Ana Sayfa Blog Sayfa 78

Kaldıraç – Derya Yarıcı

Kaldıraç bir hayali kurmaktır.

Kaldıraç bir ideolojik bakıştır.

Kaldıraç bakış açısıdır.

Kaldıraç bir harekettir.

Kaldıraç bir mücadele yoludur.

Kaldıraç etkili bir dergidir. Politik açılımları, sorunlara yaklaşımları, öngörüleriyle ufuk açıcı, akıl açıcı bir dergidir. AMA… evet “ama”sı var. Tüm yukarıdaki cümleler kendi dergimizi kendimize övmek için yazılmıyor. Biliniyor, kendimizle övünmeyi doğru bulmaz hatta başkaları tarafından övülmekten de pek hoşlanmayız. Eleştirinin, eksiklerimizin altının çizilmesinin daha ilerletici daha faydalı olduğunu düşünürüz.

Kaldıraç etkili bir dergidir ama ulaştığı kişi sayısı azdır ve bu nedenle yeterince etkili değildir. Kaldıraç ufuk açıcıdır ama bu gücünden en az biz devrimci okurlar faydalanıyoruz. Bu yazı işte bu iki “ama”nın aşılması üzerine tartışmak için kaleme alınmıştır.

Kaldıraç’ın hem daha fazla dağıtım noktasında bulunmasını sağlamak hem elden satışını arttırmak olanaklıdır.

Dergimizin daha fazla sayıda insana ulaşması için neler yapabileceğimizi tartışmadan önce bunu yapmamızın önünde engel olan bazı sorular üzerine tartışmalıyız.

Birinci soru “dergi dağıtarak, okuyarak, tartışarak devrim olur mu” sorusudur. Bunu açıkça söyleyenlere ya da utangaçça ifade edenlere (okumayarak, tartışmayarak, dağıtmayarak) yanıtımız şudur: Haklısınız sadece bunları yaparak devrim olmaz. Ama bunları yapmadan da olmaz. Devrim bir aydınlanma, anlama, kavrama, bilinçlenme ve bilinçlendirme sürecidir. Bu süreç sadece okuyarak yürümez ama okumak, tartışmak bu sürecin bir parçasıdır. Üstelik sadece kavramanın ve kavratmanın aracı değildir dergi. Birbirini tanımayan, farklı şehirlerde, farklı alanlarda mücadele yürüten Kaldıraç hareketinden insanların, aynı bakış açısını geliştirmesinin, birlikte düşünmesinin, birlikte hareket etmesinin de aracıdır.

İkincisi “olayların bu kadar hızlı aktığı bir süreçte aylık bir dergi etkisiz olmaz mı” sorusudur. Doğrusu olaylar bırakın aylık bir dergiyi günlük bir gazete ile bile yetişilemeyecek hızda akmaktadır. Gündem bazen bir gün içinde birkaç kez değişmektedir. Gündeme yetişebilmek için gün içinde sürekli güncellenen internet sitelerine, sosyal medya kanallarına ihtiyaç vardır. Ve bunu hayata geçirmeyi başarmalıyız.

Ve olayların bu hızı nedeniyle Kaldıraç niteliğinde aylık periyotla çıkan bir dergi düne göre daha fazla önem kazanmıştır. Kaldıraç dergisi süreci bütünlüklü görmemizi, günlük olayların gürültüsünden uzaklaşarak akışı kavramamızı sağlar. Geri kalan tüm basın yayın faaliyetlerimize de aslında bu bütünlüklü yaklaşım yön verir. Günlük olaylara sosyal medyadan anlık müdahalelerin, doğru noktalardan yapılması bu akışın kavranmasıyla mümkündür.

Üçüncüsü, “artık günlük gazeteler bile internet gazeteciliğine dönmüşken dergiyi internetten takip etmek yetmez mi, dergiyi kağıda basmaya gerek var mı” sorusudur. Telefondan okuduğunuz bir makaleyi hızla unutmanız bir yana sanal ortamda haber-görünüm-yorumların, şiirlerin, makalelerin, okur mektuplarının hatta kapak resimlerinin bütünlüğünü kavramanız elinize aldığınız basılı bir dergi kadar kolay değildir. Ayrıca dergimiz sadece basılı olduğunda evinize gelen bir misafire verebilir, bir direnişe giderken yanınızda götürebilirsiniz. Dergi ancak basılı olduğunda almak, dağıtmak, bir kahvede açıp tartışmak, her ay bu işe para ayırmak, kentin sokaklarında dağıtıma çıkmak mümkün olur. Bunlar olmazsa dergi Kaldıraç hareketinin bir örgütçüsü olma işlevini yeterince yerine getiremez.

Belki başka sorular da vardır ama benim aklıma gelenler bunlar. Şimdi pratikte ne yapmalıyız tartışmasına geçebiliriz.

Dergimiz hemen hemen bütün şehirlerde ve büyük şehirlerin birçok ilçesinde bulunabilir olmalıdır. Bu sanıldığı kadar zor değildir. Birkaç kişinin işi de değildir. Kaldıraç hareketine gönül vermiş herkes bu noktada görev üstlenmelidir. Herkes bulunduğu ilde mutlaka bir dağıtım noktası bulmalıdır. Bir kitapçı, bir gazete büfesi, bir dernek, bir sendika, bir kahve, bir cafe vesaire. Gidip bu noktalarla görüşmeli, ısrarcı olmalı, ilgili yer dergimizi satmayı kabul ettiğinde dergi bürosu aranarak yeni dağıtım noktası, kaç adet istendiğiyle birlikte bildirilmelidir. Bu satış noktalarına satışın yüzde kaçının bırakılacağı vesaireyi dergi bürosuyla iletişim kurarak netleşmesi sağlanmalı ve özellikle yeni satış noktalarından tüm dergilerin alınması sağlanmalıdır. Bu satış noktalarında derginin ay boyunca olmasını sağlamaktan, eğer tükendiyse büroya haber vermekten, eğer ay sonu geldiğinde tükenmediyse kalanları alıp dağıtmaktan tüm okurlarımız sorumludur.

Bugün okurumuzun olmadığı il ve ilçelerde de dağıtım noktaları kurmak mümkündür. Her okurumuz derginin dağıtılmadığı illerdeki arkadaşlarını, akrabalarını vesaire arayarak, ziyaret ederek, dağıtım noktası bulmasını istemelidir, aynı şey yurtdışında dağıtım noktası kurmak için de geçerlidir. Dergimizin dağıtılmadığı herhangi bir ile herhangi bir nedenle (cenaze, düğün, tatil…) giden her okur, önce bir dağıtım noktası kurmaya çalışmalı sonra da dergilerin oradan satılmasını sağlayacak yollar geliştirmelidir.

Başka sol dergiler satan, sol kitaplar satan her yer potansiyel dağıtım noktasıdır. Bir iki ortak da bu konuda ayrıca görev üstlenip bir tarama yapmalı, ilgili yerlerle görüşmelidir. Tüm satış noktaları dergimizde ve sitelerimizde duyurulmaya devam etmelidir.

Bulunduğumuz şehirlerin merkezlerinde her ay aynı tarihte, aynı saatte aynı yerde elden sokak satışı organize etmeliyiz. Bu öylesine istikrarlı yapılmalıdır ki dergiye ulaşmak isteyen herkes o gün o saatte orada dergi bulabileceğini bilmelidir. Bu dağıtımlar da dergiden ve sosyal medya kanallarından duyurulmalıdır.

Dergi dağıtımını arttırmak için sadece dağıtım noktalarını arttırmak yeterli değildir. Sendikaların, odaların, baroların, sendikacıların, akademisyenlerin, gazetecilerin, aydınların, sanatçıların, toplumun ileri unsurlarının dergimize abone olması için her okurumuz görev üstlenmelidir. Derginin içine bir abone formu konmalı eğer mümkünse yıllık abonelikler yapılmalıdır. Abone formunu doldurarak yıllık abone olanların formları dergi bürosuna ulaştırılmalı buradan her ay kargolanmalı, çeşitli kaygılarla form doldurmayanlara dergileri abone yapan okurumuz tarafından her ay düzenli ulaştırılmalıdır. Her okurumuz yurtdışındaki tanıdıklarından da dergiye abone olmasını istemeli, okurlarımız bu dergilerin bürodan mı gönderileceğine yoksa kendisinin mi göndereceğine diğer okurlarla konuşarak karar vermelidir.

Grev ziyaretlerine, direnişlere dergimiz götürülmeli bir-iki adet ücretsiz bırakılsa da gerisi ücret karşılığı verilmelidir. Direnişçilere dergimizin düzenli ulaşması mutlaka sağlanmalıdır.

Gelelim ikinci konuya derginin okunması ve tartışılması meselesine. Aslında bu konuda söylenecek çok fazla söz yok. Elimizde böyle bir kaynak varken ondan en iyi biçimde yararlanmamak öncelikle her okurun büyük kaybıdır. Dergi çıktıktan sonra hızla okunmalıdır. Mesela en geç bir hafta içinde. Derneklerde, kahvelerde, sendikalarda dergi tartışmak için bir araya gelinmelidir. Bu tartışmalarla hem analizler kavranmalı hem de önümüzdeki süreçte bu perspektif ışığında neler yapmak gerektiği tartışılmalıdır. Eğer dergi okunmamışsa açılıp beraber okunmalıdır. Gittiğimiz evlerde, derneklerde, cafelerde dergiyi okumamış olan birine yüksek sesle bir yazı okumak ya da ona okutmak bir alışkanlık hâline gelmelidir.

Dergimizi okumak, okunurluğunu arttırmak, içeriğini tartışarak kavramak, dergiyi makale şiir, öykü, mektupla beslemek kendini Kaldıraç hareketinin bir parçası olarak gören herkesin görevidir.

Kaldıraç bir hayali kurmaktır; sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya hayali.

Kaldıraç bir ideolojidir; işçi sınıfının ideolojisi.

Kaldıraç bakış açısıdır; diyalektik ve tarihsel materyalist bir bakış.

Kaldıraç bir harekettir: Dünyayı değiştirecek güç işçi sınıfıdır; elinde Kaldıraç, nirengi noktası Marksizm.

Kaldıraç bir dergidir; hayalin, ideolojinin, bakış açısının, hareketin ve sloganın maddi taşıyıcısıdır.

“Bahar”(ın)dan “kaos”(un)a Tunus / Sibel Özbudun – Temel Demirer

“Her şey değişiyor.

Emin olabileceğimiz

tek gerçek bu.”[1]

“T

unus, Türkiye’ye çok benzer,”[2] vurgusuyla, aralarında tarihî olarak birçok paralellik, giderek benzerlik olduğu “iddia” edilen Tunus’ta, yine ve yeniden çok önemli şeyler oluyor. Evveliyatıyla doğrudan bağıntılı olan son çalkantının[3] devamı da mümkün gibi görünüyor…

“Bahardan kaosa,”[4] notu düşülen güzergâhta Hüseyin Baş’ın, “Tunus nereye?”;[5] Joseph Daher’in, “Tunus’un geleceği ne olacak?”[6] soruları bir kez daha gündeme gelirken; “Arap Baharı”nın başlangıç noktası Tunus, ılımlı İslâm ile sağduyulu[7] diyalogun, “demokratik geçiş”in test edilip tutmadığı bir coğrafya olarak sırat köprüsünden geçiyor.

Denilebilir ki “Ilımlı İslâm” ve “değişim” fantezisinin cazibesine kapılarak siyasal İslâm’a destek veren liberal entelijensiya ya da egemenlerin “yararlı salakları” Tunus’ta da büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar…

Oysa Muhammed Buazizi ile birlikte hemen her şey, her olay, her etkinlik, “Devrimden önce”… “Devrimden sonra”… sözleriyle başlayıp bitiyordu…

Ama her şey Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlamamıştı… Üniversite diplomalı işsiz sebze meyve satıcısı gencin kendini ateşe vermesiyle başlayan protestolar… IMF dayatmalarına karşı halk ayaklanması… Ülkeyi 23 yıldır yöneten Bin Ali’nin sonunda tası tarağı toplayıp ülkeyi terk etmesi…

Devrimci süreçler devasa birikimlerin sonucudur. Yokluk, yoksulluk, iktidarın çalıp çırpması ve despotluk… Tunus’ta (da) hepsi fazlasıyla birikmişti.

Muhafazakâr, İslâmcı En Nahda sonrasındaki gelgitler… Protestolar sonucu iktidarın teknokratlara devredilmesi… Vb.leri, vd.leri…

Kriz giderek ağırlaşırken; “Tarihsel yaşamlarının bir noktasında sosyal sınıflar geleneksel partilerinden koparlar. Bir başka deyişle, o tikel örgütsel biçimleri içinde, onları oluşturan, temsil eden ve yöneten tikel insanlarla geleneksel partiler sınıf (ya da sınıfın bir kesiti) tarafından kendi ifadesi olarak tanınmaz olur. Bu tür krizlerde durum kırılganlaşır ve tehlikeli bir hâl alır, çünkü alan, şiddetli çözümler, karizmatik ‘kader adamları’nın temsil ettiği bilinmeyen kuvvetlerin faaliyetlerine açık hâle gelir.”

Böylelikle “Kriz kısa erimde tehlikeli durumlar yaratır, çünkü nüfusun çeşitli katmanları yönlerini aynı hızda tayin edemez ya da aynı ritimde yeniden örgütlenmeyi başaramaz. Eğitimli kadrolara sahip geleneksel yönetici sınıf, insanları ve programları değiştirir ve madun sınıflardan daha hızlı biçimde elinden kaçmakta olan denetimi yeniden sağlar. Belki fedakârlıklar yapmak, demagojik vaatlerle kendini belirsiz bir geleceğe açmak zorunda kalabilir; ama iktidarı elde tutar, onu tahkim eder ve muarızını alt etmek ve çok sayıda ve iyi eğitimli olamayan kadrolarını dağıtmak için kullanır.”[8]

Khedija Arfaoul’un, “Tunus’ta yaza dönmeyen bahar,”[9] ironisiyle betimlediği; James Petras’ın, “Arap Baharı’ndan söz etmeye devam etmek saçmalık,”[10] uyarısını dillendirdiği tabloyu ‘The Guardian’dan Rachel Shabi şöyle özetliyor: “Tunus, artık Arap Baharı’nın simgesi değil”![11]

Neden mi?

Tunus hepimize “Siyasal İslâm özgürlükçü olabilir mi?”[12] sorusuna mündemiç bir ders verirken; Aralık 2010’da bu ülkede, “bir tek birey yozlaşmış bir otokrata karşı kitlesel bir devrim başlattı… Şimdilik, devrimin bitişini zorlayan taraf daha kuvvetli gibi gözüküyor. Ancak bu kaotik dünyada, yenilenmiş devrimci güçlerin üzerine perdeyi indirmek için henüz gerçekten çok erken,”[13] diye hatırlatıyor Immanuel Wallerstein…

Şimdi; William Shakespeare’in, “Aptalların körleri yönettiği ne feci bir çağ.” “Cehennem boşaldı, bütün şeytanlar burada,” betimlemesinden malûl; Antonio Gramsci’nin, “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği,” formülünden hareketle; geleceğin şimdiki zamanda yaratıldığı ve değişmeyen tek şeyin değişim olduğu gerçeğine sarılmak gerek; elbette, “Everything will be alright/ Her şey güzel olacak,” ucuzluğuna prim vermeden!

ZIRVA(LAYAN)LAR

“Arap Baharı” ve Tunus hakkında, “Zırva” demekten başka hiçbir seçeneğimizin olmadığı neler denmedi neler?

Öncelikle bunların altını çizip, ayıklamak gerek!

Mesela platonik varsayımlar; tek yanlı nafile beklentiler…

“Arap Mağrip ülkeleri Tunus ve Libya devrimlerinden, Fas’ın yaşadığı önemli dönüşümler ve Moritanya’nın yıllardır başladığı değişimlerden sonra çıkarların ve müştereklerin güçlendirilmesi, farklı şekil ve sahalardaki sorunlara toplu karşı konulması temelinde gönüllü demokratik birliğe varmaya daha yakın bir konumda görülüyor.”![14]

“Tunus’ta anayasayı hazırlayacak olan Kurucu Meclis’te sosyalist, komünist, İslâmcı, merkez sol ve sağdan müteşekkil bir yelpaze yer alabilir.”![15]

“Tunus’un daha epey işi var. Ama Türkiye 1923’te kurulurken böyle konferanslardan yararlanma imkânı yoktu; şimdi Tunus’un var. Ama bu ülkenin asıl şansı nerede biliyor musunuz, Şanlı Ordusu yok. Çok şanslı ülke. Asker yok, elhamdülillah!”![16]

“Araplar, kendileri için de bir Türkiye yaratmak niyetinde. Peki En Nahda’dan yeni bir AKP, Raşid Gannûşî’den de Arap bir Erdoğan çıkar mı?”[17] “Tunus’un AKP’si En Nahda, “Medeniyet İttifakı”nın farı olmaya hazırlanıyor”![18]

“Tunus’ta En Nahda devrim nöbeti tutuyor”;[19] “Gannûşî ‘Mısır’a devrim ihraç ettik, oradan darbe ithal etmeye hiç niyetimiz yok’ diyerek, Tunus’ta olağanüstü başarılı bir uzlaşı siyaseti yürüttü. Aksine Arap uyanışına kaynaklık etmiş olan Tunus, muhtemelen bu çizgiden hemen sapma eğilimi gösteren Mısır ve Suriye gibi ülkeler için ortaya koyduğu müzakereci demokrasi pratiğiyle çok sağlam bir model üretmiş oldu… En Nahda ve bilge lideri Gannûşî’nin siyasi çizgisi demokrasi için de İslâmî siyaset için de referans alınacak yeni bir örneklik ortaya koyuyorlar”![20]

“Tunus’ta AKP tarzı yumuşak siyasi İslâmcılığın merkez, radikallerin de çevre partiler kuracağı bir süreç başlayacak”![21]

“En Nahda yöneticileri, anayasa tartışmalarında seküler çevreleri rahatlatmak için, yeni anayasanın hazırlanmasında şeriatı kaynak olarak almayacaklarını açıkladı… Yöneticiler, tabanlarına göre demokratik zihniyete daha yatkın”![22]

“Gannûşî, Tunus için iyi bir başlangıç yaparak Müslüman bir toplumda çok partili demokrasinin yaşayabileceğine ilişkin yeni bir deneyimi başlatmış görünüyor”![23]

Altını çizdiğimiz hatırlatmaları ve Howard Zinn’in, “Tarihi bilmiyorsan dün doğmuşsun demektir. Dün doğmuşsan her lider sana istediği hikâyeyi anlatabilir,” uyarısı asla akıldan çıkartılmadan, bugüne geçmek için biraz da tarih bilgisine başvuralım!

TARİH BİLGİSİ

Uzun yıllar Osmanlı egemenliğindeki Tunus, Fransa tarafından, Tunuslu bir kabilenin Fransız sömürgesi Cezayir’e saldırıda bulunduğu gerekçesiyle işgal edildi. Tunus’un, 75 yıllık sömürge süreci böyle başladı.

İşgalin hemen ardından el-Hâdıra hareketini, Genç Tunus Partisi ve Düstûr Partisi’ni ezdi. Derin çalkantılar ardından Düstûr Partisi lideri Habib Burgiba, 11 yıllık hapisliğe rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. 20 Mart 1956’da Tunus Cumhuriyeti’nin kurucu devlet başkanı oldu.

Yeni Tunus Anayasası 1959 yılında yürürlüğe girdi. 78 maddeden oluşan anayasanın birinci maddesine göre Tunus; özgür, bağımsız ve “Temsilciler Meclisi” ve “Danışma Meclisi” olmak üzere iki meclisli cumhuriyet idi.

Ancak yine otoriter bir yönetim kuruldu. Parti-devlet bütünleşmesi ve partinin devlet organlarında tekeli başladı. Komünist Parti ve muhalif oluşumlar yasaklandı.

Dahası 27 Aralık 1974’te yapılan anayasa değişikliği ile Burgiba ömür boyu Cumhurbaşkanı ilan edildi!

Sonrasında Burgiba’yı 1987’de darbeyle yıkan Başbakan Zeynel Abidin Bin Ali otoriterliği sürdürdü. 12 Temmuz 1988, 29 Haziran 1999, 1 Haziran 2002, 13 Mayıs 2003 ve 28 Temmuz 2008’de salt iktidarının devamını sağlamak üzere Anayasa değişiklikleri gerçekleştirdi. Bunlar iktidarının sonunu getirmeyi durduramadı; müthiş bir toplumsal patlama ile Bin Ali 14 Ocak 2011’de Tunus’tan kaçmak zorunda kaldı.

Evet diplomalı işsiz Muhammed Buazizi isimli genç bir seyyar satıcının bedenini ateşe vermesiyle başlayan olaylar sonrasında 14 Ocak 2011’de 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali rejimi yıkıldı.

Ve bütün hikâye de bundan sonra başladı!

O ana kadar ortalıkta olmayan, kırk yıldır İngiliz istihbaratının gözetiminde Londra’yı mesken tutmuş Raşid Gannûşî adındaki İhvancı, Humeyni misali ülkeye geri döndü. Pusuda bekleyen siyasal İslâmcılar işsizliğe, yoksulluğa, otoriter yönetime karşı oluşan öfkenin üzerine konmaya başladılar.

İhvan’ın Tunus kolu olan Gannûşî liderliğindeki En Nahda, İngiltere ve ABD’nin desteğiyle hemen kendi gizli ajandasını hayata geçirmeye koyuldu. Dalga dalga büyüyen sokakların öfkesini çalarak, küresel efendileriyle birlikte “ılımlı İslâmcı” yeni rejim için kolları sıvadılar.

Bir tarafta uzlaşı, hoşgörüden bahsederlerken diğer tarafta olanca güçleriyle otoriter İslâmcı yeni düzen için, anayasa, yasalar, toplumsal yaşam değiştirilmeye başlandı.

Bu uğurda önüne çıkan herkesi, her şeyi ezdiler. Devletin bütün baskı mekanizmalarıyla toplum sindirilmeye çalışıldı. Toplu gözaltılar, tutuklamalar yapıldı. Yetmedi silaha da başvurdular. Laik seküler liderler suikasta uğradı. Sık sık Ankara’da da ağırlanan Gannûşî’nin neferleri pupa yelken yol alırken, kısa sürede şeriat anayasasının ilanına kalkışıldı. O güne kadarki tüm kazanımları yok ederek.

Kadın-erkek eşitliğinden sendikal kazanımlara, temel hak ve özgürlüklerden çalışma yaşamına her alanda büyük yıkım ve tahribat yarattılar. Bütün bunları yaparlarken de ülkeyi neo-liberal küresel sistemin açık bir pazarına dönüştürdüler. ABD ve İngiliz emperyalizmiyle askeri anlaşmalar yaptılar, bu güç odaklarına mavi boncuk dağıttılar.

Ancak Kartacalıların torunları pes etmedi. Yılmadan, korkmadan mücadele ettiler. Küçük ülkede milyonlarca kişiyi bulan eylemler yapıldı.[24]

TUNUS’UN “ARAP BAHARI”

Nilgün Cerrahoğlu’nun, “2011’deki ‘Yasemin Devrimi’ne kadar, ‘demokrasi’ tecrübesi hiç yok, olmamış.

“Bugün Müslüman dünyasına ‘ışık tutan’ ve ‘ufuk sunan bir yol’ olarak gösteriliyor.

“Tunus’un çiçeği burnunda ‘demokrasisinin sivil toplum uzlaşmasına’ Nobel ödülü verildi.

“Tunus örneğinden alınacak ders çok,”[25] güzellemesiyle tezgâhlanan Tunus’un “Arap Baharı”, hemen herkese Terry Eagleton’ın, “Çok uzun sürmemek oyunun doğasının gereğidir. Sonsuza kadar tiyatroda oturacak değiliz,” saptamasını hatırlattı!

Tunus başkaldırısı elbette bir halk hareketiydi; buna şüphe yok…

Mağrip’in küçük ülkesi Tunus’ta yanan ateş yayılarak bölgenin tümünü kapsayıp, ülkelerini demir yumrukla yöneten ve acımasızca soyup talan eden despot rejimleri tarihin çöp sepetini yolladı. Her şey de bundan sonra, yani “karikatür devrim”le sınırlanmakla başladı.

Tunus isyanı; Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan, Fas’a yayıldı. Bazı ülkelerde iktidarlar devrildi, bazı ülkelerde yönetimler reformlar yapmak zorunda kaldı. Bahreyn’de ise Suudi ordusu isyanı bastırdı. Suriye’de onlarca ülke proxy (vekalet) savaşına girdi.

Tunus’ta ise ılımlı İslâm piyonu ile halk hareketi pasifize edilip “Arap Baharı’nın sonuna doğru gidildi.”[26]

Kolay mı? 1986’da kurulan Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) (daha sonraki adıyla Tunus Emekçileri Partisi) genel sekreteri Hamma Hammami’nin, “Eski rejim artıklarının temizlenmesi veya yargılanmaları bakımından bir ilerleme var mı?” sorusunu “Hayır. Eski Destur Partisi (RCD) yeniden başka isimlerle yoluna devam ediyor. Sansür geri geldi, işkenceciler yargılanmadı, politik yargılamalar yapılamadı,”[27] diye yanıtladığı tabloda Buazizi’nin 17 Aralık 2010 günü kendisini yakmasıyla başlayan hareketlilik hep gündem maddesi oldu.

Tıpkı ayaklanmanın beşinci yılında Tunus’un yeniden ayağa kalkması gibi: Tunus’un Cezayir sınırındaki Kasrin kentinde işsizlik ve yoksulluğa karşı başlatılan eylemler, ülke genelinde hükümet karşıtı protestolara dönüştü. İşsiz bir adamın protesto amaçlı belediye binası yakınlarında bir elektrik direğine çıkıp hayatını kaybetmesi olayların fitilini ateşledi. Kamuda çalışan 28 yaşındaki Ridha Yahyaoui, işten çıkarılmasını protesto etmek için elektrik direğine çıktığı sırada, elektrik akımına kapıldı. Olayın ardından şiddetini artıran protestolar, güvenlik güçleriyle halkın çatışmasına dönüşürken, salı günü bir polis öldü. Tunus İçişleri Bakanlığı, şiddet olayları nedeniyle ülke genelinde “sokağa çıkma yasağı” ilan etti. Tunus medyası olayın “Arap Baharı”yla benzerliklerini vurgularken, Al-Shuruk gazetesi “2010-2011 yılına geri döndük” yorumunda bulundu.[28]

ESKİ(MEYEN) -BİN ALİ- REJİMİ

Tunus Meclis Başkanı Bin Cafer’in, “Bin Ali’yi patlama noktasına gelen halk devirdi,”[29] diye betimlediği hâl; J. K. Rowling’in, “Tiranların zulmettikleri insanlardan ne denli korktuklarına dair bir fikriniz var mı? Hepsi, günün birinde kurbanlarından birinin kendilerine karşı ayağa kalkıp karşı darbeyi indireceğini bilir!” biçiminde formüle ettiği tabloya denk düşüyordu; ama…

Kesintisiz olmayan ya da inkitaya uğrayan her devrimci girişim bir karikatür olmaya mahkûmdu ve Tunus’ta da eski(meyen) -Bin Ali- rejimi “yeni(lenen)” formatıyla mevcudiyetini sürdürdü.

Bağımsızlık günü için 20 Mart 2012’de Burgiba Bulvarı’nda toplanan kalabalık, “Tunus özgürdür, Halife’ye hayır, gericiliğe hayır” yazılı pankartlar taşırken;[30] “Tunus’ta 2011’de devrilen bin Ali diktatörlüğünün ardından İslâmcı ya da liberal eğilimlerin etrafında toplanarak iktidarını sürdürmeye çalışan burjuvazi” gerçeğine dikkat çeken Tunus Emekçileri Partisi yöneticilerinden Mortaza Labidi[31] çok önemli bir noktanın altını çiziyordu.

Örneğin Gilbert Achcar’ın, “Eski zorba cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali döneminde bir muhalif olarak Fransa’da sürgün hayatı yaşadığı zamanlardaki fikirleriyle Tunus’un geçiş dönemi cumhurbaşkanı Moncef Marzuki idi. Yaygın kanıya göre güç insanı bozar. Moncef Marzuki Tunus’un cumhurbaşkanı olduktan sonra, bir anda bu halkın reddediş ve ısrarlarını öyle nahoş buldu ki, zorbaların bildik argümanlarına başvurdu,”[32] saptamasındaki gibi…

Gerçekten de Bin Ali rejiminin her türlü muhalefeti baskı ve işkence ile bastıran İçişleri Bakanı, devrimden sonra işlenen siyasi cinayetlerin ve kötü gidişatın sorumlusu olan En Nahda hükümetinde ise danışman olan Habib Essid’in hükümeti kurmakla görevlendirilmesi UTICA gibi Tunus işveren örgütü ile ABD, Fransa, IMF ve Dünya Bankası tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğer yandan Halk Cephesi başta olmak üzere Halk Hareketi gibi sol örgütler ve grupları hayal kırıklığına uğrattı.[33]

Evet, Tunus Emekçileri Partisi Genel Sekreteri Hamma Hammami’nin, “Bin Ali’nin devrilmesinden sonra gelen hükümetler eski yapıyı, eski ekonomik ve siyasi yapıyı sürdürmeye devam etti ve emperyalizme bağımlılığını sürdürdü. O çizgide siyaset üretmeye ve ekonomik alanda siyaset yapmaya devam etti,”[34] tesbiti gerçeğin özetiydi!

“Nasıl” mı?

Ortadoğu’daki iktidarları değiştiren ilk isyanın başladığı Tunus’ta gençler işkenceyle susturulmaya çalışılıyor. İşkence dosyalarının ortaya çıktığı ülkede işkenceye maruz kalanların yüzde 72’sinin gençlerden oluştuğu açıklandı. Tunus İşkenceyle Mücadele Örgütü, 2015’te kendilerine 250’den fazla işkence dosyasının ulaştığını ifade edildi![35]

Nida Tunus ve Müslüman Kardeşlerin Tunus kolu En Nahda’nın kurduğu koalisyon hükümetinin, “terörle mücadele” adı altında çıkardığı yasa halk ayaklanmasıyla devrilen Bin Ali rejimi yasalarını hatırlattı. Herhangi bir eleştiri suç sayılıyor![36]

En Nahda (Müslüman Kardeşler)-Nida Tunus (Tunus Çağrısı) partilerinin oluşturduğu koalisyon hükümetinin aldığı karar, emek hareketini bastırmak için 1978’de çıkartılan bir kararnameye dayandırılıyordu![37]

Özetin özeti: ‘Tunus’u Kurtarmak-Çalınan Arap Baharı’ yapıtının yazarı Lütfi Maktuf’un deyişiyle “Tunus’ta Arap Baharı diye bir şey kalmadı artık”![38]

HÂL VE GİDİŞ

Tunus’ta “Arap Baharı” ile kurulan hükümetin Dışişleri Bakanı Refik Abdüsselam, “Biz ne şeriat ne de laiklik istiyoruz. Devlet tarafsız olmalı. Ne dini ne de laikliği zorla uygulamalı. Devletin görevi vatandaşların özgürlüklerini korumaktır,”[39] dese de “2011’in tek başarı öyküsü olarak anılan Tunus’ta da artık bölgedeki diğer ülkelerde olduğu gibi demokrasi çöküşe geçti. Bir kez daha bu kargaşanın ortasında işsiz gençler yer alıyor. Tunus’ta öfke yine patlıyor,”[40] diyordu Emma Graham-Harrison…

Elizia Volkmann’a göre, “Halk sistemden bıkmış durumda”yken;[41] “Ekonomi daha da batarsa, liberal demokrasi karşıtı güçler güç kazanacak. Devrimci gençler, yine öfkeye kapılabilir,”[42] uyarısını dillendiriyordu Joseph Stiglitz…

650 binden fazla kamu çalışanının, maaşlarına zam yapılması talebiyle greve gittiği[43] tabloda Tunus Genel Emek Sendikası (UGTT) Genel Sekreteri Nureddin Tabubi, “Büyük halk desteğiyle ülkenin siyasi pusulasını yeniden ayarlayacağız”;[44] Tunus Emekçileri Partisi ise “Tunus’ta devrimi yeniden kuralım,”[45] noktasındayken; Tunus’un önde gelen muhalefet liderlerinden Şükrü Beleyid 6 Şubat 2013’te evinin önünde uğradığı silahlı saldırıyla katledildi.

Şükrü Beleyid’e düzenlenen suikastın ardından büyük çapta protesto gösterileri patlak verdi. Koalisyonun büyük ortağı İslâmcı En Nahda’nın Tunus’taki merkezi saldırıya uğradı.

İki günlük genel greve karşı güvenlik önlemleri arttırılırken Beleyid’in ailesinin cinayetten sorumlu tuttuğu En Nahda’da çatlaklar belirdi. Başbakan Hamadi Cebali 6 Şubat 2013’te koalisyon hükümetini dağıtacağını açıklasa da En Nahda içerisinde dirençle karşılaştı. Çalışmalarını Fransa’da sürdüren Tunuslu sosyolog Choukri Hmed, Beleyid için şunları diyordu:

“Bin Ali döneminde önemli bir muhalifti. Arap milliyetçiliğini savunan solun liderlerinden biri olarak rejimin baskısına karşı mücadele veriyordu. Bin Ali’yi deviren gösterilerde sendikaları yönlendirmişti. Devrimden sonra ise aşırı solu temsil etti. Partisi Demokratik Vatanseverler Birliği’nin oy oranı yüksek olmasa da o karizmasıyla etkiliydi. İslâmcılara karşı çıkıyordu. Son zamanlarda daha geniş katılımlı bir muhalefet kurulması için yapılan tartışmaların içindeydi. Çok kritik bir dönemdeyiz. İki taraflı bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Birincisi, iktidarın içerisindeki bölünmüşlük su yüzüne çıktı.”[46]

Beleyid’in katliyle; giderek ağırlaşan ekonomik zeminde toplumsal hareketlilik yükseldi…

Ülkeyi sarsan gösterilerde polis güçleri, Tunus ve Tabarba gibi kentlerde sokağa dökülen kitleye karşı biber gazı kullandı. Kayrevan, Nabil, Susa, Kasrine gibi diğer vilayetlerde de polis ve göstericiler çatıştı, bazı kentlerde yine yağma olayları yaşandı. Tunus yönetimi, şimdiye kadar 50 polisin yaralandığı gösterilerde 237 protestocunun gözaltına alındığını açıkladı. 55 yaşındaki bir erkek göstericinin yaşamını yitirdiği Tabarba’da polis ekipleri bazı evlere baskınlar düzenledi ve yeni gözaltılar var. Ülkede önceki gün bir Yahudi okuluna molotofkokteylleri atılmıştı.[47]

Evet Tunus’ta 1984 ekmek isyanlarının 34., Arap isyanlarını başlatan 2011 “devrimin” 7. yılında, “İsyan etmek için… Daha ne bekliyoruz!” sloganıyla kitlesel protesto dalgası yükseldi.

L’Economist Maghrebin’de yayımlanan bir yoruma göre, “Özgürlükler alanında elde edilenleri, ekonomik alandaki başarılar izleyemedi. Tam aksine bugün ekonomi 2011’den daha kötü bir durumda.” Kitlesel gösterilerin düzenleyicilerinden Halk Cephesi’nin (Front Populaire) sözcüsü, Hamma Hamami de “Hayat daha pahalı, insanların alım gücü düştü, orta sınıf yoksullaştı”… “hükümettekiler durumun farkında değil” diyor.

Gerçekten de ekonomik büyüme OECD’ye göre 2016’da yüzde 1 oldu, 2017’de de yüzde 2 dolayındaydı. Tunus’un dış borçları ve cari açık sırasıyla GSMH’nin, yüzde 70 ve yüzde 10.2 düzeyine ulaşmıştı. Bankaların batık alacaklarının da toplam kredilere oranı yüzde 15.4. Enflasyon yüzde 5.6. Dinar 2011’den sonra sürekli değer kaybediyordu. Resmî verilere göre yüzde 15 dolayında olan işsizlik, ‘Radio France International’in aktardığına göre üniversite mezunları arasında yüzde 30 düzeyindeydi.

İktidarda, 2011’de devrilen Bin Ali yönetiminin devamı sayılabilecek Nidaa Tounis partisi ile, seçimleri kazandıktan sonra dinci (totaliter, bağnaz) politikalara yönelince, kadınların ve sendikaların protestolarının baskısıyla hükümeti bırakmak zorunda kalan, Müslüman Kardeşler’in Tunus kanadı En Nahda partisi arasında zar zor kurulmuş bir koalisyon var. Bu koalisyon IMF’nin dayattığı neo-liberal Finans Paketini, halk sınıflarının üzerindeki olası etkilerine aldırmadan kabul etmiş. Son protestolar bu paketi, 2018 Finans Yasasını hedef alıyor.

Henda Çennavi, “Ben bu hareketi 2011 devrimin devamı olarak görüyorum. Genel seçimlerin özgürce yapılmasına olanak veren bir siyasi dönüşüm oldu. Şimdi, başından beri talep ettiğimiz ekonomik dönüşümleri… Devrimin toplumsal adalet talebinin artık gerçekleşmesini bekliyoruz”. İktidardakilere “baskı yaparak güçler dengesini tersine çevirmeliyiz” diyordu.[48]

Nihayet süreç içinde Tunus’ta işsizlik ve yoksulluğa karşı öfke, hükümetin istifası talebiyle yapılan gece eylemlerine dönüştü. Sokaklarda olan eylemcilerden gözaltına alınanların sayısı bini aştı. Ülkede 12 sol parti eylemlerin desteklenmesi yönünde ortak karar aldı.[49]

“GÜLERYÜZLÜ” GANNÛŞÎ’NİN CEMAZİYÜLEVVELİ

Her ne kadar Hayrettin Karaman, “Gannûşî’yi doğru anlamak”[50] dersleri vermeye kalkışsa da; başlarda “yumuşak bir görünüm” veren En Nahda’lı İslâmcılar giderek sertleştiler, baskı ve şiddet eylemlerine yöneldiler.

Cumhurbaşkanı Marzuki “Enşar Şeriya” adındaki terör örgütünün temsilcilerini kabul ederken; dönüm noktası Halk Cephesi lideri Şükrü Belaid’in 6 Şubat 2013’te evinin önünde katledilmesi oldu. Belaid’in katlini Ekim 2013’te Nasırcı hareketin liderlerinden Brahimi cinayeti izledi.

Oysa partisinin dinî ve siyasi faaliyetlerini birbirinden ayıracağını söyleyen Müslüman Kardeşler bağlantılı En Nahda Hareketi’nin (Uyanış Hareketi) lideri Reşid Gannûşî, ‘Le Monde’ röportajında, “Arap Baharı sonrası Tunus’ta siyasal İslâm’a yer yok. Tunus artık bir demokrasi,” deyip;[51] “Siyasal İslâm’dan vazgeçtiklerini”[52] duyurmuştu.

“Modernite ile İslâm arasında bir denge kurmak mümkün,” deyip;[53] “Din devleti değil, demokratik devlet inşa edeceğiz,”[54] vurgusuyla “Ilımlı İslâm modeline” sadık kalma sözü vermişti.[55]

Gannûşî, Tunus’ta artık İslâmcı politikaya gerek kalmadığını, partinin Müslüman ve modern uygarlıkların değerlerine dayalı bir siyasi çizgi izleyeceğini açıklayıp; devlet sekülerizmi zor yoluyla dayatmadığına göre, dini siyasi etkinliğin merkezine koymak gerekli değilmiş; İslâmcı-seküler tartışması da artık geride kalmış. En Nahda siyasi İslâm’ı terk edecek, Demokratik İslâm’ı benimseyecek,”[56] demişti.

“En Nahda lideri Gannûşî de ‘Arap Baharı’na Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının Türkiye’deki deneyimini kopyalayan bir model sunabilir. Bu durum, Arap dünyasında yıkılan diktatör rejimlerin enkazı üzerine demokratik uygulamalara sahip İslâmî rejimler kurmak isteyen dünya ülkeleri için oldukça önemli,”[57] türünde spekülasyonlar çoğalırken; Ayşe Böhürler, “Şeyh Raşid Gannûşî güleryüzlü ve eşitlikçi lider,”[58] yalanına sarılsa da “AKP’yi model aldığını” söyleyen En Nahda, bir yandan da kendisini eleştiren kesimleri susturup, terörize ediyordu.

Örneğin iktidara geldiğinde ifade özgürlüğünü korumaya söz veren En Nahda Partisi “kutsal değerlere hakaret”e 4 yıla hapis öngören bir yasayı meclise sunuvermişti.[59]

Yine Abdurrahman El Raşid’in, “Gannûşî’nin partisinin Tunus’ta iktidara gelmesi hâlinde, içkiye ve kadınların bikini giymesine izin verecek derecede hoşgörülü olacaklarını ifade etme cesareti göstermesi sürpriz olmadı. Kadının saçının görünmesine dahi karşı çıkarken, kamusal alanda kadının bedeninin çıplak kalmasını kabul ederler mi? Gannûşî’nin böyle özgürlükçü bir açıklamayı Arap basınında yaptığını duymadık. Bu açıklama, Batılılara yönelik siyasi söylemin ötesine geçmeyebilir,”[60] uyarısına rağmen Gannûşî’nin İngiliz eğitim sistemiyle yetişen sözcüsü durumundaki kızı İntisar Gannûşî, “Değerlerimizin kaynağı tabii ki İslâm. Ancak modern dünyanın da bir parçasıyız. Biz dinî değil, siyasî bir partiyiz, tıpkı Almanya’daki Hıristiyan Demokratlar gibi,”[61] dese de; Olfa Khalil Arem, En Nahda’nın şeriatı anayasanın temeli yapmak istediğini vurgusuyla ekliyordu: “Amaçları diktatörlük”![62]

Kolay mı?

Bin Ali’nin devrilmesinden sonra yapılan seçimlerde iktidara gelen İslâmcı En Nahda Partisi lideri Raşid Gannûşî’nin bir video kaydı ortaya çıktı. İçki yasağı isteyen, sanat galerilerini talan eden radikal İslâmcı Selefîlerin liderlerini “takıyye yapmaya” çağıran Gannûşî, “Azınlıkta olsalar da laikler medyayı ve ekonomiyi kontrol ediyorlar. Genç Selefî dostlarıma diyorum ki, sabredin. Ordu ve polisten henüz emin değiliz. Neden acele ediyorsunuz ki? Bugün artık sadece bir camimiz yok. Din İşleri Bakanlığımız var. Sadece bir dükkânımız yok. Bir devletimiz var. Fakat ekonomi hâlâ onların elinde” ifadelerini kullanıyordu![63]

Ayrıca “En Nahda, çoğulcu, demokratik bir sistem propagandası yaparken, Tunus Devletinin dini İslâm’dır maddesini hazırlanan Anayasa’ya yazdı.”[64]

Bu kadar da değil!

Olfa Riahi adlı blog yazarının, aynı zamanda damadı olan Tunus Dışişleri Bakanı Refik Bin Abdüsselam’ı, devlet imkânlarıyla Sheraton Otel’de oda tutup, evli olmadığı bir kadınla birlikte olmakla suçlaması Gannûşî’yi kızdırdı. Gannûşî, münafıklıkla suçladığı Riahi için, “Şeriat yasalarınca yargılanmalı; 80 kırbaç cezasına çarptırılmalı” dedi ve söylenti yayan kişiler için “münafıklar” ifadesini kullandı![65]

İşte “güleryüzlü” Gannûşî’nin İslâmcı hareketinin cemaziyülevveli!

İSLÂMCILARIN TERÖRÜ

2014 tarihli ‘ABD State Department’in raporuna göre, yaklaşık 7 bin genç IŞİD’e katılmak için Suriye, Irak ve Libya’ya giderken;[66] IŞİD’e en çok katılım Tunus’tandı.[67]

İçişleri Bakanı Lütfi bin Cido’nun meclis kürsüsünden “Tunuslu kızlar 20, 30, 100 isyancı arasında dolaştırılıyor ve seks cihadı adına kurdukları ilişkilerin meyvelerini taşıyarak geri geliyorlar,” diyerek ülkesindeki kadınların “seks cihadı” için Suriye’ye gittiğini, orada İslâmcı savaşçılarla ilişkiye girdiğini ve hamile kalarak Tunus’a geri döndüğünü söylediği;[68] ve Tunuslu âlim Şeyh Ferid El Baci’nin de kızları bazı fetvalar ya da dinî tebliğlere uyarak “seks cihadı”na katılmış, Çambi dağlarına ya da Suriye’ye gitmiş aileler tanıdığını ifade ettiğinin[69] altını çizerek ilerlersek: “Arap Baharı”nın Müslüman Kardeşler’e ilaveten ortaya çıkardığı önemli siyasi unsurlardan biri Selefîler oldu.

Yani “Arap Baharı” bölgede “İhvan” kuşağı yanında, daha önceden esamisi pek de okunmayan, bir Selefî kuşağı da olduğunu ortaya koydu. Selefîler Tunus’ta sıklıkla anılmaya başlandı. ‘Le Monde’ Selefîlerin Tunus’ta etkin olmaya başladıklarını 30 Ekim 2012 tarihli manşetinde “Tunus Selefî baskısını kuşatmaya çalışıyor” başlığı ile haberleştirdi.

Örneğin Tunus’ta bin Ali’nin devrilmesinin ardından sokaktaki görünürlükleri birden bire artan Selefîler, İslâmcı En Nahda iktidarını zorladı. Ensar el Şeria hareketinin Kayravan kentinde yapmayı planladığı yıllık kongrenin yasaklanması üzerine Tunus’a yürüyen Selefîlerle polis arasında 19 Mayıs 2013’te çatışmalar çıktı.[70]

Burada siyasal İslâm’ın iki özelliğini vurgulamadan ilerleyemeyiz!

Çünkü liberaller, siyasal İslâm hareketinin şu iki özelliğini anlamakta büyük zorluk çekiyorlar; kendilerine sunulan yüzeysel açıklamaları, tembelce (bir teorik çaba harcamadan), kimi zaman da kısa dönemde işlerine geldiği için kabul ediyorlar: Siyasal İslâm parlamenter demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak değil, iktidara ulaşmanın aracı olarak görür. Onun yönetim paradigmasına, iktidardan seçimleri kaybederek gitmek esas olarak uymaz. Bu yüzden seçilmiş siyasiler, başbakan, hatta devlet başkanı bile olsalar, Mısır örneğinde gördüğümüz gibi, yasal partinin değil, hareketin yönetici kurumlarına ve karar mekanizmalarına bağımlıdırlar.

İkincisi, siyasal İslâm her zaman popülist (çok sınıflı ve akımlı) bir koalisyondur. Bu koalisyonun istikrarı, iktidara ulaşmanın, orada kalmanın olmazsa olmaz önkoşuludur. Bu yüzden “ılımlı” kanattan, radikal kanadı tasfiye etmesi beklenemez. Aksine, “ılımlı kanat” ortak ideolojik zemine dayanarak radikal kesimin muhalifleri sindirmeye, yok etmeye yönelik eylemlerine göz yumar, hatta yeşil ışık yakar.

Siyasal İslâm’ın koalisyonu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, Batı’ya uygun siyasi ekonomik biçimler sergileyen Müslüman Kardeşler, Kur’an’ı harfiyen uygulamaktan yana olan Selefî akım, Batı’ya karşı silahlı cihat ilan etmiş El Kaide tipi “terörist” gruplardan oluşuyor. Selefîler MK’ye ideolojik baskı uygulayarak kendi gündemlerini dayatmaya çalışıyorlar.

El Kaide tipi gruplar, bu yönetimlerin sunduğu iklimden, güvenlikli ortamdan örgüt, kadro inşa etmek, kaynak biriktirmek için yararlanıyor. Her üçü de modern, laik siyasi hareketlerin, düşüncelerin, kurumların toplumdan temizlenmesi, medyanın, sanatçıların, eğitimcilerin susturulması, kadınların burjuva kültür içinde elde ettikleri hakların yok edilmesi konularında birleşiyorlar. MK ve benzeri kanatlar, liberal kamuoyuna, Batı’ya ılımlı uyumlu, uzlaşmacı bir yüz sunarken diğer iki kanat her türlü muhalefeti imha etmek konusunda çok etkin olabiliyor.[71]

Bunlar kavranmadan En Nahda ile Selefîler ve diğerlerinin diyalektik iç içeliği anlaşılamaz.

O hâlde Tunus’ta En Nahda ile Selefîleri konuşurken; solcu milletvekili Muhammed Brahmi’nin 25 Temmuz 2013’te kurşun yağmuruna tutulmasını; Şükrü Belaid’in 6 Şubat 2013’te yine evinin önünde katliyle patlak veren protesto hareketlerine karşı İslâmcı En Nahda partisi yandaşlarını sokağa dökerek yanıtladığı[72] göz ardı edilmemelidir…

Ruze Cendeli, “Tunus İhvanı” olarak bilinen En Nahda partisinin gizli aygıtına dikkat çekerken; ortaya çıkardığı belgelerde “motosikletle adam katletme sanatı” başlığının ciddi bir şekilde tarif edildiğini ifade ederek ekledi: “Belge, suikastlarla ilgili ciddi veriler içeren 4 sayfadan oluşuyor. Belgede; Vespa marka motosiklette, sürücüde ve arkasında binen suikastçıda bulunması gereken özellikler belirtiliyor. Ayrıca motordan inme zamanı, nasıl hareket edeceği ve kendini korumak için giyeceği kask türü bile tarif ediliyor,”[73] dedi.

Bu kadar da değil; Tunus’ta Bardo Müzesi’ne giren silahlı saldırganların saldırısında 17’si turist, 21 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.[74]

MUHALEFETİN MÜCADELESİ

Her şeye karşın Tunus sokakları hâlâ hareketli. Çünkü Simón Cordall’ın ifadesiyle, “Geçmişte protesto gösterileri yılgınlık ve fakirleşmeden patlak verdi. Halk tekrar bunu yapacak çünkü başka bir seçeneği yok”![75]

Aslı sorulursa Arap coğrafyasındaki ayaklanmalar için başlangıç noktası olarak gösterilen Tunus ayaklanmasından çok önce madenlerde başlayan grev ve direnişler, başkaldırının anlık bir kıvılcımın sonucu olmadığını; uzun bir mücadelenin ürünü olduğunu göstermişti ve Tunus Emekçileri Partisi Genel Sekreteri Hamma Hammami deyişiyle, “Devrimin tek hedefi diktatörlük değildi.”[76] Hammami muhalefetin hükümeti devirme hedefinde birleşmesi gerektiğini söylüyordu![77]

Ve de “Tunus’taki direniş hareketi… neo-liberal ve yeni-sömürgeci saldırılara karşı kaynayan bir halk direnişi kazanı olduğunu gösteriyor”du.[78]

“Nasıl” mı?

Mesela… Tunus’un turizm merkezlerinden Cerbe adasında daha önce kapatılan çöp depolama alanının yeniden açılması halkı isyan ettirdi. Öfkeli protestocularla polis arasında çıkan çatışmada 50 polis yaralandı![79]

Mesela… Tunus’ta 17 Ocak 2016’da 28 yaşındaki üniversite mezunu Ridha Yahyaoui, başvurduğu işe alınmadığını öğrenince protesto için bir elektrik direğine tırmandı. Yahyaoui direkteki tellere dolanarak elektrik çarpmasıyla hayatını kaybetti. Yahyaoui’nin ölümü, beş yıl sonra Tunus’ta yine kitlesel bir isyan dalgasını tetikledi. Hikâyesi Yahyaoui’nin hikâyesinden farklı olmayan yüzbinlerce insan sokaklara indi, kamu kurumlarına saldırdı ve polisle sayısız çatışmaya girdi… Yeniden ortaya çıkan Tunus halk isyanının görünür nedeni, 2010’dakine benzer şekilde, aşırı enflasyon, aşırı yolsuzluk, genç nüfus arasında yüzde 40’a varan işsizlik ve benzeri ekonomik nedenler![80]

Mesela… Arap coğrafyasında, kamu emekçilerinin başlattığı ve Tunus tarihinin en büyüklerinden olan grev gündemin başköşesine oturdu… 22 Kasım 2018’de 700 bin kişinin katılımıyla tüm kamu kurumlarında grevi gerçekleştirdi![81]

Mesela… Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan eylemlerin yıldönümünde Buazizi’nin kardeşi “Mücadele devam etmeli” çağrısında bulunuyordu![82]

KADINLAR İSYANDA

Elbette sözünü ettiğimiz mücadelenin en ön safında kadınlar vardı; kadınlar ayaktaydı, isyandaydı, kazanılmış hakları yitirmemek, geri adım atmamak için savaş vermekteydiler Tunus’ta!

“Tunuslu kadınlar diktatörlüğe karşı giriştikleri mücadelede bir çok deneyim elde ettiler. Şimdilerde bu deneyimlere dayanarak mücadeleyi daha ileriye taşıyorlar,” vurgusuyla kadın mücadelesini şöyle özetliyordu -Uluslararası İnsan Hakları Derneği Başkan Yardımcısı, Tunus Demokrat Kadınlar Birliği yöneticisi ve Jeune Afrique Dergisi editörü- Sophie Bessis:

“Kadınlar bir değişim sürecindeler. Ve şu anda bulundukları konum neredeyse Arap dünyasında tek. Tunuslu kadınlar diğer Arap ülkelerindeki kadınlara oranla daha fazla haklara sahipler, örneğin Mısır’a, Fas’a göre… Fakat kadınlar anayasada bazı haklara sahip olmalarına rağmen eşit değiller. Erkeklerle eşit haklara sahip değiller. Örneğin bir erkek Tunus’ta Arap olmayan bir kadınla evlenebilirken, kadının böyle bir hakkı yok. Şu sıralarda ise Tunuslu kadınlar İslâmcı hükümetlerin dayatmalarıyla karşılaşıyorlar. İktidar, Tunus’ta kadınların bu zamana kadar kazandığı hakları İslâmî kurallara göre evirmeye çalışıyor… Kadınlar şimdilerde anayasada gerçek bir eşitliğin sağlanması için mücadele ediyorlar. Bu zamana kadar elde ettikleri kazanımlar kadınlara olanak sağlıyor. Kadınlar eski mücadele deneyimlerine yaslanarak, eşitlik mücadelesi veriyorlar.”[83]

Gerçekten de “Arap Baharı”nın ilk kıvılcım noktası Tunus’ta binlerce kişi kadın hakları için sokaklara dökülerek İslâmcı hükümeti protesto etti. Ülkede kadın kuruluşları başta olmak üzere birçok kesim, geçen yılki halk ayaklanmasıyla Bin Ali yönetimimin devrilmesinin ardından iktidara gelen En Nahda’nın anayasa çalışmaları çerçevesinde kadın haklarını tırpanlayacak yasalar geçirmesine karşı çıkıyorlar ve kadınların haklarına darbe vurmasından endişe ediyordu.[84]

Kolay mı?

Tunus’ta 1956 Anayasası, kadınlarla erkeklere eşit haklar tanımış, erkeğin dört kadınla evlenmesi yasaklanmış, resmî evlilik, resmî boşanmayı yürürlüğe koymuştu. En Handa’nın anayasasındaki 28. madde bardağı taşıran damla oldu.

Söz konusu madde kadınları “aile içinde erkeklerin tamamlayıcısı/bütünleyicisi” olarak tanımlıyordu. Yani aile dışında zaten kadın yok; kadın olmayınca herhangi bir hakkı da yok. Bekâr anneleri, evlilik dışı beraber yaşayanları, aile kurmamayı seçen kadınları yok sayan, onları aile içinde ise eşit haklara değil ancak “tamamlayıcı” rolüyle, erkeğe, çocuğuna, anne babasına tabi olan ve ancak o zaman hak sahibi olabilecek varlıklar olarak gören bir maddeydi bu![85]

Ayrıca Tunus Meclisi’nde kürsüye çıkan sağcı El Karama koalisyonu milletvekili Muhammed el Affas’ın “Evlilik dışı çocuk sahibi olan kadınlar” diye bir konu açarak hakarete varan ifadeler kullanması ve buna tepki gösteren kadın parlamenterleri darp etmesi de işim cabasıydı![86]

NAFİLE SEÇİM(SİZLİK)LER

Tunus’ta 2011’de Bin Ali diktatörlüğünün devrilmesinden 10 ay sonra seçime ilişkin, “13 Ocak gecesi Bin Ali’ye ‘Git’ diye meydana çıkanlardanım. Özgürlükten mutluyum ama yeni döneme ilişkin umudum giderek azalıyor. Sanki tüm partiler ve siyasetçiler birbirinin aynı gibi,”[87] diyen 25 yaşındaki Rania’nın umutları ta o günden yitmişti.

Ardından yapılan seçim(sizlik)lerde oyların yüzde 40’ını alan En Nahda hareketinin gücünün ortaya çıkmasıyla birlikte laikler seçimlerde şiddetli biçimde sarsıldı.”[88]

Seçimleri, İslâmcı En Nahda partisi kazandı. Gannûşî’nin liderliğindeki partinin seçim stratejileri ve kampanyasında AKP’nin kampanyalarını düzenleyen Erol Olçak, “Gönüllü hizmet verdim. En Nahda’yı geleceğe hazırladık,”[89] derken; 23 Ekim 2011’deki Ulusal Kurucu Meclis seçimlerinin ardından Tunus İşçileri Komünist Partisi, “Seçim sürecinde yapılan usulsüzlüklerin seçimlerin şeffaflığına gölge düşürdüğü”nü dile getirdi.[90]

Böylelikle Müslüman Kardeşler hareketinin Tunus uzantısı En Nahda Partisi, Ekim 2011’deki Kurucu Meclis seçimlerinden birinci parti olarak çıktı. İki merkez partisinin desteğini sağlayarak Başbakanlığı üstlendi. Önceki dönemde Bin Ali rejimi ile içli-dışlı olan Fransa ve ABD, “ılımlı İslâmcı” En Nahda’yı, halk ayaklanmasının özlemlerini frenleyecek seçenek olarak gördü ve desteklemeyi kararlaştırdı.

Ne var ki, En Nahda’nın ılımlı İslâmcılığı, çok daha radikal bir programın sadece dış görüntüsü idi. Giderek açığa çıkan bir işbölümü söz konusu idi: En Nahda, Anayasa görüşmelerine, kamu yönetimine hükmedecekti. Cihatçı köktendinciler ise “Tunus toplumunu yeniden İslâmîleştirme” işlevini üstlenecekti. “Devrimi Koruma Komiteleri” diye adlandırılan milis güçler, demokratik kitle örgütlerini yeniden biçimlendirmeye kalkıştı; film, resim, müzik, giyim-kuşam, eğitim, basın-yayın, ibadet alanlarında “İslâm’ın değerleriyle uzlaşmayan” sembollere, ürünlere, mekânlara, kişilere karşı ağır baskılar, giderek şiddet uyguladı.

Demokratik kitle örgütleri Bin Ali döneminde ayakta kalmıştı. Birleşik, güçlü, bağımsız niteliğini koruyabilmiş sendika hareketi (CGTT), İslâmcı sızmaları frenledi; parçalama girişimini etkisiz bıraktı. Marksist ve Nasırcı köklerden gelen sosyalist, ilerici akımlar canlandı; önemli bir bölümü bir “Halk Cephesi” içinde örgütlendi.

Daha sonraki seçimlerde “İki ana düşünce akımı ya da ideoloji yarıştı. Laikler ve siyasal İslâmcılar. Seçimi kazanan Nida Tunus (Tunus’un Çağrısı ya da Sesi) laikliği; iktidardaki En Nahda Hareketi de siyasal İslâmcı görüşü savunuyordu.”[91] Bu elbette düzen-içi bir dikotomiydi!

26 Ekim 2014’te parlamento seçimleri yapılmış, En Nahda hükümeti yenilirken “laik”, ancak devrik diktatör bin Ali’nin eski yol arkadaşlarını da içeren Nida Tunus sandıktan birinci parti çıkmıştı.[92]

“İslâm’la demokrasiyi birleştirme” iddiasıyla AKP’yi örnek alıp, seçim kampanyasında AKP’nin reklamlarını kopyalayan En Nahda 6 puan ve 21 vekil civarında kaybederek ikinci oldu.[93]

Sosyalistlerden oluşan Halk Cephesi ise yüzde 5.52 oy oranıyla kayda değer bir başarı elde ederken;[94] seçimden sandalye sayısını dörde katlayarak çıkan Halk Cephesi sözcülerinden Mounir Kachouk, “Cephe hem İslâmcı En Nahda’yla hem de mecliste çoğunluğu kazanan seküler sağ ile mücadele edecek,”[95] diyordu. Kuruluşundan iki buçuk yıl sonra, Nida Tunus (Tunus’un Sesi) Partisi parlamento seçimlerinde oyların çoğunluğunu alarak iktidara geldi. Eski rejimin unsurlarını içinde barındırsa da, halkın beklentilerine seslenen laik parti oyların yüzde 38.24’ünü toplamıştı.

Cumhurbaşkanlığı seçimini Nida Tunus’un adayı -laik ve liberallerin yanı sıra devrik Bin Ali taraftarlarınca da desteklenen- Baci Kaid Sibsi kazandı.[96]

Tüm bunlarla birlikte ezilenler için hiçbir şey değişmezken; CNN’e göre, “Tunus seçimleri Arap demokrasisi için umutları küresel çapta artırdı.” Lübnan’da çıkan liberal ‘The Daily Star’ gazetesinde Rami Khouri’nin yorumuna bakılırsa, Tunus seçimleri “Arap dünyasının modern tarihindeki en önemli olaydı.”

‘The New York Times’ın başyazısına göre, “Müslüman dünyasının Tunus’tan öğreneceği çok şey var”dı…[97] Fareed Zakaria, Huntington’un “Eğer bir ülkede iktidar, barışçı biçimde, üst üste iki genel seçimle iki kez değişebiliyorsa, demokrasi orada konsolide olmuştur” ölçütünden hareketle, Mısır’ın aksine, “Tunus’ta demokrasinin artık kök saldığını” savunuyordu![98]

Bir ‘The Daily Signal’daki yoruma göre, “Tunus Amerika’nın Arap dünyasındaki tek, gerçekten demokratik müttefiki olabilir”ken; ‘The Economist’, seçim sonuçları için “Seküler güçler kazandı”, “İslâmcılığın, cihatçı terörün, iç savaşların elindeki bir bölgede istisnai bir gelişme,” diyordu.

Tunus gazeteleri de iyimserdi! ‘Realité’nin bir yorumuna göre, “İkinci Cumhuriyet doğdu”; ‘Tunis Times’, “Arap dünyasında demokrasi güçlendi”; ‘L’Economist Maghrébin’, “Bir Tunus mucizesi” derlerken; ‘Asharq Al Awsat’ gibi Suudi yanlısı, ‘Al Ahram’ gibi Mısır gazeteleri de ‘Müslüman Kardeşler’in Tunus ayağının seçimleri kazanamamış olmasının keyfini çıkarıyorlar…

Ancak bu “mükemmele yakın”(?) “demokratikleşme”(!) resminin aslında çok kırılgan bir temeli vardı;[99] ve sonrası da kaçınılmazdı…

Yani Michel Chossudovski’nin, “Çağımız kapitalizminde demokrasi ilüzyonu ile kitleler yönetilir. Yerleşik toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece ‘muhalefet’, egemen elitlerin çıkarınadır. Amaç muhalefeti bastırmak değil muhalefetin sınırlarını belirlemek, muhalif hareketi şekillendirmek ve kalıba sokmaktır,” diye betimlediği “oyun”un Tunus’ta da bir “sonu” vardı, oldu da!

DARBE: “NE SAİD NE EN NAHDA”

Buse Zengin’in, “Siyasal İslâmcılığın demokrasi adı altında zehirlediği Arap Baharı’nın ilk vurduğu ülke olan Tunus, panzehirini buldu. Tunus’ta, AKP’yi model olarak aldığını söyleyen, iktidardaki İslâmcı Nahda partisine karşı, laik Nida hareketi bir seçim zaferi elde etti,”[100] kolaycılığını tarihin yerle yeksan ettiği koordinatlarda Bedri Baykam’ın da, “Tunus, dinci siyaseti nasıl alt etti?”[101] sorusuna verdiği “yanıt(sızlık)lar”ın kıymet-i harbiyesi yoktur! Çünkü…

Sibsi’nin Temmuz 2019’da ölmesi, egemenler arası dengeleri bir kez daha değiştirecekti. Ekim 2019’daki seçimleri, En Nahda’nın desteklediği, yolsuzluklara karşı mücadele ve seçim sistemini iyileştirme vaadlerine dayalı seçim kampanyasıyla dikkatleri çeken muhafazakâr bağımsız aday Kays Said, oyların yüzde 72.71’ini alarak yeni devlet başkanı oldu.

Ancak efendilerin özlediği istikrar, bir türlü sağlanamıyordu. Uzun süredir siyasal/toplumsal istikrarsızlığın kollarında sarsılan Tunus’ta açlık, yoksulluk ve Covid-19’un yol açtığı öfke selinin altında kalmaktan korkan egemenler, 2021’de Cumhurbaşkanı Kays Said’in darbesine yeşil ışık yaktı.

Başbakan görevden alındı, parlamentonun yetkileri donduruldu, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. En Nahda “parlamento darbesi”ni kendisine doğru yontsa da aslında orduyu arkasına alan muhafazakâr Said, halkın biriken öfkesine “darbe” vurdu, kitlelerin önüne set çekti.

Said, 25 Temmuz 2021’de “parlamentoyu bekleme odasına” aldı. Bunu yaparken; “Ulusun kurumlarını ve ülkenin güvenliğini ve bağımsızlığını tehdit eden, kamu kurumlarının düzenli işleyişini bozan açık bir tehlike durumunda, Cumhurbaşkanı, bu istisnai durumun gerekli kıldığı önlemleri, (…) alabilir. Bu önlemler, kamu kurumlarının düzenli işleyişine en kısa sürede dönüşü güvence altına alan amaçlara yönelik olmalıdır. Bu süre boyunca halkın temsilcileri Meclisi, sürekli toplantı hâlinde olur…” (md.80) maddesini usul ve esas bakımından ihlâl etti![102]

Ekonomik kriz, işsizlik, Covid-19 pandemisi ve hükümetteki yolsuzluk delilleri nedeniyle aylardır belli aralıklarla protestoların düzenlendiği Tunus’ta, Said’in ordu desteğiyle hükümeti dağıtması ile ülkede yeni bir siyasi dönem açmış oldu!

Gannûşî’nin başkanı olduğu Meclis’i 30 gün boyunca feshederek parlamento üyelerinin dokunulmazlıklarını askıya aldı. Başbakan Hişam el Meşişi’yi de görevden aldı. Gannûşî ile diğer 64 meclis üyesi hakkında da yurtdışına çıkma yasağı konuldu.

Gannûşî darbeye sessiz kalmadı. Said’in açıklamaları sonrasında taraftarlarını sokağa çağırıp, “Cumhurbaşkanının yasal bir dayanağı olmayan kararları bir darbedir, anayasayla yorumlamak yanlıştır. Halkı demokrasiyi yeniden tesis etmek için barışçıl mücadeleye çağırıyoruz,” dedi.

Gannûşî açıklamalarla yetinmeyip, gecenin ilerleyen saatlerinde Meclis’e gitti. Ancak Said’in talimatıyla ordu güçleri, Gannûşî ve beraberindeki heyetin içeri girmesini engelledi.

Hükümetin feshedilmesi kararı Tunus sokaklarında genel olarak “kutlama havasına” dönüşürken, bazı En Nahda binalarının da hedef alındığı görüntüler kamuoyuna yansıdı.

Munastır, Sfaks, El Kâf ve Susa gibi kentlerde sokağa çıkan eylemcilerin En Nahda binalarını bastığı ve baskın girişiminde bulunduğu belirtilirken, Tuzer kentinde ise En Nahda’nın bölge merkezinin ateşe verildiği görüntüler sosyal medyada paylaşıldı.

Öte yandan ülkede Emekçiler Hareketi, Demokrat Yurtseverler Partisi, Devrimci Sosyalist Parti, İşçi Bayrağı Hareketi ve Devrimci Marksistler’in aralarında bulunduğu 12 sol parti, sokak protestolarını ortak olarak destekleme kararı alarak “Tunus’un Kalbi ve En Nahda Hareketi’nin oluşturduğu koalisyon hükümeti halkın taleplerine cevap vermiyor. Mevcut yönetim değişene kadar halkı protestoları sürdürmeye çağırıyoruz,” açıklaması yaptı.[103]

Said, 2011’de “Arap Baharı”na yol açan gelişmeler öncesinde de yolsuzluk ve kaçakçılıkla suçlanan yaklaşık 450 üst düzey yetkilinin dosyasını gündeme getirmişti. Bu kişilerin en az 5 milyar dolar kaçakçılıkta bulunduğu öngörülüyordu.

Vatandaşın satın alım gücünü göz önünde bulundurarak tüccarlardan gıda fiyatlarını düşürmelerini de talep eden Said, 2011’den bu yana devlet bütçesinin dövizle finanse edildiği ülkedeki nadir doğal kaynaklardan olan fosfat üretiminin yeniden başlatılması çağrısı yaptı. Aynı zamanda üretimin durdurulması dosyasında yolsuzluk şüphelerinin çevrelediği, “dokunulmazlıktan yararlanan milletvekillerine,” değindi.[104]

İyi de neden ve darbeci Said kimdi?

Hatırlayın önce Mısır’da ABD tezgâhı darbe oldu; İhvan “ezildi”.

Şimdi de Tunus darbesi ile En Nahda “eziliyor”.

Yıllardır sola, ulusal hareketlere karşı “ılımlı” İslâmî hareketleri kullanan emperyalizm, şimdi kullanım tarihi geçenleri hedefine koydu.

“Örneğin… Rachida Ennaifer, ‘darbeci’ Cumhurbaşkanı Kays Said’in başkanlık ofisindeki iletişim başkanı bir gazeteci… Tunus’ta yayın yapan günlük Fransızca La Presse gazetesinin yöneticisi idi. Gazete, İhvan’a karşı kontr-terör mücadelesinden dolayı ABD’den fonlandı (Gazete, Tunuslu ve Fransız Yahudi doktor Henri Smadja tarafından 1934’de kurulmuştu. Kardeş gazetesi Arapça Assahafah.)

“Tunus’ta halkın ayaklanmasıyla gerçekleşen ‘Yasemin Devrimi’nin ardından başkan Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla birlikte ABD bu ülkeye bol keseden para akıtmaya başladı. 2011’de toplam para desteği 7.20 milyon dolar iken 2016’da bu rakam 134.4 milyon dolara ulaştı…

“ABD’nin Tunus kurumlarına yaptığı parasal yardımlar 517 sayfa tutuyor. Bilgiler gizli değil; www.foreignassistance.gov adresinden öğrenebilirsiniz.

“Para yardımlarının gerekçesini şöyle açıklıyorlar:

“i) ‘2014 ve 2015 ABD-Tunus Stratejik Diyalogları’ndan sonra başlatılan kritik programlara dayanmaktadır. ABD yardımı şunları amaçlamaktadır:

“ii) Demokratik süreçleri, iyi yönetişimi, şeffaflığı ve kapsayıcı katılımı kurumsallaştırmak…

“iii) Tunus polisi, jandarması ve ordusunun Tunus halkının güvenliğini sağlama ve bölgesel güvenliğe katkıda bulunma becerisini desteklemek…

“iv) Artan rekabet gücü, kapsayıcı fırsatlar ve iyileştirilmiş ekonomik yönelim temelinde sürdürülebilir ekonomik büyüme…’

“Fonların büyük çoğunluğunun güvenlik/terörle mücadele alanında verildiği görülüyor. Başka alanlara da veriyor. Örneğin: ABD ilk parasal yardımı 48 bin 129 dolar ile hukukun üstünlüğünü savunan kurumlara dağıttı. Benzeri fonların 159 bin 130 dolar vs. listesi uzayıp gidiyor. Hemen her sayfada ‘hukuk yardımları’ olması dikkat çekici. Çünkü: Nahda’ya karşı darbe yapan Cumhurbaşkanı Kays Said, hukukçu eski öğretim üyesi. 1995’den 2019 yılına kadar Tunus Anayasa Hukuku Derneği başkanlığını yaptı. Tunus anayasasını yazan ekipteydi.

“Peki, bu fonlama bilgisi Kays Said’in ‘darbeciliği’ konusunda bize yeterli bilgi sağlar mı?”[105]

Elbette; ancak bu noktada ABD palavralarına da itibar etmemekte fayda var!

“Nasıl” mı?

“Tunus’taki darbeye… Beyaz Saray’ın ilk tepkisi Basın Sekreteri Jen Psaki tarafından dillendirildi. Biden yönetiminin, ‘Tunus’taki gelişmelerden endişe duyduğu’, ‘durum hakkında daha fazla bilgi edinmeyi amaçladığı’, ve tüm taraflara sükûnet ve ‘demokratik ilkeler doğrultusunda ilerleme’ çağrısında bulunduğu ifade edildi,”[106] manipülasyonundaki gibi…

El özet: Kim ne derse, desin “Tunus’ta darbe halkın taleplerine yöneliktir.”[107]

Bu noktada yapılması gereken: “Ne darbe, ne En Nahda, çözüm halk demokrasisi için mücadele”dir…

Bilindiği gibi Tunus solu, “Ne Said ne En Nahda” diyerek çözümün ilerici güçlerin ortak mücadelesinden geçtiğini vurguladı sistemin bütününün değişmesi gerektiğini söyledi.

Tunus Emekçileri Partisi açıklamasında da “Ne darbe ne En Nahda, çözüm halk demokrasisi için mücadele” denildi. Said’in müdahalesini darbe olarak nitelediği, En Nahda hareketiyle bir ittifakın da reddedilmesi gerektiğinin altının çizildiği açıklamada, “Cumhurbaşkanı kendisinden bekleneni yaptı. İstisnai anti-demokratik önlemler, Said’in uzun süredir yürütme, yasama ve yargının yani tüm yetkileri tekeline alma çabasını somutlaştırmaktadır. Mutlak otokrasi sistemini yeniden kurmaya yönelik adımlar atıyor” denildi.[108]

YENİ DALGA

Tunus’ta tarihin gündem maddesine şimdi “Ne Said/Darbe ne En Nahda/İslâmcılık” diyen yeni bir dalga ihtiyacı damgasını vurmaktadır; tıpkı. Martin Luther King Jr.’un, “Özgürlüğün hiçbir zaman egemen tarafından gönüllüce verilmediğini, ezilenlerce talep edilmesi gerektiğini acılı deneyimler sonucu öğrendik,” haykırışındaki üzere…

2010’da yüzde 12 olan işsizliğin, 2015’te yüzde 15’in üzerine çıktığı Tunus’ta, işsizlerin en az üçte birini üniversite mezunları oluştururken;[109] emekçilerin ve gençlerin hiçbir temel sorunu çözülememişken; işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, pahalılık, geleceksizlik, despot yönetim devredeyken her şey mümkündür.

Mevcut sistemin hangi versiyonuyla olursa olsun köklü toplumsal sorunları çözmeleri mümkün değildir.

Evet, 14 Ocak 2011’de Bin Ali diktası yıkmasına yıkmıştı; ama burjuva üretim ilişkilerine dokunmadan aslî soru(n)lar asla çözülemezdi ve çözülemedi de. İşte Tunus tarihinin gündeminde “devrimi tamamlamak” var. 23 yıllık diktatör Bin Ali’nin kaçmasıyla ilk siyasi zaferini elde edilse de; yarım kalan başkaldırı ya tamamlanacak veya darbeci karikatürün sınırları devre dışı kalacaktır.

Sözünü ettiğimiz yönelime, kimileri -özellikle de liberaller- şüpheyle bakabilirler!

Ancak Raymond Aron’un, “Şüphecilik, devrim dilini konuşsa da devrimci olamaz,” uyarısı eşliğinde; V. İ. Lenin’in, “Gerçeklik her türlü kuramdan daha sinsidir,” saptaması kulaklara küpe edilmelidir.

Ayrıca hayat, onu yaşayarak yaratıp, değiştirebildiğimiz kadardır; ötesi ya beklentidir.

Mesele umutla yapmak, yaratmak, değiştirmektir. Bunlar olduğunda bir yol bulunur. Ancak belirtmeden geçmeyelim: Bedel ödemeden, hiçbir şey elde edilemezken; başarılar fedakârlıklarla, cesaretle elde edilir.

“Cesaret” dedik; o korkmamak değil, korkuya, tehditlere rağmen cürete edebilmektir.

Zaten sözünü ettiğimiz cüreti değerli kılan, yerküre mutsuzluk içinde kendilerini yiyip bitiren insanlarla doluyken; bunlara aldırmadan gerçeğe ulaşmak için göze alabildiği ısrardır/vazgeçilemezdir.

Malum; “Hayata değer vermeyen onu hak etmemiştir,” der Leonardo da Vinci…

O hâlde Turgut Uyar’ın, “Bir ihtimalken bile güzelsin,” diyen umuduyla; George Orwell’in, “Geleceğin resmini istiyorsan, insan yüzü üzerinde sonsuza dek tepinen bir çizme düşle,”[110] tespitine itibar etmeyenler olarak diyeceklerimizi noktalarsak:

Emek eksenli insan(lık) hareketi ya da kolektif proletarya hayal ettiği her şeyi yaratabilir.

Federico García Lorca’nın, “Yeryüzünde attığımız her adım bizi yeni bir dünyaya ulaştırır,” diye formüle ettiği bu güzergâhta kapitalist kötülüğün/düzensizliğin tedavisi, daha fazla özgürlüktür. Çünkü emeğin özgürlüğünden daha önemli bir şey yoktur.

23 Eylül 2021, Çeşme Köyü.

Dipnotlar…

[1]    Doris Lessing.

[2]    Hüsnü Mahalli, “Tunus Dersleri”, Yurt, 29 Ekim 2014, s. 8.

[3]    Bkz: Temel Demirer, “Tunus’tan Mısır’a İsyanın Öğrettiği”, Newroz, Yıl: 4, No: 162, 9 Şubat 2011; Newroz, Yıl: 4, No: 163, 16 Şubat 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 164, 23 Şubat 2011… Temel Demirer, “İkinci Perde: Tunus ile Mısır’dan Libya ile Suriye’ye”, Newroz, Yıl: 5, No: 195, 8 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 196, 15 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 197, 22 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 198, 30 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 6, No: 199, 12 Ocak 2012; Newroz, Yıl: 6, No: 200, 19 Ocak 2012…

[4]    “Bahardan Kaosa…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2013, s. 12.

[5]    Hüseyin Baş, “Tunus Nereye?”, Cumhuriyet, 12 Mart 2012, s. 8.

[6]    Joseph Daher, “Tunus’un Geleceği Ne Olacak?”, Gündem, 4 Kasım 2011, s. 12.

[7]    “Sağduyu dağınık kavramların kaotik bir toplamıdır, kişi burada işine gelen her şeyi bulabilir.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri (Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler), çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 1986).

[8]    Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri (Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler), çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 1986.

[9]    Alev Yıldırım, “Khedija Arfaoul: Tunus’ta Yaza Dönmeyen Bahar”, Evrensel, 16 Temmuz 2012, s. 8.

[10]  Murat Selenoğlu-Evrim Kepenek, “Tunus’ta İslâmcılar Kazandı Denemez”, Evrensel, 12 Kasım 2011, s. 8.

[11]  Rachel Shabi, “Tunus, Artık Arap Baharı’nın Simgesi Değil”, Radikal, 12 Şubat 2013, s. 17.

[12]  Orhan Bursalı, “Tunus Ders Veriyor: Siyasal İslâm Özgürlükçü Olabilir mi?”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2015, s. 6.

[13]  Immanuel Wallerstein, “Tunus ve Mısır’daki Çalkantılar Devrimlerin Başlangıcı mı, Sonu mu?”, Gündem, 26 Şubat 2013, s. 11.

[14]  Ureyb Errentavi, “Marzuki ve Birlik Yolunda ‘Beş Özgürlük’…”, Zaman, 17 Şubat 2012, s. 24.

[15]  Serge Halimi, “Tunus’ta Demokrasinin İlk Adımları Atılıyor”, Counter Punch, 9 Ekim 2011.

[16]  Baskın Oran, “Dertli Ama Şanslı: Tunus”, Radikal İki, 26 Haziran 2011, s. 12.

[17]  Abdurrahman Er Raşid, “Tunus Arapların Türkiye’si Olur mu?”, Şark ül Evsat, 28 Ekim 2011.

[18]  Nilgün Cerrahoğlu, “Ennahda’dan Laiklik Dersi”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2016, s. 7.

[19]  Yasin Aktay, “Tunus’ta Nahda’nın Devrim Nöbeti”, Yeni Şafak, 14 Kasım 2013, s. 10.

[20]  Yasin Aktay, “Devrim İhraç Eden Tunus Darbe İthal Etmiyor”, Yeni Şafak, 10 Şubat 2014, s. 8.

[21]  Koray Çalışkan, “Tunus’un Gözü AKP’de”, Radikal, 28 Ekim 2011, s. 16.

[22]  Yüksel Taşkın, “Tunus-Türkiye Benzerliği”, Radikal, 1 Mayıs 2012, s. 18.

[23]  Murat Yetkin, “Bravo Gannûşî, Yaşasın Cumhuriyet”, Radikal, 29 Ekim 2011, s. 12.

[24]  İbrahim Varlı, “Siyasal İslâm’a Karşı Tunus Dersleri”, Birgün, 15 Ocak 2019, s. 4.

[25]  Nilgün Cerrahoğlu, “Tunus Kadar Olamamak”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s. 10.

[26]  Hüseyin Hayatsever, “Hüseyin Pazarcı: Arap Baharı’nın Sonuna Doğru Gidiliyor”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2021, s. 8.

[27]  Rıza Saygılı-Mehmet Özer, “Ekmek, Özgürlük ve Ulusal Onur”, Evrensel Hayat, 31 Temmuz 2011, s. 9.

[28]  “Tunus, Arap Baharı Günlerine Döndü”, Milliyet, 23 Ocak 2016, s. 21.

[29]  Nur Batur, “Devrimi Zaten Bekliyorduk”, Sabah, 28 Ocak 2012, s. 17.

[30]  “Tunus’ta ‘Gericiliğe Hayır’…”, Cumhuriyet, 22 Mart 2012, s. 13.

[31]  Elif Görgü-Deniz Uztopal, “Mortaza Labidi: Burjuvaziye Karşı Halk İttifakı Tercih Değil Zorunluluktur”, Evrensel, 21 Kasım 2014, s. 9.

[32]  Gilbert Achcar, “Oportünistler ve Devrim Ana”, Gündem, 8 Şubat 2012, s. 11.

[33]  Hüseyin Saygılı, “Tunus’ta Eski Tas Yeni Hükümet”, Evrensel, 9 Ocak 2015, s. 11.

[34]  Rüya Yüksel, “Hamma Hammami: Devrim Yeni Bir Aşamaya Girebilir”, Birgün, 30 Ekim 2012, s. 10.

[35]  “Tunus’un İşkence Dosyası Kabarık”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s. 13.

[36]  “Tunus’ta Bin Ali’yi Hatırlatan Yasa Taslağı”, Evrensel, 8 Mayıs 2015, s. 10.

[37]  “Tunus Emekçileri Partisi’nden OHAL’e Tepki Bildirisi”, Evrensel, 13 Temmuz 2015, s. 11.

[38]  Sami Kohen, “Devrimden Üç Yıl Sonra Tunus”, Milliyet, 17 Aralık 2013, s. 12.

[39]  Nur Batur, “Model Türkiye Ama Yeni Anayasa Laik Olmayacak”, Sabah, 29 Ocak 2012, s. 19.

[40]  Emma Graham-Harrison, “Tunus’ta Öfke Yine Patlıyor”, Birgün, 22 Ocak 2018, s. 5.

[41]  Elizia Volkmann, “Halk Sistemden Bıkmış Durumda”, Birgün, 29 Temmuz 2021, s. 5.

[42]  Joseph Stiglitz, “Sağlıklı Demokrasi İçin Tunus’a Yardım Eli Uzatın”, The Financial Times, 25 Mayıs 2011.

[43]  “Tunus’ta 650 Bin Emekçi Hayatı Durdurdu”, Birgün, 18 Ocak 2019, s. 4.

[44]  “Genel Grev Hazırlığı: Tunus’un Pusulasını Yeniden Ayarlayacağız”, Evrensel, 9 Ocak 2019, s. 9.

[45]  Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “Tunus, Sudan, Lübnan: Yeni Halk Hareketine Doğru”, Evrensel, 21 Ocak 2019, s. 9.

[46]  Gülsin Harman, “Choukri Hmed: Ordu Darbe Yapabilir”, Milliyet, 8 Şubat 2013, s. 25.

[47]  “Tunus’ta Gösteriler Hız Kesmedi”, Birgün, 12 Ocak 2018, s. 4.

[48]  Ergin Yıldızoğlu, “Daha Ne Bekliyoruz!”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2018, s. 9.

[49]  “Dipten Gelen Dalga”, Birgün, 23 Ocak 2021, s. 5.

[50]  Hayrettin Karaman, “Gannûşî’yi Doğru Anlamak”, Yeni Şafak, 29 Temmuz 2012, s. 2.

[51]  “Dinin Siyasette Yeri Yok”, Hürriyet, 20 Mayıs 2016, s. 16.

[52]  Ceyda Karan, “Tek Adam Olmadılar… Seküler Damarın Zaferi”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2016, s. 7.

[53]  “Dünyanın Merak Ettiği Adam”, Hürriyet, 27 Ekim 2011, s. 11.

[54]  Nihal Bengisu Karaca, “Türkler Olmasaydı Bugünkü Gibi Bir Müslümanlık Olmayabilirdi”, Habertürk, 22 Ekim 2012.

[55]  “Arap Baharı Yeşillendi”, Hürriyet, 25 Ekim 2011, s. 14.

[56]  Le Monde, 19 Mayıs 2016, Foreign Affaires’in Eylül/ Ekim 2016.

[57]  Racih Elhuri, “Nahda’nın Tunus’u Nasıl Olur?”, Nehar, 29 Ekim 2011.

[58]  Ayşe Böhürler, “Güleryüzlü ve Eşitlikçi Lider”, Yeni Şafak, 3 Mart 2013, s. 17.

[59]  “Tunus’un İslâmcıları Liberalleri Kandırdı mı?”, Milliyet, 3 Ağustos 2012, s. 21.

[60]  Abdurrahman El Raşid, “Gannûşî’nin Vaatleri Gerçek mi?”, Şark ül Evsat, 18 Temmuz 2011.

[61]  Cumali Önal, “Tunus, Devrimden Sonra Bölgede Demokrasinin de Öncüsü Olmak İstiyor”, Zaman, 27 Ekim 2011, s. 21.

[62]  Leyla Tavşanoğlu, “Olfa Khalil Arem: Amacı Diktatörlük”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2012, s. 6.

[63]  Mehmet Y. Yılmaz, “Gannûşî de Dişini, Yumruğunu Sıkıp Bekliyormuş!”, Hürriyet, 16 Ekim 2012, s. 21.

[64]  Kamil Tekin Sürek, “Tunus’un AKP’si”, Evrensel, 27 Ekim 2012, s. 2.

[65]  “80 Kırbaç Yesin”, Hürriyet, 31 Aralık 2012, s. 17.

[66]  Ergin Yıldızoğlu, “Müzede Katliam”, Cumhuriyet, 23 Mart 2015, s. 9.

[67]  Mustafa K. Erdemol, “Tunus Halkı Farkını Gösterdi”, Birgün, 12 Ocak 2017, s. 4.

[68]  “Tunus İçişleri Bakanı’ndan ‘Cihad El Nikah’ Açıklaması”, Hürriyet, 20 Eylül 2013… http://www.hurriyet.com.tr/planet/24752382.asp

[69]  “Aileler ‘Seks Cihadı Yalan’ Diyor Ama…”, Radikal, 30 Ekim 2013, s. 25.

[70]  “Tunuslu Selefîler İslâmcı İktidara Meydan Okuyor”, Radikal, 20 Mayıs 2013, s. 20.

[71]  Ergin Yıldızoğlu, “Tunus’ta ‘Kırmızı Pazartesi’…”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2013, s. 11.

[72]  “Tunus’ta Bu Sefer İslâmcılar Sokakta”, Milliyet, 10 Şubat 2013, s. 27

[73]  Ali Karataş, “Tunus’ta Hükümet Krizi ve İhvan’ın İnfaz Timleri”, Evrensel, 15 Ekim 2018, s. 10.

[74]  “Tunus’ta Müzeye Kanlı Baskın: 21 Ölü”, Cumhuriyet, 19 Mart 2015, s. 17.

[75]  Ekin Akyaz, “Tunus’ta Sokaktan Başka Seçenek Yok”, Birgün, 14 Ocak 2019, s. 4.

[76]  Hüseyin Saygılı, “Hamma Hammami: Devrimin Tek Hedefi Diktatörlük Değildi”, Evrensel, 3 Ocak 2013, s. 11.

[77]  Yeşim Turan, “Tunus Solundan Birleşme Çağrısı”, Birgün, 5 Ocak 2019, s. 4.

[78]  Hamza Hamouchene, “Tunus: Kemer Sıkma Karşıtı Protesto ve Egemenlik Talebi”, 2 Mart 2018… http://sendika62.org/2018/03/tunus-kemer-sikma-karsiti-protesto-ve-egemenlik-talebi-hamza-hamouchene-478024/

[79]  “Tunus’ta Çöp İsyanı”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2012, s. 9.

[80]  Soner Torlak, “Tunus: Bir Bahar Denemesi, Yeniden!”, 19 Şubat 2016… http://sendika9.org/2016/02/tunus-bir-bahar-denemesi-yeniden-soner-torlak/

[81]  “Tunus’ta Genel Grevler Zamanı”, Evrensel, 26 Kasım 2018, s. 10.

[82]  Selin Asker, “Tunus Halkı İsyanda: Çaldığınız Devrimi Geri Verin”, Birgün, 18 Aralık 2020, s. 4.

[83]  Özlem Temena, “Kadınlar Gerçek Bir Eşitlik İçin Mücadele Ediyor”, Evrensel, 2 Haziran 2013, s. 2.

[84]  “Tunus’ta Kadınların İsyanı”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2012, s. 12.

[85]  Zeynep Oral, “Arap Baharı – Kadınların Sonbaharı…”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2012, s. 17.

[86]  “Gericiliğe ve Saldırılara Karşı Kadın Vekiller Açlık Grevinde”, Birgün, 15 Ocak 2021, s. 5.

[87]  Utku Çakırözer, “Tunus ‘Demokrasi’ Arıyor”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2011, s. 8.

[88]  Bater Muhammed Verdem, “AKP’nin Arap Modeli: Nahda”, Düstur, 27 Ekim 2011.

[89]  Utku Çakırözer, “Ennahda’ya Gönüllü Destek”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2011, s. 12.

[90]  “Seçimler Adil Değildi”, Evrensel, 5 Kasım 2011, s. 8.

[91]  Yakup Kepenek, “Tunus Sayıları”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s. 11.

[92]  Hüseyin Saygılı, “Tunus’ta Koalisyon Pazarlıkları Başladı”, Evrensel, 6 Kasım 2014, s. 11.

[93]  “AKP Kampanyası Ters Tepti”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2014, s. 15.

[94]  Noureddine Baltayeb, “Tunus’ta İslâmcılar Neden Kaybetti?”, 8 Kasım 2014… http://www.sendika.org/2014/11/tunusta-İslâmcilar-neden-kaybetti-noureddine-baltayeb/

[95]  Onur Erem, “Tunus Halk Cephesi: Mücadele Şimdi Başlıyor”, Birgün, 6 Kasım 2014, s. 13.

[96]  İbrahim Varlı, “Tunus’un Seçimi”, Birgün, 23 Aralık 2014, s. 11.

[97]  The New York Times, 30 Ekim 2014.

[98]  The Washington Post, 30 Ekim 2014.

[99]  Ergin Yıldızoğlu, “Yeni ‘Model’ Ülke”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s. 11.

[100] Buse Zengin, “AKP’nin Kopyası Tunus’ta Kaybetti”, Yurt, 29 Ekim 2014, s. 8.

[101] Bedri Baykam, “Tunus, Dinci Siyaseti Nasıl Alt Etti?”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2015, s. 13.

[102] İbrahim Ö. Kaboğlu, “AKP, Anayasa Darbesi, Ennahdha”, Birgün, 12 Ağustos 2021, s. 9.

[103] “Kılıçlar Çekildi”, Birgün, 27 Temmuz 2021, s. 4.

[104] “Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Ekonomik Çıkış Arayışında”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2021, s. 13.

[105] Soner Yalçın, “Tunus’un Fonlanması”, Sözcü, 28 Temmuz 2021, s. 12.

[106] Nader Hashemi, “Tunus’a Karşı Biden’ın Umursamazlığı”, Birgün, 4 Ağustos 2021, s. 5.

[107] “Tunus’ta Halkın Taleplerine Darbe”, Atılım, Yıl: 1, No: 22, 30 Temmuz 2021, s. 21.

[108] “Ne Said Ne Nahda Çare Halkın İktidarı”, Birgün, 28 Temmuz 2021, s. 4.

[109] “Tunus’ta Yeniden Başlayan İsyan, Tüm Ülkeye Yayılıyor”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2016, s. 8.

[110] “Tunus’ta Yeniden Başlayan İsyan, Tüm Ülkeye Yayılıyor”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2016, s. 8.

 

Karanlığa ve çürümeye karşı ekmek, adalet, özgürlük için ileri *

“Bir deli rüzgâr da benim ülkeme esse,

bunca acıyı, kederi,

kalp kırıklıklarını alıp götürse.”[2]

Biz yoksullar, ezilenler, ötekileştirilenler ya da işçiler, kadınlar, Kürtler, Alevîler veya yeryüzünün lanetlileri, yani Sarıgazi emekçileri… Biz bir kez daha ısrar ve umutla karanlığa ve çürümeye karşı ekmek, adalet, özgürlük talebiyle buradayız…

Dört yanımızı kara bulutlar sarıp, fırtınalar sarsıyorken ölüm ve acı karşımıza dikilse de; zulme ve zalime inat onlara “Hayır” demek, cesaret ve inançla itiraz etmek için buradayız.iz yoksullar, ezilenler, ötekileştirilenler ya da işçiler, kadınlar, Kürtler, Alevîler veya yeryüzünün lanetlileri, yani Sarıgazi emekçileri… Biz bir kez daha ısrar ve umutla karanlığa ve çürümeye karşı ekmek, adalet, özgürlük talebiyle buradayız…

Biz ekmek, adalet ve özgürlük mücadelesinde her gün, her saniye ölümlerle doğan halkız…

Gerçek(ler)in hayal olmadığını, ancak hayaller(imiz)in gerçek olacağı bilinciyle buradayız…

Evet, her şeyin hareket hâlinde olduğu ve hiçbir şey sonsuza dek kal(a)mayacağı bilinciyle hayata tutunan bizler, “Aç bırak itaat etsin, cahil bırak biat etsin,” diye haykıran egemen zorbalık karşısında; insan(lık)ın doğrudan eylem, düşünce ve itirazının en etkili silah olduğunu; bilginin onu pratiğe dökmediğimiz sürece bir değer taşımayacağını biliyoruz…

Albert Camus’nün, “Devrimci düşünce, tam anlamıyla insanın, insanlık durumuna karşı çıkışıdır,” uyarısı doğrultusunda, karanlıklardan korkmuyor ve on(lar)a meydan okuyoruz.

Şimdiye dek hiç kimsenin, doğru yolda kaybolmadığı, kaybolmayacağı indimizde aşikârken; “Çoğu zaman geceyi bir dinlenme vakti olarak düşünür ve anlatırsınız; oysa, gerçekte gece bir arayış ve buluş vaktidir,” diyen Halil Cibran’ı unutmuyoruz.

Bir de Gustave Flaubert’in, “Erdemin birinci ilkesi burjuvalardan nefret etmektir,” haykırışını…

* * * * *

Evet kapitalist sömürücülerden, aşımıza ekmeğimizi gasp edenlerden nefret ediyoruz!

Çünkü Eduardo Galeano, “Açlığı öldürmek yerine açları öldüren, ölüm musibetinden muzdarip bu dünya, bütün insanları doyurmaya fazlasıyla yetecek kadar yiyecek üretiyor… Mutlu azınlığın doyması için yığınların açlıktan ölmesi gerekir,” notunu düştüğü kapitalizmin vahşet dünyasında “Bazıları açlıktan ölüyor, bazılarıysa hazımsızlıktan. Emeğin gaspını garanti etmek için dünyada doktorlardan 25 kat fazla asker var,” diye ekliyor…

Örneğin Jeff Bezos’un, “8.4 milyar doları bir günde kazandığı”[3] cinnet tablosunun sorumluları burjuvalardır!

“Amazon’un CEO’su Jeff Bezos, dünyanın en zengin insanı unvanını Tesla CEO’su Elon Musk’tan geri aldı ve 191 milyar dolarla yeniden zirveye yerleşti. Tesla CEO’su Elon Musk ise 190 milyar dolarlık servetiyle ikinci sıraya geriledi. Dünyanın en zenginleri listesinde üçüncü sırada ise 137 milyar dolarlık servetiyle Microsoft’un patronu Bill Gates bulunuyor.”[4] Ve Bezos’ların, Musk’ların, Gates’lerin dünyasında  her yıl yirmi milyon çocuk açlık ve açlığın yol açtığı hastalıklardan dolayı ölüyor.

Bir buçuk milyar insan açlıktan dolayı ölümle yüz yüzedir.

‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre, dünya nüfusunun yüzde 53’ü yani 4.1 milyar insanın ulusal sosyal koruma sistemlerinden hiçbir gelir güvencesi yok.[5]

Yoksul Güney’de insanların yüzde 50’si için günlük ortalama kalori tüketimi, Nazi kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit hâle gelmiştir.

İki milyar insan temiz içme suyundan yoksundur.

Yaklaşık iki milyar insan hiç doktor yüzü görmemiştir.

Üretilen değerlerin yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan zenginlerce tüketilirken, nüfusun yüzde 80’ini oluşturan yoksullar toplam değerlerin yüzde 20’si ile yetinmek zorundadır.

Almanya’da kişi başına düşen gelir, Etiyopya’da kişi başına düşen gelirin yaklaşık 300 mislidir.

Etiyopya’da ortalama yaşam süresi 40, Almanya’da 78’dir.

Dünyadaki servetin önemli bir kesimi en zengin yüzde 1’in elinde birikmiş durumdayken; ‘Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, bölgesel açıdan servet eşitsizliğinin en çok olduğu Ortadoğu’nun en zengin yüzde 10’luk kesimi burada toplam servetin yüzde 61’ini elinde tutuyor.[6]

‘BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) raporuna göre dünya üzerinde 82 milyon 400 bin insan şiddet ve insan hakları ihlâlleri nedeniyle yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. 2020’de coronavirus nedeniyle getirilen seyahat kısıtlamalarına rağmen 2019’a göre yaklaşık üç milyon insan daha yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu rakam yüzde 4’lük artışa tekabül ediyorken;[7] üç yılda bir milyona yakın çocuk sürgünde doğdu![8]

Ayrıca üç yılda, 35’i bebek olmak üzere en az 440 mülteci ve göçmen çocuk Avrupa’ya giderken öldü. Bu sayının içinde 35 bebek ve 33 hamile kadın da var. Çocukların çoğu Fas, Libya ve Türkiye’den Avrupa anakarasına ulaşmaya çalışırken hayatını kaybetti![9]

Biz(ler) bu savaş, yıkım, açlık, zulüm ve ekolojik yıkım tablosuna “Hayır” demek, itiraz etmek için buradayız!

* * * * *

Evet, açız ekmek istiyoruz! Ekmeğimizi çalanlardan nefret ediyoruz…

“Neden” mi? Yoksulluk zirve yaptı.

Yoksul nüfus 16 milyonu geçti…

Her üç kişiden biri, “Durum daha kötüye gidiyor”, her dört kişiden üçü “Gelir gideri karşılamıyor,” derken!

Ayrıca her üç kişiden biri yoksulluk sınırında yaşıyorken;[10] Mart 2020’den Haziran 2021’e kadar pandemi koşulları altında geçen süreçte Türkiye’de yaklaşık 8 milyon çalışan yoksullaştı, milyoner sayısı 112 bin artışla 358 bin 760 kişiye ulaştı![11]

Aynı Türkiye’de sanayi devlerinin 2020 yılı kârı yüzde 50 artarak 92.5 milyar TL oldu![12]

Evet, işçi-emekçilerin yaşam şartları her geçen gün zorlaşırken holdingler kârlarına kâr katmaya devam ediyor. 2021’in ilk çeyreğinde Sabancı Holding kârını yüzde 47, Koç Holding yüzde 45 arttırdı![13]

Koç Holding’in 2021 ikinci çeyreğinde net kârı 3 milyar 201 milyon TL ile beklentilerin üzerinde gerçekleşirken;[14] Türkiye’deki en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46.3, en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 6.2 oldu ve aradaki fark ise 7.5 kat![15]

Özetle kapitalizmin adaletsizliği her geçen gün daha geniş kesimler için bilinir, daha çok hissedilir olmaya devam ediyorken; 2019’da net kâr 953 milyon lira olan Arçelik, 2020’de kârını yaklaşık 3 kat artırarak 2 milyar 879 milyon liraya çıkardı. Böylece Arçelik’in 2020 büyümesi yüzde 202 oldu. 2021’in ilk üç ayındaki kârı da yüzde 295 arttı.

Sarkuysan’ın 2019’da 88.8 milyon lira olan kârı, 2020’de 248 milyon lirayı aştı.

Koç Holding ve Ford Grubuna ait Ford Otosan ise 2020’de yüzde 114 kâr artışı sağlarken, 2021’in ilk 3 ayında artış yüzde 189’a tırmandı.[16]

Bunlar böyleyken; ‘Birleşik Metal İş Sendikası Araştırma Merkezi’nin (BİSAM) ‘Açlık ve Yoksulluk Sınırı Mart 2021’ araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 2 bin 716 TL, yoksulluk sınırı ise 9 bin 395 TL olarak hesaplandı. Yani açlık sınırı 18 yılda 6.51 kat arttı.[17]

Verili tabloda Metropoll’ün ‘Türkiye’nin Nabzı 2021 Nisan Ayı Araştırması’ sonuçlarına göre, halkın yüzde 26.6’sı şu anki gelirleri ile temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığını belirtirken;[18] bireysel kredi alanlar 1 yılda 2.3 milyon kişi artıp, 34.4 milyonu aştı.[19]

Ayrıca 2018 Haziranı’ndan 2021 Haziranı’na dek yurttaşların bankalara ve finansman şirketlerine toplam borcu 270 milyar lira artarak 894 milyar TL’ye yükseldi.[20]

Bireysel kredi borcunu 2021 Mayısı’nda 108 bin, 2021’in ilk 5 ayında 291 bin kişi ödeyemedi.[21]

Kişi başına düşen gelir 8 bin 599 dolara düşerek son 13 yılın en düşük seviyesine indi.[22]

Tüm bunlar böyle olunca da Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala, “Pandemi en çok yoksul kesimi vurdu, ekonomik krizler de vatandaşın sağlığında olumsuz sonuçlara neden oldu,”[23] diyor.

Özetle ‘Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre 2002’den bu yana 54 bine yakın insan yaşamına son verdi. 2002’de 2 bin 301 olan intihar sayısı 2019’da 3 bin 406’ya yükseldi. İntihar gerekçelerinin başında hastalık yer alırken onu aile geçimsizliği ve geçim zorluğu izliyor. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin raporuna göre ise 8 yılda en az 502 işçi intihara sürüklendi. Söz konusu intiharların gerekçelerinde borç, işsizlik gibi ekonomik nedenler başta geliyor.[24]

Örneğin 2021’in Mart ayında 112 kişi intihar etti, en dramatiği ise 18 yaş ve altında canına kıyan 13 çocuktan ikisi 14 yaşında, ikisi 15 ve altısı 18 yaşında.

Kocaeli Üniversitesi’nden psikiyatri Prof. Dr. Mustafa Yıldız, 2012’ye kadar intihar edenlerin sayısı yılda 2 binli sayılarla ifade ediliyordu. Ama 2012’den sonra 3 binli sayılara geçildi. TÜİK verilerine göre 2018’de 3 bin 161 kişi intihar etti. 2019’da yıllık intihar sayısı 3 bin 406. Yani günde 9 kişi.[25]

Mevcut hâli, “İçinde bulunulan durumdan kolay bir çıkış görünmüyor,”[26] vurgusuyla ifade eden Prof. Dr. Özgür Orhangazi’nin sözlerine; Prof. Dr Öner Günçaydı’nın, “Bu işin sonu felaket”;[27] Uğur Gürses’in, “Kralın çıplak olduğu bir noktaya gelindi,”[28] tespitlerini de eklemeden geçmeyelim…

Şimdi Nâzım Hikmet’in, “Eğer adalet istiyorsan, zenginlerin sözlerine değil, fakirlerin gözlerine bakacaksın,” sözlerinin altını çizerek Eduardo Galeano’ya kulak verme zamanıdır:

“Sessizleştirerek öldüren açlık, sesini çıkarmayanları öldürüyor… Bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. Sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı giydiriyor olmasın?”[29]

* * * * *

Yanıt, Bu zulmün bir sınıflı toplum klasiği ya da bozulması gereken egemen bir oyun olduğudur!

Karl Marx’ın Bonn Üniversitesindeki hocası Ludwig Gall’in ifadesiyle, “Zenginlerle çalışanların çıkarları taban tabana zıt birbirine; emekçiler sefalete düştükçe zenginlerin yüzü güler refahı artar”ken, ekler Max Horkheimer da: “İnsan ancak çalıştığı kadar değerlidir. Özgürlük kavramı tam da bu noktada devreye girer.”

Gerçekten de Mao Zedung’un, “Sınıflı bir toplumda, herkes belirli bir sınıf statüsü içinde yaşar ve sınıf izini taşımayan, hiç bir düşünce yoktur,” diye tarif ettiği tabloda -bugünümüzü anlatırcasına!- Karl Marx hepimize hatırlatır:

“Tükettiğinden daha fazla zenginlik üreten tek bir toplumsal sınıf vardır, o da işçi sınıfıdır ve tüketilen ile üretilen arasındaki bu fark, doğal kaynaklar, makineler, ulaşım araçları, finansal krediler gibi üretim araçlarının tek sahibi olma stratejik konumlarının sayesinde, başka insanlarca gasp edilir; işçiler üretim araçları olmadan bir şey yaratamazlar, oysa bunlara sahip olmak, insanlığın geri kalanını açlığa mahkûm etme ya da kendi istediği şartlarda teslim alma gücünü verir.”

Soruna coğrafyamız açısından bakacak olursak: Zor bela geçinmeye “çalışan” milyonlarca emekçi, özellikle asgari ücretliler, yalnız olduğunu düşünen ve ülkeyi terk etmek isteyen gençler, güvencesizliği hem sosyal konumlarından hem de kimliklerinden dolayı yaşayan kadınlar, 65 yaş ve üstü çalışmak zorunda yaşlılar, EYT’liler, işsizler ama belki de özellikle genç işsizler, borçlu öğrenciler, ev işçileri, kuryeler vd.leri… Her gün daha derin bir sömürüye maruz bırakılıyorlar!

Kolay mı?

Thomas More’un, “Mülk sahipliğini ortadan kaldırmak, memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf, yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır,”[30] diye tarif etti hâli şöyle açıklar Karl Marx:

“Kapitalist üretim amacı ürün değil, artı-değerdir.”[31]

“Toplum denilen şeyin devamlı çabası, üretken emekçiyi, kendi emeğinin ürününün elden geldiğince küçük bir kısmı karşılığında çalıştırmak için kandırmak, aldatmak, korkutmak ve zorlamak olmuştur.”[32]

“Emeğin toplumsal olarak gelişmesi ve böylece zenginlik ve kültür kaynağı hâline gelmesi ölçüsünde, çalışanlar arasında yoksulluk ve sefalet, çalışmayanlar arasında zenginlik ve kültür gelişir.”[33]

Yıkılarak aşılması gereken, tam da bu insanlık hâli/durumudur…

* * * * *

Hem de “Kapitalizmle birlikte burjuva siyasetinin de çöktüğü”[34] yerkürenin her yerinde ve elbette “Kapitalizm-Devlet-Mafya”[35] kıskacındaki coğrafyamızda da!

Coğrafyamız şu an 90’lardan bile çok daha geriye gitmiş hâlde. Artık mafya yeraltında değil herkesin gözleri önünde. İktidarın söylemlerine ve uygulamalarına, mahkemelerin kararlarına, seçimlere, Meclis’ten çıkan yasalara, bürokrasiye, kayyumlara mafyöz yönetim biçimi tamamen yerleşti.

Kolay mı? Mafya yasadışı kapitalizm; kapitalizm de yasal mafyayken ortada “Korkulan/Korkutan Bir Prens” vardır!

Siyasetbilimin kurucusu olarak anılan Niccolo Machiavelli’nin ‘Prens’ yapıtı, güçlü devleti yaratmak için “Prens”in sevilen değil, korkulan bir kişiliğe sahip olmasının zorunlu olduğuna değinir.

Korkulan bir “Prens” olmak, sevilen bir “Prens” olmaktan iyidir der. Sevgi, kişilerin kendinden kaynaklanan bir olgudur ve insanlar kendi özgür iradeleri ile severler, korku ise kaynağını kişilerin dışında yaratır. Prens korku yaratırsa bunun kaynağı kendisi olur.

Akıllı bir “Prens” ülke yönetiminde etkili olmak için kendisinden kaynaklanan araçları kullanırsa halkını denetim altında tutar ve egemenliğini tartışmasız sürdürür.[36]

Önemli olan halk değildir. Önemli olan güçlü devlet ve güçlü liderdir; tıpkı coğrafyamızdaki totaliter rejim gibi…

Söz konusu hâlde süreç olarak faşizmin “demokrasi”yi çürüterek yolunu açması yanında; “Faşist olduklarını bilmeyen ama zamanı geldiğinde bunu öğrenecek bir sürü insan var”;[37] Umberto Eco’nun, “XXI. yüzyıl insanın yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır,” saptamasıyla hepimize anlattığı üzeredir hemen her şey…

Verili çürüme tablosunda unutulmaması gereken çok önemli bir şey daha: “Marx’a göre çürümüşlük sokakları dolduran geçmişin kiri pası değildir yalnızca. Sınıfların bozulmasının ürünüdür ve iki karşıt biçim alabilir. Bir etkin çürümüşlük vardır, yani kastlar düzenine saldıran ve sınıfları ölüme götüren iyi bozulma. Bir de edilgin çürüme vardır, yani sınıfları olduklarından aşağı düşüren kötü bozulma. Bir sınıfın ‘lumpenleşmesi’, kendini sıkı sıkıya korumaya dönmesidir. Aynı zamanda bireyler toplamına indirgenerek bozulması demektir. Kötü bozulma ile iyi bozulma nasıl karşıtsa, lumpen-proletarya ile proletarya da öyle karşıttır: Biri sınıf bile olmayan bir sınıf, diğeri sınıf olmaktan çıkmış bir sınıf. Parasını burjuvazinin verdiği serseriler ordusu şeklindeki fantazmatik imge, daha korkulası olan şu sırrı barındırır: İşçi sınıfından işçi sınıfına karşı bir ordu toplamak her zaman mümkündür.”[38]

Yani süreç olarak “yeni” hâliyle faşizm, eskisinden çok daha sinsi ve tehlikelidir; yaşa(tıl)dığımız üzere…

* * * * *

İzaha gayret ettiğim tehlikeli gidişata “Dur” diyebilmek için itiraza, emek eksenli birleşik özgürlük ve adalet arayışına ihtiyacımız var…

Evet “Hayatta olmak bir tehlike, düşünmek bir günah, karnını doyurmaksa bir mucize”yken;[39] biliyoruz ki, “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor.”[40]

Örneğin 2017’de ‘Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 99’uncu sırada yer alan Türkiye, 2020’de 107’nci sıraya gerileyerek Nijerya, Mısır Kongo, Kamboçya gibi ülkelerle aynı kategoride yer alırken; 2018, 2019 ve 2020’de “özgür olmayan” ülkeler kategorisine geriledi.[41]

Aurelius Augustinus’un, “Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?” sorusunu hatırlatan tabloda hakikâti arayıp, itiraz eden kim olursa olsun zulüm görse de; özgürlük, zincire vurulmuş olmamaktır her zamanki gibi…

Ki bu da Karl Marx’ın,“İnsanlığın soyluluğu, çalışma ile sertleşmiş çehrelerde parlar”;[42] Henri Lefebvre’in, “İnsan, ancak insanca bir dünya yaratarak insanlaşır,”[43] ifadelerindeki üzere sosyalist olmakla mümkündür…

Elbette “Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir. Yenilen ordular iyi öğrenir,” diyen V. İ. Lenin’in, “Genellikle tarih, özellikle de devrim tarihi, en iyi partilerin, en bilinçli öncülerin ve en ilerici sınıfların düşündüklerinden daima, çok daha zengin içerikli, çok daha değişik görüntülü, çok daha çeşitli, daha canlı ve daha ‘kurnaz’dır,”[44] uyarısı ile birlikte “Kitleler ile yakın ol. Onlarla birlikte yaşa. Ruh hâllerini bil. Her şeyi bil. Kitleleri anla. Onlarla yakınlaş. Kesin olarak güvenlerini kazan. Önderler öncülük ettiği yığınlardan, öncü de emek ordusundan kopmamalıdır. Kitleleri pohpohlama ve onlardan kopma,”[45] tavsiyesini “es” geçmeden!

* * * * *

Bu uğurda emek eksenli örgütlerin ittifakını hayata geçirmek “olmazsa olmaz”ken; elbette birleşeceğiz. Lakin kiminle, ne için, neyi hedeflediğimizi unutmadan ve “Hiçbir noktada ilkesel taviz verme. Uzlaşma için sınıf çizgisinden ilk sapma yıkımının başlangıcıdır,” diyerek masada değil, mücadele içinde birleşeceğiz.

Özellikle de “AKP karşıtlığı” temelinde Kemalizm bir kez daha, “Ben ‘Atatürkçü’ değilim -Marksist’im. Böyle bir kavgada, doğal olarak ‘Atatürkçü’ dediğimiz kesime daha yakınım, çünkü benim Türkiye’nin ‘Batılılaşma’ kararıyla bir kavgam yok. Tayyip Erdoğan ve onun sözcüsü olduğu kesim Batı’dan nefret ediyor. Onların Atatürk’le kavgası bu kararı vermesi ve toplumu Batı’ya açmasına dayanıyor,”[46] diyen ‘Birikim’ci Murat Belge’den; liberal Hasan Cemal’in, “Erdoğan’ın 2023’te Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten intikam almasına izin vermeyeceğiz! İzin vermeyeceğiz, çünkü Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandıracağız, bir demokrasi ittifakıyla Erdoğan’a hadi güle güle diyeceğiz,”[47] hezeyanına dek Kemalizm rehabilite edilerek CHP-İYİ Parti ittifakını önü açılırken…

Veya “tam tersi”; “Tarih Kürt halkına, bir bakıma Ekim Devrimi esnasında Rus proletaryasına yüklediği misyona benzer bir misyon yükledi. Tüm insanlığın kurtuluşuna öncülük etmek,”[48] denilerek sınıf meselesi “ulusal soruna” bağlanmaya kalkışma açmazıyla…[49]

Mao Zedong’un, “Liberalizmin üstesinden gelmek için olumlu bir özü olan Marksizm’i kullanmalıyız,” uyarısı eşliğinde; “Sosyal Demokrat partileri, birlikte mücadele etmenin yollarını aramak, araçlarını yaratmak yerine, … yok saymak antifaşist güçlerin birlik olasılıklarını sabote ediyor, faşizmin değirmenine su taşıyor,”[50] teorisizmi yerine tavrımız her ne pahasına olursa olsun ittifaka değil; bağımsız sınıf çizgisini korumak, sınıfa dayanmak, emek eksenli duruşu gölgelememek kaydıyla “… ‘Ortak eylem ereğiyle güçleri birleştirmek’, örneğin Marksistlerin ve halkçıların güçleri konusunda bu kesin olarak zorunlu. Ama siyasal tavır almaları dışlamak şöyle dursun, onu gerektirir bu. Eylem birliği ancak belli bir eylemin zorunluluğu üzerinde gerçek bir kanı birliği olduğu zaman gerçekleşebilir. Gün gibi ortada bu. Rus demokratlar, demokrat olmayan liberallerle demokratik bir eylem ereğiyle ‘güçlerini birleştirmek’ istemiş oldukları için zarar gördüler.

Örneğin siyasal grev yandaşlarının ‘güçleri’ ile karşı düşüncede olanların ‘güçlerini birleştirmek’ için çalışın: Hiç kuşku yok ‘eylem’e zarar verecektir bu. Hayır, önce ‘konumlar’, platformlar ve programlar arasında seçik, açık, tam, iyice düşünülüp taşınılmış bir ayrım çizgisi ortaya koyun, sonra inançları ve toplumsal nitelikleri nedeniyle birlikte çalışabilecek güçleri birleştirin, tam birlik beklenebilecek bir eylem ereğiyle yalnızca onları birleştirin. Girişiminiz o zaman ve ancak o zaman verimli olacak.”[51]

O hâlde emek eksenli birleşik eylem için “Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak!”[52] diyen Antonio Gramsci’ye kulak verin…

Ya da Sarıgazi’deki etkinliğimizin ‘Tertip Komitesi’nin çağrısını hatırlayın: “Bizler reddediyoruz, seyirci olmayı, sessiz kalmayı, ötekileştirilmeyi, kolumuza ayağımıza bir pranga daha takılmasını, önümüze yeniden uyduruk bir ‘seçim’ sandığı konmasını, ‘Şu çete olmadı bu çeteden verelim’ aymazlığıyla gözümüzün içine baka baka pisliğe batmış sistemlerini, işçi, kadın, çocuk demeden katledilen, kardeşi kardeşe düşman eden, tecavüzcülerini, cinayetlerini, varlıklarını onaylamamızı isteyen bir sistemi topyekûn reddediyoruz. Sömürüsüz, özgür, eşit ve güzel günler görmek için seni de aramıza, bize dayatılan gerici kuşatmaya karşı direnmeye çağırıyoruz.”[53]

* * * * *

Şimdi(ler) ekmek, adalet ve özgürlük için itiraz, direniş, başkaldırı zamanıdır!

Geçmişinden önemli mücadelelerini devralan bugün(ümüz), çelişkilerin keskinleştiği toplumların bağrındaki mücadele dinamikleri nedeniyle sermayenin kâbusu özelliği kazanmaya adaydır.

Kim ne derse desin; inişli çıkışlı bir seyir izlese de sınıf hareketlerindeki yükseliş devam ediyor.

Hangi biçim altında olurlarsa olsunlar, kapitalist iktidarların işçi ve emekçi kesimlere layık gördükleri yaşam biçimleri bu kesimler için katlanılamaz olurken; işçiler, kapitalistlerin saldırılarına grev, genel grev, sokak gösterileri veya birçok ülkede tanık olduğumuz gibi genel bir isyana dönüşen eylemlerle yanıt veriyorlar.

Yerkürede ve coğrafyamızda ücretli/ya da modern kölelik denilen hâlin en ağır kareleri karşımızdayken; çareler tükendiğinde, kişiler ve kitleler için itaatsizlik, itiraz, başkaldırı bir hak olarak ortaya çıkar ve çıkmaktadır da…

Sistem çürüyerek çökerken; tarih sahnesine sosyalistleri çağırmaktadır…

* * * * *

Kimilerinin -Konfüçyüs’ün ifadesiyle-, “Kuyunun dibinde yaşayanlar, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görebilirler,” yanılgını yaşama ısrarına aldırmadan ve bazı şeyleri kaybederek kazanacağımızı bilerek; Anton Çehov’un, “Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek, bir sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada yaşanmaz!”

Desmond Tutu’nun, “Haksızlık karşısında tarafsızsan, o zaman zalimin safını seçmişsin demektir”!

Mahatma Gandhi’nin, “Tek kişilik bir azınlık bile olsan gerçek hâlâ gerçektir.” “Tarihin, yenilmez görünen tiranlarla ve katillerle dolu olduğunu unutmayın. Ama sonunda daima yenilirler”!

Che Guevara’nın, “Özgürlük sana gelmez sen ona yürüyeceksin”!

James Connolly’nin, “Devrim ancak dünyanın sıradan insanlarının, bizlerin, işçi sınıfının dizlerimizin üzerinden ayağa kalkıp hakkımız olanı aldığımızda gerçekleşir”!

Thomas Sankara’nın, “Devrimciler öldürülebilir ama fikirleri öldüremezsiniz”!

Henri Barbusse’ün, “Enternasyonalist olmadan, özgürlükten yana olunamaz,” saptamalarını Marksist-Leninistce hayata geçireceğiz…

Karl Marx’ın haklı olduğunu belirten “Tarihin Sonu” teorisyeni Francis Fukuyama’ya göre, “Tarihin yeni sonu, bağnazlığın ve eşitsizliğin yol açtığı sorunlarla gelecek”ken;[54] Étienne Balibar da, “Marx’ın döndüğü söyleniyor. Zaten hiç gitmedi ki! Ama gerçek olan kavranması ve kullanımının başkalaşmasıdır,”[55] diyor ve ekliyor “Marksizm, kesin karamsarlığın dışında olduğu kadar, kolaycı iyimserliğin de dışındadır,”[56] uyarısını da Henri Lefebvre…

Hayır! Karl Marx’ın teorilerinin “kusursuz” işleyişinden söz etmiyoruz, ancak varsa soru(n)ları aşmanın -hiçbir şey demeyen Jacques Derrida’vari!- post-modern “dil oyunları”nın harcı olamayacağını anımsatıyoruz…

Marshall Berman’ın, “Marx’ın ruhunun derinliklerinde kendi ruhumuzun gıdasını bulabiliriz”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Marksizm’i tanımazsanız halkın gerçek dostlarını düşman, düşmanlarını ise dost belletirler sizlere. Kontrgerillayı kahraman, halkın gerillalarını terörist zannedersiniz… Devleti benimser, özgürlüğü reddedersiniz… Bayrağı kutsar, emeği reddedersiniz… Size anlattıkları resmi tarihe inanır, halkların mücadele geçmişini görmezsiniz… Ulus kimliğinizi sahiplenir, kardeşliği, insanlığı unutursunuz…”

Önce Daniel Bensaid’in, “Geçen yüzyılın sarsıcı tarihi, meta dünyasından, onun kana susamış tanrılarından ve onların ‘tekrar döngüleri’nden o kadar kolay kaçamayacağımızı göstermektedir. Lenin’in zamansız geçerliliği, bu gözlemden zorunlu olarak çıkmaktadır. Eğer siyaset bugün hâlâ ekonominin doğallaştırılması ve tarihin kaderleştirilmesi gibi bir çifte tehlikeyi önleme şansına sahipse, bu şans, emperyal küreselleşme koşulları altında yeni bir Leninist eylemi gerektirmektedir. Lenin’in siyasal düşüncesi, strateji olarak siyaset, elverişli uğraklar ve zayıf halkalar düşüncesidir…”[57]

Sonra da Karl Marx’ın, “Merhamet duymuyoruz ve sizden de merhamet beklemiyoruz…”[58] uyarıları eşliğinde Tasos Lividatis’in şu dizelerini telaffuz edin:

“İnsan demelerini istiyorsan sana,

Vazgeçmeyeceksin bir an olsun barış ve hak için çalışmaktan.

Sokağa çıkacaksın, haykıracaksın, sesler dudaklarını kanatacak

Yüzünü kanatacak kurşunlar – geri çekilmeyeceksin bir adım bile.”

Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın sosyalizm!

Kazanacağız…

4 Eylül 2021, Çeşme Köyü.

 

Dipnotlar…

*: 11 Eylül 2021’de Sarıgazi Halk Festivali’nde yapılan konuşma…

 

[2]    Ümit Yaşar Oğuzcan.

 

[3]    “Jeff Bezos: 8.4 Milyar Doları 1 Günde Kazandı”, Sözcü, 8 Temmuz 2021, s. 22.

 

[4]    “Elon Musk’ı Geçen Bezos Yeniden Zirvede”, Sözcü, 18 Şubat 2021, s. 20.

 

[5]    “4.1 Milyar İnsan Güvencesiz”, 2 Eylül 2021… https://www.avrupademokrat.com/41-milyar-insan-guvencesiz/

 

[6]    İpek Özbey, “Alphan Telek: 10 Yılda Onlarca Milyon Borçlu Yarattık Her Yaştan”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2021, s. 7.

 

[7]    “BM: 82 Milyon 400 Bin İnsan Yerini Yurdunu Terketti”, 18 Haziran 2021… https://www.avrupademokrat.com/bm-82-milyon-400-bin-insan-yerini-yurdunu-terketti/

 

[8]    “Son Üç Yılda Bir Milyona Yakın Çocuk Sürgünde Doğdu”, 20 Haziran 2021… https://www.avrupademokrat.com/son-uc-yilda-bir-milyona-yakin-cocuk-surgunde-dogdu/

 

[9]    “Üç Yılda 440 Çocuk Avrupa’ya Giderken Öldü”, 21 Haziran 2021… https://www.avrupademokrat.com/son-uc-yilda-440-cocuk-avrupaya-giderken-oldu/

 

[10]  Necati Doğru, “Boş Tencere Devirdi Şahları ve Padişahları”, Sözcü, 1 Şubat 2021, s. 3.

 

[11]  “Pandemide yaklaşık 8 milyon çalışan yoksullaştı, 12 bin yeni milyoner doğdu”, 21 Ağustos 2021… https://t24.com.tr/haber/pandemide-yaklasik-8-milyon-calisan-yoksullasti-12-bin-yeni-milyoner-dogdu,973495

 

[12]  “İSO 500’de Kâr Keyfi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2021, s. 14. “İSO 500’de Kâr Keyfi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2021, s. 14.

 

[13]  “Holdingler Büyüyor, Emekçiler Daha da Fakirleşiyor”, 14 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/holdingler-buyuyor-emekciler-daha-da-fakirlesiyor

 

[14]  “Koç Holding’in Kârı Beklentileri de Aştı”, 13 Ağustos 2021… https://haber.sol.org.tr/haber/koc-holdingin-kari-beklentileri-de-asti-311399

 

[15]  Saniye Yurdakul, “Pandemi Süreci Sanatı ve Sanatçıyı Nasıl Etkiledi?”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2021, s. 2.

 

[16]  “Zenginler, Yağmacılar ve Yoksullar”, 16 Temmuz 2021… https://direnisteyiz29.org/zenginler-yagmacilar-ve-yoksullar

 

[17]  “Açlık Sınırı Son 1 Yılda 375 Lira Arttı”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2021, s. 11.

 

[18]  “Metropoll Anketi: Türkiye’de Halkın Dörtte Birinin Geliri Gıda ve Kiraya Yetmiyor”, 3 Mayıs 2021… https://dokuz8haber.net/ekonomi/arastirma-turkiyede-halkin-dortte-birinin-geliri-gida-ve-kiraya-yetmiyor/

 

[19]  “Kredi Borçlusu Çığ Gibi”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2021, s. 13.

 

[20]  Erdem Sevgi, “Yurttaş Borca Battı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2021, s. 7.

 

[21]  “Batık Görünmeye Başladı”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2021, s. 11.

 

[22]  “Halkın Cebi Küçüldü Ekonomi Büyüdü”, Birgün, 2 Mart 2021, s. 13.

 

[23]  “Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala: Yoksulluk Toplumun Sağlığını Bozuyor”, 15 Temmuz 2021… https://artigercek.com/haberler/prof-dr-kayihan-pala-yoksulluk-toplumun-sagligini-bozuyor

 

[24]  Tuğba Özer, “8 Yılda 502 İşçi İntihara Sürüklendi”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2021, s. 10.

 

[25]  Orhan Bursalı, “Mart Ayında 13’ü Çocuk, 112 Kişi Neden İntihar Etti?”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2021, s. 6.

 

[26]  “Orhangazi: Ağır Bir Toplumsal Bunalıma Sürükleniyoruz”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2021, s. 10.

 

[27]  Şehriban Kıraç, “Öner Günçaydı: Bu İşin Sonu Felaket”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2021, s. 11.

 

[28]  İpek Özbey, “Uğur Gürses: Ülkenin Üstünden Battaniyesi Çekildi”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2021, s. 9.

 

[29]  Eduardo Galeano, Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.

 

[30]  Thomas More, Ütopya, çev: Vedat Günyol-Mina Urgan-Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2014, s. 163.

 

[31]  Karl Marx, Artı- Değer Teorileri-Birinci Kitap, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2013.

 

[32]  Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s. 316.

 

[33]  Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969, s. 22.

 

[34]  Fikret Başkaya, “Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti de Çöküyor”, Kaldıraç, No: 241, Ağustos 2021, s. 60-61.

 

[35]  Fikret Başkaya, “Kapitalizm-Devlet-Mafya”, Kaldıraç, No: 239, Haziran 2021, s. 66-67.

 

[36]  Niccolo Machiavelli, The Prince, Mentor Books, 1962, s. 91.

 

[37]  Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, çev: Erol Mutlu, Bilgi Yay., 2006.

 

[38]  Jacques Ranciere, Filozof ve Yoksulları, çev: Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yay., 2009.

 

[39]  Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012, s. 78.

 

[40]  Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev Bülent Kale, Sel Yay., 2018, s. 75.

 

[41]  Erdem Sevgi, “Her Alanda Gerileme”, Cumhuriyet, 11 Mart 2021, s. 4.

 

[42]  Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993., s. 114.

 

[43]  Henri Lefebvre, Marksizm, çev: Vedat Günyol, Sel Yay., 2019.

 

[44]  V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.

 

[45]  V. İ. Lenin ‘Kitlelerle İlişki’, aktaran: Fedor Konstantinov, Marksist-Leninist Felsefenin Temelleri, s. 413, Tarihte Birey ve Kitlelerin Rolü, İngilizce Baskı.

 

[46]  Murat Belge, “30 Ağustos ve Atatürk”, 2 Eylül 2021… https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/30-agustos-ve-ataturk,32315

 

[47]  Hasan Cemal, “Erdoğan’ın 2023’te Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten İntikam Almasına İzin Vermeyeceğiz!”, 2 Eylül 2021… https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

 

[48]  Veysi Sarısözen, “Hem Türk Hem Sosyolog Hem Kürdün İç Meselesi”, Yeni Yaşam, 6 Ocak 2021, s. 10.

 

[49]  Unutulmasın: “Öcalan, genel olarak postmodern ve post-yapısalcı literatürden eklemlediği görüşleri, Türkiye’de ezilen bir ulusun, Kürt siyasal hareketinin güncel-politik ihtiyaçlarını merkeze koyarak, açıkçası zorlayıp uydurarak yeniden formüle ediyor. Örneğin, her türlü devleti kapitalist modernitenin bir parçası, bir zulüm aygıtı olarak tanımlamasına ve reddetmesine rağmen, kapitalist devletin varlığını korumasını ve ikna edici bir kanıt göstermeden ‘demokratik özerk’ toplulukla bir arada barış içinde yaşamasını savunuyor. Bu ‘çözüm süreci’nde Öcalan’ın savunduğu genel çizgidir… Sosyalizme alternatif bir model olarak sunulan… Demokratik Modernite’nin yaptığı; Marksizm eleştirisinden çok kapitalizm savunusudur.” (Arif Koşar, “Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”, 1 Mart 2017… https://teoriveeylem.net/2017/03/demokratik-modernitenin-marksizm-elestirisinin-elestirisi/).

 

[50]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Yenilenme’ ve Sosyal Demokrasi”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2021, s. 11.

 

[51]  V. İ. Lenin, “Devrimci Atılım, 1912”, Gençlik Üzerine, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977, s. 175.

 

[52]  Franco Lombardi, Antonio Gramsci’nin Marksist Pedagojisi, çev: Başak Ekmen-Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2000.

 

[53]  “Geleneksel Sarıgazi Halk Festivali Bu Yıl 11 Eylül’de Yapılacak”, 29 Ağustos 2021… https://www.gazetepatika15.com/geleneksel-sarigazi-halk-festivali-bu-yil-11-eylulde-yapilacak-96596.html

 

[54]  George Eaton, “Francis Fukuyama: Sosyalizm Geri Gelmeli!”, 24 Ekim 2018… https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2018/10/24/francis-fukuyama-sosyalizm-geri-gelmeli

 

[55]  Étienne Balibar, “Başkalaşan Marx”, Yeni Yaşam, 8 Kasım 2018, s. 10.

 

[56]  Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s. 18.

 

[57]  Daniel Bensaid, “Sıçramalar! Sıçramalar! Sıçramalar!”, Yeniden Lenin, Kolektif, Otonom Yay., 2011.

 

[58]  Karl Marx, 19 Mayıs 1849, Mary Gabriel, Aşk ve Kapital: Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu, çev: Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2019.

 

“Terör, terörist, terörle mücadele…”

İstikrar: Amerika’nın düşmanıdır.” (Stability: America’s enemy)

Albay Ralph Peter

ABD, ikinci emperyalist savaş sonrasında tartışmasız hegemonik bir güç hâline geldi ve emperyalist hiyerarşinin tepesine oturdu. İngiliz hegemonyası 1910’lu yıllardan beri aşınmaktaydı; 1945 sonrasında hegemonya Atlantik’in ötesi yakasına geçti. ABD, savaş sonrasında dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını bir başına sağlıyordu… Emperyalist savaşın sonunda Almanya ve Japonya çökertilmiş, İngiltere ile Fransa büyük kan kaybetmişti. ABD’ye sorun yaratma istidadı olan iki odak vardı: Savaştan gücünü ve prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği ile o zamanlar Üçüncü Dünya da denilen, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler… Malum, kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, o ülkelerin beşerî ve doğal kaynaklarının sömürüsüne, yağmaya ve talana dayanıyordu.. Oysa ikinci emperyalist savaş sonrasında, Üçüncü Dünya ülkeleri, “Artık biz de varız ve yüzyıllardır uzak kaldığımız sofraya dahil olmak istiyoruz,” diyorlardı…

İşte, 1950’li yıllardan itibaren ‘Hür Dünyanın Timsali ABD’, söz konusu iki odağı etkisizleştirmek amacıyla her yola başvuracaktı… Başka türlü söylersek, bu amaçla, geride kalan yaklaşık yetmiş yılda aralıksız olarak insanlık suçu işledi ve işlemeye devam ediyor… Elbette insanlık suçunu tek başına işlemedi; savaş sonrasında oluşan kolektif emperyalizmin diğer bileşenleriyle (İngiltere, Fransa, Japonya) birlikte işledi.

Hâkim ideoloji, ABD’yi demokrasinin beşiği ve timsali sayarak dünyanın geri kalanını da o yalana inandırdı. Başını kaldıran ABD’ye bakar ama aslında neye, nereye baktığını bilmez… ABD’nin demokrasiyle hiçbir zaman uzaktan yakından ilgisi olmadı, olamazdı da… Esasen sorun, kavramların içeriğini kimin, nasıl doldurduğuyla ilgilidir. Bidayette Amerikan demokrasisi denilen şey, ‘köle ve plantasyon sahiplerinin demokrasisi’ idi… Bağımsızlığı izleyen ilk otuz dört yılın otuz ikisinde Amerikan başkanlarının köle sahibi olduğunu bilmek, bu konuda fikir verecektir.

Şimdilerde ‘Amerikan demokrasisi’ denilen şey ise, Amerikan kapitalist-emperyalist oligarşinin demokrasisidir. Aslında ABD Beyaz Saray’dan yönetilmez ama insanlar oradan yönetildiğini sanırlar. Gerçek demokratik bir rejim vahşete, insanlık suçuna tevessül eder miydi? Dünyanın her yerinde aralıksız olarak saldırı savaşları çıkarır, masum insanları hunharca katleder, katliamlar yapar, cinayetler işler miydi?

Kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, her zaman, dünyanın geri kalanının kaynaklarının sömürüsüne, yağmasına ve talanına dayandı… Bugün de hâlâ o kaynakları sudan ucuza kullanıyorlar ama bu gidişle yakında su da kalmayacak… Kapitalizm artık yeni değer, artı-değer üretmekte zorlanıyor. Değerlenme ‘sıkıntısı’ çekiyor. Yeteri kadar büyüyemiyor. Potansiyelini tüketti. Oysa kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyüyebilmek için çareyi canlıyı metalaştırmakta, doğayı yağmalamakta görüyor. Herhâlde hiçbir rejim, doğayı yağmalamada ve talan etmede bizim dinci AKP ile yarışamazdı. Bu yağma ve talan vakitlice durdurulamazsa, işimiz zor demektir…

ABD ve müttefikleri, sadece 1970’li yıllarda, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da 14 devrimci, anti-kolonyalist rejimi devirip, Batı yanlısı işbirlikçi-komprador unsurları iktidara taşıdılar… 1953’ten itibaren dini (İslamı) araçlaştırıp, Sovyetleri kuşatmanın (çevreleme stratejisi) ve Müslüman ülkelerdeki ilerici-kalkınmacı rejimleri etkisizleştirmenin bir aracı hâline getirdiler. 1980’lerin sonunda Sovyet sistemi çökünce, ABD ve müttefikleri düşmansız kaldılar. Bir süre ne yapacaklarını bilemediler. Yaklaşık on yıllık bocalamanın ardından, ‘Kaos stratejisini’ ve onun bir aracı olan ‘İslamcı terörü’ keşfettiler. Artık ‘Kaos stratejisiyle’ yola devam edebilir, terörle mücadele ederek, insanlığı bu ‘büyük beladan’ kurtarabilirlerdi. Tabii terörün ne olduğuna, teröristin kim olduğuna da kendileri karar vermek koşuluyla… Artık ‘kaos stratejisi’ ‘terörle mücadele’ retoriğiyle yol alacaktı… Amaç, Ortadoğu’dan başlayarak dünyayı Balkanlaştırmaktı…

Kaos stratejisi, önceki dönemlerin rejimleri çökertme stratejisinden farklı olarak, toplumları çökertmeyi amaçlıyor. Amaç toplumların dokusunu parçalamak, un ufak etmek, kendi ayakları üzerinde duramaz hâle getirmek. Nitekim 11 Eylül 2001 sonrasında başlatılan ‘çatışmaların’ hiçbiri hâlen sona ermiş değil. Bu bir tercih sorunu… Ne demek istediğimi görmek için; Somali, Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Libya vb. ülkelere bakmak yeter. Afganistan savaşı yirmi yıldır devam ediyor. Neden? ABD ve müttefiki emperyalistler savaşı kazanmayı değil, sürdürmeyi amaçladıkları için…

ABD ve müttefikleri, istedikleri ülkelerde iç çatışmaları körüklüyor, cihatçı katilleri sahaya sürüyorlar. Sonra da oraya müdahale ediyorlar. Gerekçe de malum: “Demokrasi götürmek, halkı zalim iktidarın zulmünden korumak…” Buna ‘koruma sorumluluğu’ deniyor. Hızlarını alamıyorlar, bir de ‘insanî müdahale’ diyorlar. 2001 sonrasında, Westfalya Barışından beri olagelen uluslararası hukuk baypas edilmiş durumda… Direnme hakkı da yok sayılıyor. Her kim ki hak, özgürlük, adalet, demokrasi talebiyle ortaya çıksa, terörist damgasını yemekten kurtulamıyor ve gereği yapılıyor. Aslında terörle mücadele retoriğiyle terörizm yeniden ve yeniden peydahlanıyor. Şimdilerde ABD (Pentagon) tam 85 ülkede, ne demekse, anti-terörist mücadele yürütüyor. 11 Eylül sonrası şiddetin faturası büyük: 800 binden fazla insan hayatını kaybetti -ki bunun yaklaşık yarısı sivil… Savaşların, çatışmaların sonunda 37 milyon insan da yerinden oldu. Lakin o rakamlar sadece rakam değil, onca insanın acısı, dramı, trajedisi…

11 Eylül sonrasında peydahlanan savaşların ABD’ye maliyeti 6.400 milyar dolar. Bu, yılda 320 milyar dolar demek. Bu kaynakla nelerin yapılabileceğini bir düşünün… Lakin Amerikan silah sanayicileri için savaşların sürdürülmesi son derecede kârlı. ABD Afganistan’a savaşı kazanmak için gitmedi. Aksi hâlde bu pis savaş yirmi yıl sürer miydi? Orada yapılan ve yapılmak istenen, George Bush’un sonsuz savaş dediği şeyin gereğini yapmaktı! Asıl amaç jeopolitik, jeostratejik, ekonomik, ticari çıkarları güvence altına almaktı. Afganistan toprağında 1000 milyar dolar değerinde kıymetli maden (demir, bakır, altın) ‘keşfedilmiş’… Ayrıca çok zengin lityum rezervleri de var, ki lityum bugünün ‘modern sanayilerinin’ vazgeçilmezi… Bolivya’nın lityum rezervlerine göz diken ABD’nin, Başkan Evo Morales’e darbe yapıp kendisini Meksika’ya ilticaya zorlaması hatırlanmalıdır. Tabii zengin petrol rezervleri de savaşın nedenlerinden biriydi. Savaşın ikinci önemli nedeni de hızlı bir yükseliş gösteren Çin’i durdurmaktı. Afganistan’ın Yeni İpek Yolu’nun yakınında oluşu da önemsiz değil…

Eski Amerikan Genelkurmay Başkanı Lawrence Wilkerson 2018’de şunları söylüyordu: “Biz Afganistan’dayız, tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da olduğumuz gibi… Mesele Kâbil’de olmak değil. Herhangi bir terör örgütüyle, Taliban’la vb. mücadele etmekle de ilgili değil. Başlıca üç temel amacımız var: Nükleer silaha sahip olan istikrarsız Pakistan’ı kontrol altına almak; Orta Asya’dan geçecek Yeni İpek Yolu’nu (Belt and Road) engellemek Afganistan’da olmamızı gerektiriyor. Üçüncü olarak, orada 20 milyon Uygur var. Eğer CIA Çin’i istikrarsızlaştırmak üzere Uygurları kullanarak bir operasyon yapmak isterse, aynı Erdoğan’ın Esad’a karşı yaptığı gibi, Pekin rejimini, Uygurlar aracılığıyla, dışardan değil de içerden istikrarsızlaştırmak mümkün olabilir…”

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Afganistan’da 18 milyon insanın hayatta kalabilmesi için acil yardıma ihtiyaç olduğunu, her üç Afgan’dan birinin bir sonraki öğününün nereden geleceğini bilmediğini, beş yaşın altındaki tüm çocukların yarısından fazlasının önümüzdeki yıl akut yetersiz beslenme yaşamasının beklendiğini,” söylüyor.

Velhasıl, asıl tehlike terör değil… Terörü peydahlayıp dünyayı cehenneme çeviren ABD ve müttefikleri… Daha doğrusu, kapitalizm, emperyalizm… Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Yalanla hesaplaşmadan da önümüzü görmek, yolumuzu bulmak mümkün olmayacak… o

Bir gelecek var

Yapılan zamlar, artan kiralar, değişmeyen maaşlar, bulunamayan işler, tutulamayan evler, geçinemeyen milyonlar olarak gelecek bir belirsizlik hâli olmaktan çıkıp yok oldu. Bugün artık ne devletten gelen açıklamaları, ne yapılan zamları, ne enflasyon hesaplamalarına dahil edilen pinpon topunu konuşmanın bir anlamı var. Bugün tüm bunları tekrar ve tekrar duymak yersiz; yaşananlar karşısında sadece talep etmek ise umutsuzluktur.

İşçiler, işsizler, kadınlar, öğrenciler arasında yani milyonlarcamız arasında farklı farklı cümlelerle dile getirilen, henüz sokaklarda, meydanlarda yan yana gelip bağırarak söylenmese de sohbetlerin ilk konusu, büyük ve ortak konu ekonomik kriz, geçinememek, yaşayamamak, geleceksizliktir. Öncelikle ekonomik olarak söylenen bu gerçeklik birçok konuda aslında devlet ile geçinememekle sonuçlanmaktadır.

Devlet milyonlarca insan için bir şey talep edilecek bir yer olmaktan çıkmıştır; artık, bana ilişmesin yeter, denilen bir kurumdur. Devletle milyonların arasında kalan tek bağ, televizyonda duyulan anlamlandırılamayan açıklamalardan elektrik faturalarındaki zamlara, herhangi bir hak talebi için sokağa çıkınca karşılaşılan polisten yangın, sel ve depremde gönderilen IBAN’lara, ekonomik, siyasal ve fiziksel şiddettir.

Kabul ederek başlayalım, devlet işini yapmaktadır. Suç, 2021 yılının, kapitalist-emperyalist dünyasında devletin yaptıklarında bulunmaz. Suç, tüm bu olanları değiştirecek kadar mücadele edilmiyor diye düşünerek de bulunmaz. Suçlu arayan, gerçek değiştirici güç sahibinin kendisi olduğu gerçeği ile yüzleşmelidir.

Gelen zamlar, yaşanamayan yaşamlar denkleminde önce değişecek olan yaşamlardır. Onlar değişmeden bu denklemin diğer tarafı artarak devam edecektir. Belki bugün bu topraklarda garantisi olan tek şey mücadele edilmedikçe her şeyin daha da kötüye gideceğidir.

Yaşadıklarımız topyekûn bir mücadeleye sebep olmasın diye seçimler adında bir gündem en azından bir umut oluşturur umuduyla dolaştırılmaktadır. Ama gerçek şudur ki, kurtuluş için tek seçim, direnen işçilerle, özgürlüğü için mücadele eden kadınlarla, üniversitelerinde özgür bilimsel eğitim için mücadele eden öğrencilerle, doğanın talanına karşı duranlarla, devrimcilerle yan yana mücadeleyi büyütmektir.

Hayatta kalmak değil de yaşamak bugün nasıl mümkün olur?

İşten atmalara, ödenmeyen maaşlara, yoksulluk sınırını aşmayan zamlara karşı geliştirilen sürekli ve ısrarlı direnişler, grevler hakların alınmasının yoludur.

Yükselen kiralara karşı olanların sokaklarda, meydanlarda, kampüslerde seslerini duyurmaya başlaması kiraların düşmesinin yoludur.

Faturaların her ay 50 lira daha artmasına karşı zam yapan kurumların önünde yapılacak eylemler zamların geri çekilmesinin yoludur.

Artan gıda fiyatlarına karşı mahallelerde boş tencerelerle sokağa çıkmak fiyatların düşürülmesinin yoludur.

Sorunları etrafında bir araya gelen, mücadele edenler insanca ve onurlu bir yaşamın da yolunu göstermektedir.

Yaşamak için verilen mücadelenin adımları elbet bu düzenin topyekûn yıkılma mücadelesinden de geçecektir. İnsanlık dışı bu sistemin karşısında sosyalizm gerçek bir özgürlük seçeneği olarak durmaktadır.

Tüm bu mücadelelerin yan yana gelişi ile örgütlenecek gelecek, milyonlar için sefillikten çıkış ve özgürlüktür.

03.10.2021

Kemikteki bıçak kime saplanacak?

Haberler akıyor…

“Ayçiçek yağına sene başından bu yana %61 zam geldi.”

“Ekmek zammı yapmak istemeyen şehirlerde gramaj düşürülüyor.”

“52 ilaç daha SGK’nin ödeme kapsamından çıkarıldı.”

“Türkiye, kira artışında zam şampiyonu oldu. Dünyanın geri kalanına göre kiralar 3 kat daha fazla arttı.”

“Okul servis ücretleri İstanbul’da en az yüzde 15 zamlandı, 1-3 kilometre arası taban ücret 312 TL oldu.”

“TÜİK manşet enflasyon açıklamaktan vazgeçti. Hesaplamalarda artık gıda dışı ürünler kullanılacak.”

“İstanbul’da 13 milyon 305 bin 241 bireysel kredi ve kredi kartı müşterisinin, 252 milyar 247 milyon 317 bin TL kredi borcu bulunduğu bildirildi. Bu rakam, 15 milyon nüfusu olan İstanbul’un 0-15 yaş arası nüfusu hariç neredeyse tamamı.”

“Pandemi nedeniyle son 1 ayda 7112 kişi yaşamını yitirdi. Ortalama 6 dakikada 1 kişi virüs nedeniyle hayatını kaybediyor.”

Ve haberler akıyor…

“Alınteri, beden gücüyle çalışmanın manevi hazzını biliriz. Emekli maaşları ve işçi ücretleri fevkalade yükseldi.”

“Gençlerin işsizlik diye bir kaderi yok.”

“Gençler üretimden kaçıyor, eleman bulamıyoruz.”

“Hamdolsun pandemide fabrikalarda çarklar hiç durmadı, üretilen ürünlerin iç ve dış pazarlara ulaştırılmasında aksaklığa meydan verilmedi.”

“2020 yılında kâr eden kuruluş sayısı 411’den 423’e yükselirken, sadece demir çelik sektörü patronları Yüzde 1000 artışla 4.4 milyar lira daha kâr elde etti.”

Önümüze “haber” diye düşen, her gün küçülen öğünlerimizdir.

İyi de, nereye kadar?

Kim konuşacak bizim adımıza?

“Kuru da olsa midelerine ekmek giriyorsa aç değiller” diyeni bir tarafta, üniversiteden 45 bin lira kredi borcuyla mezun olana “İlk arabalarını ÖTV’siz satacağız” diyeni bir tarafta.

“Açları da siz doyurun” diyeni bir tarafta, “hepimiz sakin olacağız, sandığı bekleyeceğiz” diyeni bir tarafta.

Hangi zammı beklettiniz? Hangi katliamı beklettiniz? Hangi rant projenizi beklettiniz? Hangi yaraya merhem oldunuz?

Kaldı mı kaygısız geçen gün, kaldı mı geleceğinden emin olan?

Yetmedi mi çile doldurur gibi yaşamak?

Market fişleriyle alışveriş sepetlerinin arasındaki ilişkiye homurdanmak, ev ilanı sitelerini aşındırmak, kıyafetler için ikinci el uygulamalarını indirmek, kredi kartlarının limitini yükseltmek, bir öğünden daha vazgeçmek düzeltecek mi geleceğini?

Dahası, bu bir gelecek mi?

Hayatta kalmaya çalışmak ile yaşamak arasında kopmamış son bağa tutunmak kurtarmayacak bizi.

Duyan yoksa henüz, karnımızdan konuştuğumuz içindir; ki biz duyuyoruz.

Gören yoksa henüz, sadece kendimize baktığımız içindir; ki biz görüyoruz.

Bilen yoksa henüz, derdimizi kendimize sakladığımız içindir; ki biz biliyoruz.

Sesimiz birleşmeli, gözlerimiz bizden olanla beraber görmeye başlamalı dostu da düşmanı da.

Guruldayan midelerimiz, gürüldeyen ayak seslerimize dönüşsün bu sefilliğe karşı!

Geleceğimizi kazanmak için, örgütlenmekten başka çaremiz yok!

İnsanca ve onurlu bir yaşam için, bu kepaze düzeni başlarına yıkmaktan başka çaremiz yok!

Kendi kaderini gelmeyecek kurtarıcılara bırakmak istemeyenleri, yaşamını savunmak isteyenleri, biri diğerinin laciverdi olanlar arasında seçim yapmak istemeyenleri Kaldıraç Hareketi saflarına çağırıyoruz. Bir adımda dünyaların değişmeyeceğini biliyoruz ancak bu insanlık dışı sisteme karşı sürekli mücadele için örgütlü mücadele yönünde atılacak bir adım çok şey değiştirecektir.

Milyonların küçük adımları, mucizeler yaratacak güçtedir.

Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

“…o dîvan sensin artık
bıçak kemikte…”

18.09.2021

 

Direnişe çağrı, özgürlüğe davet

Eğitim hayatımızda bir zoom karesinden ibaret olduğumuz, üretim alanlarımızdan uzakta, evlerde ekonomik krizin sonuçlarıyla boğuştuğumuz iki senenin ardından üniversitelerimize, yaşam alanlarımıza dönüyoruz.  Fakat daha eğitim döneminin kapısı aralanmadan karşı karşıya bırakıldığımız tablo: yurt ve ev fiyatlarının pahalılığı, yurt kapasitelerinin yetersizliği, yemekhane ve özel işletme fiyatlarındaki artışlar, kimisi yüz yüze kimisi online olan dersler… Bizler, özgürce üretmeyi, bütün renklerimizle birlikte yaşam alanlarımızı var etmeyi düşlerken bize reva görülen yalnızca hayatta kalmak. Tabi buna yaşamak denirse… Kaldı ki şu an hayatta kalmamız için gereken, temel hakkımız olan barınma, beslenme gibi asgari ihtiyaçlarımızı karşılayamaz durumdayız.

Sen, sıra arkadaşım, bu sistemin krizlerinin sonuçlarını ödemeyi kabul ediyor musun? Kurduğun üniversite hayallerinde günü kurtarmak için yaşamak mı vardı, hatırla?

Gelecek kaygısıyla başladığımız okullarımızda okurken aklımızı; mezun olduktan sonra hayatımızı nasıl devam ettireceğimiz, emeğimizi kime satacağımız, iş bulup bulamayacağımızın kocaman belirsizliği meşgul ediyor. Geleceksizliğin yükünü ağır bir zincir gibi boynunda taşırken artık bu belirsizlik yalnızca okulu bitirdikten sonra değil daha eğitim dönemimiz başlamadan karşımıza çıkıyor. En azından üniversite hayatımızı güzel geçirelim, özgürce üretelim diye düşündüğümüz hayallerimize de el konulmak isteniyor.

Üniversitelere atanan kayyumların yaşam alanlarımızı rant kapısı haline getirmesi, bizlere öğrenci değil müşteri gibi davranması bizleri daha üniversite kapısından girmeden dönemi nerede geçireceğimizi bilemez hale getiriyor. Görece şanslı olanlarımız son anda açılan fahiş fiyatlı yurtlarda kalmaya çalışırken, bir kısmımız da dört duvarı var diye “ev” olarak adlandırılan mekanlara mecbur bırakılıyoruz. Bu dört duvardan oluşan mekanlar için de geri ödemeli olarak alabildiğimiz KYK burslarının beş katı kadar para ödememiz bekleniyor. Bazılarımız da eğitimimize devam edelim, akşam da sıcak bir odada uyuyabilelim diye insanlık onuruna uygun olmayan koşullar altında çalışmak zorunda kalıyoruz.

İTÜ’de vakıflar tarafından işletilen yurtların yarısından fazlası 1100 liradan fazla. Bu yurtlarda yemek gibi temel ihtiyaçların hiçbiri karşılanmıyor. Gittikçe artan kontenjanlara rağmen yurt kapasitelerinin sabit kalması, şehir dışından gelenler dahil olmak üzere birçok öğrenciye yurt sağlanmamasına sebep oluyor. Koç Üniversitesi’nde de benzer bir durum rektörlüğün öğrencilere önce yurt bursu verdiğini söyleyip sonra pandemiyi bahane ederek öğrencilerin büyük çoğunluğunu yurda almamasıyla yaşanıyor. Mimar Sinan Üniversitesi’nde devletin atadığı kayyum Handan İnci’nin kararlarıyla üniversitenin yurtlarına “anarşik faaliyette bulunan” öğrencilerin alınmayacağı duyuruluyor. Çürümüş sistemlerine karşı mücadele eden herkese terörist damgasını vuran Saray Rejimi, öğrencinin temel hakkı olan barınma hakkını da gasp etmekten geri durmuyor. Kılıçdaroğlu çıkıp “Gençlere ilk sıfır arabalarında sıfır ötv uygulanacak” söylemlerinde bulunuyor. Temel ihtiyaçlarımızı dahi karşılayamıyorken sıfır araba almamızdan bahseden ‘’muhalefet” açıkça aklımızla dalga geçiyor.

Tüm bunlara karşı direnmeyi öğrendik bir kere. Yanımızdaki arkadaşımızda, kendimizde çözümü aradık. Yan yana gelmenin, üretmenin, isyan etmenin tadını aldık bir kere.

Boğaziçi Direnişi boyunca kayyum rektöre karşı her ne yaptıysan sıra arkadaşım; senin, bizim sayemizde altı ay boyunca Melih Bulu’yu atayanlar rahat uyku uyuyamadı.

Şimdi sana diyoruz ki arkadaşım, kapitalizmin bizi ittiği karanlıktan birlikte çıkabilir; özgür bir dünyayı, insanca ve onurlu bir yaşamı var edebiliriz. Bizi mahrum bıraktıkları her alandan, her sokaktan, her kampüsten, her yurttan sesimizi yükseltelim.  Onlar bize yurt vermiyorlarsa, öğrencinin yurdu direnişidir diyelim.

Tüm öğrencileri bulundukları alanda dayanışmaları oluşturmaya, direnişi sokak sokak, kampüs kampüs yaymaya ve Kaldıraç Üniversite saflarında mücadele etmeye çağırıyoruz!

Göç meselesi ve sınıf mücadelesi

Bazı olaylar, aslında bildiğimiz, ama biraz olsun unuttuğumuz tartışmaları gündeme taşırlar. Göçmen meselesi de böylesi bir konudur. 2011’de başlayan Suriye savaşı, bu konuda bir dönüm noktasıdır. Suriye, Batı cephesinin, emperyalist cephe ve onun işbirlikçileri-tetikçilerinin umduğu gibi teslim olmayıp, direnme yolunu seçince, Türkiye, her ay artan miktarda göç meselesi ile karşı karşıya kaldı. Bir yandan Suriye topraklarının bir bölümünü işgal eden TC devleti, göç meselesini de hem Batı’nın emirleri hem de kendi çıkarları için ele aldı.

Şimdi ise, Afgan göçü gündem hâline geldi. Aslında, daha esas dalganın gelmediği, henüz bunun işin başlangıcı olduğu tartışılmaktadır. Ama buna rağmen, ortada bir göç dalgası da vardır. ABD, Afganistan yenilgisini, açık ve net bir dille üstlenmedi. Bunun yerine, yenildiği yerden yeni bir “oyun” başlatma yolunu hep deniyor. Suriye’de de yaptıkları budur. Yenilgiyi kabul etmiyorlar. Çünkü, çözülmekte olan ABD hegemonyasını durdurmak istiyorlar. Çünkü, emperyalist efendi olmayı, pastadan en büyük payı almayı istiyorlar. Anlaşılır olduğu kesin. Böyle olunca, “hamdolsun” sözleri ile hafızalara kazınan Biden-Erdoğan görüşmesi anlam kazanıyor (Öyle anlaşılıyor ki, Akar, Erdoğan sonrası döneme hazırlanıyor. Sedat Peker’in açıklamaları ile şansını kaybeden Soylu oldu. Ama bu kez, Akar, sessiz kalarak, Afganistan planları ile Erdoğan’a hizmet ederek güç toplamaya başlıyor. Umudu budur. Ama umduğunu bulmak, Akar’ın hayat çizgisine bu kez yazılı mıdır bilmiyoruz). Erdoğan’ın mal varlığı dosyası açılmadı ve onun yerine, Akar-Erdoğan eli ile hazırlanmış Afganistan’da havalimanını koruma “vazifesi” gündem olarak iletilmiş olmalıdır. Mesaj şudur: Ben her yerde senin tetikçin olurum, Ukrayna’da, Kafkaslarda, Karadeniz’de, Libya’da, Suriye’de, hatta Afganistan’da ne istersen seve seve yaparım. Dosyaları kapat ve biraz da para ver yeter. İşte bu mesajı alan ABD yönetimi, elbette, bir de göç meselesi var ya da şunu da unutmayın demekten geri durmaz. Erdoğan, Afganistan’a açık mesajlar gönderip, bize göçün mesajını iletmiştir. Ve böylece, göç, göçmen meselesi yeniden tartışma konusu hâline geldi.

Biden-Erdoğan görüşmesinde, ABD tarafından eğitilmiş, Taliban’a karşı saf tutmuş bazı kadroların, Türkiye’ye göçü istenmiş olmalıdır. Bu nedenle gelenler, çoğunlukla asker gibidir, uzun yola dayanacak gibidir.

Göçmen meselesine ırkçı yaklaşımlar, “utangaç” ırkçı yaklaşımlar birbirine karışarak artmaya başladı. Okur yazar takımı (OYT), elbette bu dalgaya binmekte sakınca görmedi. “Teori”ler geliştirildi, “Afganistanlı göçmenlerden paramiliter güçler kurulup iç savaşta halka karşı kullanılacak” noktasına kadar gelişen “teori”ler.

İşte böylece, biz, “işçi sınıfının milliyeti yoktur” cümlesini yeniden hatırlamak, göç ve göçmenlik üzerine yeniden tartışmayı gündem yapmak noktasına geldik.

Önce bir alıntı yerinde olur.

“Türkiye’de ortalama bilinç, köşeli, bağnaz bir resmî tarih ve resmî ideoloji tarafından ‘iğdişleştirilmiş’, dumura uğratılmış bir bilinçtir. Resmî tarih, yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan bir tarih versiyonudur. Fakat, resmî tarih, kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi zorlaştıran bir şey de Avrupa-merkezcilik veya Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma denilendir… Avrupa-merkezli yabancılaşma, eğitimli kesimlerin kendi gerçekliklerine kendi gözleriyle bakmalarını zorlaştırıyor… Oysa, ‘önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır’ denmiştir…” (Fikret Başkaya, “Rejimin niteliğine dair on tez”, Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, Sayı 241, s. 65).

Göç meselesi için de bu nokta çok önemli. OYT, büyük ölçüde “devlete” bağlı bakış açısını aşmamış olduğundan, göç ve göçmen sorununa, farklı tonlarda ırkçılık kokan bir yaklaşımı sürdürmektedir. Çünkü, nereden bakmak gerektiği konusunda tercihleri yanlıştır.

Birçok bilimsel veri sıralanır ve alt alta dizilirse, eğer sizin bakış açınız “standart” ise, “ortalama bilinç” düzeyini aşmamış ise, oradan doğru sonuçları çıkaramazsınız.

Fotoğrafçılar, eğer iyi bir eğitim veriyor ve kendi bilgilerini daha çok paraya satmak için gizleyerek aktarmama yolunu seçmiyorlarsa, öncelikle, bakış açısını öğretmeye çalışırlar. Aynı kareye, farklı bir açıdan bakmanın nelere yol açtığını göstermek isterler.

Hem sanatta hem de bilimde, “nereden bakmak” önemlidir. Sanat ve bilim, “günlük düşünme”nin aşılmasıdır. Günlük düşüncede “güneş doğudan doğar” ve bu bilgi bazı doğrular içerir. Oysa, gerçekte güneş asla batmaz ve doğmaz. Dünya, hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında döner. Kendi etrafında döndüğü için, gece ve gündüz denilen şey oluşur ve batma-doğma hikâyesinin kaynağı budur. Günlük bilincimizde devlet, sanki tüm toplumun ortak organıdır, oysa bilimsel olarak bakıldığında biliriz ki, devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır, siyasal örgütlerinin en önemlisidir.

Göç ve göçmenlik meselesine, işçi sınıfının mücadelesi ve devrim, sosyalizm perspektifinden bakmamız gerekir.

Önce durumu biraz olsun resmetmek istiyoruz. Yoksa söyleyeceklerimize “bunlar genel doğrular ve somut durumu göz önüne almıyor” denmesi mümkün olur. Biraz daha ciddi eleştiriler için, işin bu yönünü kapatmak isteriz.

1

TC aslında, yakın bir tarihe kadar göç alan bir ülke değildi.

Aldığı göçler de, daha çok Batı’dan, yani Balkanlardan oluyordu. Bu nedenle TC devletinin yasal düzenlemeleri de böyledir. Batı’dan gelen olursa buna “mülteci” deniyor. Mesela Arnavutluk’tan gelen kabul ediliyor. Oysa İran’dan gelen olursa “coğrafî çekince” kavramı ile yaklaşılıyor ve onlara mülteci yerine, “geçici koruma” adlı bir kavramla yaklaşılıyor. Mülteci, aslında yasal haklar elde ederken, “geçici koruma” programındakiler, gönderilmek üzere kenarda tutuluyor.

Sanıyorum, bu durum biliniyor ve bilmeyen de yoktur.

Bu mülteci yaklaşımı, yani Balkanlardan geleni mülteci olarak almak ve diğerlerini almamak yaklaşımı, NATO bağları içinde anlamlıdır. SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş bir ülkede, eski sosyalist ülkelerden gelene kucak açmak, onları “anti-komünist” mücadelenin bir parçası olarak ele almak “anlaşılır” olmalıdır. Yani, mesele Batı’dan gelenin “insan”, doğudan gelenin ise “eksik insan” olması meselesi değildir. Mesele Doğu kültürünün bize daha çok “yabancı” olması da değildir. Bunları, hızla bir kenara atıyoruz. Kimse NATO mekanizmalarına, “aklayıcı” imajlar yüklemesin.

Kavrama dikkat edin: “Coğrafî çekince”.

“Coğrafî çekince” askerî bir terimdir. NATO mantalitesi çerçevesinde meseleye yaklaşılmaktadır. Balkanlardan göçenler, çoğunlukla AB ülkelerine doğru göç ederler. Hem iş bulma umutları daha fazladır hem de “cazibesi” vardır. Ama bazı programlar çerçevesinde Türkiye, Balkanlardan göç almıştır. Yugoslav göçü, Bulgar göçü gibi göçler Cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Ve alınan bu göçmenler, en aşağılık muamelelere maruz kalmıştır. Her zaman olduğu gibi. Bir yandan “komünist” olma ihtimalleri araştırılmış, bir yandan da onların “anti-komünist” mücadeleye katılmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Çoğunluğu, işgücü olarak da kalifiyedir. Bu kalifiye işgücü, rahatça yerleşti diye düşünülmesin. Tersine, belirleyici unsur “anti-komünist” mücadeledir. Eğer anti-komünist olma sınavını geçerseniz, siz NATO mekanizmasına sadıksınız demektir, bu durumda göçmen olmanız ve devletin hizmetine girmeniz daha olanaklıdır.

2

Göç ve göçmenlik, bizde sadece “dışarıdan gelen” bir insan seli olarak ele alınamaz. Bizde, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca, köylerden şehirlere göç oldukça yaygındır. Son 20 yılda, tarımda yaşayan nüfusun anormal biçimde azalmasına bakın. Belki bunun bir nedeni “büyük şehir” uygulaması ile “kırsal alan” tanımının daralmasıdır. Ama bu olsa olsa sadece bir nedenidir. Köylerde yaşayan nüfus %5’lere kadar düşmüştür. Dediğimiz gibi, bunun bir nedeni büyük şehir uygulaması ile yapılan yasal düzenlemedir. Ama yine de, rakamlara bakılabilir. 2000’lerin başında tarımdaki nüfus, yuvarlak hesap nüfusun yarısı, yarısından biraz azı idi. Oysa şimdi bu %5’lere, haydi diyelim %15’lere (büyük şehir düzenlemesini yok sayalım) düşmüştür. Bu durum, ciddi bir değişim demektir.

Demek oluyor ki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca göç politikaları, devlet eli ile uygulanan politikaların bir parçası olmuştur. Oysa, mesela Cumhuriyet, bir toprak reformu da yapmış değildir. Özellikle 1960’lardan sonra iç göç sürekli artmıştır ve hızlanmıştır. Sömürge bir ülkenin klasik gelişim sürecidir bu. “Kalkınma iktisadı”, bu açıdan büyük bir yalan, büyük bir örtüdür. Sovyetler’in yardımı ile yapılan sanayi yatırımları bir yana bırakılırsa, tüm sanayi gelişimi, devlet desteği-yabancı sermaye bağı ile yapılmıştır. Yabancı sermaye, elbette, kendisi için “altyapı” ister. Mesela İstanbul’da yatırım uygundur, ama daha ucuz işgücü olsa da, mesela Diyarbakır’da, mesela Erzurum’da, mesela Sivas’ta yatırım o kadar “kârlı” değildir. Oralarda, mesela 1960’larda işgücü daha ucuz olabilir. Ama İstanbul, birçok altyapı hizmetinin olduğu bir yerdir: Elektrik, su, ulaşım, haberleşme, eğlence vb. Eğlenceyi bilerek ekliyorum, mesela Çorum’da, 1960’larda bir Alman, bir Amerikalı için eğlence çok zordur ve doğal olarak tehlikelidir. Böylece, İstanbul gibi yerler (bunlara Bursa, Trakya, İzmir vb. de eklenebilir, Mersin, Adana’da), göç almak “zorunda” bırakılmıştır. Göç için, daha çok para kazanma umudu, kısa sürede “köşeyi dönme” umudu ile iç içedir. Almanya’ya işçi göçünü düşünün. Sivas’ın bir ilçesinden, İspir’in bir köyünden hiç İstanbul’u görmemiş bir ailenin 1960’larda Almanya’ya göçü, sıradan bir durum değildir. Üstelik ortada savaş da yoktu.

Bu iç göç, şehirlerin etrafında, küçük mahalleler oluşturmuştur. Diyelim ki, Tozkoparan’a gelmiş olan bir Rizeli göçmen, diğer akrabalarını da oraya taşımıştır, bir anlamda öncü gibi. Bugün hâlâ İstanbul’un birçok semti, böyle tarif edilir. Burada Rizeliler, burada Sivaslılar, burada Erzincanlılar, burada Trabzonlular yaşar, gibi. İstanbul’un ilçe belediye başkanlarının çoğu Trabzonludur. Bu aslında, tam da bu gerçeğin, göç meselesinin sonucudur.

Durum, kültürel açıdan da farklı karmaşalar yaratmıştır. Doğaldır. Dinî örgütlenme, bu hemşehricilik meselesini kullanmakta mahirdir. Ama daha fazlası vardır. Sivaslı ile Rizeli birbirini bu göç sonrasında, yeni “vatan”larında tanımıştır ve doğrusu, birbirini aşağılamıştır.

Kapitalizm sadece insanın insan tarafından sömürülmesine dayanmakla kalmıyor. Bu sömürü, beraberinde, büyük oranda aşağılama denilen şeyi de yaratıyor. Sadece cinsiyete dayalı bir aşağılanmadan söz etmiyoruz. Herkes kendinden güçsüz olanı aşağılıyor. Trabzonlu, Erzincanlıyı neredeyse düşmanı olarak görüyor.

12 Eylül öncesinde bile, patronlar, en sıradan bir fabrika örgütlenmesinde, “sen Sünni bir kişisin bu Alevi’yi mi dinliyorsun”, “sen Sivaslısın, şu Artvinliyi mi dinliyorsun” tarzında aşağılanmayı günlük olarak kullanmaktaydılar.

Şehirlere gelip, hızla kültürel değişim süreci içine girenler, bir açıdan “tutunabilmek” için, eğilip bükülmek zorunda kalıyorlardı. Bu durum, bugün de böyledir.

Görüldüğü gibi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak ölçüde net bir biçimde, burjuvazi, günlük bilinci ile bu farklılıkları, işçi mücadelesini bölmek için kullanmıştır, kullanmaktadır. Karslının bir kültürel özelliği onun davranışında ifadesini bulduğunda buna şaşıran bir Aydınlı, kendi başına kalsa, bu davranışı öğrenmeye çalışır, ama kapitalist egemenlik altında bu durum, aşağılanmanın konusu oluyor. Ve ezilenler, ezenleri kopya eder gibi, kendinden güçsüz olanı hor görmeye başlıyor. Bu yolla, kendi ezilmişliğini örtmeye çalışıyor.

Dinin bu çorbadaki etkisi, daha çok 12 Eylül sonrasına aittir. Önceki dönemlerde var olsa da etkili olmamıştır.

Din, bu hareketli, huzursuz kitleleri yönetebilmek için, egemen sınıfın eline büyük bir olanak sunmaktadır. Egemenler, bu bilince Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken varmışlardı. Diyanet işlerini, oldukça etkili kullanmayı başarmışlardır.

3

Bugünkü sorun, daha çok “Suriyeliler” ve şimdi “Afganistanlılar” olarak ele alınmaktadır. Sanıyorum, şimdiye kadarki bölüm ile, meselenin öncesi ile bağını kurmak konusunda bir olanak ortaya konmuş oldu.

Suriye savaşı sonrasında, “bir öğlen namazını Şam’da kılmak” hayali ile hareket edenler, göç sorunu ile karşı karşıya kaldılar. Suriye’de Esad’a karşı bir askerî örgütlenme için çalışan ABD ve ortakları, bu durum karşısında TC devletine ilave görevler verdiler. TC devletinin başlıca görevleri, silah tedariki, çetelerin eğitilmesi, yaralıların Türkiye’de tedavisi vb. şeklinde idi. Göçmen meselesi de böyle ele alındı. Bir yandan bu göçmenler içinden savaşçı yetiştirmek istediler, bir yandan da “etinden sütünden” yararlanma mantığı çerçevesinde bu göçmenlere ucuz işgücü vb. olarak yaklaştılar. Ama, göçmen sayısı kampların kapasitesini aşınca, işler biraz daha değişti.

Suriye savaşında ölen Suriyeli sayısının 500 bini geçtiği söyleniyor.

6,7 milyon Suriyeli ülkeyi terk ederek göç etti ve milyonlarcası da savaş nedeni ile Suriye içinde yer değiştirdi.

2011 yılında TC devleti, 58 bin göçmenden söz ediyordu ve bugün bu rakamın 4 milyonu aştığından söz edilmektedir. Gelenlerin çoğu, ülkeyi bir geçiş ülkesi olarak kullanıp, Avrupa’ya geçmeye çalışıyordu. Bu Suriyeliler için de böyleydi.

Irak, Afganistan ve Suriye savaşları, Türkiye’yi, göçün “transit ülkesi” olmaktan çıkarmaya başladı denilmektedir. Eksiktir. Bunun nedeni AB ile 2013 yılında yapılan anlaşmadır. 2013 yılında AB ile yapılan anlaşma, “tut göçmeni, al parayı” şeklinde okunabilir. Soğuk Savaş politikalarına devam etmesi istenen ve bu konuda ABD tetikçisi olarak görev almayı “bilinç” hâline getirmiş TC devleti, bu anlaşmayı para kazanma yolu olarak gördü. Rant, yağma ve savaş ekonomisine son derece uygundur.

Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Bu temelde, siyasal iktidarda yer bulanlar ceplerini doldurma konusunda bir sistem geliştirdiler ve “rant-yağma-savaş ekonomisi” üzerinden bir paylaşım kardeşliği oluşturdular. Bu sadece Erdoğan meselesi değildir. Erdoğan’ın pay almadığı hiçbir “ekonomik” hamle olmaz. Tamam ama, paranın tümünü de o almaz. “Tut göçmeni al parayı” anlaşması, o kadar ileri boyutlara vardı ki, Erdoğan, (bir) daha çok para almak için ve (iki) ABD emri ile AB’yi sıkıştırmak için göçmenler üzerinden şantajlara başlamıştır. Dahası, bizzat kendi ağzından, afyonlu nutuklarından birinde “Merkel’e dedim ki parayı elden ver” demiştir. “Parayı elden ver,” ticarette, faturasız, kayıtsız kuyutsuz iş yapmak içindir. Tüccar bunu, devlete daha az vergi ödemek için yapar. Ama komisyoncuların başı Reis, bunu “devletin başı” olarak yapmaktadır. Ne yapsın, ülkeyi anonim şirket gibi yönet, dediler. Bildiği en iyi anonim şirket Ülker idi ve faturasız satış, malın niteliği ile oynamak bu şirketlerde çok yaygın idi. O da bunu bildiğinden bunu yapmıştır.

Saray Rejimi bununla yetinmemiştir.

Suriye savaşına tetikçi olarak dalan TC devleti, yağma işini hemen organize etmiştir. Petrolden insan kaçakçılığına kadar. Ve bundan tüm tekeller payını, az ya da çok almıştır. Saray, bu tekellerin bu “kanlı” parayı çok sevdiğini bilmektedir. Buna bir diyelim.

İkincisi, savaşın içe yansımasıdır. IŞİD ile girilen girift ilişkiler, “din kardeşliği” temeli üzerine kurulmak istendi. Ancak, 100 dolar karşılığında “İslam savaşçısı” olanlar, 150 dolara da başkaları için savaşmaya başlamıştır. Bunu yönetmek, ancak onlara “uygun işler” vermekle mümkün idi. MİT devreye girmiştir. SADAT organize edilmiştir ve 7 Haziran’da iktidarı seçimle kaybeden Erdoğan, Saray Rejimi’ni kurmak için yola çıkmıştır. Suruç katliamı, Ankara Gar katliamı başta olmak üzere birçok katliamda IŞİD kullanılmıştır. Kürt halkının üzerine ABD tarafından salınan IŞİD, içeride de TC eli ile Kürt halkına karşı kullanılmaya başlanmıştır.

Amaçları Suriye’den AB’ye geçmek olan göçmenler, yollar kapanınca, bir yerlerde yaşamak için, hayata tutunmaya başlamışlardır. TC devletinin bu IŞİD çeteleri ile ilişkisi bu sürecin bir başka boyutudur. Ne Suriyeliler IŞİD’lidir ne de onların içinden TC eli ile devşirilen savaşçı çeteler başarılı olabilmiştir. Bu savaşçılar, TC devletinin işgal ettiği alanlarda, Suriye cephesinde TC ordusunun uzantısı olarak tutulmuştur.

Demek oluyor ki, TC devletinin göç politikası işgalci politikasının, yağmacı politikasının, rantçı politikasının bir uzantısıdır. Mesele bir yandan Kürtlere karşı savaşla bağlanmaktadır ki bu konuda Suriyeliler etkin değildir ve mesele aynı zamanda Rusya’ya karşı ABD’nin savaşı ile bağlantılıdır.

Bugün, Türkiye’ye gelen ama AB’ye geçmek isteyen ama geçemeyen göçmenler, “yakalanmaktadır”. Bu yakalananlar, 2019 yılında 450 bin kişiye ulaşmıştır. 2015-2020 arasında yakalananların toplamı ise 1,5 milyonu bulmaktadır.

Suriyeli olup da, “yeterli ücret” ile çalışanlar, yani Prof. Yasin Aktay’ın “onlar olmazsa ekonomi çöker” dediği kişi sayısı 1,5 milyondur. Bunlar, 1000 TL aylık ücretle, ortalama günde 16 saat çalışmaktadırlar. Gün 24 saattir ve 8 saat, uyku dahil diğer işlere düşen zamandır.

Burjuva iktisatçılar, mesela Yasin Aktay, yeni bir kavramı devreye sokmaktadır. Bu kavram, “asgarî ücret”ten farklı olarak “yeterli ücret”tir. Yeterli ücret 1.000 TL’dir. Bu, ayda 400 adet simit anlamına gelmektedir. Üç öğün ikişer simit yemeye yetmez, çay ve su da hariç. İstanbul gibi büyük şehirlerin yıkıntılarında kendilerine evler bulmaktadırlar.

1.6 milyon Suriyeli ise, “tut göçmeni al parayı” programı çerçevesinde, AB’den alınan fon ile, ayda 125 TL (zamlı hâli 125 TL) ile yaşamaktadır. Bu paranın onlara verilip verilmediği de tartışma konusudur.

Çalışanların aldığı en yüksek ücret “yeterli ücret” denilen ve bugün 1.000 TL olan ücrettir. Bu işçiler, Gaziantep, Kayseri ve Konya’da, ağırlıklı olarak 10-30 kişi çalıştıran işletmelerde çalışmaktadır. İşte Aktay’ın “onlar olmazsa ekonomi çöker” dediği işçiler bunlardır.

Göçmen “ucuz emek deposu”dur.

Bu işçiler sosyal güvencesiz çalışmaktadırlar ve işten atılmaları konusunda hiçbir yasal engel yoktur. Yani, kıdem tazminatı vb. gibi maliyetler, patronlar için söz konusu değildir. İstedikleri zaman işten atılabilmektedirler.

Bunların dışında 320 bin kişi göçmen pozisyonundadır. Özbek, Tacik, Afgan, Iraklı (Arap) sayısı bu kadarla sınırlı olmayabilir. Çoğu, “geçici koruma” adı altında ülkede durmaktadır.

4

Göçmen, mesela Almanya’ya giden Türkiyeli işçiler örneğindeki gibi, geri dönmek üzere gidenleri de içerir. İnsanın yaşam alanını terk etmesi, ekonomik veya savaş gibi ekonomik veya fiilî zorla gerçekleşiyor. Ülkemizde, Kürt köylerinin zorla boşaltılması örneğini biliyoruz. Bugün hâlâ, Kürtlere karşı saldırılar Batı’da sürmektedir.

Ama göçmenin geri dönmesi o kadar kolay değildir. Kültürel parçalanma, yeni yerde aşağılanarak da olsa yerleşme geri dönmeyi zorlaştırmaktadır. Göçülen “anavatan”a geri dönmek, o ülkede ikna edici gelişmeler olması ve ekonomik olarak orada yaşayabilme olanaklarının oluşması ile mümkün olabilir. Tersine göç, ancak bu yolla mümkün olabilir.

Bugün, 770 bin Suriyeli çocuk, Türkiye’de ilkokullarda okumaktadır. Suriye savaşı bitmeden, Suriye’de yeni bir yaşam olanağı yerleşmeden, bu göçün geriye yönelmesi o kadar kolay değildir. Bugün, büyük şehirlerin çoğunda, Suriyeli mahalleleri oluşmaktadır. Bu Suriyeliler, insan kaçakçılığı da dâhil, birçok çetenin ellerine düşmektedirler.

Ve sistem, bundan rahatsız değildir.

5

Meseleye işçi sınıfı açısından bakıldığında durum biraz daha farklıdır.

İşçi sendikaları, gerçekten işçi sendikaları iseler, mesela bu göçmenler konusuna eğilmek zorundadır.

Bunlar işçi sınıfının yeni eklenmiş bir parçasıdırlar. İşçi sınıfının milliyeti yoktur. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Denebilir ki, “mazluma dini sorulmaz.” Demek ki ne din ne ırk ayrılığı işçiler için söz konusu olmamalıdır.

İşçi sendikaları için mesele, “yeterli ücret” gibi yaklaşımlara karşı, ilkeli ve kararlı mücadele geliştirmektir.

Ülkede 9 milyonu aşkın insan, sosyal güvencesiz çalışmaktadır.

Toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı, en iyi rakamlarla 1,5 milyondur ve toplam işçi sınıfının %5’i civarındadır.

9 milyon sosyal güvencesiz çalışanın bulunduğu bir ülkede, göçmenlerin “işçilerin işlerini ellerinden aldıkları” propagandası, işçi sınıfını bölmeye, sorunların temelini gizlemeye dönük bir propagandadır.

İşçi sınıfı, bu ırkçı yaklaşımları temelleyen bakış açısını tek etmek zorundadır. Sivaslı, Erzurumlu, Trabzonlu, Giresunlu, Erzincanlı vb. ayrımı ne kadar devlet propagandası ise, ırk ve din yaklaşımı da o kadar devlet propagandasıdır. Ve ırkçı saldırılar, yeni gelenleri, işçi sınıfının ve ezilenlerin ana gövdesinden uzak tutmak içindir. Onlar kendilerini öncelikle işçi ve emekçi olarak değil, “yabancı” olarak hissetsin amacıyla bu saldırılar yapılmaktadır. Ve bu ırkçı saldırılar için, bizim ülkemizde devletin oldukça eskiye dayanan deneyimleri vardır, birikimleri vardır. 6-7 Eylül olaylarını hatırlamak yeterlidir.

İşçi sınıfı, sigortasız çalışmayı, Suriyeli işçiler, göçmen işçiler geldiği için öğrenmedi. İşsizliğin 15 milyon kişiyi aştığı, uzun pandemi dönemi boyunca işçilerin 1200 TL’den az ücret aldığı bir ülkede, göçmen işçileri dışlayarak, “öteki” ilan ederek, ancak ve ancak, egemenlerin ekmeğine yağ sürülmüş olur.

Mesele, işçi sınıfın örgütlülüğü meselesidir.

İşçi sendikaları, eğer işçi sendikası olsalar, gerçek anlamda işçi sendikası olsalar, devletin denetimini kırsalar, sendika mafyasını sırtlarından atmış olsalar, Suriyeli işçileri ya da hangi ülkeden olursa olsun göçmen işçileri, örgütlemekte zorluk çekmezler. Bu durumda, “yeterli ücret” gibi saçmalıklar, Yasin Aktay gibilerin akıllarında dans etmez. Göç meselesinde işçi sınıfı, doğrudan örgütleri aracılığı ile devrede olur. Kendi haklarını koruyamayan, bu konuda eylem geliştiremeyen bir işçi sınıfı, sorunu yabancı işçilerin yarattığı bir sorun olarak ortaya koyanlara inanmak zorunda kalır.

Örgütsüz bir işçi sınıfı, devletin, düzenin propaganda aygıtının esiri hâlindedir. Bu nedenle, düzenin propaganda ettiği her türlü ırkçı söyleme kulaklarını açar. İşin kolayına kaçar. Örgütlenmek, sisteme karşı mücadele etmek zordur, meşakkatlidir. Ama onurlu tek yol budur.

Kendinden güçsüz olanı aşağılamak, kendinden güçsüz olanı ezmeye kalkmak, kendinden güçsüz olana yüklenmek, aslında kendini bir güç olarak da görmemektir. Bu, sistemin ortalama bilinci ile davranmak demektir. Yani, bilinçsiz işçinin işidir. Sınıf bilinçli işçi için, dünyanın tüm işçileri kardeştir.

İşçilerin milliyetleri yoktur. İşçi, hangi halktan geliyor olursa olsun, hangi etnik kökene sahip olursa olsun, işçidir. Kızılderili, siyah, esmer, sarı veya beyaz, işçiler kardeştir. Sermayenin dişlileri arasında sömürülen, iradeleri kırılmak istenen işçiler, ancak kardeş olduklarını bilince çıkardıklarında özgürleşebilirler. Sınıf bilinci tam da budur.

Mazluma dini sorulmaz. Ezilen, aşağılanan, yoksul olan, haksızlığa uğrayan, hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, mazlumdur.

6

Biden’ın emri ile ya da ABD’ye yaranmak için “ben sana bağlıyım, sen benim efendimsin” demek için Saray Rejimi, her göreve canla başla atlamaktadır.

Öyle anlaşılıyor, Akar, Afganistan havalimanı konusunda görev almak için canla başla bir yol oluşturmuştur. Efendileri, bu yolu Erdoğan’a söyletmişlerdir. Erdoğan, ABD’nin istediği şeyi, masaya getirmiştir. Körün aradığı bir göz hesabıdır bu. ABD, bunun üzerine, bir de göçmen meselesini eklemiştir.

AB, Türkiye’nin bu yeni Afganistanlı göçmenleri tutmasını istemektedir. Daha esas göç akımı da başlamamıştır.

ABD ve AB, bu göçmenler Türkiye’de kalsın, “tut göçmeni al parayı” aşağılık programı uygulanmaya devam etsin istemektedir. Sonra, bunların içinden en “olumlu” olanlarını ucuz işgücü olarak alabilirler. Bunun hesabını yapmaktadırlar. ABD, Avrupa’yı, İslamî çetelerle epeyce zamandır tehdit etmektedir. Fransa’da ortaya çıkan saldırıların niteliği bellidir. AB ise bu ayıklamayı Türkiye içinde yapmaktan yanadır ve bunun için 3 milyar euro daha önermektedirler.

Saray bu yolla ömrünü uzatma peşindedir. ABD ne derse yapacaktır, yeter ki ömrü uzasın. Kafkaslarda, Ukrayna’da, Karadeniz’de, Suriye’de vb. görev almaya hazırdırlar.

Afganistan bu alanlardan en yenisidir.

Burada istedikleri destek, Erdoğan’ın ağzından yansımıştır: Lojistik destek, diplomatik destek ve maddi destek. Özetle Saray Rejimi şunu söylüyor: Bize para verin. Bizim askerimiz, iyi bir ihraç malıdır. Bunun karşılığında uygun bir para ödemelisiniz. Bilmiyoruz, asker başına bir miktar mı belirleniyor? Kore savaşında öyle idi. Muhtemelen burada da öyledir. Muhtemeldir ki, bu para meselesi çözülecek konudur. Zira Kâbil havalimanının güvenliği sağlanırsa, mesela uyuşturucu parasından bir pay TC devletine verilebilir. Bunun için, bazı Afganistanlıların, uyuşturucu çetelerinin uzantısı olarak Türkiye’de 250 bin dolarlık bir konut alarak “yerli ve milli” hâle gelmeleri mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki, göçmenlerin içinde bir bölüm bu iş için vardır. Dahası, göçmenlerin daha büyük dalgalarla iş yapabilmesi için, mesela insan kaçakçılığı için de görevli Afganistanlılar buraya yerleştirilebilirler. Demek ki para meselesinin çözümü kolaydır. Hem de Erdoğan’ın istediği gibi, “elden” ödeme ile, kayıt dışı bir tutar.

Lojistik destek, muhtemelen hava olanaklarıdır. Aslında bu o kadar kolay bir konu olmasa gerek. Zira havalimanında belli miktarda ABD askeri bırakmak dışında bir yolu yok. Ama bu askerin orada varlığı zaten zordur. ABD askeri, büyük oranda TC askerinin ardında saklanmak isteyecektir. Yenildiği bir yerde ABD bu yolla tutunmak isteyecektir.

Saray bu durumu görüyor. Bu nedenle, Erdoğan’ın ağzından, “Taliban’la inançlarımız farklı değil” şeklinde bir açıklama yapmaktadır. Bu açıklama, hem ülkede Taliban iktidarını tanımak anlamına geliyor hem de ABD’ye bir mesaj niteliği taşıyor. Yani, bize saldırmazlar demek istiyor. Sıradadır, Erdoğan, epilepsili hâli ile, Taliban lideri ile görüşecektir.

Kaş yapalım derken göz çıkartmak bu olsa gerek.

Erdoğan’ın ünlü bir fotoğrafı vardı. Yanılmıyorsam Hürriyet basmıştı ve o zamanlar Doğan Holding bünyesinde idi. Doğan Holding, bugünlerde affedilmek için çırpınmaktadır. Ama konumuz da bu değil. Fotoğrafa dönelim. Sanırım arşivlerden bulunabilir. Bulamayanlar, gidip Ertuğrul Özkök’e sorsunlar. Bu ünlü fotoğrafta, Erdoğan, Hikmetyar’ın dizinin dibinde poz vermişti. Babasının dizi dibinde öyle bir fotoğrafı olmadığı kesindir. Hikmetyar, hatırlamayanlar için, ABD’nin Afganistan’daki adamlarından biri idi ve uyuşturucu çetelerinin de ona bağlı olduğu söylenirdi.

Demek oluyor ki, Erdoğan, doğru söylemektedir, “Taliban’la inançlarımız farklı değil” dediğinde gerçeği yansıtmaktadır.

Taliban ise bu açıklamayı “beğenmek”le birlikte, yabancı asker varlığını istemediklerini ilan etmektedir. Bu durumda TC devleti, henüz Afgan hükümeti demek olmayan Taliban ile diplomatik ilişkiye girmiştir. Acaba Çavuşoğlu, yangın bölgesinden Katar şeyhlerini arayıp ne kadar arazi istersiniz demeden önce Taliban ile de görüşmüş müdür? Bu görüşmede, diplomatik bir giriş olarak Taliban’ın zaferini tanımak adına, İslam dünyasının lideri Erdoğan’ın, kendilerini Afganistan emiri olarak tanıdığını söylemiş midir? Buna karşılık Taliban, hayır biz sizi bizim emirimiz olarak görmek istiyoruz demiş midir? Bilmiyoruz. Ama anlaşılan odur ki, uyuşturucu işi için Afganistan’da Taliban’la bir anlaşma yapılmaktadır. Dağıtımın Türkiye ayağını tutmak isteyen ABD, bu pazarlıkta şansını artırmak istiyor olabilir mi? Yoksa Afgan ekonomisi nasıl ayakta duracak?

Diplomatik destek talebine gelince, kanımızca bu talep tümü ile, TC’nin oradaki varlığını Rusya ve Çin’e karşı savunma talebidir.

TC devletinin savaş ekonomisini beslemek istediği anlaşılıyor. Bu nedenle Soylu, Suriye ve Irak’a yürüyerek gidip gelmekten söz ediyor.

Tekeller, savaş ekonomisini sevmişlerdir.

Suriye’de işgal altındaki bölgede sürmekte olan yağmaya bakınca bunun nedenini anlamak zor olmasa gerek.

İşçi sınıfı, bölgemizde gelişmekte olan devrimi karşılamak üzere örgütlendikçe, elbette tüm sınırlar ortadan kalkacaktır. Burada başlayan devrim, tüm bölgenin sosyalist devriminin kaldıracı olacaktır. Bu, bölgede gelişecek her devrim için de geçerlidir. İşçi sınıfının en gelişkin olduğu bölge ülkelerinden biri Türkiye’dir ve bölgemizdeki sosyalist devrimin önemli parçalarından da biridir. İşçi sınıfının, devrimci işçilerin bakması gereken nokta burasıdır.

7

Okur yazar takımı (OYT) tarafından en çok yapılan propaganda, göçmenlerin içinde, İslamî çetelerin de var olduğu, bu çetelerin iç savaşta halka ve işçi sınıfına karşı kullanılacağı görüşüdür.

Göçmenlerin “salt göçmen” olmadıklarına katılmamak mümkün değil. Dünyada emperyalist güçler arasında bir yeni paylaşım savaşımı var iken, hiçbir olayın “salt” o olma özelliği kalmaz. Ama doğrusu, içlerinde İslamcı çeteler, daha çok AB’nin tehdit edilmesi amacına hizmet eder.

Ülkemizde devlet, işçi ve emekçilere karşı paramiliter güçleri uzun süredir kullanmaktadır. MHP, bu işi 12 Eylül öncesinde yerine getirmekte idi. Bugün İslamcılık ve milliyetçilik birleştirilerek bu paramiliter güçler devreye alınmıştır. SADAT budur. IŞİD çetelerinin katliamlarda kullanılması budur.

Ama bir şeyi netleştirmek gerekir. TC devletinin paramiliter güçleri kullanması yeni değildir. Sivas katliamını hatırlayalım. IŞİD çetelerinden farkı nedir?

Voleybol takımı şampiyon olunca, onlara karşı başlayan kampanya için Afganistanlılara ihtiyaç duyuldu mu? Bir kafa, kadına baktığında görünen vücut parçalarından dinini ve imanını kaybettiğini düşünüyorsa, o kafa önce kendi yakınındaki kadınlar ve çocuklar için, tüm toplum için zehirli bir kafadır. Bunu besleyen Saray Rejimi’dir, devlettir. Ve devlet, paramiliter güçler için gerekli adamı her zaman bulur.

Kendi askerini Afganistan’a gönderenlerin, siyasal iktidarları için neler yaptıklarını zaten biliyoruz. Kürtlere karşı TC devletinin yürüttüğü savaş, baştan aşağıya kirli bir savaştır. Bu savaşı hiç ama hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Kürtlere karşı yürütülen soykırım savaşını görmezden gelen OYT, bize iç savaş için Afganistanlılara duyulan ihtiyaçtan söz ediyor.

İç savaş için TC devletinin elindeki ordu ve polis de aynı işi yapmaktadır.

CHP mantığının, Saray’ın bir uzantısı, “muhalefetteki görevlisi” olarak halkı korkutmak için kullandığı argümanların bir başka çeşididir bu. Bu çetelerin paramiliter güçler olarak kullanılmayacağını söylemiyoruz. Hayır. Zaten kullanılıyorlar diyoruz. Dahası, devletin tüm birimleri de bu işi yapmaktadır.

Sorun halkın gösterdiği tepkinin zayıflığını doğru anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Halk, zayıf tepki gösteriyor, çünkü örgütsüzdür. Ve devlet tüm güçleri ile, ordusu ile, yargısı ile, polisi ile saldırmaktadır. Örgütlülüğü yetersiz olan halkın tepkisi bu nedenle zayıf kalmaktadır.

Yani, var olan mücadeleyi, var olan direnişi yokmuş gibi varsaymak yerinde değildir. Ortada her şeye rağmen gelişen, büyüyen, örgütlülüğü de artan bir direniş vardır. Sanki bu yokmuş da, onlar gelecek ve direniş başlarsa bastıracaklar demek yanlış bakıştır.

Mücadelenin sertleştiği doğrudur. Daha da sertleşeceği ise bir sır değildir.

Devletin uyguladığı zor, egemenlerin sınır tanımayan zoru, karşısında kitlelerin, işçi ve emekçilerin zorunu bulacaktır. Er ya da geç.

Bu süreci örgütlemektir esas olan.

Mesela halkı, Saray’ın saldırılarının korkutmaya yetmediği yerde, CHP tarzı ile “bunlar her şeyi yaparlar” tarzı söylemle korkutmayı bir yana bırakma meselesidir. Sanki şimdi yapmıyorlar gibi. Şimdi de yapıyorlar. Şu anda da paramiliter güçleri devrededir.

Gezi’de kadınların ve gençlerin karşısına palalıları çıkartmadılar mı? %50’yi evde zor tutuyorum nutuklarını atmadılar mı? Ama şalterleri indirmiş, örgütlü işçilerin karşısında, bu palalar işe yaramaz.

Elbette İslamî çeteleri kullanıyorlar. Bir otobüste, toplu taşımada kadınlara giyimlerinden dolayı saldıranlar zaten eksik değildir. Kadınları zaten her fırsatta öldürmektedirler. Kadınlar, bu durum karşısında sinmek yerine mücadele etmeye yönelmektedirler. Çözüm de buradadır.

Mesele günlük yaşamımızda karşımıza çıkan bu saldırının, aslında sistemin, devletin bir saldırısı olduğunun bilincine varmaktadır.

Öyle diyor dünya halkları, “örgütlü halkı hiçbir kuvvet yenemez.” Bu, binlerce yıllık mücadele tarihinden damıtılarak gelen bir bilinçtir. Yol göstericidir ve gösterdiği yol, örgütlü mücadeledir. Gösterdiği yol, ömrünü tamamlamış bir sistem olan kapitalizmin şu ya da bu yönünün düzeltilerek yaşanır bir sistem hâline gelmeyeceğinin kavranması ve tümden yıkılması gerektiğinin bilince çıkarılması yoludur.

Bir açıdan bakıldığında Suriyeli ya da Afganistanlı işçiler, daha düşük ücrete çalışmaya razı oldukları için, işçi ücretlerini aşağıya çekme eğilimini beslemektedir. Ama diğer açıdan bakıldığında, ücretleri aşağıya çekmek isteyen tekeller, onların örgütü devletin zaten bunu yapmakta olduğu görülür. Bizim taraftan bakıldığında görülen budur. Bizim taraftan bakıldığında bu yabancı işçiler işçi sınıfı saflarına daha taze güçler katmaktadırlar. Dünyanın farklı yerlerinden gelen işçiler, devrimin ordusuna katılacak potansiyeli oluşturmaktadırlar.

İşçilerin vatanı yoktur.

Dünyanın her yerinde işçi sınıfı sömürülmektedir. Onları kardeş yapan temel budur ve bu temel üzerinde devrimcileşmek, onları yoldaş yapacaktır. Ve bu, hiç kimsenin iyi vaatleri ile değişmeyecektir. İşçilerin kurtarıcısı, ancak kendileridir. Bir şartı vardır bunun, sınıf bilincine sahip örgütlü işçi sınıfı bunu yapabilir.

İşçi sınıfı, düzenin mezar kazıcısıdır. Ama binlerce yıldır yönetilenler, binlerce yıldır ezilenler, binlerce yıldır sömürülenler, ancak yeni bir bilinçle mücadele etmeyi başarabilirler. Bu bilincin en kesin ifadesi, yürütülen mücadeledir. Yürütülen mücadelenin en iyi ölçütü, geliştirilmiş olan örgütlenmedir.

Yabancı işçiler, işçi sınıfı saflarına hoş geldiniz. Gördüğünüz gibi, kaçtığınız yerden daha iyi bir yaşam hiçbir yerde yok. Kaçmaya, göçe son vermenin tek yolu, dünyayı yaratanın sizin emeğiniz olduğunu kavramanızdır. Mücadele etmeden yaşam kazanılamaz. Siz, geldiğiniz yerdeki işçilere, onların kardeşi olduğunuzu mücadele ile gösterebilirsiniz. Sömüren her yerde sömürendir, sömürülen her yerde sömürülendir.

Çöküş: Saray Rejimi’nin “yeni normal”i

Temmuz ayının son günlerinde, Ağustos ayının ilk günlerinde, ülkenin turizm bölgelerini, en başta bu bölgeleri yangın sardı. Orman yangınları, insan olan herkesin içini acıtacak görüntülerle, söndürülemez yangınlar hâlini aldı.

1
13 Temmuz günkü bazı gazetelerin manşetlerini, Orman Bakanı’nın “çakmak çakılsa haberimiz oluyor” başlıklı haberi süslemiş. “Süs” olarak bakıldığında, gayet de başarılı bir süsleme sayılabilir. Pakdemirli, orman yangınlarını bir yana bırakın, biz artık, bir çakmak çakılmasını dahi izleyebiliyoruz, demiş.

Ne başarı, ne övünülecek şey!

Ama maalesef, 14 gün sonra, yani iki hafta sonra, Orman Bakanı Pakdemirli’nin, pek de “pak” olmadığını, çok miktarda “pis” olduğunu gösterecek yangın haberleri gündeme düştü. Yangın da olsa, ışık aydınlatıcıdır.

Antalya’dan Marmaris’e, tüm turizm bölgesi yanmaya başladı.

Dahası, tam da bu dönem, bir yeni kanun devreye sokuldu ve Orman Bakanlığına ait bazı yerler, Çevre Bakanlığına devredildi.

Manavgat yangınında, Çevre Bakanı ile, Dışişleri Bakanı sahne aldı ve “her şey yolunda” mesajlarını verdiler. Biri turizm işletmelerine, diğeri ise Katar gibi mülk almaya hevesli yatırımcılara mı sesleniyordu, bilmiyoruz. Ama soru ortadadır. Orman Bakanı ile İçişleri Bakanı Süslü Süleyman, ancak çok sonra boy göstermeye başladılar.

2
Manavgat yangını ile birlikte tartışma başladı. Saray beslemeleri, yangınları PKK’nin üzerine atmaya çalıştı. Ama tutması olanaklı değildi.

Ama Manavgat yangınının, bir habere göre aynı anda 4 yerde, bir başka habere göre aynı anda 6 yerde başlamış olması, sabotaj ihtimalleri yönündeki kuşkuları artırdı. Bu kez oklar devlete, Saray’a çevrildi. Soru şöyle dile geldi: Acaba Saray, yeni imar alanları açmak için, bu yangınları kundaklamış mıdır? Beşli çete denilen müteahhitler, büyükleri de küçükleri de dâhil hepsi, böylesi bir kundaklamada aktör müdürler? Tam da yasanın bugünlerde çıkmış olması, bu kuşkuları da artırır niteliktedir.

Ayrıca, Soylu’nun ilk ortaya çıkışı, yangın kundakçısı diye linç edilmeye çalışılan, karakola götürülen ailenin suçsuzluğunun ilanı ve itibarının iadesi için olmuştur. Devlet, göz yaşartıcı bir hızla, linç edilmekten kurtulan bu ailenin zararını hemen karşıladı. Eşi benzeri görülmemiş bir atikliktir bu ve hiçbir “bürokratik” süreç, olayın hızını kesmemiştir. Süslü Süleyman, yangınların araştırılmasını istemez hâldedir.

Dahası, Orman Bakanı, “çakmak çakılsa görebiliyor” iken, olup biteni anlatabilecek tutum alamamıştır. Belediyelerin yangını söndürmekten sorumlu olduğunu ilan etmiştir. Manavgat yangını sonrasında, başka yerlerde yangınlar peş peşe başlayınca, Dışişleri Bakanı sahneden çekilmiştir.

Dışişleri Bakanı’nın, mesela Afganistan konusunda devrede olmasını beklerdiniz değil mi? Eğer öyle ise, çok beklersiniz. Saray Rejimi, tam olarak budur. Afganistan meselesi Akar’ın meselesidir, Manavgat ise Dışişleri Bakanı’nın, Libya’da İçişleri Bakanı devrede olur. Çünkü, baştan aşağıya bir çeteleşmiş devlettir bu ve yaşadıkları çöküştür. Çöküş anında herkes, kendi kesesini doldurmaktadır, belli dikkatler içinde.

3
Yangınların ne kadarı sabotajdır, ne kadarı kapitalist sistemin yarattığı iklim değişikliği ve doğanın tahribinin sonucudur, bu bir tartışma konusu olabilir.

Ama yangınların söndürülmemesi, söndürülmesi yönünde, halkın gösterdiği işbirliği ve çaba ile devletin sessiz ve sedasız seyretmesi arasındaki açık karşıtlık, yangınları söndürmek için Orman Bakanlığının, devletin herhangi bir kurumunun sessiz kalması, eylemsiz kalması, sabotaj kadar büyük bir suçtur. Diyelim ki, bu ormanlar yansın isteniyorsa, yangına müdahale etmemek için bir organizasyon yapılmış olsa, işte devlet bunu başarmıştır.

Devletin yangın çıkarma pratiğini biz Kürdistan dağlarından iyi biliriz. TC devletinin bu konuda açık ve bilinen bir sicili zaten vardır. Manavgat ile başlayan, Bodrum, Marmaris vb. yerlerde yeni yangınlarla birleşen bu yangınlar, devletin Kürt dağlarını yakma deneyimini anımsatmaktadır. Ama sabotaj tartışmasını tümü ile bir yana bırakalım. Yangınların söndürülmesi konusundaki devlet tutumu, sabotaj ile aynı derecede suçtur.

Rant ve yağma politikalarının yansımasıdır. Bunda hiç kuşku yoktur.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Yangınlar konusundaki tutumu ile Saray, bu politikalarını bir kere daha tescil etmiştir.

Saray Rejimi, doğaya, insana, yaşama karşı, yağma, rant ve savaş taraftarıdır.

Elbette, kapitalist sistemin kâr amaçlı üretim mekanizmaları, doğayı, doğanın bir parçası olarak insanı kirletmekte, yağmalamaktadır. Kapitalist kâr amaçlı üretim, doğanın ve onun bir parçası olan insanın sömürülmesi üzerine kuruludur. Bu durum, dünyada iklim değişikliklerini tetiklemekte, adeta gezegen yok edilmektedir. Elbette bu durum, yangınlar da içinde birçok felaketin, pandemi de dahil birçok hastalığın ortaya çıkmasının nedenidir. Bu nedenle diyoruz ki, kapitalist sistem, ölüm üretmektedir. Yaşamın her alanında bu gerçek, kendini dolaysız biçimlerde ortaya koymaktadır. Buna son vermenin tek yolu, sosyalizmdir. Bu nedenle “ya sosyalizm ya ölüm” sloganı, daha da günceldir, devrim talebi daha da yakıcıdır.

4
Saray’ın vurdumduymazlığına karşılık, halkın yangınlar karşısında gösterdiği dayanışma ve ortaya koyduğu emek ve irade, Gezi Direnişi’nin derinlere yerleşmiş yardımlaşma ruhunun kanıtıdır. Elbette, bu yangınların, havadan su atılmadan söndürülmesi mümkün değildir.

Yangınların su uçakları ile söndürülmesi, son derece olanaklıdır. Sabotajla başlamış olsa bile, yangının hızla yayılmasının neden, müdahalenin sadece halk tarafından elle yapılıyor olmasıdır.

Manavgat’ta bir kitle gösterisi olsa, Saray Rejimi’ni protesto gösterisi organize edilmiş olsa, onlarca TOMA devreye sokulacaktır. Bundan eminiz. Ama resmî olarak devlet, elini bile kıpırdatmamıştır.

Devletin başı olarak dolaşan Erdoğan, “uçağımız yok” demiştir.

İyi ama, yangın da olsa ışık aydınlatıcıdır.

Saray’da 13 adet trilyonluk uçak vardır. Ve bunlardan sadece bir tanesinin bedeli karşılığında, bir yangın söndürme uçak filosu kurulabilmektedir. Her şeyde, “ben ben” diye nutuklar atan Erdoğan’ın, “uçağımız yok” demesi, Dışişleri Bakanı’nın IBAN numaraları ilan etmesi, Saray Rejimi’nin “yeni normal”idir.

Pandemi süreci ile hayatımıza biraz farklı girdi “yeni normal”.

Adeta, buna alışın denilmektedir. Bundan böyle normal budur.

Yangın süreci göstermiştir ki, sistemin “çöküş” hâli vardır. Ve bu durum, “yeni normal” olarak karşımızdadır.

5
Çöküş, Saray’ın yeni normalidir.

Erdoğan’ın “uçağımız yok” demesi budur.

Kılıçdaroğlu’nun, devleti kurtarmak adına sürekli Saray’ın payandası olması hâli, bunun çıplak hâle gelmesi yeni normaldir.

Aklın tutulduğu yerde, sadece karabasan kalır. Saray Rejimi’ne karşı açık ve net bir mücadeleye girmeyenlerin, karabasanları eksik olmayacaktır.

Erdoğan’ın çay fırlatması, çay fırlatma sahnesinde çığırtkanın sözleri, tam olarak “yeni normal”dir ve çöküş hâlidir.

Rize’de sel felaketinde gidip kendi korumalarından oluşan izleyici kitleye çay fırlatması, Saray’ın “yeni normal”idir. Ucuz bir parodidir ve gülmek için bile önce şaşırmak gerekli bir hâldir.

Marmaris’te Erdoğan’ın yangın için yolları kapatması, koruma ordusunun yangın söndürme faaliyetlerini engellemesi, Saray’ın “yeni normal”idir. Erdoğan’ın Marmaris’te, yangın içindeki Marmaris’te, dinleyenlere çay fırlatması, çığırtkanın komutlarına uyarak insanların başlarına çay atması, çöküş komedyasıdır.

Bir belediye başkanının “TOKİ öyle evler yapacak ki, evi yanmayanlar, keşke benim evim de yansaydı diyecekler” beyanatı, övgü ile sövgünün yer değiştirdiği “yeni normal”dir ve Saray Rejimi’ne aittir.

Erdoğan, bir köy muhtarını arayıp, yeni evler yapılacağını ve bu evlerin %67-80 oranları ölçüsünde kredilendirileceğini söylemiştir. Muhtarın ne dediği bilinmiyor. Ama içinden ne dediği ayan beyandır.

İşte yangınlar karşısında Saray Rejimi’nin resmî tutumu budur: Yangını nasıl kâra, nasıl yeni binalara, nasıl kredili satışlara çevirebileceklerini hesaplamaktadırlar. Bu durumun kendisi, sabotaj kadar suçtur, insanlık dışı tutumdur.

6
Yangın süreci açık olarak göstermektedir ki, Saray Rejimi, danışmanları, bakanları, bürokrasisi, ordusu, polisi, dron üreten şirketleri, inşaat şirketleri, turizm tekelleri, karanlık basını ile halka, yaşayan her canlıya, işçi ve emekçilere, yaşamın kendisine düşmandır.

Ülkenin büyük nüfusu ile Saray Rejimi, iki karşıt kutuptadır.

Saray Rejimi, doğrudan halkların düşmanıdır.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin düşmanıdır.

Saray Rejimi, yaşayan her şeye, yaşamın kendisine düşmandır.

Saray Rejimi, çürümenin temsilcisidir, karanlığın temsilcisidir.

Ve açık olarak, bu iki karşıt kutup arasında her gün daha fazla açığa çıkan bir savaş yaşanmaktadır.

Bu savaşı görmemek, bu savaşı görmezlikten gelmek büyük hafifliktir. Doğanın ve onun bir parçası olan insanın yok edilmesi sürecine seyirci kalmak suçtur.

Açık olarak Saray Rejimi’ne karşı mücadele, acil bir görevdir, ertelenemez bir görevdir.

“Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz.”

Yakınmayı, gözyaşlarını bir kenara bırakmak gerekir.

Açık olarak bir örgütlü mücadeleye girmek gerekir.

Direniş, ülkenin her yanından gelişmektedir. Gözlerimizi bu direnişe dikmek, kulaklarımızı direnişin ayak seslerine odaklamak, ayaklarımızın ritmini direnişin ritmine ayarlamak gerekir.

Bu yangınlar, Saray’a ulaşacaktır.

Saray ve halk, iki karşıt kutuptur.

En büyük felaket, bir toplumsal felaket olan Saray Rejimi’nin, kapitalist sistemin bizzat kendisidir. Kapitalizm var oldukça, burjuva egemenlik var oldukça, saraylar yerlerinde durdukça, bu felaketlerin sonu gelmeyecektir.

Kapitalizmde yaşamak, Saray Rejimi altında yaşamak artık bir karabasandır.

Bu karabasana son vermenin yolu, bilimi, aklı temel alan bir devrimci direnişi örgütlemektir, devrimi örgütlemektir, işçi sınıfının tüm güçleri ile sahneye çıkmasıdır.

Sınıf savaşımı, örgütlü mücadele ve örgütten kaçış

12 Eylül, bizim devrimci hareketimizin tarihinde önemli bir yenilgidir. Bu yenilgi, “değerli”dir. Eğer yenilgilerden ders çıkartabiliyorsak, aslında her yenilgi zafere yaklaştırır, zafere yaklaştırdığı oranda değerlidir. 12 Eylül yenilgisini, zaferin kaldıracı yapacağız.

12 Eylül yenilgisi, işçi sınıfını örgütsüz bıraktı. Sendikaları, devlet kontrolüne alacak tarzda, “sendika mafyası” denetiminde örgütledi. Sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıktı. Ve işçiler sendikalardan uzaklaştılar. Bu hâlâ aşılmış değildir. Ama sadece bu kadar değil. 12 Eylül, devrimci örgütlerin yenilgisi ile sonuçlandı ve “yenen vezir olurmuş, yenilen rezil” hesabı, solun hızla “küçümsenmesi”, “aşağılanması” kampanyalarını beraberinde getirdi. Eğer yenilgi, savaş meydanlarındaki direniş sonrasında gerçekleşse idi, bu kadar çözülmeye, devrimci saflarda, işçi sınıfı saflarında bu denli erozyona yol açmazdı, döneklik bu kadar “makbul” hâle gelmezdi. Oysa 12 Eylül sürecinde hapishanelerde destansı direnişler yaratılmıştır, binlerce insan işkencecilere boyun eğmemiştir. Direnilmiştir ama iktidarı alma perspektifi önde tutulamamıştır.

Yenilginin bu tarz yaşanması, direnişin meydanlarda, sokaklarda, barikatlarda olmamış olması, beraberinde soldan, devrimden yüz çevirmenin çeşitli biçimlerini de getirdi. Dönekler, devrimci harekete sövmeyi “aydın” olma hâli olarak gören Ahmet Altan ve Murat Belge gibiler bir yana, devrimci mücadele konusunda samimi olanlarda da açık olarak devrimden uzak durma eğilimi, örgütten kaçış eğilimi olarak ortaya çıktı. Şöyle ifade edilebilir mi: “Evet, devrim gerekli ama, örgüt, işte o olmaz.”

Bu eğilim, bugün de yenilmesi gereken bir eğilimdir, hâlâ etkilidir ve çok farklı tonlarda, kişilerin iradelerini aşarak kendini göstermektedir.

Bir yandan örgütü küçümseyen, örgütlü mücadeleyi bir tür “esir” olma hâli gören tutumlar varken, diğer uçta aynı kaçış eğilimi, kendini “mükemmel örgüt”, “hatasız örgüt” arama, beklentisi olarak ortaya koyuyor.

Bu konu üzerine tartışmak istiyoruz.

* * *

Bir konudaki bilgimizin doğru olup olmadığının kanıtı nedir diye sorulur. Çok geneldir. Ama önemli bir tartışmadır. Hepimizin aşına olduğu bir bilgiden, dünyanın düz mü yoksa elips şeklinde yuvarlak mı olduğu tartışmasından, bilgilerimizin doğruluğu üzerine konuşabiliriz.

Dün, bundan 500 yıl önce, dünyanın düz olduğu “bilinirdi”. Bu bilgi, aslında günlük bilinç dediğimiz şey ile edinilmiştir. Ufuğa doğru bakarız ve sanki dağlar, yükseltiler, çukurlar bir yana, dünyanın düz bir tepsi olduğunu düşünürüz. Ama bu “günlük bilgi” zamanla, bilim tarafından yanlışlanmıştır. Bilim adamları, güneşin gün içindeki yerine ve ışıklarının düşmesi ile oluşan gölgelerin durumuna bakarak, binlerce yıl önce, dünyanın düz olmadığını düşünmeye başlamışlardır. Ama köleci toplum gelişip serpildikçe, din, devletler tarafından daha etkin bir yönetme aracı hâline geldi. Böylece dünyevî bir güç olan siyasal iktidar, kralların, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğu fikrini, yönetme aracı olarak kendine oldukça uygun buldu. Bu yolla, aslında egemenler, azınlık oldukları hâlde yönetmekte, baskı dışında ilave araçlara (ya da daha etkin ilave araçlara) ulaşmış oldular. Dünya ve güneş sistemi üzerine bilgi de, bu çerçevede “donuklaştı”.

Krallara hizmette kusur etmeyen düşünürler, köleci sistemin, zayıflıklarını bildikleri hâlde bunun nasıl ebediyen sürebileceği üzerine düşünmeye başladılar. Platon, böyle düşündü.

Bu, egemen düşüncedir.

Bir toplumda var olan toplumsal ortalama bilinç, egemenlerin bilincinin, ideolojisinin bir yansımasıdır.

Ama yine de bilim diye bir şey var. Hareket durmaz, durmuyor.

İnsanoğlu, üreme (kendi soyunun devamı) ve üretme (kendi yaşamını sürdürmek için maddi malları üretme) gibi temel iki faaliyet alanında toplumsallaşır. İnsan toplumu, ne ölçüde kan bağına, biyolojik bağa dayalı örgütlenmiş ise, o denli ekonomik açıdan gelişmemiş demektir. Ekonomik faaliyet artıkça, toplumun üretime, üretim ilişkilerine vb. dayalı örgütlenmesi de gelişir.

Devlet ortaya çıktığında, sınıflar oluşmuş demektir. Sınıfların varlığının itirafıdır devlet. Ve devlet, tüm toplumu egemen sınıf çıkarlarına göre yönetme, örgütleme hamlesidir, egemenlerin egemenliklerini sürdürmek için diğer toplumsal sınıfları bastırma aracıdır.

Devlet bir kere ortaya çıktı mı, tüm kültürel, siyasal, ideolojik, bilimsel faaliyetlere de müdahil olmaya başlar. Bu, köleci devlette daha ilkel mekanizmalarla ve aynı anlama gelmek üzere daha az etkin tarzda gerçekleşirken, toplumlar geliştikçe, devlet büyüdükçe, daha etkin ve güçlü mekanizmalarla gerçekleşen bir müdahaledir.

Bilinçten söz ettiğimizde, günlük bilinci bir düzey olarak, bilimsel ve sanatsal bilinçten ayırırız. Bilimsel ve sanatsal alanda bilincin ortaya çıkışı, aslında bilgiyi “güncel gözlemlerden” bir ölçüde koparır. Teori, işte bu kopuşun da ifadesidir. Bir sanat dalı olarak müzik önce, üretime bağlı, toplumsal yaşamın pratiğine bağlı seslerden oluşurken, sonra, onlardan kopar ve daha ileri bir birikimle, yeniden ortaya çıkar. Etik ve estetik, bu sanatsal alanda oluşan bilginin, yeniden üretilmesi, topluma sunulması aşamasında, bilimsel bir alan olarak ortaya çıkar. Etik, günlük dildeki “ahlâk”tan farklı bir anlam alır, “estetik”, günlük dildeki güzellik anlamından farklı bir anlam alır.

Ama bu, sınıflar arasındaki mücadeleden, onun bir aracı olarak egemen sınıfın baskı aygıtı olan devletten ayrı olmaz. Sadece devletten değil, sınıflar arasındaki savaşımdan da ayrı olarak var olmaz. Sınıf savaşımı, sınıflı toplumların ana dinamiği olarak, yaşamın her alanını etkiler.

Bu nedenledir, “karanlık çağ” da denilen Ortaçağ’da bilim ve sanat, kilise ile mücadele etmişlerdir. Ve o mücadele olmamış olsa idi, ne bilim ne de sanat, kendi rüştünü ispat etmiş olmazdı.

Copernicus (Kopernik) ve ardından Galileo, dünyanın döndüğünü, düz olmadığını anlattıklarında, aslında en başından bu bilginin krala ve kiliseye “isyan” demek olduğunu anlamışlardı. Belki farklı bilinç düzeylerinde. Copernicus, yazdıklarını gizlemek durumunda kalmıştı. Galileo, engizisyon mahkemesinde, “dünyanın döndüğü” fikrini reddetmek, inkâr etmek zorunda kalmıştı. Ama yine dediği gibi, dünya dönmeye devam etmişti.

Birçok filozof, aslında bir konudaki bilginin doğru mu yanlış mı olduğunu bilemeyeceğimizi, hatta şeylerin bilgisinin bilinemez olduğunu savunmuşlardır.

Oysa bilim bize tersini söylüyor. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucuları, bir bilgi teorisi geliştirdiler. Buna göre, bizim dışımızdaki gerçek bilinebilir. Bizim dışımızdaki gerçek konusundaki bilgimiz, bir yandan görelidir ve yarın yanlışlanacak şeyler içerir, ama bir yandan da doğruluğunu bileceğimiz anlamında “mutlak”tır. İnsan suyu hep içti. Hep yaşamında oldu. Ama suyun H2O olduğunu, gelişimin bir aşamasında öğrendi.

Bilgi teorisi bize, bir konudaki bilgimizin doğruluğunun kanıtının, pratik olduğunu söyler. Yani, bilgiyi yeniden hayata uygulamak, onun doğruluğu konusunda bir ölçüdür.

Diyelim buhar gücü konusundaki bilgimiz, eğer buhar makinaları yapmayı başarmış isek, o ölçüde doğrudur. Elbette buhar gücü konusunda yarın bu bilgiye eklenecekler olacaktır. Bu eklenecekler, bir toplumsal ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkar.

Demek ki, şunu söylemekte haklıyız: Bilginin doğruluğunun ölçütü pratiktir, toplumsal pratiktir. Ve bilgiden daha ileri bilinç söz konusu ise, bilincin göstergesi de eylemdir.

İnsan deprem konusunda bir bilince sahip ise, evlerini buna göre yapmakta “özgür” olabilir. Yaşamını bir ev alabilmek uğruna harcamış bir emekçi, parasının yettiği evi alırken, aslında bu özgürlükle bir bağa sahip değildir.

Başka örneklere gerek yok kanısındayım.

Demek ki deprem konusundaki bilinç ile biz, doğrudan toplumsal yaşama da gelmiş olduk. Kapitalist, depreme dayanıklı olmayan evleri, maksimum kâr amacı ile üretim yaptığı için üretir. Konut sorunu var olduğu sürece bir toplumda, deprem bölgesinde, ölümle kumar oynamak demek olan bu evleri satın alan çıkacaktır.

Doğru bilginin ölçütü pratiktir. Diyelim ki, sarı ile maviyi karıştırarak yeşil renk elde etmeyi, pratiğe uygularsak kanıtlamış oluruz. Bunu herkesin tek tek kanıtlaması da gerekmez. Ama ressam dediğimiz kişi renk ve desen üzerine çalışır ve aslında onun için bu renk bilgisi daha derindir. Ve bu bilgisinin derinliği de onun eserlerinde yansımasını bulur.

İzninizle şöyle bağlayalım: Bir insan kapitalizmi yıkmak gerektiği konusunda bir bilince sahip ise, bu bilincine uygun bir eyleme sahip olur. Böylesi bir eylemi yoksa, onun bu konudaki bilgisi, çakaralmaz bir eski tüfek misali, iş görmez.

* * *

Sınıflı toplumlar, bilinen insan tarihinin çok büyük bir bölümünü kapsıyor. Sınıflı toplumların öncesi, sınıflı toplumlar tarihi kadar bilinmiyor, daha “cansız”dır. Bu sınıflı toplumların tarihi de sınıf savaşlarının tarihidir.

Egemenler ile yönetilenler, her sosyo-ekonomik biçimde farklı adlar (köle sahipleri, senyörler, beyler, ağalar, burjuvalar) alsalar da, sınıflı toplumlarda vardır ve savaş hâlindedirler. Spartaküs isyanı, hem egemenleri hem de köleleri, sonrasında sömürülen herkesi etkilemiştir.

Sınıf savaşımında, egemenlerin, tarih içinde en etkili örgütleri, devlettir. Devlet, egemenlerin örgütüdür. Mesela kapitalizmde partileri de vardır burjuvazinin. Ama devlet, temel örgütleridir ve en gelişmiş örgütleri devlettir.

Onların sınıf savaşımından öğrendikleri, devletin hafızası olur. Bu sınıf savaşımlarına göre devlet gelişir, şekil alır. Üstelik bu hem egemenlerin egemen olduğu topraklardaki sınıf savaşımını hem de gezegenin her alanındaki sınıf savaşımını kapsar. Yani, Spartaküs isyanından sadece Roma öğrenmez, başka devletler de öğrenirler. Aynı derinlikte olmasa da.

Oysa biz işçilerin, tıpkı bizden önce sömürülenlerin olduğu gibi, böylesi bir örgütü yoktur. Peki olmalı mıdır? Eğer sömürüye, insanın insana kulluğuna son vermek istiyorsak olmalıdır. Hem bilim bunu söylüyor, hem de mücadele tarihi bunu söylüyor. Öyle ise, devlete karşı, devrimci örgüt gereklidir.

Börklüce Mustafa, Osmanlı beylerinin ordusunu iki kere yenmeyi başarmıştır. Ama Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin, Osmanlı egemenliğini yıkıp, yerle bir etmeyi hedeflemeliydi. Oysa onlar, daha çok, insanca yaşamak istiyorlardı, ne devletin gölgesi olsun ne kendisi, ondan uzak olmak istiyorlardı. Bu durum, onların örgütlenmelerine de yansıyordu. Geliştirdikleri örgütlenme, devleti yıkacak ve yeni bir dünya kuracak derinlikte değildi. Düşleri tamdı, inançları da, bilincin göstergesi olarak eyleme de geçtiler, ama bilincin en gelişmiş göstergesi olarak örgüt yeterli olmadı.

Eğer kapitalizmi yıkmak istiyorsak, eğer insanın insana kulluğunu yok etmek istiyorsak, eğer sömürünün her türünü, aşağılanmayı ve ayrımcılığın her türünü yok etmek istiyorsak, bize devrimci bir örgüt gerekir. Sıradan bir örgüt değil, devrimci bir örgüt.

Peki bu bugün, bilinmiyor mu?

Kanımca biliniyor. Ama bilinç hâline gelmiş değildir. Biz de bunu bilen ama bilinç hâline getirmemiş olanlarla tartışıyoruz.

Bir de elbette örgüt ve örgütlü mücadele, açıktan devlete karşı örgütlenmek demek ise, bundan kaçınanlar vardır. Kimilerine göre örgütlü mücadele, egemen sınıfı, onun devletini yıkmayı hedeflememeli, daha çok onu düzeltmeyi hedeflemelidir. Biz devrimciler böyle düşünmeyiz.

Bize göre, bilincin ölçütü pratiktir ve en gelişmiş pratik, örgüttür. Yani, devrimci örgüt, bizzat en gelişmiş eylemdir.

Devrimci tarihimizde ortaya çıkan yenilgiler, örgütlü mücadeleden kaçış eğilimlerini beslemiştir. Birçokları, “mükemmel örgüt” aramaktadır.

İyi ama, biz, kapitalizmde yaşıyoruz. Bizim içinde yaşadığımız toplumun ortalama bilinci, günlük olarak ortaya çıkan bilinç, egemen sınıfın bilincidir. Bu bilinç, mesela bizim toplumumuzda katliamcılığı, yağmacılığı destekleyen, dinci, milliyetçi, erkek egemen bir bilinçtir. Mesela bu bilinç, meta egemenliği altında yaşamanın öğelerini taşır. Ve tüm bunlar, devrim saflarına katılan, katılmaya aday olan herkesin “genlerine” kadar işlemiştir. Eğer örgütü canlı bir mekanizma olarak düşünürsek, örgütlü mücadelenin kendisinin bu “genlere” kadar işlemiş kapitalist sistemin etkilerinden arınmanın yolu olarak örgütü ve örgütlü mücadeleyi düşünebiliriz.

İşte devrimcilerin örgütü, bu ortalama bilinci aşmak anlamına gelir. Kişi, kendini çevreleyen toplumsal bilinci aşabilir. Eğer bu “aşma” durumu, bir seferlik değil de, süreklilik kazansın istiyorsak, örgüt ve örgütlü mücadele dışında bir yol yoktur.

Diyelim ki, kapitalizmin ne olduğunu biliyorsunuz, ama ona karşı mücadeleye girişmiyor, bu yolda örgütlü bir mücadele içine girmiyorsanız, aslında sizin eyleminiz, bilincinizde bir bulanıklık olduğunu gösteriyor demektir.

12 Eylül yenilgisinde biz devrimciler, örgütlü bir direniş gösteremedik. Demek ki, bilincimizde bir sorun vardı. İşkencehanelerde, hapishanelerde gösterilen direniş, eğer sokakta, sokak çatışmaları şeklinde ortaya konmuş olsa idi, kimse “Sudaki İz” gibi romanlarla bize ve devrime karşı saldıramazdı. Yenilmiş isek elbette devrime saldırırlardı, ama bu kadar ucuz, bu kadar düzeysiz şekilde değil. Dünya devrimci hareketi tarihinde çok yenilgi var. Bakılabilir. Her birinden sonra, devrime karşı devletin saflarına geçenler vardır. Ama “Sudaki İz” daha özel bir durumun göstergesidir.

12 Eylül yenilgisinde ayırt edici olan nokta, barikatta direnmemek ise, bunun açık ifadesi, örgütlü olarak direnmemektir.

* * *

Devrimci örgüt, elbette kapitalizm koşullarında ortaya çıkar. O örgütü kuranlar da, içine katılanlar da, kapitalizmden çıkmış hâli ile insanlardır. Yani, mesela meta fetişizmi onlarda yansımasını bulur, mesela sürekli yönetilmiş olan bir sınıfın sorunları, olduğu gibi örgütün içine taşınır, mesela burjuva ideolojisinin değişik biçimlerde izleri (mesela bir başka halka karşı önyargılar, mesela erkek egemen tutumlar vb.) örgütün içine taşınır. Bunları taşıyanlar, kötü insanlar olduklarından değil, bunlardan arınmanın örgütlü mücadeleye bağlı olmasından bu böyledir.

Devrimci örgütlere bugün saldıranlar, devrim saflarındaki bu izleri kullanırlar. Mesela “giydiği ayakkabıya bak” derler. Sanki, devrim saflarına katılan kişi, meta fetişizminin egemen olduğu bir toplumdan gelmiyor gibi. Evet devrimci bunu aşmalıdır.

Binlerce yıllık yönetilme hâli, işçi ve emekçilerin genlerine işler. Hayatı ürettikleri hâlde, yönetme konusunda eksiktirler. Sistem bunu iki yönlü de kullanır; bir yandan bu yönetme konusundaki bilgi eksiklerini onları tuzaklara çekmek için kullanırlar, diğer yandan ise, ezilen sınıftan bir kadın veya erkek çıkıp bir otoriteyi kullanmaya başladığında, bunu egemen sınıfın alışkanlıklarına, tarzına benzer tarzda kullanırlar. Bir okulun sorumlusu olan öğrenci, kendinde abartılı yetenekler keşfeder, mücadelenin bir ürünü olduğu gerçeğini unutur ve hikmeti kendinde aramaya başlar. Bir tarz egemen sınıfı taklit eder, o etkileri parçalayamaz, edindiği alışkanlıklarla hesaplaşmamış demektir.

Mücadeleye girişen ve bu yolla özgürleşen kişi, kadın veya erkek, bu özgürleşmeyi mücadelenin gereklerine uygun tarzda ele almaz ve mesela özgürlüğü, cinsellikte, aileden kopmanın en sıradan biçimlerinde aramaya başlar.

Kapitalist sistemin içinde yaşayıp, burjuva ideolojisinin etkilerinden arınmak, ancak ve ancak, sürekliliği olan bir örgütlü mücadele ile olur. Kaldı ki, bu mücadele insanı değiştirirken, mutlak olarak “olumlu” yönleri ile geliştirmez. Savaşın etkileri, insanı birçok açıdan eğitirken, birçok açıdan da duyarsız hâle getirir.

Bu nedenle, biz deriz ki, devrim mücadelesinin büyük bölümü, örgütün, devrimci örgütün içinde sürer.

Eğer örgüt (tüm yazı boyunca örgüt, hareket ve parti ayrımı yapmaksızın kullanılmaktadır) bunları bilmez ve gerekli mücadeleyi yürütmezse, yozlaşma eğilimi başlar. Yozlaşma, örgütün, kendi amacına uygun mücadele etmeme hâlidir.

Tüm bunlar, örgütsel ilkelerde yansımasını bulur. Bu nedenle deriz ki, bir örgütü anlamak için, onun siyasal eylemine bakarız, onun olaylar karşısında tutumuna bakarız, onun kendini geliştirme yollarına bakarız.

Lenin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde üyelik tartışmaları sırasında, üyenin, bilfiil örgütün bir organında, komitesinde çalışmasını savundu. Karşısındakiler, aidat vermesinin yeterli olduğunu söylüyordu. Örgütün bir organında bilfiil çalışmak, aslında militan bir örgüt yapısını tarif eder. Bu bilfiil çalışma olmadan, kâğıt üzerindeki ilkelerde anlaşmak çok kolaydır.

Örnek olsun, “eleştiri ve eylemde birlik” ilkesini ele alalım. Çok önemlidir ve devrimci yaşamın önemli bir değeridir. Devrimciyiz, ama kapitalist dünyada yaşıyoruz. Kapitalist dünya vahşidir. Bize övgü ile anlatılan rekabet, insanı vahşi hâle getirir. Bu vahşi sistemde eleştiri başka bir anlam ifade eder. Eleştiri, siz yapıyorsanız bir hak olarak ele alınabilir, ama size karşı ise, bu sefer onu bir saldırı olarak ele alırsınız. Pek çok devrimci, bunun yanlış olduğunu örgütlü mücadelede öğrenir. “Öğrenir” ama içselleştirmesi zaman alır. Bize göre eleştiri, hem bir haktır hem de bir görev. Bizim dünyamızda, hak ve görev, iki ayrı şey değildir. O, burjuva hukukuna, egemenlerin hukukuna göre öyledir. Bize göre ikisi birlikte ele alınır. Bu durumda, günlük hayatında eleştiriyi hep bir saldırı, bazan aşağılanmak olarak görmüş olan kişi, işçi, öğrenci, kadın, erkek, örgütün içinde bu “eski bildikleri” ile mücadele etmek zorundadır. Bir heykel ustasının elinde yontulmak zorundadır. Kimdir heykel ustası derseniz, herkestir, yani hiç kimse, yani örgüttür. Eleştiri, siyasal-örgütsel bazlıdır ve işin eleştirisi üzerine yükselir. Böyle olunca, açık ve net bir dille yapılması temel olur. Önce eleştirildiği için “üzülen” kişi, örgüt pratiği içinde bunun pek de kendisini itmek için yapılmadığını, kapitalist toplumdaki yaşamında karşılaşmış olduğundan apayrı bir şey olduğunu anlamaya başlar. Böylece, eleştiriye karşı “kendini kapatma” gereği ortadan kalkar. Bu bambaşka bir hukuk demektir. Öğrenir ki, eleştirmemek, hatalar karşısında susmak, aslında bir anlamda suçtur. Örgütlü mücadeleyi temel almak demek, aslında eleştiriyi bir görev olarak da ele almak demektir. Bu durumda, yoldaşlar arasında “sır” kabul edilmez. Günlük arkadaşlık ilişkileri, daha ileri bir düzeyde, savaş arkadaşlığı içinde, yoldaşlık olarak yeniden üretilir. Devrim, egemen sınıfın alaşağı edilmesi ise, yeni toplumun sınıfsız topluma ulaşma ufku ile kurulması ise, eleştiri bunun için bir silahtır. Demek ki, eleştiriye yaklaşım bizim için etik bir konudur.

Demek oluyor ki, örgütlü mücadeleden söz ederken, işçilerin anlaması gereken şey, bir sohbet grubu tarzında bir örgüt değil, bir savaş örgütüdür.

Bu böyle ele alınır, teoride bu konu açıktır. Lenin’i veya diğer devrimci önderleri okuyan herkes bunları bilir. İyi ama buna rağmen, bu hayata geçmezse, örgütsel yozlaşma denilen şey oluşmaya başlar.

Bir konu üzerinde tartışılır, herkes fikrini ortaya koyar. Ama bir karar alındı mı, bu karara uymak esastır. Birçok kişi, 12 Eylül sonrasında kendi örgütlerini eleştirirken, “yanlış karar alındı” demektedir. İyi ama, karar alınan yerde sen de varsan, orada müdahale etmelisin. Alınan karar yanlış ise, bunda senin de payın vardır. Kaldı ki, sınıf savaşımında her adımın, her kararın doğru olmasını istemek ayrı bir şeydir, bunu gerçekleştirmek ayrı bir şey. Yanlış yapmayacağım diyorsanız, eylem yapamazsınız. Taşın, eylemsiz bir nesnenin hatası olmaz. Örgütlü mücadele, yanlışlardan öğrenmenin de yoludur. Önce o yanlışı yapanlardan olursanız, o durumda, öğrenmeniz sizin için daha rahat olur. Hiç mücadele etmeyenlerin, hiç hatası olmaz. Biz devrimciler, “hatasız yürümenin” garantisinin olsa olsa örgütlü mücadelede, kolektif iradede olduğunu düşünürüz.

12 Eylül yenilgisinin ardından, birçok kişi, karşı saflara geçmedi ama örgütlü mücadeleden uzak durdu. Ki bizim esas ilgi alanımızda olanlar, dönekler, devrime sövenler değil, tüm temizliğine rağmen devrimden uzak duranlardır. En çok kullandıkları cümle, “benim delinmemiş bir tek kulağımın arkası kaldı.” Yanlış bilmiyorsam, bu cümle, ticari dünyaya aittir ve orada kalması daha yeğdir. Ama ille de kullanılacaksa, bir tek kulağınızın arkası kaldı ise, boş verin orası da kalmasın demeyi görev biliriz.

“Devrimci olmaya evet ama örgütlü mücadeleye hayır”, aslında 12 Eylül ile oluşmuş bir bilinç kaymasıdır. Örgütlü mücadele olmadan kapitalizm yıkılmaz ise, “devrimci olmak” ne anlama gelir? Hiç kuşkunuz olmasın, bu insanlara, yaşadıklarına büyük saygımız vardır. Bu nedenle bu yanlışları eleştiriyoruz.

Bize göre bugün de bildiklerimizi teraziye koymamız gerekir. Bu nasıl bir bilmektir? Örgütsüz devrim olmaz, ben de örgütlü mücadeleye girmem, emir komuta zincirine girmem. Peki ne yapacağız? Öneriniz nedir? 12 Eylül yenilgisinin sonucudur bu. Bugün Gezi ile birlikte 12 Eylül yenilgisi ile toplumsal çapta hesaplaşma başlamıştır. Ama bu kez de söylem değişmeye başlamıştır: Yeterince güçlü örgütler yok. İyi ama sen katılmazsan, nasıl yeterince güçlü olabiliriz? İşte biz, bu mantığın arka planındaki örgütlü mücadeleye uzak durma eğilimini eleştiriyoruz.

Kapitalizmi yıkma isteği eğer samimi ise, bunun yolunun, ister biz yapalım, ister başka dostlarımız, örgütlü mücadeleden geçtiğini kabul etmek gerekir.

Örgütlü mücadeleye katılmak, aslında tüm sorunlarını çözmüş örgütler bulmak demek değildir. Mesela liderlik meselesi var. Bize göre, kolektif önderlik bir çözümdür. İyi ama kolektif önderlik, herkesin benim kadar geri durması anlamına gelir mi? Biz, devrimciler, hiyerarşiye, bürokratik mantıkla bakmayı reddederiz. Teoride bu güzel bir şeydir. Bize göre, işlerin bir hiyerarşisi olur. Önce bir iş yapılır anlamında. Mesela saymaya başlarsak, önce birden başlarız. Ama bu 1 rakamının en önemli rakam olduğu anlamına gelmez. İşleri sıraya koymak, işlerin ve işleyişin üzerine yoğunlaşmak esas olmalıdır. Bir barikatın önünde biri barikata karşı en önde yürür. Bu her zaman en önemlinin o insan olduğu anlamına gelmez. Bu, herkesin militanca direndiği bir direnişte herkes olabilir. Bir yerde konuşan kişi, orada o konuştuğu için konuşmayandan daha önemli değildir. Kişiler birikimleri, mücadelede ortaya koydukları emek açısından birbirinden ayrılabilirler. Yeteneği de sayabiliriz, ama yüzde 95 emek, yüzde 5 yetenek ilkesine uygun olarak. Yine de bu örgüt içindeki kişilerin düzeyine bağlıdır. Diyelim ki bir legal partide, bir merkez komitesinin olması, onların birikimi ve emeği ile ilgili olmalıdır. İyi ama tüm bunlar, böyle söylendiği gibi rahat ve pürüzsüz işlemezler. Yaşamı boyunca emir almış bir işçi, birdenbire fabrikada direnişin lideri hâline gelince, önce şaşkınlık yaşar. Bazıları bu durumu, kapitalist sistemin verdiği alışkanlıklarla sağa sola emirler vermek için kullanır. İşte örgütsel yozlaşma, yani amaca uygun olmayan tarzda davranışlar böyle gelişebilir.

Örgütlü mücadele tüm bunlar olacağı için gereklidir. Kapitalist sistemden edinilmiş alışkanlıklar, egemen ideolojinin içte yer etmiş unsurları ancak örgütlü mücadele ile temizlenebileceği için, bu nedenle örgütlü mücadele gereklidir.

Bir işçi, mücadele içinde liderliği öğrendikçe, kendisini dinleyenlere bakıp, kendini filozof sanırsa hata eder. Aslında onun söyledikleri, işçilerin gerçekte yaşadıklarıdır. Bir işçi çocuğu, üniversitede öne çıkar ve lider hâline gelince karşı cinsten kendisine oluşan ilgiyi yanlış değerlendirirse, yozlaşmanın kapısını açmış olur. Aslında onun temsil ettiği mücadeleye gösterilen ilgi, bazı insanlarda güce tapınma eğilimleri ile birleşebilmekte ve başka biçimler alabilmektedir. Tüm bunlar, mücadele içinde yerine oturur ve bu açıdan eleştiri çok önemli bir silahtır.

Önemli bir konudur. 12 Eylül sonrasında “Sudaki İz” gibi romanlarda yansımasını bulan cinsel ilişkiler, örgütlü mücadeleye saldırı amaçlı kullanılmıştır. Örgütler, sanki cinsel ilişkiler için organize edilmiş alanlar olarak tarif edilmiştir. Sanki devrimci kadın ve erkekler, başka bir şey düşünmezmiş gibi tarif edilmiştir. Bu yolla, sola biçim verilmeye çalışılmıştır. Kuşku yok ki, devrimci hareket kitleselleştikçe, böylesi sorunlar da ortaya çıkmıştır, çıkar. Ama örgütlü mücadele hiçbir zaman, hiçbir örgütte böyle olmamıştır.

Kapitalist sistemin, meta üretiminin insanı bozan etkileri, burjuva ideolojisinin derinlere işlemiş alışkanlıkları, her devrimcide bir miktar vardır. İnsanlar bu hâlleri ile mücadeleye girerler. Mücadeleye girmeden önce, bir “arınma havuzu” yoktur. Kaldı ki bu arınma, burjuva ideolojisinin tüm etkilerine karşı mücadeleyi gerektirdiği için uzun da bir iştir. Bu nedenle örgütlü mücadele, devrimin olmazsa olmazıdır.

Devrimci mücadele sırasında, devrimci örgüt, kendi saflarında sosyalizmi, komünizmi kuracak insanın embriyonlarını da yaratır. Ortaklık, kolektif bilinç, eleştiriye açıklık, genel olarak açıklık, ayrımcılığın tüm izlerini söküp atmak, erkek egemen ideolojiye karşı savaş vb. ancak bu mücadele içinde yol alınabilecek konulardır.

Erkek egemen ideolojiye karşı savaş, oldukça önemli konulardan biridir. Bu hem dilde vardır hem de davranışlarda. Devlet açık olarak böylesi süreçleri kullanmak için pusuda beklemektedir. Kendileri bu konuda oldukça kabarık bir suç bohçasına sahip oldukları hâlde, Ensar Vakfı gibi örneklerin sahipleri oldukları hâlde, başkalarını suçlamak için fırsat kollamaktadırlar. Böylesi fırsatlar da elbette çıkar.

Devrimci saflarda, bu konuda tutum oldukça nettir.

12 Eylül sonrasında devrimci hareketi bir yandan “cinsel işler örgütleri” olarak lanse edenler, böyle saldıranlar olmuştur, bir yandan da “bacı kültürü ile” cinsel yaşamın yasaklanmış olması ile suçlayanlar olmuştur.

Ama bu suçlamalar bir yana bırakılırsa, elbette birçok olumsuz olay da yaşanmaktadır.

Diyelim ki bir kadın veya erkek işçi, binlerce yıllık tarihin ürünü olan ve kapitalizm tarafından beslenen “ahlâk” anlayışını nasıl aşacak? Devrimci mücadele olmadan, bu değişim gerçekleşmez.

Devrimci örgütlerin sanırım tümünde, bu konuda bir netlik vardır. Bir ahlâkî sorun, bir aşağılama, bir cinsel saldırı vb. ortaya çıktığında, bu durum, örgütlerin, hareketlerin kendi içlerinde ele alınır, soruşturulur. Bu konuda kararlar alınır. Bu kararlar, herkesi memnun etmeyebilir. Ama inanın, TC mahkemeleri ile kıyas götürmeyecek kadar ciddi ve sağlıklı bir işleyiştir bu. Mesela bizim hareketimizde açıklık temeldir. Sorunun tarafları açık olmak zorundadır. Açıklık yoksa, zaten ilerlemek mümkün değildir. Bizim için önemli olan, erkek egemen ideolojinin uzantılarına karşı mücadeledir. Kadın veya erkek, kapitalist sistemin ortalama günlük bilincinde erkek egemen ideolojinin etkilerini taşırlar. Namusu kadının bacakları arasında arayan, kadını cinsel bir obje olarak gören, erkeği evin reisi olarak gören, kapitalist sistemdir, burjuva ideolojisidir. Bunun bizim saflarımızda yansımaları olmaması düşünülemez. Bu sorunlar, “kişisel” tutumlarla çözülemez. Devrim ve devrimci mücadele esas alınarak çözülebilir.

12 Eylül yenilgisinin örgütten kaçış eğilimi şeklinde ortaya çıkan bir yansıması da, “hatasız, eksiksiz örgüt” arama işidir.

Hatasız örgüt olmaz. Bu işin mantığına aykırıdır. Siz bir sistemi yıkmak için bir savaşa gireceksiniz ve bu uzun savaşı, “hatasız” yürümeyi hayal edeceksiniz. Bu mümkün değildir.

Örgütün, hareketin niteliği, saflarında yer alanların düzeyine, samimiyetine, savaşkanlığına bağlıdır. Bu ne kadar gelişmiş ise, hatalar o kadar azalabilir. Bizce önemli olan hata yapmamak değil, yapılmış hataları sürekli yapmamaktır. Bir devrimcinin ciddiyeti, hatalar karşısındaki tutumundan anlaşılır.

“Eksiksiz örgüt” ise, idealize etme hâlidir. Hem bilgimizin sürekli gelişmek zorunda olduğunu kabul edeceksiniz hem de eksiksiz bir örgütten söz edeceksiniz. Bu olmaz. “Eksiksiz, güçlü” bir örgüt beklemek, bilerek ya da bilmeyerek kendini örgütsüzlüğe mahkûm etmek olur.

Bize göre devrimci, öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir. Devrimci, kendini her zaman bir öğrenci olarak bulmalıdır. Öğrenci olmak, aktif bir tutum alındığında, eylemli olunduğunda anlamlıdır. Sıradan bir işçiden öğrenemeyen, kendi yoldaşından da öğrenemez. Kendi bilinci ile hayata müdahale eden kişi, öğrenmeyi unutursa, küçümserse, kaçınılmaz olarak amacından sapar, yozlaşma sürecine girer. Maharet, iyi öğrenciler olabilmektedir.

Eminim, bu konuda daha çok tartışılacak şey vardır. Ama sanırım, örgüt kaçkınlığının birçok versiyonu olduğu konusunda hemfikir olabilmişizdir.

Örgüt özgürlüktür.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...