği kârlara bakmaktadır.

Diyorlar ki, “güven eksik” ve bu nedenle, ülkeye yatırım gelmez. Ne güveni? Sizin güven dediğiniz şey, işçilerin sessizliği, suskunluğu, kendilerini soydurmalarına müsaade etmesi midir? Sizin güven dediğiniz şey, işçilerin itaati midir? Sizin güven dediğiniz şey, sömürü sisteminin uzun erimli sürdürülebilir olması mıdır? Evet bunlardır.

Yabancı sermayenin ülkeye gelmeyeceği de bir başka “efsane” tartışmadır. Evet, fabrika kurmak üzere bir sermaye grubu ülkeye gelirken, daha çok “istikrar” olarak adlandırdığınız şeye bakar. Ama, karapara buna bakmaz ya da nakit para buna bakmaz. Onlar kârlarına bakarlar, vuracakları vurguna bakarlar ve bugün bu vurgun için olanak vardır. Batmakta olan şirketleri ucuza kapatmak için bir fırsat oluşmakta iken, neden gelip almasınlar?

Hem sonra Afganistan’dan gelecek uyuşturucu parası, dolar olarak piyasaya girecektir. Bunun bir rahatlama sağlayacağı, Saray’ın bilgisi dahilindedir.

Bir önemli konu da savaş sanayiidir. Saray ile doğrudan bağlı, “kutsal yük taşıyıcısı” iki damattan biri, bu yolla vurgunlar vurmaktadır. SADAT da içinde, savaş sanayii, büyük çapta karaparaya, daha açık söylersek uyuşturucu parasına ihtiyaç duymaktadır. Afganistan süreci sonrasında Türkiye’ye yerleşmeye başlamış olan paralı Afganlar bu uyuşturucu ekonomisi için yeni olanaklar yaratmakta, buna uygun düzenlemeler istemektedir. Eskiden, “devlet payı” olarak alınan paralar, Demirel döneminde ifşa edilmiştir. Bugün bu paralar, “özelleştirme” alanına uygun olarak, başka güçlerin eline geçmiştir. Bunlar, burada “yatırım” yapmaktadırlar ve dövizin yükselmesi, anlık olarak onların işine gelmektedir.

Döviz-faiz ikilemi, gerçekte, tüm bu yağma, rant ve savaş ekonomisi içinde bir yere oturtulabilir. Elbette bu TÜSİAD’ı, çok olmasa da rahatsız etmektedir. Hisarcıklıoğlu, faiz düşüşünden sonuçları itibarı ile rahatsızdır. Çünkü, sonuçta, vurgunu, ağırlıklı olarak bu karaparacılar, inşaat şirketleri, maden şirketleri vurmaktadır.

Faiz indirme kararı, sonuçta faizleri gerçek anlamda indirmekten de uzak olacaktır.

Bu arada içeride hayat pahalılığı artacak, bu yolla işçilerin, emekçilerin yaşamları çekilmez olacaktır. Ucuz işçi cenneti, tüm patronlar için, ister içeride satsın ister ihraç etsin, büyük bir avantajdır.

Enflasyon, gerçekte, gelir dağılımına müdahalenin araçlarından biridir, yoksuldan, çalışandan paranın, zenginlere transferinin aracıdır.

Artan vergiler, artan hayat pahalılığı, işçi ve emekçilerin belini bükmektedir. Bunun ana nedeni, uygulanan “rant-yağma ve savaş ekonomisi”dir.

Bu savaş ekonomisini finanse etmek için uyuşturucu parasına, karaparaya sistem daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu savaş ekonomisi, ülkeyi bir yandan toptan, tüm bir ülkeyi “tampon” bölge hâline getirmektedir. Diğer yandan ise ülke uyuşturucu ülkesi hâline gelmektedir. Kolombiya örneğine ekonomistlerin bakması gerekir. Gelir dağılımı vb. gibi kavramlar, uyuşturucu ülkelerinde geçerli olmaz. Kaldı ki, Türkiye, bir de tampon bölge hâline gelmektedir. Bu da ilavesidir. Tampon bölge ol, sana uyuşturucudan daha fazla pay verelim. Kampanya budur. Bir alana, bir bedava kampanyalarına benzemektedir. Bu durum Saray Rejimi’nin yaşaması için dayanaktır ve Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için başka yol görmemektedir: İçeride ve dışarıda savaş. Öyle anlaşılıyor, büyükelçi krizinde çözüm için ABD’den jest talep eden Saray, sonuçta tuhaf bir jest almıştır. ABD elçiliği, içişlerine karışma niyetimiz yoktur dedi ve Erdoğan, elçileri “persona non grata” ilan etmekten vazgeçmiştir. Ne âlâ. Krediler verilmiş, dolardan vurgunlar vurulmuştur. 25 Ekim günü, sanırım epeyce lüks konut satılmış olmalıdır. Sadece buna bile bakılabilir. 25-28 Ekim günleri kamu bankalarının yüklü, kurumsal kredileri kimlere verdikleri, herhâlde ulaşılması zor bir bilgi olmamalıdır. Buna bakılabilir.

Uzun dönemdir, Saray Rejimi, hem faizleri sonunda artırmaktadır hem de döviz kurlarını. Bu ikili makas, aslında halkı, işçi ve emekçileri doğramaktadır. Cennetlerini işçi ve emekçilerin cehennemleri üzerine kurmuş olan sermaye, Saray Rejimi’nin ortağıdır.

İşte bu Saray Rejimi çözülmektedir. Bu çözülüş, uzun süredir vardır. Çözülüşü seyretmekten bıktıysanız, devrim için mücadeleye yönelmelisiniz. Başka yol yoktur.

Çözülüş ve direniş manzaraları

Son günlerde, birçok olay, üstelik her bir alandan, sahneyi dolduruyor. O kalabalık içinde, insan, hangisini takip etsem diye şaşırıyor. En azından, bizim cephenin işçileri bunu söylemektedir. Bir makalenin içinde, bu ayrı olayların aralarındaki bağları kurmaktan çok, tek tek olaylar hakkında yorumlar yapma gereği ortaya çıkıyor. Sanırım bağlarını da, çözülüş ve direniş cepheleri açısından kurmak mümkün olacak.

Aylık bir dergi olarak Kaldıraç, her ay, “haber-görünüm” sayfaları ile doludur. Derginin gündem değerlendirmesinin hemen ardından, bu “haber-görünüm”lere yer verilir. Bu haber-görünümler, okuyucu için, duymuş olsa da, bir aylık tüm olayları toplamaya, bir araya getirmeye yardımcı olur. Bazan insan, bunca işçi eylemi var değil mi diye kendine sormak zorunda kalır. İşçi Gazetesi, Kaldıraç, direnişteyiz.org’a bakınca, ne çok haberin, burjuva medyanın tümü de içinde Saray medyasınca karartıldığına şaşmamak elde değil.

Bu “haber-görünüm”lerin ayrı ayrı hazırlanması, bu açıdan çok da önemlidir.

Bu makale, biraz “haber-görünüm” tarzına benzeyecek.

İki ana başlığımız olacak, altında ise birçok olay. Bu iki ana başlıktan ilki, çöküş hâline yükselmeye başlamış çözülüş manzaralarıdır. Bunlar daha renklidirler. Egemenlere, onların iktidarına ilişkindirler ve bu açıdan, sahneyi doldururlar. Ama hep bunlara bakmak, toprağın üstünde olup bitene bakmayı unutmak anlamına da gelebilir. Bu nedenle, bir de ikinci ana başlığımız olacak, Direniş Manzaraları.

İlkinden başlayalım, sahneden, sahneyi dolduranlardan başlayalım.

ÇÖZÜLÜŞ-ÇÖKÜŞ MANZARALARI

Bize göre, bu bir Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi, yağma-rant-savaş ekonomisine dayanmaktadır.

Saray Rejimi, emperyalist paylaşım savaşımının ortasında, içeride Kürt devrimine karşı ve Batı’da işçi ve emekçilere karşı yürütülen savaş koşullarında egemenlerin geliştirdiği olağanüstü örgütlenmedir.

Yani, “tek adam yönetimi” değildir. O söz, CHP’nin, burjuva muhalefetin “devleti” korumak için buldukları üstünkörü yakıştırmadır. O kadar yapabilirler, sahnede tek adam varsa, demek tek adam rejimidir. Bu nedenle olsagerek, “kendi kendini toplantıya çağırmış” gibi konuşuyor. Tek adam yönetimi sözü, işin doğrusunu, gerçeği gizlemek içindir. Tüm bunları devlet yapmıyor ama tek adam yapıyor. Tek adam, eğer gerçekten varsa, o, Erdoğan hiç değildir. AK Parti bir ABD projesidir ve TC’nin, tam olarak “ortaklaşa sömürgeden” ABD sömürgesine dönüştürülmesi, Ortadoğu’nun ABD kontrolünde yeniden paylaşılması projesidir. Proje, eğer tek adam projesi ise, o tek adam mesela Gülen olurdu. AK Parti projesi, Gülen projesinin iskeleti üzerine kuruludur. Ahmaklıkta sınır tanımayan burjuva muhalefet, CHP ve İYİ Parti, halkı da ahmak sandığı için, 15 Temmuz darbesinin siyasal ayağı nerede diye sormaktadır. Oysa o ayak bellidir. Burjuva muhalefet bunu söyleyemiyor. Bir şeyi söyleyemiyorlarsa, “nerede” diye sorabiliyorlar. 128 milyar dolar nerede? İyi ama siz zaten biliyorsunuz, onu açıklasanız olmaz mı?

1
Bakın Melih Gökçek, nasıl da söylüyor. Örnek alın, onun kadar “cesur” olun.

İtiraftır.

Çözülüş ve çöküş anları, itirafların artmaya başlayacağı anlardır.

Mesela Melih Gökçek, açıkça bunu ifade etmiştir. İfade vermeye gitti ve şöyle dedi: “Bu ülkede FETÖ’cü olamayacak iki kişiden biriyim.”

Demek iki kişi imişler. Birincisi Erdoğan’dır, ikincisi kendisi, Melih Gökçek. Acaba, bu birinci ve ikincilik, “yeme ve yutma, gasp ve çökme” işinde de aynı sırayı mı izler? Bunu bilmiyoruz. Ama Melih Gökçek, Soylu’dan daha şiddetli bir tehdit savurmaktadır. Bunu anlayabiliyoruz. Soylu, özetle “tape”lerim var, ben içişleri bakanıyım ve elimde epeyce bilgi var demek istemiştir. Mehmet Soylu bu tapelerle epeyce para toplamıştır. Oysa Melih Gökçek, daha oturaklı bir tehdit savurmuştur: Ben FETÖ’cü isem, ikinci sıradayım, ilk sıradakini çağırmak zorunda kalırım demek istemiştir.

Çözülüş hâlidir, çöküşe dönüşmektedir.

Her biri, beraber yürüdükleri o yollarda, hep çakal olmaya heveslenmişler. Hep ceplerini doldurmuş, hep başkalarının dosyalarını tutmuşlar. Ve şimdi, işler kontrolden çıkmaktadır. Saray Rejimi çözülmektedir ve herkes kendisini kurtarma peşindedir. Melih Gökçek, uçaklarla paralarını Yunanistan’a taşımıştır. İddia edilen budur. Erdoğan ise Malezya ve Katar seferlerine çıkmıştır. İddia budur. Binali, iş tutmayı bilir, o nedenle Hollanda ve Virgin Adaları ona uygundur.

2
Sedat Peker, birkaç ay önce, ünlü hâle gelen videolarına başladı. Onun videolarında ortaya koydukları çok da yeni şeyler değildi. Birkaçı hariç, hepsi daha önceden bilinen olaylardır. Biz bu konudaki fikirlerimizi de açıkça ortaya koyduk. Peker, “suç örgütü lideri” unvanını aldı. Onun adlandırması ile Süslü Sülü, açıktan Erdoğan’ı tehdit etti. Soylu, demek istedi ki, tüm devlet “suç örgütü”dür. İtiraftır, kaydediyoruz. Biz böyle görüyoruz. Devlet, en büyük suç örgütüdür ve onun içinde bir devlet yetkilisi olarak yer alan Peker, tıpkı Soylu kadar “suç örgütü lideri” ya da Peker, Soylu’dan daha çok devlet yetkilisidir. TC devleti budur.

İşte Peker, en son, yine daha önceden de bildiğimiz SADAT olayını anlattı. MİT tırları konulu dosyalarda var olan “sır”ların, aslında sır olmadığını, Peker, en başından videolarında söyledi. TC devletinin, açık ve net bir şekilde IŞİD’ci gruplara silah sağladığını ortaya koymuş oldu. Ama son olarak SADAT dosyasını yeniden açtı (Burada bir not gereklidir. Sedat Peker, Erk Acarer’e konuşmuş, bazı bilgiler vermiştir. Peker, kendine gelen video yasağı vb. kısıtlamaları aşmak için, Erk Acarer’e ulaşmıştır. Acarer, bu bilgileri, araştırmış ve ardından yayınlamıştır. Ardından, makalelerinin yayınlandığı BirGün gazetesi, Acarer ile ilişkisini kesmiştir. Doğrusu, üzerinde durmaya değer bir konudur. Acarer, bir yalan haber yapmamış, tersine bilgileri incelemiştir. Bunları yayınlarken, varsayalım ki bu bilgileri yeterince dikkatle incelememiş ise, bu elbette bir hata olur. Ama Peker’in Acarer’e ulaşması, Acarer’in onunla farklı bir ilişkisi olduğu anlamına hiç gelmez. Dahası, bir gazeteci, devlet içinden gelen bu tip deşifre edici bilgileri halka ulaştırmakla görevlidir. Peker, eğer bir “suç örgütü lideri” olarak ele alınıyorsa, doğrusu İçişleri Bakanı da bir suç örgütü lideridir. İçişleri Bakanı bir devlet memuru ise Peker de devlet memurudur. Yarın, Soylu, ifşaatta bulunursa, bunları yayınlamak da bir “etik” hata mı olacaktır? TÜGVA belgelerini yayınlamak da bir “etik” hata mıdır? Devletlerin kirli çamaşırlarını deşifre etmek, demokrat-devrimci bir gazetecinin görevi değil midir? BirGün ve Evrensel, günlük gazete anlamında en önemli haber kaynaklarımızdır. Elbette onlar birer gazetedir ama biz onları, “bizim cephe”nin gazeteleri olarak görürüz. Saray basını ya da burjuva medyanın tümünden ayırırız. Bunun nedeni, korkmadan devlete ait “sır”ları yayınlamalarıdır, gerçeği halka ve kitlelere ulaştırma çabalarıdır. Acarer’in hatasının ne olduğunu bilmiyoruz. Ama Peker’den gelen belgeleri inceleyerek yayınlamak, doğruluklarına emin olarak ortaya koymak hata değildir, tersine doğru tutumdur. SADAT ile ilgili, yarın başka belgeler ortaya konacaktır. Bunları da yayınlamak bir görevdir. Bu noktada etik sorun, bunları yayınlamamak olur. Örnek olsun, WikiLeaks belgelerini yayınlamamak, gazetecilik etiği ile bilmem ama devrimci mücadele etiği ile uyuşmaz).

Peker’in söyledikleri gündem hâline gelmeden önce olsa gerek, “War on the Rocks” isimli Pentagon’a dayanan bir sitede, ABD ordusundan bir yetkili, Matt Powers, SADAT ve Tanrıverdi hakkında bir makale yazdı. Makale, site tarafından “kişisel görüşleri” notu ile yayınlandı. Makalenin kısa bir özet çevirisi ArtıGerçek tarafından haberle birlikte verildi. Sanırım Kaldıraç, okumakta olduğunuz bu yazının da yer alacağı sayısında, makalenin tam metnini çevirip “haber-görünüm” olarak koyacaktır.

SADAT, Kürtlere karşı savaşta ortaya çıkan, kolunda Arapça yazılı kolluklarla dolaşan “tuhaf” kişiler vesilesi ile de konu olmuştu. Kürt katliamlarına, yakma olaylarına karıştığı basına yansımıştı. SADAT, birçok iç ve dış saldırıda da isim yapmıştır. Elbette, devletten ayrı da değildir.

Ama adına bakarsanız, Matt Powers, takma bir ada benzeyen bir yetkili tarafından SADAT masaya yatırıldığına göre, bazı tasfiyeler gündeme gelecek demektir. Matt (Türkçedeki mat, parlak olmayan) Powers (gücün çoğulu, güçler), yani Mat Güçler, muhtemelen arka planda kalmayı yeğleyen güçler olarak bir askerî anlam taşıyabilir. Matt Powers, hem SADAT’ın bir “özel güvenlik şirketi” olmanın ötesinde, bir ideolojik yapılanma olduğunu söylüyor hem de Adnan Tanrıverdi ile Erdoğan ilişkisinin 1994’lerde başladığını.

Powers’ın açıklaması, SADAT’ın tasfiyesi ise, bu ya SADAT’ın ABD emirlerini aştığı, kendi başına iş yapma eğilimine saptığı anlamına gelir ya da ABD-AB anlaşması çerçevesinde SADAT’a başka bir şekil verilme ihtimali olabilir. Eğer böyle ise, yani bir ABD-AB anlaşması var ise, çöküş içinde efendilerin, yani buradaki egemenlerin değil, gerçek egemenlerin, bazı “değişiklikler”i zorunlu gördükleri ortaya çıkar.

Bu da Erdoğan sonrası tartışmaları açısından kayda değerdir.

Bize göre, Erdoğan, ABD tarafından bir seçime mecbur koşulmadıkça, seçime dahi gitmeyecektir. Saray Rejimi ömrünü uzatmak için, ABD ve NATO’ya bağlılığını her fırsatta sunmaktadır. Bu konuda oldukça heveslidir. Tüm bu çabanın içinde, Erdoğan’ın, ömrünü uzatmak için ABD’den, efendiden vize alma isteği vardır.

3
Bu nedenle, Erdoğan’ın ABD gezisinde Biden ile görüşememesi, onu çok kırmıştır.

Çöküş hâlidir. Kırgınlık ondandır.

Erdoğan vize almak için Washington’a, çıkartma yapmaktadır. Türkevini açmak, Ali Erbaş’ın duaları eşliğinde ABD turu, sokaklarda Erdoğan Kitabı görseli giydirilmiş araçlar dolaştırmak, Fransızca kitabı gösterip İngilizce çevirisinden söz etmek, herkese neden hakaret davası açtığını soran gazeteci karşısında “benim hakkımda davalar yok” demek, 500 araçlık konvoyla dolaşmak, tam olarak çöküş hâlidir. ABD’de bulunduğu süre içinde BBP başkanı ile, TBMM başkanı ile ikili görüşmeler yapmıştır. Hiç utanma duymamışlardır. Çöküş, “basitleşme” hâlidir. Bir seri “basitleşme” görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Utanma, artık anlamsız bir kavramdır Saray sakinleri için.

Ve oradan, ABD’den, iyi haberlerle dönmemiştir. Erbaş’ın tüm okuyup üflemelerine karşı, asrın lideri, nazara gelmiş, Biden ile görüşememiştir. Kısmeti bağlanmıştır. Bununla kalmamış, küsmüştür. Bu küsme hâli onu yataklara düşürmesin diye hocalar-hacılar çareler aramıştır. İyi ki Erbaş var! Hocalar-hacılar, bu kısmeti bağlanmış durumun ortadan kalkması için, en iyi yolun, Putin’i ziyaret etmek olduğuna karar vermiştir. Erdoğan, seçilmiş bir tanrısal güç olarak aklına düşen Putin ile görüşmeyi, büyük bir hamle hâline getirmiş, Putin’e, “baş başa görüşme” talebi iletmiştir. Baş başa, yani kayıtsız görüşme, Putin kardeşimden anlayış bekliyorum, açıklamalarının ardından gelmiştir.

Putin karşısında o artık ünlü hâle gelen ve Erdoğan’a ait bir poz olarak tarihe geçecek olan oturuşu yapmıştır. Pravda gazetesi, bu fotoğrafı “korku” hâli olarak vermiştir. Abdülhamid olmanın bir de bu boyutu vardır. Hele ki, taçsız Abdülhamid olursanız, başınıza efendiniz “seçilmiş adam” tacı giydirirse, işte o andan başlayarak, korku her yanınızı sarmaya başlar. Çöküş ve çözülüş hâlinde bu korku büyür.

Erdoğan’ın içinde bulunduğu korku hâli, Gezi Direnişi’nin ürünüdür. O andan başlayarak korku, sürekli büyümektedir ve boyunu aşmıştır. Saray’da, olur da patlar diye balon bulundurulmamaktadır. Elbette yerindedir. Tüm Saray erkanı, hep birlikte, ‘Allah Gezi’den korusun’ muskaları taşımaktadır. Son derece uygundur. O muskaları iyi saklayın, yakında suyunu içeceksiniz.

ABD’de 500 araçlık bir konvoyla ve artık “kitaplı” asrın liderimiz, iyi hava atmıştır. Bu “dış politika” mıdır, bilmiyoruz. Daha çok iç politikaya uygundur. “Basitleşme”nin bir sonu olmadığı anlaşılmaktadır.

Tüm TC devleti, başarılı ABD çıkartmasından ve başarılı ABD çıkartmasına gölge düşüren Biden’a karşı, Erdoğan’ın Putin ile görüşme atağının kazandırdığı zaferden mutlu ve mesuttur.

4
Erdoğan’ın sağlık sorunları üzerine tartışmalar ortaya çıkınca, en kutsal ödüle layık görülen ve eşinin danışmanlık şirketi ile para kazanmaktan yorulmayan Altun, özel bir Saray videosu ayarladı. Bu videoda, Erdoğan, bir basket oyuncusudur ve o kadar ki, Kalın, onun yanında gölge gibi cılız kalmaktadır. Erdoğan, her ne kadar kıpırdamasa da, basket atmakta, sayı yapmakta başarılıdır. Attığı her top, basket olmaktadır. Basket olmayıp potadan geri gelen top, allahın izni ile yoktur. Altun’da hokus-pokus bitmez, basket olmayan topu anında yok ederler. Ne de olsa aya sert iniş yapacak bir teknolojiye sahibiz.

Sizce bu video, Erdoğan’ın sağlık sorununun olmadığına olan inancı artırmak için mi yapılmıştır?

Erdoğan, önce CNN Türk’te canlı yayına katıldı. Aylar oluyor. Bu canlı yayında, yanıtları prompter’da olan sorular gazeteci adlı kişilere ezberletildi. Ne de olsa ezber, hafızlık mesleğinin bir meziyetidir ve bizim Saray gazetecileri, biraz hafız olmak zorundadır. Bunu anladık da, acaba CNN Türk, neden prompter’da yanıtların olduğunu gösterdi? Bu Erdoğan’a açık bir hakaret değil midir? Yoksa, bu tip sahnelerin kaçınılmaz “kaza”sı bu mudur? O kadar “tek adam” olsa idi Erdoğan, bunların hesabını tekme tokat sorardı. Demek, “o kadar” da tek adam değildir, biraz daha az “tek adam”dır.

Ödüllü eklenmiş gazeteci Abdülkadir Selvi -Peker’in “düşkün” lakabı yerindedir-, Erdoğan’a “sufle” yapmaktadır. Ve dahası, bu durum, açıkça TV’den duyulmaktadır. Yani Erdoğan’a karşı bir “itibar suikasti” midir? Dahası, Bahçeli neden sormaz, bu yolla ne demek istemektedirler, diye?

İşte bu “kaza”lar giderek çoğalmaktadır. Erdoğan, başarı dolu ama kırgın ve küsmüş döndüğü ABD ziyaretinden sonra, hemen Putin’e gitmiş, onun tarafından kabul edilmiş, ona iki yeni nükleer santral sipariş etmiş, S-400’lerin devamını alacağını söylemiştir. Putin tarafından takdir edilmiş ve S-400 bir yana, birlikte füze üretelim teklifini almıştır. (Acaba diplomatlar bu durumu, Putin’in bir çeşit alay etmesi olarak mı yorumlamıştır?) Ve buradan aldığı hızla yeni yurtdışı ziyaretlerine başlamak üzere havalimanına gelmiştir. Burada kendisine sorulan bir sorunun yanıtlarını, kâğıttan okumuştur.

Şimdi, gerçekten de, sağlık durumunun iyi olduğu konusunda bir videoya ihtiyaç vardır. Ama galiba Altun, “kaş yapayım derken göz çıkartmak” deyimine uygun davranmaktadır.

Çöküş hâlleri böyledir. Kendini, bir seri “basitlik” olarak ortaya koyar.

Erdoğan, galiba Angola’da, ortak basın toplantısında, uykuya dalmıştır. Altun elbette bu görüntülerin yayınlanmasını önleyemezdi. Ne de olsa, hepsi Saray medyası değildir. İyi ama bu haberleri Türkiye’de yasaklayıp, haberlere erişim yasağı koyamaz mıydı?

Yoksa “sağlık durumu sorunu” tüm Saray’ı mı sarmıştır? Öyle ise daha büyük bir video hazırlanmalı, bu videoda, Saray’ın bir günlük yaşantısı gözler önüne serilmeli, böylece inandırıcı olunabilir. Ama, hiçbir ayrıntı atlanmasın, tam 24 saatlik bir video.

5
Hepsi bu denli “eğlendirici” öykülerden oluşmamaktadır. Bazı ciddi gelişmeler de vardır.

CHP’li bir heyet, başında Oğuz Kaan Salıcı, Barzani’yi ziyarete gitmiştir. Salıcı, CHP’nin “derin” adamlarındandır. O, yerli ve milli bir derin olarak oradadır. ABD ona güvenir desek yanlış olmaz. Barzani ziyaretinde, Barzani’ye, bundan sonra biz geleceğiz ama korkma, ilişkilerimiz iyi olacak mesajı verilmiştir.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Ama egemenler, kendi içlerinde, bu çözülüşe karşı çözümler aramaktadır. Bunu daha önce de yazdık. Bir grup, Saray Rejimi’nden, onun devamından, hatta onun güçlendirilerek devamından yanadır. Ama bir diğer grup, güçlendirilmiş parlamenter sistemden yanadır.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Bu çözülüşün ana kaynakları üç tanedir: Kürt devrimi, Batı’daki direniş, buna Gezi Direnişi diyebilirsiniz ve emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı. Bu etkenler, egemen sınıf ne çözüm geliştirirse geliştirsin, işlemeye devam edecektir.

Ama güçlendirilmiş parlamenter sistem diyenler, ataktadır. Devleti kurtarmak istiyorlar, ama kişiyi de “feda” etmek istemiyorlar.

Onların beklentisi, ABD, AB ve İngiltere arasında, bir geçici de olsa anlaşma hâlidir. Bunun için, Erdoğan sonrasının adayları ortaya çıkmaktadır. İlki Soylu idi. Peker, Soylu’yu yedi. İkincisi sinsiliği ile tanınmış, ABD’den liyakat madalyalı, Adnan Tanrıverdi’nin öğrencisi, Abdullah Gül-Fehmi Koru ile İngiltere’den poz vermiş Akar’dır. Demek Akar’ın çok meziyeti var. Normalde o “arkadaki güç” olmayı yeğlerdi, ama ne yapalım görev görevdir. Perinçek tarafından da çok sevilmektedir. Akar, yakın dönemde, Tillo’ya gidip, yanına tüm kuvvet komutanlarını da alarak, tarikatlardan onay almak istemiştir. Bu ziyaret, “ben adayım” ziyaretidir. Akar, aynı zamanda Erdoğan’a açılımlar yapmakta, ABD ile ilişkilerinin düzelmesi için Afganistan dosyası hazırlamaktadır. Ama onun siyasi kimliği zayıftır ve AK Parti desteği yoktur. Çeteleşmiş bir devlet yapısı içinde “lider” görünümü kazanması gerekir. Ama buna vakti var mıdır?

Belki bir başka aday Erbaş olabilir. Aslında sanki buna niyetlenmiş gibidir ve yargının açılışındaki duasını “liderler boşluk bırakamaz” diye savunmuştur. Demek kendinde bir liderlik bulmuştur. Ayasofya basamaklarında elinde kılıçlı fotoğrafı, belki birilerinin de hoşuna gitmiştir ama en çok kendisini etkilemiştir. Koynunda o fotoğrafı taşıdığından şüphemiz yok, her tuvalet molasında çıkartıp çıkartıp o fotoğrafa bakmakta, kendini “liderler boşluk bırakmaz” nutkunu atarken hayal etmektedir. Bu işi Erdoğan’dan daha iyi yapar.

Bir de Akşener, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş cephesi var. Oradan da bir aday çıkması mümkündür. Oradan çıkacak aday, geçiş süreci adayı olmaya niyetlidir. Niyet ile kısmet aynı olmayabilir ama şimdilik niyet budur.

İşte Oğuz Kaan Salıcı, bu cephenin ABD’den uzak olmadığının garantisi olarak Barzani’ye gitmiştir. Barzani için rahatlatıcı bir ziyarettir. Oğuz Kaan Salıcı’nın bu ziyaretin başında yer alması, İmamoğlu ve Kaftancı için de bir “ayar” anlamına gelir.

6
Bahçeli cephesini de unutmamak gerekir.

Ayrı bir alemdir.

Doğu Türkistan Cumhurbaşkanı diye bir adam, MHP toplantılarına katılmış, konuşmalar yapmıştır. Ama sonradan anlaşılmıştır ki, adamın böyle bir durumu yoktur. Yani, cumhurbaşkanı falan değildir. Birkaç arkadaş içerlerken ona, sen bizim cumhurbaşkanımızsınız, demiştir. Böylece adam cumhurbaşkanı olmuş ve TC devletinin çeşitli basamaklarında kabul görmüştür. Bahçeli, ne yapsın, bir şeye sarılması gerekir.

Son derece uygundur.

Ama Bahçeli’nin bu geçtiğimiz günlerdeki en önemli atağı, “bölücü kebapçılar” atağıdır. Bu sözleri kim yazmıştır, bu yolla ne demek istemektedir? Bahçeli bu konuda konuşsaydı, böyle derdi. Ama konuşmamıştır. “Bölücü kebapçıların işsizlikteki payı” söz konusu olunca, bu cümleden ne çıkacağını açıklamak için MHP içinde bir yarış başlamıştır. Yarışın amacı, Bahçeli’nin sözlerine anlamlı bir açıklama bulmak idi. Bir yoruma göre, Bahçeli, birkaç yıl önce HDP’lilerin kebap yediği görüntüleri kastetmiştir. Demek, birkaç yıl önceki kebap yeme görüntüleri aklına düşmüş, canı kebap yemek istemiştir. Peki bunun işsizlikle bağı nedir? Doğrusu buna benzer açıklamalar, aslında Bahçeli’nin sözlerinden daha komiktir.

Demek ki, çöküş hâlinde “basitlik” artmaktadır.

Dahası “basitlik” bulaşıcıdır, çamurdan daha fazla bulaşıcıdır.

7
TÜGVA belgeleri ortalığa saçılmaya başlanmıştır.

Türkiye Gençlik Vakfı, Bilal Erdoğan’ın şirketidir. Ailenin her biri, akçeli işlerini, kutsal bir görüntüye büründürmek için vakıf geleneğini seçmişlerdir. Hayrettin Karaman’a sorarsanız, “uygundur” fetvasını alacaksınızdır. Bilal, bu konuda öncüdür. Sadece “sıfırla oğlum”dan ibaret değildir. Bilal, bir liderdir. Bundan şüphesi olana hatırlatmak isteriz, lider değilse bile liderin oğludur. Bu seçilmiş olma durumu, ilahi bir yöne sahip ise, babadan oğula gen yolu ile taşınıyor olamaz mı? Babası orada dururken, Bilal, saygılı ve sıfırlamacı oğlan, nasıl kalkıp da “liderlik” maharetlerini göstersin? Doğrusu, Erdoğan sonrasına, veliaht olarak da düşünülebilir. Böyle başa böyle tıraş cinsinden, uygundur.

TÜGVA belgeleri, önce, TÜGVA tarafından yalanlanmış, ardından “bu belgeler çalınmış” diyerek doğrulanmıştır. Bu belgeler, içeriden gelen bilgilere dayanmaktadır.

Demek, çözülüş ilerledikçe, Saray Rejimi’nin saflarında çözülmeler başlamaktadır.

Demek, önümüzdeki dönem, daha çok itiraf ortaya çıkacaktır. Bu da daha çok belge demektir.

Demek ki, en sonunda bazı yargıçlar, savcılar, davalar açacaktır. Erdoğan sonrası, bu yargıçlar, kendilerini korumak için, en son noktada davalar açacaktır. Böylece, bu savcılar, (1) kendilerini kurtaracak, (2) bu yolla aynı zamanda yargıya güven tazelenecek, “bak kahraman yargıçlar da varmış” denilecektir. Kılıçdaroğlu, hemen bu yargıçları “kahraman” ilan edecektir.

Bu nedenle olmalı, Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti, kendilerine bilgiler geldiğini, siyasal cinayetler, suikastler işleneceğini duyurmuşlardır.

Erdoğan bunu reddetmiştir.

Kılıçdaroğlu, devlet memurlarını “kanunsuz emirlere uymayın” çağrısı ile uyarmıştır. Erdoğan, kendisinin hemen hemen aynı sözleri söylemiş olduğunu unutarak, bunu bir tehdit olarak ilan etmiş, bunun suç olduğunu söylemiştir.

Bu süreç göstermektedir ki, devlet içinden bilgi sızdırıp, kendi geleceklerini güvence altına almak isteyenlerin itirafları artacaktır.

Hemen bir yeni açıklama devreye girmiştir. isimsiz bir yargıç, aslında herkesin bildiği bir şeyi söylemiştir. Yargıda, Hakyol ve Menzil tarikatlarının örgütlülüğünü açıklamıştır. Tarikatların binlerce üyesi olduğunu, WhatsApp grupları oluşturduklarını açıklamıştır.

Emin olabilirsiniz ki, doğrudur.

Dahası, bu sadece yargıda değil, devletin tüm kurumlarında vardır. Devlet çeteleşmektedir.

Bu WhatsApp gruplarını izleyenler, aslında o grupların her birinin içinde, ABD, Almanya, Fransa, İsrail ve İngiltere ekiplerinin de var olduğunu biliyor olmalıdır.

8
TÜSİAD, Erdoğan sonrası tartışmalarına, değişik bir perdeden katılmıştır. Bu katılımla, “biz de boş durmuyoruz” demek istemiş olmalıdırlar.

Meclis Başkanının İslamî anayasa tartışmasına, biraz ara verdikten sonra, laiklik, kurumlar önemlidir tartışması ile girmişlerdir. Öyle anlaşılıyor, Kılıçdaroğlu’na MB’yi ziyaret etme fikri de TÜSİAD çevresine aittir. MB özerk olmalıdır tartışmaları açısından TÜSİAD, daha çok devlet yönetimindekilere seslenmiştir, halka değil.

Elbette okur yazar takımı (OYT), hemen TÜSİAD’ın açıklamalarını “açacak”, mesajları iletmek için çabalayacaktır. Görevleri budur.

TÜSİAD açıklamasında, hem yeni kalkınma modelinden söz ediyor hem de eşit vatandaşlıktan. Yeni kalkınma modeli, “yağma-rant-savaş” ekonomisinin başka bir versiyonunun devreye sokulması olarak algılanmalıdır. Artık, açık bir yağma aracına dönüşmüş ihalelerin yerine, başka bir yol geçirmek istedikleri söylenebilir. Yoksa “yağma-rant-savaş ekonomisine” karşı değillerdir. Bunun sürdürülebilir bir versiyonundan yanadırlar. Acele ile günlük yağma yerine, daha uzun süreli yağma peşindedirler.

Eşit vatandaşlık ise, TÜSİAD’ın ağzından bir “zehir”dir. halka dönük mesaj budur. “Eşit yurttaşlık”, mesela Özilhan ailesi ile, bir işçi ailesinin aynı haklara sahip olması mıdır? Bu ise, bunun tek yolu vardır, fabrikalarınızı halka devredin. Özel mülkiyet ortadan kalkmadan, insanın insana kulluğu ortadan kalkmadan, 72 milleti işçi diye bir sıraya dizme işine son vermeden, işçi ve kapitalist sınıfları ortadan kaldırmadan, eşitlik diye bir şey olmaz. Siz zengin biz fakir, siz yöneten biz yönetilen, siz sömüren biz sömürülen olduğumuz sürece, eşitlik diye bir şey ancak aldatmacadır. Buyrun, servetlerinizi halka dağıtın.

Sanırım, sahneden, egemenlerin dünyasından bu kadarı yeterlidir. Aslında sonu yok bunun, her gün bir başkası bunlara eklenmektedir. Burada duralım.

DİRENİŞ MANZARALARI

Çözülüş ve çöküş manzaraları egemen sınıfa aittir, üsttekilere aittir. Bu açıdan çok renklidirler. Öyle ya egemenin hayatı, yönetenin hayatı, zenginin hayatı renklidir. Bunalımı da renkli görüntülere sahne olur. Bunalımları bile cafcaflı.

Ama esas olan hayatlar, toprağın üzerindeki, ayakları yere basan, dizlerinin üzerinde yürümek zorunda kalan, fabrikalarda üreten insanların hayatlarıdır.

Bunlar öyle albenili değildir, ama gerçek renklere, gün ışığının renklerine, hayatın doğal renklerine sahiptirler. Sunî hayatlara ait olmayan renkleri vardır. Gerçektirler.

1
Kâğıt toplayıcılarına saldırı ile başlayan direniş önemli bir gelişmedir. Normalde, yüzlerine bakılmayan, hayatları önemsenmeyen, her bakışta ister acıyarak, ister aşağılayarak itilen kâğıt toplayıcıları, bir direnişle, saldırıya karşı durarak, başları dik hâle gelmeye başladılar. Şimdi, onların yüzüne bakanlar var. Direniş, tüm işçi sınıfının onları kendi kardeşleri olarak görmesine bir adım olmuştur. Direniş, düşmanın onları dikkate almaları gerektiğini hatırlamasına neden olmuştur. Ekmekleri ellerinden alınmaya çalışılan bu emekçiler, kendi onurlarına sahip çıkmışlardır. Bu elbette büyük sonuçlar doğurmamıştır. Emeksiz, direnişsiz, bir hamlede zafer bekleyenler hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama kâğıt toplayıcıları, işçi sınıfının bir parçası olarak, biz de varız, demişlerdir.

Direniş, güzelleştirir.

Direniş, onuruna sahip çıkmaktır.

Direniş, insanlaşma mücadelesidir.

Boş konuşmak, kokuşmuş ilişkiler içinde yaşamanın bir yoludur. Oysa direniş, estirdiği rüzgârla, kötü kokuları, kötümser düşünceleri, kara bulutları dağıtır. Bir parça olsun gökyüzü görünmeye başlar.

2
İşçi direnişleri ülkenin her yanında yayılmaktadır. TÜSİAD YİK başkanı olan Migros’un sahibi Özilhan, “eşit yurttaşlık” üzerine nutuk atmaktan geri durmaz. Ama Migros işçileri, aylarca süren direnişin içinde, Özilhan ailesinin villasını bulup, onun önünde direnişe başlayınca, işçilerin dertlerini dinlemek için bir yol aralanmış oldu. Demek villaya dayanmak yeni bir yol olarak işe yarıyor.

Mitsuba işçileri, fabrikadan çıkmama kararı verip, fiilî olarak fabrikayı işgal etmeye başlayınca, sendikal haklarını almanın bir yolunu bulmuş oldular.

İşçi eylemleri, inat ve ısrarla sürdürülünce, farklı eylem biçimleri de devreye girmeye başlamıştır.

Cargill işçileri aylar sonra, bir adım olsun ilerleme sağlamayı başarmışlardır.

Aslında, İşçi Gazetesi’ni elinize alıp okuyunca, Evrensel, BirGün gibi gazeteleri okuyunca, birçok direnişten haberdar olmaya başlıyorsunuz. Saray basını ve ona muhalif olduğunu ilan eden burjuva basın, bu işçi direnişlerini haber hâline getirmezler.

Çözülmekte olan Saray Rejimi, tüm güçleri ile işçi eylemlerine saldırmakta tereddüt etmez.

Önümüzde, 150 bin metal işçisinin toplu sözleşme görüşmeleri var. Kriz, enflasyon altında ücretleri eriyen, yaşamları zorlaşan tüm işçilerin gözleri, metal işçilerinin eylemlerinde olacaktır.

Aile hekimleri, gasp edilen hakları, pandemiye rağmen kesilen ücretleri, çalışma koşullarının kötüleşmesine karşı, çöken sağlık sisteminin sorunlarının kendilerine yüklenmesine karşı eyleme geçmişlerdir. Her eylemcinin yüzünde bir ışık oluşmaktadır.

Direniş, direnişteki herkesi güzelleştirmektedir.

3
Kadın eylemleri, hiç durmamaktadır.

Avukatlar, ilk kez “işçi avukat” terimini bu denli yaygın söylemeye başlamışlardır. Avukatlar, kendi hakları ile, işçi ve emekçilerin, savunmaya ihtiyaç duyanlarının savunulmasının arasındaki kopmaz bağı hissetmeye başlamışlardır. Avukatlık, sadece geçimini sağlamak için bir meslek değildir, aynı zamanda savunma hakkının korunması için toplumsal bir roldür.

Öğrencilerin yurt sorununa karşı, artan kiralara karşı ortaya koydukları direniş, Boğaziçi’nde süren direniş, hemen her üniversitede gelişen eylemler, güzelleştiren eylemlerdir.

Direniş güzelleştirmektedir.

Direniş aklı açmakta, düşünceye ve akla vurulan prangaları parçalamaktadır.

Direniş zekâyı keskinleştirmektedir.

Keskinleşmiş zekâsı ile direnişçi, mücadelenin daha farklı yol ve yöntemlerini de keşfedecektir. İhtiyaç keşfin anasıdır. Örgütlü işçi, örgütlü gençlik, örgütlü emekçi, mücadeleyi daha ileriye taşımanın da yolunu bulacaktır.

4
Egemenlerin içinde süren tartışmalar açık ve nettir. Bir yandan Saray Rejimi’ni güçlendirmek isteyenler vardır, diğer yandan ise, “kişi değil, devleti kurtaralım” diyerek, parlamenter demokrasiden söz edenler vardır.

Ama bu tartışmanın tamamen dışında, işçi sınıfının yolu vardır.

İşçi ve emekçilerin iktidarı, sosyalist devrim, gerçek anlamda çözüm yoludur.

Direniş cephesinde yer alanlar, esas olarak bu direnişler üzerine tartışmalıdır. Gerçek anlamda çıkış buradadır. İşçi sınıfının, kadınların, öğrencilerin geliştirdiği direniş, kurtuluşun, yeni bir dünyanın tohumlarını taşımaktadır. Gezi ruhu burada yaşamaktadır.

İşçi ve emekçiler, yeni direniş yol ve yöntemleri geliştirmektedirler. Ama bunlar, kendiliğinden, önceden tasarlanmayarak gelişen metotlar olmamaktadır. Bir de bunları önceden tasarlamak, örgütlü geliştirmek hâli vardır. Buna rağmen bu yeni direniş yolları çok değerlidir. Ama artık, bu direnişlerin gelişimi, bu direnişlerin büyümesi, bu direnişlerin daha örgütlü hâle gelmesinin tek yolu vardır: Birleşik Emek Cephesi.

Devrimci hareketimizin ana görevi budur. Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, bugünün en önemli görevidir. Bu yolla, sadece eylemler daha örgütlü, direnişler daha kalıcı hâle gelmekle kalmayacaktır. Aynı zamanda eylemler içinde devrimci akıl daha fazla devreye girecek ve mücadele daha öğretici olacaktır.

Birleşik Emek Cephesi, mimarını, mühendisini, doktorunu, avukatını, öğrencisini, kadınını, erkeğini içine alarak tüm işçi ve emekçilerin ortak mücadele cephesidir.

Altını çizmek istiyoruz, bu topraklarda, kolay zafer olmayacaktır.

Emeksiz ilerlemek, emeksiz kazanmak, örgütsüz güçlenmek mümkün değildir.

Standartlanmış yaşamları, yakınmalı sohbetlere hapsolmuş yaşamı, içki masalarına hapsolmuş eleştirileri aşmak gerekir. Hayatın içine, tüm varlığınla, tüm benliğinle, tüm enerjinle dalmak, mücadeleye böyle atılmak gerekir.

Birleşik Emek Cephesi, bir direniş cephesidir.

ABD adına tetikçilik ve çöküş

TC devletinin bir “dış politikası” var mıdır? Bazan bir soru, yanıtından bağımsız, çok şey ifade eder.

Bugünlerde, çeşitli “analist” ve “uzmanlar”, Türkiye’nin dış politikası” üzerine hararetli tartışmalar yürütmektedir. Bir bölümü, “çığır açan başarılı” bir dış politikaya methiyeler düzmektedir, bir bölümü ise “eleştirel” bir tutum takınıp, aslında TC devletinin çıkarlarına uygun olmayan bir “dış politikanın” var olduğunun kabulü ile konuşmaktadır.

Acaba, TC devletinin bir “dış politikası” var mıdır?

Bu soruyu açmak için, biraz genel bir tablo çizmeye gerek var.

1- TC devleti, Ekim Devrimi’nin ardından, emperyalist güçlerin Ekim Devrimi’ni durdurmak için örgütledikleri bir ileri karakol olarak organize edilmeye çalışıldı. Bunu iki temel üzerinden yaptılar: İlki, anti-komünist mücadele. O dönemler “komünizme karşı mücadele”, İkinci Dünya Savaşı sonrasından daha az önemli değil idi. Ama, doğrusu kapitalist-emperyalist sistem, daha yolun başında idi ve o denli gelişkin mücadele teknikleri henüz geliştirmemişti. Ama Türkiye’de, “sınıfsız bir toplum” vurgusunun, dinin devlet elinde silah olarak örgütlenme tarzının, milliyetçilik-kafatasçılık yaklaşımının bununla ilgisi vardır. İkincisi ise Ekim Devrimi’nin halklar üzerindeki özgürleştirici etkisini kesmek için, Türkiye’de bir halklar hapishanesi örgütlenmeye başlanmıştı. Bu nedenle, “devlete bir millet lazım” tezine uygun olarak, halkların varlığının inkârı bir devlet politikası olarak ortaya kondu. Bunun kanlı bir politika olduğu akılda tutulmalıdır. En yiğit devrimcilerini bu topraklar, Osmanlı’nın son döneminde nasıl idam sehpalarında gördü ise, aynı biçimde Cumhuriyet’in ilk günlerinde de Karadeniz’de boğulurken gördü. Katliamlar, imha politikaları bunun içindedir.

Bu ikili politika, Osmanlıcılık-Türkçülük ve İslamcılık yaklaşımlarının çeşitli karışımları ile birlikte yürütüldü. Dönemine göre bunlardan biri öne çıktı, biri biraz daha arkaya alındı.

Esas görev, Ekim Devrimi cereyanının durdurulması idi. Bu emperyalist sistemin verdiği bir görev idi. Ve doğrusu, başarılı olmuştur. Ülkenin bir sömürgeye dönüşüm süreci içinde bunlar gerçekleşmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu durum daha da ilerledi.

ABD emperyalizmi kapitalist-emperyalist sistemin hegemon gücü hâline gelirken, o dönemin “the great reset”i, yani büyük sıfırlanması gerçekleştirilmiştir. Buna dayalı bir “yeni”, uluslararası kapitalist işleyiş ortaya konmuştur. Bu işleyişin kurumları, NATO, Dünya Bankası, IMF, ülke paralarının dolara, doların altına endeksli hâle gelmesi, Bilderberg gibi organizasyonlar vb. oldu.

Anti-komünist mücadele, bir kontrgerilla savaşı şeklinde, Gladio vb. örgütlenmelerle geliştirildi. ABD önderliğinde, dünya yeniden şekillenmeye başladı. Bu dönem, “soğuk savaş” dönemi olarak da adlandırılan dönemdir.

TC devleti, bu dönem, siyasal olarak ABD’ye bağlı, NATO kanalı ile tüm siyasal varlığını teslim etmiş, ekonomik olarak ise daha çok AB’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge” hâline geldi. Sovyet Devrimi’ne karşı NATO’nun ileri karakolu, aynı zamanda Batı’nın ortaklaşa sömürgesi oldu.

Dış politikası da bu çerçeve içinde belirlendi.

2- SSCB’nin çözülüşünün ardından, ABD hegemonyasındaki emperyalist örgütlenmenin kendi iç çatışmaları ortaya çıkmaya başladı. Almanya ve Japonya başta olmak üzere bazı emperyalist güçler için ABD hegemonyası sorgulanmaktaydı. Ama bu sorgulama, “anti-komünist mücadele” nedeni ile üstü örtülmek olan bir sorgulama idi.

ABD karşılıksız paralar basıyordu ve aslında bu diğer emperyalist güçleri rahatsız etmekteydi. İyi ama buna karşı çıkmak, “ortak çıkar”lar adına, komünizme karşı savaş adına yanlış olurdu.

ABD hegemonyası aslında, 1970’lerde de çözülmeye başlamıştı. Bunu bugün biz söylüyoruz ama, Sweezy ve Baran, hem birlikte hem de ayrı ayrı, bu konuda, 1970’lerde de yazmaktaydı. ABD’nin ekonomik gücünün askerî sanayiye dayalı hâli, Vietnam savaşı sonrası zıvanadan çıkan karşılıksız dolar basma politikaları, onlara, tüm bunları düşündürüyordu. ABD, Vietnam savaşını, karşılıksız dolar basarak finanse ediyordu. Herkes bunun farkındaydı.

Nasıl ki, sistemin eski hegemon gücü olan İngiltere’nin hegemonyasını kaybetmeye başladığı, 1900’lerin başında da ortaya çıkan bir eğilim idiyse, ABD hegemonyasının çözülmesi de, 1970’lerde ortaya çıkan bir eğilimdi. İngiltere’nin yerine sistemin hegemon gücü olarak ABD’nin tahtına oturması, tam anlamı ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşti.

Bugün de ABD, hâlâ sistemin en büyük emperyalist gücü olmaya devam etse de, hegemonyasının çözülmekte olması ile bu durum bir çelişki yaratmaz.

Bugün, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımı, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı açık bir hâl almıştır. ABD, SSCB çözüldükten sonra, sevinç çığlıkları attıktan bir süre sonra, “dünya imparatorluğu”, “dünyanın tek devleti” gibi vurgularla, kendi egemenliğini herkese kabul ettirme peşine düştü. Bu politikalar, bir süre sonra, geri düşmeye başladı. Afganistan işgali, Irak işgali, durumu değiştirmedi. Libya’nın darmaduman edilmesinin ardından, sıra BOP projesi çerçevesinde Suriye’ye geldi ve Suriye savaşı, bu sürecin bir anlamda sonu oldu. Artık, tek kutuplu dünya analizleri yapılmıyor. Artık, “neoliberal politikaların” yaratıcıları, bu politikaları, Çin’in yükselişini önlemek için terk ettiklerini anlatıyor.

3- Böylece, hem emperyalist beşli arasında paylaşım savaşımı öne çıkmaya başladı hem de ekonomik kriz derinleşti ve 2008’de sistemi ciddi biçimde sarstı.

Bugün, paylaşım savaşımını daha keskin hâle getiren etkenlerden biri, ekonomik krizin derinleşmesidir de. Ve not edelim, daha önce de Kaldıraç sayfalarında vurgulandığı üzere, pandemi, bu paylaşım savaşımının biçimlerinden biridir. Krizle birleşmiş ve krizi daha da derinleştirici bir etkiye sahiptir.

ABD, diğer emperyalist dört ülkeye (İngiltere, Fransa, Japonya ve Almanya) nazaran, askerî açıdan avantajlıdır ve hegemonyasını kaybetmemek için, savaşçı politikaları daha büyük bir istekle devreye sokmaktadır.

Bir süredir ABD, Rusya ve Çin’i hedefe alarak, diğer emperyalist “müttefiklerini”, eski günlerdeki gibi, arkasına almak istiyor. Onlara, bazı tavizler vererek, önce Rusya ve Çin’i ham etmenin, yağmalamanın, sömürge hâline getirmenin, büyük çözüm olacağını anlatmaktadır. Bu fikir, doğrusu, tüm Batı sömürgecilerinin “fıtratına” uygundur. Ama bunun gerçekleşebilir olduğu meselesi var ve dahası bunu yaparken, her emperyalist güç, kendi çıkarlarını korumayı öne alır. Bu nedenle Batı ittifakı, paylaşım savaşımı içinde tutmayacaktır.

İşte bu paylaşım savaşımı içinde, “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin, uzun süre bu şekilde gidemeyeceği de ortaya çıkmaktadır.

Eğer AK Parti iktidarı ve Erdoğan-Gülen vb. bir proje olarak ele alınıyorsa, bu projenin “ılımlı İslam” modeli ile bir “yeni Türkiye” yaratma ve bu ülkeyi, paylaşım savaşımı içinde tetikçi olarak kullanma anlamına geldiğini de düşünmek gerekir. Yani, öyle “AK Parti bir projedir” diye tekrarlayıp, sonra, Türkiye’nin dış politikası yanlış, demenin bir anlamı yoktur. Zaten öyle olacaktır. AK Parti neyin projesidir? Değil mi?

Eski bir MİT başkanı, 1980 öncesinde, MİT’in, CIA’nın bir ofisi olduğunu söylemişti. Doğru olduğu kesindir.

Öyle ise Türk dışişlerinin de, bugünlerde, bir ABD ofisi olmanın ötesinde bir anlamı olabilir mi? Böyle ise, nasıl bir dış politikası olmasını umarsınız? Acaba, TC devleti, Saray, ABD’den bağımsız bir tek dış politika hamlesi yapmakta mıdır? Öyle ise, neden her fırsatta paralar verip, Amerikan gazetelerinde makale yayınlayıp, biat tazeliyorlar?

ABD, TC devletini bir tetikçi olarak kullanmaktadır.

Tetikçilik görevi, TC devleti tarafından, Saray Rejimi tarafından büyük bir şevkle yerine getirilmek istenmektedir.

Ve elbette ABD hegemonyası çözüldükçe, onun tetikçisinin politikaları da çökmektedir.

Şimdi, günümüze, güncele gelebiliriz.

Maddeler şeklinde tartışmak daha uygun olacaktır.

1
TC devletinin Suriye politikası çökmüştür. Çünkü, onun kendine ait politikası, eğer “Emevi camiinde öğlen namazı kılmak” gibi yüksek perdeden propagandalarla anlatılmayacaksa, zaten yoktur. Bu politika ABD politikası idi.

ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan birlikte, Suriye’yi diz çöktürmek için savaş başlatmışlardır. Bu savaş, ABD koordinasyonundaydı. Suudi Arabistan ve Katar, para ile finansmanı sağlayacaktı, TC ile İsrail, eğitim, lojistik destek, silah tedariği vb. işleri hâlledecekti. Öyle de oldu. Bu konuda en çok hevesli olan Saray Rejimi, TC devleti idi. Osmanlı topraklarını yeniden almak hayali de işin içine katılınca, “Emevi camiinde” namaz kılmak, sünnet olmaktan çıkıp bir anda farz hâline geldi. Kim tutar TC devletini? Erdoğan ve Davutoğlu, el ele hücuma geçtiler, istikamet Emevi camii, gelsin dolarlar.

Ama işler öyle gitmedi. ABD’nin başını çektiği cephe başarıya ulaşamadı. Böylece tetikçinin tek kârı, yağma-rant ve savaş ekonomisi çerçevesinde kazanılan paralar oldu. Evet, burjuvazi, tatlı kârı, kanlı kârı da tatmış oldu.

TC devleti, IŞİD’e silah sattı. Peker, bunu açıkça ifade etti. Ama daha öncesinden de bu biliniyor. SADAT adlı örgütlenme ile hamleler yapılmaya başlandı. Böylece ABD adına tetikçilik yapanlar, ceplerini doldurmanın ana hedef olduğu bir savaşı ortaya koymaya başladılar. Savaş ekonomisi bunu gerektiriyordu.

2
Bu durum, tetikçi ile efendi arasında bazı sorunlar ortaya çıkardı. Rus uçağının düşürülmesi ile TC devleti, aslında cephede zor durumda olduğunu anlamaya başladı. Kuyruğu yakalanmış olan tetikçi, başı ABD’li efendilerini dinlerken, giderek hareketsiz kalmaya başladı. Rusya, o kuyruğu bırakmaya niyetli değil.

Böylece ünlü, “ABD ile Rusya arasında dans” politikası keşfedilmiş oldu. Aslında, başı ayrı, kuyruğu ayrı güçlerin elinde olan bir vücudun acı kıpırdanışıdır bu, ama dans olarak ortaya kondu. Dış politika, ne de olsa “diplomatik” bir alandır ve birçok şeye farklı isimler konulması, diplomatik “zekâ”nın ürünü olmalıdır.

TC devleti, zora girdikçe, ABD emirleri çerçevesinde yeni hamleler yapmaya, savaşı yaymak isteyen ABD’nin dediklerine daha fazla sarılmaya başlamıştır. Libya, Ege Denizi, Akdeniz, Kafkaslar, Ukrayna, Balkanlar vb. bu alanların her birinde ABD adına, tetikçilik yapmıştır, yapmaktadır. Böylece ABD, ucuza adam çalıştıran bir efendi olarak güvenli mesafede durmayı başarmaktadır. Burnu pisliğe batan TC devleti olmaktadır. Buna ABD açısından bir dış politika denilebilir, ama TC açısından “dış politika” denilebilir mi?

Sanrım, gelen durumu bu biçimde özetlemek mümkündür.

İşte bu çerçeve içinde son ay içinde epeyce gelişme ortaya çıktı.

Bir soru sormak mümkündür: Çöküş, acaba “basitleşme” midir?

“Basitleşme”, sadeleşmek anlamında değil, alelâde olmak, düzeysizleşmek anlamındadır. Acaba, çöküş, zorunlu olarak bir “basitleşme” midir? Çöküşte, düzey, dibi, en dibi bulmak zorunda mıdır?

Büyük dans ustası Erdoğan, BM toplantısı için, ABD’ye gitti. İki cepheden saldırı yapar gibi, “diplomatik” gösteri planlandı. İlk cephede, 500 araçlık, içlerinde zırhlı araçlar bulunan, Türkiye’den kargo uçakları ile ABD’ye taşınan bir konvoy ile geçit yapıldı. Muhtemeldir ki, komik karşılanmıştır. Bu güç gösterisi, “müthiş” diplomatik atak olarak ele alınmış olmalıdır. Ama üzerinden bir süre geçti ve sanırım şu an, Erdoğan dahil hiçbiri, böylesi bir gösterinin “başarılı bir çıkartma” olmadığını düşünmektedir. Gelecek sefer, zırhlı araçları kargo uçakları ile taşımak yerine, top güllesi atan araçları ve tankları devreye sokmalarını öneririz.

Bu ilk cephedeki gösterinin mimarları acaba kimlerdir? Bunun tümünü Erdoğan akıl etmemiş gibidir. Acaba bu “diplomatik” buluşun sahipleri, mesela Biden ile Erdoğan görüşmesine, neden tüm TC devlet kadrolarını seyirci-destekçi olarak almamışlardır da, bir tek Merve Kavakçı’nın kızının görüşmeye girmesini onaylamışlardır. Oldu mu şimdi? Bu kadar “basitleşme” oldu mu? Soylu’ya sorarsak, “TC bir çadır devleti değildir” diyecektir. Ama pekâlâ “çadır devletinin” bir dış politikası olabilir.

Merve Kavakçı’nın adını bilmediğimiz kızı, bu görüşmenin tek tanığıdır. Erdoğan, bu görüşmede, 3 ABD’liye karşı tek başına “savunma” yapmıştır. Zaten savunacağı konular da kendisi ve ailesi ile ilgili dosyalardır. Yarın bu kişi, Merve Kavakçı’nın kızı, kalkıp görüşme tutanaklarını açıklamaya kalkarsa ne olur? Acaba bu görüşme, bu kişinin büyük kariyerinin garantisi olabilir mi? Kimselere güvenmeyen “asrın lideri”, bu hataya nasıl düşmüştür? Bahçeli’nin tarzı ile soracak olursak, “bunu yaparak ne yapmak istemiştir?”

500 kişilik zırhlı araçlı konvoy, “basitleşme”dir.

İtibardan tasarruf olmaz anlayışının, diplomatik alandaki sonucu budur. Tetikçi, ancak bunu yapabilmektedir. Oysa “onurlu” bir tetikçi (tetikçide onur mu olur), hiç değilse, bu 500 araçlık konvoyun içinde ses düzeni kurar ve dün kendisine verilen emirleri tek tek anlatacağını söyleyerek Biden ile görüşme koparmanın bir yolunu bulmayı denerdi.

İkinci çıkartma cephesi, Times meydanı olmuştur. “asrın lideri” bir kitap yazdırmıştır. Kitabın yazarını ayarlayan, projeyi ortaya koyan değilse bile uygulayan İletişim Başkanı olmalıdır. Kitapsız lider olmaktan kurtuluş yolu bulunmuş ve “kitaplı lider” olarak ortaya çıkmıştır. Ali Erbaş, kendisine kitap yazdırılan yeni “kitaplı lideri” kutsamak üzere geziye katılmıştır. Elbette Emine Hanım da, kitaplı olmalı idi ve o da kitap yazdı. Yazdırılan bu kitapların reklamları, araçlara giydirildi ve meydanda dolaştırıldı. Böylece, Amerikalı insanların bu kitap yazmış adama, tetikçi diye bakmalarının hata olacağını anlayıp bunu Biden’a aktaracakları sanılmış olmalıdır.

“Basitleşme”, çaresizlik içinde mi ortaya çıkar? Sanmıyorum. Birçok insan en çaresiz anlarında bile, “basitleşme”ye düşmeden varlığını sürdürebilir, dimdik ölebilir. Demek bunlar o cins insanlardan değil. Tetikçilik, çöküş anında, “basitleşme” gösterilerine dönüşmektedir.

Yoksa, bu olaylara, bu olup bitene, diplomatik bir üslup içinde, dış politika demek, oldukça zor olsa gerek.

Erdoğan, ABD’de, Meclis Başkanı ile ve BBP başkanı ile görüşmüştür. Ali Erbaş’ın duaları ancak buna yetmiştir. Kendi beslemesi olan basın mensupları bile, görevlerinden çok alışveriş ile ilgilenmişlerdir. Ne de olsa dolar sahibidirler. Yanlış oldu, bu gazetecilerin sahipleri dolarlara sahiptir.

Erdoğan, ABD’den dönerken, Biden’a açık olarak küsmüştür. Kendisi bir “görüntü”, bir poz bile alamamıştır ve aslında tümü iç politika için yapılan bu gösterilere Biden’ın pozunun eklenmemiş olması, küsülecek bir konudur.

Duygusaldır ve artık “kitaplı” bir liderdir, küsmek onun en doğal hakkıdır. “Kitapsız lider” olma hâline son vermiş bir kişinin, beklediği ilgiyi görmemesi, çocuklar için bile bir küsme nedeni değil midir?

Bu küskünlük içinde, “Kardeşim Putin’den anlayış bekliyorum” demiştir. Uygundur. Türkiye’nin, ABD ve Rusya arasında, her ikisini de kullanmak üzerine kurulu dış politikaya sahip olduğunu söyleyen, bunu ister başarılı bulan, ister başarısız bulan kesimler için, “asrın lideri”nin manevrası, son derece uygundur.

Putin’e gidilmiştir.

Görüşmenin baş başa yapılması talep edilmiştir.

Anlayış gösteren Putin, kendi raportörünü yanına alarak, baş başa görüşmüştür. Görüşmeden sonra bir açıklama yapılmamış, ama bir poz basına yansımıştır. Rus basını, bu pozdaki Erdoğan duruşunu “korku hâli” olarak yorumlamıştır.

Önüne Suriye’den çıkış talebi önceden konmuştu. Erdoğan, iyi ama bir küçük zafer kazanarak çıkayım, demiş olmalıdır.

Muhtemelen Erdoğan S-400’leri alacağız demiştir, devamı gelecek demiştir ve Putin muhtemelen, sizinle ortak füze üretelim demiştir. Diplomatlara sormalı, bu “soğuk Rus esprileri”nden biri midir? Yoksa, Putin, Erdoğan’a bu kadar mı güvenmektedir?

Hepsi, iç politika ile ilgili midir? Diyelim öyle ise, o zaman TC devletinin dış politikası başarılı/başarısız demenin ne anlamı vardır?

Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmak için, acaba, Suriye’de bir savaş hamlesi yapmak çözüm olabilir mi? Savaş hamlesi, Erdoğan’a bir seçim kazandırır mı?

Sorarken bile yorucu geliyor. Savaş senaryoları seçimleri iptal etmek, yapmamak için bir bahane olabilir. Başka bir sonuç üretmez. Çöküş hâlidir ve ABD’de, Rusya’da, Türkiye içine “itibar” gösterisi yapmak, “basitleşmek”tir. Buradan “itibar” çıkmaz. Bu, gerçeklikten kopma hâlidir ve bazı dostlarımızın söylediği gibi, sadece Erdoğan’a özgü değildir. Öyle olmuş olsa idi, buna “çöküş” demek mümkün olmazdı. Tüm Saray, tüm devlet yönetimi gerçeklikten kopmuş hâldedir. Bu durumda en iyi vakit geçirme aracı, afyon olmalıdır.

Bu nedenle, onlar Erdoğan sonrasını tartışıyor. Biz ise Erdoğan sonrasını değil, yeni bir dünyanın kuruluşunu, devrimi, sosyalist devrimi örgütlemeyi tartışıyoruz. Hep Saray’a, hep “tepelere” bakmak, insanı kör ediyor olmalıdır. Bu nedenle “basitleşme” kavranmıyor.

Eğer Erdoğan, Saray Rejimi, seçimleri erteleyecek ise, bunun için bir savaş çıkartacaksa, Irak’a dönük bir tantanalı savaşın önünde engel yoktur. Bu nedenle, Saray Rejimi’ne karşı “muhalefet” yapmak ile, “devleti kurtarmayı” akıllarına koymuş olan “muhalefet”, CHP ve İYİ Parti, mecliste tezkerelere “hayır” oyu vermelidir. Ama öyle yapmazlar.

Beş general, Suriye’de savaşmanın olanaksızlığını ileri sürerek istifa etmiştir. Akar, bu beş istifayı yalanlamış, 2 tanesinin istifasını kabul etmiştir. Bu generallerin, “yaralılarımızı tedavi ettiremediğimiz bir yerde savaşamayız” demekte oldukları, İYİ Partili yöneticiler tarafından açıklanmaktadır.

Putin ile görüşmeden önce, Suriye ve Rusya bombardımanlarına karşı kendilerini koruyamayan IŞİD’ci çetelerin, Türkiye’nin kendilerini korumasını talep edip Türk askerlerine saldırdıkları söylenmektedir. Bu konuda kayıplar olduğu bilinmektedir. TC devleti, bu sahaya, daha fazla SADAT elemanı sokmak istemektedir. SADAT, ülke içindeki bazı kamplarını, Suriye’de işgal bölgelerine taşımıştır. Söylenen budur.

ABD ordusundan bir yetkili Matt Powers, SADAT ve Adnan Tanrıverdi ile ilgili bir makale yayınlamıştır. Makaleyi yayınlayan site, bunun yazarın kişisel görüşlerini içerdiğini söylemiştir. Bir ordu mensubunun, hem de adı Matt Powers olan birinin, kendi görüşlerinin böyle yayınlanması rastlantı değildir.

Türkiye bataktadır ve ABD’den çıkış yolu beklemektedir. Ama iş o kadar kolay değildir ve ABD’nin tetikçilerine sadakati yoktur. Savaş zorlaştıkça, SADAT gibi güçleri devreye sokan TC devleti, bir çıkış bulamamaktadır. Bunun için Erdoğan, Suriye’de operasyondan söz etmektedir. Öyle anlaşılıyor, SADAT’a daha fazla kapı aralanmaktadır. Metin Külünk’ün bu konuda özel çalışmalar yaptığı söylenmektedir. Perinçek grubunun SADAT ile bağları geliştirdiği söylenmektedir. Doğrusu bu söylenenlerin ne kadar doğru olduğunu anlamak için çok beklemeye gerek kalmayacağını düşünüyoruz.

IŞİD’e silah tedarik eden TC devleti, bugün de bu çetelerle bağlarını sürdürmektedir.

Saray, ABD’den onay almak isteğindedir. “Sen daha birkaç yıl yerinde kalacaksın” densin yeterlidir.

Bu nedenle, Murat Mercan, Türkiye’nin yeni Washington büyükelçisi, bir makale yayınlamıştır. Mercan bu makalesinde, diplomatik “basitleşme”nin en güzel örneklerinden birini sunmaktadır. Nasıl ki Erdoğan, bir makale yayınlayarak, “bize destek verin Suriye’yi toptan alalım” demekte idiyse, aynı tarzda Murat Mercan, tetikçilik görevinde ne kadar hevesli olduklarını söylemektedir. Açık ve net bir dille. Mercan, sadece Suriye’den değil, Ukrayna’dan, Kafkaslardan, Libya’dan, Türk Cumhuriyetlerinden vb. söz etmektedir. Açıkça, NATO’nun Rusya ve Çin’e karşı savaşı için, Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu anlatmakta, Türkiye’nin de bu konuda görev almakta hevesli, istekli olduğunu bildirmektedir.

Demek, Saray artık pazarlık yapmasını da bilmiyor; yalvarıyor. Çöküş hâli, basitleşmenin değişik örneklerini sunar diyebiliriz.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için, her adımı atmaktadır. Saray Rejimi, elbette ABD onayının, efendinin onayının çok önemli olduğu konusunda bir fikre, bilgiye sahiptir. Bu nedenle, kendisinin desteklenmesini istemektedir.

Dün, “süpürmeyin kullanın” vurgusu, başkası tarafından bir tutundurma-reklam çalışması olarak yapılıyordu. Malı satmak için her yol mübahtır. Bugün, bizzat iktidarın kendisi, kendini pazarlamak için, reklam-tutundurma çalışması yapmaktadır. Böyle olunca, iş “profesyonel” tarzda yapılamaz hâle gelmiştir. Kişinin kendisini “sunması” her zaman “basitleştirme” potansiyeline sahip, riskli bir iştir.

Ekim Devrimi: Geçmiş değil, geleceğin bugünü*

“yumuşak ve derin
sesiyle Lenin:
‘dün erkendi, yarın geç
zaman tamam bugün,’ dedi.
yağlı çarklılarla yağlı işçiler:
‘bugün!’ dedi.”[1]

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Yeryüzünde en çok tartışılan bir sözcük varsa, o da sosyalizmdir,” vurgusuyla eklediği, “Tarihin yörüngesi, en ufak ikircikliğe yer bırakmayacak ölçüde işçi sınıfının yörüngesine girmiştir,” saptamasına “itiraz eden” (güncellenmiş Ferdinand Lassalle’cı, Eduard Bernstein’cı, Karl Kautsky’ci) post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokratların düşünülenden de fazla olduğu bir “Fetret Devri”nden geçiyoruz.

Ignazio Silone’nin, yoldaşı Palmiro Togliatti’ye söylediği gibi, “Nihai mücadele komünistler ile eski komünistler arasında olacak”ken; bir kez daha Ekim Devrimi’nin, geçmiş değil, geleceğin bugünü olduğunu anımsayıp/anımsatmak çok önemdir.

Malûm: Ekim Devrimi tüm dünyanın işçi ve emekçileri için büyük bir kurtuluş ışığı olmakla kalmadı, aynı zamanda, işçi hareketi içindeki oportünist-reformist akımların ihanetçi doğasını da tüm çıplaklığıyla açığa çıkardı.

Marksist görüşler en kaba çarpıtmalardan geçirilip, devrimci özü boşaltılmış ve bu hâliyle II. Enternasyonal’in elinde işçi sınıfını uyutmanın ve aldatmanın bir aracı hâline gelmişti. Ekim Devrimi Marksizm-Leninizmin devrimci doğasının altını kalın çizgilerle çizerek onun bir devrimci eylem kılavuzu olduğunu ve işçi sınıfının yegâne bilimsel dünya görüşü olabileceğini pratikte de kanıtlamış oldu, oluyor, olacak da…

Kolay mı?

  1. İ. Lenin’in, “Kimi zaman on yıllar boyu hiçbir şey olmaz, bazen de birkaç haftaya on yıllar sığar,” saptamasıyla müsemma devrimin güncelliği fikrine ihanet edenlerden değilseniz; -tekrarlayalım!- Ekim Devrimi, geçmiş falan değil, geleceğin bugünüdür.

“Nasıl” mı?

“Devrimin ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, belli bir sınıfın isteğine bağlı değildir; ama yığınlar içerisinde yürütülen devrimci çalışma hiçbir zaman boşa gitmez. Yığınları sosyalizmin zaferine hazırlayan tek eylem türü budur”[2] da ondan…

Hayır, Ekim Devrimi bizim için bir gençlik nostaljisi olmadığı gibi, “Bizim kuşak için Sovyet Devrimi önemliydi. Onunla ilgili her yıl dönümünde dergilerde yazılar çıkar, panellerde konuşulurdu. Süreçte tasfiye edilmiş olsa da insanlığın yüce ideallerine deneyim olarak katkısı bakidir,”[3] türünde bir deneyim değil; bir ilkeler toplamına denk düşen kılavuzdur; devrimci ideolojidir.

Altını ısrarla çizmeliyim. Çünkü “İdeoloji, dayandığı koşulları, temelini ve anlamını bilmeyen (fark edemeyen); eylem ile akli bir ilişki kuramamış hâlde bulunan yani sonuçsuz olan ya da sonuçları, tahmin ve bekleyişlerden ayrı bir doğrultuya yönelen bir teoridir. Ya da soyutlamalar, eksik ve bozucu tasarımlar ve fetişizmler gibi araçlar kullanarak özel bir çıkarı (bir sınıfın çıkarını) genelleştiren bir teoridir…”

“İdeoloji, dünyaya görüş ve yaşama biçimi sağlar [verir]; yani -belli bir noktaya kadar- bir praksis sağlar; hem yanıltıcı ve etkileyici [müessir] hem hayale dayanan gerçek ve bir praksis’tir bu.”[4]

“Diyalektik materyalizm işte bu bilincin ifadesi ve aracı olmaya soyunur.”[5]

Ekim Devrimi, ideolojik bir devrimci praksistir ve ahlâktır; hem de V. İ. Lenin’in ifadesindeki üzere:

“Biz, bizim ahlâkımızın proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarına tümüyle bağlı olduğunu söylüyoruz. Bizim ahlâkımız, proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarından kaynaklanır. (…)

“Biz şöyle diyoruz: ahlâk, eski sömürü toplumunu yıkmaya ve tüm emekçi halkı yeni ve komünist bir toplum kurmakta olan proletaryanın çevresinde birleştirmeye hizmet eden şeydir.

“Komünist için tüm ahlâk; bu sağlam, birleşmiş disiplinde ve sömürücülere karşı bilinçli mücadelede yatar. Biz, önsüz ve sonsuz bir ahlâka inanmıyoruz ve ahlâka ilişkin tüm masalların hilekârlığını teşhir ediyoruz. Ahlâk, insan toplumunun daha yüksek bir düzeye çıkmasına ve emek sömürüsünden kurtulmasına yardımcı olma amacına hizmet eder.”

Bu kadar da değil; Ekim Devrimi günceldir; hem de sürdürülemez kapitalizmin bugünlerinde!

Bugünler; “Çağımızın çalışma yüzyılı olduğu söyleniyor; aslında acının, sefaletin ve çürümenin yüzyılı”[6] saptaması her gün doğrulanırken, normal hâle geliyor… Tünelin ucu göründü…

Max Horkheimer’ın, “İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur,” saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan sürdürülemez kapitalizmin çökmekte olduğunu söylemek abartı olur. Bunun yerine, yönetilmesi giderek zorlaşan yıkıcı sonuçlar ürettiğini söylemek daha doğrudur…

Örneğin yıkım biçimlerinin başında iklim değişikliği geliyor…

Sürecin kaçınılmaz sonucu olan kaotik iklim değişikliği, büyüyen ekolojik Marksistler okulu da dahil olmak üzere bilim insanları ve militanlar tarafından uzun zamandır öngörülmekteydi. Şimdiyse bizzat yaşıyoruz…

Arjantinli Marksist Filozof Natalia Romé’nin “barbarlığın normalleşmesi” dediği, toplumun tüm gözeneklerine nüfuz eden şeyi görüyoruz. Büyük radikal eleştirmen Walter Benjamin’in İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden hemen sonra belirttiği gibi: “Yaşadığımız olağanüstü hâl istisna değil, kuraldır.”

Felakete en sistematik biçimde değinen Theodor Adorno’ydu ve şöyle diyordu: “Dünya ruhu… kalıcı bir felaket olarak tanımlanmalıdır.”[7]

Bu tabloda “Her zamanki gibi soru şu: Ne yapılmalı?” diyen Alex Callinicos’un yanıtı, “Eğer kapitalizm felaketse, kendimizi ve çocuklarımızı güvende tutmanın tek yolu ondan kurtulmaktır,”[8] olurken yeniden Ekim Devrimi’nin ütopyası gündemimiz olup çıkıyor.

Gerçekten de “Dünyanın bir amaçlar dünyasından tümüyle bir araçlar dünyasına dönüşmesi, üretim yöntemlerinin tarihsel gelişmesinin bir sonucudur,” vurgusuyla Max Horkheimer’ın, “İnsanlar, ancak üretime karşı çıkarak, insana yaraşan bir başka üretim düzeni getirebilirler,” diye ifade ettiği bir eşikteyiz.

Ya imkânları değerlendireceğiz ya da yabancılaşmanın/yıkımın kollarında tükeneceğiz.

“Bugün ütopyaya giden yolda en büyük engel, toplumsal iktidar makinesinin ezici ağırlığı ile atomlaşmış kitlelerin güçsüzlüğü arasındaki oransızlıktır.”[9]

Ütopyasızlaşma sürecinin aşılması “olmazsa olmaz”ken; sınıf mücadelesine Ernest Bloch’un “Umut İlkesi” ile müdahale etmek, pratikte “mümkün olmadığı düşünülen çözümlerin mümkün olduğunu göstermek” ve bu yeni denge üzerinden de daha iyi bir dünya, ülke, toplum ütopyasına doğru atılım yapmak gerek.

Bu hâlâ mümkün; çünkü bugünlerde de “Sosyalizmden Korkuyorlar”[10] saptaması bir realite; hem de “Dünyanın Altüst Olduğu Gün”e rağmen!

Kim ne derse desin; Rusya’daki 1917 Devrim süreci öylesine muazzam toplumsal altüst oluşlara yol açmış, öylesine baş döndürücü bir hızla gelişmiş ve siyasal arenadaki sınıfsal güç dengelerini öylesine ani ve keskin bir değişime uğratmıştır ki, şu ana değin tarih, benzeri bir durumu daha sayfalarına kaydetmemiştir.

1917’de dünyayı sarsan kızıl fırtına, tarih nehrinin yatağını değiştirdi. Dünyanın tüm ezilenleri bu fırtınanın yarattığı umudun etkisi altına girdiler. Ekim Devrimi toplumun içine itildiği karanlığı yırtmış, dünyanın tüm ezilenlerinin umudu hâline gelmişti. Ekim Devrimi gösteriyor ki bugün dünyanın içinde bulunduğu karanlık da sonsuza kadar hüküm sürmeyecek, insanlık bu darboğazdan da çıkacaktır.

Kolay mı?

Bir kez daha küresel ölçekte büyük toplumsal sarsıntıların, siyasal çalkantıların, yani özetle keskinleşen sınıf mücadelelerinin yaşanacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünde onun dersleri bize başka her şeyden fazla ışık tutuyor. Yeni Ekimler yaratabilmenin yolu ise bu tarihsel dersleri layıkıyla özümsemekten geçiyor.

1917’nin başarısının temelinde işçi sınıfına kılavuzluk etme yeteneğindeki devrimci bir partinin, yani Bolşevik Parti’nin varlığı yatıyordu.

Bolşevik önderliğin başarısının en önemli nedenlerinden birisi onun katıksız enternasyonalizmi idi. Bu proleter enternasyonalist anlayış Bolşevikler tarafından örnek bir azimle hayata geçirilmiş ve geniş işçi sınıfı kitlelerine mal edilmişti.

İşçi sınıfının kurtuluşunun ulusal değil uluslararası bir dava olduğu Marksizmin kurucuları tarafından daha en başından beri ilkesel olarak ortaya konmuştu. Manifesto, “İşçilerin vatanı yoktur,” diyor ve “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” şiarıyla bitiyordu.

Bunları bugünlerde yine ve yeniden anımsamalı/anımsatmalıyız!

“NASIL” MI?

“Nasıl” mı?

Süreklilik içindeki devrimci kopuş ısrarıyla; ancak asla pişman olmadan; üstenci teorisist lafazanlığa esir olmadan ve sonra da…

Ludwig Wittgenstein’ın, “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir”…

  1. İ. Lenin’in, “Halkın davası profesörlere emanet edilirse, kaybedilir”…

Max Horkheimer, “Teori ancak pratiğe hizmet ediyorsa gerçek anlamda teoridir”…

Friedrich Engels’in, “Kısacası, ‘akademik eğitimliler’, toplamda işçilerden öğrenecekleri şeylerin, işçilerin onlardan öğreneceklerinden çok daha fazla olduğunu anlamalılar”…

Mao Zedong’un, “Felsefeyi, filozofların, konferans salonlarının ve ders kitaplarının cenderesinden kurtaralım ve kitlelerin elinde güçlü bir silah hâline getirelim”…

Gabriel García Márquez’in, “İnsanlar yaşlandıkları için düşlerinin peşinden gitmekten vazgeçmezler. Düşlerinin peşinden gitmekten vazgeçtikleri için yaşlanırlar”…

Fidel Castro’nun, “Size sundukları ve kabul ettiğiniz her baştan çıkarma için sizden geleceğinizin bir parçasını alırlar”…

Zabel Yesayan’ın, “Ne olursa olsun ümitsizliğe kapılmamak lazım. Kıvılcımları harlamak gerekir ki, bizi boğan bu karanlık dağılsın”…

Fyodor Dostoyevski’nin, “En büyük, en dahi, en hatasız eleştirmen zamandır”…[11]

Ulrike Meinhof’un, “Sonunda dünyayı mutlaka değiştireceğiz,” uyarılarını “es” geçmeden!

Lâkin “es” geçenler hâlâ bir hayli çok; “Milyonlarca halk bedenen, ruhen, fikren ve ahlâken çürüyor da, hiç kimse bu kokuşmuşluğu görmüyor,”[12] saptamasındaki ve “Artık pek az insan asi olmak istiyor. Ve bu azınlık içinde çoğu, benim gibi çok kolay korkuya kapılıyor,”[13] itirafındaki gibi…

Onları “pişman olanlar, vazgeçenler” diye niteliyor ve Ulrike Meinhof’dan aktarıyorum: “Ya sorunun bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu kadar basit bu ve yine de çok zor.”

Bu konuda (binlercesinden) bir örnek “Sosyalist siyasi hareket içinde yıllarını Sovyetik bir çizgide eylemlilik içinde (TKP’de) geçirmiş biri olarak olayların sıcaklığından çıkıp, soğukkanlı bir şekilde geçmişteki yaşanmışlıkları değerlendirdiğim yıllarda, pek çok gerçekle yüzleşmiştim. TKP’nin devrime uzak durması SSCB’nin politikası”[14] ifadesiyle şunları diyen Yalçın Ergündoğan:

“Yıkıcı hizip ilan edilen İşçinin Sesi yanlısı TKP üyeleri, ülke içinde ve dışında yer yer güç ve zor kullanılarak partiden uzaklaştırıldı. (Bugün irdelerken gerçeği daha net görebiliyorum. O günkü ortamda ben de bu tasfiyeye sessiz kalmıştım. Sessiz kalınmasa da; bir Sovyetik KP’de sonucun değiştirilmesi mümkün değildi.)”[15]

“Mücadelenin çekiciliği ve ritmi içinde pek çok şeyi sorgulama imkânını da bulamadık. Buna kendimizi de zorlamadık doğrusu. Sonradan kendimizi içinde bulduğumuz örgütlü yapılar da buna imkân verir nitelikte olmadı hiçbir kesimde… İş işten geçtikten sonra anladık ki, (anlamayanlar hâlâ çok) SSCB tamamen bir ‘milli devlet’ imiş. Ulusal çıkarları neyi gerektirirse onu politika edinirmiş. Her ülkedeki ‘tek KP’ de o politikaları takip edermiş… Bu yüzleşmemle ancak şimdi komünist oldum.”[16]

“Komünist olmak” bu kadar da kolaymış?!

Ya 29 Ağustos 1980’de İzmir Karabağlar’da kurşunlanıp katledilen İnanç Seçic? Ve sonrası?!

Burada duruyorum; olanaklarından sonuna kadar faydalanıp, gemi “battığında”(!) “Sovyetik KP”, “milli devlet SSCB” deyip işin içinden sıyrılmak mı? Hiç de inandırıcı değil!

Ellerinizi bu kadar kolay yıkayamazsınız?

“Geç(me)miş”iniz bugünkü “normal”inizin(?) bir parçasıdır.

“Neyin normal olduğuna kim karar veriyor? Ayrıca normal olan neden iyi olmak zorunda? Normal her zaman iyi değildir. Bir zamanlar kölelik normaldi. O zaman köleler kaçmak istediğinde psikologlar onları kalmaya mı ikna edecekti?”[17]

O hâlde not edin; unutmayın: “Pişman olanlardan, üstenci teorisist lafazanlar” tarihi sadece yorumlayıp; yaratamayanlardır.

Bunun için de -onlara ağır gelen!- Ekim Devrimi’nden pek hazzetmezler!

BUGÜNDEN ÖRNEKLER!

Bugün hâlâ Abraham Lincoln’un, ‘Ulusa Sesleniş’teki ifadesiyle, “Kölelik olmasa isyan da olmazdı, kölelik olmasa, isyan devam edemezdi,” biçiminde ifade ettiği gerçeklikle yüz yüzedir.

Yani ücretli köleliğin olduğu her yerde, şu ya da bu demeden veya “Öncelikli görev AKP rejimini yenmek,”[18] formülasyonuyla sınırlanmadan ya da gerekçeli(?) “Yetmez Ama Evet”cilikte[19] ısrar etmeden yol almak Ekim Devrimi çizgisini toplumsallaştırıp, sınıfa mal etmekle mümkündür.

Malum Ekim Devrimi üzerine dillendirilen soru(n)ların toplamı oldukça kabarık.

Bunlar her ne kadar, birkaç cümleyle yanıtlandırılması mümkün çarpıtmaların, “üstenci teorisist lafazanlar”ın soru(n)larıyken; hakikâtinden daha geniş spekülasyonlara yol açan öznelliklerden öte anlam taşımayan hafifliklerdir.

Sözünü ettiğim hafifliklerin “sosyalizm anlayışı”nda(?!) üretim ilişkileri ve mülkiyetin sınıfsal karakteri pek önemli değildir. Sınıfın gerçeğinden ise, “eskidiği gerekçesi”yle(?!) söz dahi edilmez…

Oysa biz Ekimciler, “İşçilerin kurtuluşu insanlığın kurtuluşunu içerir, çünkü işçinin üretimle ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü vardır,”[20] deyip, 19 Mayıs 1849’da Karl Marx’ın, “Merhamet duymuyoruz ve sizden de merhamet beklemiyoruz,” sözlerinin sınıfsal bir “olmazsa olmaz”lık olduğunu hatırlatırız.

Öznel hafifliklere göre “devrim yapmak, pek de zor bir iş değil”dir!

Seçime katılıp, seçilirsin; eskisinden daha iyi, “demokratik” bir anayasa mücadelesi verirsin; “kötü”süne karşı “iyi” burjuvaların bir kesimiyle “radikal demokrasi” uğruna Chantal Mouffe’cu olursun; “demokratik özerklik” illüzyonlarına sarılırsın; emperyalizm teorisini “arkaik” ilan edersin; vb.leri, vb.leri…

Ardından parlamenter yoldan reformlar vaadiyle, mülkiyetin sınıfsal karakterine ve burjuva devletin baskı aygıtlarına dokunmaksızın; yani V. İ. Lenin’in, “Devlet iktidarının bir sınıfın elinden diğerinin eline geçmesi, bir devrimin ilk, en önemli temel özelliğidir,” saptamasının etrafından dolandıktan sonra önüne “XXI. yüzyıl” sıfatını ekleyerek, “devrim(leri)” gerçekleştirilmiş oluverirsin!

Bunlar tarihin tanık olduğu illüzyonlardır!

Karl Marx ile Friedrich Engels döneminde Ferdinand Lassalle; sonrasında Eduard Bernstein; ardından da 1917’nin yeminli “eleştirmeni”(?) Karl Kautsky ve yakın dönemin “Avrupa Komünizmi”…

“Elveda proletarya”, “tarihin sonu” çığlıkları eşliğinde post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokratların gürültüsü…

Hepsinin ortak böleni devrimci Marksizmin (Marksizm-Leninizm) içini boşaltarak; üretim araçlarının özel mülkiyetine dokunmadan, devrimin güncelliği fikrinden vazgeçerek, işçi sınıfı ile partisinin tarihsel misyonunu inkârdan ibarettir. İlk yapmaları gereken ise Ekim Devrimi’ne saldırıdır; onlar da bugünlerde -yine- bunu yapıyorlar!

Hatırlayın Marksizmi redden Eduard Bernstein “demokrasi her şey” deyip, “sosyalizme tedrici ve parlamenter yolla geçiş projesi” ya da “liberal sosyalizm” kuramını(?) kotarmamış mıydı?

Marksizm-Leninizmin inkârı; öngördüğü devrim/sosyalizm anlayışının yani proletarya diktatörlüğünün, üretim araçlarının özel mülkiyetten toplumsal mülkiyete geçirilmesinin reddi değil miydi?

İşçi sınıfının ideolojisinin, Leninist parti anlayışının (düşünce + davranış bütünlüğü); sınıf mücadelesi gerekliliklerinin hasır altı edilip; sınıfın tarihsel rolünün sonunun ilanı değil midir?

“İyi de geriye kalan ne” mi?

Gayet basit: “Halkçılık”, “Katılımcı Demokrasi”, “Karma Ekonomi”, “Özerklik” vd.leri…

Toplumun “tümünü”(?) kapsayan, “adil halkçılık” onlar (yani post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokratlar) için yeterlidir!

Tıpkı Karl Marx’ın P. V. Anenkov’a 28 Aralık 1846 tarihli mektubundaki, “Biçimi ne olursa olsun, toplum, insanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte asla özgür değildirler. Üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, ticaretin ve tüketimin belirli bir biçimini bulursunuz. Üretimin, ticaretin ve tüketimin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, buna denk düşen bir toplumsal düzen, buna uygun bir aile, bir zümre veya sınıf örgütlenmesi, tek sözcükle, buna denk düşen bir ‘sivil toplum’ (société civile) bulursunuz. Böyle bir toplumu alırsanız, buna denk düşen ve aslında toplumun resmi görüntüsünden başkaca bir şey olmayan ‘politik devlet’i (état politique) bulursunuz,”[21] uyarısını kavrayamayan Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da Podemos, İngiltere’de Jeremy Corbyn, coğrafyamızda HDP ile “Yetmez ama evet”çi[22] Murat Belge’li, Ömer Laçiner’li “Birikim” örneklerindeki üzere…

Özetle hangi versiyonuyla, ekolüyle olursa olsun Karl Marx’ın, “Bilmek, ‘sağlıklı insan aklı’ ile algılanan gerçeklerin hiç de güvenilir olmadığını anlamakla başlar,” sözünü anımsatan onlar budur!

Ancak yine bugünlerde onlar içinde revaçta olan “radikal demokrat”lardır.

Burada bir parantez açıp -Emiliano Zapata’nın, “Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz… Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler,” uyarısı eşliğinde- Abdullah Öcalan’ın “demokratik modernite” paradigmasına uygun ideolojik hattın geliştirilmesini misyon edinen ‘Demokratik Modernite’ dergisinin, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları” başlıklı nüshasındaki Marksizm eleştirilerine değinerek ilerleyelim.[23]

Dergi özetle Marksist paradigmanın “devletçi”, “pozitivist”, “aydınlanmacı”, “ilerlemeci” ve “indirgemeci” olduğu; bu nedenle “kapitalist modernite”ye “soldan destek sunduğu” iddia ediliyor. Öcalan’ın “açtığı yeni ufkun” yeni bir “demokratik uygarlık paradigması” olduğu, böylece ilkel ve devletçi uygarlıklardan sonra tarihte “demokratik uygarlık” aşamasına geçilebileceği belirtiliyor.

“Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat” başlıklı makalesinde Abdullah Öcalan, “Çok zıddı geçinse de Marksist-Leninist geleneğin kapitalizme azımsanmayacak düzeyde materyal ve anlam hediye ettiğini”[24] iddia ediyor.

Aynı yazıda Marx’ın “Ekonomik altyapıyı tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmesi”nin “sosyalizmin başarılı olamayışının nedenlerinin başında” geldiği, onun kapitalist “sistemin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamadığı”[25] ve bu “ekonomik indirgemeciliğin” “eski uygarlık zihniyetini devam ettirdiğini”[26] ileri sürüyor.

Yine yöntem konusunda Öcalan, Marksizmin “Pozitivizmin en kaba materyalist biçimini bilimsellik olarak kabul ettiğini”, “kaba bir Darwincilikten öteye gidemediğini”, “katı bir determinizme kapıyı açık bıraktığını”,[27] bunun Marx’ın “kapitalizme en büyük katkısı”[28] olduğunu ifade ediyor.

Bütün bu tespitlerin ardındansa Öcalan; “Marx’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.”[29]

Mahmut Yamalak da, “Marksizme Kavramsal ve Kuramsal Bir Bakış” başlıklı yazısında benzer değerlendirmeler yapıp, Marksizmin “liberalizmin sol kanadı olmaktan öteye”[30] geçemediğini savunuyor.

Ayrıca Ahmet Cemal de Marksizmin “Liberal ideolojinin etkilerini tümden”[31] aşamadığını; Murat Satılmış “Zihniyeti araçsallaştırdığını”, indirgemeci “ekonomist bir zihniyete” sahip, “eklektik”, “kaderci”, “determinist”[32] bir düşünce olduğunu; Nurettin Amed ise Marksizm’in “Doğruları ve yanlışlarını sıralamaktan ziyade” sorunun “paradigmasal düzeyde olduğunu”[33] söylüyor.

Haydar Ergül, Marksizmin “devletçi uygarlığı aşamadığını”, temel çelişkiyi toplumun maddi temelinde ve sınıflar arasında görerek yanıldığını,[34] Cihan Bedewi de onun manevi ve ideolojik ilişkileri göz ardı eden “kaba materyalist” bir felsefe[35] olduğunu ileri sürüyor.

Bu konulara yazının ileri bölümlerinde değineceğim. Ancak söz konusu “iddialar” keşke Marksizm’in reddini konusunda Pierre-Joseph Proudhon’a Karl Marx’ın (Felsefenin Sefaleti[36]); Karl Eugen Dühring’e Friedrich Engels’in (Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor[37]); Aleksandr Bogdanov’a V. İ. Lenin’in (Materyalizm ve Ampiryokritisizm- Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar[38]); Eduard Bernstein’ın “tezleri”ne Rosa Luxemburg’un (Sosyal Reform mu Devrim mi?[39]); Karl Kautsky’ye V. İ. Lenin’in (Devlet ve İhtilal[40]) verdiği eleştirel yanıtlara veya Arif Koşar’ın (“Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”[41]) değerlendirmelerine daha derinlikli bakabilselerdi.

SYRIZA, PODEMOS, CORBYN’İ ÜZERİNE DÜŞÜNÜP, GÖRMEK

Bu tabloda Albert Camus’nün “Düşünmek, görmeyi yeniden öğrenmektir,” uyarısı doğrultusunda, Ekim Devrimi reddiyelerinin sarıldığı SYRIZA, Podemos, Jeremy Corbyn “alternatif”lerine(?!) değinmek “olmazsa olmaz”dır! Malum, “Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak,”[42] betimlemesi boşuna değildir Sevgi Soysal’ın…

Öncelik SYRIZA!

“HDP, SYRIZA’ya en çok benzeyen oluşumdur”;[43] “HDP SYRIZA’nın, Yunanistan’ın umudunun yanında”[44] denilen; SYRIZA Dış İlişkiler Sorumlusu Panos Trigazis’in de HDP’nin yanında durduklarını söylediği[45] günlerdi. Hemen herkes SYRIZA’cıydı.

Böyle bir kesitte “SYRIZA: Neydi? N’oldu?!”[46] başlıklı itiraz eleştirimi kaleme alınca, yine “Ortodoks Dinozor”lukla “yargılanmış”tım!

Aradan çok zaman geçmedi; post-modern balon patlayıverdi…

Örneğin Slavoj Zizek’e göre SYRIZA, sol popülizmin kapitalin gücü ya da kapitalist düzen karşısında düşmesindeki kaçınılmaz aczin itirafıydı.[47]

“SYRIZA Başkanı Yunanistan Başbakanı Çipras, tasarruf politikasını Avrupa Komisyonu ve Uluslararası Para Fonu’nun çıkarlarına hizmet etmek için kullanıyor” diyen Fransa Sol Parti lideri Jean-Luc Melenchon, Avrupa Komisyonu’nun emirlerine boyun eğmekle suçladığı SYRIZA’nın Avrupa Solu Partisi’nden (European Left) atılmasını istedi. Alman solu Melenchon’dan yana tavır aldı.[48]

‘The Guardian’daki yazısında Alexander Kazamias, “SYRIZA kendi ilkelerine ve Yunan halkına ihanet etti” deyip, Çipras’ın çizgisini “oportünizm” olarak adlandırdı.[49]

Yunanistan Eski Enerji Bakanı ve Halkın Birliği Partisi lideri Panagiotis Lafazanis ise, “SYRIZA açıkça halka ihanet etti,”[50]

Burada durup; İspanya’nın -eski sosyalistler, komünistler, Maoistler, Troçkistler, çevreciler ve kriz zedelerden oluşan- SYRIZA’nın ruh ikizi diye adlandırılan; ideoloğu Pablo Iglesias’ın, “Anayasa kadar devrimciyiz… Millileştirmeleri savunmuyorum,”[51] dediği postmodern/yeni solu Podemos’a göz atalım!

Öncelikle Oscar Reyes’in, “Yeni İspanyol solunun başarıları etkileyici olmaya devam ediyor,”[52] diye övgüyle bahsettiği “Öfkeliler Hareketi” olarak da bilinen 15M hareketi doğdu. Bu, 15 Mayıs 2011 tarihinde yapılan bir gösteriyle şekillenen, farklı kolektiflerden oluşan bir halk hareketiydi.

Söz konusu hareketten ve geleneksel partileri destekleyen gençlerin bu partileri terk etmeleriyle 2014’te Podemos Partisi ortaya çıktı. ‘Podemos/ Yapabiliriz’ iki yılda İspanya’da üçüncü politik gücüne dönüştü.

Podemos’un “Rock Yıldızı” gibi diye nitelenen lideri “Oğullarına sosyalist işçi partisinin tarihi kurucusu Pablo Iglesias’ın adını veren bir akademisyen baba ile sendika avukatı bir anneyle büyüyüp, 14 yaşındayken komünist parti gençlik koluna yazılmıştı… Üniversitede hukuk, siyasal bilgiler okuduktan sonra akademisyen olmuştu.

“Küpesi, atkuyruğu, kollarını sıvadığı gömlekleri, blucin pantolonlarıyla ‘tarz’ yaratan ve İspanyol politikasının ‘ikonu’ hâline gelen Iglesias’sız Podemos mucizesini düşünmek mümkün değildi.”[53]

“Iglesias, bildiğimiz, gördüğümüz başka politikacılara benzemiyor. 2010’lar başında ‘Tuerka’ adında fenomen bir TV programını yönetene dek, Madrid Complutense Üniversitesi’nde siyaset bilimi hocalığı yapan ‘at kuyruklu’ lider; Gramsci, Laclau, Mouffe, Negri, Zizek gibi düşünürlerin fikirleri etrafında toplanan, kendisi gibi akademisyen bir ekiple Podemos’un fitilini ateşlemiş…

‘Liderliğin yüzde 95’ini görsel-işitsel/audiovizuel yetenek’ diye özetleyen bu genç, postmodern lider; ‘yeni siyaset’, ‘yeni liderlik anlayışının’ örnek bir reçetesi gibi…”[54] diye ambalajlanan Iglesias’ın ne olduğu kendini anlattığı şu satırlarda gizliydi:

“Dedem (Franco döneminde) ölüm cezasına çarptırıldı ve 5 yıl hapis yattı. Büyükannelerim iç savaşta yenilenlerin aşağılanmasını yaşadı. Babam hapiste süründü. Annem yeraltında siyaset yapmaya mecbur kaldı. Benim yenilgiye artık tahammülüm yok. Yıllarımı bu yüzden siyaseten nasıl kazanabileceğimizi düşünmeye verdim…”[55]

“Yeni solun rock yıldızı”nın amacı doğrultusunda yapamayacağı hiçbir şey yoktu ve her şeyi de yaptı! Mesela Iglesias, Nisan 2015’te yeni Kral’la neden buluştuğunu, ‘The New Left Review’ın Mayıs-Haziran nüshasında açıklarken “monarşi”ye saygıdan[56] söz etti!

Bunda şaşırtıcı bir şey olmamalıydı. Çünkü Podemos’u kuran Madrid Complutense Üniversitesi akademisyenlerinden Juan Carlos Monedero, “Ortodoks olmayan Marksist bakışla değerlendirme yapıyoruz. Önce de söyledim: Doktora tezim Doğu Almanya’nın sonu üzerineydi. Otoriter, bağnaz Stalinizme aşılıyım. Öğrencilerime de hep bu yaklaşımı aşılamaya çalıştım… Geçmişte 20 yıl (Komünist) Birleşik Sol Parti’de politika ve danışmanlık yaptım. Orada hiçbir şey yapılamayacağını anladığım yerde ayrıldım,”[57] diyen pişman/üstenci teorisist lafazanlardandı.

Marksist Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Javier Navascués’in de ifade ettiği gibi, “Podemos çok farklı tabanlardan gelen insanları bir araya getiren çok çetrefilli bir karışım: İçinde radikal soldan ve merkez soldan gelenler olduğu gibi farklı tabanlardan gelenler de var. Partinin liderliği ise Latin Amerika’daki sol popülist tecrübelere ve onların teorisyenlerine hayranlıkla bakan kişilerden oluşuyor. Bu etki yüzünden, sınıf sorunlarının yer almadığı bir söylemleri var”dı.[58]

Tam da bunun için “Podemos’un ‘solcu’ olarak nitelendirilebilecek tutumları birbiri ardına deneyip bırakma hızı düşündürücü”ydü![59]

Çünkü “Podemos’un mücadelesinin hedefinde kapitalistler, finans kapital, sermaye yok”tu![60]

“Ekonomide sağ liberal fikirlerden yana”ydı![61]

“Podemos, sosyal demokratlardan farklı bir ekonomi anlayışı hatta siyaset anlayışı ortaya koymadı”![62]

Iglesias, “İspanya’yı biz yönetirsek, İspanya adında bir ülke inşa edebiliriz ve orada Katalonya adında bir ulusa yer olur,” deyip, Katalonya’nın kendi kaderini tayin referandumu düzenlemesini destekliyor görünse de, bölgenin İspanya’dan ayrılmasını istemiyordu![63]

Aralık 2015’te İspanya’daki yerel seçimlere kendi adıyla katılmayarak belli kentlerdeki yerel cephelerin adaylarını destekleyen Podemos, genel seçim öncesi “soldan” gelen ittifak önerilerini de reddetmişti![64]

İş bu nedenle İspanya Komünist Partisi’nin Navarra bölgesi siyasi sekreteri, Avrupa Sol Partisi’nde yürütme koordinatörlüğü uluslararası ilişkiler yöneticilerinden Maite Mola, “Podemos, Avrupa Sol Partisi’ne üyelik için başvurmadığı gibi ‘Avrupa Sol Partisi’ne girmeyeceğiz’ diye açıklama yaptılar. Gerekçeleri ise partinin adında ‘sol’ geçiyor olması,”[65] derken; PCE (ML) Genel Sekreteri Raul Marco da ekliyordu:

“Podemos revizyonizmin damıtılmış hâlidir, onun en son ürünüdür ve alanı yeniden düzenleme girişimidir”![66]

“İyi de sonrası” mı?

O da şöyle: İspanya’nın SYRIZA’sı Podemos ilk büyük seçim deneyimini yaşadığı yerel seçimde yüzde 27 oy alan iktidardaki PP’nin iki puan eksiğiyle ikinci olan Podemos lideri Pablo Iglesias Mayıs 2015’te “İspanya’da geleneksel siyasetin bittiğini” haykırdı![67]

Tam altı (6) yıl sonra Iglesias, sağ partilerin başarılı olduğu Madrid Özerk Yönetimi seçimlerinin ardından siyaseti bıraktığını duyurup, istifa ederken, “Parti siyasetinden çekiliyorum. Siyasi gücümüzün ihtiyaç duyduğu liderlikte yenilenme sürecinin önünde engel oluşturmayacağım. Başarısız oldum,”[68] dedi!

Nokta!

Bir de “Sosyalist ve Karl Marx hayranlığıyla bilinen Jeremy Corbyn İngiltere’de muhalefetteki İşçi Partisinin liderliğine seçildi,”[69] diye duyurulan semptom!

“Umut verici bir örnek oluşturuyor”[70] denilen ya da “Tahrir, Gezi, SYRIZA böyle şeylerdi, Corbyn’in seçilmesi de böyle bir şey: ‘Çorak ülke’de, molozlar arasında bir filiz,”[71] diye sunulan abartı için Tarık Ali de, “İşçi Partisi’nin sahip olduğu en sol lider… İngiliz siyasetine tekrar can geldi,”[72] saptamasını dillendiriyordu!

Aslı olmayan bir abartıyla, “Ezber bozan ‘yabancı’… Bildiğiniz eski zaman solcusu Corbyn… Elitist yaşamıyla bilinen Blair’in aksine bisiklet kullanıyor ve pazardan aldığı salaş gömleklerle geziyor. Corbyn, Avrupa’da ‘solun fabrika ayarlarına dönmesini’ isteyen yeni bir ruh ve yükselen yeni bir dip dalganın sonucu. SYRIZA ve Podemos’tan sonra İşçi Partisi’ni temelinden sallayan ‘Corbyn depreminin’ en kısa açıklaması bu,”[73] yollu reklamlara karşın örneğin İngiltere’de İşçi Partisi’nin liderliğine sosyalist Jeremy Corbyn’in seçilmesi sol siyaset için heyecan yaratsa da partinin yeni yönetiminde hiçbir kadına yer verilmemesi[74] çok şey anlatmıyor muydu; öteki bir çok şey de dahil elbette!

Buna da nokta! Ve onlara dair birkaç şey daha…

Kanımca post-Marksist, post-modern, “sivil toplum”cu, radikal demokrat, pişman, üstenci teorisist lafazanların en büyük problemi öğrenmek/öğretmek değil, öğrenememektir.

Onlar bilmeyenler, ama bildiğini sananlardır; bunun için tehlikelidirler; “Bazı kapıları kapayın. Gururunuzdan dolayı değil, Artık hayatınıza uygun olmadıkları için… Bir yanlışı tekrar ediyorsan, artık o bir yanlış değil; karardır,” saptamasındaki üzere Paulo Coelho’nun!

Onları, bizi nasıl yargılıyorlarsa, çekinmeden öyle yargılamalıyız; “Bugün eğri sayılanın, yarının doğrusuna dönüştüğü hep görülegelmiş bir gerçek değil midir?” uyarısındaki gibi Leo Huberman’ın!

Özetle onlar, “kaderimiz” falan değildir; Ignazio Silone’nin, “Kader, zayıfların ve boyun eğmişlerin icadıdır,” dediği üzere…

O hâlde hatırlatalım: “Şunda anlaşalım. Devrim fedakârlık gerektirir,” diye uyarır hepimiz Richard Morgan.

Devrim bir “serap” falan olmadığı gibi; “Doğada ve tarihte mucize yoktur, fakat her devrim, tarihin her ani dönemeci gibi öyle zengin bir içeriğe sahiptir, mücadele biçimlerinin ve mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisinin kendine özgü bileşimlerini o kadar beklenmedik biçimde ortaya çıkartır ki, birçok şey dar kafalı beyinlerde mucize olarak görünmek zorundadır.”[75]

Bunun için Walt Whitman, “Çok karşı çık. Çok az itaat et…”; Fidel Castro, “Devrim, geçmiş ile gelecek arasındaki kıyasıya mücadeledir,” der ve ekler Friedrich Engels:

“Toplumun üretim araçlarına el koymasıyla birlikte meta üretimine ve bununla eşzamanlı olarak ürünün üretici üzerindeki hâkimiyetine son verilir. Toplumsal üretimde anarşinin yerini sistematik, belirlenmiş örgütlenme alır. (…) İnsanın, o güne kadar karşısında doğanın ve tarihin dayattığı bir zorunluluk olarak yükselen kendi toplumsal örgütlenmesi, artık kendi özgür eyleminin sonucu hâline gelir. O güne kadar tarihi yönetmiş olan dışsal nesnel güçler insanın kendisinin kontrolü altına girer. Ancak o andan itibaren insan kendisi, bunun bütünüyle bilincine vararak kendi tarihini yapacaktır. Ancak o andan itibaren kendisi tarafından harekete geçirilmiş toplumsal nedenler esas olarak ve gittikçe artan oranda kendisinin hedeflediği sonuçlara uygun olacaktır. Bu, insanlığın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayıştır.”[76]

Bunun yolu da Ekim’dir; son noktası asla konulmayan, sınıf mücadeleleriyle yenilenerek, inşa edilen Marksizm-Leninizmin süreklilik içindeki kopuşu, devrimci praksisidir!

MARX’IN MARKSİZMİ

Tam da bunun için “Marx’ı Popper’in eleştirilerinden okuyanlara, Marx’a sırt çeviren liberallere, onu görmezden gelen ya da ondan korkanlara”[77] inat Karl Marx’ın Marksizmine[78] değinmek gerekir.

Öncelikle Karl Marx, “Yoksulların Teorisyeni”[79] olmanın ötesinde sınıfsız-sömürüsüz-sınırsız bir dünyanın yol göstericisidir. “Marx’ın yolu politikayla bilimin, felsefeyle iktisadın, diyalektikle maddeciliğin buluştuğu eşsiz bir yoldur”;[80] yöntemdir; eylem kılavuzudur.

Burada bir parantez açmak gerek: Marksist tarih kuramcısı Eric J. Hobsbawm, ‘Aşırılıklar Çağı: 1914-1991’un son paragrafında şunları yazar: “Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir.”[81]

İkinci cümlede “Nasıl” yerine “Neden” kelimesinin tercih edilmesi anlamlıdır, zira bu özel olarak Hobsbawm’ın tarih metodolojisinin, ama genelde Marksizmin toplumsal olanı anlamlandırma çabasının özgünlüğünün bir ifadesidir.

Bir başka deyişle Marksizm, tarihsel gelişmelerin kronolojik ve rastlantısal şekilde birbirini takip eden olaylar kümesi olduğu tezini reddeder. Bunun yerine, toplumsal gelişimin kaynağının, üretici güçlerin gelişimi ile bu güçlerin örgütlenmesini, yönetilmesini ve yeniden üretimini tesis eden üretim ilişkileri arasındaki gerilim olduğu fikrini öne sürer. Tarihi-toplumsal olaylar, bu gerilimin dışında bir maddi koşula sahip değildirler.

Özetle Karl Marx, sınıfı, toplum çözümlemesinde akademik veya metodolojik kaygılarla değil; tarihsel bir formasyonun ancak özgül sınıf karakteri ile bu karakterin şekillenmesinde etken olan sınıf mücadelesi süreçlerinin çözümlenmesiyle anlaşılabileceğini düşündüğü için teorisinde işçi sınıfını merkezi bir konuma yerleştirdi…

Çünkü kapitalist toplumda en yüksek aşamasına ulaşan “dehümanizasyona” uğramış olan proletaryanın kurtuluşu, yabancılaşmadan payını alan tüm sınıfların kurtuluşuna bağlıdır. Proletarya, bir bütün olarak toplumu özgürleştirmeden kendi kurtuluşunu gerçekleştiremeyecektir. Bu düşünce dizgesinde, proletaryanın özel mülkiyeti tasfiye ederek tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmaya dönük devrimci mücadelesi, insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek olan bir mücadeledir. Çünkü toplumun ortak çıkarları yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmekte, bu yüzden de proletaryanın talepleri ve ortak çıkarları insanlığın ortak ihtiyaçlarını temsil etmektedir…

Karl Marx için proletarya, ne bir “mesihvari” ne de bir “kendinden menkul” varlıktır; insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın ve iradenin temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan, “kolektif Prometheus”un kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.

Kapitalist üretim tarzı var oldukça işçi sınıfının toplumsal/siyasal bir özne olarak marjinalleşmesi veya yok oluşu söz konusu değildir. Ama sınıfın günümüz kapitalizminin koşullarında kolektif bir özne olarak yeniden inşası ve devrimci bir güç konumuna yükseltilmesi gerekmektedir. Bunu yapacak olan da devrimci siyasettir. Çünkü kendi tarihsel ve toplumsal çıkarlarını gözeten ve onları temsil eden bir siyasal iradenin öncülüğü olmaksızın hiçbir toplumsal kütlenin kolektif bir özne ve devrimci bir güç hâline gelmesi mümkün değildir.[82]

Malûm komünist amacın merkezinde, insanî potansiyelin ve kapasitelerin tam olarak gelişmesini mümkün kılan bir toplumun yaratılması bulunur. Bu açık bir biçimde ‘Komünist Manifesto’nun soru-cevap şeklindeki ilk taslağında Friedrich Engels tarafından ortaya konmuştu.

“Komünistlerin hedefi nedir?” sorusuna Friedrich Engels, “Toplumun her üyesinin tam bir özgürlük içinde, dolayısıyla bu toplumun temel koşullarını ihlâl etmeden, tüm kapasitesini geliştirip kullanabileceği biçimde toplumu örgütlemektir,” yanıtını verir.

Başka bir ifadeyle, insani potansiyelin tam olarak gelişimi Marx’ın alternatif toplum kavrayışının tam kalbinde yatıyordu. Tıpkı kapitalizmi reddedişinin merkezinde, bu potansiyelin gelişmesini önlemenin; insanları yük hayvanlarına ve eşyalara indirgeme eğiliminin yer gibi!

Karl Marx’ın yazdığı gibi, işçi; “Nesnel zenginliğin işçinin kendi gelişme ihtiyacını karşılamak için var olduğu durumun tersine” kapitalistin sahip olduğu sermayenin değerini artırma ihtiyacını karşılamak için varken; onun öngördüğü birleşik üreticiler toplumunda; insanların çok yönlü gelişimi, “Ortak, toplumsal üretkenliklerinin, kendi sosyal refahlarına hizmet etmesine” bağlı olacaktı.

Burada üretimin artması işçilerin sırtından olmayacak, tam tersine onlar için ihtiyaçların giderilmesi ve serbest zaman olanağına dönüşecekti: Burada serbest zaman “Serbest olarak belirlenmiş zaman içinde, herkesin uygun araçlarla, sanatsal, bilimsel vb. gelişimini ifade eder”ken; birleşmiş üreticilerden oluşan bu toplumun ürünleri, insanî bir toplum içinde potansiyellerinin tümünü geliştirmeye muktedir insanlar olacaktı.

Bunu gerçekleştirecek olan ise Karl Marx’ın “Devrimci pratik” olarak tanımladığı şey yani “Koşulların değiştirilmesi ile insan edimindeki veya kendindeki değişimin çakışması”ydı.

Yani Karl Marx’ın işçilere mesajı: “Yalnızca toplumda bir değişim meydana getirmek için değil, kendilerini değiştirmek için de” yıllarca süren mücadelelerden geçmeleri gerektiğiydi; başka bir şey değil!

Özetlersek: Karl Marx’ın Marksizmi devrimci eleştirinin hem teorik hem de pratik bakımdan, var olan üstünden hem olması gerekeni hem de varılacak olanı belirleme sorumluluğunu üstlendiğini anlatır, öğretir bize.

Bu konuda o, 1843 Eylül’ünde Arnold Ruge’a yazdığı mektupta, gelecek için hazır birtakım reçeteler ortaya koymanın yararsız olduğundan bahseder. Bugüne kadar filozofların çoğunun kendi aşkın tasarılarını verili somuta dokunmaksızın masa başında hazırladıklarını ve ardından çekmecelerine hapsettiklerini anlatan Karl Marx, oysa ki yeni için önce eskinin eleştirilmesi ve ona koşut şekilde, eleştirilerin beraberinde getirdiği değillemelerden yeninin türetilmesine başlanması ve sürdürülmesi gerektiğini ifade eder. O, “Tüm varolan düzenin radikal eleştirisi”ni ve peşi sıra oluşturduğu alternatifi, “sonsuzluk için kesin planlar”ın karşısına koyar ve yeni dünyanın ancak eskinin eleştirisinin sonunda bulunabileceğini belirtir. Böylece içkin ve aşkın eleştiriyi bütünleştiren, verili somutun eleştirisinden hareket ederken yanı sıra bir alternatifi de inşa eden devrimci bir eleştirinin ana hatlarını sunar.

Söz konusu bağlamda örneğin eleştirinin uygulama yerlerinden biri olarak, “Siyasetin eleştirisini, siyasette tavır takınmayı, yani gerçek savaşımları” işaret eder. Bu durumda gerçekliğe boyun eğdirmeye çalışan ilkelerden değil ama tam da ondan hareket eden ilkelerden bahsedilebilir.

Nihayet Karl Marx’ın kapitalist toplum eleştirisinde, önemli olan işçinin her şeyden önce kapitalist toplum ilişkilerinin negatif ucu olmasıdır. Bunun anlamı, varlığını borçlu olduğu toplumsal ilişkilerin koruyucusu olan burjuvadan farklı olarak, varlığı kendi içinde mevcut olanı aşabilecek bir kuruculuk olanağı taşır.[83]

O hâlde Antonio Gramsci’nin, “Zekânın insanlık tarihine girişi, farkındalık diyarı demektir; Leo Huberman’ın, “Sosyalizmi, bir ütopya olmaktan çıkartıp, bilim hâline getirdi,” diye nitelediği ve Louis Althusser’in de, “Karl Marx bize [sadece] köşe taşlarını verdi… Onların bize verdikleri şey birleşik ve tamamlanmış bir tümlük değil, ama zorlukların, çelişkilerin ve boşlukların yanında, kuramsal ilkeler ve sağlam çözümlemeler içeren bir yapıttır. Bunda şaşırtıcı gelebilecek hiçbir şey yoktur. Eğer onlar bize kapitalist toplumlardaki sınıf mücadelelerine ilişkin bir kuramın temel öğelerini verdilerse, bu kuramın daha doğuştan itibaren ‘arı’ ve eksiksiz olabilmesi akıl dışı olurdu. Esasen, bir maddeci için ‘arı ve eksiksiz bir kuram’ ne anlam taşıyabilir ki?” biçiminde yorumladığı onunla sorunu olanlar; acaba neye hizmet ediyorlar?!

PARİS KOMÜNÜ(MÜZ)

Karl Marx’ın Marksizmi, gökten zembille inmemiş; en önemlisi Paris Komünü[84] olan bir dizi devrimci hareket içinde biçimlenmiştir.

Prof. Dr. Taner Timur’un, “Komün idealleri yaşamaya devam ediyor,”[85] notunu düştüğü gerçekliğe ilişkin yerli yerine oturan en iyi tanım, Friedrich Engels’in “Pekâlâ beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Proletarya diktatörlüğü işte odur,” ifadesidir.

İşçi sınıfının ilk kez kendi kaderini egemenlerin elinden aldığı, Karl Marx’ın deyimiyle “Göğü fethe çıkan Komünarların iktidarı”, 72 gün boyunca direnirken; kadınlar Komün’ün önünde yer aldı, tüm halka genel oy hakkı tanındı. Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı, laik fikirler tüm Paris’e yayıldı. Serveti paylaşmak istemeyen egemenler, Komün’ü kanlı bir şekilde bastırdı ancak Komün’ün yarattığı ütopya hâlâ güncel, hâlâ cesur.

Yani Ekim Devrimi’nin takipçisi olduğu Paris Komünü, aradan yıllar geçmesine karşın komünistlerin talep ettiği dünyayı anlatıp; referans olmaya devam ediliyor.

Burada bir parantez açıp, Paris Komünü’nün “radikal sosyalist öz yönetim deneyimi”[86] olarak sunmak aymazlığına V. İ. Lenin’in, “Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir,”[87] uyarısı eşliğinde devam edelim.

Paris Komünü’nün takipçisi Ekim Devrimi en geri ülkeden en ileri ülkeye kadar tüm dünyayı kasıp kavuran bir devrimci coşkunun merkezi oldu.

“Rusya’daki Sovyet iktidarı şimdiden bütün dünya işçilerinin desteğini kazanmış bulunuyor. Halkı, Bolşevizm’den ve Sovyet iktidarından söz etmeyen bir tek ülke yok” diyordu V. İ. Lenin.

Özellikle işçilerin öz örgütlenmeleri aracılığıyla kendi iktidarlarını kurmaları demek olan sovyet sistemine paha biçilmez bir önem atfediyordu: “Proletarya diktatörlüğü! Bu sözcükler, şimdiye değin, yığınlar için anlaşılmaz sözcüklerdi. Sovyetler sisteminin dünyada ışıldaması sayesinde, bu anlaşılmaz sözcükler bütün modern dillere çevrildi; diktatörlüğün pratik biçimi, işçi yığınları tarafından bulunmuştu. Bu biçim, Rusya’daki sovyetler iktidarı sayesinde, Almanya’daki Spartakistler ve öbür ülkelerdeki, örneğin, Büyük Britanya’daki işyeri komiteleri gibi benzer örgütler sayesinde, büyük işçi yığınları için anlaşılır bir duruma geldi. Bütün bunlar, proletarya diktatörlüğünün devrimci biçiminin bulunduğunu, proletaryanın şimdi egemenliğini uygulamaya yetenekli olduğunu gösteriyor.”[88]

Rusçada meclis anlamına gelen Sovyetler devrim dönemlerine has ayaklanma organları olmanın çok ötesine geçerek iktidar organları hâline gelmiştir. Proletarya diktatörlüğü ya da aynı anlama gelmek üzere işçi devleti de, iktidarın doğrudan ve yalnızca bu meclislerin elinde olması demektir. Paris Komünü’nün ardından 1917 Ekim Devrimi’yle de tasdik edilmiştir ki, komün, sovyet, konsey, şura vb. öz örgütlenmelere dayanmayan hiçbir iktidar işçi iktidarı anlamına gelemez.

Ne var ki, buradan yola çıkarak, konsey tipi örgütlenmeleri fetiş hâline getiren ve onların önemini vurgulamak adına devrimci partinin gerekliliğini küçümseyen anarşizan yaklaşımlar baştan aşağıya yanlıştır. Nitekim Rus devriminde ortaya çıkan sovyetler, uzun bir süre boyunca Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler gibi oportünist akımların denetiminde kalmışlardı.

Bu akımların etkisi altında işçi kitlelerini uyutmanın, aldatmanın ve burjuva hükümetlere payanda hâline getirmenin bir aracı olarak iş görüyorlardı. Onların işçi devrimi doğrultusunda ayaklanma organları hâline gelmesi ve ardından da bizzat iktidar organları olarak öne çıkmaları yalnız ve yalnızca Bolşeviklerin enerjik çabalarıyla mümkün olmuştur. Bolşevikler olmasaydı, işçi sınıfının bu muazzam önemdeki örgütlenmeleri ancak tarihçilerin ilgi alanına giren unutulmuş deneyimler olarak kalacaklardı.

O hâlde “Sovyet”lerden çokça söz eden lafazanlıklar yerine, “Eğer bir şey yapılacaksa, onu iyi yapmak gerekir,” diyen Behice Boran’ın uyarısını dikkate almak çok daha işlevsel olacaktır.

Malum “İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme bir düzine programdan daha değerlidir,” der Karl Marx ve ekler Frederic Bastiat da: “Sosyalistlerin amacı, insanları gerçek özgürlükte bir araya getirmeye zorlamak ve buna engel olan örgütlenmeleri de bastırmaktır”!

  1. İ. LENİN’İN LENİNİZMİ

Şimdi sıra, “Yeni ve daha iyi bir toplum düzeni kurmak istiyoruz. Bu yeni ve daha iyi toplumda ne zengin, ne de yoksul olmalı; herkes çalışmalı. Ortak emeklerinin meyvelerinden bir avuç zengin değil, bütün emekçiler yararlanmalı,” diyen V. İ. Lenin’in Leninizmine geliyor.

Albert Einstein’ın, “Onun gibi insanlar insanlığın muhafızları ve onarımcılarıdır,” notunu düştüğü V. İ. Lenin için Pablo Neruda, “Aklı hep ateşliydi, ama hiç kül olmadı ve ölüm, alev almış kalbini soğutamadı,” derken; “komünistler bir çift sözüm var size:/ ister devlet başında olun ister zindanda/ ister sıra neferi, ister parti katibi/ Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda/ işinize, evinize, bütün ömrünüze/ kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi,” diye eklerdi dizelerinde Nâzım Hikmet.

“Şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ‘Ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!” diyen V. İ. Lenin liberallerle, oportünistlerle arası hiç iyi olmayan, eski(miş) şemalara aldırmayan yaratıcı/militan sınıf çizgisinin teorisyeniydi.

Onun için geleceği biçimlendirecek örgüt bir kaldıraçtı.

Bunun için de “Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız.”

“Eğer güçlü bir biçimde örgütlenmiş bir partiye sahip olursak, tek bir grev, siyasi bir gösteriye, hükümete karşı kazanılmış siyasi bir zafere dönüşebilir. Eğer güçlü bir şekilde örgütlenmiş bir partiye sahip olursak, tek bir bölgede ortaya çıkan ayaklanma muzaffer bir devrim hâline gelebilir,” derdi.

Çünkü “Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.”[89] Devrimi kitleler yapar; lakin örgütlü ve öncü partilerinin yolunda ilerleyen kitleler.

Önderliği olmayan kitleler devrim yapamaz, kitlelerin gücüne dayanmayan öncü tarihin akışını değiştirecek atılımların önünü açamaz. Öncünün sınıfın önderi hâline gelebilmesi ancak kendini bu göreve hazırlamasıyla mümkündür. Ekim Devrimi de bu gerçeğin sınıf ekseninde doğrulanışıydı; V. İ. Lenin’in, “Sınıf bilinçli işçiler bir erk olabilmek için çoğunluğu kendilerine kazanmak zorundadırlar… Biz Blanquist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi yandaşı değiliz,”[90]

Dikkat! Bu ifade, geniş yığınların desteğini alan ve 1917 Ekim’in de iktidarı ele geçiren Bolşevikleri “darbeci” olarak niteleyenlere de bir yanıttır aynı zamanda!

Sınıf gerçeğini davranışına meczeden Leninizm için düşünce biçimlerini belirleyen son tahlilde nesnel toplumsal zemindir. İşçi sınıfı devrimciliği çizgisinde durmayan ve yaşamlarını bunun gereklerine göre belirlemeyen kimselerin düşünceleri, elbette sınıf eksenli olamaz.

Bu geçmişte de böyleydi, bugün de böyledir. Buradan da anlaşılacağı üzere, ortaya çıkan parti içi sorunların kaynağında V. İ. Lenin’in kavgacı, haşin ve sert yaradılışının yattığını düşünenler, asıl bu hakikâti hasıraltı etmekteydiler.

O, bir proleter sınıf devrimcisiydi ve önderleri olarak kabul ettiği Karl Marx ile Friedrich Engels’in şu sözünü rehber edinmişti: “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!”

Ancak birileri bu düsturdan işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerini anlamaktadır. Oysa kapitalist üretim tarzından kaynaklı, nesnel olarak devrimci potansiyele sahip işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi yükseltilmedikçe ve devrimci öncüsü yaratılmadıkça sermaye düzeni yıkılamaz. Lenin, verilecek mücadelenin eksenine, işçi sınıfının kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf hâline gelmesini oturtur. Esasında her proleterde bir sınıf içgüdüsü vardır ve bu içgüdü toplumsal gelişmeler karşısında şu ya da bu biçimde kendini dışa vurur. Doğal olarak bu içgüdü, bilinçli olmayan bir tutumu, bir sınıf olmanın kendiliğinden getirdiği sezgisel bir tutumu ifade eder. İşte devrimci mücadelenin hedefi bu sınıf içgüdüsünün bilinçli proleter sınıf tavrı düzeyine yükselmesini sağlamak olmalıdır.

Bu meyanda belirtelim ki, politika alanında kullanılan terminoloji ve kavramlar, gerçekte savunulan teorik-politik dünya görüşünün doğrudan dile gelmesidir. V. İ. Lenin’in mütemadiyen işçi sınıfı ve devrimci örgüt vurgusu yapması son derece bilinçli bir tutumdur.

Vurguları, sınıf devrimciliğinin doğrudan bir yansımasıdır. O, işçi sınıfının devrimci gücüne büyük bir güven beslemiş ve bunu pratikte ortaya koymuştur. Meselâ 1918 yazında iç savaşın kızıştığı günlerde V. İ. Lenin işçilere şu çağrıyı yapar: “Devrimin durumu kritiktir. Unutmayın devrimi yalnızca siz kurtarabilirsiniz, başka kimse yok.”

O, düzenli olarak doğrudan işçilere seslenir, onlarla konuşur ve yardımlarını ister. Zira işçiler devrime sahip çıkar ve mücadele ederlerse işçi iktidarı ayakta kalabilirdi.

Tüm burjuva çarpıtmaların aksine V. İ. Lenin, işçi sınıfı olmadan asla ve asla bir proletarya diktatörlüğü kurulacağına inanmamış, partiyi sınıfın yerine ikame etmeyi savunmamış ve bunu defalarca dile getirmiştir. Daha 1919’dan itibaren bürokratikleşmeye vurgu yaparken, işçi sınıfının bilinçli mücadelesi olmadan proletarya iktidarının ayakta kalamayacağını belirtiyordu. Kararnamelerle devrim yapmayı ve hatta sosyalizmi kararnamelerle kurmayı hayal edenlerden kökten farklı bir anlayışa sahipti. Ona göre, “Sosyalizm yukarıdan kararnamelerle kurulmaz. Resmî bürokratik otomatiklik onun (sosyalizmin) özüne yabancıdır. Yaşayan yapıcı sosyalizm, halk kitlelerinin kendilerinin yaratacağı bir şeydi.”[91]

Özetle “V. İ. Lenin’in liderliği bürokratik ve aygıt yoluyla tepeden dayatılan bir liderlik olmamıştır. O, kendisinden başka çevresinde herkesin hata yaptığını tekrarlayan bir lider konumuna düşmemiştir. Neredeyse her önemli dönemeçte Lenin, lideri olduğu örgüt karşısında tek başına kalmış ve amansız bir mücadele ile örgütünü kendi çizgisine yeniden kazanmıştır.”[92]

Sınıfsal olmayan hiçbir analizi söz konusu edilemeyen V. İ. Lenin için “demokrasi” tanımı da devlet gerçeğinden ari değildi.

“İşçiler ve tüm emekçiler aç, çıplak, bitmiş ve tükenmiş bir durumda iken saf demokrasiden, genel olarak demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten söz etmek, emekçiler ve sömürülenler ile alay etmek demektir.”

“Önemsiz bir azınlık için demokrasi, zenginler için demokrasi – kapitalist toplumun demokrasisi budur.”

“Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır,” diyen o; “Her aşçı devleti yönetebilmelidir,” iddiasını güden çoğulcu bir sosyalizm anlayışına sahipti.

“İtaat”/ve “biat” insan(lık)ı edilgenleştirip/ve sürüleştirirken; onun her alanda karşı çıktığı da buydu.

Yani V. İ. Lenin için yığınların aktif katılım ve kararlarıyla yarattıkları proletarya diktatörlüğü/ve sosyalist demokrasi de “İtaat”/ve “biat” ol(a)mazken; aksi hâlde işaret ettiği, buna bilinçli “toplumsal hizmet” denemezdi: “Aşağıdan demokrasi, bürokrasisiz, polissiz, düzenli ordusuz bir demokrasi; tamamı silahlandırılmış halktan devşirilen bir milisle gönüllü toplumsal hizmet! Bunlar hiçbir çarın, hiçbir maceracı kumandanın ve hiçbir kapitalistin el koyamayacağı özgürlüğün garantisidir,”[93] ifadesindeki üzere.

Evet “Devrimci bir teori olmaksızın devrimci bir hareket olamaz”…

“Uyuşmazlıkları giderebiliriz, çelişki kalıcıdır”…

“Devrim ezilenlerin şölenidir,” gerçeklerinin altını çizen V. İ. Lenin için devrimci Marksist bir bütünlüktür; örgütlü özgürlük teorisidir; devrimci praksistir.

“Komünist ahlâk, emekçileri her türden sömürüye, her türden küçük mülkiyete karşı birleştiren bu mücadeleye hizmet eden ahlâktır… Bu ahlâk, toplumun eski sömürücüsünü yıkmaya ve bütün emekçilerin, komünistlerin yeni toplumunu kuran proletaryanın etrafında birleşmelerine hizmet eden bir ahlâktır,” diyen O; “Silahsızlanma sosyalizmin amacıdır,” şiarıyla kriz(ler) ve emperyalizm meselesini devrimin güncelliği ile doğrudan ilişkilendirmişti.

Ve “Tüm krizlerin büyük önemi, gizli olanı açığa çıkarmaları, sınırlıyı, yüzeyseli, ayrıntıyı bir kenara itmeleri, politik moloz yığınını ortadan kaldırmaları, gerçekten yürüyen sınıf mücadelesinin gerçek saiklerini ortaya koymalarıdır,” saptaması eşliğinde “Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin arifesidir. Bu, 1917’den beri dünya ölçeğinde doğrulanmıştır,”[94] demişti.

1917 EKİMİ

Oscar Wilde’ın, “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına bakmaya bile değmez,” ifadesindeki üzere 1917 Ekimi[95] bir eşitlikçi özgürlük ütopyasının hayata geçirilme pratiğidir.

Söz konusu devrimci pratik, eksiği/fazlasıyla “Bizim yiğitliğimiz ve güzelliğimiz fırtınanın içinde ortaya çıkar,”[96] formülasyonuna mündemiçken; “Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler.

“Ve benim daha önce de söylediğim gibi, burjuva toplumunun cesedi ve tabut içinde çivilenip mezara gömülüp bitmez. Hâl edilmiş kapitalizmin cesedi bizim içimizde, ortamızda çürümeye başlar, havayı zehirler, varlığımızı zehirler ve yeni olanı, taze, genç, canlı olanı eskinin, çürümüşlüğün ve ölümün binlerce bağıyla bağlayıp boğmaya çalışır,” diye uyaran V. İ. Lenin ekliyordu:

“Yalnızca adına üst sınıflar denilenlerin, yalnızca zenginlerin, yalnızca zengin okullarına gidenlerin devleti yönetebileceği ve sosyalist toplumun örgütsel gelişimini sağlayabileceği yolundaki o köhnemiş, saçma, vahşi ve tiksindirici önyargıyı her ne pahasına olursa olsun yerle bir etmeliyiz. (…)

“İşçi sınıfının her bireyi, okuma yazma bilen her köylü, insanları tanıyan ve pratik deneyimi olan herkes, örgütsel çalışma için yeterlidir. Burjuva entelektüellerinin öylesine bir aşağılama ve küçümseme ile söz ettikleri o alelade insanlar arasında bu yetenekte pek çok insan vardır. Sözünü ettiğimiz türden bir yeteneğin işçi sınıfında ve köylülükte zengin ve gürül gürül akan kaynakları vardır.

“İşçiler ve köylüler henüz çekingendir. Artık kendilerinin egemen sınıf olduğu fikrine alışamamışlardır. Henüz yeterince kararlı değillerdir. Tüm yaşamları boyunca yokluğun esareti altında bulunan, sopa tehdidi altında çalışmaya zorlanan milyonlarca insana devrim tek bir hamleyle bütün bu nitelikleri kazandıramaz. Ama yine de 1917 devrimi bu nitelikleri canlandırdığı, eski ayak bağlarını koparıp attığı, küflenmiş prangaları ortadan kaldırdığı ve emekçi halkı yeni bir yaşamın bağımsızca yaratılması yolunda sürükleyebildiği için güçlü, canlı ve yenilmezdir.”

1917 Devrimi’nin kuruluş ve mevcudiyetini koruma hamleleri “demokrasi”nin reddi(?) ya da “diktatörlük”(!) ile “suçlanmaya” kalkışılsa da, Baruch Spinoza’nın “Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır,” ifadesindeki üzere ele alınması gereken bir hakikâttir o; V. İ. Lenin’in de dikkat çektiği gibi:

“Sovyet düzeni işçi ve köylüler için demokratizmin en üst ölçeğidir ve aynı zamanda da burjuva demokratizminden bir kopuş, dünya tarihinde yeni bir tip demokrasinin, yani proleter demokratizmin diğer bir deyimle proletarya diktatörlüğünün de doğuşudur.”

“Yoldaşlar, işçiler! Unutmayın, artık siz kendiniz devleti kontrol ediyorsunuz. Eğer siz birleşmez ve bütün devlet işlerini kontrolünüz altına almazsanız, kimse size yardım etmeyecek. Sizin Sovyetleriniz, bundan böyle devlet otoritesinin organları, bütün iktidarın meşru bedenidir.”

Evet burjuvazinin ve reformizmin 1917 Devrimi’ne ve Bolşeviklere yönelik karşı-devrimci saldırıları, esas olarak demokrasi-diktatörlük meselesinde odaklanıyordu.

1918’de yayınlanan ‘Proletarya Diktatörlüğü’ broşüründe, diktatörlüğü devletin özü değil tıpkı demokrasi gibi biçimlerinden biri olarak ele alan Karl Kautsky, burjuva demokrasisini kutsarken Bolşevikleri parti diktatörlüğü kurmakla suçluyordu. Buna teorik kılıf uydurmaya çalışırken de, Karl Marx’ın proletarya diktatörlüğü konusundaki yaklaşımını iğdiş edip, onu Lenin’in deyimiyle “kötü bir liberale” çeviriyordu.

En demokratik burjuva devlette bile demokrasinin ancak zenginler için yani bir azınlık için söz konusu olduğu, yoksullar içinse her zaman kısıtlamalar içerdiği ve onları siyasete etkin katılımın ve demokrasinin dışına ittiği gerçeğinin üzerini örten Karl Kautsky, işçi sınıfının toplumun çoğunluğunu oluşturup parlamentoda da çoğunluğu elde ettiği takdirde iktidarı kolaylıkla ele geçirebileceğini ve burjuvazinin buna karşı durmaya gücünün yetmeyeceğini savunmaktaydı.

Karl Kautsky gibi dönekler 1917 Devrimi’ne parlamenter budalalıkla yaklaşıp Bolşeviklere saldırırken, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden yolunu devrimci temellerde ayırıp, “Her kim ki on yıllarca kendini tekmeleyen egemeninin çizmelerini yalıyorsa, o bir köpektir,” diyen Rosa Luxemburg, Bolşeviklerin önlerine hedef olarak burjuva demokrasisini korumayı değil proletarya diktatörlüğünü kurmayı koymakla tarihî bir fark yarattıklarını söylüyor ve “parlamento köstebekleri”ni mahkûm ediyordu.

Ayrıca şöyle diyordu V. İ. Lenin:

“Burjuva devletleri biçim olarak çok değişiktir, ama özde aynıdırlar: biçimleri ne olursa olsun bütün bu devletler son tahlilde kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdürler. Kapitalizmden komünizme geçiş, kuşkusuz son derece bol ve çeşitli siyasal biçimler gösterir, ama özü kaçınılmaz olarak aynı olacaktır: proletarya diktatörlüğü.”[97]

Ayrıca proletarya diktatörlüğü meselesinin aslında sınıf mücadelesinin kilit sorunu olduğunu vurgulayan V. İ. Lenin, tam da bu yüzdendir ki, sınıf mücadelesinin kabulünün proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişletilmesinin, Marksistlerle küçük (ve büyük) burjuva solcular arasındaki en derin ayrım çizgisini oluşturduğunu belirterek uyarır:

“Proletarya demokrasisi, herhangi bir burjuva demokrasisinden milyon defa daha demokratiktir. Sovyet devleti, en demokratik burjuva demokrasisinden milyon defa daha demokratiktir.”[98]

“İşçi, Asker, Köylü vb. Sovyetleri iyi anlaşılmadı. Şu anlamda ki birçok kişi, Sovyetlerin Rus devrimindeki sınıfsal anlamı ve işlevi üzerine açık bir fikir edinemedi. Ama onların yeni bir devlet biçimini, ya da daha doğrusu yeni devlet tipini simgeledikleri de anlaşılamadı.

“En yetkin, en gelişmiş burjuva devlet tipi parlamenter demokratik cumhuriyettir. Parlamenter demokratik cumhuriyette iktidarı, parlamento kullanır. Devlet makinesi yönetim aygıt ve örgütü, bildiğimiz aygıt ve örgütlerden oluşur: sürekli ordu, polis, gerçekte görevden alınamaz, ayrıcalıklı ve halkın üstünde yer alan memurlar kastı.

“Ancak XIX. yüzyıl sonundan başlayarak devrimci dönemler, demokratik devletin üstün bir tipine Engels’in deyişiyle söylersek, daha şimdiden bir devlet olmaktan çıkan, ‘artık terimin gerçek anlamında devlet olmayan’ bir devlete yol açtı. Halktan ayrı ordu ve polisin yerine, halkın kendisinin doğrudan ve dolaysız silahlanmasını geçiren Paris Komünü tipindeki devlettir bu devlet. Burjuva yazarlar tarafından kötülenen, kara çalınan ve haksız olarak sosyalizmi bir çırpıda ‘başlatma’ niyeti yüklenen Komün’ün gerçek özü işte budur.

“1905’te ve 1917’de Rus Devrimi, işte bu tip bir devlet kurmaya başladı. Rusya Halk Temsilcileri Kurucu Meclis ya da Sovyetler Konseyi v.b. biçiminde bir araya gelen bir işçi, asker, köylü v.b. vekilleri Sovyetler Cumhuriyeti: şu anda ülkemizde, kadet profesör efendilerin bir burjuva parlamenter cumhuriyet için kendi yasa tasarılarını kaleme almalarını ya da Bay Plehanov ya da Kautsky gibi küçük-burjuvazi ‘Sosyal demokrasi’si bilgiç ve görenekçilerinin Marksist devlet kavramını çarpıtmaktan vazgeçmelerini beklemeksizin, kendiliğinden ve kendi tarzlarında bir demokrasi yaratan halk yığınlarının girişkenliğiyle doğmakta olan şey işte budur.”[99]

1917 Ekimi’nin yarattığı tam da budur! “Ya şiddet” mi?

Gayet basit! Amerikalı iktisatçı, sosyolog ve akademisyen Thorstein B. Veblen’in ‘The Dial’ dergisi editörlüğünü yaptığı 1918-1919 kesitindeki yazılarını bir araya getiren ‘Bolşevizm Üzerine Metinler’inde yazarın temel sorusu ‘Bolşevizm Kimler İçin Tehdit?’ oluyordu.

Yanıtı da şöyleydi: “Sovyet Kongresi tarafından yürürlüğe konulan Anayasa kimin için tehdit? Bu belgeler, çıkar grupları ile sıradan insan arasında kesin bir ayrım yapar ve Bolşevik program bütün çıkar gruplarının kesin ve kapsamlı reddine dayanır. Bütün amaç esasen budur. Başlangıçtaki niyeti bakımından, kendi amacını gerçekleştirme çabasında ilgili taraflarca engellenmediği sürece, Bolşevizm yalnızca çıkar gruplarına yönelik bir tehdittir. Başka hiçbir şeye ya da kimseye karşı bir tehdit değildir.”

Veblen Amerika ve Avrupa’daki çıkar gruplarının Rusya dışında “Bolşevik İltihap” korkusuna karşı Sovyet Rusya üzerinde sermaye operasyonu ve sabotaj düzenlediklerine de dikkat çekerek, “Rusya’daki Sovyet idaresinin başarıyla sürmesinin gerek Amerika’daki gerekse Avrupa’nın medeni ülkelerindeki çıkar gruplarının koruyucularına aşırı korku saldığına kuşku yoktur. Sovyetler’in son derece olumsuz koşullarda faaliyette bulunduğu düşünüldüğünde, Sovyet Rusya’nın belli bir başarı kazandığı gerçeği reddedilerek bir yere varılamaz. Ne kadar acı verse de gerçek budur. Sovyetlerin, müttefik kuvvetlerin sansür ve yalan bürolarının incelemesinden geçen raporlarda yazanlardan çok daha başarılı olduğu açıkça ortadadır,” diyordu.

Veblen, Bolşevizmin Batı’da neden bu kadar korkulan bir unsur olduğunun yanıtını ararken “Bolşevizm ‘mülk sahiplerinin işe gelmediği bir sisteme’ tehdittir, bu yüzden de yerleşik hukuk ve düzenin kutsal ruhuna karşı işlenmiş bir günah olduğu için yeterince ölümcül bir suçtur. Çünkü ‘mülk sahiplerinin işe gelmediği sistemin’ reddi, ekonomik ve politik unsurların kurulu düzenini yerinden edecektir. Bu ise Avrupa medeniyetinin sonudur,”[100] sonucuna ulaşır.

Tüm bunlarda Teslim Töre’nin, “Esas yanlış olan Lenin ve Leninizmdir,”[101] mesnetsiz uçukluğu dışında itiraz edilen nedir?

Ya soru(n)lar mı? Elbette vardı; yaşayan her şey gibi olacaktı ve oldu da!

Bilmeyen var mı? Louis Althusser’in, “Lenin’e göre bir yanılgı karşısında susmak ya da onu görmezlikten gelmek, yenilmekten ve o yanlışı yapmaktan daha vahimdir,”[102] notunda ifade edilen bir tutumdu o…

1917 Ekimi de bunun özetiydi; “Kuru ekonomik sosyalizmle ilgilenmiyorum. Sefalete karşı savaşıyoruz, ama aynı zamanda yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. Marksizmin temel amaçlarından biri, insanların psikolojik motivasyonlarından bireysel çıkar ve kazanç faktörü olan ilgiyi ortadan kaldırmaktır. Marx, hem ekonomik faktörlerle hem de bunların bilinç üzerindeki yansımalarıyla meşguldü. Komünizm bununla da ilgilenmiyorsa, bir mal dağıtma yöntemi olabilir ama asla devrimci bir yaşam biçimi olmayacaktır,” satırlarındaki üzere Ernestro Che Guevara’nın…

VE…

  1. i) Aslın da bugünde hâlâ (aşılmamış) tartışılan meselelerin antagonistik düalitelisini reformcu II. ve ihtilalci III. Enternasyonal ayrımı oluşturmaktadır. Tarafımız III. Enternasyonal’in sınıf doğrultusudur.
  2. ii) 1917 Ekim Devrimi umuttur: “Çünkü umut kaçınılmaz gelecektir/ Bütün gümbürtüsüyle/ umut kaçınılmaz gerçektir çünkü,” dizelerindeki üzere Turgut Uyar’ın…

iii) 1917 -Paris Komünü gibi- söylenmiş sözdür: Attilâ İlhan’ın, “O sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız/ O sözler ki, bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız,” mısralarındaki gibi…

  1. iv) Ve nihayet Marksist-Leninist geleneğin süreklilik içindeki devrimci kopuşu ve sınıf hareketinin devrimci teoriye nihai biçimi vereceği ihtilalci praksis ile “Şafak vakti, ateşli bir sabırla donanmış olarak gireceğiz muhteşem şehirlere.”[103] o

17 Ekim 2021, İstanbul.

*: Temel Demirer’in bu yazısı 7 Kasım 2021 tarihinde “Gelmekte Olan Devrimdir” etkinliğimizde de sunulmuştur. Etkinliğimizin tam kaydını buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.

[1]    Nâzım Hikmet.

[2]    V. İ. Lenin, “Rus Sosyal-Demokrat Hareketi İçindeki Reformculuk”, Marx-Engels-Marksizm, çev: Vahap Erdoğdu, Sol Yay., 1976, s. 301.

[3]    Celalettin Can, “Sovyet Devrimi’nin Yıl Dönümünde, Lenin’in Politik Düşüncesini Hatırlamak…”, 8 Kasım 2020… https://www.indyturk.com/node/269156/

[4]    Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, çev: Selahattin Hilav, Sorun Yay., 1996.

[5]    Henri Lefebvre, Diyalektik Materyalizm, çev: Barış Yıldırım, Sel Yay, 2006, s. 107.

[6]    Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çev: Hasan İlhan, Alter Yay., 2009.

[7]    Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, çev: Şeyda Öztürk, Metis Yay., 2016

[8]    Alex Callinicos, “Kapitalizm ve Felaket”, Birgün Pazar, Yıl: 18, No: 752, 8 Ağustos 2021, s. 10.

[9]    Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev: Orhan Koçak, Metis Yay., 1986.

[10]  Bhaskar Sunkara, “Sosyalizmden Korkuyorlar”, Birgün, 30 Aralık 2019, s. 5.

[11]  Fyodor Dostoyevski, İnsancıklar, çev: Sabri Gürses, Can Yay., 2013.

[12]  Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, çev: Elnur Osmanov, Koridor Yay., 2007.

[13]  Ray Bradburry, Fahrenheit 451, çev: Zerrin Kayalıoğlu, İthaki Yay., 2017.

[14]  Yalçın Ergündoğan, “Soğuk Savaş Yıllarında Solun Arkasında SSCB mi Vardı?”, 30 Ekim 2017… https://www.artigercek.com/soguk-savas-yillarinda-solun-arkasinda-sscb-mi-vardi

[15]  Yalçın Ergündoğan, “Atılım Yapmış Tarihi TKP’ye Örtülü SSCB Freni…”, 13 Kasım 2017… https://www.artigercek.com/atilim-yapmis-tarihi-tkp-ye-ortulu-sscb-freni

[16]  Yalçın Ergündoğan, “Sivil İtaatsizlikle Halkın Rızasını Kazanma Başarısı…”, 26 Kasım 2018… https://www.artigercek.com/yazarlar/yalcin_ergundogan/sivil-itaatsizlikle-halkin-rizasini-kazanma-basarisi

[17]  Noam Shpancer, İyi Psikolog, çev: Nil Karaca, Pegasus Yay., 2015.

[18]  “SOL Parti PM Üyesi Alper Taş: Önceliğimiz AKP’yi Yenmek”, 11 Ekim 2021… https://www.birgun.net/haber/sol-partililer-onceligimiz-akp-yi-yenmek-361646

[19]  Orhan Pamuk, “Bu (‘Yetmez Ama Evet’ten Pişman mısınız?) soruya yanıt vermeyeceğim” derken, Ufuk Uras da, “Orhan Pamuk’un bir toplantıda ‘Yetmez ama Evet’ üstüne gelen bir soruya yanıt vermeye tenezzül bile etmemesi çok doğru bir yaklaşım,” (“Yetmez Ama Evet Tartışmaları: Kimler Neler Söyledi?”, 17 Ekim 2021… https://marksist.org/icerik/Haber/16746/Yetmez-ama-evet-tartismalari-Kimler-neler-soyledi) zırvasını terennüm etmiş! Bu ne demek? Bu nasıl bir tavır? Neye tenezzül etmiyorsunuz?

[20]  Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[21]  Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s. 26-27.

[22]  “Murat Belge’den ‘Yetmez Ama Evet’ Gerekçeleri”, 12 Ekim 2021… https://tele1.com.tr/murat-belgeden-yetmez-ama-evet-gerekceleri-486276/

[23]  Abdullah Öcalan, “Demokratik Uygarlık Manifestosu” kapsamında yazdığı ‘Kapitalist Uygarlık’ kitabında, (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu/ Kapitalist Uygarlık, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yay., 2013) çağdaş dünyayı şöyle tanımlamaktadır: “Modernitenin çözülüşü ve yeni postmodernite dönemi, biz bunu demokratik modernite olarak adlandırmak istiyoruz.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu/ Kapitalist Uygarlık, Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yay., 2013, s. 54).

[24]  Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s. 6.

[25]  yagk, s. 13.

[26]  yagk, s. 21.

[27]  yagk, s. 7.

[28]  yagk, s. 16.

[29]  yagk, s. 10.

[30]  Mahmut Yamalak, “Marksizme Kavramsal ve Kuramsal Bir Bakış”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s. 40.

[31]  Ahmet Cemal, “Marksizmin İktidar, Bilgi ve Sermaye Birikimine Yaklaşımı”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s. 54.

[32]  Murat Satılmış, “Marksizmin Zihniyete Yaklaşımı”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s. 78-81.

[33]  Nurettin Amed, “Marksizmin Kapitalist Modernite ile Bitmeyen Kavgası”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s. 84.

[34]  Haydar Ergül, “Sınıf Değil Komünalite”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s. 95

[35]  Cihan Bedewi, “Kaba Materyalizmi Metafizikle Aşmak”, Demokratik Modernite Dergisi, No: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.136.

[36]  Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[37]  Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.

[38]  V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm- Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[39]  Rosa Luxemburg, Sosyal Reform mu Devrim mi? çev: Nihal Yılmaz, Belge Yay., 1993.

[40]  V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[41]  Arif Koşar, “Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”, 1 Mart 2017… https://teoriveeylem.net/2017/03/demokratik-modernitenin-marksizm-elestirisinin-elestirisi/

[42]  Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yay., 1976.

[43]  Seyfi Öngider, “SYRIZA Başardı, HDP de Başarabilir”, 30 Aralık 2015… https://bianet.org/kurdi/siyaset/161902-syriza-basardi-hdp-de-basarabilir

[44]  https://hdp.org.tr/tr/hdp-syriza-nin-yunanistan-in-umudunun-yaninda/5827/

[45]  https://www.ntv.com.tr/dunya/syrizadan-hdpye-destek,XM_TFC_xzEuQNkvQ83RLRA

[46]  Temel Demirer, “SYRIZA: Neydi? N’oldu?!”, Newroz, Ağustos 2016… https://temeldemirer.blogspot.com/2016/08/syriza-neydi-noldu.html#.YWkwphpBxPZ

[47]  Zafer Yörük, “Biz SYRIZA’yı Çok Sevmiştik”, Yeni Yaşam, 14 Temmuz 2019, s. 7.

[48]  Aylin Kör, “Avrupa Solunda SYRIZA Krizi”, Birgün, 7 Şubat 2018… https://www.birgun.net/haber-detay/avrupa-solunda-syriza-krizi-203333.html

[49]  Hayri Kozanoğlu, “SYRIZA’nın Bağırarak Gelen Yenilgisi”, Birgün, 9 Temmuz 2019, s. 5.

[50]  Arif Koşar, “Lafazanis: SYRIZA İhanet Etti, Sömürge Hâline Getiriliyoruz”, Evrensel, 10 Aralık 2016, s. 14.

[51]  Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya’nın Yeni Solu ‘Podemos’…”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2015, s. 9.

[52]  Oscar Reyes, “İspanyol Seçimlerini Anlamak İçin”, Birgün, 25 Temmuz 2016, s. 14.

[53]  Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya’da Seçim: Podemos Mucizesini Beklerken”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2015, s. 10.

[54]  Nilgün Cerrahoğlu, “Podemos’un Hedefi: ‘Cenneti Fethetmek’…”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2015, s. 10.

[55]  Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya ‘7 Haziran Senaryosu’ ile Yüz Yüze”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2015, s. 12.

[56]  “Podemos’un ‘Yepisyeni’ Solculuğu…”, 23 Haziran 2015… http://haber.sol.org.tr/dunya/podemosun-yepisyeni-solculugu-120393

[57]  Nilgün Cerrahoğlu, “Özelleştirmeleri Geri Alacağız!”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2015, s. 7.

[58]  Onur Erem, “Sosyal Demokratlar Sola Kaymazsa Bölünebilir”, Birgün, 18 Mayıs 2016, s. 5.

[59]  Alejandro Lopez, “Bir Politik Sahtekârlık Olarak Podemos (2)”, 28 Kasım 2014… http://www.sendika.org/2014/11/bir-poltik-sahtekarlik-olarak-podemos-2-alejandro-lopez/

[60]  Korkut Boratav, “Podemos’un Tuhaf Muhalefeti”, 26 Haziran 2015… http://www.sendika.org/2015/06/podemosun-tuhaf-muhalefeti-korkut-boratav/

[61]  Nilgün Cerrahoğlu, “İspanya’da ‘Öfkelilerin’ Seçimi”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2015, s. 10.

[62]  Selami İnce, “İspanya Seçimlerinde Ne Oldu?”, Birgün, 26 Haziran 2015, s. 11.

[63]  “Katalonya’da Seçim Bitti Tartışma Büyüyor”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2015, s. 13.

[64]  “Podemos ‘Sol İttifakı’ Reddetti”, Evrensel, 26 Haziran 2015, s. 11.

[65]  Onur Erem, “Maite Mola: SYRIZA Başarırsa Tüm Avrupa’ya Örnek Olacak”, Birgün, 11 Mart 2015, s. 10.

[66]  Elif Görgü, “PCE(ML) Genel Sekreteri Raul Marco: Avrupa’da İnisiyatif El Değiştirebilir”, Evrensel, 6 Şubat 2015, s. 10.

[67]  “İspanya’ya Sol Damga”, Gündem, 26 Mayıs 2015, s. 13.

[68]  “Podemos Tabanında Yaşanan Hayal Kırıklığı”, Birgün, 9 Mayıs 2021, s. 5.

[69]  “İşçi Partisi Liderliğine ‘Sosyalist Aday’ Jeremy Corbyn Seçildi”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2015, s. 9.

[70]  Ergin Yıldızoğlu, “Tarihe Geri Dönerken”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2016, s. 9.

[71]  Ergin Yıldızoğlu, “Bir Semptom Olarak Jeremy Corbyn”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2015, s. 8.

[72]  Tarık Ali, “Corbyn: İşçi Partisi’nin Sahip Olduğu En Sol Lider”, Birgün, 21 Eylül 2015, s. 12.

[73]  Nilgün Cerrahoğlu, “Jeremy Corbyn Şoku”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2015, s. 10.

[74]  “… ‘Erkek Sosyalizmi’nde Kadınlara Yer Yok”, Milliyet, 14 Eylül 2015, s. 12.

[75]  V. İ. Lenin, “Uzaktan Mektuplar”, Seçme Eserler, Cilt: 6, çev: Saliha N. Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s. 17.

[76]  Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.

[77]  A. Dinç Alada, “Marx’ın Felsefesini Tartışmaya Açmak”, Birgün, 14 Şubat 2020, s. 14.

[78]  Bkz: i) Temel Demirer, “Karl Marx ile Marksizmi”… https://temeldemirer.wordpress.com/2018/08/26/karl-marx-ile-marksizmi/ ; ii) Temel Demirer, “Radikal Sosyalizm Hâlâ Güncel!”… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/05/02/radikal-sosyalizm-hala-guncel/

[79]  Mustafa K. Erdemol, “Yoksulların Yoksul Teorisyeni: Karl Marx”, Birgün, 1 Mayıs 2018, s. 5.

[80]  Melda Yaman-Özgür Öztürk, “Marx’ın Yolu”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s. 12.

[81]  Eric J. Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı: 1914-1991, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.

[82]  Tülin Öngen-Kansu Yıldırım, “Marx, Kapital ve ‘Kolektif Prometheus’…”, Birgün Kitap, Yıl: 15, No: 196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s. 10.

[83]  Önder Kulak, “Marx ve Kapitalist Toplum Eleştirisi”, Birgün Kitap, Yıl: 15, No: 196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s. 16.

[84]  Bkz: i) Temel Demirer, “Paris Komünü(müz) Hâlâ Güncel”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/10/10/paris-komunumuz-hala-guncel/ ; ii) Temel Demirer, “Komün’den Ekim’e Eski(meyen) Sosyalizm”… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/04/05/komunden-ekime-eskimeyen-sosyalizm/ ; iii) Temel Demirer, “Ekim Devrimi ve Sovyet(ler)”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/11/05/ekim-devrimi-ve-sovyetler/

[85]  Özde Çelikbilek, “Paris Komünü 150 Yaşında”, Birgün, 18 Mart 2021, s. 5.

[86]  Manu Goswami, “Paris Komünü’nün Anlamı Üzerine Kristin Ross ile Söyleşi”, Yeni Yaşam, 3 Nisan 2021, s. 10.

[87]  V. İ. Lenin, “Nisan Konferansında Politik Durum Üzerine Rapor”, Seçme Eserler, Cilt 6-Devrim Yılı 1917, çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s. 88.

[88]  V. İ. Lenin, “Komünist Enternasyonal I. Kongresi Açılış Konuşması”, V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s. 119.

[89]  Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, çev: Bülent Tanatar, Yazın Yay., 2017.

[90]  V. İ. Lenin, “Uzaktan Mektuplar”, Seçme Eserler, Cilt: 6, çev: Saliha N. Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s. 42.

[91]  V. İ. Lenin, akt: N. K. Krupskaya, Lenin’den Anılar, Cilt 3, çev: Mehmet Şimşek, Odak Yay., 1974., s. 29.

[92]  Utku Kızılok, “Lenin’i Anlamak”, Marksist Tutum, No: 100, Temmuz 2013… https://marksist.net/utku_kizilok/lenin_i_anlamak_5.htm

[93]  V. İ. Lenin, Köylü Temsilcileri Kongresi, Nisan 1917, Pravda, No:34.

[94]  V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.

[95]  Bkz: i) Temel Demirer, “Marksizm + V. İ. Lenin = Ekim Devrimi (Notları)”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/10/22/marksizm-v-i-lenin-ekim-devrimi-notlari/ ; ii) Temel Demirer, “Ekim’in 100. Yılında Kavramlar, Gerçekler”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/03/09/ekimin-100-yilinda-kavramlar-gercekler/ ; iii) Temel Demirer, “100. Yaşında Ekim Devrimi’nin Anımsattıkları”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/11/05/100-yasinda-ekim-devriminin-animsattiklari/ ; iv) Temel Demirer, “V. İ. Lenin ve Ekim Devrimi”… https://temeldemirer.wordpress.com/2020/11/08/v-i-lenin-ve-ekim-devrimi1/ ; v) Temel Demirer, “Ekim Devrimi ile Tartışmalı ‘Tartışmalar’ı”… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/12/25/ekim-devrimi-ile-tartismali-tartismalari/ ; vi) Temel Demirer, “Ekim’in Lenin, Lenin’in Ekim Destanı”… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/11/14/ekimin-lenin-leninin-ekim-destani/

[96]  Dritëro Agolli, Komiser Memo, çev: Çiğdem Kömürcüoğlu, Oda Yay., 1989.

[97]  V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s. 80.

[98]  V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s. 117-118

[99]  V. İ. Lenin, Komün Dersleri, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977, s. 72.

[100] Thorstein B. Veblen, Bolşevizm Üzerine Metinler, çev: Barış Özçorlu-Devrim Kılıçer-Ömer Mollaer-Pelin Tuştaş, Heretik Yay., 2020.

[101] Teslim Töre, aktaran: Sinan Çiftyürek, “Teslim Töre’ye Zorunlu Yanıt”, 19 Temmuz 2007… http://www.sinanciftyurek.com/teslim-toreye-zorunlu-yanit/

[102] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Mahmut Özışık-Yusuf Alp, Birikim Yay., 1978.

[103] Antonio Skármeta, Neruda’nın Postacısı, çev: İnci Kut, Kırmızı Kedi Yay., 2018.

Ekim Devrimi’nin 104. yılında sınıf ve iktidarı yeniden düşünmek*

“Düşünce kendini düşünmeyi
unuturken aynı zamanda
kendi bekçisi hâline de gelmiştir.”[1]

Bundan dört yıl önceydi. Ekim Devrimi’nin 100. yılı. Kaldıraç dergisi Ankara’da bir sempozyum düzenlemişti: “100. Yılında Ekim Devrimi’nin Yolunda.” Bu sempozyuma “Yeni Toplumsal Hareketler Ne Kadar ‘Yeni’?” başlıklı bir bildiriyle katılmıştım.[2] Bildirimde “yeni” sol (radikal demokrat, post-marksist…) kuramcıların hararetle selamladığı, yatay, hiyerarşisiz, gelgeç, düşük düzeyde yapılanmış toplumsal hareketlerin iddia edildiği kadar yeni olmadığını, kitlelerin iktisadi-siyasal iktidarlara karşı ayaklandığı her vesilede, karşılaştıkları sorunları çözmek için bu tür kendiliğinden örgütlenmeler oluşturduklarını öne sürmüş, örnek olarak da Paris Komünü’nü ve Sovyetler’i vermiştim. Her ikisi de üzerlerindeki sömürü ve tahakküm cenderesine karşı ayaklanan kitlelerin, devrimci durumun getirdiği kargaşaya karşı dümeni eline alma, hayatın akışını kendi istekleri doğrultusunda düzenleme arayışlarının bir sonucuydu. Paris Komünü siyasal iktidarı elinde tutacak, kendisine yönelen çok-yönlü saldırıları göğüsleyecek bir ortak akıl ve yapılanmış bir örgütlenme yaratamadığı için 72 günün ardından yenilgiye uğradı. Sovyet deneyimi ise, Bolşevik Partisi ile birlikte 70 yıl kadar -artılarıyla, eksileriyle- bir devlet olarak sürdürdü varlığını.

Büyük Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünü selamladığımız bu toplantıda da, bıraktığım yerden devam etmek istiyorum, izninizle…

Adını Koymak…

Bir şeyin adını koyduğunuzda onu “tanımlamış ve sınıflandırmış” olursunuz. Yani onu emsallerinden ayırt ederek ayrı, farklı bir “ne”lik’e büründürmüş, üzerinde işlenebilecek bir somutluk kazandırırsınız.

“Tanımlama ve sınıflandırma”nın kültürel olduğu söylenir, bu nedenle. Farklı kültürel dağarcıkları paylaşan toplumlar fiziksel, toplumsal ve düşünsel çevrelerini farklı biçimlerde sınıflandırırlar. Bunun en bilinen örneği, Danimarkalı dilbilimci Louis Hjelmsev’in dikkat çektiği renk taksonomileridir; örneğin bizim “yeşil” dediğimiz rengin daha açık tonları Galler dilinde gwyrdd ile karşılanırken, aynı dilde glas, Türkçedeki yeşil, mavi ve grinin daha az sayıda tonunu karşılamaktadır.

Ancak adlandırma her zaman bu denli “masum”, bu denli “ideolojiden arî” değildir. Dil, en azından sınıflı toplum tarihi boyunca ideolojik bir mücadele alanı olagelmiştir. Foucault, egemenlerin egemenliklerini sürdürmek adına “adlandırma”nın tekelini elde tutmak istediklerine dikkat çeker. Yenenler, yenilenlerin yalnızca bedenlerine, yalnızca varlıklarına, topraklarına, mülklerine, emeklerine değil, dillerine de müdahale eder. Onların kavramlarını temellük ederek farklı anlamlarla donatırlar. Çarpıcı bir örnek: Polonya’da Polonya asıllı Papa II. Jean Paul ile el ele vererek “komünizmi çökertme” sürecini tetikleyen sendikanın adı “Solidarnosc” değil miydi? İşçi sınıfı ve emek terminolojisinin en anlamlı kavramlarından biri: Dayanışma…

Bu anlamda neoliberalizm yalnızca bir sermaye birikim modeli değildir; aynı zamanda “kavram hırsızlığı/manipülasyonu” konusunda uzman bir düşünsel/felsefî (postmodern) iklimi devreye sokmuştur…

Son 40 yılda sınıf mücadelelerine ilişkin birçok kavramın tersyüz edilişine tanık olduk. Kapitalizmin “neoliberal çağı”nin “kültürel mantığı” postmodernizm, “post-”, “neo-” ve “son” takı ve nitelemeleriyle tüm bir toplumun, ama en çok da onların fikrî dünyalarını biçimlendiren entelektüellerin dünya kavrayışlarını yeniden şekillendirdi. Oya Çitçi’ye kulak verelim:

“20. yüzyılın son çeyreğinden başlamak üzere ekonomi, siyaset ve toplumbilim tartışmalarında en fazla kullanılan sözcükler ve kavramlar sorgulanacak olursa, ‘kriz’ ve ‘son’ sözcükleriyle ‘post’ ve ‘yeni/neo’ ön ekini taşıyan kavramların ilk sıralarda yer aldığını söylemek bir yanılgı olmayacaktır. Kriz sözcüğü kapitalizm, refah devleti, temsili demokrasi, siyasal partiler için kullanılırken, ‘son’ sözcüğü tarihin sonu, ideolojilerin sonu, işçi sınıfının sonu, refah devletinin sonu, sosyal devletin sonu, modernizmin sonu, sınıf temeline dayanan siyasetin sonu tamlamalarında yer almakta; post ön eki, post-materyalist değerler, postendüstriyel toplum, post-endüstriyel devrim, post-fordizm ve post-modernizm kavramlarıyla (buna bir de post-sekülarizm”i ekleyelim -SÖ); yeni ön eki ise, yeni dünya düzeni, yeni siyaset, yeni sağ, yeni muhafazakârlık, yeni/ neo-liberalizm, yeni sol, yeni siyasal kültür, yeni toplumsal hareketler kavramlarıyla gündeme girmektedir.”[3]

Modernizmin tüm öğreti ve ideolojilerinin “meta anlatılar” olarak red, hiçbir toplumsal ya da siyasal projenin bağlanmaya değmeyeceğinin ilan edildiği bu düşünsel iklimde solun payına düşen, (sosyalist sistemin çöküşünün de hazırladığı ortamda) “sınıf” kavramının ve “iktidarı ele geçirme” iddiasının (proletarya diktatörlüğü) reddedildiği bir “yeniden harmanlanma” oldu.

Bir mücadele öznesi olarak “sınıf” yerini kimliklere, “sınıf mücadelesi” yerini “yeni toplumsal hareketler”e, “proletarya diktatörlüğü” yerini toplumun devletlerden “özerk” kolektif yaşam biçimlerinin örgütlenmesi yoluyla tabandan dönüştürülmesine bırakarak belleklerden silinmeye çalışıldı.

Ancak devletin devredışı bırakıldığı, parçalı-merkezsiz öznelere dönüştürülen toplumların, şirketlerin ve sivil toplum örgütlerinin müzakere zemini olarak “yönetişim”le kendilerini idame ettirecekleri (neoliberal) modelin duvara toslaması uzun sürmedi… Neoliberal politikalar uygulanmaya başlar başlamaz, kapitalist sistem kesintisiz bir krizler sarmalı içine yuvarlandı: iktisadi krizler finans krizlerine dönüşürken iklim/çevre krizleri buna eklemleniyor, küresel ölçekte misli görülmemiş boyutlara ulaşan gelir eşitsizlikleri, doğal çevrenin sonuna dek yağmalanmasının ve metalaştırılmasının gündeme getirdiği afetlere eklendiğinde yekpare ve sürdürülemez bir beşeri krize (buna dilerseniz “Uygarlık Krizi” diyelim) yol açıyordu.

İnsanlık, bu duruma tepki vermekte gecikmedi… 21. yüzyıl Güney ve Kuzey Amerika, Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Güneydoğu Asya ülkelerinde neoliberal politikaların yoksulluğa, açlığa, işsizliğe mahkûm ettiği emekçilerin kitlesel ayaklanmalarıyla giriş yaptı. İsyan türlü direniş biçimlerini devreye soktu: Wall Street’in, sokak, toprak, konut, fabrikaların işgali, barikat savaşları, bankalara, şirket merkezlerine, uluslararası finans kurumlarına saldırılar, kolektif mutfaklar, alternatif eğitim arayışları, iş durdurmalar, siber saldırılar, forumlar… Yani kitlesel hoşnutsuzluğun her biçimde ifadesi…

İşin garip yanı, yeni sol ideologların kitlelerin sistemin değişmesi yönündeki taleplerini sürekli olarak “yeni sol” terimlerle okumadaki ısrarıydı… “Yeni sol” ideologlara göre, olan biten “sınıf mücadelesi” değil, onun dışındaki her şeydi: cinsel, dinsel, etnik vb. kimliklerin “tanınma” savaşımı, yaşam paradigmasında değişim (Zizek), küreselleşme karşıtı hareket, çevre mücadelesi, tabandan tepeye “yeni” bir hayatı örgütleme girişimi, otoriteye karşı mücadele, tarihselliğin kontrolü savaşımı (Touraine), bürokratik-merkezî aygıtların tasfiyesi çabası, hiyerarşilerin ilgası ve dikey ilişkilerin yatay ilişkilerle ikamesi, “şenlikli bir toplum” kurma girişimi vb. vb.

Alaine Touraine, Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Michael Hardt, Antonio Negri, Murray Bookchin gibi “yeni sol” (post-marksist, radikal demokrat vb.) ideologlar ağız birliğiyle “sınıfın sonu”nu ilan ediyorlardı. Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” çağrısına Alaine Touraine “Günümüzde sınıfların yerini kimlikler aldı,” yanıtını vermekteydi.[4] “Kimlik” kısa sürede tüm toplumsal mücadeleler jargonunun sihirli anahtarı hâline geldi: “toplum”a, “kültür”e, “temsilî demokrasi”ye, “sosyalizm”e, “işçi sınıfı”na vb. değgin meta-anlatılar toplum(lar)daki bastırılmış kimlikleri görünmezleştiriyor, seslerini daha fazla kısma işlevini görüyorlardı: kadınlar, etnik-dinsel azınlıklar, farklı cinsel yönelimler… Yeni Sol’a düşen, aralarında herhangi bir hiyerarşi ya da tabiyet ilişkisi kurgulamaksızın onları kendi (tanınma eksenli) gündemleri çevresinde toplayarak mücadeleye çekmekti – aralarında geçici koalisyonlar oluşturabilirlerdi, ama bu mücadeleler “iktidarı ele geçirme”dense “tanınma” ve en iyi olasılıkla toplumu tabandan dönüştürme hedefini güttüğü için süreğen, kalıcı, örgütlü (hele, maazallah, “hiyerarşik”) bir örgütlenmeye ihtiyaç yoktu.

Bu fikirlerin büyük bir şevkle alımlandığı ABD kampüslerinde nasıl ete kemiğe büründüğünü liberal bir akademisyenin, Mark Lilla’nın kaleminden okumak, acıtıcı ve/fakat uyarıcıdır:

“(…) Buradan çıkartılan ders, politik bir kişi olmak istiyorsan, işe geniş tabanlı bir partiye üye olarak değil, senin için derin kişisel anlamı olan bir hareket arayarak başlaman gerektiğiydi. 1950’ler ve 1960’ların başlarında, benlik üzerine olmamakla birlikte, benliği angaje eden çok sayıda hareket vardı – nükleer silahsızlanma, savaş, yoksulluk, çevre. Bu konulara angaje olmak geniş dünyayla ilgilenmeyi ve iktisat, sosyoloji, psikoloji, bilim ve özellikle de tarih konusunda bilgi edinmeyi gerektiriyordu.

“Kimlik bilincinin yükselişiyle birlikte, konu temelli hareketler bir şekilde azalmaya ve benlik için en anlamlı hareketlerin benlikle ilgili olanlar olduğu yolundaki kanı kökleşmeye başladı. Bu yeni tutumun ABD üniversiteleri üzerindeki etkisi derin oldu. Dünya emekçilerinin -hepsinin- yazgısına olan ilgisi ile Marksizm tedricen çekiciliğini yitirdi. Kimlik gruplarının incelenmesi artık en acil akademik ve siyasal görev olarak görülüyordu, kısa sürede bölümler, araştırma merkezleri ve profesyonel kürsülerin sayısı katlandı.

“Bunun birçok yararı olmadı değil. Akademik disiplinleri araştırmalarının erimini o güne dek bir şekilde görünmez olan kadınlar ya da Afrikalı-Amerikalıları dâhil edecek şekilde genişletmeye teşvik etmişti. Ama aynı zamanda grup farklılıklarına ve toplumsal saçaklara saplantılı bir hayranlığı da getirmişti beraberinde, öyle ki sonuçta öğrencilerin zihninde oluşan tablo ülkelerinin ve tarihin mevcut hâlinin çarpıtılmış bir görüntüsüydü – Amerikalı liberallerin ülkenin uçsuz bucaksız orta kesimleri hakkında daha az değil daha fazla öğrenmeleri gereken bir dönemde önemli bir mahzurdu bu…”[5]

Aslına bakılırsa fazla didiklenmediğinde “kimlik” hareketlerinin Marksizmle ya da sınıf eksenli bakış açısıyla bağdaşırlığı vardır. Sınıf mücadelesi perspektifi, varlık nedeni doğrudan emek-sermaye çelişkisine bağlı olmayan tahakküm biçimlerini tanır ve “kurtuluş hareketleri” başlığı altında onlarla ittifak yollarını yoklardı: ulusal kurtuluş hareketleri, kadın kurtuluş hareketi, eşcinsel hareketi vb. Ancak kimlikler tekil, türdeş “bütünlükler” olmamak gibi bir sorunu vardır. Kişi aynı anda farklı kimliklere ait olabilir: kadın, Kürt, genç, Alevi, eşcinsel… Bir başka deyişle, kimlikler “kesişimsel”dir. “Kesişimsellik kuramı insanların ırk, etnik aidiyet, milliyet, toplumsal cinsiyet, sınıf, cinsel yönelim, yaş, engellilik vb. içeren çoğul kimliklerden oluştuğunu öne sürer. Bu tip kimliklerin her bir oluşturucu kısımdan farklı ve çok daha karmaşık bir bütün yarattığı iddia edilir. Ancak sorun şu ki, kesişimsellik sınıfı bireyin kapitalist toplumsal ilişkiler içerisindeki konumu ve buna değgin deneyimlerinin en önemli belirleyici gücü olarak değil, sadece bir başka kültürel inşa olarak tanımlamakla, kimliğin bir veçhesine indirger. Yandaşlarını kapitalizmin sistemli bir kavranılışından yoksun bırakan kesişimsellik, kutsadığı kimliklerin toplumsal kaynaklarının ve öneminin anlaşılmasını olanaksız kılar ve ayırımcılığı, bölünmeyi ve sömürüyü besleyen sisteme, kapitalizme karşı kolektif bir mücadelenin temellerine mayın döşer. Kesişimsellik kuramının ayrıntılarına girmeden, sınıf-dışılaşmış şaşkınlığının, eski özgürlükçülüğün artık yarı-sürgün politikasının çağdaş bir kimlik politikası tarzına dönüştüğünü söylemek yeterli olacaktır. Bu tarzın anlamsız ve köklü biçimde neoliberal vargısı, kimliklerin öznel seçimlere dönüştüğü öz-kimliktir…”[6]

“Kimlik” söylem(ler)i, süreç içinde “kesişimselleştikçe” ya da daha doğru bir saptamayla liberalizmin etkisi altına girdikçe, bireyselleşerek birbiriyle rekabet eder hâle geldi. Böylelikle, toplumsal muhalefet alanı, yüzlerce “mamul” kimlik iddiasının (siyah + feminist; Kürt + trans + engelli; Müslüman + vegan + kadın…) birbiriyle yarıştırıldığı bir alana dönüşerek bir tür “akıl tutulması”nın sahnesi oldu…

“Kimlik Farsı”nın Sonu

Neyse ki, öyle görülüyor ki bu “fars”ın sonuna geliniyor. İlginç bir biçimde, kimlik savlarının uç noktalara savrulduğu siyasal coğrafyalardan “sınıfa dönme” çağrıları yükselmeye başladı. Bugünlerde ABD ve Britanya “sol”undan, hatta liberallerden çubuğun fazlasıyla toplumsal cinsiyet, etnisite, ırk sorunlarına doğru büküldüğü, günümüzdeki hâliyle kimlik politikalarının mağdurların kolektif haklarının savunulmasındansa bireysel “kurtuluş”ları besler hâle geldiği ve kapitalizmin eleştirisinin unutulmasına yol açtığı yolunda itirazlar yükseliyor. Birkaç örnek vereyim, dilerseniz:

  • “Kimlik çerçevesi siyaseti bir kolektivitenin ve baskıcı bir toplumsal yapıya karşı kolektif bir mücadelenin bir üyesi olarak değil de, birey olarak kim olduğunuza ve birey olarak tanınmaya indirgemektedir. Bunun sonucu olarak da kimlik politikaları paradoksal biçimde bizatihi eleştirmek üzere yola çıktığı normları güçlendirmektedir,” diyor, Mistaken Identity: Race and Class in the Age of Trump (Yanılmış Kimlik: Trump çağında Irk ve Sınıf) kitabının yazarı Asad Haider.[7]
  • “Soldaki kimlik politikaları başlangıçta kampanyalarla ve ardından da siyasal kurumlarımız aracılığıyla haklarını güvence altına almaya çalışarak başlıca tarihsel hataları telafi etmeye çabalayan geniş insan topluluklarına ilişkindi: Afrikalı-Amerikalılar, kadınlar, eşcinseller, kadınlar. 1980’lere gelindiğinde sahte bir özsaygı politikasına vekolej ve üniversitelerimizde okutulan, giderek daralan dışlayıcı öztanıma yol verdi,” diye onaylıyor liberal yazar Mark Lilla.[8]
  • “Ayrıcalıklıların iktidarını güçlendiren sınıfsal engelleri sürdürdükleri sürece liderlerimizin ırksal kökenleri önemli değil,” diye ekliyor Emma Dawson, Avustralya’dan.. “Ve sosyal demokrat politika açısından en kaygı verici olay, çok sayıda genç ‘ilerici’nin sınıf kavramını reddetmesi. Geçen hafta sosyal medyada pek çok insan için sınıfın para anlamına geldiği ortaya çıktı. Pek çok kişi sınıf temelli politikaları indirgemeci, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik, engellilik gibi kesişimsel tahakküm nedenlerini dışlamanın bir aracı olarak görüyor.

“Ama sınıf para demek değildir. İktidar demektir. Büyük (siyahi) bilimci Adolph Reed jr.’dan aktaracak olursam, ‘Sınıf indirgemeciliği mitosu, aşağıya doğru, kapsamlı bir iktisadi yeniden dağıtım aleyhine kadınların, ırksal azınlıkların ve diğer marjinalleştirilmiş topluluklarının varsayımsal çıkarlarına seslenilmesi yönündeki sınıfsal arzunun güçlü bir ifadesidir. Hiçbir şey, kişinin sınıfsal sadakatını, muarızların sınıftan başka bir şey düşünmediği savı kadar belagatle ortaya koyamaz.’”[9]

  • Avustralyalı psikoterapist Laura Duggan “kimlik” vurgusunun aslında şirket çıkarlarını pek de rahatsız etmediğini gözlemliyor: “Bireysel kimlik ifadeleri işçilerin sömürülmesinde gerekli olan kapitalist normlara meydan okumaz. Daha bireyci kadınları işe almak ya da şirket destekli Onur yürüyüşlerine katılmak pek çok şirketin ethos’uyla uyumludur; tıpkı ücretleri düşük tutmak ya da sendikalaşmayı engellemek gibi. Buna karşılık, dayanışma, kolektivist yaklaşımlar ve sendikacılık nosyonlarına belenmiş bir işçi sınıfı kimliği, doğası gereği kapitalizme meydan okumadır; bu da onu tehlikeli kılar.”[10]
  • Ve Jacobin dergisinden Bhaskar Sunkara, Batılı “devrimciler”in Zapatista sevdasını eleştirirken, “Yirminci yüzyıl başlarında devrimciler, Neolitik Devrim’den bu yana toplumsal bir sabite olan sınıfsal yarılmayı ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Bir yüzyıl sonra, ardılları yalnızca direnerek mekânı yoğunlaşmış iktidardan arındırmayı düşlediler – yaratmayı değil, inkâr etmeyi. Düşman artık kapitalizm değildi; neoliberalizmdi. Mezar kazıcısı örgütlü bir işçi sınıfı değil, ‘çoğulluklar’dı,”[11]

Bu örnekler çoğaltılabilir; ama bence yeterli…

Peki ne oldu da rüzgâr birden ters yönden esmeye başladı?

Kimlik söylemlerindeki ricat bana kalırsa iki nedene dayandırılabilir. Bunlardan ilki, sınıfın unutuluşa terk edildiği neoliberalizm/küreselleşme günlerinde gelir dağılımındaki eşitsizliğin küresel ölçekte tarihte misli görülmemiş boyutlara varması. Yeryüzünde hiç de “üretken” ve “istihdam yaratıcı” olmayan işleri (bilişim, finans, pazarlama, moda, kozmetik…) yöneten bir avuç plütokrat dudak uçuklatacak servetlere hükmediyor. Örneğin “en zenginler” listesindeki ilk 10’un toplam serveti: 1 trilyon 379 milyar dolar. Türkiye’nin 2020 yılı GSMH’sinin 720 milyar dolar dolaylarında olduğunu hatırlatırsak, 10 kişinin toplam servetinin yeryüzündeki pek çok ülkeyi geride bıraktığını görürüz. Kimlik söylemlerinin bu dudak uçuklatıcı eşitsizliklerle baş etmede hiçbir işe yaramadığı artık üstü örtülemeyecek bir gerçek…

İkincisi ve daha çarpıcısı ise, kimlik söylemlerinin dünyanın pek çok ülkesinde yükselişe geçen neo-faşist akımlarca temellük edilerek iddialarının tam tersi sonuçlara yol açmaları.

Açımlayayım: Anaakım tarafından genellikle “sağ popülist” olarak yaftalanan neofaşist hareketler, kimlik söylemlerini iki bakımdan temellük etmekte: Bir yandan bu söylemlerin kendilerini karşıt olarak kurguladıkları “hâkim” kimlikleri mağdur gösterip sahiplenmekle:[12] ABD’de Trump sağının en önemli argümanlarından biri, etnik/ırksal azınlıklar ve göçmenlerin, işsizlik ve diğer sosyal yardımlar aracılığıyla, hayatını çalışarak kazanan namuslu beyaz işçilerin, çiftçilerin ekmeğini çaldığı, toplumun vergileriyle suça eğilimli, işe yaramaz milyonlarca asalağı beslediği yönündeydi. Bu iddiaların Trump’a ve Amerikan neo-faşizmine özgü olmadığını biz, coğrafyamızdaki Kürt ve göçmen düşmanlığından gayet iyi biliyoruz.

Bu söylem ABD’de, AB ülkelerinde, İngiltere’de, Doğu Avrupa’da, Hindistan’da… Velhasıl neo-faşizmin yükselişte olduğu her yerde neoliberal kapitalizmin ölümcül soluğunu ensesinde hisseden, konumlarını hızla yitirmekte olan emekçiler arasında “tuttu”. Öfke, sistem açısından başarılı biçimde büyük yığınları işsizliğe, açlığa, güvencesizliğe mahkûm eden, konumlarını kırılganlaştıran sermaye düzenine değil, küresel jeopolitik serüvenlerin yerlerinden ettiği göçmenlere, etnik azınlıklara, kısacası “en alttakiler”e yöneltiliyordu.

Dahası neofaşizm, “hâkim kimliğe”, “ortalama ahlâk”a sahip çıkarak eşcinsel karşısında heteroseksüel, kadın karşısında erkek, göçmen karşısında yerli, siyah karşısında beyaz, Alevî karşısında Sünnî, Kürt karşısında Türk kesiliyordu. Böylelikle “haddini aşan” kimlik iddialarına karşı “mağduriyet ürettiği” vasatın konumunun savunucusu rolüne bürünüyor, onun yalnızca “ekmeği”nin değil, “ahlâkı”nın da savunucusu olduğu iddiasını dillendiriyordu. “Entelektüel budalalar, biz sıradan insanlara tepeden bakan eksantrik elitler, her türlü ‘sapkınlığın’ savunuculuğuna soyunurken biz, bu ülkenin, milletiyle gurur duyan, alnının teriyle hayatını kazanan, çalışkan, fedakâr, namuslu insanlarının yanındayız.” Mesaj, buydu… Brezilya’da da, ABD’de de, Polonya’da da, Fransa’da da, Türkiye’de de… Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon’un “solcuların ırk-kimlik politikalarından ne kadar çok söz ederlerse o kadar iyi. Her gün ırktan ve kimlikten konuşsunlar”[13] demesi boşuna değildi.

Sınıf… Ama Nasıl?

“Sınıf siyasete geri döndü!” demişti Mısır kökenli Avustralyalı siyaset bilimci Waleed Aly 2016’da; “ve bunu görmezden gelerek kendimizi tehlikeye atıyoruz.”[14]

Neo-faşizmin yükselişi karşısında kimlik politikalarının yetersizliğini gören, kitlelerin yıkıcı iktisadî eşitsizlikler karşısındaki hoşnutsuzluklarının sağ politikalarca nasıl manipüle edildiğini fark eden “ana akım sol”un (ABD’de Demokrat Partili liberaller, Batı Avrupa’da sosyal demokrat partiler) en azından bir bölümü açısından “sınıfa dönüş”, çubuğu bu kez tümüyle tersine bükerek emekçilerin neo-faşizan akımlar tarafından okşanan gururlarını rencide etmeyecek bir “işçi dalkavukluğu”na teslim olmak anlamına gelmektedir. İşçi sınıfını türdeş (beyaz, milli, erkek) bir “bütün” olarak kurgulayıp farklılık iddialarına karşı düşmanca bir tutum almak… “Birçok âlim ve siyasetçi için sınıfı tartışmak, neredeyse tanımı itibariyle, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ya da diğer tahakküm biçimlerine karşı mücadelelerin meşruluğunu reddetmek anlamına gelmektedir,” diyor Sparrow. “Bize bunların en iyi olasılıkla sınıfın yaslandığı iktisadî buyrultuları perdeleme, en kötü olasılıkla da emeğin dürüst evlatlarını ilerici politikalardan uzaklaştırmaya yönelik politikalar olduğunu söylüyorlar.”[15]

Oysa “sınıf”ı, servet, statü, eğitim, kültürel sermaye vb. terimleriyle tanımlayan Amerikan sosyolojisi çerçevesinde değil de, bireylerin üretim araçları karşısındaki konumlarını temel alan Marksist yaklaşım çerçevesinden tanımlıyorsak, bu durumda iki şeyi kabul etmemiz gerekir:

  1. Bugün dünya nüfusu, üretim araçlarının mülkiyet ve denetimini, dolayısıyla da ulusal ve uluslararası siyasal denetim mekanizmalarını ellerinde tutan küçük bir azınlık ile üretim araçlarından yoksun, geçimini temin edebilmek için işgücünü satmaktan başka hiçbir açarı olmayan devasa bir çoğunluk ekseninde ikiye bölünmüştür: bir başka deyişle kapitalist sınıf ile işçi (emekçi) sınıfı.
  2. Neoliberal kapitalizmin küreselleşmeci eğiliminin üretim süreçlerini uluslararasılaştırması sonucunda, işçi sınıfı da “ulusal” sınırların ötesine geçerek “küreselleşmiş”tir. Bu anlamda Avrupalı sendikalı erkek işçi de, ter atölyesinde çalışan Bangladeşli kadın işçi de, Karadeniz’de tütün toplayan Suriyeli işçi de işçi sınıfının üyeleridir. Bu hâliyle işçi sınıfı, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın büyük bölümünde egemen olan, ortak bir “sınıf kültürü”nü paylaşan, türdeş, örgütlü sınıf görünümünü yitirdi. Bir yandan neoliberal istihdam politikalarının saldırıları (istihdam güvencesinin tasfiyesi, örgütsüzleştirme, taşeronlaştırma, yerinden etme, yarı-zamanlılaştırma, güvencesizleştirme…) bir yandan da üretimin küresel ölçekte yayılması, işçi sınıfını dünya nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunu kapsayan, ama kültürel olarak parçalanmış bir kendiliğe dönüştürdü.

Dünya emekçilerinin çoğu, büyük ölçüde bir avuç çokuluslu şirketle irtibatlı olan sömürü “hâl”ini, kırsaldan yeni kopmuş, genç Güneydoğu Asyalı kadınlar, ekmeklerini çöplüklerden çıkarmaya çalışan göçmen geri dönüşüm işçileri, yan sanayilerde boğaz tokluğuna istihdam edilen Afgan sığınmacı çocuklar, market zincirlerinde tezgâhtar, temizlikçi, çağrı merkezlerinde cevaplayıcı olarak çalışan Hintliler, zengin malikânelerinde dadılık yapan Orta Asyalılar, serbest ticaret bölgelerinde tuvalete gitmemek için altlarına bez bağlayarak çalışmak zorunda bırakılan Latin Amerikalılar olarak yaşıyorlar. Düşmanlarının ortak, çıkarlarının bir olduğunun bilincine varmaları, yani “kendisi için sınıf”a dönüşmeleri çok zor, bu doğru; ama gerçek tam da bu: Düşmanları ortak, çıkarları bir. Ve Martin Luther King Jr.’ın yaşamının son yıllarına doğru vurguladığı gibi, “Ekonomik ve siyasal iktidarın radikal bir yeniden dağıtımı gerçekleşmeden sorunlarımızı çözemeyiz.”[16]

Şu hâlde, Marksist bir sınıf kavrayışı, iki hedefi birden gütmek durumundadır: 1. İşçi sınıfının kültürel çeşitliliğini gözeten “kültürel” stratejiler: “Avrupalı sendikalı erkek işçi ile Bangladeşli kadın ter atölyesi işçisini, Bangladeşli kadının gerçek çıkar, duygu ve gereksinimleri karşısına geleneksel sınıf modelini koyarak bir araya getiremezsiniz. Bunu düşmanlarının ortaklığına ve ardından da kendi çıkarlarının tikelliği ve farklılıklarına seslenerek yapmalısınız.”[17]

Bir başka deyişle, sınıf siyaseti, “kültürel” farklılık ve gereksinimlerin üzerinden atlamamalıdır.

Bu yalnızca sınıf siyasetinin başarısına yönelik bir taktik ya da farklı bileşenlerden oluşan bir sınıfın mensuplarını “hoş tutmaya” yönelik bir “siyaseten doğruluk” söylemi değildir. Bu yaklaşım, kapitalist sınıfın tarihsel olarak kendisini önceleyen tahakküm biçimlerini, kendi çıkarlarını azamileştirmek üzere temellük edip dönüştürmesi, bir başka deyişle, kapitalist sömürünün, sistemin kendisinden önceki sınıflı toplumlardan devraldığı eşitsizlikler üzerine yerleşmesiyle ilişkilidir. “Kent devrimi”nin gerçekleştirdiği kır-kent eşitsizliği olmasa proletarya olmazdı, örneğin. Merkantilist çağın biçimlendirdiği merkez-çevre eşitsizliği olmasa, kapitalist sermaye birikimi mümkün olmazdı. Sınıflı toplumların mirası kadın-erkek eşitsizliği ya da sömürgeciliğin mirası ırkçılık olmasa, ucuz emek gücüne erişim imkânı olmazdı vb. vb. Bir başka deyişle “kimlik” iddialarına temel olan eşitsizlik ve tahakküm biçimleri, -farklı görünümler alsalar da- kapitalizmin sürdürülebilmesi açısından zorunlu eşitsizliklerdir. Bu nedenledir ki, sömürüden kurtulmak ve tahakkümlerden özgürleşmek, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisi madunlarının sermaye egemenliğine karşı ortak mücadelesini gerektirir. Bu mücadeleyi yürütecek siyasal organ ise ezilenler-sömürülenler gövdesinin çeşitliliğini bir an olsun gözden kaçırmamalıdır…

  1. Marksist sınıf kavrayışının gütmek durumunda olduğu ikinci hedef ise, “iktidar”dır. Çünkü bugün iktisadî ve siyasal iktidar tarihte görülmemiş ölçüde iç içe geçmiş ve yine görülmedik boyutlarda yoğunlaşmıştır. Neoliberal kapitalizm, tüm küresel finansı, askerî-sınai kompleksi, emek gücünü, doğal kaynakları, bir avuç çokuluslu şirketin hizmetine tahsis ederken emekçilere parçalılığı, örgütsüzlüğü, bireyciliği va’zetmekte. Oysa yüzde 1’in toplam servetinin geride kalan yüzde 99’un servetinin iki katına ulaştığı bir dünyada, yaşam ancak “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”yle sürdürülebilirleşecektir. Bu ise, yalnızca emekçilerin, ezilenlerin iktidarıyla gerçekleşebilir.

Vurgulamaya gerek var mı, “Yeni Sol” on yıllardır “iktidarı ele geçirme” perspektifinin demodeliğini, otoriterliğini, bürokratikliğini, erkek egemenliğini ve “çağdaş” bir muhalif olarak yaftalanmak istemeyeceğiniz daha bir sürü vasfını sıralayarak bizi hem emeğimize hem de yaşamımıza tasallut eden küresel kapitalizm karşısında silahsız bırakıyor.

1990’lı yıllardan beri John Holloway’in “İktidarı almadan dünyayı değiştirin!” çağrısında[18] somutlanan mesaja kulak veren yüzlerce irili ufaklı ayaklanma, binlerce “toplumsal hareket” geride pek fazla iz bırakmadan sönümlendi gitti… Bir kısmı “sol” içi kliyantel aygıtlara dönüşüp yeni müzmin muhalifleri anaakıma eklemleyecek kanallar oluşturdular, bazıları rejim tarafından çevrelenerek unutuluşa terk edildi. Bhaskar Sunkara, örneğin, Zapatista ayaklanmasından 20 yıl sonra, ayaklanma merkezi Chiapas’ı şöyle betimliyor. “Neredeyse yirmi yıllık devrimci sürecin ardından Chiapas imgelemin davet ettiği kurtarılmış cennet olmanın çok uzağında, derinlemesine yoksulluğun süregittiği, gösterilecek pek fazla şeyi olmayan bir bölge. Okur-yazar olmayanların oranı yüzde 20’lerin üzerinde ve su, elektrik ve kanalizasyon gibi temel kamu hizmetleri lüks sayılıyor. Bebek ölümleri ulusal ortalamanın iki katı. Kuşaklar boyu süren yoksulluğu bir çırpıda yok edemedikleri için Zapatistaları suçlamak absürd olur, ama onların yurtdışındaki (Kuzey Amerika ve Avrupalı -b.n.) ayrıcalıklı destekçilerinin Chiapas’taki maddî koşullara daha çok, ‘direniş’i cezbetmek için dizüstü bilgisayarlarını kullanmadaki yenilikçi tarzlarına daha az dikkat etmelerini istemek çok mu abartılı olur?”[19]

Yoksulluğu ortadan kaldırmak, eşitliği tesis etmek, dünyayı değiştirmek, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisinin kökünü kazımak, yerküreyi insanlarının özgürce ve eşit ilişkiler içinde yaşayabileceği bir ütopyaya dönüştürmek… bunların tümü, ancak “sınıf” ve iktidar” kavramları çerçevesinde düşünüldüğü ve eyleme geçirildiği ölçüde gerçeklik kazanabilecek tasavvurlardır…

1917 Ekimi’ndeki Bolşevik Devrimi’nin bizlere unutturmaya çalıştıkları en önemli dersi, kanımca budur. Bu bağlamda, V. İ. Lenin’in, “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler -hepsi- yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak,”[20] sözlerini çok iyi bellemek durumundayız… o

19 Ekim 2021, İstanbul.

*: Sibel Özbudun’un bu yazısı 7 Kasım 2021 tarihinde “Gelmekte Olan Devrimdir” etkinliğimizde de sunulmuştur. Etkinliğimizin tam kaydını buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.

[1]    Theodor Adorno.

[2]    Sibel Özbudun, “Yeni toplumsal hareketler ne kadar ‘yeni’?” Kaldıraç, sayı 197, Aralık 2017, ss. 94-100.

[3]    Oya Çitçi, “Yeni Siyaset: Neoliberalizm ve Post-Modernizmin Siyasal Projesi”, YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. I, No. 2, (Ekim 2008)

[4]    “Bugün dünyayı düşündüğümüzde, toplumsal yaşamın en dinamik temsili ne iyimsel işlevselcilik, ne kötümser yapısal Marksizm ne de toplumsal eylemin stratejik kavranılışı değil, kimlik ve cemaat çağrısıdır.” (Alaine Touraine, “An Introduction to the Study of Social Movements” Social Research, C. 52, No. 4, (Kış 1985), s. 769.

[5]    Mark Lilla, “How the modern addiction to identity politics has fractured the left”, New Statesman, 18 Eylül 2017. https://www.newstatesman.com/uncategorized/2017/09/how-modern-addiction-identity-politics-has-fractured-left

[6]    Mary Davis, “After Brexit #5 Class Politics vs Identity Politics: The Choice for Labour”, https://www.thefullbrexit.com/class-politics-vs-identity-politics.

[7]    Rashmee Kumar, “Politics have divided the left: An Interview with Asad Haider”, https://theintercept.com/2018/05/27/identity-politics-book-asad-haider/

[8]    Mark Lilla, “How the modern addiction to identity politics has fractured the left”, New Statesman, 18 Eylül 2017. https://www.newstatesman.com/uncategorized/2017/09/how-modern-addiction-identity-politics-has-fractured-left

[9]    Emma Dawson, “Left’s identity politics crisis a progressive problem”, 20 Eylül 2021, https://www.smh.com.au/national/left-s-identity-politics-crisis-a-progressive-problem-20210918-p58suc.html

[10]  Laura Duggan,”Identity and class”, Socialist Voice, 9 Mayıs 2019, https://socialistvoice.ie/2019/05/ identity-and-class/

[11]  Bhaskar Sunkara, “Why We Loved the Zapatistas”, The Jacobin, 01.01.2011. https://jacobinmag.com/2011/01/why-we-loved-the-zapatistas

[12]  “(…) Sağcı popülizm kimlik araçlarını seçim şansını güçlendirmek için etkin biçimde kullanmaktadır. Kimliğin sağcı popülist kullanımı, dargörüşlü bir kimlik bilincinin öznel katılaşması ve ardından ‘güçsüzlerin güçsüzler olarak zaferi’ni ilan eden bir yaralanmışlık ya da mağduriyet politikası olarak kurgulanmasından oluşur. (…) Günümüz koşullarında sağcı popülizm, kimliği neoliberal şirketleşme ve cemaatlerin çözülmesi deneyimini boş bir biçimde kültürelleştirerek ve travmatize ederek sentetik bir biçimde sınıftan ayırmıştır. Kültürel yaralar üzerine bu vurgu, neoliberalizme duyulan antipatinin ‘dışlanmış öteki’ne yöneltildiği antagonistik bir sınırın yaratılmasına yol açtı. Bunun sonucu, özselleştirilmiş kimlikler ahlaksallaştırılmış bir intikam politikasına girişme amacıyla katılaştırılıp dibe çökeltildi. Kimliklerin özselleşmesine ve çökelmesine yol açan, sınıfın gizlenmesiydi.” (Yanis Iqbal, “Neoliberalism, Identity and Class: A Theoretical Reconsideration”, https://www.hamptonthink.org/read/neoliberalism-identity-and-class-a-theoretical-reconsideration).

[13]  Sheri Berman, “Why identity politics benefits the right more than the left”, The Guardian, 14 Temmuz 2018, https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/jul/14/identity-politics-right-left-trump-racism. Bunun karşısında ise, “Büyük bankaları yarın kapatsak… bu ırkçılığı sona erdirir mi? Cinsiyetçiliği sona erdirir mi? LGBTİ topluluğuna karşı ayırımcılığa son verir mi? İnsanların göçmenlere karşı daha hoşgörülü olmalarını sağlar mı?” diyen Hillary Clinton aymazlığı vardı… (Paul Heideman, “Class rules everythin around me, Jacobin, https://jacobinmag.com/2019/05/working-class-structure-oppression-capitalist-identity).

[14]  Jeff Sparrow, “Class and identity politics are not mutually exclusive. The left should use this to its benefit”, The Guardian, 17 Kasım 2016, https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/nov/18/class-and-identity-politics-are-not-mutually-exclusive-the-left-should-use-this-to-its-benefit.

[15]  Jeff Sparrow, a.y.

[16]  akt.: Paul Heideman, “Class rules everything around me”, Jacobin, Mayıs 2015, https://jacobinmag.com/2019/05/working-class-structure-oppression-capitalist-identity

[17]  Roy Bhaskar, “Critical Realism and the Left”, From Science to Emancipation: Alienation and the Actuality of Enlightenment, Londra, Routledge, 2012.

[18]  John Holloway, Change the World Without Taking Power, Pluto Press, 2002.

[19]  Bhaskar Sunkara, “Why We Loved the Zapatistas”, The Jacobin, 01.01.2011. https://jacobinmag.com/2011/01/why-we-loved-the-zapatistas

[20]  V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol. Yay., 1993: 230-31.

İşçi sınıfı ve ekonomi-politik / Özgür Demirci

Toplumda sınıflar nesnel olarak vardırlar. Sınıf bilinci, kendiliğinden sınıf olmanın aşılarak, kendisi için sınıf olmanın bilince çıkmasıdır. Bu bilince çıkma, mutlaka sınıfın siyasal örgütü ile birlikte gerçekleşir. Burjuva sınıfın örgütü onun devleti iken, işçi sınıfının örgütü onun devrimci partisidir. İşçi sınıfı kendi örgütlülüğünden uzak kaldığı sürece, kendisi için sınıf hâline gelemeyecektir. Kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda harekete geçemeyecek ve kendi aslolan gündemini oluşturup bu yönde yürüyemeyecektir.

Karl Marx’ın Kapital’inin ilk yayınlanışının üzerinden 154 yıl geçti. İşçi sınıfı bu süre boyunca pek çok yenilgi ve zafer elde etti, ancak elde ettiği zaferler sosyalizmin dünya coğrafyasının bütününe yayılmasına yetmedi. Bazı yenilgi dönemleri ise hem işçi sınıfının örgütlenmelerinin tasfiyesi hem de bu sebeple bir hafıza kaybı oldu. Bu hafıza kaybı belki Marksist ekonomi-politik için daha fazla geçerlidir.

Gerçekten de tekelci polis devletinin bir işçinin kafasına vururken kullandığı cop o işçi için ne kadar anlaşılır ise, tekelci kapitalizmin işçinin cebini boşaltırken kullandığı finansal aygıtlar bir o kadar anlaşılmaz gözükebilmektedir. Ancak bu anlaşılmazlığın kaynağı, konunun karmaşıklığı mıdır yoksa devrimci işçilerin ekonomi-politikten uzak tutulmaya karşı örtük kabulü müdür? Kanımca bu soru kalıcı olarak akıllarda kalmalıdır.

Tekelci kapitalizm dünya ölçeğinde ideolojik, siyasi ve ekonomik örgütlenmelere sahiptir. Bu bütünün eksik kavranması, mücadelede sığlık, manevra yeteneği kaybı vb. zaaflar olarak kendini ortaya koyuyor. Her kriz döneminde, sendikal mücadelede “Krizin faturasını biz ödemeyeceğiz!” sloganları yükselse de, her seferinde krizin faturasının işçi sınıfı tarafından ödenmesi tesadüf değildir. Kavrayışta derinlik sağlanamadığı sürece, mücadelede zenginlik sağlanamıyor.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun, 2018 Kasım ayında “Krize Karşı Emeğin Haklarını Savunmak İçin” isimli kriz özel sayısı olarak yayınladığı bildiride

“Her ekonomik kriz bir karar aşamasıdır ve bugün verilecek kararın temel sorusu şudur: Kriz karşısında işçiler, kamu emekçileri, işsizler, gençler, kadınlar, emekliler, köylüler, yoksullar mı korunacak; yoksa şirketler, bankalar, patronlar mı korunacak? Krizin bedelini emeğiyle bu ülkenin değerlerini yaratan yüzde 99 mu, yoksa krizi yaratan yüzde 1 mi ödeyecek?” deniyor.

Devam eden bildiride aşağıdaki talepler sıralanıyor:

“1- Tüm ücretler hemen arttırılsın

2- Toplu işten çıkartmalar yasaklansın, işsizlik fonu işsizler için kullanılsın

3- Kamusal mal ve hizmetlere yapılan zamlar geri alınsın

4- Vergi adaleti sağlansın

5- Kredi borç faaliyetleri silinsin

6- Kıdem tazminatıma dokunma.”

Öncelikle ekonomik krizin, deprem gibi, sel gibi, doğal bir afet olmadığını belirterek başlamamız gerekir. Kriz ansızın başa gelen bir şey değil, öngörülebilir bir gelişmedir ve taammüden gerçekleşir. Bu sebeple hiçbir taraf bir kriz sonrasında, yeni bir karar almak durumunda değildir. Bütün kararlar ve tercihler krizin öncesinde zaten verilmiştir. Diğer yandan sıralanan taleplerin muhatabının bildiride açık olarak verilmemesine karşın, aslında kendisinden tarafsızlık beklenen devlet olarak öne çıkartıldığı ve devletin bu konuda karar vermesi istendiği anlaşılıyor.

Mücadele, kendi iradenin karşı tarafa çeşitli yol ve araçlar ile kabul ettirilmesi ise, bildiride alınan tutumun mücadele kavramını zorladığını düşünüyoruz. Alınan tutum irade olarak değil, bir çeşit niyetler ve dilekler silsilesi olarak kendini ortaya koyuyor. Tüm toplumsal zenginliği kendi emeği ile yaratmış olan işçi sınıfı, kendi gücünü, kendi iradesini ancak bu kadar inkâr edebilir.

Gerçekten de 2018’de topluma ve işçi sınıfına verilen cevap “teğet geçti” olmuştur. Ama zaten “acı reçete”, “kemer sıkmak”, “aynı gemide olmak”, “yatırımcı olmadan, istihdam olmaz”, “sistem yıkılırsa, herkes altında kalır” vb. Bu cevapların her biri ikna edici olacaktır. Çünkü bu sözleri söyleyen tekelci polis devletinin, isterseniz burjuva devlet de diyebilirsiniz, burjuvazi adına ortaya koyduğu bir irade vardır.

Bir sendika devrimi örgütlemekle elbette yükümlü değildir elbet. Ancak devletin ne olduğunu, işçi sınıfının kurtuluşunun ve nihaî çıkarlarının ne olduğunu yok saymak ya da unutmak zorunda da değildir. Unutmak diyorum, çünkü aşağıda yer alan alıntı ile devam etmek istiyorum.

Bu alıntı Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu 6 Ağustos 1978 tarihli aylık yayın 44. sayıdan.

“BUHRANDAN EGEMEN SINIFLAR KADAR ‘UZLAŞMACILAR’ DA SORUMLUDUR.

“TÜRK-İŞ günümüzde de, ekonomik buhranı en büyük boyutlarda yaşayan Türkiye’nin buhrandan çıkması gibi, ilk bakışta haklı görünen bir gerekçe ile işçi sınıfının çıkarlarını hükümet ile yapılan görüşmede feda etmeye kalkışmıştır. Bu, TÜRK-İŞ’in öteden beri sürdürdüğü ilişkilerin gelenekleşmiş bir biçimidir. Bu gelenek aracılığıyla, TÜRK-İŞ, Türkiye işçi sınıfı mücadelesini egemen sınıflara peşkeş çekmiş ve ‘partiler üstü politikacılık’ yutturmacasıyla işçi sınıfını politika dışında tutarak, bu düzenin bu hale gelmesinde, buhrana girmesinde, en az egemen sınıflar kadar ve siyasal iktidarlar kadar sorumlu hale düşmüştür.

“DİSK SORUNLARA BİLİMSEL OLARAK YAKLAŞIR.

“Şimdi TÜRK-İŞ yönetimi, uzlaşmacılık yaparak kendisinin de sorumlu olduğu Türkiye ekonomisinin dar boğazdan çıkması için, egemen sınıflarla birlikte çabalamaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin istediği doğrultuda davranarak, Türkiye işçi sınıfına ve emekçi halka buhranın yükünü yıkmaya çalışmaktadır.”

Durumu neden hafıza kaybı olarak adlandırdığımız anlaşılmıştır. Asıl sorun mücadelede oluşan kesiklikler, yitirilen mevziler değildir. Asıl sorun işçi sınıfının mücadele edeceği silahları, kendi eliyle toprağa gömmesidir.

Bu silahların en güçlüsü elbette bilimdir, Marksizmdir. Yaklaşık 155 yıl önce Kapital yazılırken ortaya konan çaba düşünüldüğünde, onu anlamak için gösterilen çabanın azlığı, gerçekten de silahlarını kendi ellerinle toprağa gömmenin bir örneğini ortaya koyuyor.

Tekelci kapitalizm uluslararası bir örgütlenmedir ve işçi sınıfının her üyesi, kendi tarihsel rolünü oynayabilmek için onu kavramakla yükümlüdür. Bu kavrayış eksik kaldığında, meydan boş kalmıyor, hemen dolduruluyor.

Zombi kapitalizm kavramı, ilk olarak Tony Blair’in İngiliz İşçi Partisi’ne sadık ve onun önde bir üyesi olan Chris Harman tarafından ortaya konuyor. Kitabın yayınlanmasından sonra bir söyleşide aşağıdaki açıklamayı yapıyor:

“Bazı yorumcular, bankacılık sisteminin ele geçirdiği ve etrafındaki her şeyi olumsuz etkilediği bir durumu tanımlamak için ‘zombi bankaları’ terimini kullanıyor.

“Bir zombi bankası değersizdir, ancak devlet desteği nedeniyle çalışmaya devam eder. Yani ölülerin yaşayanlar üzerinde korkunç bir etkisi var.

“Sistemi bir bütün olarak tanımlamak için ‘zombi kapitalizmi’ terimini kullanmanın uygun olduğunu düşündüm.”

İnsan aklına, Chris Harman kitabının ismini çarpıcı olsun diye Zombi Kapitalizm koydu düşüncesini getirmeden edemiyor. Ama hikâye Avrupa’dan geliyor ve bizim okur yazar takımımız Avrupa sever.

Aşağıdaki alıntı Mustafa Durmuş’un “Faiz ve döviz kuru: Zombi kapitalizmin ayak izleri” makalesinden.

“İkinci Dünya Savaşı sonrası adına tarihsel sırayla; ‘Düzenlenmiş Kapitalizm’, 1980’lerden itibaren ‘Neo-liberalizm’, 2000’li yıllardan bu yana ‘Felaket Kapitalizmi’, ‘Rantçı Kapitalizm’, ‘Ahbap-Çavuş-Akraba Kapitalizmi’, askeri özel sanayi karması biçimindeki savaş sanayine dayalı ölüm, öldürmek ya da ölümden türetilen kârlardan beslenen anlamında ‘Nekro Kapitalizm’ denilen kapitalizmin bir özelliği daha belirginleşiyor: Zombileşme. Ekonomi, toplum, piyasalar, işletmeler, şirketler zombileşiyor.”

Sayın Mustafa Durmuş bizi bağışlasın, ama bir konu ancak bu kadar anlaşılmaz kılınabilir. Bir konuyu, bir şeylere benzeterek tarif etmek ile ilgili pek çok fıkra vardır. Temel Afrika’dan döndükten sonra, gördüğü bütün hayvanları, köydeki eşeğe benzeterek anlatmaya başlar. Zebra ile başlangıç aslında gayet iyidir. Temel zebraya, çizgili eşek dediğinde herkes anlamıştır. Ancak zürafa, fil derken, konu yılana geldiğinde artık her şey sarpa sarar.

Bir şeyi, bir başka şeye benzeterek, kıyaslayarak açıklamaya çalışan günlük bilinç, ekonomi-politiği anlamanın önünde engeldir. Günlük bakışta örüntü değil görüntü öne çıkar. Bu ise konuyu tamamen anlaşılmaz kılar ve bu anlamda kişiyi hareketsiz kılar. Kapitalist bir toplum birbiri ile uzlaşmaz çıkarlara sahip iki karşıt sınıfın birlikteliğinden oluşur. Bu iki sınıfın arasındaki çelişkinin bir başka aşamaya geçerek ortadan kalkmasına dek, bir arada yaşam, zorunlu olarak kendini dayatır. Ancak bu bir arada yaşam, hâkim olan sınıfın belirleyiciliği altında şekillenir. Bu durum, sınıflar arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmak bir kenara, tersine mevcut egemenliğin ezilen sınıf üzerindeki kalıcılığını temel alır.

Ekonomik, siyasi ve ideolojik alanda hâkim olan sınıf ile ezilen sınıfın çatışması farklı biçimlerde kendini sürekli su yüzüne vurur. İster tekelci kapitalizmin uluslararası örgütlenmesi konu olsun, isterse de ekonomik kriz ile birlikte işçi sınıfına ödetilen bedeller konu olsun, bu konu ele alınırken dahi, sınıf savaşımı devam etmektedir. Bu savaş bir yandan günlük bilinç ile sınıfın kendi bağımsız bilinci, gündemi ve rotası arasındaki savaştır. Diğer taraftan bu, bilim ile pragmatizmin savaşı, diyalektik materyalizm ile idealizmin savaşıdır. Gerçekten de metotsuz bilim olmaz, olamıyor. Olursa da işte çizgili eşeği anlatıyor, yılanı anlatamıyor.

Günlük bilinç yani ortalama ve vasat olan, egemen sınıfın ideolojik belirleyiciliği altında şekillenir. Bu, bir yandan gizli örgütlerin, locaların, lobilerin her şeyi ince ince ve alttan alta yürüttüğünü, görünmez düşmanlarla mücadele etmenin tek yolunun kayıtsız, şartsız bir birlik olduğunu, “güçlü devlet, güçlü ekonomi” ile bu görünmez düşmanları dize getirmenin mümkün olduğu gibi “yerli ve milli” bir yorum anlamına gelebilir. Biraz daha solda kalanlar için, kapitalizmin doğru işletilmeyerek, belirli sakatlıklar ürettiği ama bu sakatlıkların tedavisinin yine işçi sınıfının sırtına yüklenmek zorunda olduğu, çünkü batırılamayacak kadar büyüklerin batması durumunda herkesin enkaz altında kalacağını vaaz ederler.

İşçi sınıfının zihinsel köleliğinden kurtuluşu, burjuvazi tarafından kendine vaaz edilenden kopuşu ile mümkün olacaktır. Bu ise kendi gündemini oluşturma ve ideolojik alanda burjuva sınıf ile hesaplaşmanın ortaya konması ile mümkündür.

Boğaziçi Direnişi: Fakülte fakülte örgütlenmeye!

Boğaziçi Direnişi üç yüzüncü gününü aştı. Altı aya kalmaz eylemler biter diyen Melih Bulu direnişin ısrarcı tutumu ile görevden alınırken, yerine atanan Naci İnci koltuğuna oturduğu ilk günden itibaren akademisyen ve öğrencilere saldırılarını yoğunlaştırarak rüştünü ispat etmeye çalışıyor.

Saray’la direnişçi öğrenciler arasında sıkışan İnci’nin korkusu uykularını kaçırıyor olacak ki, polis ve özel güvenlik güçlerinin koruma ağına güvenmiyor, direnişçi öğrenciler hakkında 6284’e dayanarak mahkeme kararı çıkarttırıyor. Bu ne telâş, bu ne korku! Oysa Soylu, İnci’nin atanmasından önce kendisini arayıp garanti vermiş olmalıdır. Eğer Soylu “kılına zarar veremezler” demediyse üzülürüz. İnci’nin, Soylu’nun gözünde Bulu kadar değeri yok demektir.

Kıymetli Bulu öyle miydi? Eylemlerin ilk günlerinde “kayyumluk binası” Bulu’nun düşman gördüğü öğrenciler tarafından kuşatıldığında kendisi hemen Saray’ı aramış, Saray efendileri “adamımızı almaya cüret ediyorlar” diyerek polis ordusunu kampüse göndermişti.

Ama İnci ne oldu, nasıl olduysa bir anda direnişçi öğrencilerin arasında kaldı. Çok korkmuş olmalı. Merak ediyoruz o an, o arabanın içinde neler yaşandı? İnci de Bulu gibi Soylu’yu aradı mı? Soylu imdat çağrılarını nasıl karşıladı? “Akşama hepsini tutuklatırım merak etme” mi dedi? Yoksa bilcümle Saray erkânı ve kayyum rektör İnci, direnişin ivmesinin azaldığını düşünüp koruma önlemlerini gevşetti de bir anda biz aracın etrafını sardığımızda panikle aklına gelen ilk duayı mı okumaya başladı?

İnci duymuş mudur, görmüş müdür bilmiyoruz ama Gezi’de İstiklal sokaklarında “Korkma la biziz halk” yazıyordu. Duymadıysa, görmediyse yaşayarak tecrübe etmiş oldu. Şimdi biz, bu duvar yazılamasından hareketle aynı sloganı tekrar ediyoruz: Korkmayın hocam, biziz biz öğrenciler. Merak etmeyin sizinle kişisel bir husumetimiz yok, biz üzerinde karabasan gibi çöktüğünüz üniversitelerin özgürlüğüyle ilgiliyiz. Sizi de bunu elimizden almakla meşgul gördüğümüz için muhatap alıp karşınıza çıktık. Aslında üç yüz gündür karşınızdayız ama henüz bunu anlamadınız. Hâlbuki siz daha önce çadırımızı ziyaret ettiğinizde taleplerimiz karşısında tek bir kelime dahi etmemeyi değil de meramımıza kulak vermeyi seçseydiniz belki elinize kalan bu ihaleyi kabul etmeyecek, bilmem kaç yıldır emek verdiğiniz “akademik kariyerinizin” de içine etmemiş olacaktınız. Ama siz Saray’ı seçtiniz.

Sizinle işimiz bitti sanmayın, daha yeni başlıyoruz.

Elbet başladığımız işi bitireceğiz. İnci de Bulu gibi bir gece yarısı gelen kararnameyle ya da öğrenciler arkasında kendi önde Âşiyan yokuşundan ardına baka baka inecek, üniversiteyi terk edecek. Devamında ise özgür bir üniversite inşa etmek için kolları sıvayacağız.

Bu nedenle İnci’yle olan muhabbetimize burada bir es vererek direniş ve öğrenci hareketinin bütününe ilişkin görüş ve önerilerimize geçmeliyiz.

Direniş en büyük öğretmendir.

Direnerek geçen üç yüz gün aynı zamanda neyin doğru neyin yanlış yapıldığını görme fırsatı sunmaktadır. Sürecin bütünü incelendiğinde eksik bıraktığımız veya sonuca ulaşmamızın önünde engel teşkil eden ne varsa kaynağı örgütsüz ve dağınık bir hareketin örgütleniyor olmasıdır. Bu nedenle direnişin en temel ihtiyacı tüm öğrencileri kapsayan kitlesel bir öğrenci örgütlenmesinin kurulmasıdır.

Öyle ki, direniş, Boğaziçi başta olmak üzere gücünü dayanışma forumlarına katılan binlerce öğrencinin renginden, yaratıcılığından, neşesi ve öfkesinden alarak bugüne geldi. Üç yüz gün uzun bir süre olmasına rağmen, inişli çıkışlı dönemler yaşayarak direniş devam etti. Ne zaman direniş ileri çıktı, ivmelendi gördük ki bunu besleyen iki etken var.

Bunların ilki harekete geçen tüm öğrencilerin örgütlenen işlerde karar alma süreçlerine aktif katılım gösterebildiği forum vb. mekanizmaların işletilmiş olmasıdır.

İkincisi ise devletin çizdiği sınırla hareket etmek yerine cüretkâr ve sürece önderlik etme iradesi taşıyan eylemlerin örgütlenmesidir.

Bu iki etken devreden çıktığı ya da etkisiz kaldığı her süreçte direniş ivme kaybetmiştir. Bu iki nokta belirleyici iken, en temel ihtiyaç, harekete geçen tüm güçleri kapsayan kitlesel bir öğrenci örgütlenmesinin kurulmasıdır.

Çünkü örgütlenme deneyim biriktirme demektir.

Çünkü örgütlenme önderlik etme gücü taşır.

Çünkü örgütlenme katılım, özneleşme, müdahil olma, yönetme iradesi ortaya koyma ve en nihayetinde özgürleşme demektir. Bu niteliği taşıyan bir öğrenci örgütlenmesi geliştirmek, direnişin öncelikli gündemleri arasında olmalıdır. Bir sonuç alınacaksa, bir örgütlenmesinin varlığı alınacak sonucun kaderini belirleyecektir.

Kurulacak örgütlenmenin adı meclis ya da dayanışma olabilir, isim önemli değildir. Biz yazının devamında kolaylık olması açısından dayanışma/meclis (D/M) şeklinde ifade edeceğiz.

Böylesi bir kitlesel öğrenci örgütünün karar mekanizması fakülte temelinde örgütlenen forumlardır. Fakülte D/M’lerinin bir araya geldiği bir üst kurul olmalıdır. D/M üniversite içinde aktif çalışan inisiyatifler, kulüpler, devrimci öğrenci örgütlerinin vb. alternatifi değil; tüm öznelerin birlikte hareket etme, tartışma ve karar alma süreçlerini en geniş zeminde örgütleme aracıdır. Fakülte D/M temsilcisinin temsil yetkisi forumda ortaklaşılabilen kararla sınırlı olmalıdır. Üst kurul ise sadece bir koordinasyon mekanizması olarak işlememeli, üst kurulda ortaklaşılan eylem ya da politika hattını temsilciler üzerinden fakülte örgütlenmesine önerebilmelidir. Fakülte D/M’leri üst kurul kararlarına katılmama hakkına sahip olmalıdır, bununla birlikte üniversite D/M’inin tüm öğrencilerin birlikte hareket etme iradesinin maddî sonucu olduğu gerçeğiyle ortak zeminde hareket etme ilkesini önemsemelidir. Çalışma grupları, komisyonlar vb. fakülte temelinde örgütlenen forumlara bağlı pratik ihtiyaçlar için kurulmuş organlar olabilir. Onlar adına karar almamalı, onların aldığı kararları örgütlemek için bir araya gelen gönüllü öğrencilerin oluşturduğu araçlar olarak ele alınmalıdır. D/M dışında kalan inisiyatif vb. kitle örgütlenmeleri yine birlikte hareket etme ihtiyacı doğrultusunda üst kurul toplantısına katılma ve görüş beyan etme hakkına sahip olmalıdır.

Buraya kadar tarif edilenler her öğrencinin, sunduğu kadarıyla katkısını alabilmek, sürece ya da tekil bir eyleme ilişkin görüş ve önerileri örgütlemesinin önündeki engelleri kaldırmak adına yürütülen tartışmanın bir özeti, taslak niteliğinde bir işleyiş modelidir. Elbette Boğaziçi’nde yaşanan süreçler göz önünde tutularak kaleme alınmıştır ancak mevcut tüm dayanışmalar için de geçerlidir.

Peki bunu başarmak mümkün müdür? Biz mümkün olduğunu görüyoruz. Dahası, ancak böylesi bir örgütlenme ile üniversitelerin İnci ve benzerlerinden temizleneceğini, ancak böylesi bir örgütlenme ile öğrencilerin barınma, ulaşım, beslenme vb. sorunlarının çözüleceğini, ancak böylesi bir örgütlenme ile üniversitelerin özgürleştirilebileceğini düşünüyoruz.

Tüm direnişçi öğrencileri dayanışma/meclisleri büyütmeye; kitlesel, merkezî bir öğrenci örgütünü örgütlemeye çağırıyoruz.

Direniş öğretiyor, öğrenmek aklı açıyor, aklı açılmış olanlar güzelleşiyor

Direniş, ülkenin her alanından, kendine has bir yolla, şaha kalkmadan, ısrarla gelişiyor.

Karşısında tüm devlet mekanizması, tüm araçları ile savunmadadır. Devlet, TOMA’ları, plastik mermileri, copları ile tüm güçlerini karşısına yığdığı direnişi durduramıyor. Yalanları, karanlık pompalayan aygıtları ile Saray basını, eskisi gibi etkili olamıyor. Direniş, bir yolunu buluyor ve yaratılan karanlığı, sis perdesini parçalıyor.

Gezi ruhu, egemenlerin kâbuslarında da canlıdır, ama esas olarak, işçi ve emekçilerin, öğrencilerin ve kadınların direnişlerinde yaşıyor.

Kâğıt toplayıcısı işçilerin direnişi, karanlığı delerek tüm toplumun gündemi hâline geldi.

Bugüne kadar yanlarından geçerken kimsenin görmediği, görmek istemediği, aşağılayarak bakmanın binbir yolu ile davrandığı kâğıt işçileri, onurlu bir direnişle, biz de varız, dediler.

Aslında amaçları sadece ve sadece kendi ekmeklerine, kendi işlerine, kendi yaşamlarına sahip çıkmaktı.

Bugüne kadar, örgütlü sendikalı işçilerin dahi görmediği, gizlice aşağıladığı kâğıt işçileri, hem kendilerine saygılarını bir kere daha kazandılar hem de işçi sınıfının bir parçası olduklarını ortaya koydular. Artık, fabrika işçisi, kendisini daha avantajlı saydığı bu en alttaki kâğıt toplayıcısı işçilerin eylemi sayesinde, bir utançtan daha kurtulma olanağına kavuştu.

Artık, her fabrika işçisi, büyük, tekerlekli çuvalların arkasındaki bu işçilerin gözlerine, kardeşlerinin gözlerine bakar gibi bakmalıdır, bunun olanağı vardır. Artık onların iş aletlerine, “tanımsız araç” diyen trafik polisleri onların da kendisi gibi bir emekçi olduğunu anlama şansına sahiptir. Artık, onların da elleri olduğu, artık onların da insan olduğu fikrine sıcak bakabilir toplum. İçlerinde öğretmenler var ve konuyu son derece çarpıcı tarzda ortaya koyuyorlar.

Okur yazar takımı (OYT), kendinden duyduğu utancı onlara bakarken bir aşağılamaya çevirme hâline son verebilir. Ekonomi-politik anlatıyorlar: Ambalajları içlerindeki ürünlerden pahalı olan malların satılıyor olmasının yarattığı kirliliğin, kendi işlerinin kaynağı olduğunu söylüyorlar. Ambalaja girmiş yaşamları deşifre ediyorlar. Meta fetişizmini, onların bu sözleri ile bir çırpıda öğrenmek ve anlamak, OYT için ağır da olsa bir şans olmalıdır, insanlaşma şansı. Öyle yollara atılmış sigara izmaritlerinin yarattığı kirliliğe takılıp kalmak yetmez, kapitalizmin kendisi, meta fetişizminin kendisi, tümden atık üretmektedir. Ambalajları nedeni ile albenisi olan ve OYT’nin raflarda ilgisini çekmeyi başaran güzelim ürünlerin, aslında büyük bir kirlilik olduğunu ortaya koyuyorlar. O kadar ki, Saray Rejimi burada yeni bir rant görmektedir ve katı atık toplayıcısı olan bu işçilerin işlerini ve örgütlenmelerini yok etmek istiyorlar. Tekeller, bu alana el atıyor.

Cola içerken, OYT, anlıyor olmalıdır ki, colanın ambalajı içindekinden daha pahalıdır. Bu albenisi yüksek ambalajların, meta fetişizminin tüketici hâline getirmiş olduğu insanın, ne kadar akıldan yoksun olduğunu göstermiş oluyorlar.

Bir direniştir. Ve öğreticidir.

Direniş öğretiyor.

Öğrenmek aklı açıyor, OYT için söyleyelim direnişle öğrenmek IQ’yu yükseltiyor. Teste gidin göreceksiniz.

Aklı açılmış insan, aklı açılmış direnişçi, güzelleşmiş insan demek oluyor.

Öğrencilerin yurt sorunu için başlattıkları direniş, hiç de büyük hedefleri olmayan bu direniş, şaşalı konut sektörünün çökmüş olduğunu ortaya koyuyor. Pandemi nasıl ki sağlık sisteminin çökmüş olduğunu gösterdi ise, yurt eylemleri de, aynı biçimde barınma sorununun çökmüş olduğunu göstermiştir.

Ambalajına bakarsanız sağlık sektörü çok iyidir. Otel gibi hastahaneler, otel fiyatlarını 100’e katlayan fiyatlar, içinde insanlığın eserinin kalmadığı güzelim mermerden koridorlar, sağlıktaki çöküşü gizlemeye yarıyordu. Şimdi, herkes, aklı varsa, devlet hastahanelerine yöneliyor.

Milyonlarca liraya satılan evler, konforu ile anlatılan balkonsuz, içinde içilebilir suyu olmayan gözde konutlar, lüks yaşamın işareti olan paketlenmiş konutlar, barınamıyoruz eylemleri ortaya çıkınca, hiç de bir çözümmüş gibi görünmüyor.

Ambalaj parçalanınca, içindeki malın değeri konusunda tartışma başlıyor.

“Bir giysiyi güzel gösteren üzerinde durduğu vücuttur” yerine, meta fetişizmi, “bir insanı güzel gösteren üzerindeki giysidir” sözünü koymayı başardı. Direniş, elbiseleri bir kenara atıyor, giysileri önemsizleştiriyor, insanı tüm güzellikleri ile ortaya koymanın yolunu gösteriyor.

İster kâğıt toplayıcılarının eylemi olsun ister öğrenci eylemleri, ister Mitsuba’daki fiilî işgale dönüşen direniş olsun ister Cargill işçilerinin eylemi olsun, ister kadın eylemleri olsun ister Migros işçilerinin Özilhan’ın villasının önündeki eylemleri olsun, tüm direnişler, tüm eylemler, içindekileri, katılımcılarını eğitiyor. Öğrenen, kalıpları parçalıyor, ambalajları yırtıyor ve bu yolla güzelleşiyor.

İşçilerin, direnişçilerin, tüm ülkeyi sarmakta olan direnişin bugün ana sorunu, birleşik bir güç oluşturmaktır. Bu her direnişin kendi örgütlülüğünü geliştirmenin de yoludur. Birbirinden öğrenmenin yolu, temastır, bir arada olmaktır, ortak mücadeledir.

Daha örgütlü ve daha yaygın bir direnişin yolu: Birleşik emek cephesinde birleşmektir.

Birleşik emek cephesi, hem direnişleri büyütmenin hem ortak iradeyi geliştirmenin hem de örgütlülüğü daha ileri taşımanın yoludur.

Birleşik emek cephesi, işçi sınıfının, iktidarı alma mücadelesini geliştirmenin yoludur. Birleşik emek cephesi, işçi sınıfının bilincinde sıçrama yaratmanın yoludur.

İşçi sınıfı, sistemin önüne koyduğu alternatifleri değil de, kendi alternatifini ortaya koymalı ve örgütlemelidir. Bunun yolu birleşik emek cephesinden geçmektedir.

Tüm direnenleri, tüm devrimcileri, tüm işçileri, kadınları, öğrencileri, birleşik emek cephesi saflarında mücadele etmeye, direnişi yaymaya, direnişi büyütmeye, direnişi daha örgütlü hâle getirmeye çağırıyoruz.

Ekim Devrimi 104. Yılında: Gelmekte olan devrimdir

Tarihte ilk kez, proletarya, iktidarı aldı.

Tarihte ilk kez, bir sınıf, iktidarı alırken, eşitlik, özgürlük ve ortaklık üzerinden, insan iradesi ile bir yeni dünya kurmayı denedi.

Tarihte ilk kez, bir sınıf, iktidarı alırken, tüm sömürüye ve tüm sınıfların varlığına son verme programını ilan etti.

Tarihin en görkemli devrimi, işçileri iktidara taşıdı. Dünya halklarına umut saldı ve dünyanın her yerinde mücadeleyi tutuşturdu.

Tarihte ilk kez, emekçiler için, dünyanın karmaşık hâli, basit ve sade bir hâl aldı; ya eski köhnemiş burjuva iktidarını koruyacaksın ya da onu alaşağı edeceksin.

Tarihte ilk kez, burjuvaların ünlü deyimi ile “ayak takımı”; “baş” oldu.

Ekim Devrimi’nin 104.yılında düzenleyeceğimiz panelde “gelmekte olan”ı , bugün mümkünlüğünü, dinamiklerini konuşacağız.

Sibel Özbudun: Ekim Devrimi’nin 104. yılında sınıf ve iktidarı yeniden düşünmek

Temel Demirer: Ekim Devrimi: Geçmiş değil, geleceğin bugünü

Cemre Can Aşlamacı: “Bugün işçi sınıfı iktidarı mümkün”

7 Kasım Pazar
15.00
Kadıköy / Eğitim-Sen 2 No’lu Şube

Sinbo Direnişçisi Dilbent Türker ile röportaj

Sendika üyesi olduğu için Kod-29 bahane edilerek Sinbo’da işten çıkarılan Dilbent Türker ve TOMİS İstanbul temsilcisi Onur Eyidoğan ile gerçekleştirdiğimiz röportajı izleyebilirsiniz.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...