Ana Sayfa Blog Sayfa 79

Kapitalizm gezegeni yok ediyor, Saray’da “sara” salgın hâle geliyor

Kıyamet “alâmetleri” midir bunlar? Bir yanda yangınlar, Ege ve Akdeniz’in en güzel yerlerini, ormanlarını, hepsi de deniz manzaralı ormanlarını küle çeviriyor. Daha yangınların ne olduğunu anlamadan, bu kez Karadeniz’in batısından doğusuna tümünü seller teslim alıyor, yıkıp önüne katıyor.

Kıyamet alâmetleri, dinî inanışların tümünde vardır. Neden kıyametin alâmetine gerek olduğu da bilinmez. Çünkü, alâmetleri ortaya çıkınca insanların kıyameti durdurma veya geciktirme şansı veya hakkı yoktur dinî inanışlarda. Ama kıyamet gününden çok korkulur. Ve anlatılanlar, sıradan şeyler değildir, sarsıcı, uç olaylardır.

Burada dinî inanışlardan biraz uzaklaşalım.

Sanki, tüm bu olup bitenlerde, sermayenin insan şekline bürünmüş hâli olan kapitalistin ve sistem olarak sömürü toplumlarının en gelişmişi olan kapitalist sistemin büyük payı vardır. “Sanki”, sözün gelişi olarak, “büyük payı” ise sizi düşündürmek içindir.

Kapitalizm, gezegeni yok ediyor.

Doymak bilmez kâr hırsı, insanın insan tarafından sömürülmesinde sınır tanımaz bir yoğunlaşma, doğanın ve onun bir parçası olarak insanın yağmasını, gezegenin yok edilmesi noktasına kadar getirdi.

Sermaye vampirdir, der Marx ve vampir sermaye, insan emeği, canlı insan emeği emerek büyür. Sermayenin insan hâlindeki şekli olan kapitalist, daha çok artık değer elde edebilmek, daha çok canlı insan emeğine el koyabilmek için, gözü doymak bilmeyen kâr hırsı için, tüm doğayı yok etmektedir.

Bunun elbette bir sonu vardır. Düşünülebilecek bir son, gezegenin kâr hırsı ile yok olmasıdır. Doğrusu sermayenin insan hâline dönmüş hâli olan kapitalist, dünyanın, gezegenin geleceğini düşünemez.

İkinci bir “son” da var elbette. Kapitalist sistemi yeryüzünden silip atmak, ortakçı, komünist düzeni kurmak. Toprağı, suyu sahiplenmiş, mülkiyetine geçirmiş kapitalistlerin, gökyüzünü, güneşi, havayı mülkleri hâline getirmesini beklemeden, burjuva egemenliği yerle bir etmek, insanın insan tarafından sömürüsüne son vermek, mülkiyete son vermek. İşte o zaman, insan “toplumsal” bir varlık olarak özgürleşebilir.

Burjuva özgürleşme, gerçek bir toplumsal özgürleşme değildir, olamaz. Bir burjuva kadın mesela, bir işçi veya köylü kadına göre, bir “ev kadını” (her ne demekse)’na göre elbette “özgür” sayılır. Ama en ileri toplumsallaşmayı “aile” ve “mülkiyet” bağları ile sınırlı tutmak zorunda olan burjuva özgürleşme, asla ve asla, gerçek bir özgürleşme olamaz. Mülkiyet ortadan kalkmadan, mesela kadının özgürleşmesi söz konusu olamaz.

Bizim özellikle vurguladığımız “mülkiyet” ve “mülkiyet ilişkileri”, “tekelci hâkimiyet” ve “onun gerektirdiği şiddet” gibi kavramlara lütfen tekrar bakılsın. Mülkiyet, tek başına, mülkü edinilen mesela ağaç ile, mülk sahibinin ilişkisi değildir. Mülkiyet bir “doğal” ilişki değildir. Öyle ise, orada duran ağaç gibi durmaz, bambaşka ilişkilere yol açar. Meta nasıl ki, fetişizme kadar varan bir sosyal süreç doğuruyor ise, mülkiyet de öyledir. Kadının mülk edinilmesi de içindedir. Para karşılığı seks, “ahlâksız teklif” diye ortaya çıkan filmlerin daha az kirlenmiş hâlidir.

Evet, konudan fazla uzaklaşmayalım, kapitalizmi yıkmak, gezegenin yok olması sürecini durdurabilecek bir başka seçenektir. Ve ister güçsüz olun, ister bunun zaman alacağına inanın, en kısa yol budur.

Demek ki biliyoruz ki, kapitalizm, gezegeni yok etmektedir.

Biliyoruz ki, bir sosyalist devrimler zinciri ile darma duman edilip, tarihin çöplüğüne atılmadan, bunun durması mümkün değildir. Öyle, zenginliğin zirvesindekilere terapi uygulayıp, onları insafa çağırarak bunu durdurmak mümkün değildir. Tersine bu öneriler, sonuçsuz önerilerdir. Yoksulluğa karşı zekât dağıtalım, kadına karşı şiddete karşı erkeklere yalvaralım, çocuk istismarına karşı insaf çağrısı yapalım, insanların ihtiyaçlarından fazlasını üreten (dünyadaki hemen her ürünün ortalama olarak ihtiyaçtan 2,5 kat fazla üretildiği Kaldıraç sayfalarında okunmuştur) kapitalistlere insaf edin yapmayın diyelim, zengin mahallerindeki çöplerden kırıntıları toplayalım, yangınlara, depreme, sellere karşı dua edelim tarzındaki öneriler, gerçekte, sorunun kaynağını gizlemektedir.

Yok eden, felaketlere zemin hazırlayan, kâr amaçlı üretimdir. Kâr amaçlı üretim, insanı yok etmektedir. Kâr amaçlı üretim vahşiliktir. Modern kapitalizm, sınıflı toplumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en vahşisidir.

Gezegeni, insanı, insanın insan olma hâlini, insan toplumunu, tüm özgürlükleri yok eden, kapitalizmin kendisidir.

Bu nedenle de kapitalizmi yıkmak, sadece işçi sınıfının görevi değil, insanım diyen herkesin katılacağı bir büyük mücadeledir.

Kapitalizmi yok etmek üzere dünya proletaryası ayaklandığında, işte dünyevî kıyamet o zaman kopacaktır.

* * *

Peki ama, mesela ülkemizde yaşanan “felaket”ler daha yakından incelenmemeli mi? Yani, “kapitalizm budur işte” demek yeterli mi?

Elbette değil. Biz devrimciler, somut olayları somut olarak ele almaktan yanayızdır. Yani, nihayetinde, kapitalist sistemin yarattığı bir gerçek olan bu “afetler” konusunu da detaylıca, somut olarak ele almaktan yanayız.

Bu sayıda da yayınlanan Fikret Soydan’ın yazısını okudum. Doğrusu, hem detaylı bilgiler içermektedir hem de yangınlar konusunda gerçeğin tüm yönlerini ortaya koymaktadır. O yazı yayınlandıktan sonra, TC devleti, “yangın bölgelerine giriş-çıkışı” yasakladı. Halkın doğrudan yangına müdahalesi, aslında hava müdahalesi olmadan işe çok yaramasa da, halk içinde Gezi tarzı bir örgütlenme ve dayanışmanın gelişmekte olduğunu gördüler. Saray Rejimi işte budur. Yangınlardan sonra oluşan halk dayanışmasını, yeni bir Gezi’nin fitili olarak düşündüler ve hemen harekete geçip, yasaklamalar getirdiler. Aynı zamanda, basına da yangın görüntülerinin gösterilmemesi konusunda uyarılar, yasaklar geldi. Ardından, sosyal medyadan çağrılarla aktif olarak yangın söndürme çalışmalarına katılan ve çok izleyicisi olanlara saldırılar devreye girdi. Böylece, bizim iddiamız olan Saray ve halk, Saray ve işçi sınıfı karşıtlığı, iki cephe olarak bir kere daha ortaya kondu, yazı daha mürekkebi kurumadan doğrulanmış oldu.

Karadeniz’deki seller de benzer bir durumu göstermektedir.

1- Dere yataklarına yapılan binalar,

2- Sahilde dere yataklarını kesen yol.

Bu iki neden, aslında Karadeniz’in doğasını yağmalayan mantığın eseridir. Rant, yağma ve savaş ekonomisine de son derece uygundur.

Sadece, deniz manzaralı ormanları yakmıyorlar, sadece deniz manzaralı ormanlar yanınca onları seyretmiyorlar, aynı zamanda gelişen her doğal “felaket”i, ranta çevirmek için harekete geçiyorlar. Manavgat’ta, TOKİ evleri, faiz oranına kadar hesaplanıp, yangın sönmeden bizzat Saray’ın en başı tarafından pazarlanmaya başlandı. Marmaris’te insanların kafasına kendinden geçmiş bir kibir ile çay fırlatan Erdoğan, Kastamonu’da, Bozkurt’ta, “evlerinize doğalgaz getireceğim” diye müjde verdi.

Yerindedir, epilepsi hâli, “felaket” yaşayanlara “müjde” verme kibrini tepeye çıkartıyor. Şimdilerde, hep birlikte, şu tartışmaları dinliyoruz;

– Ölü sayısını söylemeyin,

– Sel görüntülerini göstermeyin,

– Derinliği 4 metreyi bulan akıntının HES kapaklarındaki arıza ile bağını söylemeyin,

– Toplama-çıkarma yapamayan Soylu’nun (Peker’e ithafen Süslü Süleyman’ın) hesaplama hatalarını yazmayın.

Peki basın ne yapsın?

Yanıtı belli, “takdir-i ilahi” desin. Devletin tüm gücü ile orada olduğunu söylesin. İnsanların çığlıklarını gizlesin.

Saray Rejimi, karanlığı çok seviyor. Yarasalar alınmazsa, yarasa gibi karanlıkta yaşamayı seviyorlar ve kan emmeyi. Yarasaların yapamadığı şeyleri de onlar yapıyor, rant yaratmak, yağma fırsatlarını kaçırmamak, savaş ekonomisini büyütmek. İşte Saray Rejimi’nin bu “felaket”lere yaklaşımı budur.

“Felaket”, aslında bilinmeyen afetler için kullanılabilir. Oysa Karadeniz’de sel meselesi bilinmez değildir. Bu ülkenin onurlu, namuslu insanları onlarca yıldır Karadeniz sahil yolunun nelere yol açacağını söylemişlerdir. Kendilerine vahiy indiğinden dolayı bunu bilmediler, hayır. Bu süreci, bilim, azıcık samimi olan herkese göstermektedir. Son selde, eski köprülerin yüksekliğini bilenler, yeni köprülerin neden o kadar alçak yapıldığını önceden soranlar, bir kere daha “bilmiş” oldular. HES’in ne demek olduğunu, önceden söyleyenler vardı.

Dere yataklarına yapılaşmanın ne demek olduğunu anlatanlar, “vatan haini” olarak isimlendirilmişlerdi. Yamaçlarda ağaç kesmenin ne demek olduğunu anlatanlar, “mülkiyet düşmanı” ilan edilmişlerdi.

Ve şimdi halkın gösterdiği tepkiyi bastırmak için, bir yandan Saray Rejimi, diğer yandan onun uzantısı olarak davranan burjuva “muhalefet” (CHP ve İYİ Parti dahil) devreye girmektedir. Mesele selin zararlarının önlenmesi değil, mesele selin zararları ile hayatını kaybedecek olanların kurtarılması değil, mesele halkın tepkisinin bastırılmasıdır. İşte yaptıkları budur.

Yani, Saray Rejimi bir taraftır. Burjuva egemenlerin, uluslararası tekellerin cephesidir. Karşısında, halk, işçi ve emekçiler, insanım diyen herkes diğer cephedir.

* * *

Birçok “okur yazar” ya da bizim yeni isimlendirmemizle okur yazar takımı (OYT), bugünlerde, haber izlememekle övünmektedir. Ülkenin hâli nedir diye görmek, bakmak istemiyorlar. Bir bölümü, “zaten yalan söylüyorlar” diye haber izlememektedir. Bir bölümü, “haber seyretme, o zaman moralin bozulmaz” demektedir.

Ne âlâ değil mi?

Devekuşu, bilmiyorum görünmemek için mi, ama tehlike anında kafasını kuma sokarmış. Ne de olsa devekuşu. Aklı, bizimki ile kıyaslanır gibi değil. Kafasını kuma gömünce, o güzelim vücudunun de görülmediğini düşünüyor olmalı. Bu hâle, gerçeğe gözlerini kapamak da diyebilirsiniz.

Ülke kan gölüne dönmüş, ülke kavruluyor, ülkede kıyamet kopuyor, ama bizim OYT, “kendi hâlinde mutluluk”un formülünü bulmuş gibi, haber izlemiyor. Böylece, OYT’nin, o kutsal, özenle korunması gereken, zarar görmemesi gereken sinirleri yıpranmıyor. Ne âlâ!

“Kendi hâlinde mutluluk”, aslında “bireyci” kapitalist mantığın bir devamı, uzantısıdır. Ve eksik sosyalleşmedir. Sosyalleşme, toplumsal bir varlık olarak insanın, kendi ailesinin dar çevresi dışında dostlarının, düşmanlarının oluşması demektir. Kendi dar aile çevresi dışında bir yakını, bir sevdiği, bir dostu olmayan, kendine en yakın dost olarak parasını ödeyerek gittiği psikologları bulmak zorunda kalır.

Kaçıştır.

Kadınlar her gün öldürülüyor, ama sen henüz öldürülmedin. Öyle ise “kendi hâlinde mutluluk” formülüne sarıl. Bu dünyada sadece sen ve senin ailen, başka hiç kimse yok. Kapını kimse çalmasın, kimse sana “tuzun var mı komşu” diye sormasın. Peki o en güzel giysilerini kimin için giyeceksin?

Ülkede eğitim gasp ediliyor. Özel okullar, büyük bir rant kaynağı olarak sunî varlıklar gibi yükseliyor, ama sen, okulunda “kendi hâlinde mutluluk” formülünü bul. Bulamadın mı, biraz da anti-depresan al, gözlerini kapat. Haber izleme. Aman, senin sinirlerin bozulmasın, öbür dünyada o sinirler sana çok mu lazım olacak?

Manavgat’ta bir anda, altı noktadan başlayan bir yangın var. Ülkenin çoğunu sarıyor. Yangını kimin yaktığını bilmiyoruz, doğru ama, kimin söndürmediğini biliyoruz. Aman bakmayayım, üzülürüm, o güzelim ağaçları yakıyorlar, ne kötü, için dayanmıyor, haberlere bakmayayım de. De ama, sen bakmayınca, o güzelim ağaçlar yine yanıyorlar. Senin ağaç sevgin, sadece sana ait ve sadece sende mi kalmalı? Bu mudur insan olmak, okur yazar olmak bu mudur? Bu mudur bilinçli hâlin senin? Peki ya bilinçsiz hâlin nasıldır?

Kürtler her gün öldürülüyor. Onların seçtiği belediye başkanları bir bir tutuklanıyor ve yerlerine kayyum atanıyor. Sen gelecek seçimlere kadar sakın haberlere bakma. Bakma ki, senin insanî duyguların incinmesin. O Kürt çocuklarının yanmasını sen seyretme, çocuğunun cesedini buzdolabına koyan annenin feryadını duyma, duyma ki, sen bir anne olarak kendi çocuğunu gönül rahatlığı ile emziresin, öyle mi? Bu mudur senin insan olma hâlin?

Ülkede her gün iş cinayetlerinde insanlar ölüyor. Her gün onlarca çocuk kayboluyor. Ama sen, sinirlerin bozulmasın da akşam yemeğini eşinle birlikte yiyebilesin diye sakın haberlere bakma. Sen en iyisi, Netflix’te bir film bul. O filmde, modern yaklaşımlarla “insanlık hâllerini” izle ve sonra şarabını koy, güzel bir film seyretmenin hazzını yaşa. Sana ne haberlerden!

Sel felaketini seyredemem, çünkü bu kadar kötülüğü artık midem kaldırmıyor. Öyle mi? Öyle ise Saray’a söyleyelim, senin midenin kaldıracağı kadarını yayınlasınlar. Yangın görüntülerini değil, sönmüş ormanların görüntülerini seyret, belki miden kaldırır. Sakın ha, yarısı yanmış inek görüntüsünü yayınlamasınlar, sakın ha tomrukların arasında sıkışmış suyun içinde can vermiş insan cesetlerini sana göstermesinler, onun yerine sana, selden sonra kalan çamuru göstersinler, bu sana yeter. Sen, Erdoğan’ın “çay atma” sahnesini seyret ve onu da, bu kadar da olmaz, diyerek seyret. De ki, hiçbir Avrupa ülkesinde bu olmaz, ama bizde oluyor. İşte senin insan olma hâlin budur.

Ama bir gün, senin başına bir şey geldiğinde, insanlara “bana yardım edin” demeyi unutma. Edecekler çıkacaktır, sakın şaşırma. İşte insan olan onlardır. Bugün seni, mücadele etmeye çağıranlardır.

* * *

“Felaket”leri, daha da ağır hâle getiren, ülkenin egemenlerinin hem dün hem de bugün aldıkları tutumdur. Doğaları gereği bunu yapıyorlar. Sermaye, işçi kanı emerek büyür. Kapitalist, sermayenin kişilik bulmuş hâlidir. O başka türlü davranamaz.

Felaket mi var, hemen, ellerini ovuşturur. Soylu’nun en çok sevdiği müzik, sigorta poliçesi keserken OKİ printer’ın çıkardığı ses idi ya. Artık biliniyor. Soylu, en süslü hâli ile bu sese aşıktır. Başka da bir duygu bilmez. Onun bildiği vatan bu sesten, poliçelerden gelecek paradan ibarettir. İşte aynen onun gibi, rantçılar, yağmacılar, felaket gördüler mi, peşin paranın kokusunu almış olurlar. Hemen harekete geçerler, TOKİ evleri ve şu kadar faiz. Saray onların ortak sesidir.

Ama Saray’ın bu hâli, bugünlerde, oldukça ilgi çekici sahneler ortaya çıkarmaktadır.

Acaba, hekimler bu konuda ne der? Sara ya da başka bir adla tutarak ya da epilepsi, salgın gibi bulaşıcı olabilir mi?

Biraz olsun bilgim var, daha çok ırsî diyenler çıkacaktır belki ama kimse “bulaşıcı” demeyecektir.

Ama ben yine de sormak istiyorum, sara, epilepsi, tutarak, acaba bulaşıcı mıdır?

Sara bir sinir hastalığı olarak tarif edilir. Herkesin gözünün önünde bir görüntü vardır: Birdenbire yere yıkılmış, bilincini kaybetmiş, ağzından köpükler çıkan ve soğan koklatılan bir vücut. Ama biliyoruz ki, aslında sara ya da tutarak ya da epilepsi, ruh hastalığı olarak da bilinir ve bir çeşit nöbettir. Hem çeşitli nedenleri vardır hem de türlü görünüm biçimleri. Bilinç kaybı ve sarsıntı hep var. Ama ani sinir patlamaları diyebileceğimiz ve ağızdan köpük gelmeden ortaya çıkan biçimleri de var.

Ahmet Nesin, sağolsun, konu ile ilgili bir video-yorum hazırladı. Cumhurbaşkanı’nın bu hâlini ele aldı. Erdoğan’ın bu hastalığını ben, ilk kez Yalçın Küçük’ün yazılarından öğrenmiştim. Küçük, saralı bir kişinin, mülkî amir olamayacağını söylüyordu ve Erdoğan’ın bu nedenle, diploma bir yana salt bu nedenle başbakan olamayacağını söylemişti. Baykal bunu biliyordur. Devletin her kademesinin bildiği bir “sır” olduğu açıktır. Ama yine de Baykal’ın bunu unutması, genç bir kadın ihtiyacının nüksettiği bir anda devlet pezevengine başvurması ile gerçekleşmiş olabilir. Amerika için bu sorun değildir. Saralı biri, belki de daha iyidir. Zaten, bu sara nöbetlerinin, hariçten bağlantı kurup mesaj almakta da işe yaradığı inancı yaygındır.

Ama acaba bulaşıcı mıdır?

Biyolojik olarak bulaşıcı olmadığını biliyorum. Irsî olduğu da söylenemez. Ama yine de sormak istiyorum, acaba “sara”, epilepsi bulaşıcı mıdır? Değildir demek kolay. O hâlde hekimler bize açıklasın, madem bulaşıcı değil, nasıl oluyor da, tüm Saray, epilepsi olmuş durumuna geldi?

Şaka bir yana, bizim “çöküş” dediğimiz budur. Tüm devletin, hatta dünya devletlerinin bildiği bir “sır”, ancak TC devletinde bu kadar korunaklı olarak saklanabilir.

Saray, halktan korkmaktadır. Saray’ın sırları, halktan saklananlardır. Bugün, Can Dündar’ın ülkeyi terk etmesine neden olan, malına mülküne el konulmasına neden olan “sır”, tüm dünyanın o zaman da bildiği, Suriye’ye silah taşıyan TIR’lar ya da “MİT TIR”larının ifşa edilmesi idi. Herkes biliyordu. ABD zaten işin içinde idi. İngiltere, Almanya vb. Rusya zaten biliyordu. Suriye zaten biliyordu. Bilmeyen tek ülkemizin insanları idi. Ama Can Dündar bu haberi yapınca, “devlet sırlarını açıklamaktan” vatan haini ilan edildi, kurşunlandı ve ülkeyi terke zorlandı.

Sara meselesi de böylesi bir “sır”dır. Herkes biliyor ama halk en az biliyor.

Belki de Saray bu sırrı açıklasa ve “saralı bir adama muhalefet edilir mi, bu ne utanmazlık” dese, yeni bir seçimi almak için bu sırrı kullanabilir.

Hadi diyelim ki, uyku hâli, bu epilepsinin kişisel yansımasıdır. Tamam, anlaştık.

Yangınlardan sonra, Erdoğan’ın TOKİ evleri pazarlaması da, diyelim ki, yağmacının, rantçının fıtratında vardır ve kişiseldir, yine anlaştık.

İyi ama, Rize’de “çay atma” gösterisi, Marmaris’te çay atma gösterisi, o da mı kişisel hâldir? Kürsünün yanında bulunan ve Erdoğan’ın çay atma törenini yöneten çığırtkanın varlığı, o da mı kişiseldir? Sanırım, bu yanlış olur ve burada anlaşamayız. Bu devlet töreninin epilepsi ile birleşmiş hâlidir ve epilepsinin bulaştığının göstergesidir.

CNN Türk yayınında, Erdoğan, gazetecilerin karşısına çıkıp, mülakat vermektedir. Bu, gazetecilerin soru sorması, onun da yanıtlaması anlamına gelir. Normal olarak durum budur. Sadece Erdoğan’a, “zeki” ve “eklenmiş” gazeteciler, kolay sorular sorarlar. Beklenti budur. Oysa anlaşıldı ki, hem de deşifre edilmedi, bizzat yayın sırasında anlaşıldı ki, Erdoğan, soruların yanıtlarını prompter adı verilen bir ekrandan okumaktadır. Demek, sorular önceden gazetecilere verilmiş. Gazetecilerin bu soruları ezberlemesi istenmiştir. Gazeteciler bu soruları ezberlemiş. Ve Erdoğan, önceden yanıtların verildiği prompter’dan bu yanıtları okumaktadır. Bu yetmemiştir. Erdoğan’a arkadan bir ses, söyleyeceklerini sesle söylemektedir. Tiyatrocuların “sufle” dediği repliği arkadan okuma uygulamasıdır bu. Ve dahası, arkadaki ses duyulmaktadır. Anlaşılan, ‘Düşkün’ Abdülkadir’in sesidir bu. Abdülkadir, düşkün olmanın yanında, bir de sufleci sıfatını hak etmiştir ve bunun için allah bilir kaç dolar almıştır.

Madem prompter’dan cevaplar verilecek, bunu organize edemiyor musunuz? Bu CNN ne biçim bir TV kanalıdır? Bu kadar televizyonculuk bilgileri yok mudur? Vizontele’yi seyretmemişler midir?

Madem sufleci lazım, bula bula Düşkün Abdülkadir’i mi buldunuz? Bari, tanınmayan bir ses olsa idi. Madem duyulacak, bari bir kadın sesi koysaydınız ki, reytinginiz yükselirdi.

Hem sonra Bahçeli’yi örnek alsaydınız; tweetlerini Atasagun’un yazdığını kimse biliyor mu? Hayır, hiç kimse bilmiyor.

Demek ki, epilepsi, bir ruh hastalığı olarak, değişik görünüm biçimlerinde, CNN’de de yayılmıştır.

Erdoğan bu görüşmede, yangınlar ve afetler üzerine konuşmaktan çok, üç bomba haber çıkarmıştır. İlki prompter ve sufle olayıdır ve onu konuşmuş olduk. Diğer ikisi şöyledir: (1) sosyal medyaya yeni bir sansürün ve denetimin getirilmesi hazırlığı. Bunun için meclisi bekliyorlar. CHP ve İYİ Parti, bu konuda “yandan çarklı” bir destek verecekler, görünüşte muhalif olacaklar, ama aslında destek verecekler. Başka bir nedeni yoktur. Yoksa Cumhurbaşkanı kararnameleri ile bunu yapabilirler. (2) Taliban ile görüşme meselesidir. Demek Erdoğan, Biden tarafından bilgilendirilmiş ve Taliban’ın yeni Afgan yönetimi olacağı kendisine deklare edilmiştir. Erdoğan bunu biliyor ve Taliban ile görüşmeden söz ediyor. Taliban ile zaten inançlarının farklı olmadığını söylemiştir. Bu, Müslüman dünyasına bir haber idi. Birçok samimi Müslüman, kadınların yüzlerine kezzap atan, çocukları ve kadınları mal olarak pazarlarda satan, adam kesen vb. eylemleri ile Taliban’ın İslam’ı temsil edemeyeceğini düşünmektedir. Ama İslam dünyasının lideri olarak anılmaktan hoşlanan Erdoğan, inançlarının Taliban ile farklı olmadığını söylemektedir. Birçok Afgan savaşçının, Biden görüşmesinde kararlaştırıldığı gibi, Türkiye’ye göç ettiği bugünlerde Erdoğan, diplomatik hamle yapmış, bunu CNN yayınında “patlatmış”tır. Taliban ile görüşme yakındadır. Aslında bu “beyan”, hâlihazırda bu görüşmelerin zaten var olduğunu göstermektedir. Muhtemelen, Taliban’ın, Kâbil’i almasını beklemektedirler ve onun da uzak olmadığını düşünmek mümkün.

Şimdi, Saray Rejimi’nin devrilmesi için, seçim beklemek üzerine hesap yapan devletin bir kanadı, muhalefet partileri, daha net olarak Saray payandası olarak deşifre olmaktadır.

Cepheler açıktır.

Birinde Saray Rejimi var. Uluslararası tekeller, ülkenin egemen burjuvaları, devletin içindeki “ulusalcı” diye adlandırılanlar, eski devlet demek olan Ergenekoncular, kısacası tüm devlet, Saray Rejimi’nin saflarındadır.

Diğer tarafta ise halk vardır, işçileri ile, emekçileri ile, gençleri ile, kadınları ile halk.

Devletin içinde birden fazla eğilim var. Bunlardan bir kesimi, Saray Rejimi’nin olduğu gibi, güçlendirilerek sürmesinden yanadır. Diğer bir kesimi ise, “parlamenter sisteme” dönerek, Saray Rejimi’ni arkada bırakıp, devleti korumak isteyenlerdir. Onlara göre, kişiyi değil, devleti kurtarmalıyız. Bu nedenle, uygun bir yöntemle, Erdoğan’ın değişimini istemektedirler. Bu konuda da Erdoğan’ı ikna etmeye çalıştıkları söylenebilir, yansıyan budur.

Her iki eğilim de sonuçta halka karşıdır ve esas olarak halktan korkmaktadır. Bu nedenle yangın bölgelerinde halkın çalışmasını istemiyorlar. Bu nedenle sel haberlerini gizliyorlar. Bu nedenle, medyada karartma uyguluyorlar. Bu nedenle, her hak arama eylemine saldırıyorlar. Bu nedenle, baskı ve şiddeti artırırken, CHP ve İYİ Parti eli ile halktaki öfkeyi kontrol etmek istiyorlar.

Halkın seçeneği ise açıktır.

İşçi sınıfı önderliğinde, iktidarı almak, tüm iktidarı burjuvalardan temizlemek halkın gerçek kurtuluş seçeneğidir.

Bunun yolu ise açıktır; örgütlenmek, direnişi daha da örgütlü hâle getirmek, her şart ve koşul altında direnişi sürdürmek.

Bize diyorlar ki, bu çok zor.

Zor olduğunu kabul ediyoruz. Ama bunun tek seçenek olduğunu, halkın, işçi ve emekçilerin tek kurtuluş yolu olduğunu biliyoruz. Zor olacağı kesin. Kolay zafer olmayacağı kesin. Binlerce yıllık sömürü ve aşağılanma ile, binlerce yıllık yıkım ve katliamlarla hesaplaşmak, binlerce yıllık sömürü düzenini yıkmak, yeni bir dünya kurmak kolay değildir. Esas zorluk, şimdiden söylemek gerekir ki, yeni dünyayı, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyayı kurmak bölümüdür.

“Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” – Işık Çelik

Günlerdir Ege, Akdeniz yangınlar, Karadeniz sellerle boğuşuyor. Henüz bu felaketlerin nedenleri-sonuçlarıyla uğraşırken ortaya bir Afganistanlı mülteci sorunu atılıyor. Bunca hızla değişen/değiştirilen gündem, aklı dumura uğratma konusunda egemenler için epey kolaylık sağlıyor. Yangının yarattığı öfke selle, selinki Afganistanlıyla, Afganistanlınınki Suriyeliyle absorbe edilmeye çalışılmakta. Böylece çark dönmekte. Sistemin, Saray Rejimi’nin yarattığı, önlemek istemediği, giderek de önleyemediği her tür felaketin yarattığı öfke sisteme dönmedikçe sorun yok. Öfkenin sisteme, Saray Rejimi’ne dönmemesi konusunda CHP ve onun çevresine halkalanmış olanların çabaları gözyaşartıcı.

Öncelikle göçmen, sığınmacı, mülteci kavramları üzerinde duralım. Mültecilik kavramı 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi’ne dayanıyor. Aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batının “komünizm tehdidinden kaçanlar için” geliştirdiği uluslararası bir mekanizma. Türkiye anlaşma metnini 1961 yılında onaylıyor. 1967’de BM anlaşmada coğrafî sınırlama getiren “1951’den önce” (ki bu İkinci Dünya Savaşı’na katılan ülkeleri, yukarıda da vurguladığımız gibi özellikle sosyalist ülkelerden gelecekleri kapsıyordu) ifadesini kaldırıyor. Fakat Türkiye bu değişikliği onaylamadığından Türkiye’de mülteci olabilmek için hâlâ Avrupa ülkelerinden birinden gelmiş olmak gerekiyor. Dolayısıyla Suriye, Afganistan ya da Afrika’dan gelenler mülteci statüsü alamıyor. O yüzden resmî olarak “geçici koruma statüsü” gibi kavramlar kullanılıyor. Sığınmacı ise mültecilik başvurusu yapmış ama başvurusu henüz sonuçlanmamış, başvuru sonucunu bekleyen anlamında kullanılıyor. Biz işin bu boyutuyla ilgili değiliz bu yüzden genel olarak göçmen kavramını kullanacağız.

Son günlerde köpürtülen göçmen tartışmasında özellikle “bizim devletimiz, bizim vatanımız, bizim milletimizle başlayan” cümleler kaçınılmaz olarak ırkçılığın ve milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır.

Birincisi “bizim devletimiz”, “bizim vatanımız”, “bizim milletimiz” kavramları yönetenlerin, yönetilenler için, ezilenler için, işçi sınıfı ve emekçiler için ürettiği kavramlar. Ezen ve ezilenin, üreten ve el koyanın, işçi sınıfı ve burjuvaların olduğu bir kesitte ortak “biz”e ait hiçbir şey olmaz. Biz kimiz? Eğer işçi-emekçi isek, ezilenler isek, sürülen-sömürülen halklar isek bizim henüz bir devletimiz yok. Vatan dedikleri “çek defterleri-kasaları”, fabrikaları, madenleri, HES’leri, JES’leri, otelleri, plazaları, sarayları… Biz ise, bu vatan dediklerini üreten, yaratan, çarklarını döndürenleriz. Millet ise bir halkı bir kimliği diğerine göre aşağılamanın, kategorize etmenin, egemenlik kurmanın adıdır. Bizim vatanımız yeryüzü-milletimiz bütün halklar ya da insanlık. Çünkü biz zaten sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı savunanlardanız. “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” diyenlerdeniz.

Gelelim “laik demokratik hukuk devleti”ne. Sistemin en büyük başarısı, olmayanı kitlelere pazarlama yetisi. Burada bu hayalin en büyük alıcısı da CHP ve onun çevresinde halkalanan sol kesim. Bizim cephemizden “nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.” Ne zaman laik oldu bu devlet, ne zaman demokratik oldu? Kurucu kodları soykırım ve halkların katliamı, asimilasyonu üzerine kurulu bu devlet ne zaman demokratik oldu? Ermeni soykırımından, Rum, Pontus katliamlarından mı alalım? Dersim dağlarında mağaralarda zehirli gazlarla yapılan katliam mı, yoksa kan akan dereler mi, Seyit Rıza’nın katli mi, yoksa Dersimin Kayıp Kızları mı demokrasinin göstergesi? Varlık vergisi mi mesela, mesela 6-7 Eylül mü? Tan Matbaası baskını mı? Yoksa Üç Fidan’ın mecliste idamını huşuyla onaylamak mı? Yetmedi, tabii onlar devrimcilerdi, Mahir’ler, Deniz’ler, İbo’lar… Peki ’77 1 Mayısı, peki Maraş, Çorum, Malatya? Peki 12 Eylül? Peki Diyarbakır, Mamak, Metris? Peki Kürt değil kart-kurt? Peki evleri-köyleri yakılıp göç ettirilen Kürtler? Peki Sivas? Peki “faili meçhul”ler? Peki “hayata dönüş” operasyonları? Havan mermisiyle vurulan Ceylan mı, 11 yaşında 12 kurşunla öldürülen Uğur mu (ve adını sayamadığım yüzlercesi)? Roboski mi? “Rojava düştü düşecek” mi? Bodrumlarda yakılanlar mı? Bir hafta cenazesi sokakta bırakılan Taybet Ana mı? Cesetleri parçalanarak başında poz verilen, cesetleri panzerlerle sürüklenen gerillalar mı? Hrant mı? Suruç mu? Ankara gar katliamı mı? Tahir Elçi mi? Suriye yangınına eline benzin alıp koşmak mı? Afrin’in işgali, Suriye’nin yağmalanması mı? MİT tırlarıyla IŞİD’çilere silah taşınması mı? IŞİD’çilerin korunup kollanıp Suriye’ye taşınması, onlardan ordu devşirilmesi mi? SADAT mı? KHK’ler mi, torba yasalar mı? Yoksa her gün katledilen, tecavüze uğrayan kadınlar, çocuklar LGBTİ+’lar mı? JES için, HES için, rant için, taş için, maden için, beton için yağmalanan doğa mı?.. Daha sayamadığım bin tane başlığa rağmen ne müthiş demokrasi değil mi?

Gelelim laiklik meselesine. Tek başına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile bu devletin laik olmadığının göstergesi. Bütçesi ve personel sayısı ile birçok bakanlığı geride bırakan bu kurum Sünni Müslümanlığın devletin ihtiyaçlarına göre toplumun dizayn edilmesinde büyük rolü var. Bu dün de böyleydi bugün de böyle. Sadece zaman zaman daha etkin zaman zaman daha geri planda rol alıyor. Öyleyse ne zaman laik oldu bu devlet? Sırf anayasasında yazıyor diye hiçbir devlet demokratik de olmaz, laik de.

Hukuka gelince o zaten çoktan guguk olmuş. Bunun için çok örneğe gerek yok. KHK’ler, torba yasalar, yüzlerce defa değişen ihale kanunları, adrese teslim vergi istisna ve muafiyetleri, bir gecede statüsü değişen araziler. Katili kollayan, ceza indirimi yapan, serbest bırakan ama mağduru korumayan nerdeyse cezalandıran hukuk sistemi, istediği her kurumun başına kayyum atayan hukuk sistemi, Hapishaneleri siyasi tutsaklarla dolduran hukuk sistemi. Kendi anayasasında yazan temel hakları kullananların karşısına ordusu polisi, tankı tomasıyla çıkan, katillerin ise sırtını sıvazlayıp semirten hukuk sistemi…

Şimdi birileri çıkıp bize “ee, işte biz de onu söylüyoruz hukuk sistemi çökmüş durumda” diyecekler. Yok öyle yağma, ölümü gösterip sıtmaya razı edemezsiniz. Bugün yürürlükte olan, hâlâ 12 Eylül anayasası. Dün hukuk hukuktu da bugün mü guguk oldu? Öyleyse hukuksal yoldan hesabı sorulmuş bir tane gözaltında kayıp davası gösterin, bir tane katliam davası (Maraş, Çorum, Malatya, Sivas…), bir tane hukuksal yoldan aydınlatılmış “faili meçhul” gösterin. Bu devletin meclisi Deniz’lerin idamına onay vermiş bir meclis, o mu demokratik yasalar yapacak? Bu ülkenin hukuk sistemi, ‘Pazartesi Atatürk Dersim’e gelecek ve halk tutuklu olan Seyit Rıza’nın serbest bırakılmasını kendisinden talep etmesin diye, Cuma günü mesai saatinden sonra yargılama yapıp ertesi gün Seyit Rıza’yı idam etmiş’ bir hukuk sistemi; bu mu demokratik olacak? Bu ülkede Tan Matbaası olayında yer alanlar daha sonra başbakan, cumhurbaşkanı oldular. Bu ülkede tescilli katiller milletvekili oldular, bu hukuk mu bugünküne alternatif önümüze koyduğunuz?

Sonuç olarak bu devlet tüm varlığıyla işçi sınıfına, emekçilere, yoksul köylüye, halklara, gençlere, öğrencilere, kadınlara, doğaya düşman bir devlet. Bunun hemen her gün çeşitli kesimler tecrübe ediyor. İşçiler tazminatları için Ankara’ya yürüyor ve hemen önüne jandarma çıkıyor. İşçiler ise “dinle alay komutanı” diyorlar. Üniversiteye kayyum atanıyor, öğrenciler protesto ediyorlar karşılarında polisi, ÖGB’si, tomasıyla devlet. Gece vakti evleri basılıp kapıları kırılıyor ama öğrenciler pes etmiyor ve sonunda kayyum gitmek zorunda kalıyor. Her gün kadınlar katlediliyor, göz göre göre gelen katliamları önlemek için kılını kıpırdatmayan devlet, hemen protesto eden kadınların karşısına dikiliyor, ama kadınlar sokakları terk etmiyorlar. Deresine ormanına sahip çıkan köylünün karşısına jandarma çıkıyor, köylü, sen Cengiz’in jandarmasısın, diye bağırıyor. Ormanlar cayır cayır yanarken fırsattan istifade maden alanını açmaya çalışan Limak karşısında direnişçileri bulunca devreye jandarma giriyor, jandarma elbette ormanı değil Limak’ın makinalarını koruyor… Böyle böyle emekçiler, köylüler, kadınlar, gençler her gün yeniden tecrübe ediyorlar bu devletin kimin devleti olduğunu.

Ormanlar cayır cayır yanıyor, ortada henüz bir yardım, helikopter, uçak yok, ama nasıl oluyorsa TOKİ projeleri hazır, devletlu konuşuyor: “Öyle evler yapacağız ki evi yanmayan niye benimki de yanmadı diye üzülecek” diyor. TOKİ o kadar öngörülü ki yangın başlar başlamaz nerelerin yanabileceğini biliyor proje çıkarıyor, bakanlık onaylıyor, bütün bunlar yıldırım hızıyla oluyor, ama nedense kurtarmaya, yardıma dair adımlar bir türlü atılamıyor, ta ki iş çığırından çıkıncaya kadar.

Yukarıda da anlattık bu devlet kan, katliam, bastırma konusunda son derece maharetli, ama iş yardıma kurtarmaya gelince mekanizmalar çalışmaz, çünkü kodlarında bu yok. Siz hiç vaktinde ve gerektiği gibi müdahale edilmiş yangın, sel, deprem, pandemi… tek bir örnek gösterebilir misiniz? Yok böyle bir örnek. Ama şurda bir protesto var, burda bir eylem var, şurda bir direniş var dediğiniz anda devlet bütün varlığıyla sizden önce alanda olur. Yangın için jandarma sahaya inmez ama, Limak’ın makinaları için iner.

Bu devlet çözülüyor. Çözülürken her gün daha fazla şiddete başvurmaktan başka çaresi yok. Ekonomik kriz had safhada, rant, yağma, talan, almış başını gidiyor. Bütün bunların kitlelerde yarattığı bir öfke var. İşte Saray Rejimi de, CHP de bu öfkeden korkuyor. Saray Rejimi bir gün daha olsa ömrünü uzatmak derdinde. CHP ise devletin bekası ile ilgili, kitleler sokağa inmesin, kitleler örgütlenmesin, kitleler öfkesini devlete yöneltmesin. Her şeyin sorumlusu Tayyip Erdoğan, o giderse zaten demokratik laik hukuk devletine geri dönmüş olacağız.

Peki bu öfke nereye yönlendirilecek? İşte burada hemfikirler. İlk hedef Kürtler. Bu, iktidarıyla muhalefetiyle egemenleri birleştiren çimento. Başka kim olabilir; göçmenler. Ki bu konuda CHP başı çekiyor. En güçsüze vurmanın verdiği rahatlık. Risksiz. Bahanesi çok. Sistemin yarattığı davranış normu. Senden güçlüyse biat et, güçsüzse vur tepesine. Böylece sende kendini güçlü hissedersin. Güçlüye kafa tutmak zor, meşakkatli, emek ister, örgütlenmek ister, ortaklık ister, dayanışma ister, en önemlisi yalnız kalsan bile seni insanlaştırır. Peki CHP bunu ister mi? Elbette istemez. Başkaldırmak, isyan etmek bunlar devletin bekası için tehlikeli şeyler. Ama aynı CHP hiçbir sınırötesi operasyon teskeresi için hayır oyu vermez. TC’nin Suriye’yi işgaline asla ses çıkarmaz. Suriye’nin yakılıp yıkılmasına, yağmalanmasına göz yumup o yangından kaçıp size sığınanlara öfkeyi yöneltmek, hedefe koymak, buradan güç devşireceğini düşünmek, sizi “muhalefeti” olduğunuz iktidarın ortağı yapar. Öfkeli kitleleri milliyetçilik şemsiyesi altında toplamak egemenler için en istenilir yoldur ve CHP bunu yapıyor.

Öte yandan göç, dünyada en fazla bu toprakların tanık olduğu bir olgu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e sürekli bir nüfus mühendisliği alanı. Sürgünler, zorla göç ettirmeler, zorla yerleştirmeler bu toprakların tarihi bu. Biz hepimiz tarihin bir döneminde inançlarımızdan, ait olduğumuz halktan, sahip olduğumuz siyasi düşüncelerden, en olmadı ekonomik nedenlerden göçmüşken bugün sorgulamamız gereken göç ya da göçmenler değil bunun nedeni, buna yol açanlar. İşin acı tarafı göçmenlere en çok muhalefet edenler, Avrupa 24 saatliğine kapılarımı açıyorum dese, bütün göçmenleri ezip kapağı Avrupa’ya atacak olanlar. Yazık, sömürge kişilik.

Şimdi göçmenlere karşı kullanılan bu zehirli dilin kullandığı bazı söylemlere bakalım:

“Suriyeliler neden hep Türkiye’ye geliyorlar?” Nereye gitmesini isterdiniz? İspanya, Japonya, Yeni Zellanda? Biraz gerçekçi olalım bir savaş ortamından kaçıyorsunuz, seyahate çıkmış uçakla gidiyor değilsiniz, yürüyerek geliyorsunuz nereye gidersiniz? Elbette en yakın sınırlara yönelirsiniz. Nitekim gittikleri ülkeler Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak. Resmî rakamlara göre Türkiye’de 3 milyon 690 bin 926 Suriyeli sığınmacı var. Gayriresmî rakamlar bunun 5,5-6 milyona vardığını söylüyor.

Lübnan’da 1,5 milyon 2 milyona yakın olduğu, Ürdün’de 700 bin, Irak’ta (Kürt bölgesel yönetimi) 250 bin kişi. Nüfusa oranladığımızda en yüksek rakam Lübnan’da 6 milyon nüfuslu ülkenin neredeyse yarısı göçmen (yalnızca Suriyeliler değil, Filistinliler de var).

İkinci bir söylem: “Vergilerimizle Suriyelilere maaş ödeniyor.” Suriyelilerden kronik hastalara, bakıma muhtaç olanlara ayda 120 TL veriliyor. Üstelik bunlar kayıtlı olanların çok az bir kısmı. Kaynak ise AB ve diğer uluslararası kurumlardan gelen yardımlar. Vergilerimizden karşılanmıyor ama velev ki öyle olsun o zaman da şunu sormak gerekmez mi? Bütün bu yaygarayı koparanlar, ayakkabı kutularına doldurulan, sıfırlanan, kasalarda saklanan, bavullarla taşınan paralar iç edilirken ne yaptılar? Vergi borcu silinen, vergi istisnası getirilen, arazisi hibe edilen, yolcu-hasta garantisi verilen projelerine ne dediler? Cemaatlere vakıflara verilen arazilere, yardımlara ne dediler? Kredi borcunun üzerine yatan işadamlarına ne dediler? Çökülen yat limanlarına, şirketlere ne dediler? Ya merkez bankasındaki 128 milyar dolara? Hakkını yemeyelim CHP 128 milyar nerede diye sordu. Ama o kadar. Allahtan ki Saray Rejimi ahmaklık edip afişi polis zoruyla kaldırmaya kalkınca kitlelerin haberi oldu. Yoksa sorduklarından haberimiz bile olmayacaktı.

Bir başka söylem: “Suriyeliler yüzünden işsizlik artıyor.” Göçmenlerin yüzde 90’ı belki de daha fazlası yoksul. Belki ülkelerinde böyle değillerdi ama evlerini barklarını bırakıp geldikleri için, yaşamak için emeklerinden başka satacak bir şeyleri yok. Hem de sadece karınlarını doyurmak için en kötü koşullara en düşük ücretlere razılar. Tabii bu işverenler için bulunmaz nimet. Hem ucuz işgücü hem de mevcut çalışanlara karşı bir tehdit unsuru: “Bu ücrete razı olmazsan dışarıda sırada bekleyen Suriyeliler, Afganistanlılar var.” Peki bu durumda işçiler öfkesini kendi sınıf kardeşine mi yoksa bu durumu kendilerine karşı kullanan açgözlü patronlara mı çevirmeli? Sendikalar “Suriyeliler gitsin” diyen güruha mı katılmalı, yoksa kayıt dışı çalışmaya, uzun ve kötü koşullarda çalışmaya, eşit işe eşit ücret deyip bu sefalet ücretlerine karşı mücadeleye, örgütlenmeye mi girişmeli?

Bir başka söylem: “Kadınlarımız kızlarımız sokağa çıkamayacak.” Bu söylem özellikle Afganistanlılara karşı geliştirilen bir söylem. Her gün bir ya da iki kadının öldürüldüğü, tacize-tecavüze uğradığı, çocukların taciz ve tecavüze uğradığı bu ülkede bunu söylemek, göçmenleri aşağılamak, onlara tacizci-tecavüzcü demek dışında bir anlama gelmiyor. Üstelik tacize-tecavüze uğrayan, fuhuşa zorlanan, hayvan pazarından hayvan alır gibi parayla ikinci, üçüncü eş olarak alınan göçmen kadınlar-çocuklarken.

Şimdi kendisine sol, solcu diyen köşe yazarlarından birinden, Merdan Yanardağ’dan bir alıntı ile devam edelim: “Bir entegrasyon ve iskan programı da olmadığı için topluluklar halinde yaşayan, gettolar oluşturan mülteciler, kendi yerel ve gerici kültürlerini ve ideolojilerini yeniden üretmektedir. Derin bir yabancılaşma ve düşmanlık psikolojisini mayalayan bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmektedir.” (Merdan Yanardağ, Mülteciler ve Sol, Birgün).

“Kendi yerel ve gerici kültürleri.” Nasıl bir dil bu? Nasıl kibirli, üstten bakan, aşağılayıcı bir dil bu? Mesela hangi kültür ileri? Dünyayı kana boyayan, Sovyetler’i kuşatmak için kurulan yeşil kuşağın ve IŞID, Taliban, El Kaide’nin babası ABD’nin mi? Yoksa Hitler Almanyası’nın mı? Ee, biz devletlerden değil halktan söz ediyoruz diyebilirsiniz, biz de öyle diyoruz, Taliban’dan değil, Afganistanlılardan söz ediyoruz. 40 yıldır emperyalistler tarafından talan edilen, dünyanın afyon fabrikasına dönen, bundan başka hiçbir şeye izin verilmeyen Afganistan’dan söz ediyoruz. Emperyalist ülkelerin ya da hadi diyelim kendi ülkenin günlük yaşam pratikleri ile, ekmeğe muhtaç, uyuşturucu ekonomisinden başka seçeneğe sahip olmayan bir halkın günlük yaşam pratiklerini karşılaştırıp buradan kendi adına bir ilericilik devşirmek ötekini de geri diye aşağılamak ancak sömürgeci kafasıyla düşünen OYT’nin (okur-yazar takımı) harcı olabilir. Bu duyarlılık, “bunların derileri kokuyor, ayakkabılarını kapı önünde çıkarıyorlar” diyen kafayla aynı duyarlılığa sahip. Allah bizi Merdan Yanardağ gibilerin “ilerici” kültürlerinden korusun! Güçlünün karşısında eğilen, güçsüze vuran duyarlılık! Sayın Yanardağ acaba Süleyman Soylu’nun karşısında neden halkımızın hislerine tercüman olan bir tek soru soramadı da, şimdi sıra Suriyeliye Afganistanlıya gelince bu kadar rahat konuşuyor?

Bir de Sayın Yanardağ’a göre “bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmekte” imiş. Biz galiba Merdan Yanardağ’la aynı ülkede yaşamıyoruz. Acaba hangi “toplumsal barış ve huzur”? Merdan Yanardağ’ın da değirmenine su taşıdığı Ankara Altındağ’daki saldırılar gibi barış ve huzur ortamı mı? Şimdi örnek sıralamaya gerek yok yukarıda yeterince örnek sıralandı.

Aynı yazıda Merdan Yanardağ’ın bir de önerisi var: “Afganistan’da Taliban iktidarının engellenmesi için demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatılmalıdır.” Gerçekten akıllara zarar bir cümle. Hiçbir şey demeden sol gibi görünen bir şeyi nasıl söylerim diye düşünmüş herhâlde. Sen kendi ülkende dayanışmaya dair her tür söylemi (aynı yazıdan: “Öyle peşin şekilde her eleştireni ‘ırkçılıkla’ suçlamak, melo-dramatik (romantik değil) dayanışma nutukları atmak kolaycılıktır. İnsancıl olmalıyız ama siyasal aptallar da değiliz.”) siyasi aptallık olarak değerlendir, ama demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatmaktan söz et. Ee, bir de enternasyonalist gözükmek lazım. Yazık. Yazık ki ne yazık.

Gelelim Saray Rejimi’ne; gerçekten savaştan kaçanlara kucak açmak adına mı açtılar sınırları? Elbette değil. Bir gecede kardeşim Esat’tan, düşman Esed’e geçirten neden ne ise kapıları açtıran da odur. ABD’nin Ortadoğu’da uygun gördüğü kâhyalık rolünü, Osmanlıcılık, İslam âleminin liderliği rüyalarıyla bezeyip “öğlen namazını Şam’da kılma” hayalleri kurunca kapıları da açmak gerekti. Öyle ya, İslam âleminin yeni lideri böylece Esed’in zulmünden kaçanlarla birlikte Şam’a fatih olarak yeniden dönecekti. Köprüler, çift şeritli yollar, AVM’ler, toplu konutlar, camiler yapıp imar edecekti. Fakat bir süre sonra bu rüyanın olmayacağı anlaşıldı. O zaman tampon bölge kuralım dedi, Suriye topraklarını işgale başladı böylece hem Rojava’yı çembere alacak hem de burayı “imar” edip “Esed’in zulmünden kaçanları yerleştirerek bir nebze olsun topraklarını genişletecekti. Ama o da Rusların engeline takıldı. Bir şekilde göçmenler üzerinden bir şeyler kazanmak gerekirdi, o zaman sınırlarımı açarım tehditleri savurdu bir miktar para, taviz vs. kopardı. Bu yeterli gelmedi bu kez insan kaçakçılarını da yardıma çağırarak fiilen göçmenleri sınıra yığdı. Yine birtakım tavizler kopardı ama olan pandemi koşullarında neyi var neyi yok gideceğim umuduyla satıp savan, evini dağıtan geride dönebileceği bir yer kalmayan, ama karşı tarafa da geçemeyen göçmenlere oldu. Hayatını kaybedenler oldu.

Peki şimdi durum ne Saray Rejimi açısından? Şimdide sorun yok. İşverenlerimiz açısından ucuz iş gücü cenneti. Şimdi de bu ucuz işgücü cennetini pazarlayalım, uluslararası tekeller için belki Çin’in Asya’nın rolüne biz talip oluruz, diye çalışıyorlar.

Üstüne üstlük, kitlelerin gözünde işsizliğin, ekonomik krizin müsebbibi olabilirler, bu da Saray Rejimi’ne CHP’nin de yardımıyla öfkeyi boşaltacak yeni bir seçenek sunar, üstelik kendisi arka planda mültecilere kucak açan kurtarıcı rolünü devam ettirerek.

Peki biz ne diyoruz; sermayenin vatanı yoksa işçi sınıfının da yoktur diyoruz. Kapitalist-emperyalist sistem tarihin çöplüğüne gönderilmedikçe insanlık daha çok göç, daha çok felaket yaşayacak diyoruz. İşçi sınıfı, göçmenlerin oluşturduğu yedek işçi ordusu senin rakibin değil sınıf kardeşindir. Öfkeyi sınıf kardeşine değil, sınıf düşmanına yönelt diyoruz. Rekabet böler, eylem birleştirir, diyoruz. Rekabet böler, örgütlenme birleştirir, diyoruz. Bıraksalar halklar kardeş olur, diyoruz. Dayanışma yaşatır, diyoruz. Öfkeni yerinden edilene değil, edene yönelt, diyoruz. Ve son söz olarak işçiler, emekçiler, halklar, göçmenler, kadınlar, gençler, öğrenciler, LGBTİ+’lar tek çıkış yolu var: Örgütlenmek, bu ucube sistemi, kapitalizmi, ait olduğu yere, tarihin çöplüğüne göndermek.

Kaldıraç Dergisi’nin yeni sayısı çıktı!

Merhaba

“Felaketler peş peşe gelir, derler.

“Bunun nedeni, egemenlerdir. Sömürenler, mülk sahipleri, para babaları, uluslararası ve yerel tekeller egemenliklerini sürdürdükleri sürece, her gün yeni bir felaket haberi ile karşılaşmak işten değildir. Bu nedenle, kapitalist sistemi yıkmak, ülkemizde burjuva egemenliğin her biçimine son vermek, acil bir devrimci görevdir. Bu, sadece işçi sınıfının ihtiyacı değildir. Bu, sömürülen, aşağılanan, hor görülen herkesin ortak ihtiyacıdır. Bu, insanlık görevidir.

“Bu devlet, tekelci polis devletidir. Bu devlet, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin egemenliğidir. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur hem de meşrudur.”

***

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimize abone olmak için tıklayabilirsiniz.
Dergimizi pdf formatında okumak için tıklayabilirsiniz.
Dergimizin temin noktaları için tıklayabilirsiniz.

“Felaket” mi dediniz?
En büyük felaket kapitalizmdir

Temmuz sonunda başladı yangınlar.

Kimin yaktığını bilmesek de, kimin söndürmediğini bildiğimiz bir yangındır bu.

Ardından seller geldi. Yüzlerce insan öldü. Dere yataklarına yapılaştırma izni verenleri, sahil yolu inşaatlarını yapanları, kâr ve rant için doğayı ve insanı tahrip edenleri biliyoruz. Suçluları bellidir.

Ama Saray Rejimi, tüm bunları “felaket” olarak sunuyor. Saray’ın doğrudan borazanının etkisi yetmeyince, bu kez CHP borazanı başlıyor ve halka felaketleri anlatıyor. Özeti şudur: Diyorlar ki, felaket bu, elbette dere yataklarına ev yapılmasa idi, elbette yangın söndürme uçakları olsaydı, ama yine de bu bir felaket. İşte demek istedikleri budur. Vermeye çalıştıkları mesaj budur. Saray bunu başaramıyor, CHP imdada yetişiyor, “bu bir felakettir, gelecek seçimlerden sonra biz varız.”

Hangi seçimler?

Anayasa, TC devletinin anayasasıdır ve buna uymayanların seçim yapacaklarına nasıl güvenirsiniz?

“AK Parti, devlet değildir” diyorlar.

Peki devlet kimdir? Sen, ben, o mu? Haydi oradan!

Devlet, egemen tekellerin, uluslararası sermayenin devletidir. Sahipleri bunlardır.

Ergenekoncusu, “ulusalcısı”, Fethullahçısı, İslamcısı, AK Partilisi ile tüm bu seçkinler, Saray Rejimi etrafında birleşmişlerdir.

Saray Rejimi, devlettir, devletin olağanüstü koşullarda aldığı biçimdir.

Seçimlerle, hükümetlerin değiştiği olur. Ama Saray Rejimi böyle bir şey değildir.

Ülkeyi yöneten Saray Rejimi’dir ve Erdoğan bunun sadece sahnedeki yüzüdür. Artık, Erdoğan, “Varlık Fonu başkanımı da çağırdım konuştum” diyor. Oysa Varlık Fonu başkanı zaten kendisidir. Bu Erdoğan mı ülkeyi yönetiyor? Güldürmeyin bizi. Onun için bize “tek adam rejimi” gibi bayatlamış, sınıf mücadelesini gizleyen “hapları” sunmayın. Bunlar ancak, CHP kadrolarında işe yarar, CHP tabanında işe yaramaz, halkta işe yaramaz.

Yangınları biz gördük. Selleri gördük. Soma’yı biliyoruz. Hepsi bize şunu göstermiştir: Yardım edecek bir devlet yok. Tersine, halk kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Bu nedenle biz diyoruz ki, iktidar işçi sınıfı tarafından alınmalıdır. Biz, yasalarımızı sokakta yapmayı, kendimizi yönetebilmeyi öğreniyoruz.

“Felaket” diyorlar.

Ülkede her gün kadın cinayetleri işleniyor. Bunlar devlet destekli cinayetlerdir. Biz biliyoruz ki, bunu önlemeyen bizzat devlettir, bunu teşvik eden bizzat devlettir. Saray diyor ki “İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmamız bir geri adım değil.” Değilse ne? İstanbul Sözleşmesi yeterli değil, evet, dahası lazım. Ama onu bile ortadan kaldırmak, nasıl bir tutumdur? Bu, doğrudan TC devletinin kadın cinayetlerine teşvik vermesi demektir. Yakında, “kadın öldürenlere ucuz faizli kredi” diye bir uygulama başlatırlarsa, şaşmayız.

Ülkemizde, her gün, işçiler iş cinayetlerinde katlediliyor. Felaket mi bu? Devlet, Saray Rejimi, bizzat bunu teşvik etmektedir. Soma işçileri haklarını bile alamadılar. Soma davasında işverenler neredeyse aklandı. Ve Soma, sadece bir örnek. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu konularda vaazlar vermiştir, işyerlerinde önlem almayı, allaha şirk koşmak olarak sunmuşlardır. İşyerlerinde iş güvenliği önlemleri alınmaması bir yana, bu teşvik edilmektedir. Ülkede çalışan işçilerin %30’undan fazlası, sosyal güvencesiz, sigortasız çalışmaktadır. Üçüncü Havalimanı inşaatında ölenleri betonların altına gömmüşlerdir. Bu bir “afet” midir?

Ankara gar katliamı, “fıtrat”a uygun mudur? Suruç katliamı bir “afet” midir?

Kürt illerinde ormanları yakanlar, hem kimlikleri ile bellidir hem de devletle bağları ile bellidir. Binaların altında çoluk çocuk demeden öldürün emrine uygun olarak yakılan insanların yaşadıkları felaket midir? Roboski katliamı bir “afet” midir?

Kaz Dağlarının yağmalanması bir felakettir evet, ama bu felaket devlet ve tekellerin birlikte yazdığı bir felakettir.

İkizdere’de dağın yok edilmesi girişimi, bir rant projesi uğruna doğanın yağmalanmasının en iyi kanıtlarından biridir. İkizdere direnişçilerinin, daha iş makinalarına dinamit bile koymamışken “terörist” ilan edilmesi bir felaket midir?

Manavgat yangını başlar başlamaz, “orman vasfını kaybetmiş arazilerin” pazarlanması bir felaket midir?

Hangisi felaket değildir?

Hepsi birer felakettir.

Ama kapitalizmin yarattığı felaketlerdir. Kâr hırsının, gözü doymaz kapitalist mülkiyet ilişkilerinin vahşetini gösteren birer felakettir bunlar. Tanrıların yarattığı felaketler değildirler.

Ülkemizde her yıl on binlerce çocuk kaybolmakta, organ mafyasının elinde can vermektedir. Bunlar “felaket” midir?

Küçük çocukların ırzına geçilmekte, dinî maskeler altında bu tecavüzler “meşru” ilan edilmektedir. Sizce de bunlar, yaratanın dileğiyle olmuş felaketler midir?

İçme sularının yok edilmesi, tarımın uluslararası tekellerin isteklerine göre adım adım şekillendirilmesi, ülke tarımsal alanlarının yağmalanması, bir “felaket” midir?

Yeni de değildir bu.

Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban
domuzunun.
Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.
Bir adınız var, Adnan Bey, adımıza benzeyen.
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.
Yüz Türkiye olsa
elinizden de gelse
yüzünü de zincire vurur
yüz kere satarsınız.
Milletimin en talihsiz gecesi
ana rahmine düştüğünüz gecedir.

Nâzım, işte böyle yazıyordu 1950’lerde.

Yeni değildir bu.

Sadece bu kadarı görülmemiştir. Kapitalizm sürdükçe, Saray Rejimi ömrünü uzattıkça, daha da kötüsü olacaktır.

Bu nedenle, tüm bu felaketler, dünya çapında kapitalist egemenliğin bir sonucudur. Ülkemizde buna, bir de Saray Rejimi’ni eklemek gerekir. Saray Rejimi, kapitalist tahribatı daha da artıran, ülkeyi, dünya ve ülkemizin tekellerinin yağmasına sunan bir rejimdir. Bu nedenle, en büyük felaket, TC devletinin bizzat kendisidir. Kapitalizm, tüm insanlık için bir gerçek felakettir. Kapitalist egemenliğin sürdüğü her gün, yeni ve görülmemiş felaketler anlamına gelmektedir. Saray Rejimi’nin, TC devletinin egemenliği, her yeni günün yeni felaketler doğurması demektir.

Bu nedenle, kapitalizmi yıkacak, işçi sınıfının iktidarını, emeğin iktidarını kuracak olan bir sosyalist devrim, gerçek anlamda tüm felaketlere de son verecek tek şeydir.

İşçi ve emekçiler, bu bilinçle hareket etmelidirler.

Birleşik emek cephesi, bu nedenle acil bir hamledir.

İşçi sınıfı, sadece kendisini değil, tüm toplumu kurtaracak olanaklara sahiptir.

Bugün, yangınlarda ortaya çıkan halk direnişi, halk dayanışması, bu nedenle devletin yasakları ile önlenmek isteniyor. TC devleti, Saray Rejimi, kendi sonunu görmektedir. Onların en çok korktuğu şey, ezilen, sömürülen, aşağılanan milyonların birleşik örgütlü gücüdür. Bacaklarının arkadan birleştiği yere tekmeyi vuracak güç budur.

Felaketler peş peşe gelir, derler.

Bunun nedeni, egemenlerdir. Sömürenler, mülk sahipleri, para babaları, uluslararası ve yerel tekeller egemenliklerini sürdürdükleri sürece, her gün yeni bir felaket haberi ile karşılaşmak işten değildir. Bu nedenle, kapitalist sistemi yıkmak, ülkemizde burjuva egemenliğin her biçimine son vermek, acil bir devrimci görevdir. Bu, sadece işçi sınıfının ihtiyacı değildir. Bu, sömürülen, aşağılanan, hor görülen herkesin ortak ihtiyacıdır. Bu, insanlık görevidir.

Bu devlet, tekelci polis devletidir. Bu devlet, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin egemenliğidir. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur hem de meşrudur.

Ülkenin her alanında gelişen direniş, açık olarak, halkın, milyonların, Saray Rejimi ile karşı karşıya gelmesi sonucudur. Saray Rejimi, açık olarak halkı, tüm halkları, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri düşman olarak ilan etmiştir. Uyguladıkları hukuk, düşman hukukudur. Bugün, direnişi yaymak, geliştirmek, örgütlü hâle getirmek, ana devrimci görevdir. o

Başka bir seçenek var

Her gün seçimlerin bin bir türlüsüyle karşı karşıyayız işçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençler olarak.

Bir seçim yap diyor egemenler, yönetenler:

İşsiz kalmayı mı seçeceksin, yoksa günde 14 saat çalışıp yine de geçinememeyi mi?

Dilinin, kültürünün saldırıya uğrayıp yok edilmesini mi seçeceksin, yoksa saldırılardan korkup kendi kendini asimile etmeyi mi?

İşçi cinayetinde öldürülmeyi mi seçeceksin, yoksa intihar etmeyi mi, yoksa yanı başında sınıf kardeşlerin ölürken susup uyuşarak bir mezarlık gibi “yaşamaya” devam etmeyi mi?

Bölgemizdeki savaşın tetikçiliğini yapan iktidarı alkışlamayı mı, yoksa “bu Suriyeliler nereden doldu ülkemize, defolsunlar” demeyi mi? Savaş politikalarına karşı çıkmadan, savaş tetikçiliğini onaylayan tüm yönetenlerden hesap sormadan öfkeni göçmenlerden çıkarmayı mı? “Sınır/hudut namustur” sözünü savunmayı mı?

Memleketin ormanlarını, derelerini, dağlarını; oteller, Kanal İstanbul gibi mega projeler, HES’ler yaparak  yağmalamalarına “Ülkemiz kalkınacak” diye sevinmeyi mi seçeceksin? Yoksa için yansa da tepki vermeden seyretmeyi mi?

Sandığı önüne koyduklarında iyi kötü bir seçim yapmayı mı? Peki ya Diyarbakır’a, Van’a, Mardin’e kayyum atadıklarında; “oh iyi olmuş Kürtlere” demeyi mi, yoksa “Oh iyi ki İstanbul’a kayyum gelmedi” demeyi mi, İstanbul’a da kayyum atamasınlar diye susup tepkisiz kalmayı mı?

Elektriğe, ulaşıma yapılan zamları görüp “buna da şükür” demeyi mi, yoksa sıradaki zammın nereye geleceğini tahmin etmeye çalışmayı mı, yoksa aynı cümleleri ağzında sakız edip “bizi mahvettiler” diyip durmayı mı?

Hukuk bitmiş” deyip, adaletten vazgeçmeyi mi, yoksa iyi niyetlilikle adalet çıkmayacak mahkemelerden medet ummayı mı? Hangisini seçeceksin?

Çocuğunu bir okula yerleştirememeyi mi seçeceksin, yoksa güç bela yerleştirdiğin okulda evladının beyninin çöple doldurulmasını mı?

Çocuk istismarcılarını “bir kereden bir şey olmaz” diye savunmayı mı seçeceksin, yoksa her yeni gördüğün istismar haberinde yüreğin kabararak içine gömülmeyi mi, sonra onu bir yeni haberle unutmayı mı? Harekete geçmek için daha da iğrencinin, en iğrencinin olmasını beklemeyi mi seçeceksin?

Ölümlerden ölüm beğenme cumhuriyetinde hangi ölümü seçeceksin? İşçi cinayetini mi, ‘namus’ cinayetini mi, tecavüze uğrayıp öldürülmeyi mi, yakılıp öldürülmeyi mi, tren kazasında öldürülmeyi mi, kamyon altında kalıp öldürülmeyi mi, 3 aylık bebekken öldürülmeyi mi, kendi halinde yaşlı bir kadınken öldürülmeyi mi, önlenebilir hastalıklardan mı, kalp krizinden mi, kanserden mi, yalnızlıktan mı… Hangisi?

Bir kurtarıcı siyasetçi çıksın, tüm sorunlarımızı çözsün diye iki seçim beklemeyi mi, “o değil de bu kurtaracak bizi” demeyi mi, sonra bir diğerini beklemeyi mi? Bu sırada “Aman sokağa çıkmayın” sözüne uyup, dayatılan her şeye boyun eğmeyi mi?

Bak, egemenler, patronlar, onlar adına yönetenler ne kadar çok çeşitli seçenek sunuyor önümüze… Demokrasinin böylesini tarih görmemiştir.

Yine de hiçbirini seçemedin mi? Hiçbiri içine sinmiyor mu? Hiçbiri sana insanca gelmiyor mu? O zaman sen de bizdensin. Ya açıktan, ya gizliden. Ya korkarak, ya korkmadan. Ya bugün kısık sesle, ya haykırarak… Ama bizdensin demektir.

Bir başka seçenek olmalı, diyorsun. Haklısın. Başka bir seçenek var.

Bugününden kaygılı, yarınından umutsuz yaşamaktan başka bir seçenek…

Gerçekten insanca olan başka bir seçenek. Emeğinden başka verecek hiçbir şeyi olmayanların; yatı katı, madeni, arazisi, fabrikası, CEO’su, çetesi, bankası, kölesi olmayanların ve köle olmayanların seçeneği: Örgütlü mücadele.

Bu kadar yalın, bu kadar gerçek. İşte önümüzde.

Çünkü kendi yaşamını savunabilecek, senden başka bir kurtarıcı yok.

Çünkü yönetenlerin tek derdi, yağma, rant ve savaşın sürmesi… İşçilerin nasıl geçineceği, çocukların nasıl bir geleceğinin olacağı onların gündeminde yok. Patronların vergilerini silinir; bize borç verilir ya da düşük faizle borç ertelenir. Seçim dönemlerinde hesapladıkları yüzdeler dışında biz yokuz onlar için.

Ne pandemide kendilerine rant yaratmadan maske dağıtabildiler, ne orman yangınında yangın uçağı gönderdiler… Sellerde insanların öleceğini bile bile HES’leri ve dere yatağına konutları yaptılar. Ortaya çıkan korkunç sonuçları ise birbirlerine karşı seçim malzemesi yapmak ve ‘devletin bekası’nı savunmak dışında bir şeyle ilgili olmadılar.

Bizse her ihtiyaç duyduğumuzda, yanımızda bizim gibi olanları bulduk; yönetenleri değil… Pandemide, depremde, sellerde, orman yangınlarında dayanışmamızla yine bizler birbirimizin yanında olduk.

Çünkü aynı tarafta olan bizleriz.

Çünkü maskeyi üreten de biziz, yangın uçaklarının pilotları da, orman işçileri de, ekmeği yapan da, doktor da, mühendis de, itfaiyeci de, hepsi biziz. Bütün bu işleri biz yapıyoruz. Ama bunlara dair hiçbir fikri olmayanlar, elindeki tüm imkanları satıp yiyenler ve bizim dayanışmamıza engel olmaya çalışanlar yönetiyor. Şiddetle saldırmak dışında halkla herhangi bir bağı olmayanlar; savaştan, sömürüden, yağmadan beslenenler, savaşın sonuçlarını halkların üstüne yıkanlar yönetiyor.

Öyleyse bugün yalnızca muhalif olmak, bize yaşamımızı vermeyecek. Kurtarıcı beklemek, çocuklarımıza gelecek vermeyecek. Artık gerçek bir çözüm için, insanca, onurlu bir yaşam için örgütlenmenin, kendimiz yönetmeyi göze almanın zamanı.

İşyerimizde birbirimizin yaşamına sahip çıkalım, işyeri komiteleri kuralım, örgütlenelim.

Mahallelerimizde, sorunlarımızı birlikte çözmek için mahalle meclisleri kuralım.

Kadınlar olarak dayanışma geliştirelim, örgütlü mücadeleyi büyütelim.

Mahallede, işyerinde, okulda, sokakta, eylemli olalım, örgütlenelim. Bizden olanları da mücadeleye çağırarak örgütlülüğümüzü büyütelim.

Egemenlerin sunduğu seçenekleri değil, gerçek bir çözümü isteyenleri devrim ve sosyalizm mücadelesine emek vermeye, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

Geleceğimizi kazanmak için; önce kendimiz örgütlenelim!

Ve birlikte yaşamlarımızı savunacağımız siyasal bir gücü; Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye güç verelim!

Tüm üretenleri; fabrika işçisini, orman işçisini, itfaiyeciyi, kent emekçisini, mühendisleri, mimarları, inşaat işçilerini, metal işçilerini, market işçilerini, sanatçıları, doktorları, hemşireleri, akademisyenleri, kadınları, halkları, gençleri, öğrencileri çağırıyoruz!

Öz örgütlenme ve dayanışmalarımızla, mücadeleci sendikalarımızla, sınıf örgütlerimizle ortak bir yaşam programı oluşturacağımız ve sırtımıza binen asalaklarla mücadele edeceğimiz siyasal bir odağı, Birleşik Emek Cephesi’ni birlikte örgütlemeye çağırıyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

03.09.2021

Soru şu: Kim yönetecek?

Sınırsız yağmanın, rantın, talanın, sınırsız sömürünün ve savaşın sonuçları; son bir ayda göç dalgası biçiminde, ırkçı saldırılar biçiminde, orman yangınları, seller biçiminde yıkıldı yaşamlarımızın üzerine.

Orman yangınları 12 gün boyunca devam etti. Devlet ortada yoktu. Ne zaman ki halkın, orman işçilerinin, gönüllülerin, bölgeye giden devrimcilerin dayanışmasıyla örgütlenen çalışmalar öne çıktı, devlet “ben buradayım” dedi ve bölgedeki dayanışma çalışmalarını engellemeye başladı. Van’da ve Batı Karadeniz illerinde yaşanan sellere, devletin hiçbir önlem almadığını, dahası büyük bir çabayla ölüm sayılarını gizlemeye çalıştıklarını biliyoruz. Tıpkı Soma maden katliamında olduğu gibi. Ve bugün sel bölgelerinde de halk sele kapılan yakınlarının bedenlerine ulaşmaya çalışırken, dayanışma için giden gönüllüler ise yönetenler tarafından engellenmeye çalışılıyor.

Halkın en zor anlarda günlük yaşamı kendisinin örgütleyebildiğini birçok örnekte gördük. Orman yangınlarında, İzmir depreminde bunu gördük. Yönetenlerin el koydukları tüm olanaklar halkın elinde olsaydı, biliyoruz ki o yangın söndürme uçakları hangarda kilitli kalmazdı, dahası, aylar önce bilgisi edinilen orman yangınlarına önlem alınabilir ve başlamadan önlenebilirdi. Sel bölgelerinde dere yatağına konutlar yapılmaz, HES’ler yapılmazdı ve ölümlerin önüne geçilebilirdi.

Pandeminin ilk aylarında uzunca süre maske satışı yasaklandı ve birçok insan maskeye ulaşamadı. İktidar kliklerindeki çete/cemaat/şirketlerin maske piyasasını parsellemesi beklendi. Ancak ondan sonra maske satışları serbest oldu. Bu kapitalist devlet yerine halk bu inisiyatife sahip olsaydı, biliyoruz ki herkese yetecek kadar ücretsiz maske üretilebilir ve dağıtılabilirdi. Çünkü onları zaten biz işçiler üretiyoruz. Ki o süreçte tüm imkânsızlıklara rağmen dayanışmayı örgütleyen ve evlerinde siperlik üretip sağlık emekçilerine ulaştıran da yine halk oldu.

Maskeyi üreten de biziz, yangın uçaklarının pilotları da, orman işçileri de, ekmeği yapan da, doktor da, mühendis de, itfaiyeci de, hepsi biziz. Bütün bu işleri biz yapıyoruz. Ama bunlara dair hiçbir fikri olmayanlar, ellerindeki tüm imkânları satıp yiyenler ve bizim dayanışmamıza engel olmaya çalışanlar yönetiyor. Şiddetle saldırmak dışında halkla herhangi bir bağı olmayanlar; savaştan, sömürüden, yağmadan beslenenler, savaşın sonuçlarını halkların üstüne yıkanlar yönetiyor.

O yüzden soru şu: Kim yönetecek?

Düzenin sunduğu seçenekler belli: İktidar var, muhalefet var, A, B, C var…
Erken seçim tartışmaları pişiriliyor şimdi ve önümüze konuyor: Seçin bakalım…

Kafanıza çay fırlatan mı yönetsin, yangın boyunca etkili tek bir iş yapmadan oturup seyreden mi?

Ormanları turizme açan yasayı öneren mi, yoksa bu yasayı mecliste kabul eden mi?

Saldıran mı yönetsin istersiniz, “aman sokağa çıkmayın” diyerek saldırılara boyun eğmemizi salık veren mi?

Savaş tetikçiliği yapan mı, yoksa hem tetikçiliği destekleyip hem de “hudut/sınır namustur” gibi söylemlerle savaşın sonucu olan göçleri ırkçılığı yükseltmek için fırsata çeviren mi?

Yağmalayan da, yağmaya göz yuman da; bölgede savaşı büyüten de, savaş politikalarını destekleyen de, işçilerin, emekçilerin, halkın karşısında tüm bu yıkımın sorumlusudur. Kendi aralarındaki çıkar çatışmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Kâh anlaşarak, kâh kavga ederek; ama mutlaka işçilerin, emekçilerin, halkların sırtına birlikte binerek bu tabloyu yarattılar.

Şimdi de bize diyorlar ki, birimizi seçin.
Yapamayız, biz sizi birbirinizden ayıramayız.

Biz “seçmen” değiliz; üretenleriz, toplumun %99’uyuz. Bunu fark etmemiz, bu gücü görmemiz, egemenlerin en büyük korkusudur. Bu yüzden, her şeyi üretenler, devletin yokluğunda yangın söndürme çalışmalarını ve günlük yaşamı örgütleyenler, depremde enkaz taşıyanlar, pandemide dayanışma örgütleyenler olarak bu gücümüzü görmeyip “seçmen” olmayı kabul etmemizi istiyorlar. “Afganistan gibi olmayalım” korkusuyla seçimi beklememizi istiyorlar.

Onlar bizi “seçmen” olarak görüyorlar ve önce ABD’den onayı aldıktan sonra bize kendilerini seçtirmek istiyorlar.

Burjuva muhalefet olası bir erken seçim için adayını tartışıyor bugünlerde. Ne için peki?

ABD’nin savaş politikalarına karşı mı çıkacaklar? Biden’a rest mi çekecekler? Ekonomik krizi mi bitirecekler? Koç’un, Sabancı’nın, Cengiz’in, Limak’ın mal varlıklarına el mi koyacaklar? Zenginlerin halktan çaldıklarını halka geri mi dağıtacaklar?

Bunlar yapılmadığı sürece, emin olabiliriz ki savaş, işsizlik, açlık, sömürü devam edecek. “Biraz daha iyisi” bile olmayacak. Çünkü işçiler, emekçiler için “biraz daha iyi” olabilecek yaşam koşulları, egemenlerin kârlarının azalması demek. İktidara gelen, patronların, çetelerin çıkarlarını gözettiği sürece sistem aynı biçimde devam edecek, belki “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adı altında… O da bize sus payı…

Saray Rejimi; yağma-rant-savaş denkleminde örgütlenmiştir. Bu iktidara gelen partiyle ya da kişilerle ilişkili bir durum değildir. “Parlamenter demokrasi” de olsa, parlamento kimin çıkarlarını gözetiyorsa onun kuralları geçerli olur. Yani bugün olduğu gibi büyük şirketlerin, zenginlerin kâr hırsı ve rant üzerine güdülenir.

Bu düzende “biraz daha iyi” egemen olamaz. Bu düzen ya yıkılacak ve her şeyi üretenler olarak bizler kendi yaşamlarımızı yönetmeyi göze alacağız ya da açlık, sömürü, yağma, afetler artarak devam edecek.

 Öyleyse bir kez daha soru şu: Kim yönetecek?

Egemenlerin sunduğu seçenekler değil, insanı insan yapan dayanışmayla, bu her şeyi üreten sınıf yönetebilir; işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, halklar olarak biz yönetebiliriz ve ancak bu şekilde bu yaşam insanca olabilir.

Sınıfın özneleri, her koşulda sınıfın çıkarlarını savunanlar bu gerçeği görmek zorunda. Egemenlerin yarattığı yıkımın karşısında, sınıfın örgütleri olarak siyasal varlığını, siyaset olarak iradesini ortaya koymamak, sınıfın ve halkın çıkarına değildir.

Kendilerini toplumsal muhalefetin tarafında sayanlar, düzen partilerinden bir farkları olduğunu iddia ediyorlarsa, çözülen devleti kurtarmaya çalışmaktan, ‘sorunun devlette değil, AK Parti’de’ olduğunu savunmaya çalışmaktan vazgeçmelidirler. Kapitalist devletin düzen partileri tarafından seçim vaatleriyle tamir edilmesine yardımcı olmak yerine; kendi gücüne, sınıfın ve halkın gücüne güvenmek; halkın örgütlenmesini taşıyacak bir siyasal odak oluşturmaya yoğunlaşmak; eşitlik, adalet ve insanca yaşam konusunda gerçekçi olanların tek seçeneğidir.

Biz bu seçeneği örgütlemeye devam edeceğiz. İşsizlik, geleceksizlik, emperyalist savaş, pandemi, yangın, deprem, iklim krizi, ekonomik kriz, kadın cinayetleri, halklara yönelik saldırılar, ırkçılık, egemenlerin doğrudan ya da dolaylı ürettiği tüm toplumsal sorunlar karşısında, siyasal varlığımızla buradayız.

Kazanmak için, bu düzenden bir çıkarı olmayan herkesi çağırıyoruz.

Kazanmak için; sandığa değil, Birleşik Emek Cephesi’ne çağırıyoruz!

Tüm üretenleri; fabrika işçisini, orman işçisini, itfaiyeciyi, emeğini-alınterini ortaya koyan gönüllüleri, mühendisleri, mimarları, inşaat işçilerini, metal işçilerini, sanatçıları, doktorları, hemşireleri, akademisyenleri, kadınları, gençleri, öğrencileri; öz örgütlenme ve dayanışmalarımızla, mücadeleci sendikalarımızla, sınıf örgütlerimizle ortak bir yaşam programı oluşturacağımız ve sırtımıza binen asalaklarla mücadele edeceğimiz siyasal bir odağı, Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye çağırıyoruz.

Sinop Ayancık’ın anlattığı: Afet değil cinayet

Geçtiğimiz günlerde yoğun yağışlarla başlayan ve birçok şehri vuran sel felaketinin yaşandığı Sinop’un Ayancık ilçesindeydik. 11 Ağustos Salı gecesi başlayan yağışlar Çarşamba sabahı sele dönüşmüş. Ayancıklılar için aslında “sel” basması normal, çünkü anlatılanlara göre her yıl olan bir durum. Tam olarak bu yüzden de herkes olağan bir sel gibi arabalarını uzaklaştırarak, dükkanlarının kepenklerini indirerek kendi önlemlerini almışlar. Selin boyutuna dair hiçbir uyarı yapılmamış. Bozkurt’ta bir röportajda söylendiği gibi: ”Bize kimse canınızı kurtarın demedi.”

Peki bu felaket neden yaşanmış? Bütün Sinoplular ve Ayancıklılar için cevap net: Tomruklar. Çay yatağına kurulan tomruk deposu zaten bir risk teşkil etmekteyken, 100 bin m3′lük depoya 300 bin m3 tomruk depolanması bu felaketin asıl sebebi olarak görülmekte. Tomruk deposu, Ayancık ilçe merkezinin üst kısmında yer alan Babaçay köyünde, yerleşim yerlerinin hemen altına yapılmış durumda. Nedeni ise Orman ve Çevre Müdürlüğü’nün ve yöre halkının lojistik maliyetini düşürmek istemesi. Yani para. Yani kâr… Neden 100 bin m3 yerine 300 bin m3 tomruk depolanmış peki? Yine para. Yine kâr…

Devletin ihmali sadece tomruk deposuyla sınırlı değil. Bölge halkı Babaçay köyünde 32 yıl önce yine bir sel felaketi sonrası afetzedeler için yapılan 47 evi anlatıyor ve “çay yatağına afet evleri yapıldı” diyorlar. Bu evlerin hepsinin sel ve heyelanla beraber yıkıldığı söyleniyor.

Bir diğer ihmal ise sanayi bölgesinin yerle bir olmasına sebep olan köprü. Çay üzerine yapılan köprülerin suyun akışına izin verecek şekilde ve çok güçlü bir akış olduğunda yıkılabilecek şekilde kemer sayısıyla yapılması gerektiği söyleniyor. Babaçay’dan Ayancık Merkez’e doğru olan ilk köprü, kim bilir yine hangi sebepten bu standartlara uygun yapılmamış. Böyle olunca, tomruklar köprüyü tıkamış, birikmiş ve sonunda sel suyu yön değiştirerek Sanayi Bölgesi ve Ayancık Devlet Hastanesi’ne taşmış. Bahsetmek gerekir, Ayancık temel geçim kaynağı ormancılık ve kerestecilik olan, sanayisi de mobilya üretimine dayalı bir bölge. Sel sonrası Sanayi Bölgesi’nde çalışmaya devam edebilecek neredeyse hiçbir dükkanın kalmaması da Ayancıklıların nasıl geçineceğine dair sorular oluşturmakta.

Hangi iktidar, hangi belediye, hangi kişiler, nasıl bir rant peşindeydi de bütün bu ihmaller yaşandı bilmiyoruz belki ama hepsinin bizatihi devlet eliyle olduğu, devlete bağlı olduğu açık ve net görülmekte. Bir kez daha rant peşindeki devletin yıllar boyu ihmalleri biriktire biriktire bugün Ayancık’taki felaketin müsebbibi olduğu ortada.

Peki devletin felaket sonrası görevi ne? Ayancık’a ilk gidenler sanabilir ki devlet yaraları sarmak için orada. Belediyesinden Kızılay’ına, Sağlık Bakanlığı’ndan AFAD’ına birçok devlet kurumu Ayancık’ta. Peki neden?

Bu konuda iki izlenimimiz mevcut. Birincisi devlet Muğla’daki yangınlarda ortaya çıkan dayanışmadan bir ders(!) çıkarmış olacak ki halkın Ayancık’a gelmesini, dayanışmasını “biz zaten buradayız” diyerek önden kesmek, engellemek istiyor. Bakın su dağıtıyoruz, bakın getirdiğiniz malzemeleri iletiyoruz diyerek. Oysa pek bilinmiyor ihtiyaç malzemelerinin birçok Ayancıklı aracılığıyla toplanıldığı, belediyenin sadece araç vererek malzemeleri topladığı, sonra da malzemeleri AFAD’a teslim ettiği. Oysa pek bilinmiyor “Kızılay’ın alana kişisel bağlantılar aracılığıyla getirildiği”. Oysa pek bilinmiyor “elektrik ve suyun yeni gitmeye başladığı birçok köye göre daha iyi durumda olan Ayancık köylülerinin malzeme taşıdığı”…

Ve devlet tüm varlığıyla Ayancık’ta!

Çünkü görünen o ki Babaçay’da 80 üzeri hane varken ve bu hanelerden sadece 3-4 tanesi yıkılmamışken, Yenikonak’ta yıkımlar varken, Sanayi Bölgesi’nden, denize ve dereye birikmiş tomrukların arasından insan bedenleri çıkarılmaya başlanmışken, erzak götürmek için yola çıkan helikopterler bütün gün cansız bedenler taşırken, devlet istiyor ki felaket sonucunda kaç insanın öldüğü bilinmesin. Devlet bunu saklamak için o kadar organizedir ki bölgede kaç kişinin olduğuna dair sayı vermemektedir, ne kaç kişiyi kurtardıkları nettir ne de kaç kişinin kayıp olduğu. Devlet o kadar organizedir ki diğer illerden gelen AFAD gönüllülerine gelmeden önce “ölü yok” demekte, gönüller geldikten sonra ise “telefonlarını kaldıkları yerde bırakma zorunluluğu” getirmektedir. Devlet o kadar organizedir ki gönüllülerin gelmesine imkan tanımayarak, alana yığdığı kolluk kuvvetleriyle sürekli denetimde ve gözetimde kalarak, evi yıkılan can kaybı olan insanlara “yardım” sağlayacağını ifade ederek yaşananların konuşulmamasını sağlamaya çalışmaktadır.

O yüzden bir kez daha söylemek gerekir. Bütün yaşananların sebebi olan devlet, bugün Ayancık’ta “sayıları gizleme” göreviyle vücut bulmaktadır. Ve diğer tarafta Ayancıklılar bu sayıların açığa çıkması için çağrı yapmakta, kendi imkanları ile kayıp kişilere ulaşmaya çalışmakta.

Depremlerde, yangınlarda, sellerde yaşadıklarımızdan çıkarttığımız sonucu tekrar edelim: Yara kimde ise merhem ondadır.

Ayancık’ta görülen, seli felakete dönüştürenin yağma, rant ve sömürü düzeni olduğu tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Ya sosyalizm ya ölüm!

18.08.2021

Yangından sele, sisteminiz çürümüştür!

10 Ağustos gününden itibaren sel birçok yeri vurdu. Bölgeyi vuran sel midir yağma ve rant mıdır? Yangından sele yaşananlar birer doğal afet değil kapitalizmin işleyişidir.

Bölgenin neredeyse tamamı etkilenirken, Bozkurt, Abana, İnebolu, Şenpazar, Küre, Azdavay, Ayancık, Ulus, Türkeli, Çatalzeytin, Devrekhani, Çaycuma ilçelerinde ve köylerde hasar çok daha büyüktür. Şimdiden hayatını kaybeden insan sayısı 51’e yükselmiştir.

Göz göre göre, metrekareye 51-100 kilogram yağmur beklendiği haberleriyle, sarı ve turuncu alarmlarla günler öncesinden bilinmesine rağmen halk yine ölüme terkedildi.

Daha bir hafta önce Muğla’da devletin söndürmediği yangın devam ederken, dayanışma merkezlerinde gönüllüler “buradan sonra da selde buluşuruz” diyerek birbiriyle vedalaşıyordu.

Binlerce insanın suyun altında kayıp olduğu bölgede uyarıyı “araçlarınızı çekin” diye yapıyor insan müsveddeleri. Dünyaları “beyaz et”lere ödenecek paralardan, imara açılacak arazilerden, “sıfırla”nacak dolarlardan, çökülecek derelerden, açılacak madenlerden ibaret olanlar için canlarımızın bir kıymeti yoktur.

Tıpkı pandemide, depremde, Soma’da, yangında yaptıkları gibi yine gerçeği gizliyorlar. Derelerin yağmalanması için yapılan HES’lerin yarattığı yıkım bir ilçeyi neredeyse yutarken AFAD sadece kendisine yapılan başvuruları kayıptan saydı. RTÜK ise 48 saat boyunca elektriksiz, iletişimsiz kalan 9 bin nüfusluk Bozkurt ilçesinde yaşananları aktarmayı yasakladı. Bu sefer suçu Kürtlere atamadıklarından sermayeye peşkeş çektikleri doğamızı yok eden HES’lerin kapakları tartışma konusu olmuştur.  “HES’in kapağı yok, dolayısıyla patlayamaz” açıklaması yapan Devlet Su İşleri, üzerinden 4 gün geçmişken sel bölgesinden bir tane HES’in bile fotoğrafını paylaşamamıştır. Açığa çıkarılması gereken bir konudur ancak sadece HES’lerin varlığı, dere yatağının daraltılması dahi bu felaketin yaratıcılarının kim olduğunu bize göstermektedir.

Her felakette en büyük felaket, toplumsal bir felaket olarak Saray, Saray’lığını yapıyor. Saraylarda halkın yararına, doğanın yararına, yaşamdan yana hiçbir şey yoktur.

Her ‘afet’ tekrar göstermektedir ki birlikte hareket etmek bir zorunluluk haline gelmiştir. Geleceği, yaşamları, doğası çalınan milyonlarca insan örgütlü bir güç olarak hareket edebilirsek, afetleri yaratan sistemi de, bunun sonuçlarını her defasında bize acı bir şekilde yaşatan düzeni de alaşağı edebiliriz.

Biz, işçiler, emekçiler, kadınlar, halklar, öğrenciler, yaşamdan yana olanlar bu sistemin felaketlerini örgütlenerek durduracağız.

Emperyalistler adına bölgede yaptığınız tetikçiliğin sonuçlarını ırkçılıkla halklara ödetemeyeceksiniz!

TC devleti, emperyalist efendilerinin 3. paylaşım savaşındaki hamlelerine uygun olarak Saray Rejimi olarak örgütlenmiştir.

Ve Saray Rejimi çözülmektedir. Bunu Saray’ın dostları da düşmanları da biliyor.

Dostları diyoruz; liberal solcular, burjuva demokratlar, hepsi birden TC’nin tetikçiliğinin sonuçlarını gizlemek için hezeyan hâlindedir. Hepsi, kendine “aydın” demekten hoşlanan bu okur-yazar takımının hepsi, yağma-rant ve savaşın yarattığı açlığın, yoksulluğun, öfkenin, devlete yönelmemesi için özel çabalar içindedir. Suriye, Libya, Kıbrıs, Azerbaycan… Hiçbiri, “bu savaşa karşıyız” diyemiyor.

Oysa kuraldır, önce kendi ülkene bakacaksın. Egemenlerin giriştikleri savaş, kendi halkının kanı da dâhil gerçekte başka halkların kanını akıtmak için girişilen savaşın bir parçasıdır. Ve her paylaşım savaşında işçiler, emekçiler, halklar egemenlerin savaşında taraf olmak yerine kendi ülkelerinin egemenlerinden başlayarak bu savaşın yaratıcılarına karşı çıkmak zorundadırlar.

CHP, son iki ayda peş peşe yapılan ve planlı olduğu görülen ırkçı saldırıların, yükseltilen milliyetçilik dalgasının, rant ve yağmanın sonuçlarının ağır biçimde yansıdığı afetlerin bu saldırılara zemin olarak kullanılmasında Saray Rejimi’nin bir parçası olarak aktif rol almıştır.

“Suriyelileri bir yılda evlerine göndereceğiz” açıklamaları yapana kadar hangi tezkereye hayır oyu verdiniz? Siz bu tablonun dışında mısınız? Güya muhalefet ettiğiniz iktidar, milyonlarca insanı açlık-hastalık cenderesinde sıkıştırırken büyüyen öfkeyi “aman sokağa çıkmayın”larla siz bastırmaya çalışmadınız mı? Su gibi en temel ihtiyaca insanlık dışı açıklamalar yapan Tanju Özcan’a “partiyi bağlamaz” dışında ne yaptırım uyguladınız? Ankara’daki göçmenlere saldırıların arkasından “Davul zurna ile uğurlayacağız misafirlerimizi. Lütfen sakin olun ve bize güvenin. “ diyorsunuz, ortağı olduğunuz iklimden sonra bu çağrınız saldırganlara değilse kime? Yoksa size kim, niye güvensin? Bu saldırılar, toplumsal mücadele güçlerine de gözdağı olarak sizin sayenizde kullanılmıyor mu?

Madem bu tablo Afganistan’daki savaştan oluşuyor, TC devleti Afganistan’da kimin adına bekçilik yapıyor?

Savaşın sahiplerine akıtılacak öfkeniz mi var; buyurun ABD elçiliklerinin önüne. Savaşın işbirlikçilerine, tetikçilerine mi hıncınız var; buyurun Saray’ın önüne.

Bir yanda emperyalist paylaşım savaşında tetikçilik, bir yanda asla dinmeyen içerideki direniş çizgisi, yönetememe krizini her geçen gün daha da derinleştirmektedir.

Öfke, yaratıcısına yönelmelidir. Halklara, işçilere, öğrencilere, kadınlara hiçbir gelecek sunmayan Saray Rejimi’ne bu öfkeyi kullanma fırsatı vermeyeceğiz. Savaş kundakçılığının, yağmanın, rantın ırkçılıkla saklanmasının karşısında duracağız.

Tek çıkış, halkların, işçilerin kendi kaderlerini ellerine almalarıdır. Halkların ortak mücadelesini büyütmekten, işçi sınıfının örgütlenmesinden başka çıkış yolu yoktur.

12.08.2021

Anıları şiirlerimizde yaşayacak*

8 Ağustos 2020, cumartesi günü eve yorgun argın geldim. Duş alıp uzandım direkt. Uzanmak çok iyi gelmişti. Çünkü hafta içleri saatlerce yol çekip işe gidiyor, çalışmak adı altında bir şeyler yapıp saatlerce gerisin geriye eve dönüyordum. Uzanmak güzel bir şeydi. Telefonda boş boş takılmak uzanmanın yoldaşıydı. Sosyal medya da o yoldaşın diğer adıydı. İşte o vakit gördüm geç kalmanın pişmanlığını… Bir fotoğrafın altında “Kardeşim çok üzgünüm” yazıyordu. Fotoğrafı tanıyordum ama anlam verememiştim ilk başta… Sonra, Semaver Kumpanya’nın paylaşımını gördüm ve anlamak istemediğim bir anlama zorlandım. Birkaç kişiyi aradım. Bir numara kullanılmıyordu, diğer numara ise kapalıydı. En sondaki numaradaki açan kişinin ağzından duyunca inanmak zorunda kaldım, Nurgül Abla’nın öldüğüne…

Geçen o yılların bütün pişmanlığı üzerime yağmur gibi aktı. Nurgül Abla nasıl ölebilirdi? Daha kırk dokuz yaşındaydı… Daha ilkokula giden küçük bir kızı vardı… Daha hayattan alacakları, tiyatroda yapacakları vardı… Bitmeyen umudu ve sevgisi vardı… Bu kadar var’a rağmen nasıl ölebildi? Bilmiyorum… Adaletsizliğin üzerine kurulu bu dünyada keşke ölüm adil olsaydı, diyorum. Başka bir şey de diyemiyorum.

Bu yazıyı yazıyorum, çünkü bence herkes Nurgül Uluç’u bilmeli… Herkes tanımalı… Biliyorum, bu yazıyı çok okuyan olmayacak. Belki Nurgül Abla’yı seven birkaç kişi okur ve yad ederiz… Belki onlar bile okumaz… Hiç önemli değil… Nurgül Abla düşünceleriyle, sevgisiyle ve o güzel gülüşüyle benim hayatıma dokunan nadir insanlardan biriydi. Keşke herkesin hayatına dokunabilseydi, o vakit belki daha güzel bir dünyada yaşardık.

Bu yazıyı yazmak çok zor geliyor bana. Çünkü öykü yazmak gibi derdini bir kılıfın arasına sokup sunmuyorsun insanların önüne. Bütün gerçek duygularını bir bir açıklıyorsun… Üryan kalıyorsun herkesin önünde. Ve üryan kalan insan elini kolunu nereye koyacağını nasıl bilemezse ben de nereden başlayacağımı o kadar bilemiyorum. Geveliyorum ama galiba artık Nurgül Abla’yı anlatmak lazım… En azından tanıdığım kadarıyla. Ve inanın bana, benim tanıdığım kadarıyla tanısaydınız bu yazıyı yazmak zorunda hissederdiniz kendinizi.

Nurgül Uluç kırk dokuz yaşındaydı ve bir tiyatro sanatçısıydı, bir anneydi, bir hocaydı, bir evlattı. Maalesef annesi ve babası evlat acısı çekiyor şu anda… Çocuğu, hiç kimsenin çekmek istemeyeceği bir acıyla sınanıyor o küçük yaşında. Ve nicesi… Onu tanıyan herkesin benim gibi durumu bir türlü kabullenmekte zorlanıyor olması lazım…

Nurgül Abla, çok başarılı bir tiyatro sanatçısıydı… Akademi İstanbul’da eğitim almış, Semaver Kumpanya’nın kuruluşunda yer almıştı. Daha sonra nice sanatçıyla beraber çalışmıştı. Ben bunları ondan ve bir kısmını da internetten öğrendim. Araştırdıkça o kadar yıldır tamamen tanıyamadığımın daha çok farkına vardım.

Kadıköy’de bir eylemde tanışmıştım onla. O zamanlar, daha tiyatronun ne demek olduğunu dahi bilmeden bağımsız tiyatro yapacağız deyip boyumuzdan büyük işlere girişmiştik birkaç arkadaş. Sanki tiyatroyla, ilk başta bu ülkede sonra başka yerlerde devrim yapacakmışız gibi… Ama bilmiyorduk insanın kirlendiği gibi, tiyatronun da bunu yapanın da en başta kirlendiğini… Tabii istisnalar var, çok iyi insanlar var ama çok az… Öyle az ki; bence çoğumuzun tanıdıkları o istisnaya bile girmiyor. Çoğu kişi Nurgül Abla’yı tanımıyordu… İşte Nurgül Abla, gerçekten insan kalabildiği için tanınmıyordu… Ben bunu o sanatçı olanlar ve olmaya çalışan tayfalarda gördükçe daha çok anladım. Tanınmak isteği arttıkça insanlığından kaybediyor insan, önemsenme arzusu uğruna her şeyini yitiriyor. Maalesef bu dönemde de çoğu öyle… Suçlamıyorum kimseyi… Hayat tragedyalar gibi iyi ve kötülerden oluşmuyor, Rus edebiyatı gibi ikisini birden barındırıyor.

O zamanlar Nurgül Abla bize inanmıştı, ben size öğretirim, demişti. İnanın bana, benim o yaştaki hâlim bana aynı şeyi söylese şu anda, bir git derim. Bir git, manyak mısın, derim. Yel değirmenlerine karşı don kişotluk yapmayın, derim… Biz daha o zamanlar don kişot gibi yel değirmenlerinin üzerine yürüyemiyorduk bile ama o bize inanmıştı. Öyle bir insan bize inanmıştı.

Biz mekân bulduk, boya yaptık, masa sandalye çözdük… Her şeyi bedava oradan buradan ayarlamıştık. Nurgül Abla, bir hoca daha bulmuştu bize… Necdet Abi… Eski maden işçisi ve aynı zamanda Zonguldak’ta uzun süre tiyatro oyunculuğu yapmış, yönetmenlik yapmış ve müzikle uğraşan gerçekten tam bir halk sanatçısıydı.

O zamanlar, birkaç kişi eğitime para verilmez diye başlamıştık buna. Ama bu kadar hızlı olacağını inanın biz de ummuyorduk. Tek derdimiz, yapmak istediğimiz şeyi yapmaktı ve paramız da yoktu. Hâlâ yok, orası ayrı mesele…

Birkaç kişi gerçekten isteyerek, birkaç kişi ise iş olsun torba dolsun diye eğitim almaya gelmişti. Nedeninden öte, emeği önemliydi. Nurgül Abla ve Necdet Abi kendi dallarında bölüşmüşlerdi alanları. Oyunculuk ve doğaçlama alanlarını Nurgül Abla, metin çözümleme ve tiyatro tarihi gibi teorik alanları ise Necdet Abi anlatacaktı. Hatırlıyorum da her şeyin bu kadar hızlı ve basit olması beni hem mutlu etmişti hem de şaşırtmıştı. Ben ise daha çok teknik işlere bakacaktım. Fotokopiymiş, cartmış, curtmuş… Ama öyle olmadı işte. Keşke öyle olsaydı.

Nurgül Abla uzun zamandır tiyatro yapmıyordu ve bizle başlayacaktı bu sürece. Ailevi sorunlar ve sağlık sorunları tiyatroyu hep ondan uzak tutmuştu ve yine bir sağlık sorunu kapıya dayanmıştı. Nurgül Abla’nın vücudunda kanser hücresi çıkıverdi ve tekrardan tedaviye başladı. O yüzden derslerden ayrılmak zorunda kaldı. Onun ardından Necdet Abi de gitti. Biz dımdızlak ortada kalmıştık.

Neye üzüleceğimi o an bilememiştim. Nurgül Abla’nın sağlık sorunu bir süre sonra geçer ve tekrar döner diye umuyordum. O yüzden eğitimi ben ele almıştım. Çünkü o kadar insan topladık, mekân bulduk, ayarladık. Bunun devam etmesi gerekiyordu. O yüzden her gün okulda derslerde kitap okuyor, temrinler (temel oyunculuk alıştırmaları) öğreniyordum ve akşamları ise o alıştırmaları yaptırmaya çalışıyordum. Haftada iki akşam çalışıyorduk. Ben Nurgül Abla’nın yanına her hafta gidemiyordum maalesef, bir de gitsem ne yapacaktım, bilemiyorum. Ama her hafta arayıp ekibe neler yaptırmam gerektiğini soruyordum. Tek tek notlarımı açıklıyor, o ise bazılarını çıkarttırıyor, bazı şeyler eklettiriyordu. Uzaktan eğitim nasıl verilir, tek tek anlatıyordu bana. O hasta hâlinde bunu dert etmişti ve hâlâ buna uğraşıyordu. Ve ben hâlâ sağlık sorununun çok daha ciddi olduğunu bilmiyordum.

Velhasılı kelâm, bu süreç bir süre böyle devam etti. Ekipten çıkanlar oldu, girenler oldu. Ama eğitimler devam etti. Nurgül Abla ile telefon üzerinden aldığım eğitimler de bitmedi. Yavaş yavaş yanına gidip yüz yüze görüşmelerim de olmaya başladı. Her gittiğimde daha çok mutlu oluyordu. Farkındaydım, tiyatroya ömrünü adamış bir kadındı ve tiyatro üzerine konuşmak ona çok iyi geliyordu. Ben geldiğimde ise annesine ve babasına ‘öğrencim geldi’ deyip balkona sigara içmeye giderdik ve saatlerce tiyatro hakkında konuşup dururduk.

Şimdi o konuşmalar aklıma geliyor da birkaç hafta sadece eğitim vermişti bize ve daha sonra hastalığı çıkmıştı. Tam anlamıyla bir eğitim süreci gerçekleştirememiştik ama benim Nurgül Abla ile her konuşmam bir eğitimdi. Tiyatrodan konuşmasak bile her konu oraya dayanıyor ve sonunda hep bir şey öğreniyordum.

Tiyatroda usta-çırak ilişkisini ben orada görmüştüm. Ondan önce de sonra da bazı kurumlardan ve kişilerden tiyatro eğitimi aldım ama usta-çırak ilişkisini hiçbir zaman oralarda göremedim. Çünkü ustalık sadece kendi alanıyla ilgili öğrettiği teorik ya da pratik bilgiler ve deneyimler değildi. Ustalık cidden çırağının hayatına dokunmaktı. Bu dönemde çok az insan çok az insanın hayatına dokunabiliyor. Hele ki tiyatroda usta bulabilmek, bu zamanda parayla alınamayan en nadir şeylerden biri sanırsam. Birçok sanat kurumu eğitim veriyor ama usta bulunduramıyor. En azından bakış hiçbir zaman öyle olmuyor artık. Nurgül Abla’da öyle bir bakış vardı. O yüzden Nurgül Abla benim ustamdı.

Kısacası, her tiyatro grubu gibi bizimkisi de yavaş yavaş dağıldı ve bitti. Fakat bu süreç aylar sürdü, bir anda pes etmedik. Ama pes edeceğimiz süreç geldiğinde mecburen dağıldık. Ben o süreçte Nurgül Abla’yla ilişkimi her zaman korudum. Ondan sonra artık tiyatro ekibiyle ilgili tavsiyelerden öte daha çok neler yapmamla ilgili tavsiyeler vermeye başladı bana. Ben ise artık bu alanda eğitim almam gerektiğini düşünüyordum, aslında Nurgül Abla da benim hakkımda öyle düşünüyordu ve eskiden yer aldığı Semaver Kumpanya’dan tanıdığını ayarlayarak oranın eğitim programına yazdırmıştı beni. Tanıdıklık sayesinde yüzde elli indirim sağlamıştı bana. Ben ise her ay yatan bursumun bir miktarını oraya veriyordum. Toplam dört aylık bir eğitimdi ama ben sadece üç aylık parasını ödedim son ayı ödemedim. Çünkü orada da kişi sayısı azaldıkça zaman doldurup gidelim kafasına erişmişlerdi ve o istek olmayınca kursiyerlerin aldıkları verim de düşmekteydi. En azından benim için öyle oldu. Normalde dört aylık bir eğitimdi ama ben üç aylık bir verim almıştım, o yüzden son ayın ücretini vermedim. Nurgül Abla vermemi ve bu alanda her zaman kurumdaki insanlarla yüz yüze bakacağımı söyledi. Ben tamam, dedim ama hâlâ vermedim. Haklıydı, ona göre vermem gerekirdi ama ben bir ay boş zaman geçirmenin neden parasını vereyim ki? Bence onların bu bakışı ayıptı. Ama bu bakış meşrulaştığı için ayıplığını git gide yitirmişti.

Daha sonrasında başka bir kurumun sınavına girdim ve eğitim almaya başladım. Sınava beni Nurgül Abla hazırlamıştı. Ve ben o süreçte mümkün oldukça yanına gidiyor ve yaptıklarımızı anlatıyordum. Nurgül Abla ise daha çok kemoterapiye giriyor ve kemoterapinin etkisi vücudunda daha çok ortaya çıkıyordu. Bu yüzden yanına gidemiyor, bazı zamanlar sadece telefonla görüşebiliyordum, çünkü dışardan biriyle görüşmek o zamanlarda sıkıntı yaratabiliyordu.

On yaşında kızı vardı ve o geldiğinde çok mutlu olduğunu gittiğim zaman hem gözlerinden hem de sözlerinden anlayabiliyordum. Bir konuşmasında; kızı Ayşe, Nurgül Abla’yı arkadaşlarından kıskandığını anlatmıştı. Çünkü Nurgül Abla çocuklarla nasıl oynandığını ve neler yapılacağını çok iyi biliyordu, çok uzun zaman farklı kurumlarda drama eğitimi vermişti. Bu yüzden Ayşe’nin arkadaşları da Nurgül Abla’yı çok seviyorlarmış, ama Ayşe ‘benim annem’ deyip arkadaşlarından ayırıyormuş Nurgül Abla’yı. Ayşe ise babasıyla yaşadığı için belli zamanlarda gidiyordu Nurgül Abla’nın yanına ve doya doya zaman geçirmeye çalışıyorlardı.

Bu hastalık sürecinde, bir kızıyla yaşadığı anılardan bir de gittiğimde konuştuğumuz tiyatro muhabbetinden zevk aldığını gözlerinden görebiliyordum. Hastalık süreci o kadar uzun sürdü ki; çoğu zaman yanına bile gidemiyordum. Bir süre sonra evde kendince kukla tarzı oyuncaklar yapmaya başlamıştı ve kızıyla onları oynuyorlardı. Ve kafasında hep planları vardı. Yapacağı tiyatro oyunlarını ve onların nasıl tarzda olacağını anlatıyordu.

Hastalığı çok ilerlemediği bir zamanda, ben ve bir arkadaşım kendimizce birer tiyatro oyunu yazmıştık. Ve o zaman sorsanız, o oyunlar dünyanın en iyi oyunları derdik ama tabii ki öyle değildi. Bizi umursayan bir tek Nurgül Abla olunca ondan okumasını ve yorum yapmasını istedik. O ise mail adresi verdi bize, oyunları oraya gönderdik. Şimdi bilsem direkt yazılı halde kâğıt olarak götürürdüm yanına. Çünkü telefonu word dosyasını açmadığı için gitmiş internet kafede saatlerce bizim o iki oyunu okumuştu, bizim ise sonradan haberimiz olmuştu bu durumdan. O hasta hâliyle yine bizi düşünmüş ve oyunlar hakkında notlar tutmuş, yorumlar yapmıştı. Necdet Abi’ye de göndermiştik oyunları. Buluşmaya gittiğimizde Necdet Abi ‘çöp’ deyip bir kenara atmıştı oyunları. “Oyun değil bunlar, kahve muhabbeti” demişti. Haklıydı, oyun değildi, kahve muhabbetiydi. Nurgül Abla ise derinlikli olarak nasıl oyunlardan etkilendiğimizi, yazım tarzımızı, oyun temasını tek tek bizle tartıştı ve eksikliklerimizi söyledi. Oyunlar gerçekten çöptü ama çöpten yine bir şeyler çıkartmıştı.

Şimdi hatırlıyorum da her muhabbetimiz, her sohbetimiz benim daha çok neler yapmam, neler yapmamamla ilgili oluyordu. O hasta hâliyle bununla ilgilenip dert ediyordu. Acaba ben mi bencillik yapıp öyle davranıyordum, diye düşünüyorum da hayır, o da bunun derdindeydi. Kendi sıkıntısını başkasına sıkıntı etmek istemiyordu ve bir usta gibi sorumluluk hissediyordu içinde. Ve ben genellikle onun yapma dediği şeylerin hepsini de yapıyordum. Bir şeylerin daha hızlı olması için, başarı için, kendimi gösterebilmek için… Ama sonunda o haklı çıkıyordu. Yapmamam gerekenleri yapmaya çalışsam da çoğu olmadı ve yarım kaldı.

Ölüm haberini duyduğumda ise onun pişmanlığı daha çok acıtmıştı. Çünkü o sadece eğitime odaklanmamı, özel tiyatroya girmememi istiyordu. Ben ise bir değil, tam iki özel tiyatroda yer almaya başlamıştım. Bunun sadece birini söyleyebilmiştim ona, zar zor onay alabilmiştim. Ama ikincisini söylememiştim. Tek derdim, oyun çıkarmak ve o oyuna çağırmaktı Nurgül Abla’yı. Ama oyunlar tam olarak çıkmadan pandemi vurdu bizi ve her şey darmadağın oldu. Pandemide herkes gibi ben de kabuğuma çekildim. Nurgül Abla’yla bir tek kısa bir telefon sohbetimiz oldu sadece. Sonra kendi lisans alanımla ilgili düzenli işe girdim ve pandeminin geçmesini bekledim. Ama işte pandemi geçmeden Nurgül Abla vefat etti.

Şimdi görüyorum ki; benimkisi bencillikten başka bir durum değildi. Konuşmalarımızda onun hastalığı ve hayatından öte benim tiyatro planlarım daha çok öne çıkıyordu. Belki o bunu bir sorumlulukla yapıyordu ama ben ufak da olsa sorumlulukla yaklaşamadım. Arayıp başarısızlığımı anlatmaktan öte hiç aramamayı tercih ettim.

Şimdi ise vefat edeli tam bir yıl geçti. Bence hatırlanması, bilinmesi ve anılması gereken biri Nurgül Abla. Bu yazıyı yazarken bile fark ediyorum ki hep kendi hayatım üzerinden anlattım Nurgül Abla’yı. Maalesef bu durum onun hayatına tam olarak giremediğimden ve bilmediğimdendir. Benle yaşadığı bu birkaç örnek, Allah bilir daha kimlerin hayatına benim gibi böyle dokunduğunu düşündürüyor bizlere. Kırk dokuz yıllık yaşamında daha nicelere ustalık yapmıştır. Bilemiyorum… Bu yazı biraz olsun onu tanıtıyorsa, merak ettiriyorsa ya da tanıyanlar için hatırlatıyorsa ne mutlu bana…

Nurgül Abla ve daha nice güzel insanların anıları şiirlerimizde yaşadı ve bundan sonra da yaşayacaktır.

Emre Kalaylar

*: “Hakikat, Elbet Bir Gün” oyunundan bir replik

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...