Ana Sayfa Blog Sayfa 79

Aşk, tutku ve samimiyet üzerine başlangıç niteliğinde sorular – İdil Özkurşun

“Bir tutku bir alışkanlık oldun bende / İnan yaşayamam senin hayalinle” diye seslendiriyor bir şarkısında Müslüm Gürses. Bir tutku, bir alışkanlık… İkisinin eşzamanlılığı ne de ilgi çekici ve inanılması güç bir birliktelik oysa. Tutku alışkanlık barındıramayacak kadar coşkun, alışkanlıksa tutku barındıramayacak kadar konforlu oysa. Biri ne kadar dinamikse, öteki o kadar statik.

Bu yazıya nasıl başlayacağımı düşünürken kafamda çınlayan bu ses, belki de en makul girişi kendiliğinden getirdi bilincime. Bu yazı boyunca açmaya çalışacağım tartışmalara belki de en güzel başlangıç noktası, tutkunun kendisi. Dahası, bir sorun olarak; tutkunun yitimi. Bu noktada tutkunun ne olduğu sorusunun, apaçık ortada olan bir sorun üzerine tartışmaya engel bir tanımlamalar, açıklamalar zinciri yığmasına izin vermeyeceğim elbette. Bana kalırsa tutkunun neliğini tartışmak, nasılını tartışmaktan yersiz. Bu soruya verilebilecek en iyi yanıt; bu soruyu soranın tutkudan ne anladığından başka bir şey değil belki de. Tutku, ne salt arzu, ne şehvet, ne şiddetli geçimsizlik, ne patolojik bir bağımlılık, ne de yalnızca aşka içkin bir his… Tutku, tutkun olanın bilebileceğinden fazlası değil temelde. Bu sebeple tutkunun ne olduğu sorusunun tartışmasını okura bırakarak, tutkunun varlığına işaret etmek ve gücünü ortaya koymak seçimini yaparak devam ediyorum.

Bana kalırsa tutkunun yitimi ve tutkunun yitiminin yaratılışı, bugün arzunun baskılanmasından bile daha üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira arzu yitmez, ancak baskılanabilir; ancak tutku yitirilebilirdir. Aşk ve duygusal tüm ilişkiler üzerine yaptığımız tartışmaların gerisinde kalan ve çoğu zaman da tam da bu sebeple çözümsüzlük yaratan, tutku ve arzu üzerine konuşalım öncelikle biraz. Bu seçime ve aşk tartışmalarının kimi zaman kendi kendini çözümsüzlüğe iten niteliğine de şu alıntıyla açıklık getireyim:

Yaşamın kötü gidişine çözüm olarak aşka yapılan vurgu o kadar büyük ki, insanların kendilerine verdiği değer, aşkı elde edip etmemelerine göre yükseldi veya düştü. Aşkı bulduklarına inananlar, Kalvincilerin, zenginliği seçilmiş kul olmanın elle tutulur kanıtı olarak görmeleri gibi, bunu kurtuluşun gözle görünür delili sayarak, kendilerini üstün görme eğilimine girdiler. Aşkı bulamamış olanlar kendilerini sadece yoksun hissetmekle kalmadılar, daha derin ve daha yıpratıcı olan içsel boyutta, kendilerine verdikleri değer de düştü.

Aşk, önceleri harekete geçiren bir güç, bizi yaşamda daima ileriye götüreceğine güvendiğimiz bir kuvvet olarak algılanmıştı. Fakat günümüzdeki büyük değişiklikler, harekete geçirici gücün kendisini sorgulamamız gerektiğini göstermektedir. Aşk, artık kendine sorun olmuştur (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs, s. 10-11).

Aşkın kendisine sorun oluşu, aşkın duygusundan kaynaklı değil, anlamının büyütülmesi, esasen eksitilmesidir. Eksiltmenin kendisi bir büyütmedir. Bir şeyi anlamlandırabilmemizi güç kılacak şekilde gerçeği eksilterek çarpıtır, duygusuna yabancılaştırır ve tek veya birkaç yönüyle süsleyerek önümüze koyar. Aşkın da bu büyüklüğünün altında ezilmek hâli, aşkın ızdırabından değil, aşk fikrinin anlam sorunundan kaynaklanır. Bana kalırsa bunun en büyük sebeplerinden biri de aşkın çok belirgin duyumları olan tutku ve arzunun bu tartışmadan dışlanmasıdır. Bu elbette ki öncelikle altyapı ilişkilerine göre şekillenen cinsel politikalarla bağlantılı olarak açığa çıkan bilinçli bir hamledir; ancak hemen ardından, arzusuna yabancılaşan bireyin bu gerçeği yansıtmayan söylemi tekrar tekrar inşa etmesiyle devam etmektedir. Dönemsel yaygın psikopatolojiler ve buna eşlik eden aşk tartışmalarına bakmak da bizi bu konuda aydınlatacaktır. Buna en iyi örnek de histerinin zaman içinde zirvedeki konumunu, cinsel işlev bozukluklarına ve kaygı bozuklarına bırakışıdır. Bu dönüşümü Rollo May şu şekilde açıklar:

Bugün, pek çok terapist, seksi bastırmayı Freud’un Birinci Dünya Savaşı öncesi histerik hastalarındaki gibi sergileyen hastalarla nadir karşılaşır. Aslında bize yardıma ihtiyacı olduğu için gelen insanlarda bunun tam tersini görüyoruz: Seks hakkında bol laf, bol cinsel etkinlik, neredeyse kimsenin sık sık dilediği kadar eşle yatağa girmek üzerine geliştirilmiş kültürel yasaklardan şikâyet etmeyişi. Fakat bizim hastalarımızın şikâyet ettiği, duygu ve tutku eksikliğidir. Bu tartışma galeyanının garip tarafı, insanın azat edilmiş olmanın ne kadar az tadına vardığıdır. Bu kadar çok seks ve bu kadar az anlam ve hatta zevk! (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs, s. 44).

Yıllar önce yazılmış bu metin hâlâ, günümüzün belirgin sorunlarından birini ortaya koyar niteliktedir. Benim tutkunun yitimi ve buna karşıt olarak arzunun aşırı dışavurumu olarak gerçekleşmekte olduğunu düşündüğüm tablo da buna çok benzerdir. Bugün, aşk, hâlâ bu duygulardan yalıtık, “saf, temiz” ve “erişilmesi zor bir lütuf”, hatta kimi zaman “bunca seks”e karşın bir savunma gibi arzudan iyice kopartılıp, pamuklara sarılarak, mükemmel bir dostluk noktasına dek çekilmiş bir ilişkilenme hâlidir. “İnsanın sevgilisi, eşi, en iyi dostu olmalıdır.” Tutku, adeta ilişkilerden ve dahasından dışlanmış, hatta neredeyse kötücülleştirilmiştir; toksik ilişkilerin başrolü olarak konumlanmıştır, içi baştan aşağı manipülasyon ve psikolojik şiddet kokmaktadır. Adeta aklın ve iradenin yitimine eşleştirilmiştir. Arzuysa bildiğiniz gibi, hâlâ adeta yargılanır şekilde bastırmayla karşı karşıyadır ve kılık değiştirmeye zorlanır. Ve her iki kavram da itinayla aşk tartışmalarından soyutlanır, önemsizleştirilir. Aşkın içinde tutkudan geriye, çaresizce ve eylemsizce sevmek ve malenkoli bırakılmıştır sadece ve yazık ki tutku bu eylemsizliğin tam da karşıtıdır. Ve pratik, bu teorize edişle derinlemesine çelişir; zira aslında tıpkı alıntıdaki gibi, bugün kişi için, tutku hissedememe hâli, kayıtsızlık, hissizlik, heyecansızlık en büyük sorundur. Depresyon, kaygı, cinsel işlev bozuklukları ve nicesi… Ve bugün artık bunların neredeyse hiçbiri normdışı değildir. Sıradanlaşmıştır. Artık hepsi kapitalist toplumun gündelik yaratılarıdır. Reich’ın deyimiyle:

Ahlâkçı cinsel eğitim insanlık tarihinde kârın ortaya çıkışına sıkı sıkıya bağlı bulunduğu ve onunla birlikte geliştiği için, sinir hastalıkları ataerkil toplumsal düzenin sonuçlarıdırlar (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 51).

Cinsel yaşama dışarıdan zorla uygulanan düzenlemeyle onun ayrılmaz parçası olan bilinçaltına itme toplumun sınıf ve katmanlara ayrılmasıyla başlar. Zorlayıcı evliliğin ve ailenin ilk görevleri cinsel arzuların bilinçaltına itilmesini koruyup sürdürmektir; evlilik öncesi ve içerisinde iffetli yaşama gerekliliği işte bu iki kurum gözününde bulundurularak öne sürülmüştür (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 163).

Tutkunun yitimi kısmında, bastırılan arzunun aşırı dışavurumuna geçmeden önce, bir es verip, arzuyu konuşmaya muhtaçlığımızı da ortaya koymak adına, şu soruyu sormak istiyorum. İki insanı, diğerleriyle kurduğundan daha güçlü, “özel” bir bağ kurmaya iten nedir? Cevabı üzerine düşünülmesini istediğim soru bu değil esasen. Bu soruya edebiyatta onlarca kez verilmiş bazı cevaplara değinmek istiyorum: ortak suçlar, ortak sırlar veya ortak tutkular… Amacım bu bağlardan hiçbirini olumlamak değil; ancak bu, gerçeğe çok yakın duran tespitlerin altındaki nedenselliğin ve çok belirgin olan ortak noktanın keşfi mühim: güven. Her birinde çok ortak olan şey iki insan arasında kurulan güven ilişkisi, kimisinde bir zorunluluktan doğan, kimisinde bir duygudaşlıktan doğan. Sarsılmayacağı; hatta suçluluk duyguları sebebiyle sarsılamayacağı neredeyse kesinleşmiş bir güven duygusu. Teknik olarak buna güven denilebilir mi? Bu soruyu da not edip devam edelim. Geldiğimiz düzlükte durup bir düşünelim. Hayal edelim. Kapitalist toplumun insanlar arasında açtığı ekonomik ve duygusal uçurumlardan, meta ilişkileri ve rekabetten arındırılmış bir toplumda iki insan arasındaki özelleşmiş derin ilişkiyi inşa eden başat şeylerden biri olmaktan çıkmaz mı güven? Adına diğer ilişkiler sevgi barındırmazmışcasına sevgililik denen şeyi burada inşa edebilecek olan şey nedir? Böylesi bir ortamda sevgiliyi ötekinden ayrı kılan nedir? Buna kimilerimizin belki de hiç düşünmeden verebileceği bir cevap vardır: Aşk.

Böylesi bir denklemde aşkı farklılaştıran unsur olarak arzu çok daha belirgin şekilde öndedir. Ancak arzu sevgililiği koşullar mı? Bu da bir başka sorudur. Kimileri için bu sorudan çıkış, hayvanlara özgü bir çiftleşme düzenine eştir; ancak insanın bilinci kaynaklı başka bir hayvana denk bir dürtüsellik yaşamadığını biliyoruz. Cinselliğin biçimlerinin büyük çoğunluğu, sınıflı toplumların cinsel düzenlemelerine dayansa da, dürtüselliğin aynı şekilde yaşanmayışının, insanın toplumsallığına ve bilincine dayandığını söyleyebiliriz ve bu tespitin ahlâkçılıkla uzaktan yakından alâkası yoktur. Ve bana kalırsa, poligamiyi dahi yanlış kurgulayarak yapılan benzer tartışmalar ve fikrî bulanıklıklar, sınıflı toplumların, önceleri “Haz alma!”, ardından “Haz al!” üzerine kurulu politikaları sonucu haz ve arzunun yanlış eşleştirilmesiyle ilişkilidir. Oysa haz ve arzu aynı şey değildir.

Peki arzu aşkı koşullar mı? Öyleyse yine geldik, aşk nedir sorusuna. Ve geldiğimiz gibi, aşkın kendisine sorun hâline gelmesine izin vermeden, üzerine basarak geçeceğim tekrardan. Ancak tam bu noktada, aşk ve cinsel arzu ikili cevabına ilişkin, Lacan’ın “cinsel ilişki yoktur” iddiasını, üzerine düşünebilecek bir sav olarak ileri sürmekte fayda var. Her ne kadar tamamen ve gönül rahatlığıyla katılabildiğim bir fikir olmasa da, iki insan arasındaki bağı inşa edenin ne olabileceği veya cinsel arzudan öte bir “aşk” kavramına duyulan ihtiyacı açıklaması açısından ilgi çekici olacaktır. Lacan’ın bu savını sayfalarca anlatmak mümkün; ancak şu alıntıyla belki genel hatlarını ortaya koyabiliriz:

Kuşkucu ve ahlâkçı anlayıştan türetilmiş, ama onların tersi bir sonuca varan, çok ilginç bir savdır bu. Jacques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedenine yapışmamız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, aradaki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel ilişki yoktur diye bir sonuca varır Lacan. Bu formül büyük patırtı koparmıştır, çünkü o dönemde herkes tam da o “cinsel ilişkiler”den söz ediyordur. Cinsellikte cinsel ilişki yoksa, aşk cinsel ilişki eksikliğini gideren şeydir. Lacan aşkın cinsel ilişkinin kılık değiştirmiş hâli olduğunu söylemez hiç de, onun söylediği cinsel ilişkinin olmadığı, aşkın bu ilişkisizliğin yerini tutan şey olduğudur. Bu çok daha ilginç. Bu düşünce onu öznenin aşkta “ötekinin varlığına” erişmeye çabaladığını düşünmeye itmiştir. Aşkta özne kendinden öteye, özseverliğin ötesine geçer. Cinsellikte, ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir. Öteki, sizin zevkin gerçekliğini keşfetmenizi sağlar. Buna karşılık aşktaysa ötekinin aracılığı kendi başına değer taşır. İşte aşktaki karşılaşma budur: Ötekini olduğu hâliyle sizinle birlikte var etmek için, ona doğru atılırsınız. Aşkın cinsellik gerçeği üstünde düşsel bir resim olduğu yönündeki bayağı anlayıştan çok daha derin bir anlayıştır bu (Alain Badiou & Nicolas Truong, Aşka Övgü, s. 25, Can Yayınları).

Bu alıntıdan, arzu nesnesiyle yaşanan cinsel eylemde, ötekinin hiçe sayıldığı, yahut onun arzulanımın veya hazzın kaynaklarından biri olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Burada anlatılan cinsel deneyimin biçiminin eleştirisinden ziyade, karşılıklı arzu doyumuna dayalı “güzel ve iyi” bir cinsel deneyimin de tam olarak bu dinamiği oluşturduğuna yapılan vurgudur. Psikanalitik kuramdan yola çıkarak özsever -narsistik- konuma ve libido kuramına atıf yapan bu savı daha iyi anlamak isteyenlerin derinlemesine incelemesini tavsiye ederim. Ancak bu noktada, arzu doyumunun ötesinde -yahut dışında- bir aşk ilişkisine duyulan ihtiyaca değinmesi açısından ilgi çekicidir. Ve üzerine uzunca tartışmaya değer bir sav olsa da, misal “aşk, kavuşamamaktır” gibi oldukça kabul gören ve yüzyılların sözlü gelenek ürünlerine dahi konu olmuş bir iddiayı da, özel mülkiyetin ikili ilişkiler üzerindeki aidiyet fikrine katkı sunacak şekilde açıklar. Öte yandan bu sav, platonik aşkın sürdürülebilirliğine de bir anlam kazandırmaktadır.

Gelelim bastırılmış arzunun aşırı dışavurumu dediğim meseleye. Bana kalırsa bugün en güncel şekilde kendisini gösteren sorun budur. Aslında bu kapsamda bahsetmek istediklerimin bir kısmına daha önce “Kapitalizmin krizi, pandemi ve seks” başlıklı yazımda değinmiştim. Burada biraz daha teorik olarak tartışmak istiyorum bu konuyu. Aslında yukarıda Rollo May’den yaptığım alıntıyla da birlikte düşünürsek, cinsellik üzerindeki perdenin kalkışı, cinselliği konuşulur ve kapitalizmin lehine pazarlanır bir biçime sokarken, öte yandan kapitalist devletin cinsel ahlâkı üzerinden, cinsel yaşam yeniden düzenleniyor. Ve bu durum, tutkunun yitiminde olduğu gibi, kişiyi kendi arzusuna yabancılaştırırken, öte yandan da yine bu bastırmanın bir sonucu olarak bir cinsel aşırılık yaratıyor. Yine bu konuya giriş niteliğinde Reich’tan iki alıntı yapmak istiyorum:

Cinsel yokluk cinsel yaşama dışarıdan zorla uygulanan düzenlemenin sonucu olduğundan, cinsel yaşamı tekeşli zorlayıcı evliliğin belirlediği bütün toplumlarda aynı sıkıntıyla karşılaşırız… Cinsel darlık, sinir hastalıkları, sapkınlıklar, işkenceli öldürmeler, cinsel bastırmaya eşlik eden, buyurgan düzenin bile bile arzulamadığı; ama kaçınamadığı altürünlerdir. Böylece ortaya çıkan ruhsal bozukluklar, sarsılmış bir cinsel düzenliliğin sonuçlarıdırlar (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 160).

Her ne kadar cinsel bastırma buyurgan egemenlik kurmayı kolaylaştırmaktaysa da, ister istemez yarattığı cinsel darlıkla kendi temellerini de sarsmaktadır. Gençliği erginlerin istemine köle etmekte; ama aynı zamanda cinsel başkaldırısını da hazırlamaktadır. Cinsel arzuları baskı altında tutmanın yarattığı çelişkiler şimdi, yüzyılın başından beri buyurgan toplumu gittikçe daha çok sarsan cinsel bunalım içerisinde kendilerine çözüm bulmaya uğraşmaktadırlar. Cinsel bunalımın yoğunluğu, ayrılmaz bir parçası olduğu iktisadi bunalımlardaki iniş çıkışlara göre artıp eksilmektedir. Halk kitlelerinin oluşturduğu somut toplumun çözülmesi yalnız cinsel yaşama vurulan aile ve evlilik zincirlerinin parçalanmasına değil, aynı zamanda, beslenme içgüdüsünün doğurduğu ayaklanmayla cinsel gereksinimlerin de keskinleşmesine yol açmaktadır. Bunalım dönemlerinde “ahlâkın çökmesi” savının son derece yalın açıklamasıdır bu. Gerici yetkililerin, iktisadi bunalım dönemlerinde, kitlelerin cinsel etkinliği üzerindeki gerici baskıyı artırmaları, kanlı yıldırma önlemlerine başvurmaktan çekinmemeleri pek anlamlıdır (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 168).

Cinselliğin üzerindeki eski kalın perdenin yerini tüle bırakmasına karşın, çürüme de kendisini göstermeye başlamıştır. Burada cinsellik üzerindeki perdenin kalkıyor olmasına sevinmemek ahmaklık olur; ancak bu çözülmenin nereye evrileceği oldukça önemlidir. Durum, bastırılmış arzunun, patolojik semptomlarla ortaya çıkışına benzer niteliktedir. Güncel örneklerle tartışırsak, pandemi süreci ve ekonomik kriz tam da yukarıda bahsedildiği biçimiyle “ahlâkın çökmesi” durumunu ortaya çıkarmıştır. Ancak Reich’ın bu metni kaleme aldığı güne kıyasla bugün, kapitalizm bu “çöküş”ten de bir pazar yaratmaktadır. Daha önceki yazıda bahsettiğim sugar daddy, finansal kölelik vs. gibi yeni “meşru, sempatik fuhuş” biçimlerinin ötesinde fantazi satmaktadır. Ve misal, bugün bunların en belirgin ve en gözde örneği olan swinger kültürünün, artık dayanaklarını kaybeden evlilik kurumunu da yeniden koşullayacak bir fantezi biçimi olması ilgi çekicidir. Burada söz konusu olan uzun yıllardır var olan bu fantezinin özel olarak seçilip gündemleştirilmesi, sosyal medya üzerinden adeta reklamının yapılır şekilde öne çıkarılması ve hatta buna uygun mekanizmalar kurulmasıdır. Zira bu fantezi diğerlerine nazaran evlilik kurumunun yıkımını işaret etmez; aksine bir açıdan onu koşullar. Üzücü olan, yaşananın çok büyük çoğunluğunun bir fantezi değil, bir yalan olmasıdır. Fanteziler bile kirlenmiştir; biçimlerinden kaynaklı değil, nedenselliklerinden kaynaklı kirlenmişlerdir. Bir arzunun keşfinden kaynaklanmayan, bir “artık bir şeyler hissetmek istemek” arayışının sonucudur. Arzu doyumu değil, düpedüz doyumsuzluktur. Cinsellik ve başta da belirttiğim biçimiyle aşk, bir kaygı sebebidir ve eşlikçisi de büyük bir depresyon hâlidir. Ve bu parçalanması gereken bir kısırdöngüdür; zira kayıtsızlık ve duygu eksikliği aslında kaygıya karşı bir savunma mekanizmasıdır aynı zamanda.

Bir süredir kafamı kurcalayan bir soru var: Narsistik özellikler ve border özellikler, son yıllarda sıklıkla, kapitalist toplumun ortaya çıkardığı psikopatolojik durumlar olarak ele alınmaya başlanmışken, bana kalırsa dijitalleşmeyle de birlikte daha da öne çıkan şizoid yapılanmadan neden bunca söz edilmiyor? Bu konuyu başka bir metinde daha derinlikli tartışmak istediğimden, şimdilik kısaca buradaki bağlantıyı ortaya koyup geçeceğim. Bir başetme mekanizması olarak kimi zaman dünyayla ilişkiyi kesme, yakın yahut derin ilişkiler kurmaktan kaçınma, kayıtsızlık ve duygulanım eksiliği şizoid yapılanmanın görüngüleridir. Ancak ilgi çekici olan bu tablonun altında çok yoğun; ancak açığa çıkarılamayan duygular ve ciddi bir kaygı yatmasıdır. Ve şizoid yapıda, tutku eksikliğiyle belirgindir. Tam da az önce bahsettiğimiz durumlar gibi. Rollo May “Şizoid insan teknolojik insanın doğal bir ürünüdür. Bir yaşam biçimidir ve giderek yaygınlaşmaktadır, sonunda ise şiddet olarak kendini gösterecektir” der. Bana kalırsa bu çok anlamlı bir tespittir ve günümüzde derinlemesine incelenmeye muhtaç bir olgudur.

Kayıtsızlık, hissizlik, tutku yitimi, içgörüsüzlük ve yüzeysel ilişkilenmeler… Ne kadar sıklıkla gördüğümüzü söyleyebileceğimiz durumlar. Ve tüm bunların, bilhassa kendi arzularına yabancılaşmanın getirdiği bir samimiyetsizlik hâli. Önce kendine, ardından ötekine karşı bir samimiyetsizlik hâli. Açıklığın yitimi; kendine ve ötekine karşı. “Ben çağı”na karşı aslında “ben”e yabancılaşmış benmerkezci insan modeli. Kendi arzularını “ben…” diyerek ifade edemeyen, çoğunlukla kaçıngan, kaygılı, ötekini suçlayıcı; fakat ötekini yalnız kendisi üzerinden analiz eden benlikler…

Tüm bunları tartışmak; tutkuyu, aşkı, cinselliği, güveni, içgörüyü vb. bugün elzem hâldedir. Ve en önemlisi başta da belirttiğim gibi, tüm bunları ve içerdikleri tüm duygu ve durumları, Freud’un “Ben cinselliği olduğu gibi adlandırdım, cinsel şeylere kendi adlarını verdim, açık seçik konuşuyorum” dediğindeki gibi bir tavırla yapmak.

Tüm bunları kavramanın ve tartışmanın, değiştirmek adına da bir sorumluluk barındırdığını unutmadan şu alıntıya yer verelim son olarak:

Sorunlar, değeri henüz yeteri kadar anlaşılmamış tuhaf bir özelliktedirler: Geleceği önceden bildirirler. Bir dönemin sorunları, henüz çözülmemiş; fakat çözülebilecek krizlerdir; “çözülmüş” sözcüğünü ne kadar ciddiye alırsak alalım, yeni olanaklar olmasaydı, kriz de olmayacak, sadece umutsuzluk olacaktı (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs, s. 15).

Ve evet, tutkunun yitimi, umudun yitimidir. Kapatırken, başa saralım hemen, ne demişti Müslüm Gürses şarkısının devamında, “Umutlarım tükenmekte, ne olur gel” ve ne diyordu “Tutku” isimli bir başka şarkıda: “Sen benim tek tutkum son umudumsun”. Evet, tutkunun umutla bir ilgisi olmalı. Umudumuzu yitirmemek gerekliliğiyle… o

Today, working class rule is possible!

History is not an ordinary flow of time. History is also not just a collection of events. History contains certain ruptures in it. It is also read according to how you look at life. We, those who look at life from a classless and borderless world today and who struggle for this, see and say that history calls working class to power.

All over the world, capitalism no longer holds promises for billions of people. There is no place left on the earth or under it that has not been plundered and exploited. Capitalism is a system in which billions of people’s dreams are left unfinished, where billions of people are exploited, humiliated and made fun of so that they can merely survive.

The streets of the world are full of actions that show the impossibility of living in this system. It is full of strikes by workers for their rights, and courthouses burned down by women for justice. It is full of barricades that students overcome and solidarity networks that are created to survive.

The anger of those whose lives and minds are made fun of is of course capable of establishing a new world. It is true; this is the reading of history by those who fight for socialism, who claim to be the subject of history.

In order to get out of the current economic and political crisis, an election is suggested where we can choose between one of those who created the crisis. Our proposal is to destroy the system that created this crisis. Which is more utopian? Which one is a realistic and final solution? The history that the rulers and those who want to perpetuate this misery see appropriate for us is obvious. The important thing is to grasp the truth and struggle to change the course of their history. History is ready for this, it is waiting for us, millions.

Those who set out to establish a world without classes and exploitation are the ones who write history step by step.

These steps include the names of Deniz, İbo and Mahir (T/N: Deniz Gezmiş, Mahir Çayan and İbrahim Kaypakkaya are the important leaders in the history of Anatolian revolutionary movement).

Bekir Kilerci is included in the names of these steps. Bekir Kilerci was tortured to death in Ankara Anti-Terror Branch on December 13, 1997. We are on the same path today, together with what we have learned from his struggle, poems and stories, and we say with him, “A human being, in order to win tomorrows, comes to terms with yesterday and strangles with today.”

These steps have the name of Ali Serkan Eroğlu. Ali Serkan Eroğlu was murdered by being hung in the toilet of Ege University, where he was studying, on December 24, 1997. Today, we are on the same path, together with what we learned from his struggle, poems and stories, and we say with him that it is possible to be human and remain human in this system only by struggling.

We revolutionaries on the path against the wind amidst the defeat of socialism yesterday see; working class rule is possible today! What we have to do is transform what we see into reality.

We are organizing for this.

For this, we call on workers, laborers, women and students to organize.

For this, we call on the revolutionaries and the resisters to organize the United Labor Front.

Today writing history is in our hands.

Forward to the revolution, either socialism or death!

December 13, 2021

Diyorlar ki önce bir Erdoğan gitsin de… Peki sonra?

Diyorlar ki önce bir Erdoğan gitsin de… Peki sonra?

Sanki Saray Rejimi, burjuvaların istemediği bir rejim, sanki Saray Rejimi ve Erdoğan ve Bahçeli ve Kılıçdaroğlu ve Akşener elleri öyle ya da böyle sınıfın ve sınıfın devrimcilerinin kanına bulanmış bu figürler bir ve aynı değilmiş, uluslararası tekellerin, ülkemizdeki tekellerin çıkarlarının ürünü değilmiş gibi.

Sanki Erdoğan gitse de yerine Gül gelse, Akar gelse, Kılıçdaroğlu, Akşener gelse, burjuva egemenlik son bulacak, ekmek bedava olacak örneğin, dolar düşecek, işsizler iş bulacak, evsizler ev… özgürlüğe kavuşacağız, sömürü ve savaş bitecek, hayat bayram olacak… Yok öyle bir dünya!

Bu algıyı reddediyoruz! Tüm sermaye güçleri bu rejimin içindedir, yanındadır, arkasındadır; Erdoğan bu pisliğin başında olsun ya da olmasın.

Ensar Vakfı’nda ve adını duyduğumuz-duymadığımız tüm vakıf ve tarikat örgütlenmelerinde çocuklara tecavüz edilip edilmemesi hiçbir kapitalistin, sermayenin hiçbir kesiminin umrunda değil.

Halk ekmek kuyrukları, soğuktan kalbi durup ölen bebeler, sefillik içinde nefes alıp vermeye hayatta kalmaya çalışan, bunca rezillik yetmiyormuş gibi bir de aynı kendisine benzeyen, elleri, kolları, gözleri olan, konuşabilen örneğin, cümle kurabilen canlılar tarafından yakılıp öldürülen mülteciler, üç kuruşa çalışan ve bir işi olduğu için mutlu olması gerekenler,

-sahi neden mutlu değilsiniz nankörler, işiniz var ve bir de üstüne para istiyorsunuz demek, bir de, bir de sendika demek, asgarî ücrete zam gelmesi gerekirken düşürene teşekkür eden Türk-İş Başkanı verelim mesela size olmaz mı-,

işsizler, ömürlerinin başında olduğu gibi sonuna doğru da açlıkla terbiye edilmek istenen emekliler, bilimselliği ve özgürlüğünün ancak olumsuz cümle kalıplarında geçebildiği üniversitelerin geçin eğitimi barınma sorunu yaşayan öğrencileri, her gün her saat herhangi bir bokun soyu erkek tarafından en hafifinden dayak yeme, öldüresiye dövülme, tecavüz edilme, öldürülme gerçeğiyle yaşayan kadınlar, cinsel yöneliminden dolayı aşağılananlar, kimlikleri reddedilen, TC tarihi boyunca varlıkları inkâr edilen, asimilasyona uğrayan, imha edilen halklar…

yani özetle bize dair, bizden olan hiçbir şey, hiçbir kimse sermaye sınıfının, burjuvaların, Koçların, Eczacıbaşıların ve onların devletinin, günümüzdeki hâliyle Saray Rejimi’nin herhangi bir yerindeki herhangi bir temsilcisinin -Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Akşener, Soylu, Akar, Gül, tamamlayın siz gerisini- umrunda değil. Çarklar dönüyor nasılsa, fabrikalarda yirmidört saat güneş batmıyor, kârlar katlanıyor, yağma, talan, rant yok önünde hiçbir engel uuuu, oğlanı kokain çekerken mi yakalattık, pudra şekeriydi deriz ne gam! Erdoğan gitsin de, öyle mi?

Dünya kapitalist sistemi krizdedir ve bu kriz giderek derinleşiyor. Emperyalist güçler dünyanın yeniden paylaşımı için savaşıyor. Bu savaşın en sıcak biçimlerini aldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Dünya kapitalist sistemi ile beraber Türkiye kapitalizmi de derin bir ekonomik ve siyasal krizin içinde, bunun bütün faturasını da bize yıkmak, bu krizde de kârlarına kâr katmak peşindeler. İşte bu koşullar altında TC devleti çözülmektedir, Saray Rejimi çözülmektedir. Bu noktada Erdoğan çoktan bitmiştir. Erdoğan gitsin de, diye erteleyeceğimiz bir noktada değiliz. Erdoğan’ın yerine gelecek olan, aynı çarkı sürdürdüğü sürece, bizim için ne değişecek? Bizim işimiz bu devleti kurtarmak değil.

Bu bir savaş. Bu savaş, biz işçi sınıfı ile iktidarda olan burjuva sınıfı arasında.

İşçi sınıfı için mesele, Saray Rejimi ile birlikte tüm burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermektir.

İşçi sınıfı, kendi sınıf çıkarlarını ortaya koymalıdır.

Biz, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyadan yanayız. İşçi sınıfının ve tüm insanlığın kurtuluşu buna bağlı. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya, sosyalist devrimle başlayan bir süreçle kurulur. Sosyalist devrim, tüm fabrikaların, tüm hastahanelerin, tüm bankaların, tüm üretim araçlarının, tüm eğitimin kamulaştırılması demektir. Sosyalist devrim, tüm aşağılanmanın son bulması, her türden kimlik sorununun çözümü demektir. Sosyalist devrim, özgürlük demektir. Sosyalist devrim, tüm tarihle hesaplaşma, sosyalist devrim tüm halklarla barışmak demektir. Sosyalist devrim, bizim tek çıkış yolumuz!

Biz iktidara yürümeliyiz. Bu mümkündür! Biz hayatı üretenler, onu yönetmeye aday olmalıyız! Mesele direniş çizgisini geliştirmek ve örgütlemektir. Devrimin acil görevi budur!

Direnişi büyütmeli ve daha da örgütlemeliyiz! Bugün Birleşik Emek Cephesi bunun yoludur. Devrimci tüm güçler, tüm gruplar, tüm devrimci siyasal eğilimler, tüm yerel işçi örgütlenmeleri, tüm fabrikalardaki işçi konseyleri, gözlerini iktidara dikerek, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek zorundadır. Bu sadece bir çağrı değil, bu aynı zamanda, devrimi olanaklı hâle getirmenin tek yoludur.

* * *

Bundan yüz elli yıl önce “İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” diyordu Komünist Manifesto’da Marx ve Engels. Yineliyoruz: “Bir zincir yitirenler, bir dünya kazanacak!”

Bundan yüz yıl önce Rosa Luxemburg dövülerek öldürüldü ve nehre atıldı. Unutmuyoruz. “Ya sosyalizm ya barbarlık!” demişti, doğruydu. Tekrarlıyoruz. “Vardık, varız, var olacağız!”

Ve yolumuz bellidir, vazgeçmiyoruz.

Yolumuz Paris Komüncülerinin yoludur.

Yolumuz Ekim Devrimi’ni dünyaya armağan eden Lenin’in ve yoldaşlarının yoludur.

Yolumuz sosyalizmin güzel adası Küba’nın, Che’nin ve Komutan Fidel’in yoludur.

Yolumuz “kurtuluşa kadar savaş” diyen Mahir Çayan’ın yoludur.

Yolumuz Deniz Gezmiş’in, Sinan’ın yoludur.

Yolumuz ser verip sır vermeyen önder İbrahim Kaypakkaya’nın yoludur.

Yolumuz ortağımız, canımız, canımızın içi, devletin ajanlık teklifini reddettiği için okulunun tuvaletinde asılarak öldürülen Ali Serkan Eroğlu’nun yoludur.

Yolumuz ortağımız, canımız, canımızın içi, işkencede güneşe uğurladığımız Burhanettin Akdoğdu’nun, Komutan Bekir’in yoludur.

* * *

Tüm dünyada bir hayalet dolaşıyor. Bu hayalet, devrim hayaletidir. Açlığın, işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun kol gezdiği işçi sınıfı saflarında bu devrim hayaleti vücut buluyor, gelişiyor: Adım adım, santim santim, inatla ve umutla. Bu uzun ve zorlu bir mücadele. Bu mücadele için, devrim için sizi Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyorum.

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Yaşamak dediğin – Kaldıraç Üniversite

Hey sen, nefes alıyorsun şu an, hayattasın.

Ama yaşayıp yaşamadığın konusunda emin değiliz. Yanlış anlama, yaşamak dediğin öyle olmaz böyle olur gibi cümlelere boğulmaya ve seni suçlamaya niyetimiz yok hiç. Yaşayıp yaşamadığına emin değiliz çünkü sen de emin değilsin sanki. Hani yetmiyor ya şu hayat sana, hani arıyorsun ya bir şeyleri; ha işte tam da o arayışa sarılalım birlikte, beraber bulalım arananı, beraber görelim gelmekte olanı.

Belki bir sokakta yan yana geldik sloganlar attık seninle; özgürlük diye bağırdık hep bir ağızdan, istemedik kayyum rektörleri hiç. Belki içine ev denmesi imkânsız olsa da dört duvarı olduğu için içinde yaşadığın ve yüksek ihtimalle kirasının altında ezildiğin o yerden çıktın da barınma hakkın için direndin kampüslerde. Dört bir yanında katledilen kadınların kanı olan şehirlerin, katledilen kadınların öfkesiyle dolup taştığı meydanlarında coşkulu birer slogan patlattık belki seninle. İkizdere’de doğasına, yaşamına sahip çıkan köylülerin isyanını ayrı ayrı telefonlardan izledik de aynı heyecanla attı nabzımız. Bazen de günlerin, haberlerin ağırlığını dağıtmaya çalışıyorsun herkes gibi. Kalkmıyor kolların, yetmiyor etrafını kaplayan sisi dağıtmaya da göremiyorsun aradığını bir türlü.

Hayattasın yani hâlâ.

Tanışalım mı artık seninle?

Bizler, hayatta kalmakla yetinenler değil insanca yaşamak isteyenleriz.

Hani öyle başımızı sokacak sıcak bir yer olsun, karnımız tok olsun yaşayıp gidelim; bir fırsatını bulur bulmaz TL yerine euro kazanalım; gülümseyişlerimizi 64 megapiksellik bir kameraya sığdıralım; bu böyle geldi böyle gider diyerek yolumuzu bulmaya çalışalım; gün sonunda korkular, kaygılar içinde olsa da yatağa uzanıp “bugünü de atlattık” diyerek kendimizi rahatlatalım diyenlerden değiliz.

Belki oradan bakınca delirmiş bunlar dediğin, haklılar ama hayalciler dediğin; bazen tereddüt ve korkuyla yaklaştığın, belki de özendiğin ama yanımıza bir adım atmakta kararsız kaldığın devrimcileriz.

Bize verilenle yetinmek değil, ellerimizle yarattığımız özgür bir dünya istiyoruz.

Sen de yaşamak istiyorsun, biliyoruz.

“Yaşamı yeniden yaratmak…
Konuşarak değil yaşayarak…
Etrafımızdan öğrenerek… öğretmek için öğrenerek…
Başkasına…Kendimize…
Etrafımızı etkileyebilmek…bu etkiye kendimizi katabilmek…”

Bizler, devrimci sosyalistleriz, seni de çağırıyoruz yaşamı yeniden yaratmaya, saflarımıza.

Güzel günler için yaşıyoruz, güzel günler için savaşıyoruz.

Çalışmanın, günlük geçimini sağlamak, yaşayabilmek, karnını doyurabilmek için bir zorunluluk olmaktan çıktığı, insanın insana boyun eğişinin tüm biçimlerinin sonuçlarıyla birlikte yok olduğu, insanın tüm yeteneklerini özgürce geliştirebileceği, insanın yeniden ve toplumsal doğuşunun gerçekleştiği bir dünya için, sosyalizm için, komünizm için savaşıyoruz.

Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz.

Çünkü arkadaş, sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur.

Sahi nedir savaşmak, bir savaşçı olarak yaşamak?

Savaşçı, sınıfının savaşçısı gerçeği arar. Gerçeği görür ve ona ulaşmak için bir adım atar, bir yol çizer ve bu yolda kendi hikayesini yazar. Kendi ideallerin için savaşmayı göze almak; mümkünü yakın kılar, hayali gerçek yapar. Asıl mesele ise kararlı oluştur; o yolun devamını getirebilme, sonuna kadar gidebilme iradesini ortaya koymak. Bunu da öyle yalnız büyük kahramanların yapabileceği bir şey olarak görmeden, olanca sadelik ve samimiyetle yapabilmek. Aramak ve emekle var etmek yaşamı.

“Basit doğruları aradım önce.
Başım döndü gerçekleri görünce.
Kavramak ne zordu;
beynim yetmedi,
ellerim işe koyuldu.
Başladım yaşamı değiştirmeye.
Aslında her şey ne kadar basitmiş
bütün mesele
yaşamı
ilmek ilmek örmekmiş”

Bir hayatı olanca basitliğiyle ve güzelliğiyle yaşamak; hayat karşısında bir tutum geliştirebilmek ve ilmek ilmek örebilmek onu. İşte böyle yaşayınca, bazı ölümler ölümü aşmak anlamına geliyor.

Bundan 24 yıl önce içimizden ikisini gökyüzüne uğurladık.

Ölümü aşan, gidişiyle kalan, iki devrimci, iki yoldaş, iki insan…

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

Devrimci tiyatrocuydu, şairdi. Savaşçıydı Komutan Bekir, Savaşçının Türküsü’nü söyledi şiirlerinde.

Erdal Eren’e yazdığı şiirinin yayımlanacağı ay, Erdal Eren’in ölümsüzleştiği günde, 13 Aralık 1997’de, Ankara TEM şubesinde işkencede, ser verip sır vermeyerek ölümsüzleşti.

“Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar, başkalarının idealleri için ölür” diye yazmıştı Bekir.

“…
ben öncelikle sınıfımın adamıyım.
Bir işçi çocuğu olarak doğdum,
bir işçi olarak yaşadım
ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim.” dedi, öyle yaşadı, öyle ölümü yendi.

Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu.
19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsan olmak, insan kalmak için satmadı yoldaşlarını.

24 Aralık 1997’de, okulunun tuvaletinde asıldı. Bir çığlık oldu gidişi, İnsan Olmanın Çığlığı.

“Siz siz olun, doğru dürüst ölün!” diye yazmıştı Serkan. Doğru dürüst ölmek için, doğru dürüst yaşamak gerekirdi zaten, Serkan da öyle yaşadı.

Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen bu iki kahramanımızı, sınıfının savaşçısı iki ortağımızı anıyoruz.

Bizler onları anarken, onları anlatırken, onların mücadelelerini sürdürürken, insan kalmak isteyen, insanca özgür bir yaşam isteyen herkesi onlar gibi “yaşamaya” davet ediyoruz.

“Onlar limana değil, ufka bakıyordu
Gemi suların üzerinde kanı-deli kaynıyordu
Bu gemi zafere ulaşacak!” diyerek yoldaşlarımız Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nu anacağımız etkinliğe seni de çağırıyoruz. Gel, insan olmanın çığlığını birlikte büyütelim; 26 Aralık Pazar günü saat 15.00’de Beşiktaş Belediyesi Süleyman Seba Kültür Merkezi’nde buluşalım.

 

Bugün işçi sınıfı iktidarı mümkün!

Tarih, zamanın sıradan bir akışı değildir. Tarih, salt bir olaylar toplamı da değildir. Tarih, içinde belirli kırılmaları barındırır. Ve tarih yaşama nereden baktığınıza göre okunur. Biz bugün yaşama sınıfsız ve sınırsız bir dünyadan bakanlar ve bunun için mücadele edenler, görüyor ve diyoruz ki tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor.

Tüm dünyada kapitalizm artık milyarlarca insan için vaadlerinden yoksundur. Yeryüzünün ve altının yağmalanmayan, sömürülmeyen bir yeri kalmamıştır. Milyarlarca insanın hayallerinin yarım kaldığı bir sistemdir kapitalizm ve milyarlarca insanın, sadece hayatta kalabilmek için sömürüldüğü, aşağılandığı, aklıyla dalga geçildiği bir sistemdir.

Dünyanın sokakları ise bu sistem içinde yaşamanın imkansız olduğunu gösteren eylemlerle doludur. İşçilerin hakları için yaptıkları grevlerle, kadınların adalet için yaktığı makemlerle doludur. Öğrencilerin aştıkları barikatlarla, yaşamak için kurulan dayanışma ağlarıyla doludur.

Yaşamlarıyla ve akıllarıyla dalga geçilenlerin öfkesi yeni bir dünya kurmaya da elbette kadirdir. Doğrudur; bu, sosyalizm için mücadele edenlerin, tarihin öznesi olma iddiasında olanların tarih okumasıdır.

Bugün yaşanan ekonomik ve siyasal krizden çıkış için, krizi yaratanlardan birini seçebileceğimiz bir seçim önerilmektedir. Bizim önerimiz ise bu krizi yaratan sistemi yok etmektir. Hangisi daha ütopiktir? Hangisi gerçekçi ve nihai bir çözümdür? Bu sefilliği devam ettirmek isteyenlerin, egemenlerin yazdıkları ve bize reva gördükleri tarih ortadadır. Mevzubahis gerçeği kavrayıp, onların tarihlerinin akışını değiştirmek için mücadele etmektir. Tarih ise buna hazır bizi, milyonları beklemektedir.

Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için yola çıkanlar tarihi adım adım yazanlardır.

Bu adımlarda Deniz’in, İbo’nun, Mahir’in adı vardır.

Bu adımlarda Bekir Kilerci’nin adı vardır. Bekir Kilerci, 13 Aralık 97’de Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledildi. Biz bugün aynı yolda, mücadelesinden, şiirlerinden, öykülerinden öğrendiklerimizle onunla birlikte diyoruz ki ‘İnsan, yarınları kazanmak için, dün ile hesaplaşır, bugün ile boğazlaşır’.

Bu adımlarda Ali Serkan Eroğlu’nun adı vardır. Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 97’de, okuduğu Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde asılarak katledildi. Biz bugün aynı yolda, mücadelesinden, şiirlerinden, öykülerinden öğrendiklerimizle onunla birlikte diyoruz ki bu sistem içinde ancak mücadele ederek insan olmak, insan kalmak mümkün.

Dün sosyalizmin yenilgisi içinde rüzgara karşı çıkılan yolda biz devrimciler görüyoruz; bugün işçi sınıfı iktidarı mümkün! Yapmamız gereken gördüğümüzü gerçeğe çevirmektir.

Bunun için örgütleniyoruz.

Bunun için işçileri, emekçileri, kadınları, öğrencileri örgütlenmeye çağırıyoruz.

Bunun için devrimcileri, direnenleri Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye çağırıyoruz.

Bugün tarihimizi yazmak ellerimizdedir.

Devrim için ileri ya sosyalizm ya ölüm!

13 Aralık 2021

Minimum Wage is announced as 4250 TL…
Working Class’ organizations called for action

LET US NOT ACCEPT THIS WAGE OF MISERY!

LET’S UNITE AGAINST THE SYSTEM OF EXPLOITATION, LOOTING, WAR!

The minimum wage of 2022 is once again announced as the wage of misery. It was seen that in the minimum wage meetings workers are not represented and the whole process is nothing but a play. It’s clear that the commission has no purpose but to act like Hitler’s propaganda minister Goebbels’ lie production machine. Erdoğan, Ministry of Labor, TİSK (T/N: employers’ union) and the bureaucrats of Türk-iş (T/N: a confederation  of workers’ unions, yellow unionism)  confronted the public each time with statements that seek to protect the interests of capital.

They frequently expressed the propaganda that if there is a high increase in the minimum wage, layoffs will increase and millions will be unemployed, and that the way to increase employment is to turn the country into a cheap labor paradise. By manipulating perceptions with such statements, they tried to intimidate workers to create the basis of condemning workers and laborers to wages of misery.

2022 minimum wage is announced as 4250 TL. The announced amount does not even compensate for the loss of purchasing power of the minimum wage as announced at the beginning of January 2021. For example, the minimum wage, which was $380 at the beginning of the year, is currently $270. Those who are part of the play of minimum wage are the leading actors of the problems experienced by workers and laborers. The reason behind their reckless attitude lies in the fact that the working class does not have strong organizations. Representatives of the government, all actors of the politics of the system and TİSK are direct representatives of the exploiter class. Türk-İş bureaucrats, on the other hand, are agents and a part of the exploiter classes within the working class.

We did not create the crisis, and we will not pay its price!

 Capital and the government turned the crisis into an opportunity for themselves. By turning the pandemic conditions into an opportunity for themselves as well, they implemented a reduction in wages, short-time working allowance[1], Code 29 attacks[2], and long and hard working conditions. Capital owners announced huge growth figures during the period these attacks were perpetrated. The same growth figures were also announced for the country’s economy. Despite all these announcements, the share of workers and laborers in the Gross National Product decreased day by day. The gap between wealth and misery widened. Even TUİK (Turkish Statistical Institute, TurkStat), which is the bullhorn of the government, could not completely cover up this reality.

There are new price hikes on basic consumer goods every hour. While bread was 1.25 TL at the beginning of the year, it has now increased to 3.5 TL. The queues in front of the People’s Bread kiosks are getting longer every day where people can buy bread that’s a little cheaper. Products such as sunflower oil, cheese and olives have become a luxury for those who have to live on minimum wage. Real inflation is rampant. Turkish lira depreciated by 95% against foreign currency in 1 year. Those who ask what do you have to do with dollars buy their bids at the dollar rate, and tell millions to “be grateful”. The country has turned into a hell for workers and laborers. They try to silence those who say “We can’t make a living” or “We want humane working and living conditions” with police batons and arbitrary bans. They fear the anger of those who are condemned to live on wages below the poverty line even according to official figures. Those who turn the crisis into an opportunity, who are concerned about increasing their wealth, cannot offer humanity anything but hunger, poverty, lack of future, blood and tears. It is time to raise the voice of “enough is enough” against those who try to protect their profits and order against the destruction of all living life. It is time to grow the struggle to say “We did not create the crisis and we will not pay its price”.

The only option against the order of exploitation is the struggle!

 The capitalist system of exploitation and the AKP government under its helm do nothing but seize the wealth produced by workers and laborers. As long as the system of exploitation continues, they will continue to steal our labor and sweat. There is only one solution to the problems we experience: To organize as workers and laborers. It is to stand up as a class against those who condemn us to hunger, poverty and lack of future. What we need to do for this is to unite from the ground in factories, industrial basins, businesses and wherever there is life, and to use our power from production, which is our most important weapon. We must grow the struggle in order to expel from their seats the bureaucrats who work as the agents of the capital and have taken over the unions which were established as organizations of struggle for the working class, and turn the unions into real workers’ organizations. There is no other way to take what they stole from us than to strengthen our unity and grow the struggle.

From here, we invite all workers and laborers, all those who are oppressed and exploited under this order, to increase the struggle against the system of wage slavery and not to accept the wages of misery!

We invite you to participate in the rally/gathering where we will shout our demands and call to grow the struggle on 18 December 17.00 in Bakırköy Square, and show the power of our class to the capitalists and their lackeys.

Not a Minimum, A Humane Life!

 The Unity of Workers Will Defeat the Capital!

 Overthrow the System of Paid Slavery!

 

Signatory Organizations:

  1. Vardiya İşçi Dayanışması

Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP)

Birleşik İşçi Kurultayı (BİK)

Birleşik İşçi Zemini (BİZ)

Devrimci Demokratik Sendikal Birlik (DDSB)

Devrimci Hareket

Devrimci İşçiler

Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası (DEV TEKSTİL)

Dostluk ve Kültür Derneği (DKDER)

Ekmek ve Onur Emekçi Hareket Partisi (EHP)

Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP)

İnşaat İşçileri Sendikası (İnşaat-İş)

İstanbul KHK’lılar Platformu

İşçi Hareketi Koordinasyonu (İHK)

İşçinin Kendi Partisi (İKEP)

Kaldıraç

Kırmızı Gazete

Partizan

Proleter Devrimci Duruş (PDD)

Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)

Sosyalist Emekçiler Partisi (SEP)

Turizm, Eğlence ve Hizmet İşçileri Sendikası (TEHİS)

Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası (TOMİS)

[1] T/N: It is an implementation that is claimed to provide income support to the employees for a period not exceeding three months in cases where the weekly working hours in the workplace are temporarily reduced by at least one third due to the pandemic.

[2] T/N: It is a practice that turns into a weapon in the hands of the bosses against the workers who unionize and seek rights during the pandemic period when the “prohibition of dismissal” is applied.

In the current regulation, Code 29 covered all cases such as sexual harassment, swearing, theft, drug use, as well as cases about morality, intentionally and constant neglect of duty, absenteeism.

Bosses can fire workers without compensation on the basis of Code 29 without providing any evidence.

Güç bizde, direnişte! Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye!

Milyonlarcamıza reçete üstüne reçete verilmekte.

“Ülke iyi yönetilmiyor, ekonomi liyakatli kadroların elinde değil”…

Söylenen budur, peki bu doğru mudur?

Metal patronları karlarını %800, inşaat patronları karlarını %283 arttırmışsa; ödeme garantili hastane, yol, köprü ihaleleri ile zenginliklere zenginlik katılıyorsa; enerji şirketleri sürekli teşvikleniyorsa, madenler için doğamız, yaşam alanlarımız pervasızca sermayeye peşkeş çekiliyorsa; üstüne Cengiz’in, Koç’un, Limak’ın, Sabancı’nın, Kolin’in, Eczacı’nın, Demirören’in ve bilumum burjuvanın vergi borçları defalarca siliniyorsa; aldıkları kredileri ödemek akıllarına bile gelmiyorsa üstüne işçi-emekçiler 12-14 saat çalışarak hayatta kalmaya çalışıyorsa ve tüm bunlar kriz koşullarında oluyorsa, “yönetemiyorlar” denebilir mi? Bu bir “liyakat” sorunu mudur?

Evet Saray rejimi çözülüyor, bu doğrudur.

Evet Saray rejimi, egemenlerin yarattığı ekonomik, siyasal, ideolojik krize karşı, emperyalist merkezlerin de onayı ve desteği ile organize edilmiş olağanüstü bir yapılanmadır.

Evet Saray rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulmuş bir çeteler koalisyonudur. Her dönem olduğu gibi, uluslararası ve ‘yerli’ tekellerin hizmetindedir.

Sanki ortada, ülkesini düşünenler vardır!

Koç mu düşünüyor bu ülkeyi, Cengiz mi? Sabancı mı, Kolin mi? Eczacıbaşı mı, Demirören mi? TÜSİAD mı, MÜSİAD mı? Erdoğan mı, Kılıçdaroğlu mu, Bahçeli mi, Akşener mi, Babacan mı?… Onlar için bu topraklar, üstünde yaşayan insanı, toprağı, suyu ile yağmalanacak yerdir. Onların vatanı kasalarıdır.

2001 krizinde, 1994 krizinde ekonomide diplomasız, ‘liyakatsiz’ler mi vardı? Örnek olsun, yerden yere vurulan AKP’nin ekonomik modeli, Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu program değil midir? Peki Kemal Derviş, Dünya Bankası’ndan getirilen gayet ‘liyakatli’ bir kadro değil miydi?

Yağma, talan için, ABD’ye tetikçilik yapmak için nasıl bir ‘liyakat’ gerekir? Saray bu açıdan görevini lâyıkı ile yapmıyor mu? Burjuva muhalefet, uluslararası merkezlere, emperyalistlere “biz daha iyi yaparız” diyerek onay almak için uğraşmıyor mu?

Yaşanan sınıf savaşıdır

İşçi sınıfı tüm gücü ile meydanda olmasa da sınıf savaşı sürmekte ve görüldüğü üzere, sermayenin, egemenlerin saldırısı altında iliğine kemiğine kadar sömürülmekte, adeta çile doldurur gibi bir yaşam içinde hayatta kalmaya çalışmaktadır.

Egemenler ile işçi-emekçiler, yoksul halk arasında ortak bir çıkar yoktur. Onlar işini yapmakta, kurdukları sömürü, yağma, rant ve savaş düzenini yönetmektedirler. Tek korkuları, işçilerin, halkın artık yeter! diyerek ayağa kalkması, kendisi için kavgaya tutuşmasıdır.

O nedenledir, En ufak bir işçi direnişine, kadınların, öğrencilerin, doğasını yaşamını savunan köylülerin direnişine jandarma, polis ile çıkmaları. O nedenledir, Kürt halkına karşı dur durak bilmeyen saldırıları.

İşçilerin en küçük bir direnişi, karşılık bulmaya, gönüllere, beyinlere ulaşmaya başlamıştır. Bu direniş büyüyecektir.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefetin temsilcisi olarak işçi sınıfı, kendisine karşı ilan edilmiş olan iç savaşı, görmek ve karşılamak zorundadır.

İşçi sınıfı, sistemin önüne koyduğu alternatifleri değil de kendi alternatifini ortaya koymalı ve örgütlemelidir. Bunun yolu Birleşik Emek Cephesi’nden geçmektedir.

Alternatif, CHP ya da burjuva partiler değildir.

Alternatif, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Birleşik Emek Cephesi, “şahsım”ın iktidarına karşı bir başka burjuva alternatife razı olmamak da demektir.

Bu, gerçek alternatiftir. Birleşik Emek Cephesi, tüm işçi, kadın, gençlik hareketlerini kapsayacak tarzda gelişecektir.

Birleşik Emek Cephesi, işçi ve emekçilerin, her düzeyde ve her türden örgütlenmelerinin içinde yer alacağı, devrimci direnişin cephesidir.

Öz örgütlenme ve dayanışmalarımızla, mücadeleci sendikalarımızla, sınıf örgütlerimizle ortak bir yaşam programı oluşturacağımız ve sırtımıza binen asalaklarla mücadele edeceğimiz siyasal bir odağı, Birleşik Emek Cephesi’ni birlikte örgütlemeye çağırıyoruz.

Bu görev ve sorumluluk; hayli azınlıkta da olsalar sınıfın çıkarları için samimi olarak mücadele eden sendikacıların, bu görev ve sorumluluk; hiç de azımsanmayacak sayılarda olan fabrika ve işyerlerindeki işçi önderlerinin, bu görev ve sorumluluk; sınıf bilinciyle donanmış devrimci sosyalist tüm işçilerin, bu doğrultuda mücadele eden tüm örgütlerin omuzundadır.

Bugün, topyekûn saldırılara karşı sakin ve kararlı bir biçimde genel grevi-genel direnişi örmek olanaklı ve zorunludur.

Bizler bunca yıllık aşağılanmaya karşı, yağma-rant ve savaş ekonomisinin faturasının bir kez daha işçi emekçilere ödetilmek istenmesine karşı, kendi kaderini gelmeyecek kurtarıcılara bırakmak istemeyenleri, yaşamını savunmak isteyenleri, biri diğerinin laciverdi olanlar arasında seçim yapmak istemeyenleri bir adım daha atmaya çağırıyoruz.

Yaşamı üretenlerin, yönettiği bir dünya mümkün. Bugün, işçi sınıfının iktidarı mümkün!

Biden sonrası, emperyalist güçler arası paylaşım savaşı ve
işçi sınıfının yolu

ABD Başkanı Biden, görevine çok da alışılmamış süreçlerden sonra başladı. Trump’ın gidişi “renkli” oldu. Parlamento basıldı. Biden, bu baskının sonrasında görevine başladı. Aslında, bir süredir, Batı’nın “kamuoyu imalatı”nda etkili “aydın” isimlerinin gündeme gelmemesi için çabaladıkları bir gerçek var: Reagan’dan başlayarak, ABD başkanları, eski kalibrede olmuyor. Ne kültürel birikimleri öyle, ne kapasite ve kavrayışları öyle. Neredeyse durum şuna benziyor: Ey dünya, bakın, biz en “geri zekâlı”mızı başkan yapıyorsak, gerisini siz düşünün! Sanki, bunu demek istiyorlar (halkları bu denli hafife alanlar, aslında maskaralıkta da sınır tanımazlar). Ve sürekli kalibresi düşük kişiler yükseklerde dolaşıyor. Bu durum, sadece ABD’ye özgü de değil. Johnson örneğinde, Macron örneğinde olduğu gibi yaygındır. Bizim payımıza da, Erdoğan düştü. Zavallı Yıldırım Akbulut, çok daha “yüksek profil”li idi. Artık, Batı’nın ünlü “kamuoyu imalatçısı” yazarları, “düşünürleri”, bu gerçeğin üzerini daha fazla örtemiyorlar. Ve önümüzdeki dönemde, günlerde, bu “örtme” gereksinimi de ortadan kalkacaktır. Savaş, tüm hileleri içerse de, daha açık biçimler alır ve bir noktadan sonra, “gizlenecek” şey azalır.

Öyledir, gerçekler inatçı şeylerdir, eninde sonunda ortaya çıkarlar.

Biden, Trump’a göre “daha efendi”, daha “adap bilir” tabii ki daha “demokrat”, daha “savaş yanlısı olmayan” olarak tarif edilmişti. İyi ama bu yalan çok kısa ömürlü oldu. Onlar Biden’ı sunarken de, birçok kişi, Biden’ın aslında ne olduğunu biliyordu. Ama doğrusu, bu imajın, bu kadar kısa süreceğini tahmin etmek zordu. Bu vesile ile bir nota gereksinim var: Artık egemenlerin yalanlarının dayanma ömrü (raf ömrü de diyebilirsiniz) azalıyor.

Kabahat yeni reklam kanallarındadır. Eskiden, bir gazete ilanı ile bin kişiye ulaşılabilirdi. Ama modern kapitalizm, yani tekelci kapitalizm, kitlesel üretime dayalı kapitalizm için bu bin kişi, hiçbir şey demekti. Çare hemen geldi, 1880’lere geldiğimizde, tekellerin egemenliği ile birlikte, 1 milyon tirajlı gazeteler oluşmaya başladı. Yetmedi. Modern fotoğrafın bulunuşu (galiba ilk ortaya çıkışı 1839’da ve Fransa’da olmalıdır) ve giderek kâğıda basılması süreci, işleri daha da geliştirdi. Tekelci sermaye, büyük çaplı kitlesel üretimin ürünlerini satmak için, pazar hâkimiyetini korumak için, ek tekelci kârlar elde etmek için, insanları yönlendirmek için, kitlesel tüketimi yönlendirecek reklamcılığı bir hayli geliştirdiler. Yoksa siz, milyon tirajlı gazetelerin, halk, kitleler haberlere ulaşsın diye mi basıldığını sanmıştınız? Yanılmışsınız, özür dileriz, ama bunu bilmelisiniz. Ne cep telefonları, ne yüz elli yıl önceki gazete tirajlarındaki artış, sizin haberlere ulaşma özgürlüğünüz ile hiç alâkalı değildir. Belki bu bir yan ürün idi. Öyle ya, siz neden içinde haberler dahi olmayan salt reklamlarla dolu bir “gazete”yi satın alasınız ki? Modern reklamcılık, TV, renkli fotoğraf, Freud’un deneyleri gibi şeylerle daha da gelişti. Ve tüketim toplumu, “tükettikçe var olan bir insan” yaratmaya yöneldi. “Sahip oldukların ne ise sen osun” deyimi böyle ortaya çıktı, yani öyle çok eski bir söz değildir, daha dünkü çocuk sayılır. Sahip oldukların senin “kalite”ni belirler oldu. Sen, insan olarak (kadın veya erkek), artık nasıl bir insansın soruları ile karşı karşıya değilsin, bundan kurtuldun (belki buna özgürleşme de diyen olur). Sen yeni bir ölçü ile ölçülüyorsun, “kalite”, “kaliteli adam”, “kaliteli kadın” (kaliteli insan demezler ve demesinler) aslında, sahip oldukları ile değerlendirilen kişidir. Güzel bir elbise tasarladığını düşünen modacı-terzi, “bu güzel elbiseyi ancak güzel bir kadın vücudunun üzerinde sergilersem satabilirim” diye düşünürken, zamanla, “kadını güzel gösteren şey, elbisesi” oldu. Senin güzelliğin beş para etmezin bir başka dile gelişidir bu. Kalite, aslında, toptan bir çekiciliktir ve reklamın satmak istediği “imaj” veya “hayal” için uygun bir terimdir. Kaliteli adam veya kadın, birçok şeyi, bu arada gizli bir beğeniyi, gizlenmiş ve bu nedenle daha cazip hâle gelmiş bir cinselliği de içermektedir. Kaliteli adam veya kadın, şaşırtıcı bulunmalıdır. Çünkü, bana denildiğinde, kendimi mal gibi hissederim. Bir aşağılamadır (Zaten meta ilişkileri, insanın aşağılanmasıdır. Bir de bana kadın veya adam denirken başına “kaliteli” sıfatı eklenmesine neden izin vereyim? Kaliteli adam veya kadın olmaktansa, adam ve kadın kelimelerine gerek duyulmayan “deli” olarak adlandırılmayı yeğlerim). Ama modern tüketim toplumu, yaygın ve etkili reklamları sayesinde, aşağılamayı övgü hâline sokabilmiştir. “Seni güzel gösteren elbisedir” diyerek size satılabilen bir elbise, sizin aşağılanmanızı, övgü ve beğeni olarak algılamanız koşulunda satılabilmektedir. Tüketim toplumu geliştikçe, reklamcılığın da farklı yolları bulunmaya başlandı. Evden işe gidene kadar, sizin tüm yolunuz üstünde, okuyun veya okumayın, yüzlerde reklam size ulaşır. Küçük ekranlarda, metroda, evde, okulda, fabrikada vb. En sonunda cep telefonları ile. Facebook, Instagram vb. kanallar, aslında sizi pazara sunarlar. Sattıkları şey, bizzat sizsiniz. Siz reklam alıcısısınız ve aynı zamanda tüketicisiniz. Yani siz, onlar için insan değil, nesnelersiniz. Ve şimdi size bir tüketici olarak, “tüketici hakları” denildi mi, hoşunuza gitmektedir. Öyle ya, siz tüketicisiniz. Ama bu aynı zamanda, bay kaliteli tüketici, insan olmamak da demektir, farkında mısın?

Nihayetinde, tüm bu tekelci hâkimiyet isteğine uygun hâle getirilmiş araçların, dünyayı saran bu reklam ağlarının bir de sorunu oluşur: Hızla tükenirler, hızla işlevsiz hâle gelirler. Mesela gazete ilanlarına bakın. İlan yok, gazete yok hâle gelmiştir.

İşte Biden’ın kabahati yok derken, bu süreci araya koymak zorunda kaldık.

Biden için çizilen imaj, bu kadar geniş çaplı reklamcılık sektörünün en genel hastalığı ile karşı karşıya kaldı, çabuk tükenmek, etkisini çabuk kaybetmek.

Biden, sadece bu reklamcılık sektörünün azizliğine uğramadı, bir de olayların akışı var. ABD hegemonyası o kadar hızlı inişe geçmiştir ki, bunu durdurmak zordur. Biden, hegemonyasının çözülmesini “kurumların adamı” imajı ile durdurmak için cilalandı ama artık “cilalı taş devri” kadar uzun bir zamana sahip değildi.

Afganistan’dan geri çıkışı, süreci hızlandırdı.

Eylül 2021 sonunda, üç isim, ABD Senatosunun Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin karşısına çıktı ve Afganistan sürecine ilişkin, “ifade” verdi. Bu üç isim şunlar: Savunma Bakanı Lloyd Austin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley ve CENTCOM (Merkez Kuvvetler) Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie.

Austin, iki temel şeyi söyledi: Birincisi “Afgan ordusunun tek mermi atmadan erimesine çok şaşırdık”larını ifade etti, ikincisi “devlet kurmaya yardım ettik ama bunu ulusa dönüştüremedik.” Bunlar itiraftır. “Ulus yaratma” süreçleri konusundaki emperyalist efendilerin deneyleri, dünyanın her coğrafyası için hesaba katılmalıdır. Bizde “başardılar” mı? Ama konumuz bu değil.

Komite, Austin’e bir soru soruyor: Rusya’dan üs mü talep ettiniz, türündendir soru. Yanıt şöyle: “General Milley, kısa süre önce Rus mevkidaşı ile bir görüşme yaptı. Sizi temin ederim ki Rusya’dan bir şey yapmak için izin istemiyoruz. General kendi adına konuşabilir ama şuna inanıyorum ki general o teklifin ne olduğuna dair mevkidaşından izah istemiştir.” (Gazeteduvar, 29 Eylül 2021). Aynı soru, General Milley’e sorulunca, o, yanıt vermemiş. Ama Milley, Afganistan işgali boyunca, 4 başkanın, 8 genelkurmay başkanının, onlarca savunma bakanının değiştiğini, 20 orgeneralin görev yaptığını söyledikten sonra, “Böyle bir sonuç, son 5 günde veya 20 günde ya da 1 yılda ortaya çıkmadı. Bu savaşın sonucu stratejik başarısızlıktı. Yönetimde düşman var. Dolayısıyla bu sonucun 20 yılın değil, 20 günün çıktısı olduğunu ifade etmenin hiçbir yolu yok.” Biden, çekilme kararını generallerle oybirliği ile aldık, demesine rağmen, Milley, bu görüşmenin çekilmeden sonra, Taliban’ın Kâbil’e girmesinden sonra gerçekleştiğini söyledi. Yani Biden’ı yalanladı. “Gelişmeler itibarımıza zarar verdi” dedi. Beyaz Saray ise, Milley’in bazı açıklamalarını yalanladı.

Şimdi, olayları bir kere daha sıraya dizebiliriz.

ABD hegemonyası çözülmektedir ve bu ne Trump ile başlamıştır ne de Biden ile. Önceden gelen bir süreçtir ve Suriye savaşı, bu süreci hızlandırmıştır.

ABD’nin Afganistan işgali, aslında bu hegemonyayı yeniden ve ebediyen tesis etmek üzere dünya imparatorluğu planlarındaki ısrarının ifadesi idi. Geri çekilmeleri, Milley tarafından “stratejik başarısızlık” olarak ifade edilmektedir.

Suriye savaşı sonrasında ABD’nin güç kaybı daha da arttı ve hegemonyasının çözülüşü, adeta bir eğik düzleme bindi.

ABD, bunu toparlamak üzere, Rusya ve çevresini sarmaya çalıştı. Ukrayna operasyonu budur. Ama istenilen sonuç elde edilememiştir. Hâlâ uğraşıyorlar elbette.

Aynı anda AB ülkeleri ve NATO ittifaklarının desteğini almak üzere onlara IŞİD tehdidi gösterilmiş ve ortak davranmaları istenmiştir. Trump, tüm kovboy tavırları ile NATO müttefiklerini aşağılamış, onlara gözdağı vermeye çalışmıştır. Karşılıklı olarak ticari yaptırımlar devreye sokulmuştur. Ama NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir, diyen Macron, aslında bu sürecin tıkandığını ifade etmiş olmalıdır.

Ve aynı anda, bir ortak hedef oluşturulması denenmiştir.

Bunun üzerine, Rusya ve Çin düşman ilan edilmiştir. Biden, Rusya ve Çin düşmanlığı üzerinden, “kurumların adamı” olarak “beyin ölümü gerçekleşmiş NATO”yu ayağa kaldırmaya yönelmiştir. Gerçekleşen beyin nakli ile NATO, Rusya ve Çin’e karşı açık bir tutum almış, 2030 belgesini imzalamıştır.

Böylece ABD, NATO’lu müttefiklerine, Almanya, İngiltere ve Fransa’ya bazı tavizler vereceğini vadetmiştir. Mesela Kuzey Akım 2 hattını, Almanya’nın isteği ile onaylamak zorunda kalmıştır. Ama mesela İtalya’nın isteklerine o kadar duyarlı olmamıştır.

ABD açısından bu anlaşma, her açıdan anlaşılıyordu ki, geçicidir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde yapılan anlaşmalar gibi. Peş peşe anlaşmalar yapılıyor, peş peşe anlaşmalar bir öncekilerini geçersiz hâle getiriyor. Kimsenin henüz savaşı kazanacağına emin olmadığı hâllerdir bunlar.

Aynı anda ABD, uzaktaki “müttefik” Japonya ile farklı anlaşmalara girmek istedi. Orayı boş bırakmak olmazdı.

Böylece masaya Çin ve Rusya kondu.

Çin ve Rusya başa konulup bir Batı ittifakı yaratıldı vurgusu yapılınca, aslında esas savaşın Rusya ve Çin’e karşı olduğu izlenimini devam ettirilebilecektir. Oysa asıl savaş, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasındadır.

Görüntü, gerçeği gizlesin diye bir kere daha öne çıkarıldı. ABD’nin bu isteği, elbette diğerleri tarafından da çok uygun bulundu. Zira ABD’nin askerî üstünlüğü, onlar için açık idi. Onlar, savaşın daha uzun vadeye ertelenmesinden yanadırlar. Savaşı güncel hâle getiren ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurma isteğidir.

Almanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, İngiliz hegemonyasını en çok zorlayan iki ülkeden biri idi, diğeri ABD’dir. İngiliz hegemonyasını ekonomik olarak sallayan güçler, Almanya, ABD, Japonya idi, Fransa çok da etkili değildi. Ama sömürgeleri en fazla olanlardan biri elbette Fransa idi. Elbette Fransa, sömürgeleri olan Hollanda, Portekiz ve İspanya’dan çok farklı idi. Portekiz ve İspanya, çok sömürge kaybetti, Hollanda daha az güç kaybı ile savaştan çıktı. Savaşın kazananı Almanya, Japonya olmadı. Kazanan İngiltere oldu ama İspanyol sömürgelerini devralan ABD oldu. Bu ABD hegemonyası için büyük olanaktı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu hegemonya tam olarak ortaya çıktı, kurumlaştı.

Almanya, her iki dünya savaşında da, çok atak ve heveskâr davranmıştı. Belki İngiltere ve Fransa’ya olan yakınlığı nedeniyledir. Oysa bugünlerde Almanya, son derece sakin davranmayı seçiyor. En azından bunu deniyor. Volkswagen’e ABD cezalar kestikten bir süre sonra, Google’a cezalar kesmiştir. Merkel’in dinlenmesini deşifre ettiklerinde dahi, sanki bunu kendileri yapmamış gibi davranmışlardır. ABD ile ilişkilerini “çatışmalı” olarak ortaya koymak istemiyorlar. Kısacası, Almanya ve Japonya, ABD’nin hegemonyasını çökertmekte olan iki emperyalist güç olmalarına rağmen, oldukça alttan almaktadırlar. Bunun bir nedeni, ABD’nin askerî üstünlüğüdür. Bir diğer nedeni ise, zamanın, şimdilik onların lehine çalışmasıdır. Pandemi süreci göstermiş olmalıdır ki, bu zaman avantajı, her zaman aynı seyri izlemeyecektir.

Tüm diğer emperyalist güçler, ABD’nin “geri geldik” çıkışına “welcome America” olarak yanıt vermişlerdi. Mart 2021 bu görüntülere sahne oldu. Biden, NATO’ya bağlılığını ilan edince, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyen Macron, “ittifaka bağlılık”tan söz etmiştir.

Ama Afganistan’dan geri çekilme süreci, bu cilalı dönemin bazı cilalarını döktü. İngiltere ve Almanya, çekilmeden haberdar olmadıklarını söylediler. Hem her ikisi, öncelikle kendi askerlerini çektiler hem de bilgimiz yoktu dediler. Onlara göre, “büyük güç, büyük sorumluluk” demekti ve ABD bunu yapmalı idi.

Ardından, ilk darbeyi Fransa yedi.

İngiltere ve Avustralya’ya yeni teklifler öneren ABD, bu iki ülke ile daha özel bir ilişki kurmak isteğini ifade etmiş olmalıdır. Ama şartı vardı: Avustralya, 5 yıl önce Fransa ile yaptığı denizaltı alma anlaşmasını iptal etmeli idi. Öyle oldu. Fransa, “sırtımızdan bıçaklandık” dedi.

Demek, artık her emperyalist güç için, “sırtını koruma” dönemindeyiz.

ABD’nin Mart 2021’de geri geldik açıklaması, bazı adımların atılmasını gerektiriyordu.

– Rusya’ya karşı ambargo ve yaptırımlar bunlardan biriydi. AB bunda hiç tereddüt etmedi.

– Çin’e karşı yaptırımlar: AB bunda da tereddüt göstermedi.

– Karadeniz’de Rusya’ya daha fazla yaklaşmak.

– NATO’yu Rusya’ya doğru genişletmek.

– Avrupa’nın doğusuna nükleer füzeler yerleştirmek.

Muhtemeldir ki, bunların her birinin karşılığında da AB bir şeyler almış olmalıdır. Bunların bir bölümü de hayata geçmeye başladı. Ama Fransa’nın Avustralya ile olan anlaşmasının feshinin ABD-İngiltere-Avustralya anlaşması için şart koşulması, bu birkaç ay önce yapılmış anlaşmaların çok da kalıcı anlaşmalar olmayacağının kanıtıdır.

Zaten, AB de, yeni bir Avrupa Ordusu kurulması için çoktan harekete geçmiştir.

ABD, Afganistan’dan çekilme sürecinden sonra birkaç adım atmıştır.

Bunlardan ilki, İngiltere ile daha yakın bir ilişkiyi işaret eder gibidir. Bu konuda ne kadar kalıcı bir yol alacakları da bir tartışma konusudur. Zira, İngiltere, ABD’nin hegemonyasının çözülmesini önlemesini değil, hegemonyayı eskiden olduğu gibi kendisine devretmesini isteyecektir. Yani adaylardan biridir. Doğrusu, ABD hegemonyası, emperyalist savaşla sonuçlanacaksa, Almanya ve Japonya’dan sonra bu hegemonyayı almaya aday olan İngiltere olur. Bu arada kapitalist sistem yıkılmamış olacaksa. Bunu belirtmeliyim, zira, biz tam da bundan yanayız. Sadece yana değiliz, bunun olanaklarını da görüyoruz.

Öyle ise, İngiltere ile yakınlık meselesinin kalıcılığı her zaman bir soru işareti olmak kaydıyla, ABD’nin bu adımı attığını söyleyebiliriz. Bunu Türkiye ilişkilerinde de görüyoruz. Eğer Erdoğan sonrası adayı Akar ise, bu ABD-İngiltere ikilisinin AB’ye karşı masaya sürdüğü bir hamle olmaktadır. Gül’ün de bu hamlenin içinde olacağı açıktır. TC devletinin eski Sovyet cumhuriyetlerine doğru yeniden ateşlenen hamlesi, Turan adına doğumlar yapacaksa, babası İngiltere’dir. Yani, ABD-İngiltere yakınlaşması, Almanya-Fransa aleyhinde olmak üzere, Türkiye’de de devreye sokulmaktadır.

ABD’nin ikinci adımı, Pasifik’te, Çin’e karşı savaşı kışkırtmak, bu alanda Japonya ile daha “derin” ilişkiler geliştirmek, Çin’e karşı Tayvan üzerinden hamleler yapmaktır. Bu adım, hem Japonya’yı kendi çeperinde tutmaya devam etmek hem de aslında Çin’in tüm bölgeyi kapsayan ekonomik hamlelerinin önünü kesmeyi de hedeflemektedir. Çin’i vurabilmek için, navlun fiyatlarını artırarak, gemi ticaretinin pahalı hâle gelmesini sağladılar ve bu uluslararası tekeller, bu yolla Çin’in büyümesini frenlemeye çalışıyorlar. Çin’in bunu aşması çok uzun sürmez. Hem “ipek yolu” projesi bunun önceden öngörüldüğünün bir kanıtıdır hem de Çin’in yük gemilerini devreye sokması çok zor olmayacaktır.

Ama ABD, Japonya, Hindistan ve Güney Kore’nin öncelikli, Endonezya’nın vb. de ardından, Çin ile çatışmaya girmesini istemektedir. Öncelikle bu ülkelerin Çin ile var olan ekonomik ilişkilerini parçalamak istiyorlar. Avustralya da bu çerçevenin içindedir. Avustralya’ya verilen ABD-İngiltere desteği, Çin düşmanlığı üzerindendir.

ABD’nin bu hamleleri, Tayvan önlerine denizaltıları göndermesi olayları ile beslenmeye çalışılmıştır. Haberlere göre, bir ABD denizaltısı vurulmuş, ama ne ile vurulduğu anlaşılamamıştır. Böylece bu hamlelere ABD ara vermiştir. Her şeyde olduğu gibi, “geçici” bir ara demeliyiz.

Dahası, Japonya’nın ABD tarafında harekete geçmesine karşın Rusya, denizaltılarını, uçaklarını sık sık harekete geçirmektedir. Japonya her devreye girdiğinde Rusya da bir hamle yapmaktadır. Sanki Rusya, ABD-Çin çatışmasında, Japonya’ya “sen karışma” der gibidir.

ABD’nin üçüncü adımı ise elçilerini sınır dışı ettiği Rusya ile kapsamlı görüşmeler başlatmasıdır. İlki Ağustos sonunda, ikincisi 30 Eylül’de gerçekleşmiş olan bu görüşmeler, hâlen sürmektedir. Bu görüşmelerde de ABD, farklı bir arayışın içindedir. Kanımızca, ABD, Rusya’ya, “sen Çin’i yalnız bırak, biz de seni rahatsız etmeyelim, Suriye, Karadeniz’den geri çekilelim, Kafkaslarda sorunları çözelim, Ukrayna’dan geri çekilelim vb.” demekte. Elbette bu bir tahmindir. Bunun işaretlerinin görülebileceği tek yer, Suriye sahasıdır. ABD, TC devletine operasyon için ışık yakmamaktadır ve Suriye’deki IŞİD çetelerine daha az destek verme eğilimindedir. İyi ama belki de bu durum, zaten zor durumda olduğu bu sahaya özgüdür denilebilir. Mümkündür.

Öte yandan, Karadeniz’de sürekli ABD ve İngiltere gemileri dolaşmakta, sürekli olarak NATO tatbikatları yapılmaktadır.

Yetmiyor, Ukrayna için ABD sürekli olarak hamleler yapmaktadır. Donetsk’te sürekli saldırılar düzenleyen Ukrayna ordusunu savunmak için ABD, AB’deki müttefiklerine Rusya’nın Ukrayna sınırında yığınak yaptığını anlatmaktadır. Eski neonazileri iktidara getirmeyi başardığı Ukrayna meselesini kaşımak ve bu yolla Rusya’yı tehdit etmek için her fırsatı kolladıkları açıktır.

Bu kadarla da yetinmiyor. Doğu Avrupa ülkelerine yeni silahlar, füzeler yerleştirmektedir. Bu durum Rusya’yı kuşatma siyasetinin de bir adımıdır. Öte yandan, Yunanistan’a sürekli yeni silahlar yerleştirilmektedir.

Ve bu arada, Beyaz Rusya’ya karşı, Belarus’a karşı özel operasyonlar devreye sokulmuştur. Bunun arkasında AB desteği olsa da, esas olarak bu, ABD operasyonudur. Böylece, Kuzey Akım 2 hattının da güvenli bir hat olmayacağını göstermek istemektedir. Almanya’ya, “bu hatta onay veriyorum” derken, aslında bu hattı fiilî olarak ortadan kaldıracak, işlemez hâle getirecek bir hamle hazırlamaktadır.

Tüm bu hamleler, Çin’i yalnız bırakma pazarlığının da bir parçası olabilir. Olabilir çünkü, hem bu denli saldırgan hazırlıklar yapıp hem de Rusya ile kapsamlı görüşmeler yapmak, başka bir anlam taşımaz. Rusya’ya hem bir tehdit gösterilmekte hem de bir uzlaşma yolu, yani hem havuç hem de sopa. İyi ama, Rusya’nın bu süreci izlememesi, görmemesi mümkün müdür? Çin’i yalnız bırakırsa sıranın kendisine geleceğini anlaması çok mu zordur?

ABD, bu üç alandan, yani hem İngiltere ile daha yakın bir ittifak oluşturma hem Pasifik’te Çin’e karşı bir cephe örgütleme hem de Rusya’yı Çin’e destek vermekten alıkoyma alanlarında hamleler yapmıştır.

Mart 2021’in üzerinden, yani ABD’nin “geri döndük” demesinin üzerinden 9 ay geçti. Ve bu dokuz ayın sonunda ABD, hem Batı ittifakının çok da sağlam olmadığını gösterdi hem de savaşın esas hedefi hâline getirilen Rusya ve Çin’in geri adım atmayacağı anlaşıldı.

Rusya ve Çin, bu kapitalist dünya sistemine, ancak birer sömürge olmayı kabul ederlerse dahil olabilirler. Efendiler, yeni ortak istemiyor, yeni sömürge ve yağma alanları istiyor. Mesele bu kadar açıktır.

Bu arada hem Rusya’yı, özellikle de hem de Çin’i içeriden vuracak birçok hazırlık yaptıkları da açıktır. Afganistan’dan “savaşı büyütmek için çekildik” açıklaması biliniyor. CIA’nın Uygur meselesi diye uğraştığı konular açıktır. En son, Eylül ayında, CIA’nın, Çin’i izlemek üzere özel bir birim kurduğu ilan edilmiştir. Sanki, böylesi bir birlik kurduklarını ilan ettiklerinde, Çin titreyecek gibi “imaj” yüklü bu hamleler, bu nedenle yapılmaktadır.

Öte yandan, bir de meselenin, işçi sınıfı, dünya işçi sınıfı, dünyanın emekçi halkları açısından ele alınması gerekir.

Biliyoruz ki, dünyada bugün, işçi sınıfının enternasyonalist bir örgütlülüğü yoktur. Dünya işçi sınıfının her ülkedeki gelişimi, birbirinden birçok farklılık içerse de, büyük ölçüde zayıftır. SSCB’nin çözülmesinin üzerinden 30 yıl geçti. 30 yıllık sürede işçi hareketinin dağınıklığı son bulmuş değildir. Bunu biliyoruz.

Ama aynı zamanda biliyoruz ki, devam etmekte olan sınıf mücadelesi, birçok alanda kendini yeniden suyun yüzeyine çıkarmıştır. Deyim uygun düşerse, en dipten yükselme dönemi başlamıştır. Dünyanın çok çeşitli yerlerinde, işçi eylemleri, toplumsal muhalefet eylemleri, farklı biçimlerde ortaya çıkmış ve belli bir biçimde de varlığını sürdürmektedir.

Bir diğer konu, kapitalist-emperyalist sistemin tükenmişliğidir. 2008 krizi, bunu biraz daha fazla açığa çıkarmıştır. Dünyanın ve insanın yağmasına dayanan, gözü doymaz bir kârlılık üzerine yükselen, hâkimiyet ilişkilerini yaşamın tüm alanlarına yaymış olan, yaşamın her alanını kirleten ve çürüten kapitalist sistem, artık sürdürülebilir değildir. Birçok burjuva demokrat bile, kapitalizmin ömrünü doldurduğu görüşündedir. Gelişen robotlar vb. nedeni ile “işçi sınıfı bitti” diyenler, aslında hiçbir zaman üretim vb. için ihtiyaç duyulmayan kapitalistlerin bittiğini ilan etmek istemeseler de, kapitalist sistemin böyle devam edemeyeceğini itiraf etmektedirler.

Kapitalizm yaşadıkça, üzerinde yaşadığımız gezegenimizi de yok edecektir. Bu nedenle, artık kapitalizme karşı savaş, insanlığın savaşıdır da.

İnsanlığın savaşı dediğimizde, savaşın kapsamının, savaşa katılım için orta sınıfların neden bulmasının da kolaylaştığını söylemiş oluruz. Yoksa, bu savaşın, işçi sınıfının öncülüğünde bir savaş olmasının gerekmediğini söylemiş olmayız. Bu savaşın öncüsü işçi sınıfıdır, devrimci işçi sınıfı.

Bir süredir, sisteme karşı ortaya çıkan eylemlere liberal gözlerle bakanların ortaya attıkları, o eylemlerde gördükleri şey ya da gördüklerini söyledikleri şey, artık savunulabilir değildir. Eylemlere bakıp, “bakın, bu eylemciler, lider istemiyorlar, hiyerarşi demek olan örgüt istemiyorlar” diye bize vaaz veriyorlardı. Vaazlarının ömrü de kısa olacak.

Sanki bizim de gözlerimiz yok, sanki biz onların neden böyle söylediklerini (böyle gördüklerinden emin değiliz) bilmiyoruz gibi. Sanki, tarihte bu kendiliğinden eylemler ilk kez oluyormuş ve kendiliğinden eylemler her zaman lidersiz başlamazmış gibi.

Lider aramıyorlar, hiyerarşi-örgüt aramıyorlar demek, aslında, tam olarak bu eylemlerin başarısız olması için gerekli önlemlerin ne olduğunu açıklamak zahmetidir. Bu açıklamaları bize ulaşsın diye “kamuoyu imalatçıları” tarafından pişiriliyor. Bu koroya katılıp da “ben de böyle görüyorum” diyenler, zaten her zaman çıkacaktır. İşte onları avlamak istiyorlar, bize, işçi sınıfına daha yakın olan “okur yazar takımı”nı hedef alıyorlar. Kamuoyu yaratmanın yollarından biri de budur. Oysa, tüm bu eylemler kendiliğinden eylemlerdir ve kendiliğinden kitle eylemleri, örgütsüz, lidersiz başlarlar.

Evet sizi anlıyoruz, bir devrimin olamayacağını göstermek istiyorsunuz. Bunu bize mi göstermek istiyorsunuz yoksa kendinize mi? Gezi, diyorsunuz, “ne oldu, başarılı oldu mu?” Tam da başarılı olamayacağımızı anlatmak istiyorsunuz. Biz de sizi “hasta” olarak görüyoruz. İnanın iyileşeceksiniz, biraz sabır, biraz inat, eşiğin ardında bekleyen ölüm değil, hayat.

Bir kendiliğinden eylem, adı üstünde, örgütsüzdür.

Bu eyleme katılanlar, dayanılmaz yaşam koşullarına, dayanılmaz haksızlıklara karşı koyma isteğindedirler. Düşünülmüş, planlanmış, sevdiğim ender hukukî terimlerden biri olan ile söyleyeceksek “taammüden” yapılmış bir eylem değildir.

Örgütsüz eylemlerdir ve örgütsüz eylemlerdeki insanlar, kendiliğinden harekete geçtiklerinde, bu durum onların, örgütsüzlüğü savunduklarının kanıtı olamaz. Hiyerarşiden siz korkuyor olabilirsiniz. Ama iş yapmak, hiyerarşi demektir. Hiyerarşi, insanları alt alta, üst üste dizmek demek değildir. İşleri sıraya dizmeyen hiyerarşi, kapitalist devlet çarkında görülür, onlar insanları sıraya dizmeyi daha çok severler. Egemen olmak bu demektir. Oradakine bakarak, bize hiyerarşi dersi vermeyin. Bir yazar, neyi ne zaman yazacağını sıraya dizer, aklına geldiğini yazarak, edebî bir çalışma oluşmaz. Bir işi yapmanın düzeneği olur. Silahın namlusundan çıkan mermilerden biri ilk önce çıkar, diğerleri ardından.

Örgütten uzak durmak isteği başkadır, ama bu gözle olaylara bakarsanız, Gezi’de hiyerarşi yoktur, dersiniz. Oysa Gezi, birçok işin yapıldığı bir alandır ve polisle çatışarak barikatı yıkmak, tam da hiyerarşik bir işbirliğidir. Hangi taş önce atılacak, değil mi ya? Kendiliğindenlikten bir sisteme doğru.

Dünya çapında gelişen eylemlerin daha çok kendiliğinden bir karakterde olması, elbette sistemin yaşadığı krizin de açık ifadesidir.

Ama bu eylemlerin bir başka önemli yönü, kendiliğinden eylemler olmalarına rağmen, “ileri eylem biçimleri”ni de bağırlarında taşımalarıdır. Bir fabrikayı işgal etmek diye bir planı olmayan işçiler, bir anda, çaresizlikten, fabrikayı işgal edebilmektedirler. Buna benzer pek çok yeni mücadele yöntemi devreye girebilmektedir. Bu yeni eylem biçimleri, aslında, işçi sınıfı içinde birikmiş devrimci potansiyelin de bir göstergesidir.

Birçok eylemde, çıplak devlet gücü ile karşılaşan direnişçiler, ciddi bilinç sıçramaları da yaşamaktadırlar. Yine mesela doğayı savunmak isteyenlere müdahale eden polis gücüne kadınlar, “siz kimin polisisiniz” diye sorabilmektedirler.

Bu örnekler, sadece ülkemize özgü değildir. Tüm dünyaya yayılmaktadırlar. Son dönemde Ortadoğu’dan yükselen eylemlere bakmak bile oldukça bilgi vericidir. Lübnan’da, Irak’ta ortaya çıkan eylemler, bir nesnelliğin de ifadesidir. Birdenbire çoğalan kızıl bayraklar, kardelenler gibi betonun altından filizlenmektedir.

Tüm bunlar, devrimci örgütlenmenin potansiyeline ilişkin bir bilgi sunarlar. Yani, dünyanın her yerinde, devrimci örgütlenmelerin gelişeceği, kitlesel işçi hareketlerinin yükseleceği bir döneme girmekteyiz.

Bir de buna, işçi sınıfının değişik bileşenlerinin kendilerini eylem alanlarında ifade etmeye başlamasını eklememiz gerekir. Büyük emperyalist metropollerde “hizmet” sektöründeki işçilerin eylemleri, aslında onların “işçileşmek” konusundaki psikolojik dirençlerinin aşılmaya başlanmasının işaretidir. Fabrikalarda işçilerin daha disiplinli bir yapıya sahip olduklarını biliyoruz. Ama Walmart ya da Google işçilerinin yapısı biraz daha farklıdır. Bu işçilerin, artan sömürü ve kötüleşen iş ve yaşam koşulları karşısında gösterdikleri tepkiler, hem onların kendilerini tanımasını sağlıyor hem de işçi sınıfının bu kardeşlerini sokakta tanımaya başlaması ile sonuçlanıyor.

Önümüzde sınıf savaşımın dünyanın her yerinde daha da sertleşeceği bir dönem olduğunu söylemek mümkündür.

Çelişkilerin keskinleştiği alanlarda, kendiliğinden eylemlerin giderek artacağı, hem sayı ve hem de “nitelik” olarak, söylenebilir.

Ve açıktır ki, dünya çapında devrimin daha hızla mayalandığı alanlar oluşmaktadır. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı altında, işçi sınıfının mücadelesinin farklı etkilere açık olacağı da bilince çıkarılmalıdır.

Bugün, dünya proletaryası için önemli olan şey, her parçada gelişen mücadeleyi, daha örgütlü hâle getirmektir. Bunun için, işçi sınıfının, sahte dostlarından yolunu ayırması gerekir. Sonu, kapitalizmi iyileştirmeye varan, ısrarla örgütten uzak durun nasihatlerini veren bu sahte dostlar, mücadeleye en büyük zararı vermektedirler. İster bilerek, ister görevleri gereği, isterse bilmeyerek. Bu “dost”ların masallarını dinleyerek, devrimci mücadelenin, kitle eylemlerinin dersleri çıkartılamaz.

Dünya proletaryası, her parçada, her ülkede, az ama öz bir devrimci yapılanmaya kavuşmalıdır. Ve 150 yıllık devrimci sosyalizm tarihi, bize, bu dirilişin, enternasyonalist karakterinden taviz vermememiz gerektiğini öğretiyor.

İşçi sınıfının dünyanın bir ya da birkaç yerinde, kapitalist-emperyalist zinciri kırmak dışında, gezegenin kurtuluşunun, insanlığın kurtuluşunun, savaşı önlemenin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmanın, özgürlüğü dünyanın her köşesine yaymanın, özel mülkiyete son vermenin başkaca bir yolu yoktur.

Diyelim ki, bu devrim size çok uzak mı geliyor, kabul ama başkaca yol yok.

Diyelim ki, bu devrim sana çok mu zor geliyor, öyle ise saflarımıza katıl ki kolaylaşsın.

Diyelim ki, bu sana çok uzak bir hayal mi geliyor, sen de hayal et ve saf tut ki, hayaller gerçek hâline gelsin.

İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi ve “uzak ve yakın hedefler”

Bugünlerde ülkemizde, bizim, Saray Rejimi diye tanımladığımız rejimin gidişi üzerine tartışmalar yapılıyor. Erdoğan’ın gidişi, sanki her şeyin kendiliğinden düzelmiş olacağı anlamına getiriliyor.

CHP ve İYİ Parti’nin başını çektiği burjuva “muhalefet”, sistemi “tek adam yönetimi” olarak adlandırıyor. Bu “tek adam yönetimi” Erdoğan yönetimi anlamına geliyor. Erdoğan yönetiminin, “tek adam her şeyi yapabilir mi” sorusunun yanıtına uygun olarak “başarısız” olduğunu (Öyle ya tek adam her şeyi nasıl yapabilir? Diyorlar ki, imza atmaya bile yetişemez, o kadar çok imza atacak evrak varmış ki. İşte tüm sorunların kaynağı bu “tek adam” yönetimidir. Böyle diyorlar) ve gitmesi gerektiğini söylüyorlar.

Hem zaten, “oy oranları” da düşmektedir. Oy oranları da düşüyorsa, “akıl ve mantık” gitmesi gerektiğini söylüyor. Seçime kadar ya sabır öneriyorlar.

Bu durumda, “Erdoğan gitsin, her şey çözülür” propagandası yapılmaktadır. Böylece, tüm suç bir kişinin üzerine yıkılarak, “devlet” aklanmak istenmektedir.

Bu durum, CHP ile sınırlı olsa, İYİ Parti ile sınırlı kalsa, doğrusu bugüne kadar söylediklerimize bir şey ekleme gereği de duymazdık. Ama öyle olmuyor.

Devleti kurtarmak isteyenler, işçi ve emekçileri, kitleleri yeniden devlete bağlamak, yeniden sisteme bağlamak, onların isyanını önlemek, dahası işçi sınıfının enerjisini emmek için, hedef saptırması yapıyorlar: “Erdoğan gitsin, gerisi tamam.”

Ve sol çevreler, liberal solcular, birçok sendikacı, okur yazar takımı (OYT), hep birlikte, bu politikaya su taşıyorlar. Neredeyse CHP’yi kurtarıcı ilan edecekler.

Ve tam da bu nedenle, bir kere daha tarih bizim önümüze, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin “uzak ve yakın” hedefleri tartışmasını koyuyor.

Sol çevreler, “Erdoğan’ın gidişi her şeyin önündedir, birincil önceliktir” diyerek, CHP’nin kuyruğuna takılmaya başlamıştır bile. Elbette onlar bunu yapmakta özgürdürler; isterlerse devletin “iyi kanadına” sığınabilir, kötü kanadını iyisine şikâyet edebilir, isterlerse “demokrasicilik” oyununda rol alabilirler. Hatta isterlerse devletin kutsal kollarında kendilerine uygun bir yer de arayabilirler. Bunun için, isteyen ABD ile temasa da geçebilir, Mustafa Balbay tarzı. Bunlara bir itirazımız yok. Ama bunu, işçi sınıfı için tek çıkış olarak sunamazlar ve işçileri, bu bataklığa, devlete giden yola davet edemezler.

İşte tam da bugünlerde tartışma konusu budur.

1

“Tek adam yönetimi” yanlıştır.

Sadece yanlış değil, bizzat devlet adına, devleti temize çıkarmak için yapılan bir yanlış yönlendirmedir. OYT ve CHP’nin, devletin kendisinden onay almış “buluşu”dur. Tek adam yönetimi diye bir şey yoktur. Yeri geldiğinde “basket maçları” ile tutundurma çalışmaları yapılan, tefler eşliğinde Kemal Sunal filmlerindeki gibi alkışlanarak “takdim” edilen, her cümlesini ertesi gün düzelten bir kişi midir bu ülkeyi yöneten? Sahi, bu “tek adam yönetimi” midir? Sahi, tekeller, uluslararası sermaye, ABD, AB bu işin içinde yok mu? Öyle ise Erdoğan, kendi kendisinin mi projesidir?

Sol ve OYT, buna biraz daha “ciddiyet” katmak için olacak “tek adam diktatörlüğü” diyorlar. Hatta bunu bize Marksist ve bilimsel bir analiz olarak sunuyorlar. Yani, Hitler bir tek adam idi ve diktatördü. Krupp’un, tekellerin bu işle hiçbir ilgisi yoktu öyle mi? Yani Franco, öyle tek adam diktatör türünden idi öyle mi? Pinochet, Saddam, Mussolini, birer “kötü” adamdı ve bu kötü ruhlu adamlar, iktidarı almışlardı öyle mi? Yüzlerce yıllık bu masal, sizce artık para ediyor olabilir mi?

Ortada ne sınıf var, ne devlet. Ortada sadece bir “tek adam” var ve bunun kötü yönetimi, bunun diktatörlüğü var. Hepsi budur? Mesela Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar vb. ülkenin tekelci sermayesi, uluslararası tekeller, bu “kötü yöneten tek adam”la başa çıkamıyorlar, öyle mi? Ve bu çocukça masalları anlatıp, “tek adam”a karşı mücadele etmekten söz etmektesiniz öyle mi? Tüm bunları yaparken, işçi sınıfından, emekçilerden, halklardan yana olduğunuzu da ekleyeceksiniz öyle mi?

CHP’nin ve onun ardındaki burjuva kalemşörlerin “tek adam yönetimi”, tam anlamı ile, Saray Rejimi’nin çözülmekte olduğunun görüldüğü bir noktada, kitlelerin yükselen muhalefetinin, işçi sınıfının tepkisinin kontrol altına alınarak, devlete karşı yönelmesini önlemeyi amaçlıyor. Son derece akıllıcadır. Anlaşılırdır.

Saray Rejimi, çözülmektedir. Bu çözülüşü durdurmak için çareler aranmaktadır. Egemen sınıf, tekeller, burjuvazi, bu iş için çareler aramaktadır. İki yol organize etmektedirler. Bu iki yol, aslında “devleti kurtarmak” siyasetinin iki farklı yüzüdür, yazı-turanın bir metal paranın iki yüzü olması gibi. Bir yüzünde, egemenler, Saray Rejimi’ni güçlendirerek sürdürmek istiyorlar, diğer yüzünde ise, Saray Rejimi’ni bir geçiş süreci ile güçlendirilmiş parlamenter sisteme çevirmek istiyorlar. Bu iki politika, elbette birbirinden farklıdır. Ama her ikisi de, devleti kurtarma amacına dönüktür.

Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’den oluşmuyor. Tersine, zaten bu iki parti fiilî olarak da bitmiştir. Parlamentonun olmadığı bir yerde bu partilerin ne anlamı olabilir ki? Saray Rejimi, aynı zamanda, CHP ve İYİ Parti’den de oluşuyor. Tümü, hep birlikte bu sistemin parçalarıdır.

Soralım: Erdoğan’ın seçilmesi nasıl sağlanmıştır? CHP ve İYİ Parti, bugün herkesçe kabul edildiği gibi, hileli ve meşru olmayan seçim sonuçlarını neden tanımıştır? Madem, siz bu cumhurbaşkanlığı sistemine karşıydınız, neden buna uygun eylemler yapmadınız, direnmediniz, sokaklara taşmadınız? Sizi durduran, efendilerinizin “sus, yerinde dur” komutu mu olmuştur? Akşener, Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce, seçim gecesi nasıl da direnmişlerdi öyle değil mi? Bu, ortaklıklarının kanıtıdır, sadece bu yeterlidir. Madem seçim hilelidir ve madem Erdoğan “tek kişi yönetimi”dir, o hâlde sonuçları neden tanıdınız? Hiç değilse sonuçları tanımazdınız, zaten anlamı kalmayan parlamentodan çıkardınız. Ama bağlı olduğunuz sistem, size “muhalefet”miş gibi yapma rolü vermiştir.

Her tezkereye, hepsi birlikte evet oyu vermiştir. Son tezkereye CHP’nin hayır demesi, tümü ile Kürtlerin de içinde olduğu, toplumsal muhalefeti kendisi üzerinden devlete bağlama isteğinin sonucudur. Buna da evet derse, artık sola ve Kürtlere kendini kabul ettirebilmesi, güven vermesi çok daha zor olacaktı. Solu ve Kürtleri, işçi sınıfını bu kadarcık bir hamle ile kandıracaklarını düşünmeleri, onların kendine güveninden değil, işçi sınıfı ve Kürtlerin içindeki uzlaşmacılara güvendiklerindendir. Şimdi onlar, uzlaşmacılar, hep birlikte CHP’li bir parlamenter çözüme razı olmak için, kendi çevrelerinde propaganda yapmaktadırlar.

Madem, bu iktidardan rahatsızsınız, neden, savaş ekonomisine, savaş hamlelerine destek verdiniz? Madem “tek adam yönetimi”dir, neden süsten başka bir şey olmayan o parlamentoda durmaktasınız?

Madem “tek adam yönetimi”dir, neden halkı ve kitleleri korkutmak için, devletin baskı ve şiddetinin yetmediği yerde “bunlar iç savaş çıkartır” diye korku üretmektesiniz? Kitleleri kimin adına korkutuyorsunuz? Kitleleri, işçi ve emekçileri evlerinde tutmak için harcadığınız çabanın, yüzde birini muhalefet etmek için harcamadınız. “Tek adam” mı iç savaş çıkartacak, Bilal ile mi?

Uzatmaya gerek var mı?

“Tek adam yönetimi” yanlış bir adlandırmadır ve bu adlandırmanın amacı, sistem sürdürülemez olduğunda, Erdoğan’ı gönderip, devleti kurtarmaktır.

2

“Tek adam diktatörlüğü” de yanlıştır. “Tek adam yönetimi”nden farklı olarak, “tek adam diktatörlüğü” sanki daha sert bir adlandırma gibidir. Ama sadece gibidir. CHP, “tek adam yönetimi” diyerek, aslında diktatörlük sözünden özenle uzak durmaktadır. Böylece “diktatörlük”, sola kalmaktadır. CHP de, TC devletinin hiçbir dönemine, “diktatörlük” dememektedir. Bu denli devletçi bir format, elbette Saray Rejimi’nin doğal ortağı olur. Oysa “tek adam diktatörlüğü” çok da farklı bir adlandırma değildir.

Bizim OYT, bazı sol çevreler, diktatörlük diyerek, sanki daha ileri bir şey söylemiş gibidir. Sanki, Erdoğan’ın ilk dönemi, Özallı yıllar, 12 Eylül vb. demokrasi imiş de, şimdi diktatörlük var. Zaten, diktatörlük ancak “tek adam” ile olabilir, değil mi?

Her devlet bir diktatörlüktür. Her devlet, kendi sınıfı için bir demokrasi, diğer sınıflar için bir diktatörlüktür.

Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı ve emekçiler için, yani toplumun ezici çoğunluğu için bir demokrasidir. Ama sosyalist aşamada, komünizme geçene kadarki süreçte, burjuva sınıfı baskı altında tutmak amacındadır ve bu açıdan, burjuva sınıf ve onun bağlaşıkları için bir diktatörlüktür. Engels, proletarya diktatörlüğünün nasıl bir devlet olduğunu anlamak isteyenlere “Paris Komünü”ne bakın tavsiyesinde bulunmaktadır.

Her devlet bir diktatörlük ise, devletin egemen sınıfın bir baskı aygıtı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Burjuva devlet, burjuvazinin diktatörlüğüdür. Bu ABD’de de böyledir, Almanya’da da. İngiltere’de de böyledir, Belçika’da da. Franco, bir “tek kişi devleti” değildi. Hitler “tek kişi diktatörlüğü” değildir. Krupp vb. tekellerden bağımsız olarak Hitler açıklanamaz. Aklınıza mesela güzel Viyana sokakları geliyorsa Avusturya’daki devlet de bir diktatörlüktür, Kanada’daki devlet de, Avustralya’daki de.

Çağımızın burjuva devleti, aynı anlama gelmek üzere çağımızın (tekeller ve emperyalizm çağının “burjuva demokrasisi”) burjuva demokrasisi, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, faşizmin dişlilerini, örgütlenmesini içselleştirmiş olan Tekelci Polis Devleti’dir. Tekelci polis devleti, burjuva sınıfın çağdaş temsilcisi ve sistemin hegemon gücü olan tekellerin devletidir. Çağımızda tekelci sermayeden bağımsız bir burjuva devlet yoktur. Çağımızın olağan devleti tekelci polis devletidir. Ve bu faşizmi aratmayacak devlet, bugün, dünyanın tüm kapitalist ülkelerinde vardır. İngiltere’de, ABD’de, Almanya’da, Fransa’da dişlerini göstermeye başladığında, bunu herkes bilir, anlar. Ve elbette bu devlet, tekeller için demokrasidir.

Demek, “demokrasi” ve diktatörlük diyerek, bir şey anlatmış olmuyoruz. “Tek adam diktatörlüğü”, devlet denilen şeyi, bunun tarihi de dahil, hiç ama hiç anlamamaktan kaynaklıdır. Bir şeye “kötü” demek, aslında onun hakkında bilgi edinmeyi de önleyici bir tutumdur. “Tek adam” vurgusu ile, bunun “kötü” olduğu anlatılmak isteniyorsa, bu eksiktir, çünkü, öncesi de iyi değildir ve sonrası da eğer bir devrim gerçekleşmemiş ise iyi olmayacaktır. Devlet, burjuva devlet, hiçbir biçimde iyi ve kötü diye ele alınamaz.

Saray Rejimi, bizim ülkemiz koşullarında, devletin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Saray Rejimi, burjuva devletin kendisidir. Onu tek kişi diktatörlüğü olarak sunmak, işçi sınıfının, emekçilerin sisteme karşı mücadelesini önlemek amacı güder, bilerek veya bilmeyerek.

Saray Rejimi’nin tüm uygulamaları, tekellerin çıkarınadır. Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar bunun içindedir. Sadece beşli çete değildir Saray Rejimi’nin hizmet ettiği. Erdoğan, uluslararası sermayenin ve onların uzantıları olan yerli sermayenin, “belkemiksiz” adayı olarak “selected” bir proje hâline boşuna getirilmedi.

Erdoğan, bu sistemin, “süpürmeyin kullanın” cinsinden, belkemiksiz, sisteme, ABD’ye gerekli olan tetikçi için bulunmuş bir özel projedir. Bu proje, ABD’ye gerekli olan tetikçi için işlevseldir. Ama bu tekellerin çıkarlarına ters değildir. Bunu doğrulamak için sadece tekellerin Erdoğan döneminde, vurgunlarına, kârlarını katlamalarına bakmak yeterlidir. Erdoğan, hizmet ettiği yerli ve yabancı sermayenin isteklerinden çıkmamıştır.

Saray Rejimi, “rant-yağma ve savaş ekonomisi”ne dayanmaktadır. Bu “tek adam diktatörlüğü” değil, bu tam anlamı ile, emperyalist paylaşım savaşımının içinde şekillenen burjuva devletin kendisidir. Daha çok da tüm egemenlerin ortak koalisyonu gibidir.

Saray Rejimi’ni, olağanüstü örgütlenmeyi dayatan etkenler, başlıca üç ana grupta toplanabilir. Bunlar, emperyalistler arası paylaşım savaşımı, Kürt devriminin kendisi ve Gezi ile başlayan Batı’daki direniştir.

Erdoğan’ın iki dönemi ayrımının temeli de buradadır. Baskı ve şiddetin tırmandırıldığı, devletin Gezi ile açık saldırganlığının ileri düzeylere çıktığı, Kürtlerle masaların devrildiği, 15 Temmuz ile yeni örgütlenmelerin şekillendiği, Suriye savaşı sonrasındaki süreç, bize bambaşka bir Erdoğan yönetimi sunmadı. Bunu, o dönemin destekçisi olan Murat Belge gibi saray soytarılığını arkadan, gizlice yapanlar söylemektedir. Saray soytarılığını açıktan yapmak onlara iğrenç gelecektir ve efendileri, henüz onlardan bunu “rica” etmemiştir. Bu dönem, tekellerin, egemenlerin Saray Rejimi dediğimiz olağanüstü örgütlenmesidir. Bu döneme “diktatörlük” demek, aslında öncesini “demokrasi” olarak adlandırmak anlamını taşıyacaktır. Öncesi tekelci polis devletinin “olağan” örgütlenmesidir ve sonrası, emperyalistlerin çıkarları ve yönetme zorlukları ile şekillenen olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

Gerçekten “demokrasiye” özel bir tutku ile bağlı olan varsa, tereddüt etmeden, kapitalist düzenin, özel mülkiyet sisteminin, TC devletinin yıkılmasını savunmalı, onun için çarpışmalıdır. Erdoğan’ın gidişine “demokrasi” demek, devleti genel olarak aklamaktır. Bu ülkedeki katliamları aklamaktır. İşçi sınıfının ve emekçilerin enerjilerini emmektir.

Yok, sahi, hiçbir sınıftan yana olmayan bir demokrasi diye tutturan varsa, ona önerimiz, iç savaşın en gelişmiş olduğu, henüz iki sınıfın, iktidardaki burjuvazinin de, onu alaşağı etmek üzere barikatlara çıkan proletaryanın da henüz birbirini yenememiş olduğu ana bakmalıdırlar. Hoşlarına gitmeyecektir ama ne yapalım ki böyledir.

Dün, NATO içindeki başlıca emperyalist güçler, isterseniz bunları ABD ve AB diye gruplayalım (Daha net gruplama, ABD, İngiltere ve AB olabilir. Bu gruplama, Türkiye söz konusu olduğunda yapılabilir. Yoksa beş emperyalist güç arasında dünyanın yeniden paylaşımı savaşımında, bu denli net gruplaşma ortaya çıkmış değildir), birlikte hareket edebilmekteydi. Ama SSCB’nin çözülüşü sonrasında ortaya çıkan -su üstüne çıkan anlamında-, emperyalist paylaşım savaşımı, bu güçlerin “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’de farklı tutumlar almasını zorunlu kıldı. Bu süreç hâlâ sürmektedir. Ekonomik yapıda egemen olan AB, Türkiye’yi kendi sömürgesi ve kendi alanı olarak almak isterken, siyasal alanı (ordu, polis, yargı, bürokrasi vb.) elinde tutan ABD, Türkiye’yi bir tetikçi olarak organize etmek istedi. ABD, bu tetikçiye, tüm Ortadoğu için ihtiyaç duymaktaydı. Bu tetikçi konumu sürdürmek için, Saray Rejimi dediğimiz sistem organize edildi. Bu organizasyon yapılırken, CHP de dahil tüm siyasal burjuva aktörler, Saray Rejimi’nden yana tutum almıştır. Parlamentoyu, siyasal partileri bizzat fiilî olarak bitiren cumhurbaşkanlığı sistemi, böylece, ortak karar olarak hayata geçirilmiştir. Ve biliyoruz ki, bunun için yapılan oylama, hilelidir, yani halkın kabulüne dayanmamaktadır. “Tek adam diktatörlüğü” olarak solun sarıldığı isimlendirme, gerçekte böyle şekillenmiştir ve tüm egemenlerin ortak kararının sonucudur. “Tek adam” burada sahneye konulandır ve özelliği “belkemiksiz” olmasıdır (Bu belkemiksiz sözü, bize ait değildir, Richard Perle’e aittir).

Erdoğan, böylesi bir devlet çarkının başında egemenlerin bulduğu “süpürmeyip kullandığı” bir figürdür ve hepsinin ihtiyacına hizmet etmektedir. Yeri geldiğinde bir peygamber gibi, yeri geldiğinde bir yağmacı karakterde ortaya çıkması, tümü ile devletin ve sistemin ihtiyaçları ile paraleledir. Erdoğan bir sultan değildir, onun olsa olsa müsveddesidir. Belki, “seçilmiş adam” diye bu kadar masal dinlediği için, aynaya bakınca kendinde bir “sultan”lık gördüğü anlar olabilir. Bu anları çoğaltmak için, Saray düzeni işe yaramaktadır, hem haremi ile hem soytarıları ile hem “baş danışmanları” ile. Bir diktatör müsveddesi olarak Erdoğan’a yapılan bu yükleme, onun tek adam olduğu fikri, yarının asıl adamlarını da aklamaktan başka bir işe yaramaz. Yeri geldiğinde bir İslamcı, yeri geldiğinde bir Batılı, yeri geldiğinde tüm bölgedeki bir tetikçi, yeri geldiğinde Putin’in dostu, yeri geldiğinde kükreyen tarzı, aslında onun belkemiksiz “kolpacı” karakterinin yansımasıdır. Bir müsveddeye bu denli önem atfetmek, hem rejimin niteliğini gizler hem de devleti aklamak için olanaklar sunar.

Şu kükreme meselesi üzerine de durmalıyız. Zira kükreme anlarında, bizim OYT, sol, Erdoğan’da ve Bahçeli’de, bir “tek adam” tutumu görüyor olabilirler. Biraz konumuzun dağılmasını göze alarak, kükreme hâli üzerinde durmalıyız. “Devlet adamları” kükrediklerinde, hacimleri genişler derler. Biz, Erdoğan kükrediğinde, cismen bir hacim genişlemesi değil de, sanki bir sara nöbeti görüyoruz. Sara nöbeti, bilmeyenler için, bir “hacim genişlemesi” olarak ele alınabilir mi? Belki, bu konuda bir yanılgıya düşülebilir. En azından görüntüde bir hacim genişlemesi söz konusu olabilmektedir. Karanlıkları büyütmekle görevli Altun ve İletişim Dairesi, bu görüntüyü özellikle desteklemektedir. Oysa Bahçeli kükrediğinde, daha çok, bir “hacimsel daralma” ortaya çıkmaktadır. Belki bu “daralmış hacim”, Erdoğan’a ayar vermekte daha etkili bir hâl olabilmektedir.

Ülkemizde bir diktatörlük vardır, bu da burjuva diktatörlüktür, tekelci sermayenin, ulusal ve uluslararası egemenlerin diktatörlüğüdür.

ABD tetikçisi olmak, ABD’nin ihtiyaç duyduğu bir organizasyondur. ABD, bu ihtiyacı için, en uygun adayları bulmak durumundadır. Bu, tetikçinin, yeri geldiğinde peygamber müsveddesi, yeri geldiğinde Batıcı olması hâli, elbette onun yağma-rant ve savaş ekonomisinden yüzdeler almasının, kişisel servet biriktirmesinin de açıklamasıdır. Karşılıklı ihtiyaçlar buna izin vermektedir. Tetikçilik ciddi bir iştir ve bunun elbette yüzde ile ifade edilen bir hırsızlığa kapı aralaması, egemenler için kabul edilebilirdir. Kaldı ki, bu servetler, yeryüzündedir ve paranın egemeni olan tekellerin bu paraları geri alması her zaman mümkündür. Saddam’ın servetine bakmak yeterlidir.

3

İşte çözülmekte olan şey bu Saray Rejimi’dir, “tek adam” olarak Erdoğan değildir.

Egemenlerin sistemi ayakta tutmak ve kendi amaçları için tetikçi olarak kullanmak üzere organize ettikleri bu olağanüstü devlet örgütlenmesi çözülmektedir. Çare olarak bulunmuş ve organize edilmiş olan Saray Rejimi, artık çare olma özelliğini kaybetmektedir.

Bu durumda egemenler, ikili bir politika üretmektedirler.

İlkin, devleti kurtarmak istemektedirler. Çözülüşün, devletin yıkılmasını, gelişmelerin proletaryanın zaferine yol açmasını önlemek istemektedirler.

Devleti kurtarmak politikasıdır bu.

Devleti kurtarmak için, bir kesim, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesinden yanadır. Bunu Erdoğan ile veya onsuz yapmaları çok da önemli değildir. Ancak, Erdoğan, hâlâ ABD ve uzantılarının projesi olarak iş görebilir durumdadır. Bu, epeyce yara almış bir durumdur elbette. Anketler, Erdoğan’ın desteğinin çok düştüğünü göstermektedir. Ama yine de, Erdoğan’la veya onsuz, Saray Rejimi’ni güçlendirme alternatifi ortadadır.

İkinci alternatifi savunanların da temel amacı, devleti kurtarmaktır. Onlar bunun yolunun, parlamenter sistem olduğunu düşünmektedir.

Parlamenter sistem denilince, akla ilk gelen, yükselmekte olan direniştir. Bu direniş, nihaî olarak işçi sınıfının iktidar adayı olması riskini taşımaktadır. Bugün, bu noktadan uzak olduğunu düşünen çoktur ve yanlış bir düşünce de değildir bu. Nesnel olarak işçi sınıfı iktidara yakın olsa da, öznel olarak iktidarı alma gücüne sahip değildir. Bugün, değildir.

Bu koşullarda OYT ve sol hareketin bir bölümü, parlamenter sistem ile Erdoğan’dan kurtulmayı, en başa koymaktadırlar.

Önce Erdoğan gitsin, sonrasına sonra bakarız formülüdür bu.

Erdoğan’ın düşmesi ne demektir?

CHP ve İYİ Parti, her fırsatta Erdoğan’ın düşmesinden söz ettiklerinde, o kadar geri bir noktadadırlar ki, “darbeci” olarak adlandırılmaktan korkmaktadırlar. İktidarı almak, burjuva sistem içinde, seçimle iktidarın değişimi, bir “anormal” olarak ele alınmaktadır. Saray Rejimi’nin bir parçası oldukları için, tutumları budur. Saray Rejimi’nin bir parçası oldukları için, kendilerini iktidar adayı olarak tarif ederken bile, bunun meşruluğundan emin değildirler.

Bu nedenle her seferinde “seçimle” iktidarı almak diye vurgu yapmaktadırlar. Özetle, bir ayaklanma yolu ile, direnen güçlerin iktidarı alması, işçi sınıfının iktidara yürümesini ihtimaline kapıları kapatmak istemektedirler.

Fiziksel olarak bize bir “üretilmiş gerçeklik” sunmaktadırlar: İktidarı kim alabilir? Soru budur. Seçimle olacağı ön kabul oldu mu, CHP ve İYİ Parti olmadan, Erdoğan’ın inmesi mümkün değildir demektedirler.

Bu “üretilmiş realite” sola kabul ettirilmek istenmektedir.

Bunu kabul eden sol, bu durumda, doğal olarak, CHP’nin başında olduğu projenin yedeği konumuna düşmektedir. Bu yolla, solu yedeğine alarak, işçi sınıfının kendi öz yolunda yürümesini önlemek istemektedirler.

Uzlaşmacı sol, liberal sol, devrimden uzak duran sol, parlamenter sisteme bağlanan sol, OYT, sendikalar, hepsi birlikte, işçi sınıfının enerjisini emmek, direnişi ehlîleştirmek, direnişi seçimler hedefine bağlamak istemektedirler.

Hepsi birlikte seçimlerden söz ediyor. Ama aynı anda, savaş planları gündemdedir. Onlara göre, Batı, özellikle ABD ve Avrupa, seçimlerin garantisidir. Onlar seçim isterler. Böyle düşünülmektedir ve herkesin de böyle düşünmesini istemektedirler. Böylece, sisteme karşı açık bir iktidar savaşını ötelemek için yollar aramaktadırlar.

Bu yol, işçi sınıfını, direnişi, yeniden sisteme bağlama sonucu verir.

4

Her mücadelenin uzun ve kısa vadeli hedefleri olur.

İşçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin de uzun ve kısa erimli hedefleri vardır, olmak zorundadır. Mücadelenin kendisi budur.

Peki, bugün işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin uzun erimli hedefi iktidarı almak mıdır? Buna çoğunlukla sol, “evet” diyecektir. Aslında bu da gerçek anlamı ile bir evet değildir. Peki, kısa erimli hedef nedir? Yanıt: Erdoğan’dan kurtulmak. İşte solun, işçi sınıfını bataklığa çektiği yer burasıdır. Bataklık, sistemin kendisidir.

Bataklık, içinde yürümenin zorlaştığı, ilerlemenin olanaklarının tükendiği, büyük eforlar sarf edildiği hâlde bir arpa boyu yol alınabildiği, çoğunlukla da içinden çıkılınamadığı yerdir. Bu bataklığa, her kim ki gitmek istiyorsa özgürdür. Ama bizim, işçi sınıfının yakasına yapışan ellerini çekmeleri koşulu ile.

5

İşçi sınıfının kısa erimli hedefi, Erdoğan’dan kurtulmak değildir.

İşçi sınıfının ilk hedefi, tüm burjuva devleti yıkmak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak üzere, çözülmekte olan Saray Rejimi’ni yıkmaktır.

Kısa erimli hedef, “yapılabilir olanların en mümkünü nedir” diye sorarak bulunamaz. Yapılabilir olanının en olanaklısını yapmak, kişisel bir tutum olabilir. Ama bir mücadelenin asıl hedefine ulaşmasını sağlamayan bir kısa vadeli hedef olamaz.

Kısa ve uzun vadeli hedefler, bir mücadelenin karakterine uygun olarak stratejik olarak planlanır. Yani bunlar, gelişen durumlara göre değişen şeyler değildir. Erdoğan gitsin, birkaç sene de Kılıçdaroğlu ve Akşener ile oyalanalım, oradan da onları göndeririz demek, asla ve asla işçi sınıfının amacına hizmet eden bir yol tarifi değildir.

Savaş, mücadele, güçler dengesine göre farklı taktiklerin devreye girdiği bir yoldur. Ama bu farklı taktikler, “yakın amaç” diye ilan edilemez. Taktikler, mücadelenin metotları ve işçi sınıfının örgütünün hamleleri açısından güçler dengesini gözetir. Biz bugün, bir ayaklanma ile Saray Rejimi’ni indiremeyiz diye bir ön kabul ile, yeni bir hedef icat edilemez. Edilirse, bu, işçi sınıfının enerjisini emmek amacını güder.

Direnen güçlerin boyunlarına yapışıp, onların enerjilerini emerek, işçi sınıfının mücadelesine ancak zarar verilebilir, başka bir şey olmaz.

İşçi sınıfının önünde, “demokratik laik cumhuriyet” gibi bir hedef yoktur, bir ara aşama yoktur. İşçi sınıfının iktidarı almasının önüne, zorluklara bakarak, “gerçekçi bir yol” çizmek adına parlamenter sisteme dönüş, nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, konulamaz.

Laiklik, laik cumhuriyeti korumak vb. ile ancak işçi sınıfının iktidar mücadelesinin önüne setler çekilmiş olur.

Biraz daha konuyu açmak gerekiyor.

TC devleti, tarihi boyunca, hiçbir zaman “laik” olmamıştır. Bunu işçi sınıfının önüne açık ve net olarak koymak, kitlelerin bununla yüzleşmesini açık olarak ortaya koymak gerekir. Alevi inancındaki insanlar, laik cumhuriyete sahip çıkmak hedefi ile, her zaman sistemin yedek gücü hâlinde tutulabilmiştir.

Bu durum, TC devletinin dini sürekli azgınca kullanması, milliyetçiliği ve Osmanlıcılığı sürekli farklı dozlarda kullanması, en başından beri vardır. Bu sadece AK Parti iktidarının, ardından Saray Rejimi’nin keşfi değildir. Saray bugün, bu faktörleri daha farklı dozlarda kullanmaktadır. Bu doğrudur. O kadar ki, azgınca kullanılan din, sonuçta ateist düşüncenin yaygınlık kazanmasına bile olanak sağlamıştır. CHP ve İYİ Parti öncülüğündeki restorasyon süreci, parlamenter demokrasi hedefi, solun da destek verdiği şekli ile, bu dinin yeniden diriltilmesi ve kullanılabilir hâle getirilmesine hizmet etmeyi hedeflemektedir. Bunu görmemek körlüktür.

Aleviler, her zaman, devletin bir kesiminin saldırılarına karşı, devletin öbür kesimine sığınmışlardır. Bunun ne kadar ilerleme sağladığı da açık ortadadır. Aleviler için eğer varsa bir bütüncül hareket etme olanağı, bunun yolu, işçi sınıfının, emekçilerin devrim ve sosyalizm mücadelesi olması gerekir. Elbette bu durumda işin içine sınıfsal ayrımlar da girecektir. Aleviliği kendi burjuva dünyalarının sonsuza kadar sürmesi için kullanan mülk sahibi Aleviler, elbette buna itiraz edeceklerdir.

Bu her türden kimlik sorunu için de geçerlidir. Kadın hareketinin özgürlük talepleri, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde mülkiyet ilişkilerinin parçalanması, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasından geçmektedir. Mülkiyet ilişkileri var oldukça, kadın bir meta olarak kullanılacaktır. Erkek egemen ideoloji, gerçekte, bugün burjuva ideolojisidir. Binlerce yıllık erkek egemen düşünce, burjuvazinin elinde, burjuva ideolojisinin bir parçası olarak yeniden üretilmiştir.

OYT, liberal sol, devrimden uzak durmaya yeminli sol, insancıl sol, CHP vb. bugünlerde hep birlikte, iktidarın-devletin uygulamalarına karşı, şunu söylemektedirler: Liyakatsizlik egemendir. Baştan aşağıya yanlıştır.

Hangi liyakatten söz ediyorsunuz?

Saray Rejimi, tekellere, uluslararası sermayeye, yağma-rant ve savaş ekonomisine son derece layığı ile hizmet etmektedir. En başında Erdoğan’ın diplomasız ve saralı bir hâlde bulunduğu sistemin hangi memuru daha az liyakatsizdir? Rüşvet almakta, yağmalamakta, hırsızlıkta, rant üretmekte, rant süreçlerini merkezî olarak yönetmekte, savaş ekonomisinde daha liyakat sahibi kadrolar olmuş mudur?

Sizdeki liyakat ölçütleri nedir? Saray Rejimi’nin, rantçıların, yağmacıların, savaş yandaşlarının nasıl bir liyakati olabilir de, bunlar liyakatsizdir?

Bir yangın anında, aklına hemen TOKİ evleri gelen bir bürokrat, parababalarına tam anlamı ile hizmet ediyor demektir. Buradan ceplerine indirdikleri yüzde, onlar mı liyakat sorunudur?

MB faiz oranlarını düşürüyor ve döviz kurları yükseliyor. Bizim sol eğilimli iktisatçılarımız, herhâlde hiç sanata bulaşmamış olduklarından olacak, hep birlikte “ülkeye yabancı sermaye gelmez” diye haykırıyorlar. Hangi yabancı sermaye? Mesela eroin paralarının sahipleri mi gelmez? Mesela karapara aklayıcıları mı gelmez? Mesela Afganistan’dan Avrupa’ya organize edilmeye çalışılan yeni uyuşturucu yolunu organize edenler mi gelmez? Mesela kelepir fiyata şirket alacak olanlar mı gelmez?

CHP borazanı başlıyor, dövizi tutamıyorlar, bunlar liyakatsiz, diye. Ardından OYT ve liberal sol, “bunlar ülkeyi düşünmüyor” diyorlar. Hangi ülkeyi? Saray Rejimi’nin görevi ülkeyi düşünmek midir? CHP, İYİ Parti savaş tezkerelerine destek verirken, Türkiye’nin Libya’daki çıkarları diye söz başlarken, “ülke”yi mi düşünüyorlar? Bu kadar geri bir noktadan işe başlanabilir mi? Rant-yağma ve savaş ekonomisini bir dirhem anlamayanlar, “ülke” diye söz başlıyorlar. Oysa Erdoğan, Gezi günlerinde söylemişti: Benim görevim rant üretmektir. Görevi rant üretmek olanlar, ülkeyi mi düşünecekti? Hangi ülkeyi, Koçların, Sabancıların, beşli çetelerin ülkesini mi, yoksa işçi sınıfının, emekçilerin üzerinde kanlarının emildiği ülkeyi mi?

OYT, her fırsatta dile getiriyor: İktidar “akıl ve bilimden” uzaklaştı. Pardon, ne zaman akıl ve bilim ile yakın idiler de şimdi uzaklaştılar? Akıl ve bilim, egemenlerin egemenlikleri için gerekli olan akıl ve bilim mi, işçi sınıfını iktidara taşıyacak ve toplumu kurtaracak olan akıl ve bilim mi? Erdoğan’ın Batı’ya övgüler düzdüğü her konuşmasından sonra, “akıl ve bilim” geri mi geliyor sanıyorsunuz? Gözünüzü açın, belki görebilirsiniz, rant hesapları yapılırken, rüşvet sistemleri organize edilirken, uyuşturucu işleri kotarılırken, savaş ekonomisi planlanırken, akıl ve bilime son derece bağlıdırlar. Rant işinin matematiği, uyuşturucu yollarının yöneylem çözümlemeleri, zenginlere sermaye aktarılırken kurulan eşanlı denklem çözümleri, “akıl ve bilim” adına parmak ısırtacak cinstendir.

6

Soru şudur: İşçi sınıfı iktidarı alabilir mi? Bu tarihsel bir gerçeklik olmanın ötesinde, olanaklı mıdır?

Bizim yanıtımız evettir.

Evet, iktidar, işçi sınıfına, hiç olmadığı kadar, nesnel anlamda yakındır. Ülkemiz tarihi içinde, işçi sınıfı, iktidara, nesnel anlamda, hiç bu kadar yakın olmamıştır. NATO’ya bağlı bir ülkede, NATO organizasyonu, emperyalist paylaşım savaşımı nedeni ile, yani NATO içindeki güçlerin paylaşım savaşımının karşılıklı aktörleri olmaları nedeni ile, zayıflamıştır. Hem dünya çapında kapitalist sistem tıkanmış ve hem de ülkemizde devlet tüm baskı aygıtları ile çıplak hâle gelmiştir. Bu durum, nesnel anlamda iktidarın işçi sınıfını beklediğini göstermektedir. Bu nedenle diyoruz ki, tarih işçi sınıfını iktidara çağırmaktadır.

Bu, tarihin sesidir, bir de işçi sınıfının sesi gereklidir.

Ama öte yandan devrim, bir devrimci partinin öncülüğünde, işçi sınıfının örgütlülüğüne, yani öznel güce dayanarak zafere ulaşır. Bu açıdan, nesnellik ile öznel durum arasında büyük bir açıklık vardır. Bu anlamda diyebiliriz ki, işçi sınıfı, nesnel olarak iktidara yakın iken, öznel olarak uzaktır.

İşçi sınıfı, bir sınıf bilinci ile hareket etmemektedir.

İşçilerin kendi öz örgütleri olan sendikalar, devletin denetiminde, sendika mafyasının (artık buna sendika bürokrasisi demek mümkün değildir) kontrolündedir. Büyük gövdesi ile sendikalar, işçi sendikası olmaktan uzaktır. Bu durum, işçi sınıfının enerjisini bir sülük gibi emmektedir. 12 Eylül sonrasında organize edilen sendika mafyası (yeni sendikal düzen), işçi sınıfının ensesine devlet, burjuvazi tarafından yapıştırılmış, enerji emen bir sülüktür. Sülüğün bu türü, en çok enerji emerek yaşamaktadır. Ve bu sülüğün koparılıp atılması, acıtıcı, sancılı olacaktır. Eğer, büyük sol stratejistlere ille de bir yakın hedef lazım ise, bu yakın hedef, sendika mafyasının tasfiyesi olabilir.

Devrimci örgütlenme vardır. Bu tartışma konusu değildir. Ancak bu devrimci örgütlenmenin, işçi sınıfı ile bağları kökleşmiş, sökülemez hâlde, henüz, değildir.

İşçi sınıfı içinde yüzünü devrime, sistem dışı arayışlara çeviren işçiler, hâlâ yönsüzdür. Su, yatağını bulmuş, çatlağını bulmuş değildir, ama akmaktadır.

Gezi’den bu yana süreklilik kazanan direnişler, son derece önemlidir. Bu direnişler, çözümün kaynağını göstermektedir. Bu direnişlerin Gezi tarzı toplumsal patlamalara sıçraması beklenerek olduğun yerde durulamaz. Büyük direnişler, büyük olaylar, büyük adımlar bekleyenler, beklemek yerine, bir gerçek küçük adım atabilirlerse, iyileşme yoluna gireceklerdir. Bu adımı atanların “görme biçimleri” farklılaşacaktır. İster kadın, ister gençlik, ister işçi direnişleri olsun, hepsi için bu geçerlidir. Bu kendiliğinden kitle hareketlerinin bugününe takılıp kalmak, devrimin gelişimini anlamamak olur (Bu konuda daha detaylı bir değerlendirme için, Sibel Özbudun’un, Kaldıraç’ın 244. sayısındaki yazısına bakmanızı öneririm. Orada, kendiliğinden kitle eylemleri hakkındaki tartışmalara ilişkin önemli notlar bulmak mümkündür. Bu konu, dünya çapında gelişen kitle eylemleri üzerine sürdürülen tartışmalara bakış açısı açısından da ayrı bir önem taşımaktadır).

Ülkemizde gelişen Anadolu devriminin yakın hedefi, iktidarı almaktır, bunu izleyecek hedefi ise enternasyonalist bir ruhla, bölge devrimi uğruna kendisini feda edebilecek kadar net tutum almaktır. Bölgeyi tutuşturduğu oranda devrim, kendi yolunu genişletmekle kalmayacak, gerçek bir enternasyonalist devrim karakterini alacaktır.

Şimdi tekrar işçi sınıfının iktidarı tarihsel anlamda değil, pratik anlamda alması meselesine dönelim: Bu olanaklı mıdır?

Elbette.

Devrim için savaşmaya niyetiniz varsa, bu mümkündür.

Tarih bize gösteriyor ki, bazan tarih son derece hızlı akar. Onlarca yıla sığacak gelişmeler, haftalara sığar. Bunu anlamak için Ekim Devrimi üzerine Temel Demirer’in yazdığı yazıya (Kaldıraç, sayı 244) ve bu yazıda Lenin’den aktardıklarına bakmanızı öneririm. Ekim Devrimi, bize katıksız bir biçimde tarihin hızlı akışının örneğini sunmaktadır. Doğrusu, Ekim Devrimi öncesinde, Bolşeviklerin iktidarı alma olanağını küçük bir ihtimal olarak görenler, çok da haksız sayılmazlardı. Onların atladığı şey, tarihin bu akışı meselesidir.

Eğer, sınıf mücadelesine diyalektik materyalizm ışığında bakmıyorsanız, bu değişimi kavramanız zor olacaktır. Sadece gördüklerini anlamlandıran, sadece görünene takılıp kalan bir bakış açısı, sınıf mücadelesini anlayamaz.

Bir örnek yerinde olur. Çok değil, 5-10 yıl öncesinde dünyaya sosyalizm bitti, işçi sınıfı artık yoktur, sınıf savaşımı bitmiştir, artık görev, kapitalist dünyayı daha yaşanabilir hâle getirmektir diyenler revaçta idi. Biz o zamanda söylüyorduk, sınıf savaşımı, kendini açık biçimde, görünür tarzda ortaya koymuyor olsa da sürmektedir. Bugün, herkes kapitalizmin tarihsel sonundan, kapitalizmin böyle devam etmesinin insanlığının sonunu getireceğinden, yükselmekte olan mücadele ve direnişlerden söz ediyor. Çünkü, bunlar artık su üstüne çıkmış, görünür hâl almıştır.

İşçi sınıfının yukarıda anlatılan sınıf bilincinin ve örgütlenmesinin eksikliği, dünden gelen bugüne varan bir gerçekliktir ama onun içinde mayalanmakta olanı anlamak için, tarihsel materyalizmi kavramak gerekir. Dünyanın her ülkesinde, hareketin her alanında işleyen diyalektik materyalizmin, bizim ülkemizde işlemediğine inanmak, abes olacaktır.

“Erdoğan gitsin” gerisine sonra bakarız düşüncesi, sadece görünen ile yetinmektir. Bu anlamda, kitlelerin umutları ile oynamak, enerjilerini emmek anlamına gelmektedir. Bir anlamda Erdoğan çoktan “gitmiştir.” Kendisinin vedalaşmaları, “helâlleşmek” şeklinde gerçekleşmektedir. Yeni de değildir. Ama Saray Rejimi orada olduğu sürece, devlet çarkı orada olduğu sürece, tetikçilik görevi açık ve net olduğu sürece, gitmesi gerekenin burjuva devlet çarkı olduğunu anlamak gerekir. İşçi sınıfı, yıpranmış müsveddeleri uğurlamak için savaşmıyor. Helâlleşmek için yolculuk hazırlığı yapan Kılıçdaroğlu’nu kurtarıcı olarak göstermek, işçi sınıfının davasına, Gezi’den bu yana süren mücadeleye tam anlamı ile köstek olmak demektir. Kılıçdaroğlu’na verilen akıl, devlet adına, kitlelerle “helâlleşme” numarası ile, kitlelerin devletten kopuş sürecini engellemektir. Onun bu görevi yapmaya yeltenmesi şaşılacak iş değil, şaşılacak iş OYT’nin, işçi ve emekçileri bu yolla sisteme bağlamak için kolları sıvaması da değildir. Bunun bir aşama, yakın hedef olarak ilan edilmesidir.

Saray Rejimi, parlamentoyu bitirmiştir. Parlamento işlevsizdir. Siyasal partiler, HDP ve sol partiler hariç, işlevsizdir. Seçim ve sandık, bizzat sistem, bizzat egemenler, bizzat devlet tarafından gömülmüştür.

Şimdi, yeniden Saray Rejimi’nin eski payandaları olan burjuva muhalefet partilerinin seçim ve sandığı diriltme çabaları, Saray Rejimi’nin yaşadığı tıkanıklığın sonucudur.

Ülkede açık bir iç savaş vardır. Bu iç savaşın devlet güçleri açık ve nettir. İşçi sınıfının bu iç savaşta örgütsüz olması, iç savaşın varlığını unutturmamalıdır. Bugün, burjuva sistem, burjuva egemenlik, tam anlamı ile bir iç savaş hukuku uygulamaktadır. Bu durum, Erdoğan’ın keyfîliğinin sonucu değildir. Bu durum, Saray Rejimi’nin karakterinin sonucudur. İşçi sınıfına yasalara uymayı hatırlatmak, bu iç savaşta düşman cephesinde yer almaktır, bilerek veya bilmeyerek. Egemenler kendi yasalarını tanımaz hâlde iken, işçi sınıfına bu yasaları tanımasını önermek, başka ne olabilir? İşçi sınıfı, en küçük bir direnişinde dahi, yasaların ne demek olduğunu öğrenmektedir. İşçi ve emekçiler, kendi yasalarını sokaklarda, direnişlerde yazmayı öğrenmek zorundadırlar. Mevcut yasaların ne demek olduğunu, her direnişçi bilir. Kadınları alalım, yasaların anlamını çok iyi bilmektedirler. Her direnişte bu açıktır. Artık, öğrenmemiz gereken şey, direnişin geliştirdiği yasalardır. Bunun yeri de direnişin içidir.

Saray Rejimi, işçi sınıfı ve gelecek

2021 yılının sonbaharı, siyasal ve ekonomik krizin daha da açığa çıkmaya başladığı, buna bağlı olarak deyim uygun görülürse “olayların hız aldığı” bir dönem olarak başladı.

Hem egemenler içindeki çatışma arttı hem bu çatışmanın etkileri daha hızla ortaya çıkmaya başladı hem de işçi sınıfı ve emekçi kitlelerdeki arayış, direniş daha da gelişmeye başladı.

Bu koşullarda, birçok “görüntü” ile gerçeklikler birbirine karışmaya eğilimli hâle geldi. Bu nedenle, bir kere daha doğru bildiklerimizi toparlamak, hem de somut gelişmeleri analiz etmek önem kazandı.

Maddelerle ilerlemek istiyoruz.

1

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü hâlidir. “Olağanüstü hâl” ilan etmiş olmaları nedeni ile değil. Gerçekte tüm devlet örgütlenmesi artık bu hâldedir.

Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasını, biz üç sürece bağlıyoruz: İlki emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımıdır ve bu savaş Suriye savaşı ile, yeni bir aşamaya dönüşmüştür. Suriye savaşı sonrasında TC devleti, Suriye’nin tümünü işgal etme hevesi ile sahaya dalmış, ABD adına tetikçilik yapmaya başlamıştır. Bu elbette sadece Suriye ile sınırlı bir iş olamazdı. Libya, Kafkaslar ve öncesinde başlanmış olan Balkanlar da bu işin içindedir. Bir NATO ülkesi olarak TC devleti, kendi geleceğini, tıpkı NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermek için, asker başına cent alarak tetikçilik yapmakta gördü. Bu, ABD’nin “yeni Türkiye” planlarına da uygun düşüyordu. TC devletinin bu sahaya dalması için, Kürt meselesi yeterince teşvik edici idi. Başka bir şey düşünmelerine gerek yoktu. Hem Kürtlere karşı kıyım olanağı doğuyordu hem de yağma ve rant ile savaş ekonomisi oldukça kârlı gözüküyordu. Ama Suriye savaşı, istenildiği gibi bir yol izlemedi. Emevi Camii’nde öğlen namazı kılmak hayal hâline geldi. Ama bu aynı zamanda, Suriye savaşının TC içine yansımasının da yolunu açtı. Suriye topraklarında işgalci olan TC devleti, aslında IŞİD çetelerini tam olarak kendi içine taşımaya başladı. İkincisi Kürt devrimi ve ona karşı TC devletinin yürüttüğü kirli savaştır. Bu savaş başarısız oldukça, Kürt devrimi, sistemi çözmeye başladı. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile ortaya çıkan, nitelik olarak zayıf, örgütsüz de olsa direniştir.

Bu üç etken, TC devletinin, tekelci polis devletinin, Saray Rejimi biçiminde örgütlenmesini koşullamıştır.

Bunun dayandığı ekonomik yapı ise, yağma-rant ve savaş ekonomisidir.

2

Bu analize “evet” dediniz mi, Saray Rejimi konusunda net bir fikre ulaşırsınız.

Görüntüde “tek adam diktatörlüğü” şeklinde ortaya çıkan yapı, yanıltıcıdır. Buna “tek adam” diktatörlüğü demek, eksik, aldatıcıdır. İşçi ve emekçileri, Erdoğan gidince her şey düzelecek diyen burjuva muhalefete mahkûm etmek demektir. Amaçlanan bu olsun olmasın, tek adam diktatörlüğü, buraya çıkar.

AK Parti-MHP ittifakı Saray Rejimi demek değildir. Bu meseleyi eksik anlamak olur. Saray Rejimi’nin içinde, bugün karşımıza muhalefet olarak çıkan, zorunlu olarak “farklı gelecek” planları açıklayan burjuva muhalefet, yani CHP ve İYİ Parti de bu Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. Burası çok önemlidir.

Evet Saray Rejimi bir çeşit koalisyondur. Ama bu sadece AK Parti ve MHP demek değildir. Tersine, egemenlerin, tüm egemen güçlerin ortak koalisyonudur. Bu egemen güçler, tekellerdir, tekelci sermayedir, onların uluslararası ortaklarıdır, eski devlet kadroları olan ve “Ergenekon” diye anılan kadrolar da bunun içindedir, “ulusalcı” diye kamufle olan kadrolar da bunun içindedir, eski Kemalist kadrolar da bunun içindedir, yeni cemaatçi kadrolar da bunun içindedir, Osmanlıcılar da bunun içindedir, SADAT vb. gibi yeni örgütlenmeler de bunun içindedir.

Dahası, AK Parti diye bir parti yoktur.

TBMM tümü ile göstermelik bir organdır, işlevsizdir.

Siyasal partilerin tümü, devlet partisidir (Elbette burjuva partilerden söz ediyoruz).

AK Parti, eğer “var” olarak kabul edilecekse, birden fazla çeteden oluşmaktadır. Aynı durum MHP, CHP vb. için de geçerlidir.

Ne demek istediğimiz açık ama yine de örnek olsun: AK Parti, mesela, farklı farklı çetelerden oluşmaktadır. Bu çetelerin içinde ekonomi, siyaset, dinî tarikatlar ve bunların uluslararası bağlantıları iç içedir. Diyelim ki, ABD’nin bir Gülen hareketi olduğu gibi, ondan daha etkisiz de olsa, İngiltere’nin de, Almanya’nın da, Fransa’nın da ve İsrail’in de bir Gülen hareketi vardır. Aynı durum AK Parti için de geçerlidir. Örneğe devam edelim; mesela Milli Eğitim Bakanlığı da (en önemsizi olsun diye MEB diyoruz) böyledir, içinde çeteler yuvalanmıştır ve bunlar aynı zamanda emperyalist güçlerin içinde yer ettiği çetelerdir. Tarikatlar da böyledir. Dün, NATO şemsiyesi altında bir arada olan bu güçler, şimdi kendi güçlerini “birlikte görüntüsünü devam ettirerek” ayrı ayrı örgütlemektedirler.

3

“Çare” olsun diye ve tekellerin, egemenlerin ortak kararı ile, organize edilen Saray Rejimi, bugün, ülkeyi tümden bir “tampon bölge”ye çevirmişlerdir. Suriye savaşının başlangıcında Hatay bir tampon bölge olarak tanımlanıyordu. Bu bölgede, kimsenin hukuku geçerli değildi. Ardından Antep böylesi bir bölgeye döndü ve şimdi tüm ülke bir tampon bölge hâlindedir.

TC devleti, tetikçisi olduğu ABD emperyalizminin güç kaybına bağlı olarak, hem ileri çıkma ve savaş politikalarına devam etme isteğini göstermektedir, bu konuda çok heveskârdırlar hem de hızla çözülmektedir.

Saray Rejimi’nin, aynı anlama gelmek üzere tekelci polis devletinin, TC devletinin savaş politikalarındaki ısrarı, bu konudaki heveskâr tutumu, gayet anlaşılır bir tutumdur. Bunu sürdürmeleri, daha çok ABD’nin desteği ve onayına bağlı olsa da, onların da tek çaresidir. Bu durum, hem Erdoğan’ın özel olarak iktidarını devam ettirme isteğinin işaretidir ama hem de ondan daha büyük bir şey olarak tüm egemenlerin arzusudur. Bunu sürdürmek ise, oldukça zor olmaya başlamıştır.

Bu durum, yani savaş politikalarını sürdürmenin zorluğu, egemen sınıf içinde, farklı arayışları da gündeme getirmektedir. Biri, “güçlendirilmiş Saray Rejimi” inşasıdır, diğer ise “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” olarak ifade edilmektedir.

4

Çözülüş, çöküşe doğru evrildikçe, restorasyon çabaları da ortaya çıkmak zorundadır. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem”, işçi ve emekçiler için, toplum için, kitleler için bir çıkış yolu değildir, tersine sistemi restore etmek, devleti ayakta tutmak için düşünülen çarelerden biridir.

Bu nedenle, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun anlayışı, meselenin derinini görmekten uzak, günlük davranıştır, “ölümü görüp sıtmaya razı olmak” tutumudur.

Şimdi, egemenler, işçi sınıfına, halka, açık olarak, iki alternatif dayatmaktadırlar, ya güçlendirilmiş ve onarılmış şekli ile Saray Rejimi’nin devamı ya da “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile devletin restorasyonu. Her ikisi de, işçi ve emekçiler için aynı kapıya çıkar.

Mevcut iktidardan bıkmış kitlelere umut olarak isyan değil, umut olarak sandık gösterilmesinin ardında, bu restorasyon çabaları vardır.

5

Dışarıda savaş politikalarını devreye sokan ve buna dayalı olarak tutunmak isteyen Saray Rejimi, bu politikalar için göstermelik de olsa ihtiyaç duyduğu desteği -mesela tezkere gibi-, CHP ve İYİ Parti’den almaktadır. CHP ilk kez tezkereye hayır demiştir, ama bunun ana nedeni, kitleleri ve solu, toplumsal muhalefeti kendi yanına alma isteğidir. CHP, tüm toplumsal muhalefeti kendi etrafında toplayarak, devletin yıpranan imajını tamir etmek, gelişebilecek isyanı önlemek istemektedir. Toplumsal muhalefeti, işçi sınıfının direnişini, devletin alınması hedefinden uzaklaştırıp, Erdoğan’ın indirilmesi hedefine razı etmek için bu adım atılmaktadır. Devlet, tüm çıplaklığı ile deşifre oldukça, kimin devleti olduğu açığa çıktıkça, CHP gibi yedek güçler devreye girmekte ve muhalefeti, tekrar devletin kollarına itmeye çalışmaktadır.

Oysa dışarıda süren savaş, içeride de vardır.

Kürt halkına karşı savaş, ellerinden gelse katliamlara dönüşmektedir.

İşçi ve emekçilerin, öğrencilerin ve kadınların en sıradan hak arama eyleminin karşısına tüm devlet güçleri, polisi, ordusu, hâkimi, savcısı, basını vb. ile tüm devlet güçleri, bu nedenle dikilmektedir.

Saray Rejimi, içeride de bir savaş yürütmektedir.

Buna bağlı olarak hukuk, tam bir iç savaş hukuku hâline gelmiştir.

Bu iç savaşın, Kürdistan cephesinde örgütlü güçler olduğundan, savaş orada tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Batıda ise, işçi sınıfının, halkın, öğrencilerin, kadınların örgütlülükleri yetersiz olduğu ölçüde, bu iç savaş, bir abluka hâlinde, bir “güvenlik politikası” görünümünde ortaya çıkmaktadır.

Direnişin hem yayılması hem de nitelikçe gelişme eğilimlerine sahip olması, TC devletini farklı davranışlara da itmektedir: Saray açıktan ve şiddetli saldırırken, Saray Rejimi’nin parçası olan CHP muhalefeti, kitlelere “bekleyin”, “sakın sokağa çıkmayın” telkinleri ile onları hareketsiz kılmak istemektedir. Bu ikili politika, devletin politikasının iki yönüdür.

6

Erdoğan, nihayetinde Biden ile görüşme “muradına” ermiştir. Ne hikmet varsa bu görüşmeden çıkan fotoğraf kareleri, ona ve TC devletine nefes aldırmaktadır. Bu hızla Erdoğan, imza koyduğu iklim anlaşmasının toplantılarına katılmak için Glasgow’a gitmekten vazgeçmiştir. Ne de olsa Biden ile görüşme yapılmıştır. Üstelik zaferin daha büyüğü olarak, görüşme planlandığı gibi 20 dakika değil, 1 saati aşkın sürmüştür ve CHP muhalefetinin eleştirdiği gibi “baş başa” yapılmamış, Dışişleri Bakanı da görüşmeye katılmıştır. Yani “devlet adabı”na uygun görüşme olmuştur.

Şimdi, TC devleti, Suriye’ye yeni bir savaş hamlesi yapmak için, fırsat kollamaktadır. Bu, doğrusu ABD’nin işine de gelecektir. ABD laf olarak “yapma” diyor ama, aslında böylesi bir hamlenin Rusya’yı ve Suriye’yi zorlayacak olmasından da son derece memnun olacaktır. Sonuçta, kaybedeceği ne var ki?

7

Glasgow’a gitmeyip, Türkiye’ye dönen Erdoğan, birkaç programını iptal etmişe benzemektedir. 3 Kasım günü, Erdoğan’ın hastalığı konusunda birçok şey söylenmeye başlandı.

Telâşa düşen Saray, hemen açıklamalar yaptı. Videolu görüntüler yayınlandı. Basket maçından daha kötü bu görüntüler, Erdoğan’ın sağlık sorununu bir kere daha gündeme taşıdı. Ama bu kez şiddeti daha fazla oldu.

Erdoğan sonrası tartışmaları, bir kere daha alevlendi.

Tartışmalar şöyle: (a) Eğer Soylu gelecek olsa, polis ve jandarma elinde olduğu, MHP arkasında olduğu için, şanslı mıdır, yoksa Sedat Peker açıklamaları nedeni ile tüm şansını kaybetmiş midir? (b) Bu durumda, Akar, en şanslı aday mıdır? Hem sonra Akar, Tillo’ya da gitmiş, tarikatlardan destek almış olmalıdır. Zaten ordu da ona bağlıdır. Eğer Akar’ı MİT de destekliyor ise, yeni aday o mudur? (c) Değil ise, kimdir?

Bu tartışmalar, görüntü ile yetinmek isteyenler için büyük anlam ifade edebilir.

Ama, yetersizdirler. Çünkü bu tartışmalar, mesela parababalarını hesaba katmıyor. Tekeller ve onlar kadar Saray etrafında sıralanmış çeteler, acaba ne hamle yapacaktır, onların planı nedir? Tarikatların eğilimleri nedir? Damatların eğilimleri nedir? Ama hepsinden önce, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ne düşünüyor?

Mesele yalnız ve yalnız Erdoğan meselesi olarak ortaya konduğunda, bu tartışmalar anlamlıdır. Oysa, mesele Saray Rejimi, yani TC devletinin kendisi olarak ele alındığında, iş farklılaşmaktadır.

Bu noktada, çözülüş kadar restorasyon çabalarına da bakmak gerekir.

Evet, Erdoğan’ın sağlık durumu etrafındaki tartışma ve hele hele Saray şürekâsından yayınlanan videolu görüntülerin inandırıcı olması isteği, devletin çözülmesinin, çöküş hâline evrilmiş çözülmenin işaretleridir. Olağanüstü rejimlerin biraz doğasında bu vardır. Saray Rejimi’nin durumu budur.

Ama egemen sınıflar, egemen güçler, aynı zamanda bir restorasyon arayışı içindedir de.

Restorasyon, iki biçimde alternatif hâline getirilmiştir: Saray Rejimi’nin devamının sağlanması bunlardan biridir ve doğrusu ağırlık da buradadır. Direnişin bastırılması, kitlelerin devletin kutsal kollarına doğru çekilmesi için, bazı adımlar atılmak istenmektedir. Bir yandan ekonomik krizin etkilerini görüntüde hafifletecek adımlar atma isteği vardır, bir yandan da Saray Rejimi’ni nasıl güçlendirebiliriz arayışı vardır. Bu arayışı ciddiye almak gerekir.

Saray, bu nedenle sürekli saldırmaktadır.

Ama bu yeni saldırı dalgasını, 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi ele almak, çok yüzeysel bir benzerlik kurmakla yetinmek olur. Evet yine baskıyı artıracaklardır. Zaten artırıyorlar da. Bir iç savaş söz konusudur. Bu saldırılar daha çok işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere, kısacası toplumsal muhalefete yönelecektir. Ama bu baskının sonuç vermesi için başka saldırılar da devreye sokulabilir. Bu doğrudur. Bu açıdan benzerlik kurmak ve orada durmak doğru değildir.

İlkin, bir seçim meselesine bu kadar kilitlenmek yanlıştır. Bir süredir, mesela 2 yıldır biz sürekli yazıyoruz, bir seçim olacağını düşünenler, seçimin olmama ihtimalini niye hesaba katmazlar? Seçim diye düşünürseniz, elbette elinizde 7 Haziran-1 Kasım dönemi örnek olarak var iken, onu hatırlarsınız. Ama, bugün, sistem ciddi biçimde çözülmektedir ve Kürt halkının direnişine, işçi ve emekçilerin, toplumsal muhalefetin direnişi de eklenmiş durumdadır. Bu durumda bazı suikastler vb. gündeme gelebilir. Ama bu suikastlerin ana amacı, toplumsal muhalefeti bastırmak olacaktır. Kime yapılırsa yapılsın, gelişen direnişi durdurmak için, şok etkisi yaratmak isteyeceklerdir.

Bu saldırılar, onlara zaman kazandıracak ve Saray Rejimi’ni yeniden organize etmek isteyeceklerdir.

Diyelim ki siz, “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” diye düşünüyorsunuz, öyle ise, Saray’da başka bir kişinin varlığına razı mı olacaksınız? CHP ve İYİ Parti’nin buna razı olması çok zor değil. Akar, mesela onları razı edecek bir çözüm olmazsa, onlar da başkasını bulurlar. Bazı küçük düzenlemeler, burjuva muhalefeti razı etmek için iyi bir görüntü sağlayabilir. Hele ki, savaş senaryolarına bu denli adapte olmuş bir devlet yapısı var iken.

Bu örneği sadece ve sadece, Erdoğan’ın gitmesi yetmez meselesini anlatmak için verdim. Meseleyi Erdoğan meselesi olarak koymak, yanıltıcıdır.

Restorasyon çabaları, daha sürdürülebilir bir yapı kurmayı amaçlar.

Kaldı ki, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” de restorasyonun bir başka versiyonudur. Diyelim ki, “parlamenter sistem” için adımlar atıldı, mesela savaş politikaları ortadan mı kalkacak? Mesela Suriye meselesi, mesela Libya, mesela Kafkaslar, mesela Balkanlar, mesela SADAT vb. nasıl çözülecek? Tekeller, yağma, rant ve savaş ekonomisinden vaz mı geçecek?

Sahi bunlar sadece Erdoğan’ın politikaları mıdır? Evet, Erdoğan, bu politikaları biraz farklı uygulamıştır, cebini doldurmuş, enerji-inşaat-savaş sanayii gibi alanlarda yeni bir zengin kesim, yeni parababaları yaratmıştır. Ama sahi, Erdoğan, Koç’a rağmen, Sabancı’ya rağmen, uluslararası sermayeye rağmen mi oraya geldi? Hayır. Hepsinin desteği ile oraya geldi ve şimdi, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, tekeller içinde de bir ayrışma yaratmaktadır, egemenler içinde bir ayrışma yaratmıştır. Bu nedenle, bugün egemenler arasındaki savaş bu denli şiddetlenmiştir. Restorasyon politikaları, egemenleri, asgarî müştereklerde bir araya getirmeyi amaçlar. Geçici olabilir, ama amaçları budur. Bu asgarî müşterek, devletin ve sistemin devamının sağlanmasıdır. TÜSİAD’ın açıklamaları, Erdoğan’a muhalefet değildir, tersine bu asgarî müşterekleri ortaya koyma çabasıdır.

Erdoğan’ın sağlık sorunu üzerine çıkan tartışmalar, gerçekte, bu süreci hızlandırmaya hizmet edecek niteliktedir.

Kılıçdaroğlu’nun, devlet bürokrasisine güven vermek amaçlı çıkışları da bu restorasyonun bir parçasıdır.

8

İşte tam bu noktada, bizim, işçi sınıfının alternatifini ortaya koymamız gerekir. Bu alternatif vardır. Ama bunu açık ve net bir dille ortaya koymak, kitleleri, bu alternatif etrafında birleştirmek gereklidir.

İşçi sınıfının tek çıkış yolu, siyasal iktidarı alacak bir devrimdir.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefetin temsilcisi olarak işçi sınıfı, kendisine karşı ilan edilmiş olan iç savaşı, görmek ve karşılamak zorundadır.

Çok sık duyuyoruz; işçi sınıfı bunu yapacak güçte değildir.

Evet, bunu söyleyenler haklıdırlar. Bugün işçi sınıfı bunu yapmaktan uzak olmasa, bugün işçi sınıfı bunu yapacak güçte olsa, zaten böylesi bir tartışma da olmazdı.

Ama güç, sürekli değişen ve göreli bir kavramdır.

Bugün yeterli güce sahip olmayan devrimciler ve işçi sınıfı, yarın bu güce sahip olduklarında mı ne yapacaklarını tartışmaya başlayacaklar?

Güç, belli bir amaç için toplanır, örgütlenir. Bugünden iktidar olanaklarını görmeyen bir devrimci güç, işçi sınıfını iktidar mücadelesi için derleyip toparlayamaz. Bugün iktidar olanaklarını görmeyen ve gözünü iktidara dikmeyen bir işçi sınıfı, onu alacak gücü asla toparlayamaz.

Kürt halkının direnişi oradadır ve durmaktadır.

Mesele işçi sınıfının, gelişen direnişinin iktidar hedefi ile örgütlenmesi meselesidir.

Pandemi süreci, işçi sınıfının mücadelesinin genişleme hızını düşürmüştür. Siyasal iktidar, muhalefeti de dahil, işçileri evlerinde sessiz tutabilmek için pandemiyi kullanmıştır. Fabrikalarda çalışmanın önünde engel olmayan pandemi, eylemlere gitmenin önünde bir engel olarak sunulmuştur. Ama artık bu politika tutmamaktadır. Bu politika, 1,5 yıl sürmüştür ve artık sonuna gelmiştir.

Sonbahar, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarındaki kötüleşmeyi tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve öğrenciler, aslında bu mücadelede kendilerinin dışında kimsenin var olmadığını görmektedirler. Onların mücadeleye atılmış, hareketli kesimleri için iktidar kadar muhalefet de bir çözüm yeri değildir. Onları, Erdoğan’ın gitmesi ile bir sahte zafere inandırma ihtimali elbette vardır. Ama yine de burjuva muhalefet onlar için çekici değildir. Sisteme olan tepkilerini, her geçen gün daha iyi kavrayacakları da açıktır.

İşçi sınıfı, kendi sendikalarının ne denli pasif, ne denli devlet yanlısı örgütlenmeler hâline geldiğini görmeye başlamışlardır.

Elbette işçi sınıfının (tüm toplumsal muhalefet güçlerinin temsilcisi olarak işçi sınıfının) direnişi, kolay bir yolla gelişmeyecektir. Kolay zafer yok. Bunu biliyoruz.

Ama, tüm bu olumsuz öznel koşullara rağmen, işçi sınıfının iktidar alternatifi, tüm alternatiflerden çok daha güçlüdür. Dahası, zaten tek kurtuluş yoludur, tek çözüm yoludur.

Bunun için, bugün, atılacak en önemli adım, Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesidir. Herkesin, her devrimcinin, her yerel örgütlenmenin, her işçi grubunun, her kadın örgütlenmesinin, her öğrenci örgütlenmesinin, her meslek örgütlenmesinin, ister birey olsun ister bir kitle örgütü, isterse devrimci bir grup olsun, herkesin yapacağı şeyler elbette vardır. Herkes kendi mücadelesini yürütecektir. Ama Birleşik Emek Cephesi, tüm bu mücadelenin ortaklaşa yürütülmesinin yoludur. İşçi sınıfının çözüm alternatifini, tüm işçilerin, tüm toplumsal muhalefetin önüne koymanın yolu budur. Birleşik Emek Cephesi, emeğin kurtuluş yolunu ortaya koyma iradesi demektir.

Güçsüzlük üzerine tartışıp eyvahlanmak yetmez. Güç, gökyüzünden gelmeyecek. Güç, ancak ve ancak, işçilerin ellerinde şekillenecektir. Devrimci iradeyi buraya koymanın zamanıdır.