Ana Sayfa Blog Sayfa 80

Mücadele keskinleşiyor, saflar netleşiyor

Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşları tarihidir. Birçok olay ve süreç, aslında bu sınıf savaşlarının damgasını taşırlar, ister bunu dolaysız ortaya koysunlar isterse sınıf savaşımını örterek gelişmiş olsunlar.

Bunu söylerken, aslında toplumsal yaşamın tüm yönleri ile, sınıflar arasındaki savaşım arasındaki, görünür veya görünmez tüm bağlara dikkat çekmiş oluruz. İlk bakışta, dıştan göründüğü hâli ile sınıflar arasındaki savaşımla hiç bağı yokmuş gibi duran pek çok şey, gerçekte, iyi bir inceleme ile bu savaşımın bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkarlar.

Sınıf savaşımının belirleyiciliğini, sınıflı toplumlar için, yadsıyan pek çok görüş, eğer gerçekten sınıf savaşımını kavramak konusunda bir eksikliğin ürünü değil ise, sistemi, kurulu düzeni ayakta tutmak için iş gören ideolojik manevralardır. Bu görüşlere “haklılık” payı veren “okur-yazar takımı” (Şu noktada ihtiyaç var sınırım: Okur yazar takımını, OYT olarak kısaltmak istiyoruz. Bu kavram bundan sonra, mücadelenin her aşamasında bize oldukça fazla yardımcı olacak. Ülkemizde, ucuz bir “aydın” olma hâli vardır ve yaygındır. Okumuş, mürekkep yalamış birçok kişi, kendini “aydın”, entelektüel anlamında aydın saymakta, ama sıra olup bitene ilişkin tutum konusuna gelince, rahatına düşkün bir tarzın verdiği kolaylıkla halkı suçlamaktadır. Halkı suçlarken, birçok söyledikleri de doğru olabilir, ama entelektüel tutum, “tavır almama” veya “tarafsız kalma” gibi tuhaf bir biçimde tanımlanamaz. Gerçekten yana tutum, maliyetlidir ve bizim okur-yazar takımımız, kendine unvan olarak “aydın” kavramını yakıştırmada gösterdiği “irade”yi, mücadele etme konusunda asla göstermemektedir. Dahası, sistemin sürekli “uzman” üretmesi ucuzluğunun OYT içinde yansıması da var. Bunlar, gerçekliği, istek ve ihtiyaçlarına göre eğip bükmekte oldukça isteklidirler, tüm maharetlerini bu alanda göstermektedirler.) “bilmiş” hâlleri ile, sınıf mücadelesi dışında alanlardan söz etmeyi çok sever. Mesela kadın mücadelesini böyle ele alır ve sunarlar. Kadın sorunu, sınıf savaşımından “azade”, onun dışında bir sorun olarak ele alınır. Sanki, karşı cephede, kadın sorunu, komünizme kadar hiçbir şey yapılmaması gereken bir alandır diyenler varmış gibi, onu sınıf savaşımından koparmak için savunular üretirler. Onların savunularına bakınca, biz devrimci sosyalistlerin, devrimin zaferine kadar “kadın sorunu yok hükmündedir” dediğini sanırsınız. Savunu şöyle ilerler: Zengin kadının da sorunu yok mu? İşte budur derinlik. Gençlik hareketini ele alalım, zengin gençlerin de sorunları yok mu? Ne âlâ bir akıl yürütmedir bu! Biz komünistler, devrimci sosyalistler, kadın sorununu, erkek egemen kültürün, tüm sınıflı toplumlar tarihinin bir ürünü olarak görürüz. Kadının aşağılanması, erkek cinsin de aşağılanmasıdır, böyle bakarız. Kadın vücudunu cinsel bir metaya dönüştüren sistem, aslında insanın insan tarafından sömürülmesi demek olan sınıflı toplumlardır. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, her türlü aşağılanmanın da kaynağıdır, kadının aşağılanmasının, ırksal aşağılanmanın vb. Biz devrimci sosyalistler, kapitalizmi yıkma (tedavi etme, tamir etme değil) mücadelesini, tam da tüm bunların ortak bileşeni olarak ele alırız. Sorunun, kökten, tümden çözümünü savunuruz. Ama bu durum, bizim bugünden o sorunlara karşı mücadele etmemizi gereksiz kılmaz. Tersine, gerekli kılar. Diyelim ki, devrim için savaşan bir grup, fabrikadaki grevde daha iyi haklar elde edilmesi için mücadele etmez mi, elbette eder. Ama grevden “zafer” ile çıkmak, abartılmamalı ve “kurtuluş” anlamına gelmez. Aynı şekilde aşağılanmanın her türüne, sömürünün her türüne karşı mücadele, “devrimden sonraya” ertelenmiş bir tutum değildir. Evet, devrimci cephede de, hatta bizim saflarımızda da, kadın sorunu, tüm varlığı ile, tüm yönleri ile yansımasını bulur. Devrimci sosyalistler, erkek egemen ideolojinin kendi saflarına yansımasının her biçimine karşı mücadele etmeyi savunur. Kapitalist sistem içinde, kapitalist sistemi yıkmaya yönelmiş bir insanın, devrimcinin, o sistemin tüm etkilerine karşı bağışıklık kazandığını savunmak hafiflik olur. Bu doğru değildir. Bunu savunan devrimci de biz bilmiyoruz. “Meta ufku”, günlük hayatımızın içinde o kadar derinleşmiştir ki, onu söküp atmak, ancak ve ancak devrimci örgütün içinde bilfiil savaşarak mümkündür. Bunu kadın sorunu konusunda, erkekte ve aynı zamanda kadında birikmiş burjuva önyargıları ve kalıntıları söküp atmak konusunda yol almak için de söyleyebiliriz; bir devrimci örgüt içinde bu “arınma” sağlanabilir. Ve bunun otomatik hâle gelmiş bir “mekanizması” yoktur, tek “mekanizma” devrimci mücadelenin kendisidir.

Devrimci örgüt, devrimi örme mücadelesinde, kendi saflarında, embriyon hâlinde “gelecek” insanı, komünizmin kurucusu olan insanı yaratmayı hedefler.

En ileri işçiler, en ileri kadınlar, en ileri gençler, bu sistemin içinden gelmektedirler ve derinde o hesaplaşmak istedikleri sistemin izlerini taşırlar. Bu nedenle, biz dünya devrimcileri, dünyanın her ülkesindeki devrimciler, biliriz ve söylemekten çekinmeyiz ki, devrim mücadelesinin büyük kısmı, devrimci örgütün içinde süren bu “görünmez” mücadeledir.

Bu uzun girişin nedeni, “sınıf savaşımı” dışında mücadele alanları vardır diye kaleme sarılacak olanları durdurmak değil, tersine, “sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşları tarihidir” derken, bu bilinen sözün derinliğine dikkat çekmek içindir. Ne ekolojik mücadeleyi ne her türden ayrımcılığa karşı mücadeleyi yok saymaz, tersine sınıf savaşımının içinde görür.

Sınıflı toplumun temel belirleyeni, sınıf savaşımıdır. Oldukça açıktır, devlet bu sınıf savaşımının hem itirafı hem de bu savaşta egemen sınıfın örgütüdür.

Devlet varsa, demek ki sınıf savaşımı da sürmektedir.

İlk sınıflı toplum olan kölecilikle kıyaslandığında, kapitalist toplum, burjuva egemenlik, çok daha gelişmiş (aynı anlama gelmek üzere, OYT için söylersek, çok daha “kötü”) olanıdır. Daha gelişmiş bir sınıf egemenlik aracıdır. Kendinden önceki sınıfların egemenlik aracı olan o çağın devletlerinin mirasları üzerine yükselmiştir.

Nasıl ki, kapitalist ilişkiler ağı, tüm toplumu sarıyor, meta ilişkileri her ilişkinin içine sızıyor ve ona “karakterini” veren hâle geliyorsa, aynı biçimde günümüz burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti de, müdahale alanlarını genişletiyor. Yatak odasına belki önce meta ilişkileri girmiştir, ama ardından devlet de oradadır. OYT’nin sık sık kullandığı ve sevdiği Sivil Toplum Kuruluşları (STK), aslında devletin “dışında” olarak tanımlanırlar. Buyurun, bize “devlet dışı”lığı gösterin. Devlet, tüm bu kurumları, aslında demokratik kitle örgütlerinin varlığını tehdit gördüğü için denetim altına almaktadır. Devlet ve ona karşı mücadele edenlerin dışında bir “sivil toplum” ortada yoktur. Feodal dönemde, bundan söz etmek mümkündü, en azından bir fotoğraf olarak, film olmayacak olsa da. Fotoğraf, donmuş şekilde bir anlık gerçeği yansıtabilir, ama film olduğunda, ortaya bir hareket, bir yön, bir eğilim de koymak gerekir. “Sivil toplum”, eğer devletin henüz müdahil olmadığı, denetlemediği alan ise, bu feodal toplumda belki bir fotoğraf karesi/kareleri şeklinde bulunabilirdi. Bugünün kapitalist toplumunda bundan söz edilemez. Meta ilişkilerinin girmediği alan kalmamıştır ve modern kapitalizm tekelci kapitalizmdir, bu meta ilişkilerinin üstüne “hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti” örgütler.

Diyelim ki, bir işçi sendikası söz konusu olsun, bir istisna değil ise, tüm kapitalist dünyada, devlet bu işçi sendikasının ya doğrudan karşısında barikattadır ya da onun içine sızmış ve orayı işçi örgütü olmaktan çıkarmıştır. Bu aynı şeyi kadın hareketi için de söyleyebiliriz. Ya da mesela Pir Sultan Abdal derneği için de. Gerçekten “Alevi” derneği gibi davranmak istiyorsanız, gerçekten Pir Sultan Abdal derneği olacaksanız, devlete karşı, açık tutum almak zorundasınız. Devletten “ihsan” bekleyerek mücadele edilemez.

Tüm bunlar, sınıf savaşımının her zaman tüm çıplaklığı ile açık ve ortada olduğu anlamına gelmez. Bazı dönemlerde sınıf savaşımı, sanki yokmuş gibi yer kabuğunun altına iner. Mesela 12 Eylül sonrası dönemde, özellikle de 1986 sonrasında bundan söz edebiliriz. Sanki bu ülkede (yeni harekete geçmiş olan Kürt devrimi bir yana bırakılarak konuşuyoruz) sınıf savaşımı yokmuş, sanki sınıflar ortadan kalkmış ama onlardan birinin egemenliğinin aracı olan devlet havada asılı duruyormuş gibi varlığını sürdürmektedir şeklinde bir görüntü ortaya çıkmıştı. Bu veya daha ilerisi sınıf savaşımının örtüldüğü, gündeme farklı biçimlerde çıktığı dönemler yaşanmaktadır.

Diyelim ki, sendikaları devlet ele geçirmiş, diyelim ki, demokratik kitle örgütleri (OYT kusura bakmasın, STK kavramı bir aldatmacadır ve biz devrimciler gerçeğe bağlıyız. Onun için Demokratik Kitle Örgütleri-DKÖ diyeceğiz) devletin denetimine girmiş ya da mesela bir “savaş” toplumun tüm duygularını kabartmış vb. işte böylesi dönemlerde sınıf savaşımı, yer kabuğunun altına çekilir.

Sınıf savaşımından kaynaklanan ya da onun içinde ele alınması gereken birçok çelişki, sınıf savaşımını örten bir örtü olarak öne çıkmaya başlar.

Böylesi dönemlerde, cepheler net değildir ve dost ile düşman çok fazla birbirinin içine karışmış gibidir. Gibidir, çünkü, gerçekte, bunu bilmek, ayırmak, anlamak mümkündür hem de her zaman. Bilim, Marksizm bunun için vardır.

Birçok ekonomide, yüksek büyümenin gerçekleştiği bazı dönemlerde, her yüksek büyüme döneminde değil, buna benzer bir durum ortaya çıkabilir. Ama bu mutlaka büyüme ile bağlı bir süreç değildir, ki örneklerini yukarıda verdik. Eğer iki sınıf arasındaki mücadele açık biçimler alıyor ve sokaklara yansıyorsa, bunu örtmek kolay değildir.

Cephelerin net olmadığı böylesi dönemlerde, insanların mücadeleye katılımı da geri düşer.

* * *

Biliniyor, bizim dışımızda bir toplumsal bilinç var. Bu toplumsal bilinç, gerçekte, o andaki ortalama bilinci yansıtır ve elbette sınıf savaşımı da dahil toplumsal gerçekliğin bir ifadesidir. Diyelim ki, toplumun ahlâk, estetik vb. anlayışı, bu toplumsal bilinç olarak karşımıza çıkar. Ve elbette, egemen sınıfın bilincini yansıtır.

Kişi için toplumsal bilinç, kendisi dışında bir maddedir, bir maddi varlıktır. Ahlâksızlıkla suçlanan ve taşlanarak linç edilen bir kadın görüntüsü, bu toplumsal bilincin nasıl bir maddi varlık, ne kadar sert olduğunu da göstermektedir. Oysa, o toplum için bile kabul edecek olsak “ahlâksızlık” sadece kadının işi olmamış olmalıdır. Kendi ahlâk anlayışlarına göre bile, ilk taşı “günahsız atsın” dense, taş atacak kişi çıkmaz.

Toplumsal bilinç, bir genelleme yapılacaksa, bireyin bilincini belirler. Bireyin bilincinin dışında, katı bir varlıktır ve genel kural olarak bireyin bilincini belirler.

Diyelim ki, siz bu ilişkiyi bozdunuz ve devrimci bir tutum alıp, sisteme savaş açtınız ve bunun için de örgütleriniz var. Buna rağmen, bu toplumsal bilinç, sizin için dışsal bir durumdur. Onu aşma hâliniz, sürekli bir örgütlü mücadeleyi gerektirir. Sizin alışkanlıklarınıza kadar sinmiş olan bu toplumsal bilinç, ancak süreklilik arz eden bir mücadele ile aşılabilir.

Hatta biz devrimciler, eylemlerimizi belirlerken, hem bu toplumsal bilincin durumunu hem de o ana özgü ruh hâlini, toplumsal havayı analiz etmeyi hedefleriz.

Sınıf savaşımının geri düştüğü, sanki sınıf savaşımı diye bir şey yokmuş gibi, bambaşka gündemlerin oluştuğu dönemler, aslında egemen sınıfın, şu ya da bu olanakla, sınıf savaşımında düşmanı olan işçi sınıfını örgütsüz bıraktığı, onu karanlığın içine itmeyi başardığı, onu “esir” aldığı dönemlerdir. Ağır yenilgi dönemleridir. 12 Mart öyle değildir, 12 Eylül öyledir, ağır yenilgi dönemidir.

Böylesi dönemlerde, bize burjuva cephe “sınıf savaşımı bitti” diye mavallar okur ve bunun en büyük destekçileri kendini ayrıcalıklı sayan OYT’dir. En çok onlar bu koroya katılırlar. Bize, Marx’tan alıntılar yaparak, sınıf savaşımının bittiğini anlatmaya çalışırlar. Sınıf savaşımı bitmiş, ama sınıflar var. Sınıf savaşımı bitti ise, buyurun burjuva devlet kendini feshetsin. Sınıf savaşımı bitmiş ama burjuvalar var.

Bu dönemler ağır dönemlerdir. Sadece bu dönemlerde yaşayan devrimcilerin, yaşadıkları ve kaybettiklerinin yükü nedeni ile ağır değil, aynı zamanda bu dönemlerde zaman biraz ağır akar, tarih biraz yavaşlamış gibidir, sanki bir yay gibi zaman gerilmektedir.

Öyle ya, sanki, bu gerilen yay, daha hızlı bir tarihî akış için okun menzilini hesaplamaktadır.

* * *

İşte böylesi bir dönemi geride bırakıyoruz.

Sınıf savaşımının sanki yokmuş gibi önde olmadığı bir dönemi geride bırakıyoruz. Sadece ülkemizde değil, ama özellikle ülkemizde. Bir yandan 12 Eylül yenilgisinin yarattığı soldan kaçış ve örgütsel-ideolojik erozyon, diğer yandan SSCB’nin çöküşünün yarattığı sosyalizmden kaçış, tarihin hızla “geriye doğru” gerilmesine yol açmıştır. İşte bu dönem geride kalmaya başlamıştır.

Önümüze bakmak, ufka bakmak, gelecekten bugüne bakmak denenmelidir, zamanıdır.

Ülkemizde sınıf savaşımı üzerine tartıştığımız zaman, üç kol, üç kuvvet özellikle önemlidir ve başkaları bir anlamda hesaba alınmasa bile bu üç kuvvet hesaba katılmalıdır. Bunlar, genelden özele doğru sıralarsak, (1) emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, (2) Kürt devrimi ve (3) Gezi ile başlayan direniş ya da işçi hareketidir.

Mücadele keskinleşiyor.

Demek ki, saflar netleşmektedir.

Daha zamanımız olduğunu söyleyebilirsiniz. Muhtemelen doğrudur.

 

1

Dünyayı yeniden paylaşmak için harekete geçen emperyalist güçler, en başta ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, tüm savaş tutkularını ortaya koymaya başlamışlardır. SSCB var iken, “Batı değerleri” masalı ile “demokrasi” şampiyonluğu yapanlar, şimdi dünyayı yeniden kana boyamaktan çekinmediklerini açıkça ortaya koymaktadırlar.

En eli kanlı emperyalist güçler, en çok “demokrasi” kahramanı olarak ortaya çıktılar.

Aslında, emperyalist ülkelerin sicili son derece açıktır. Her biri, dünyanın hemen her alanında katliamlar gerçekleştirmiştir ama buna rağmen “insanlık değerleri”nin en gözde temsilcileri olarak kendilerini sunabilmeyi başarabilmişlerdir. Kurtlar, dünyaya, koyunların en büyük koruyucuları olduklarını, hatta bunun tanrının iradesi olduğunu kabul ettirmişlerdir.

Eli kanlı ülkeler ve yönetimler, medya ve OYT eli ile, sosyalist kamptan liderlerin “demokrat” olmadıklarını ifade eden örnekler anlatmışlardır.

Bu yolla, kitlelere, işçilere, “siz bize mecbursunuz” demek istemiş olmalılar. Kurtlar, kendilerine karşı mücadele edenlerin de “cana” kıydıklarının örneklerini sunmuşlardır. Yani; bizi suçlamayın, komünistler de cana kıyıyorlar. Bunu sürekli propaganda ettiler. Bu yolla “Batı medeniyeti”, sürekli alkış almıştır. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de, Ukrayna’da vb. gerçekleştirdikleri her katliamı, “medeniyet taşımak”, “demokrasi götürmek” olarak sunmuşlardır. OYT, her zaman bunları, onlardan çok savunmuştur. Zaten “geri bir halk olan Yemen Araplarına” “demokrasi” ancak onların eli ile götürülebilirdi, ancak gökyüzünden füzelerle inebilirdi, demokrasi bu “cahil” ve “geri” halklar için ancak bomba olarak patlayarak gelebilirdi. Efendi, yani Beyaz Adam, medeniyet götürmekteydi. ODTÜ’nün ormanından yol geçmesi, bu medeniyet taşımanın efendiden komisyoncu kâhyaya taşınmış şekli olmalıdır. Komisyoncu kâhya, bugünlerde, ABD tarafından onaylanmış olan Saray Rejimi’ni, en azından bir “moda” olarak Kıbrıs’a taşımak için, müjde, müjde, müjde diye bağırmaktadır. Burjuva sınıf adına da rezilliktir. Kıbrıs’a saray yapımı, bir yandan inşaat şirketlerine bir yeni iş ve kendi ailesi için büyük bir rant demektir, bir yandan da Abdülhamid taklitçisi olarak “padişah eseri” bırakıp, Kıbrıs işgalini taçlandırma girişimidir. Ne yapsın, komisyonculuk bu kadar sonuç verebiliyor. Yağma ve katliamlara dayanarak yükselmiş Türk burjuvazisi, en estetik birikimi Erdoğan’ın kişiliğinde bulmuş gibidir. Tencere kapak hikâyesi gibi.

Efendinin, Batı medeniyetinin, demokrasi ve medeniyet taşıması uzun bir hikâyedir.

Bugün, bu süreç, tüm yönleri ile açığa çıkmaktadır.

Emperyalist merkezler, kendi savaşlarının hedeflerini, kurallarını açıkça ortaya koymaktadırlar.

Dün, eski SSCB topraklarında kapitalist ilişkilerin egemen kılınması hedefleri idi. Bugün, açık olarak Rusya ve Çin’e, sizleri eşit ortaklar olarak “kurtlar sofrası”na, efendiler katına almayız, birer yağma alanı, birer sömürge olarak kapitalist dünyaya dönebilirsiniz, demektedirler (Sosyalizmi korumak, yaşatmak belki zordu, ama eğer sömürge olmayı kabul etmeyecekseniz kapitalist dünyaya entegre olmak da daha az zor değildir).

Sadece emperyalist güçler arasında, dün geri planda tutulan paylaşım savaşımı öne çıkmıyor, aynı zamanda, her güç, kendi hedeflerini de ortaya koymaya başlıyor. Paylaşım savaşımı, kendi içinde daha bir netlik kazanıyor.

Trump ile, diğer emperyalist güçlere, özellikle AB’ye, haddinizi bilin diyen ABD, bugün, “siz bizim partnerimizsiniz” diyerek, Soğuk Savaş dönemi taktikleri ile, Rusya ve Çin’e karşı savaşı kızıştırıyor.

Bu savaş, dünya kapitalist sisteminin zirvesindeki ülkelerin, savaşı içeriye taşımalarına da neden olmaktadır. Değil mi ki, her savaş bir iç savaştır.

Çin’e kaydırılmış yatırımları içeri çekmek, ABD’nin mali teşvikleri kadar, sonuçta işgücünün ucuzlatılmasını da gerekli kılmaktadır. Bu durum, uzun süredir var olan işçilerin sosyal haklarını tırpanlama eğilimini daha da artıracaktır. ABD başta olmak üzere, tüm emperyalist metropollerde, işçi ücretleri aşağıya çekilecek, emek gücü ucuzlatılacaktır. Bunun işaretleri gelmiştir. Pandeminin yarattığı işsizlik, bu açıdan tekellere büyük olanaklar sunmaktadır. Bunun krizin çözümü olamayacağı açık, ama konumuz bu değil. Vurgulamak istediğimiz; efendiler kendi içlerinde işçi sınıfının daha yoğun sömürüsü için önlemler alacaklarıdır.

Bu nedenle, artık “demokrasinin vatanı” diye anılan ülkelerde, “demokrasi” tanımlarında keskin değişimler görmeye başladık, başlayacağız.

Biz diyoruz ki, tekelci polis devleti, modern burjuva demokrasisidir. Bu, aslında faşizmin dişlilerinin kadife bir örtü ile örtülmesidir. Şimdi, bu kadife örtünün de ortadan kalkmakta olduğunu görüyoruz. İhtiyaç vardır ve dişliler ortaya çıkacaktır. 11 Eylül saldırıları bahane edilerek, hemen her emperyalist ülke, “terör”e karşı savaş başlığı ile, olağanüstü yasaları devreye sokmuştur, sokmaktadır.

Yani, hem emperyalist paylaşım savaşımında emperyalistler arasındaki savaş keskinleşmektedir hem de bu ülkelerin içinde mücadele keskinleşmektedir.

Emperyalist paylaşım savaşımı, çeşitli biçimlerde halkların birbirine karşı savaşımının kullanılması aşamalarını aşmaktadır. Bölgesel savaş, evet sürmekte ama yeterli olmamaktadır. Özellikle çözülen ABD hegemonyası olduğundan, ABD emperyalizmi çok daha atak bir savaş politikası devreye koyma peşindedir. Çin denizinde, Karadeniz’de, doğrudan hedefe atılmasa da silah patlamaktadır.

Her gün yapılan anlaşmalar, bir diğer anlaşma ile bozulmakta, savaş hazırlığı, her cephede, her düzeyde geliştirilmektedir.

ABD, şimdilik ilk hamle olarak AB’yi kendi arkasına almış gibi durmaktadır. Ama buna rağmen, bu “ittifak” birçok zayıflık ve çelişkisini doğrudan, ilk günlerinde açığa vurmaktadır.

Tüm bunlar sürerken, emperyalist metropollerde yer yer işçi eylemleri ortaya çıkmaktadır. Emperyalist ülkelerde üretimi Çin başta olmak üzere Asya’ya taşımaktan kaynaklı olarak ağırlığı artan hizmetler sektöründeki işçiler, artık kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görme sürecine girmişlerdir. Bu henüz bir bilinç durumundan çok, tepki şeklinde gelişmektedir. Hizmetler sektöründe, hem ücretler düşmekte, çalışma koşulları ağırlaşmaktadır hem de gelişen eylemlilikler işçilerin kendilerini tanıma sürecini hızlandırmaktadır. Amazon, Walmart, Google gibi işletmelerin çalışanları, çalışma şartlarının ağırlaşması sürecinin bilincine varmaktadırlar. Pandemi, süreci belli açılardan perdelemiş olsa da, durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Yakın dönemde, ABD, AB ve Japonya’da işsizliğin baskısı ile işçi ücretleri aşağıya çekilecektir. Son 30 yılın bir eğilimidir bu ve bugün daha da şiddetle uygulanacaktır.

Gelişmiş ülkelerde ruhuna fatiha okunan işçi sınıfı, yeniden mezarından çıkmaktadır.

Evet bunun zaman alacağı da kesindir.

Mücadele keskinleşmektedir, cepheler netleşmektedir. Bunu söylemek mümkündür. İngiltere’de, nehirden kurtarılan “sömürgeci”nin heykeli, sokaklara dönememiş, müzenin deposuna kaldırılmıştır. Bu küçümsenir bir durum değildir. ABD’de ırkçı saldırılara karşı gelişen direniş, devlet için tehdit olarak okunmaktadır.

ABD, müttefiklerini, eski Soğuk Savaş bayrağı altında, Rusya ve Çin’e karşı biraraya getirmek isterken, aynı zamanda savaşın da cepheleri netleşmektedir. Artık, savaş, daha doğrudan müdahaleleri beraberinde getirecek gibidir. Artan kriz, sistemi tehdit etmektedir. ABD ve ortakları, Rusya ve Çin’i birer sömürge hâline getirmek yönünde iradelerini koymuşlardır. Bu yolla, krizin içinden çıkmayı ummaktadırlar. Rusya ve Çin’in, ister birlikte ister tek tek bunu kabul etmeyecekleri açıktır. Bu koşullarda savaş daha da keskinleşecektir.

Kapitalizmin, doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribat, doğanın savunulmasının da sınıf savaşımının alanı hâline gelmesini açığa çıkarmıştır. Bu durum, belli bir yaygınlık kazanan direnişin, daha da derinlik kazanacağı yönündeki inançlarımızı pekiştirmektedir.

Elbette, daha yolun başında sayılırız. SSCB’nin çözülmesi ve sosyalizmin prestij kaybı ve gündemden düşmesi ile oluşan tahribat, henüz giderilmiş değildir. Zaten beklenmesi gereken, önce bu tahribatın tamiri de değildir. Tersine, daha ileri bir sıçrayış beklenmelidir. Ama bu açıdan yolun başındayız. Dünya proletaryası yeterince örgütlü değildir. Direnişler, kolektif bir devrimci iradenin nüveleri olarak ele alınabilir. Önümüzde, işçi hareketi açısından, son derece yaratıcı gelişmelere gebe bir on yılın durmakta olduğunu söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz kanısındayız.

 

2

Emperyalistler arası paylaşım savaşımının odak noktalarından biri, yoğunluk kazandığı alanlarından biri bölgemizdir. Bölgemiz, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasları kapsayacak şekilde geniş bir alan olarak şekillenmektedir. ABD emperyalizmin BOP olarak tarif ettiği projenin alanı ile, bir eksik bir fazla örtüşmektedir.

ABD emperyalizmi, hem enerji kaynakları hem de Rusya ve Çin’in kuşatılması projesi açısından bu bölgeye yüklenmektedir. Bölgede oldukça derin bir geçmişe sahip olan emperyalist egemenlik, bugün bölge ülkelerinin yeniden dizayn edilmesi gibi projelerle varlığını sürdürmek istemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda cetvelle çizilen pek çok sınır, Üçüncü Dünya Savaşı ile yeniden çizilecek diye hesap yapıyorlar. Bu onların hesabıdır.

Bu nedenle, bölgemizde savaş eksik olmamaktadır. Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yugoslavya savaşları hâlâ sürmekte olan savaşlardır. Bölgenin her yanında kan dökülmekte, her yerde savaş yıkımları ve katliamlar yaşanmaktadır.

Bölgemizin en canlı mücadelesi Kürt mücadelesidir. Kürt devrimi, Türkiye Kürdistanında başlamış, bölgenin diğer dört ülkesinde etkisini göstermiş bir devrimdir. Bölgemizin en gelişmiş örgütlenmesi de Kürt hareketindedir.

Kürt sorunu, uluslararası ya da bölgesel bir sorun olarak ele alınmaktadır. Doğrudur da. Hem dört parçada var olması nedeni ile böyledir hem de bölgede süren uluslararası paylaşım savaşımı nedeni ile bu böyledir.

Dar anlamda, bir halkın kimliğinin bilincine varılması anlamında bir zafere ulaşmıştır da. Bunun bir “ulus devlet” şeklini almamış olması, sorunun bölgesel bağları nedeniyledir. Ama sorunun özgünlüğü nedeni ile Kürt devrimi, sosyalist anlamda bölge devrimi ile birleşmektedir. Emperyalist politikalar, başta ABD politikaları, Kürt meselesini, paylaşım savaşımının bir parçası hâline getirmek istemektedir. Kaba bir söylemle Barzani çizgisi budur. Öte yandan Kürt devrimi de bölgeyi kapsayacak olan sosyalist devrimin bir parçasıdır.

Bu iki çizgi, pek çok farklı versiyonları ile, Kürt hareketinin bütününün içinde de vardır. Barzani hareketi, emperyalizme bağlılığın, gericiliğin ifadesi ise de, onu da tek bir parça olarak düşünmek yerinde değildir.

Bugünlerde, Barzani’yi PKK üzerine sürmek için oldukça aktif ve birçok emperyalist güç tarafından beslenen bir politika mevcuttur. Buna rağmen, Barzani hareketinin gericiliğine karşı direnen Kürt hareketinin, Barzani denetimindeki alanda da temelleri vardır. Başkası düşünülemez. Barzani hareketi işbirlikçi bir harekettir ve gericiliği temsil etmektedir. Bu tutumunu, Kobanê’de, Şengal’de ve defalarca Irak Kürdistanında ortaya koymuştur. Bu yola devam edecekleri de açıktır. Kürtler içinde buna razı olanlar, Barzani hareketi ile bir gelecek arayanlar vardır. Ama bu eğilim, geleceği değil, dünü temsil etmektedir.

ABD ve TC işbirliği ile Kobanê devrimini boğma girişimi, TC tarafından PKK’ye ve Kürt halkına karşı yeni bir saldırı ile birleştirilmiştir. 2015 yılından bu yana, şiddetli bir saldırı, bir katliam politikası, bir çeşit soykırım saldırısı devreye sokulmuştur. Sonuç alamamaları, Kürt hareketinin örgütlülüğü nedeniyledir. Yoksa amaçları budur.

ABD, TC devletinin bu saldırısı açıktan desteklemektedir. Bu nettir. Cephelerin netleşmesi açısından kaydedilmelidir. ABD bu saldırıyı desteklerken, öte yandan Kürt hareketi ile “bana sığın” şeklinde özetlenecek bir ilişki geliştirmek istemiştir. TC devletine “sen saldır” diyor, ama öte yandan Kürt hareketine “bana sığın, seni korurum” diyor. Bir süre sonra, burada yol alabilmek için, PKK önderlerinin “kellesine” ödül koymuş olan kovboy, kendisi için bir farklı Kürt hareketi örgütlemek ve nihayetinde bu hareketi Barzani hareketinin “ruh ikizi” hâline getirmek istemektedir. Bu bir yandan Barzani’yi de tehdit ederken, diğer yandan, Barzani cephesinde yer almayan ama kararsız olan, savaş yorgunu olan kesimleri, özellikle Suriye sahasında kendine bağlama girişimidir de.

Bir yandan katliamlar, IŞİD’in devreye sokulması sürdürülürken, öte yandan, halkın HDP içindeki örgütlenmesini kırmak için, HDP’nin yönetim kadrosunun hapsedilmesi süreci yaratılmıştır. Böylece, hem askerî hem de siyasal alanda bir soykırım devreye sokulmuştur. Sadece Demirtaş ve arkadaşları tutuklanmamıştır. Dahası, on binlerce HDP yöneticisi, aktivisti nedensiz hapse atılmıştır. Bu konuda bir nedene bile ihtiyaç duymamaları, ABD ile olan yakın işbirliklerinin de sonucudur.

Seçimler yolu ile, büyük oy çoğunlukları ile kazanılan belediyeler, kayyum politikaları ile gasbedilmiştir. Böylece, Kürt hareketinin siyasal olarak önü, tümden kesilmek istenmektedir.

Hem gerillayı kırmak hem de siyasal olarak Kürt hareketini ezmek istemektedirler. Katliam politikaları bunu beslemektedir.

Bu arada ise, Barzani uzantısı, uzlaşmacı unsurlardan bir yeni siyasal parti yaratma planları sürmektedir.

Savaş, giderek daha da sertleşmektedir.

Ekonomik kriz de buna eklenmiş durumdadır.

Tüm güçleri ile, “uzlaşmacı” bir Kürt hareketini yaratmak istemektedirler. Erdoğan’ın Diyarbakır ziyareti, aslında OYT’nin tarif ettiği gibi, “bir yeni çözüm süreci” başlatılması amacını gütmüyordu. Sanıldığı gibi, yeni seçim hazırlığı da değildir. Bu iki düşünce de, meseleyi eksik okumaktır. Seçim meselesi sürekli bir gündem olarak ortadadır. Ama bu seçimin yapılıp yapılmayacağı bir tartışma konusudur. Ama öyle görünmektedir ki, Saray Rejimi, bu konuda karar almış değildir. ABD ve AB ortaklaşa olarak seçim baskısı ile Erdoğan’ı kaybedeceği bir seçime sokma kararı vermezse, böylesi bir seçimin Saray’dan çıkması mümkün görünmüyor. Hatta “zamanında seçim” bile görünmüyor.

Erdoğan’ın ziyareti, aslında bu tartışmaları güncelleyerek, Barzani taraftarı uzlaşmacılara bir cesaret verme girişimidir. “Çözüm masasını ben kurdum”, bana bağlanırsanız yine kurarım anlamına gelir, ama “çözüm masasını ben devirmedim” vurgusu, bana Barzani tarzı ile gelin, PKK tarzı ile gelmeyin, demektir. Onurlu bir çözüm girişimine sistemin tahammülü yoktur. Sistem, “bir 5 yıl daha kayyum ile yönetirsek, Kürtler bizi seçer” mantığını en üstten ilan etmektedir. Mesele budur.

Murat Karayılan, Erdoğan’ın, Garê operasyonunu yapanların, kendilerine görüşme teklif ettiklerini açıkça söylemiştir.

Saray Rejimi, Osmanlı sarayının bir komik versiyonu olsa da, “Osmanlı’da oyun bitmez” hâlini iyi temsil etmektedir.

Üstelik bu politikada, Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP olarak var değil, aynı zamanda CHP, İYİ Parti olarak da vardır. Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’den oluşmuyor. Aynı zamanda burjuva muhalefet de bunun içindedir. Baykal, “devletimizi kaybettik, onu yeniden kurmamız lazım” derken, sadece devletten pezevenklik hizmeti almış olmanın gereği olarak konuşmuyor, aynı zamanda Saray Rejimi’ne desteğini ifade ediyor.

Bugün bu saldırılar, HDP il binalarına Batı kesiminde saldırılarla sürmektedir. Bu yeni bir boyuttur. Bu saldırlar, hem HDP’nin Batı’da örgütlenmesine dönük bir saldırıdır ve hem de devrimci harekete dönük bir gözdağıdır. Saray Rejimi, kendisi için tehdit gördüğü Gezi ruhu ile Kürt hareketine, bu yolla aynı anda vurmak istemektedir.

Bu durum, CHP’nin her fırsatta halka, sokağa çıkmayın, bunlar katliam yapar şeklindeki korkutma hikâyelerinin kuvvetlenmesi için de destektir. Habire kayıp silahlardan söz ediyorlar. Bu kayıp silahların, halka karşı kullanılmasından söz ediyorlar. HDP binasına, devlet koruması ve teşviği ile dalıp bir kadını öldürmek, katil olmak demektir, ama bunda “cesaret” yoktur. Kaybolmuş silahlar, ister devletin elinde olsun ister devlet destekli paramiliter güçlerin elinde olsun, aynı işi görürler. Bunca kanın döküldüğü, bunca işkencenin yaşandığı, katliamların yaşandığı bir ülkede, dinci ve milliyetçi çetelerin eline silah vererek halkı korkutmak artık mümkün değildir. Devrim anında o silahların namluları, sahiplerine dönerler.

Kürt direnişi, uzun deneyimlere, birçok açıdan test edilmiş bir dirence, gelişmiş bir örgütlülüğe sahiptir. Egemenlerin, katillerin bir aklı var elbette, ama Kürt devrimcilerinin de aklının olduğu, yıllarca ortaya konmuştur.

Yaşananlar, sadece mücadelenin çetinleşmekte olduğunu ve daha da çetinleşeceğini, aynı zamanda buna bağlı olarak da safların netleşeceğini, netleşmekte olduğunu gösterir.

 

3

Gezi Direnişi, korku perdesini araladı. Henüz korku duvarını alaşağı edemedi. Ama onu yırttı. Bu yırtık, öyle terzi marifeti ile kapatılmıyor. Saray’ın basını, tüm kara propaganda araçları ve yöntemlerini devreye sokmuştur. Ama yine de işler istedikleri gibi gitmiyor.

TC devleti, Saray Rejimi, gelişmekte olan direnişi kırmak için, yayılmakta olan işçi, emekçi, kadın ve gençlik direnişlerini bastırmak için, daha fazla ve daha fazla zora başvuruyor.

Ama bir tarihî gerçektir, tüm sınıflı toplumlar tarihi tarafından ispatlanmış bir gerçek: Zorun doğurduğu zor, daha güçlüdür, gelecektir.

Her işçi eyleminin, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına, TOMA’larla, baskılarla, tutuklamalarla, işkencelerle çıkmaktadırlar. Rabia Naz olayını hatırlayalım. 11 yaşında bir kız çocuğudur ve öldürülmüştür. Davayı takip eden babası hapsedilmiş, zulüm görmüştür. Canikli, her kimi koruyorsa, tehditler savurmuştur. İlçenin kaymakamı, daha sonra atandığı yeni ilçede arabasının içinde ıssız bir yerde ölü bulunmuştur.

Silvan’da sürekli intiharlar gündeme gelmektedir.

Muş’ta, 12 yaşında bir kuran kursu öğrencisi, tuvaletin kapısında asılı olarak bulunmuştur.

Kız ya da erkek çocukların ırzına geçilmektedir.

Öğrenciler, haklarını aradıkları için hapsedilmekte, işkence görmektedirler.

Açlık yaygındır ve Emine Sultan, “lokmalarınızı küçültün” demektedir.

Çocuğunu tren kazasında kaybeden bir kadın, mahkeme önlerinde dayak yemiş, gazlanmıştır.

Somalı işçiler, bilmem kaç kere kendilerine verilen tazminat sözleri yerine gelmediği için Ankara’ya yürüyüş başlatmışlardır ve Saray, kendilerine, “gelin, buyurun” dememiştir. İşçiler de zaten muhataplarına, Saray’a yürümeyi akıl etmemiştir, eksikliktir.

İkizdere’de kadınlar, 30 milyon ton taş taşımak isteyen şirketin tahribatını önlemek için eylem yapmış, polise “sen şirketin polisi misin, devletin polisi misin” diye sormuşlardır. İkizdereliler, henüz hiçbir iş makinasına dinamit koymadıkları hâlde, sadece ağaçlara çıktıkları, sadece iş makinalarının önüne oturdukları için, “terörist” olarak gözaltına alınmışlardır.

Bugüne kadar hep AK Parti’ye oy vermiş, Erdoğan’ı desteklemiş Adıyamanlı tütün üreticileri, tütün ekimi yasaklanmakta olduğundan, sigara şirketleri böyle istediğinden, eyleme kalkışmış, karayolunu kesmişlerdir. Daha lastik yakıp yola atmamış, yollara iş araçları ile barikatlar kurmamışlardır. Ama yine de Saray’ın şiddetine maruz kalmışlardır. Onlar da “terörist” olmuştur.

Terörist olmak, direnmek anlamına geliyor, Saray’ın sevmediği adam anlamına geliyor ve itibardır.

Migros işçileri bir adım ileri atmış ve Özilhan’ın villasının yerini bulmuşlar ve orada eylem yapmışlardır.

Boğaziçi öğrencileri, sonunda kayyum rektör Bulu’nun görevden alınması ile sonuçlanan eylemlerine yüzlerce gün devam etmişlerdir. Ve olayın ardından, Bulu, “benim haberim yok, ben görevden alındım” diye dalga geçerken, gerçekten haberi olmadan görevden alınmıştır, ama Boğaziçi öğrencileri, öğretim üyeleri, “on dakikalık sevinç”in ardından, işe koyulmuşlar, gevşememe kararı almışlardır.

Gezi ruhu budur.

Direniş yayılmaktadır ve gelişmektedir.

Ama daha yolun başındayız.

Saray Rejimi, ha deyince yıkılmayacaktır ve Gezi’den daha ilerisi gereklidir. İşçi sınıfı sahneye çıkmalıdır, tüm ağırlığı ile, sınıf kimliği ile. Şalterler indirilmelidir.

Henüz işçi sınıfı, kendi gücünün farkında değildir. Henüz, kendi örgütlü gücü ile devasa eylemlere kalkışmıyor ve hâlâ eylemler, yerel, fabrika fabrika, işyeri işyeri biçiminde sürmektedir. Daha, sınıf kardeşliği denilen şeyi, daha bir sınıf olmanın bilincini geliştirebilmiş değildirler.

Ama buna rağmen, ülkede direniş yayılmaktadır.

Kadın hareketi, 1 Temmuz’da resmen süresi dolarak geçersiz hâle gelen İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için, sürekli eylemler geliştirdi. Taksim eyleminde, ilk barikatı aşmayı da başardılar. Ama ikinci barikatı aşma iradesi zayıf kaldı. Kadınlar, meselenin muhatabı olarak Saray’a yürüme iradesini gösteremediler. Ama buna rağmen, ciddi bir eylemlilik yürüttüler, yürütecekler.

Olaylar gösteriyor ki, hemen her işin muhatabı Saray’dır.

Erdoğan, sürekli saraylar yapmaktadır, ihtiyaç hâlinde en yakın saraya başvurulsun diye olmalıdır. Ne kadar ince bir düşünce! Doğrudan Saray ile konuşmak, demek ki, oraya yürümek gerekir. Avukatların, Ankara’ya geldiklerinde, polis “nereye” dediğinde Anıtkabir’e demeleri, aslında kaçamak dövüşmektir. Bu kaçamak dövüş, sonunda İstanbul’da, bir AK Parti-MHP-BBP-Perinçek barosunun oluşumuna neden oldu. Pelikan, Soylu vb. çeteleri de AK Parti içinde sayıyoruz. Sayıları 2700 civarında oldu. Eğer avukatlar, kararlı olsalardı, bu sonuç olmazdı. İş işten geçmiş midir? Elbette hayır. Şimdi, avukatlar, ülkenin genel gündemine müdahale edecek, taraf olacak hâlde tutum almalıdır. Mesela Somalı işçilerden yana, onlarla beraber yürümek gibi. Örnek bulmak çok kolay, yeter ki niyet olsun. Ülkenin her yanı “suç mahalli” hâline gelmiş iken, avukatların kimi savunacaklarını bilmeleri yeterli olacaktır.

Sendikalar, gerçekten işçi sendikası olmayı isteseler, yapacak çok işleri var, ama eğer Saray sendikası olarak kalmak ya da Saray sendikalarına özenmek istiyorlarsa, gerçekten yapacakları hiçbir şey yoktur. Ellerinden sendikaları işçiler alacaktır.

Bu bir ayrışma sürecidir.

Bu bir netleşme sürecidir.

İşçiler, direnişlerini geliştirmek zorundadırlar. Daha iyisini yapacak, daha örgütlü hâle gelecek deneyimleri hem tarihte vardır hem de bugün bizzat yaşayan işçi önderlerinde, devrimci harekette vardır. Bu konuda tereddüde yer olmamalıdır. Sendikalarını geri almaları mümkündür. Her fabrikada işçi komiteleri kurmaları mümkündür.

Birleşik Emek Cephesi’ni örmenin zamanıdır.

Devrimci hareketten uzak durarak, ancak ve ancak, burjuva politikacıların kuyruğu olmak mümkündür. Onurlu yaşamak için, hakkını almak için, iktidarı almak için, Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, devrimci harekete ilgi duymak, devrimci saflarda örgütlenmek gerekir.

Kendini aydın sayan, sol cephede yer aldığını ilan eden, gerçekten sisteme karşı mücadele etmekten yana olan herkes, saf tutmalıdır. Öyle bir ayağı ile o tarafta, söylemleri ile bizim tarafta olma dönemi bitmektedir.

İşçi hareketi, devrimci hareket, en çok bir ayağı ile bizde olanlardan zarar görmektedir. Bir ayağını sisteme yerleştirip, sadece söylemi ile bizden yana olduğunu söyleyenler, açıkça saf tutmalıdır. Ya o tarafa ya da direnişe, direniş cephesine. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, bir ayağını bizim saflara koyup, diğer ayağını öbür cephede tutanların bizdeki ayaklarını çekmelerini istiyoruz, önce bizdeki ayaklarına vuracağız. Sizi, iki ayağınızla, aklınız, eyleminiz ve düşlerinizle saflarımızda görmek istiyoruz, kimin gücü ne kadarsa o kadar, ama net bir şekilde. Büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmanın zamanıdır.

Bu, sendikal hareket için de geçerlidir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, artık direnişin her alanında net bir tutum almak, saf tutmak bir gerekliliktir. Başka türlüsü mücadeleyi geliştirmeyecektir.

Mücadelenin sertleşmekte olduğu açıktır. Saflar da buna uygun olarak netleşecektir.

Birleşik Emek Cephesi, sadece işçilerin ihtiyacı değildir. Mücadelenin tümünün ihtiyacıdır. Birleşik Emek Cephesi, sadece bugün ihtiyaç duyulan bir taktik değildir. Aynı zamanda devrimin de ihtiyacıdır, yani stratejik önemdedir. Uzun süreli mücadelenin gereğidir.

Kapitalizm, doğayı, doğanın bir parçası olarak insanı kirletmekte, yok etmektedir. Bu sistemin, şu ya da burasını onarmak, böylece yaşamaya devam etmek mümkün değildir.

Saray Rejimi, tüm çıplaklığı ile devletin ne olduğunu göstermektedir.

Devlet, bizim, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve öğrencilerin devleti değildir. Devlet, burjuvazinin, parababalarının, tekellerin, şirketlerin, uluslararası sermayenin devletidir. Bu devlet, sömürünün, aşağılanmanın, her türlü ayrımcılığın temeli olan burjuva egemenliğin devamı için vardır. Onların cenneti, halkın cehennemidir, onların cenneti işçi ve emekçilerin cehennemidir. Bu cehennemden kurtulmanın yolu, onların cennetini yıkmaktan geçmektedir. Savaşsız, sömürüsüz bir dünya mümkündür, kardeşlik dünyası mümkündür. Bunun tek yolu, burjuva egemenliği yıkmaktır.

Çöküş ve çürüme “Lokma lokma yiyin” “Açları da siz doyurun” “Maddenin plazma hâli”

Biz diyoruz ki, Erdoğan, cuma namazında afyon çekmektedir.

Düzeltmeliyiz.

1- Sadece Erdoğan değil. Hepsi.

2- Afyon olmayabilir, en azından afyon çekmektedirler. Başka şeyler de almaları mümkündür. Jiplerin içinde pudra şekeri çekiliyorsa, Venezuela’ya, test kitini Binali’nin oğlu götürüyorsa, iş fena demektir. Bu nedenle, “en azından afyon” ve “sadece Erdoğan değil” düzeltmesini yapmalıyız.

Her cuma çıkışında Erdoğan, önünde prompter olmadığı için ekrana bakıp okuyamadığından olacak, ilginç açıklamalar yapıyor. Biri “biz uçuyoruz kimse görmüyor” diye başlamıştı ve “bizden önce buzdolabı yoktu” ile bitmişti.

Beynin, bilinçten arındığı bir anın yansımaları ya da bir nedenin yaşattığı halüsinasyon olmalı. Siyasal eğilimle de uyumludur, Saray Rejimi, egemenler adına yönetenlerin gerçeklikten kopma hâlleridir. Bu bir siyasal tercih değil, bir zorunlu akıştır. ABD emperyalizminin tetikçiliği rolüne aday oldunuz mu, başınıza gelen her şeyi “iyi” okursunuz.

Çöküş hâlinin, devlet çarkının üst düzeyine yansımasıdır bu. Artık, en azından afyon olmadan yaşayamıyorlar. Pudra şekerini de unutmayalım, bu nedenle “en azından.”

* * *

Damat, bir dönemler şöyle demişti. “Aya dört gidiş dört geliş yol yaptık desek bu millet inanır.” Bunu düşünmesi, bir afyonlanma hâlidir, ama bunu öylece dillendirmesi cuma hutbesinin ardından özellikle afyonlanma sonucudur. Görünmez damat, aya dört gidiş dört geliş yol yapamadı. Henüz bu yalanı söylemedi, yaptık demedi. Ama her adımlarının yalan olduğunu, kara propaganda konusunda Goebbels’i geride bıraktıklarını, bununla da “gurur” duyduklarını itiraf etmiştir.

* * *

Kadın Bakan, tecavüze uğrayan çocuklarla ünlenen Karaman olayından sonra, “bir kereden bir şey olmaz” diyordu. Kendi deneyimini anlatmadığına göre, afyonlanmanın başka bir aşamasında sayılmalıdır.

* * *

Erdoğan, geçen aylarda, açlar var diyenlere, “muhalefete”, onları da siz doyurun diyordu. Tuhaf bir hafifliktir. Erdoğan, yer çekimini aşmış, kilolardan kurtulmuş, adeta uçmaktadır. İktidarda olan kendisidir ve aslında kendisi ile aynı devletin adamı olan Kılıçdaroğlu’na, “onları da siz doyurun” diyor. Bu işten feragat ettiğini ifade ediyor.

Hafiflik, muktedirlikle bu kadar yan yana olunca, “şaşkınlık” yaratıyor. Ama yaratmamalı. Erdoğan, en “güçlü” olduğunu ilan ettiği anda, en zayıf ve hafif hâlindedir. Bir yandaşı, Erdoğan’ı övmek için, onun maddenin dördüncü hâli olduğunu söylemektedir. Hatırlayalım, maddenin üç hâli şöyle sayılıyor ve ortaokul fen dersidir: Sıvı, katı ve gaz. Dördüncü hâli ne olabilir? Yanıtı övgüde zaten var: Plazma hâli. Bir çeşit jel hâlidir, uygun ortamlarda akıyor olabilir. Belki de “belkemiği yok” demenin özel söylenişidir. Normalde, bunu Akşener söylese, üzerine yürürler, hakaret davası açarlar. Kılıçdaroğlu, devletin âlâ çıkarları için, plazma hâlini ifade bile etmez. Ama övgü olduğu özellikle belirtilince, “plazma hâli”, yani sövgü, yoksayış olarak görünüyor.

Saray Rejimi’nin tüm yönetenleri, övgüye muhtaçtırlar, kendilerini en çok övene bel bağlıyorlar, en çok yükselmek için övgüler düzüyorlar.

Burada lütfen bir durun. Sizce, bunlar “tuhaf” değil midir?

Tuhaf diyorsanız, yanılıyorsunuz derim. Çünkü, doğrusu çöküştür.

Acaba, ABD, tetikçisi hâline getirdiği bu “plazma” hâli üzerine deneyler yapmakta mıdır, yoksa deneyler sonucu ulaşılan hâl mi budur? Devam edelim, örnek çok.

* * *

Biden ile görüşen Erdoğan, görüşmeye giderken, 24 Nisan Ermeni soykırımı açıklamasını soracağını söylüyordu. Sormak isterdi, “afedersin Ermeni” sözü kendisine aittir. “Afedersin Ermeni” derken, aslında genlerine işlemiş olan tarihsel-toplumsal milliyetçilik, ırkçılık, yağmacılık ve katliamcılık dile geliyor, kelimelere dökülüyordu. En pespaye küfürler, saray ağzı olarak tarihe geçmelidir. “Afedersin Ermeni” derken, bugünkü anlamda afyonlanmış değildi. Görüşmeye giderken, “soykırım lafını elbette soracağız” diyordu, sesinde bir titreme, kelimelerinde efendiye göre ayarlanmış bir korku vardı. Ama görüşmeden çıktı ve kendisine konunun gündeme gelip gelmediği soruldu. Gazeteci görünümlü kişi, aslında bu soru ile Erdoğan’a pas atıyordu ve onun da “elbette hesabını sordum” yanıtı vereceğini sanıyordu. Ama görüşmeden sonra, afyon imdada yetişmiş olmalı ki, Erdoğan, “hamdolsun gündeme gelmedi” dedi. Kim bilir soruyu mu yanlış anladı? Kim bilir soruyu “mal varlığınız gündeme geldi mi” diye mi anladı? Aklındaki en büyük konu, mal varlığı idi. Ve görüşmede o gündeme gelmedi ise, kötü hiçbir şey olmadı diye düşünmüş olmalıdır. Efendisinden azar işitecek diye korkan bir “plazma hâli”nin tepkisi olsa gerek.

Maddenin “plazma hâli” acaba moleküllerde bir diziliş değişimi anlamına mı geliyor? Plazma hâlinde maddeye, elektrik verilirse acaba ne sonuçlar elde? Plazma hâli, bir noktadan sonra, “hare”ler şeklinde bir dönme yaratıp, yok olmak anlamına mı geliyor?

* * *

Erdoğan, Kanal İstanbul için açılış törenine benzer bir şeyler yaparken, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin, Bakırköy meydanında polis eşliğinde “protestoculuk” oyunu sahnelemesinden çok memnun hâlde, nasıl ihaleyi alanların parasını vermeyeceksiniz, “söke söke alırlar” dedi.

Afyonlu, daha doğrusu en azından afyonlu idi.

Bu yolla Erdoğan, bazı itiraflarda bulundu: Ben gidiyorum ama sizlerin (beşli çete ve diğerlerinin) haklarını yiyemezler, çünkü anlaşmanız var ve devlette devamlılık esastır. Zaten yetkili mahkemeler de Londra mahkemeleridir, dedi.

Bir anda, (a) ben gidiciyim dedi. Hani “helâlleşme” hâllerinde olduğu gibi, (b) kendisinin aslında beşli çetenin parçası olduğunu itiraf etti ve tam bu noktada, maddenin dördüncü hâli olmaktan çıkıverdi ve katı hâline dönüştü ve (c) Londra mahkemelerinin sırrını da açıklamış oldu. Londra mahkemeleri, TL’yi tanımaz, doları tanır. Bu nedenle anlaşmaların para birimi dolardır. Londra mahkemeleri, iktidar değişikliklerini de tanımaz. Umduğu budur.

Bu duruma rağmen, CHP, açıkça halkı temel atma töreninin olduğu alana çağırmadı. Kanal konusunda duyarlılık gösterdiklerini anlatıyorlardı, ama bir anda “devlet”e olan bağlılık öne çıktı. İmamoğlu, Erdoğan’ı uygun bir anını bularak “ikna etme” hayali içindedir. Oyun bu şekilde oynanmaktadır.

* * *

Yine Saray’dan bir ses, hani “harem eğitim yuvasıdır” diyen ünlü Emine Hanım’ın sesi, bir kere daha yükseldi. Bu kez “lokma lokma yiyin” dedi. Çok yemeyin, az yiyin demek anlamında olmalı. Demek ki, Saray’da afyon başka hâller almış ve pudra şekeri yaygınlaşmış.

Emine Hanım, bu sözleri halka söylüyor olmalı. Halk ise, zaten en küçük yiyecek ölçüsü olan lokma lokma yemeğe bile uzaktır. Varlığı yoktur. Açlık içindedir. Eğer çoğunluk açlık içinde olmamış olsa bile, lokmadan fazlasını “ham” etme yolunu tutacak kadar kaba değildir. O kabalık saraylara, açgözlülerin sofralarına, gökten zenginliğin yağmur gibi çatısına yağdığı evlere aittir. Kulübelerde, gecekondularda, sıkışık apartman dairelerinde “ham” yapma kültürü yerleşik değildir. Saray’da, kepçe ile mi yiyorlar? Saray’da kazanla mı yemekleri boğazlarına boca ediyorlar? Hem açtırlar hem de görgü yoksunu.

Halka “tasarruf edin” demek istiyorsanız, bari “ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” şeklinde beyanat verin ki, sorun olursa, “ben demedim” dersiniz, tarihe gönderme yaparsınız.

Porsiyonlarınızı küçültün fikri, Emine Hanım’a olsa olsa bir doktor tavsiyesidir. Doktor “porsiyonlarınızı küçültün” demiştir, “lokma lokma” yiyin demiştir armudu sapı ile götürme adeti olanlara, bir hekim tavsiyesi bu kadar olabilir. Ama Emine Hanım, olmadık bir biçimde bu sözleri, halka söylemiştir. Acaba Emine Hanım, tüm halkı, “kendi muhitinden” kendi ailesinden ibaret mi sanıyor? Acaba Emine Hanım, bir “eğitim yuvası” olarak nitelediği harem içinde çalışanların kilo fazlalığından mı söz ediyor?

Demek Saray’da tasarruf çok ama çok sevilmektedir.

Saray’da tasarruf çok “sevilmektedir.” O kadar ki, yemekten sonra ağızlarını çalkalarken, su içinde dökülen kalıntılar israf olmasın diye, suyu bir geniş kaba boşaltmaktadırlar ve sonra da bu kabın içinde biriken kırıntılar bir elekten geçirilerek ayıklanmakta ve zekât olarak dağıtılmak üzere, iletişim başkanlığına devredilmektedirler. İletişim başkanlığının, Ahmet Hakan’a ve Abdülkadir Selvi’ye verdiği dolarlar, aslında bu yolla biriktirilmiyor. Hayır. Onlara ve onlar gibilere verilen dolarlar, beşli çetenin artıklarından havuzda toplanmaktadır ve bu gazeteciler bu havuza cumburlop atlayıp dolar toplamakta, bu yolla Saray’daki efendilerini eğlendirmektedirler. O şairane yazılar, o edebî metinler, ancak o yolla Hürriyet gazetesinin ya da diğerlerinin köşelerini süslemek üzere üretilmektedir.

Sarayda yaşamak böyle bir şeydir. “Ulvî”dir. Sarayda yaşayanın hâlinden ancak sarayda yaşayan anlar. Ve ülkemizde onların hâlinden kimse anlamaz, bu nedenle Erdoğan, en çok Abdülhamid’i yad eder. Gel ki, Vahdettin de onu anlardı ama neyleyelim o, Abdülhamid’e meyletmektedir.

* * *

Erdoğan, pandemi ile çok ilgilidir. Kendisi üçüncü aşısını yaptırmıştır ve aşı konusunda çok iyi yolda olduklarını söylemektedir. Bunu anlatmak için, “aşı, İngiltere’de 100 sterlin, Avrupa’da 100 euro” demektedir. Tam sözleri şöyledir: “… Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri aşı yapıyor ya, bu aşıyı ücretli yaptırıyor biliyor musunuz? Ücret alıyor, ücret. İngiltere’de 100 sterlin gibi rakamla ücret alınıyor. Bizde böyle bir şey yok.” Bu adı geçen Avrupa’da milyonlarca Türkiyeli göçmen yaşar ve aşının paralı olup olmadığını bilirler.

“Bize, ya böyle de olmaz, belli bir bedel alın dediler” diye söylüyor. Demek, bazı AB ülkeleri, Erdoğan’a aşı bedava olmaz demektedir. Buna rağmen aşı bizde bedavadır. Ne mutlu!

Ertesi gün Erdoğan, aşının fiyatını Avrupa için 50 euro’ya indirmiştir. Demek ki, “çok yalan” oldu demişlerdir. İyi ama yalan olanı, 100 olan bölümü değildi sadece. Yalan olanı, paralı olması idi.

Bu “afyonlanma”nın ileri safhası olmalıdır.

Yalan olduğu apaçık olan bir şeyi, kılıfa bile sokmadan, gerçekmiş gibi söylemek. Bu durum, Sedat Peker’in iddia ettiği gibi, Erdoğan’ın çevresini sarmışlar sözleri ile uyumlu değildir. Değildir, zira, Erdoğan’ın kendisi de bunun yalan olduğunu bilmektedir.

* * *

Anketler yapılıyor. Anketlerde, cumhur ittifakının oy oranlarının düştüğü, ama millet ittifakınınkinin ise yükselmediği ya da az yükseldiği, epeyce bir çoğunluğun “kararsızlar” olduğu söyleniyor.

Kararsızlar, saçma bir sözdür. Çünkü, halktaki tepkinin, sistemin değişmesi talebinin bir yansımasıdır bu.

Ama biz bununla ilgili değiliz. Onlar anket firmaları ve elbette, halka yaptıkları yorumlar ile devlete aktardıkları farklıdır.

Ama, bir soru var: Neden, anketlerde, Erdoğan ve karşısında başka adaylar konularak sorular soruluyor. Erdoğan’a karşı Akşener, Erdoğan’a karşı Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a karşı İmamoğlu, Erdoğan’a karşı Yavaş gibi seçenekler neden var? Çünkü yasal olarak Erdoğan, iki kere seçilmiş ve bir daha seçilmemesi gerekir.

Demek anket şirketleri, Erdoğan’ın bir yolunu bulup aday olacağını, her zaman olduğu gibi yasaları hiçe sayacağını düşünüyor. İyi ama, bu durumda “muhalif” partiler, sadece adet yerini bulsun diye bile olsa neden itiraz etmiyorlar?

Yoksa anket şirketleri bu çalışmalarla Erdoğan’a, sessizce bırak, zorlama işi mi demek istiyorlar?

Öyle olmalı.

* * *

Erdoğan, bir konuşmasında, iktidarı “teslim etmeyiz” demektedir. Bunu halka mı söylüyor? Sanmıyoruz. Bunu, kendisinden bunu isteyenlere söylüyor olmalıdır. “Bu memleketi teslim edemeyiz” sözü kimedir?

Demokrasiyi “seçim” olarak halka yutturan burjuva egemenlik, şimdi, seçim yapmama noktasında mıdır?

Kaybedeceği seçime gitmez denilen Erdoğan, seçime gitmemek için yollar mı aramaktadır?

“Muhalefet” denilen partiler, yanlarına “okumuş-yazmış”ları da alarak, “Türkiye sosyal, laik bir hukuk devletidir” diye tekerleme okuyor. Kemalist kadrolar, “bunu ne kadar tekrarlarsak o kadar faydalı” diye düşünüyor olmalıdır.

Ne muhalefet ama!

Ne bilim insanları ne yazar çizerler ama!

Ortada 7 Haziran seçimlerinden sonra, 1 Kasım seçimlerine kadar uzanan süreç var. Bu süreci dönemin başbakanı Davutoğlu, “konuşursam” milletin yüzüne bakamazlar diye açıklıyor. Gar bombalamasından sonra, “oylarımız yükseliyor” diye açıklama yapmış bir başbakandır. Buna rağmen “laik hukuk devleti” sözleri söyleniyor.

Avukatların yürüyüşü var.

İşçi ve emekçilerin, öğrenci ve kadınların uğradığı saldırılar var.

Sadece Cumartesi Annelerini hatırlamak yetmez mi?

Polis gücünün uzantısı olmuş bir yargı var.

Parlamento işlevsiz, yok hükmündedir.

Zaten en başından beri devlet partisi olan siyasal partiler, çoktan çeteleşmiş, parti olmaktan bile çıkmıştır.

Hâlâ “TC, bir hukuk devletidir” nutukları atıyorlar.

Somalı maden işçileri kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmemesi üzerine Ankara’ya yürüyor ve polis saldırısı ile karşılaşıyorlar. İşte hukuk devleti.

Geri dönüş yolunda sendika başkanı ve bir sendikalı işçi, trafik kazasında, Soylu yöntemlerini andırır bir tarzda ölüyor. İşte size hukuk devleti.

Seçimle iş başına gelen belediye başkanlarının yerine, kayyumlar atanıyor. İşte size seçim sistemi.

1 Temmuz itibarı ile netleşti, Saray Rejimi, “İstanbul Sözleşmesi”nden çıktı. Her gün kadın cinayetleri haberleri ile gazeteler dolu iken. İşte size hukuk devleti. Saray, kadına şiddete karşı “diyanet” eli ile harekete geçiyor. O diyanet ki, kadını insan saymıyor bile. İşte size hukuk devleti, adalet.

İkizdere’de yağmaya karşı direnen köylülerin evleri basılıyor, tehditler ayyuka çıkmış. İşte size demokrasi.

Tütün üreticisi köylüler, haklarını istiyorlar ve onlara saldırıların arkası kesilmiyor. İşte size hukuk devleti.

Saymakla bitmez.

* * *

Sedat Peker’in açıklamaları üzerine, kendini aklamak için TV programlarına koşan Soylu (süslü Süleyman yerinde bir tanımlana olmuştur), Peker’in bir milletvekiline ayda 10 bin dolar para verdiğini söylüyor. İçişleri bakanıdır ve bunun kim olduğunu açıklamıyor.

Peker, bunun üzerine, 10 bin dolar ne ki diyor, isim veriyor ve yüzbinlerce dolardan söz ediyor, ben öyle 10 bin dolar mı veririm, diyor.

* * *

Son bir örnek daha vermek istiyorum. Konu “kum çalmak”tır. Bir ülkede ya da ülkenin birinde, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kendini allahın yeryüzündeki gölgesi, ülkesinin sahibi sanan çakma taç giymiş biri, yazlık saray yaptırırken, sarayın plajı için gerekli gördüğü kumları, kendi ülkesinden, yeryüzündeki temsilcisi olduğu yaratanın gözleri önünde, Patara’dan çalmıştı. Bu inanılmaz olay, hırsızlık tarihine, “akıl almaz kurnazlıklar” olarak yazılmıştır.

Erdoğan, Marmaris’teki yazlık sarayın plajı için gerekli kumları, Patara plajından çalmıştır. Patara’dan çalınan kum miktarı binlerce kamyon olarak tahmin edilmektedir.

Çürümedir, çözülüştür.

Sıra biz işçilerdedir. İşçi sınıfı, bugün, tüm gücü ile ayağa kalkmak, tüm toplumu birleştirecek eylemler geliştirmek, direnişi büyütmek zorundadır.

Sessizlik var, eylemsizlik var türünden açıklamalar doğru değildir.

Saray basınına, burjuva medyaya bakarak, orada haber çıkmıyorsa toplum sessiz demek doğru değildir.

Evet henüz yer yerinden oynamıyor.

“Okur yazar” takımı, kendi sessizliğini, kendi eylemsizliğini, işçi sınıfının eylemsizliği halkın eylemsizliği olarak sunamaz.

Kadınların eylemleri, işçilerin eylemleri, doğanın yağmasına karşı eylemler, öğrencilerin direnişleri sürekli var. Bunu yok saymak, kendi eylemsizliğine bahane aramaktır.

Hiç kimse bu iktidarı, işçi ve emekçilerin ellerine vermeyecek.

Devrim dışında bir çıkış yolu yoktur.

Burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin kurucu ortaklarındandır. Bu sadece MHP-AK Parti iktidarı değildir. Bir kere buna Perinçek karşı çıkar. Ama dahası vardır. CHP, İYİ Parti vb. bu iktidarın parçalarıdır. Çıkış, buradan olmayacaktır.

Çıkış devrimdedir.

Devrim, “eylem yok” diyerek kendi eylemsizliğini örtenlerin işi değildir. Onlar, hiçbir risk almak istemeyen, her zaman iktidarın hışmından korkanlardır. Her zaman bu “okur yazar” takımı, en çok korkandır.

Direniş korku üzerine yükselmez.

Direniş, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya talebi üzerine yükselir.

Bu talep, sadece Türkiye sınırları ile sınırlı bir talep de değildir.

Sorun eylemsizlik değildir. Sorun, daha ileri bir örgütlenme ve daha ileri bir örgütlenmeyi hedefleyecek tarzda direnişin geliştirilmesindedir.

Çözümden söz ettik mi, sormalıyız, kimin için çözüm? İşçiler ve emekçiler için çözüm, devrimdir, örgütlenmedir.

Birleşik emek cephesini örmenin zamanıdır.

Kanal İstanbul, burjuva “muhalefet” ve “söke söke”

Kanal İstanbul ile ilgili, aslında hiçbir önemi olmayan, bir “temel atma” töreni, Haziran sonunda gerçekleşti. Bu temel atma törenine kadar “ya Kanal ya İstanbul” diyen CHP, İmamoğlu ve diğer burjuva muhalefet, temel atma törenini protesto etmek ister gibi yaptı. Evlere şenlik bir “protesto” girişimi ile, hazır başka gündemler ağırlıkta iken, burjuva muhalefet, CHP, İmamoğlu ve CHP İstanbul İl Başkanı, adeta “Kanal İstanbul” projesine destek verdiler.

Nasıl mı? Anlatacağız.

Kanal İstanbul’un hikâyesi büyümektedir. Öyle anlaşılıyor, daha da büyüyecektir. Bu nedenle, konuyu daha geniş olarak ele almak istiyoruz.

Erdoğan’ın açıklamalarından başlayalım.

Erdoğan, 11 yıl önce, diyor, bu proje gündeme geldi.

Yalandır.

Her konuda yalan söylemeyi alışkanlık edinmiş, dahası yalan söyleme aparatı ile Saray Rejimi’ni donatmış bir devlet var ortada. Erdoğan, bu konuda en önde koşma isteğindedir. Yalanın her türünü, yakası açılmamış yeni yalan biçimlerini bile “helâl” olarak halka sunmakta maharetlidirler.

Konumuza dönelim.

Gündeme tekrar gelmesi değildir yalan olan, yalan olan, bu projenin ilk gündeme gelişinin kendi döneminde olduğudur. Bu proje, Ecevit dönemine kadar gidiyor ve AK Parti iktidarından öncedir. Muhtemelen 1989’da SSCB’nin çözülüşü sonrasında ciddiyet alması istenmiş bir projedir.

Demek ki, proje, “Bay Yüzde On” adı ile anılan Erdoğan’ın projesi değil. Erdoğan, bu projeye çok sarılmış durumdadır.

Bu “şey”e çok sarılmanız, ihtiyaçtandır.

“Şey”, yerinde bulunmalıdır. Kanal İstanbul projesi, bir “şey”dir ve “kanal” meselesi değildir, daha çok İstanbul meselesidir, ondan daha da çok emperyalist paylaşım savaşımı projesidir.

Adeta Erdoğan “Kanal İstanbul”a sarılıyor, Kanal İstanbul da ona. Bu sarmaş dolaş olma hâli, kuşku yok ki, Saray Rejimi’nin iktidarı sürdürme isteği ile de bağlıdır. Bugünlerde Saray Rejimi, sadece Erdoğan değil, devletin bizzat tümü, sarılacak “şey”ler aramaktadırlar.

Bize göre Kanal İstanbul projesi, sürmekte olan paylaşım savaşımı (ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’nın başrollerinde oynadığı, ABD hegemonyasının çözülmekte oluşunun şekil verdiği paylaşım savaşımı) anlaşılmadan anlaşılamaz.

Erdoğan’ın hayali değildir.

Erdoğan’ın paradan başka, dolardan başka hayali olamaz.

Para ve dolar hayali, bir insan hayali olamaz. Demek, Erdoğan’ın hayali yoktur.

Erdoğan, komisyoncudur. Kurnaz komisyonculuk bir “itibar” ise, itibarlıdır. İtibarlı olmadığı için, dine başvurmaktadır. Din ve milliyetçilik konusunda “efendileri” tarafından atanmış uzmanları vardır. Yalan ve karanlık basını, Soylu’su, Akar’ı ve bilcümle savaş aygıtı ile efendilerinin verdiği rolü oynamaktadır. O komisyona bakar, dolar ile ilgilenir. Ama sonuçta o; kurnaz, eli kanlı, dili yalana dolanmış, korkak bir komisyoncudur.

Böylelerinin “hayal”lerinden çok kâbusları vardır.

Para içinde yüzdüğü için dolar cinsinden hayalleri artık önemsizdir demek istemiyoruz. Tersine her şeyden önemlidir. Ama kâbusları çok ama çoktur. Erdoğan, Saray Rejimi’nin tümü, kâbuslarla yaşamaktadır.

Bugün bulunduğu koltuk dahi, onun hayali değildir, efendilerinin kendine biçtiği roldür. Tek hayali paradır ve daha ileri hayali, daha fazla paradır. Bu paraları yiyebilecek bir vizyonu da yoktur. En küçük çay masrafını bile, devlet bütçesine yükler, en büyük “hayır” işlerini dahi devlet bütçesinden yapar.

Gizli bir bilgiye sahip gibidir: “Öbür tarafta, dünyada sahip olduğun dolarlar ne kadar çok ise, o kadar çok faiz alacaksın” türünden bir bilgi olmalı. Galiba işin sırrı budur.

İşin sırrı ne olursa olsun, Erdoğan’ın, dolardan daha başka bir hayali yoktur ve olamaz.

Ancak ve artık baştan aşağıya kâbustur.

Erdoğan’ın, efendilerinin kulağına üflemediği bir “düşüncesi” varsa, o da bedenî zevklere ilişkin, güdülerce açıklanabilir şeylerdir. Onu da kulağına üflemezler, “devlet pezevenklerine” hatırlatırlar.

Yani, ne düşüncesi, ne hayali vardır.

Kanal İstanbul, efendilerin, paylaşım savaşımı için geliştirdikleri bir projedir ve Erdoğan’ın kulağına, ABD- İsrail hattında üflenmiş olmalıdır.

Erdoğan, bugünlerde ABD-İsrail hattında kendine söylenmiş olan “şey”lere sarılmak zorundadır. Geleceğini burada görmektedir.

Erdoğan’ın geleceğini “devletin geleceği” olarak okuyan CHP, bu nedenle “devleti kurtarmak” için, her tür “hizmeti” yapmaya gönüllüdür. Erdoğan’ı temizlemek, Saray Rejimi’ni yıkamak ve parlatmak, artık Saray Rejimi’nin saldırılarının korkutamadığı kitleleri hurafelerle korkutmak CHP’nin işidir.

Hong Kong gibi, bir şehir devlet, bir dünya finans merkezi, kimsenin olmayan bir bölge, kimsenin olmadığı ölçüde aslında parababalarının olan bir yer: İşte istedikleri budur. Bunun için, her tarafı deniz ile ayrılmış bir bölge istiyorlar. Küçükçekmece’den Sarıyer’e kadar, Anadolu yakası hariç, bir yeni şehir-devlet planıdır bu.

Bunun, yapılabilirliği sorundur. Hem teknik anlamda içerdiği riskler nedeni ile hem de ondan önce tüm emperyalist dünyanın bu plana evet dememiş olması nedeni ile. Bu nedenle proje ABD hattına aittir. Diğer emperyalist güçler, ancak karşılığını aldıklarında buna evet diyebilirler ya da bu iş genel dünya savaşının sonunda belirlenir.

Erdoğan, ne zaman iktidarını sürdürme konusunda bir “zorluk”la karşılaşırsa, hemen efendilerinin isteklerini çok iyi bilen masajcı gibi, hemen o “uygun” noktaları kaşıyor: TC devleti için, ABD emperyalizmine hizmet etmek üzere yürüttüğü tetikçilik serüveninin Suriye savaşı sonrası bölümünde “uygun” kaşınacak, yatırım yapılacak nokta çok sayıda değildir. Ukrayna’da ne isterseniz yaparız, Karadeniz’de NATO emireri oluruz, Afganistan’da bize ihtiyaç var, emredin Suriye’yi alalım. İşte Kanal İstanbul projesi de, böyle bir kurtarıcı, “ben yaparım efendim, siz dert etmeyin” mesajı içermektedir.

Ülkenin yurttaşları, burada yaşayanlar, işçi ve emekçiler, böylesi bir kanala ihtiyaç duymuyorlar. Gerekli değildir.

Ülkenin işçi ve emekçileri, bambaşka ihtiyaçlara sahipler. Mesela işsizliğin, açlığın, yoksulluğun, sömürünün, adaletsizliğin, ayrımcılığın, açık hapishanede yaşamanın son bulmasını istiyorlar. İşçiler ve emekçiler savaşsız ve sömürüsüz bir dünya istiyorlar. İşçiler ve emekçiler, tekellerin, parababalarının, şirketlerin kölesi olunmayan, kâr için üretim yapılmayan bir dünya istiyorlar.

Burjuva muhalefet diyor ki, “bu kadar para var mı?” Diyelim ki var olsun, yine de bu projeye ihtiyaç duyan bir halk yoktur. Yani, böylesi bir gereklilik yoktur.

Konu ilginç olduğu kadar, birçok açıdan, ülkedeki siyasal durumu, Saray Rejimi’ni, muhalefeti vb. de anlamak için kolaylıklar sağlamaktadır.

Saray Rejimi, Akarlı ordusu, Soylulu emniyeti, Bahçelili Atasagun’u, Albayraklı medyası, savaş sanayii, yalan makinaları, trolleri, polis gücünün devamı olan yargısı, SADAT gibi paramiliter grupları, IŞİD gibi İslamî bağları, tekelleri, uluslararası sermayesi, beşli çeteleri, mafyaları, tarikatları ile yerleşik kuvvetlere sahiptir. Bir de yandan çarklı kuvvetleri var.

Burjuva muhalefet, yani Saray Rejimi’nin “dıştan” destekçileri, “yandan çarklı kuvvetler”, yani CHP, İYİ Parti ve diğerleri, Kanal İstanbul’u istemediklerini söylüyorlar. Ama her zaman olduğu gibi, bir teatral havada. Yani gerçekte karşı çıkmıyorlar, sadece karşı çıkıyormuş gibi yapıyorlar. Elbette bazı bilim insanlarının açıklamalarını da kullandıkları, bu açıdan bazı doğruları söyledikleri oluyor. Ama hiçbir biçimde burjuva muhalefet, Kanal İstanbul’a gerçek anlamı ile karşı durmuyor. Her konuda böyleler. Bahçeli açıktan Saray Rejimi’ne destektir. Atasagun yönetiminde Bahçeli, gerekli her türlü desteği vermenin yolunu buluyor. Oysa CHP, İYİ Parti ve diğerleri, sanki Saray Rejimi’ne karşılar gibi yapıyor, halka ise şöyle sesleniyorlar: Sakın eylem yapmayın, karşı çıkın ama içinizden, sakın slogan atmayın, sakın eyleme çıkmayın, sokaklardan uzak durun. Böylece Saray Rejimi’nin saldırılarından korkmayanlar, sanki CHP bir şey biliyordur düşüncesi ile, CHP’nin yaydığı korkuyu içlerine çekiyorlar.

CHP, muhalefet yapıyormuş gibi yaparak, aslında cambazlara taş çıkartacak yetenekler sergiliyor. Yani, burjuva muhalefetin işi, Saray’dan daha zor.

Bu nedenle, iki kesimi acınası buluyoruz:

Birincisi Saray medyasının kalemşörleridir. Mesela Selvi gibi, mesela Ahmet Hakan gibi, mesela Nagehan gibi. Saymaya gerek yok. Hepsi bellidir. Bunlara acımamak elde değil. İnsanımsı varlık da olsalar acınacak durumdadırlar. Saray, bunların da “insan” olduğunu unutuyor. Bir gün Saray bir açıklama yapıyor, ertesi gün tam tersini söylüyor. İlk günkü açıklamanın ardından kaleme sarılıp, alacakları dolarları hak etmek isteyenler, tam yazılarını bitiriyorlar, Erdoğan’dan başka bir açıklama geliyor. Bu sefer, dün yazdıklarının tam tersini, büyük bir şevkle yazmak zorundadırlar. Bok böceklerinin de bir onuru, haysiyeti vardır. Zavallıların yoktur. Veyis, belki bir gazetecilik oynamıştır, insanımsıdır, ama bir onuru olmadığı açıktır. Bu yüz dolarlık adamlar, yüz dolarlarını harcamaya sıra geldiğinde, onunla bu kez yarısı kadar “hayat” satın alırlar. Mesela Dow Kimya’nın ABD’deki bürosunda çaycının aldığı para, onların aylıklarından fazladır ve çaycı, onurlu bir iş yapmaktadır. Çay servis ederken, cinsel tatmin servisi vermediği kesindir.

Yüz dolara kalemlerini satanların, eğilmeyecekleri kıble, hizmet etmeyecekleri karakter yoktur. Bu nedenle, kalemlerini onursuzca kullanmak konusunda acımasız bir yarış içindedirler.

İkincisi burjuva muhalefettir. Mesela CHP’ye bakın. Saray’dan gelen lağım kokusunu kapatmak için, her şeyi yaparlar. Devlet zarar görmesin, devlete zeval gelmesin diyerek, halkı korkutmak için her türlü cambazlığı yaparlar.

Hangisi daha karaktersizdir; ilki mi, ikincisi mi?

Bazan, burjuva muhalefet, kaldıramayacağı durumlarla karşılaştığında, yaptıklarının takdir edilmediğini gördüğünde, özellikle “ikna” edilmesi gerekiyor. Mesela Kılıçdaroğlu’na saldırdıktan sonra, bazı CHP’lilerin geri çekilmesi gibi. “İkna” sınırı, güncel politik duruma göre değişmektedir. Artık bazı “gaflar”, TC devleti, Saray Rejimi açısından, acımasızca yanıtlanmaktadır. Zira, işler yolunda değildir. Sahnede tiyatro oynamak tamam ama, provanın bile bir sınırı vardır denmektedir.

Kanal İstanbul da böylesi oyun alanlarından biridir. Yaptırmayız, ya Kanal ya İstanbul ile, yaptıracağız tarzı tartışmalar eşliğinde ilerliyoruz.

Saray Rejimi, artık Kanal İstanbul’u yapıyormuş gibi görünmek için daha fazla nedene sahiptir.

– Saray Rejimi, ABD’ye, Erdoğan hakkında dosyaları açma, istediğin her şeyi yaparım demek için harekete geçmiştir (Dikkat edilsin, sadece Erdoğan harekete geçmiyor, Saray Rejimi harekettedir. Zira “tek kişi rejimi”, “kişi diktatörlüğü” sözleri, gerçekte devleti kurtarmak, Saray Rejimi’ni aklamak içindir). Akar (şu günlerde Erdoğan sonrası yarış için Soylu’ya göre puan toplamak üzere alttan alta çalışmaktadır ve Peker henüz diyelim, Akar hakkında dosya açıklamamıştır. Belki de o dosyaları da Soylu açıklar), Afganistan dosyası ile, Erdoğan’ın gönlünü almıştır. Böylece, Biden ile görüşmenin gündeminde Afganistan yer tutmuş ve “hamdolsun” Erdoğan ailesi dosyaları açılmamıştır. Bundan dolayı, Akar, Erdoğan’dan ne kadar övgü alsa azdır.

Saray’dan birileri de, belki Altun mesela, Kanal İstanbul hamlesini öne çıkartmak istemektedir. CHP, İYİ Parti, aslında bu isimleri bilirler. Ama açıklamazlar. Çünkü “devlet zarar görür” diye açıklamıyorlar. Ne büyük bir rezillik! Hangi devlet zarar görecek? ABD, biliyor, Almanya biliyor, İngiltere biliyor, dünya biliyor, sorun yok, ama halk bilirse sorun var. Bu da bir zavallılıktır.

İşte bu yolla Saray Rejimi, “her işi yaparım abi” modunda efendilerinden fazladan ömür, destek istiyor. Kanal İstanbul tartışmalarını güncelleyen nedenlerden biri budur.

– İkincisi içe dönük olandır. Saray Rejimi, Saray’ın müteahhitlerine, sürekli gelir getirecek yeni işler pas etmek istiyor. Bu aynı zamanda Erdoğan ailesinin de garantili gelirleri demektir. Eğer müteahhitler beslenmezse, eğer bu canavarlar beslenmezse, sahiplerini, kendilerini besleyeni yerler. Bu beslenme meselesi bu kadar acil iken, Kanal İstanbul diye bir proje ortada var iken, hemen bununla ilgili ihaleler yapılabilir. Bunu yapıyorlar.

Saray Rejimi’nin yarattığı iki zavallı kesim vardır: Biri burjuva muhalefettir ve diğeri Saray medyasındaki kalemşörlerdir.

Hangisinin daha zavallı olduğu, olaylara göre değişmektedir.

Yani zavallılığın da kendine has bir hareketi vardır.

Zavallılığın kendine has bir zekâsı olduğu gibi.

Mesela Selvi’nin Erdoğan’ın her açıklaması için bir yanıt üretme süreci, bu “zavallılığın zekâsı” örneğidir.

Kılıçdaroğlu, Kanal İstanbul projesi için, hikâyeden bir temel atma töreni öncesinde, zavallılığın zekâsına olumlu bir örnek sergilemiş, “ihaleyi alanlara parasını vermeyeceğiz” demiştir. Erdoğan buna bir şey demezdi, ama müteahhitler, yatırımcılar, Erdoğan’ın yanıt vermesini talep edebilirler. Zira bu sözler, halkın önünde söylenmiştir.

1- Ya Kanal ya İstanbul, bizzat Kılıçdaroğlu ve CHP zavallılığı tarafından yutulmuştur. CHP, İmamoğlu ve CHP İstanbul İl Başkanlığı, açıkça temel atma törenini tanımışlardır. Zavallılık böyledir işte, sen kabadayılık yaparken o paçalarından aşağı sızmaya başlar. Kılıçdaroğlu, iktidara geleceklerini deklare ederken, Kanal İstanbul’u yaptırmamak konusunda kolpacı olduklarını ifade etmiştir.

2- İmamoğlu ise “bakın efendim, gelin bu inattan vazgeçin” diyerek, Erdoğan’a yaltaklanmaktadır. Siz büyüksünüz, benim cumhurbaşkanımsınız, sizi sayarım, ama bu projeden lütfen vazgeçin, sizi çevrenizdekiler kandırıyor, demek istemektedir. Diyelim ki, İmamoğlu gerçekten böyle düşünüyor, bu düşünce zavallılık değilse nedir? Diyelim ki, böyle düşünmüyor da, birini öldürmek isteyen silahlı birini, konuşarak ikna etmeye çalışan sevimli adamı oynuyor olsun, bu hâl, bir tiyatro mudur, yoksa zavallılık mıdır? Erdoğan, bu “ikna” metodu ile Kanal İstanbul’un yaratacağı ranttan vazgeçer mi?

3- Diyorlar ki, ihaleye girmeyin, bakın halka deklare ediyoruz ki “paranızı vermeyeceğiz.” Böylece, Kanal İstanbul’un ihalesine girecek olan müteahhitleri, beşli çeteyi “ikna etmeye” çalışıyorlar.

CHP böyledir.

Avrasya Tüneli, Üçüncü Köprü, şehir hastahaneleri, havalimanları vb. gibi “garanti müşterili” projeleri kamulaştırmadan söz edilince, “bedellerini ödeyerek kamulaştıracağız” diyecek kadar zavallıdırlar. “Bedellerini ödemek” de ne? Zaten, halkın olan şeylerin bedellerini ödemek ne demektir?

Şimdi de beşli çeteyi ikna etmek için, bakın paralarınızı vermeyeceğiz, dediler.

Öyle anlaşılıyor ki, beşli çete Erdoğan’a, bu açıklama iyi olmadı, halka açık konuşma iyi değil demiş olmalı.

Erdoğan, “söke söke alırlar” dedi.

Aynı anda hem muktedir ve hem de kul olmanın kendine has bir karakteri var. Osman’ın soyundan olsa, yani Osman ailesinin mirasçısı olduğu miras hukuku ile kanıtlanmış olsa, “muktedir” olduğunda başındaki taç, soy yolu ile gelmiş olurdu. Bu durumda, böyle konuşmazdı. Ama “muktedir”liğinin ilanı olan taç, efendileri tarafından konulmuş çakma bir taç olunca, bir de önce efendilerinin, sonra yüzde on aldıklarının hizmetçisi olunca, onlar adına, kendi temsil ettiği “muktedirlik” makamına karşı konuşmak zorunda kalmıştır. Erdoğan, kendine karşı konuştu: “Söke söke alırlar.”

1- Geçenlerde “helâlleşme” moduna girmişti. Ben gidiyorumun ifadesidir bu. Derinden geliyor, bir süre sonra dile vuruyor. Şimdi de “söke söke alırlar” diyor. Demek ki, kendisinin yolun sonunda olduğunu kabul ediyor. Beşli çeteye diyor ki, “alırız, çünkü ben işi iyi yaptım, anlaşmalarda yetkili mahkemeler Londra mahkemeleri.”

2- Saray Rejimi, yargının polis gücünün devamı olması anlamında yeniden örgütlenmesini sağladı. Ama bu yaptıkları şeyin, öyle anlaşılıyor, Londra’da asla yapılamayacağını düşünüyorlar. Londra mahkemeleri, o paraları kendilerine bırakırsanız, sizi haklı çıkartırlar. O kadar güvenilecek mahkemeler midir, bay yüzde on, bay muktedir? Erdoğan kendini Londra hukukuna emanet etmek istiyor gibidir. Hazırlandığı görev, aslında Londra destekli komisyonculuktur. Yani, yine Ülker’e yakın durmak istiyor. Hayat işte, dön dolaş, kürkçü dükkânına git. Ticarete Ülker satarak başlamıştı, ülkeyi haraç mezat satarak devam ediyor ama galiba en sonunda Ülker’in yanına İngiltere bayiliğini almaya gidecek.

3- “Söke söke alırlar” cümlesi, Kılıçdaroğlu’nu, Bay Kemal’i cahil olarak görmektir. Erdoğan ise deneyimlidir, kendisinden nasıl söke söke aldıklarını biliyor.

Ardından tören yapılıyor; Kanal İstanbul açılış töreni.

CHP, oluşabilecek protestoları önlemek üzere, polisin kordonu altında Bakırköy’de toplanıyor. İşte size CHP korkaklığı. İşte size devletçi aklın çalışma biçimi.

Sivas katliamı sırasında, İnönü, devlette görevli idi. Başbakan yardımcısı olabilir. Sivas’ta insanlar yakılmaya başlandı. Ankara’dan Sivas’a bir helikopterle kalkıp gidemedi. Belki iki saatini alırdı. Korkmuş mudur, yoksa “yanlış da olsa devlet işine” saygısından mıdır, gitmemiştir. CHP’nin “devlete halel gelmesin” anlayışı, orada yakılan aydınlar konusunda da kendini göstermiştir. Şimdi utanmadan Kılıçdaroğlu, “gençler konuşun, korkmayın ben varım” diyor. Kılıçdaroğlu, bir kere olsun, bir tek ciddi meselede olsun, muhalefet bile yapmamıştır. Sanıyor ki, kendi çevresine söyledikleri, dışardan duyulmuyor. Sanıyor ki, dışardan bakınca, kendi hâli anlaşılmıyor.

Tele1’de Merdan Yanardağ ve Emre Kongar, çıkıp, “korkmayın, biz varız, ben varım, Merdan var” diye açıklamalar yapıyor. Hâle bak, kimler, halka “korkmayın” diyorlar. Soylu’nun karşısına geçip bir tek ciddi soru soramayan, tam tersine onun oyalama planlarına su taşıyan mantık, halka korkmayın diyor.

Sanıyorlar ki, halk CHP’nin peşinden gidecek. Utanmadan, anketlerde Erdoğan mı kazanır yoksa bilmem kim mi, diye soruyorlar. Oysa Erdoğan’ın aday olması yasal olarak da mümkün değil. Hiçbiri anket firmalarına, siz bu soruyu neden soruyorsunuz, demiyor. Erdoğan “seçimle gidecek” ya, halkı “seçim olacağına” inandırmak istiyorlar. Daha önce olan seçimlerde hile var diyorlar ama bu kez, Erdoğan hile yapmayacak garantisi veriyorlar.

Gerçek şudur: CHP, burjuva muhalefet, ABD tarafından Erdoğan’ın kullanım süresinin dolmasını beklemektedir. Mustafa Balbay nasıl ABD’ye görevi bize verin, daha iyisini yaparız, diyor idiyse, şimdi de bunlar aynı şeyi söylüyor. Bu yaklaşımın hiçbir yerinde halk, hiçbir yerinde insan yoktur, ülke sadece tekrardan ve tekrardan satılmak üzere vardır.

CHP, hep devlet partisidir ve hiçbir zaman sol olmamıştır.

Uzun zamandır iktidar olmadan devlete sahip çıkmaktadır.

O nedenle, CHP başkanlarının bazılarına hizmet “devlet pezevenklerine” düşmektedir. Baykal bunlardan biridir. Ve tümü, CHP, Saray Rejimi’nin destekçisidir.

Şimdi Kanal İstanbul’a dönelim.

Ya Kanal Ya İstanbul diyen İmamoğlu, Kaftancıoğlu, nasıl olur da, bu denli ciddiye aldıkları Kanal İstanbul projesi için, bu denli saçma, bu denli maskaraca bir protesto gösterisi düzenlerler?

Kılıçdaroğlu, olmuyorsa İmamoğlu, olmuyorsa Kaftancıoğlu, olmuyorsa CHP il yönetimi, açıktan, herkesi, tüm halkı, tören alanına davet etmeli idi. Madem bir tören var, madem temel atma töreni yapılıyor, öyle ise, hep birlikte oraya gitmeliyiz. Onlar temel atarken, sen Bakırköy’de, polisi de çağırıp, kendini kordon altına neden aldırıyorsun? Bu nasıl bir kepazeliktir!

Diyelim ki, bu ilk temel atma töreni olsun, daha ikincisi vb. olacaktır. Öyle ise, Cumhurbaşkanı nerede, tüm halk orada, başlığı ile bir çağrı yapılmalıdır. Oraya, Kanal İstanbul törenine davet, en başta projenin bir yıkım projesi olduğunu söyleyen İmamoğlu’nun görevidir. O yapmıyorsa, o kolpacı ise, o belli bir miktar rüşvet karşılığı susuyorsa, o korkuyorsa, nedeni ne ise o yoksa, bu görev Kaftancıoğlu’na düşer. Hadi diyelim unuttunuz, çağrımızdır, şimdiden söylüyoruz, çağrınızı yapın, örgütleyin.

Gelelim “söke söke”ye.

Öyle diyor Erdoğan. Erdoğan, “söke söke” işini, efendileri ile olan ilişkisinden bilir. Bilir, öğrenmiştir. ABD’li efendilerinin isteklerini yapmak zorunda olduğunu öğrenmiştir. Bunu “söke söke” diye anlıyor.

Bu belki “söke söke”nin bir çeşididir.

Erdoğan’ın karşısına çıktıklarında, onun mal dosyasını koyuyorlar. “Mal canın yongasıdır”, ama malı olanlar için, mülk sahipleri için. Çulsuzlar, açlar, işsizler, işçiler için değil. Hangi işçi mahallesine gidersen git, sana su ve ekmek verirler. Hangi zengin mahallesine gidersen git, ekmeği, eti çöpten toplarsın ama sana vermezler.

Erdoğan’ın canı kıymetlidir. 3000 koruma ile gezer, sarayın hep başka odasında yatar, sarayın duvarları bile casuslarla donanmıştır. Bir tek simit almaya gittiğinde, yüzlerce polis ortaya çıkar. Simitçi, istese de istemese de o simitleri verir. “Sana satmıyorum” diyemez. Zira çevrede 3000 polis, keskin nişancılar vb. vardır. Simitçiye “devlet kuşu” böyle konar. Bir anda simitlerini satmış olur.

Erdoğan’ın malı da kıymetlidir. O da devlet kuşu, ama bir başka konar. Allah ona yürü ya kulum demiştir ve tüm dünyayı alsa gözü doymaz. Almak için ona hizmet edenlerin paylarının fazla olduğuna karar verir. Giderler birisinin malına çökerler. Yüzdesini alır.

İşte Erdoğan’ın “söke söke”si budur.

Kılıçdaroğlu, kutsal devletin her yanını yaladığı için, devletin her yanında bir kutsiyet var diye düşünür. O, mahkemeden korkar. Erdoğan, İngiliz hukukunun “söke söke” alacağını düşünür, Kılıçdaroğlu, hizmetçisi olduğu devletin “söke söke” alacağına inanır. Bu, deneyim farkından gelir.

Ama bir de işçi sınıfının, halkın “söke söke” alışı vardır. Örnekleri azdır. Zira, işçilerin polisi yoktur, mahkemeleri, ordusu, özel güvenliği vb. yoktur. Onları savunacak bir Londra mahkemesi yoktur. Onlar adına iş görecek mafyaları, şuraya buraya çökecek Ağar’ları yoktur.

Onlar, açlar ordusu, hayatı üreten ama ürettiklerinin kırıntıları ile yetinmek zorunda kalan milyonlar, bir gün gelir, sokaklara çıkarlar. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi. 15-16 Haziran’da olduğu gibi.

İşte onların “söke söke”sinin bir küçük ifadesidir Gezi.

Bir gün, an gelir, saat çalar, yerin altı üstüne kalkar, işçiler ellerini toprağa basarak kalkarlar ve zincirleri kıra kıra alanlara akarlar. İşte o zaman “söke söke” almanın işçi biçimi, emekçi biçimi ortaya çıkar. Hepsinden ve her şeyi alırlar.

Kendileri için almazlar, “çökmez”ler, toplumun olduğu hâlde özel ellerde duran serveti, mülkiyeti toplumsal biçime, aslına geri çevirirler. Sarayları yıkarlar, zira saraylara fazlaca öfkelidirler. Bunu henüz bilmiyorsunuz, efendilerinize, Londra mahkemelerine sorun, size anlatacaklardır.

Kapitalizmle birlikte burjuva siyaseti de çöküyor…

Bu ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit,
bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir.

Aimé Césaire

Eski dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor.

Antonio Gramsci

Kapitalizm krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil, sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve ‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş hâlidir; zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak…

Birincisi, yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, ekolojik, iklimsel, politik, etik kriz söz konusu… Bunun anlamı, hastalığın tüm bünyeyi sarmasıdır… Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları, aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor…

İkinci emperyalistler arası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli ‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsilî demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı… Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu… Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı – aslında uyumlanmak zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu.

Ne var ki kapitalizm 1970’li yılların ortasında yeniden yapısal krize girdi. 1980 sonrasında sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten gerici neoliberal politikalar dayatıldı. Ve geride kalan kırk yılın sonunda kapitalizm krizden çıkabilmiş değil… Çıkma ihtimali de yok… Söz konusu olan, benim nihaî kriz dediğim durum… Neoliberalizmin dayatıldığı dönemde tüm rejimler meşruiyet kriziyle yüz yüze geldiler. Rıza üretme, gönüllü kabullenme üretme yetenekleri aşındı… Başka türlü söylersek, kitleleri aldatmaları ve oyalamaları zorlaştı… Zira kitlelere teklif edebilecekleri bir şey yok… Çığ gibi büyüyen sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, insan havsalasını zorlayan gelir dengesizliği…) ekolojik yıkım ve iklim krizi de eklenmiş bulunuyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini azdırıyor…

Neoliberalizm ‘çağında’ sol-sosyalist işçi partileri de gerici neoliberalizme teslim oldular ve sağ-sol ayrımı silikleşti… Başka türlü söylersek, neoliberalizme uyumlandılar… Söylemlerinin artık bir karşılığı yok. Malum, zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikte çöker… Neoliberalizmin dayatılmasıyla sosyal demokrasinin de varlık nedeni ortadan kalktı. Onun da iddiasının bir karşılığı kalmadı… Zira bu dünyada sınıfsal güç dengelerinden bağımsız bir sosyo-ekonomik-politik paradigma mümkün değildir… Öyle istediğiniz zaman, istediğiniz programı uygulayamazsınız… Artık sosyal demokrasi mümkün değil ama başka şey yapmak, başka türlü yapmak mümkün…

Bunak kapitalizm kendini yeniden üretmekte zorlanıyor. Yeteri kadar büyüyemiyor, ‘yeni değer’, ‘artı-değer’ üretemiyor. Çareyi doğayı yağmalamakta, canlıyı metalaştırmakta görüyor ama nafile… Zira temelli bir çelişki söz konusu: Büyüyemediğinde, yeteri kadar ‘yeni değer’ üretemediğinde sosyal kötülükleri azdırıyor. Büyüdüğünde ise doğa tahribatını derinleştiriyor, yaşamın temelini aşındırıyor. Velhasıl tam bir boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz durumu söz konusu… Bu da artık kapitalizm dahilinde bir çözüm, bir gelecek yok demektir…

Böylesi bir durum ortaya çıkmışken, neyin yapılması gerektiği de artık bir sır değil. Birincisi; üretim etkinliğinin mübadele değeri yerine, kullanım değeri üretmeye endeksli bir rotaya sokulması yani aslına rücu etmesi gerekiyor. Zira yaşanan tüm kötülüklerin nedeni, üretimin kâr amacıyla, sermayeyi büyütme amacıyla yapılmasıdır… İkincisi de üretimi doğanın kendini yenilemesine imkân verecek şekilde tasarlamak; yani toplumsal ihtiyaçları karşılarken, doğanın dengesini ve sınırlarını gözetmek… Kapitalizm sınırsız büyüme ve genişleme dinamiğine sahiptir. Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Kapitalizm dahilinde bir çözüm yok derken, kastedilen bu…

Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın ulaştığı bu kritik ‘kavşakta’ siyaset yapma tarzının da radikal bir değişikliğe uğratılması gerekiyor. Eğer bir uygarlık ömrünü tamamlamışsa, toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını (su, ekmek, konut, güvenlik, sağlık bakımı, eğitim, ulaşım, kültür…) asgarî düzeyde bile karşılayamaz durumdaysa, üstelik yaşamın temelini aşındırmadan da yol alamıyorsa, farklı bir şey yapmaya bir engel var mı? Yeni bir yaşam tarzına, insana ve doğaya saygılı bir uygarlığa giden yol neden aralanmasın; insan irade sahibi bir canlı olduğuna göre… Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkılmışsa, cevap da potansiyel bir olasılık hâline gelir…

Burjuva siyasetçileri, hâlâ aracın aynı rotada yol alabileceğinden asla şüphe etmiyorlar… “Eskisi gibi” yapılabileceğini sanıyorlar. Kapitalizmin bezdirdiği, dünyanın tüm zenginliklerini yaratan geniş emekçi kitleler -yeryüzünün lanetlileri- burjuva politikacılarının yalanlarına eskisi kadar inanmıyorlar; ancak henüz alternatif bir program ve perspektifle, küresel oligarşinin karşısına dikilmiş de değiller… Oysa top onların elinde, oligarşilerin değil… Fakat o topu nereye atacaklarını henüz bilmiyorlar… İşte bütün sorun bu çelişkinin aşılmasına bağlı görünüyor… Geniş emekçi sınıfların ellerini çabuk tutmasını gerektiren bir neden daha var: Eğer bu yıkıcı, yok edici sefil sürece vakitlice müdahale edilmez ise, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Zira, doğa tahribatı-ekolojik yıkım derinleşiyor, iklim krizi de bazı ahmakların sandığı gibi bir tevatür değil… Aslında şeylerin nasıl sarpa sardığını görmek için derin uzmanlık gerekmiyor… Yaşanılanlar tereddüde mahal kalmayacak kadar ortada…

Sorun çözme yeteneği aşınmış rejimlerin elinde şiddeti, baskıyı, devlet terörünü ve yalanı dayatmaktan başka çare yok. Dünyanın hemen her yerinde faşizm benzeri baskıcı rejimlerin türemesinin nedeni, sistemin sorun çözme yeteneğinin aşınmasıdır. Zira kapitalizm dahilinde, egemen sınıfların manevra alanı iyice daralmış bulunuyor… Yalan ve şiddetle bir yere kadar gidilebilecektir.

Bu gezegende hiçbir üretim tarzı, hiçbir uygarlık ve yaşam tarzı varlığını ilelebet sürdüremez ve kapitalizm bir istisna değil. Yerini mutlaka başka bir uygarlık alacak. Zira kapitalizm, kendinden önceki uygarlıklar gibi reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Öyle görünüyor ki, insanlık tarihinde ilk defa eski uygarlığın yerini alacak olan yeni uygarlık, insanların bilinçli eyleminin eseri olacak. Sömürünün, baskının, şiddetin, sosyal eşitsizliğin olmadığı, özgürlüklerin ve demokrasinin sahte bir söylem olmaktan çıkıp bir gerçekliğe dönüştüğü, insanın emansipasyonunun (kurtuluşunun) gerçekleştiği, insanın artık eksik insan olmadığı yeni bir uygarlığa giden yol aralanacak…

Boğaziçi Direnişi: Deneyimlerimiz ve görevlerimiz

Boğaziçi Direnişi, 4 Ocak günü binler olarak Güney meydandan Kuzey’e ve tekrar Güney’e yürüyüşümüzle aldığımız tutumun doğrultusunda başlamıştır. Yazıya başlarken direnişin başladığı güne dair belli yerlerin altını çizmek isteriz. Ardından direnişin devamında yapılanı yapılmayanıyla elimizdeki tabloyu ortaya dökmemize yarayacak deneyimlerle yeniyi yaratmak yolunda atılması gereken adımları ele alacağız.

Direniş, öğrenci hareketinde yer alan tutumlar ve eğilimlerle ilgili tartıştığımız birçok çelişkiyi açığa çıkardı. Bu çelişkiler ışığında bazı temel ideolojik sorunları ele almak isteriz. Bunun için direnişin başladığı ilk güne dönerek devrimci dostlarımız ve eylemi örgütleyen toplamın aldığı tutumu değerlendirmekle başlayacağız. Kuzey Kampüs’e forum için girmek isteyen öğrencilere ÖGB’nin “sadece Boğaziçi öğrencileri girebilir” uyarısını yapması ve kapının önünde durmaya devam etmesini hatırlıyoruzdur. Eylemi örgütleyen inisiyatifin ÖGB uyarısını dikkate alması yüzlerce öğrencide gerginlik yarattı. En önde duran devrimci öğrencilerin, eylemi örgütleyen inisiyatife bu uyarıyı dikkate almaması yönünde geniş kitleyle müdahalesi, ÖGB ve öğrencilerin karşı karşıya gelmesini sağladı. Böylece Kuzey Kampüs’e turnikelerden atlayarak girildi ve ilk atlayış, aslında bu direnişin ateşleyici anlarından biri oldu. Devamında binlerce öğrenci sloganlarıyla, dövizleriyle, aylardır birbirini görmemenin verdiği hasretle de Kuzey meydanı doldurduk. Kuzey’de alınan forum sırasında Melih’in Güney Kampüs’e geldiği haberi herkesi harekete geçirerek Güney Kampüs’e yürümeye başladık. Güney kapı önüne geldiğimizde karşımızda polis yığınağını gördük, sayıca üstündük ama ne yapacağımız belirsizdi. Bu durum karşısında ne yapılacağı daha önceden tasarlanmış olmasa dahi, çizilen sınırı ve dayatılanı kabul etmeyecek bir durumdaydık. Planlanan basın açıklamasının ve bütünde eylemin inisiyatifini alan arkadaşlar, sırtlarını polise yüzünü bizlere dönmüştü. “Bugün eylemimizi bitirelim, iki gün sonra daha kalabalık bir toplam olarak yeniden gelelim” diyerek dağılmamızı istiyordu. Alanda yüzlerce öğrenci bu duruma itirazlarını sloganlarla yükseltti. Eylem inisiyatifini kenara çeken öğrenciler, barikatı çeken polislere barikatı kaldırmalarını söyledi. Barikata yüklenme ve devamında yaklaşık 4-5 saat kadar süren çatışma direngen bir tablo ortaya koydu. Eyleme katılan ya da sonrasında eylemi izleyen herkes cüreti kuşanan öğrencileri izlediğinde umutla dolduracak bir tutum sergilendi. Ertesi gün yapılan operasyonlarla 24 öğrencinin ev baskınlarıyla gözaltına alınmasının ardından 6 Ocak günü Kadıköy eyleminde ve öncesinde Bebek’ten Beşiktaş’a yürüyüşte, direnişin okul içi çadır nöbetiyle devam etmesinde 4 Ocak’ta alınan sınır tanımaz, direngen tutumun payı yadsınamaz.

Direniş başından bu yana öğrenci hareketinde yer alan devrimci örgütler, sürecin bir adım dışında tutum aldı. Hareketin seyrine müdahale etmekte yetersiz kalındı, belli noktalarda “kitlenin kendiliğinden eylemi olduğu için müdahale etmemeliyiz” fikri bile savunuldu. Ancak biz devrimci özneler, kitleyle birlikte ve kitlenin bir adım önünde hareket etmeyeceksek; barikatın önüne dayanmış öğrencilerin iradesini bizim dışımızdaki öğrencilerle beraber o barikata yüklenerek bir adım daha öne taşımayacaksak “kitle ve devrimciler” ayrımı gereksiz olmaz mı? Devrim saflarına katmak için analiz ettiğimiz kitlenin, üniversite öğrencilerinin, kendilerini tarif edebileceği, direnişte örgütlü bir şekilde yer alabileceği alanların eksikliğinden bahsedip bu alanları devrimcilerin öncülüğünde kurmanın kitleden kopuk bir hareket tarzı olduğunu söylemekle kalmak yapılan analizin sonucuna nasıl bir müdahaleyi içermektedir? Veya bu alanların, direnişin devamında kurulan üniversite dayanışmalarının kitleselleşmediğini öne sürüp yapılan eylemleri biçimsel bulmak ve aynı zamanda içinde yer aldığı dayanışmanın kitleselleşmesi adına herhangi bir öneri, eylemle gelmemek ortaya konulanı eleştiriden ziyade bir “yakınma” yapmaz mı?

Boğaziçi Direnişi’nin yarattığı çelişki ve sorunların geliştirici yanıyla çatışma yanı birlikte işledi. Direniş bizi daha önce karşılaşmadığımız birçok sorunla yüzleştirirken bu sorunlara karşı aldığımız tutumumuz ya bizi insanlaştırır ya da egemen ideolojiyle olan bağlarımızı güçlendirir. Bu süreçte açığa çıkan sorunlar ve çelişkilere verilen tepkiler, “insana dair” olan meseleleri, sistemle olan ideolojik bağlarımızı da ele almamız gerektiğini gösterdi. Bu ihtiyaca binaen, son dönemde yapılan bazı eylemlerdeki deneyimlerimizi gözden geçirmek isteriz.

Okul içerisinde iki defa çadır nöbeti eylemi gerçekleşti. Çadır eylemleri öncesi okula yoğun bir polis ve güvenlik gücü akıtıldığı herkesçe biliniyor, okul içine kurulan güvenlik kameraları da bunun yanındadır. Bu gündemler etrafında harekete geçen, devletin okuluna yaptığı bu saldırıya eylemiyle cevap vermek isteyen öznelere eylem istenildiği gibi sonuçlanmadığında “bu eylemin yapılmasına gerek yoktu” tarzında yorumlarla karşılaştık. Yine bir çadır eyleminde eylemin gidişatına dair forum alınıp, buradan çıkan karar doğrultusunda eylem Güney kapıya taşındıktan sonra gerçekleşen ÖGB ve polis saldırısının ardından eylemi kapıya taşımanın ortak karar sonucu değil, bireysel yönlendirmeler neticesinde olduğu ve bu yönlendirmeler nedeniyle bu saldırının gerçekleştiği biçiminde yorumlar olduğunu biliyoruz. Bu eylemlerin planlandığı gibi gerçekleşmesine yönelik tutumların eksik kalması bu eylemlere dahil olanlarda, eylemleri takip edenlerde moral bozukluğuna yol açtığını gördük. Eylemlerin istenildiği gibi ilerlemesi için gereken tutumların alınanı, alınmayanı bir bütünde oradaki öznelerin kendi iradeleriyle aldıkları kararlardır. Burayı atlamamak ve bir eylemi değerlendirdiğimizde buradan bakmak gerekir. Diğeri özneliğini reddetmeye ve kendini nesne konumunda görmeye, ortada “kötü niyetli” bir suç aramaya ve bu suçu başkasında bulmaya çalışmaya ve eleştirerek deneyimin üzerine çıkmaktan ziyade lafazanlığa, söylenen sözler yapılana dair dedikoduya dönüşür. Bu davranış biçimi eyleme geçen ve hareket eden özneleri alanın dışına itmeye yol açar, bizi beraber direndiğimiz arkadaşlarımızı bir adım ileri taşımaktan geri tutar. Tartışmaları eylemin hedefi ve sonucu çerçevesinden çıkarıp, başarılar-başarısızlıklar, kişiler-niyetler ikiliklerine sıkıştırır; bu da hedefe ulaşmakta, elde ettiğimiz sonucu kavramakta bir fayda sağlamaz. Yani bu tarzda bir yaklaşım “devletin okula polis, ÖGB aracılığıyla yaptığı saldırılara cevabımız ne olacak” sorusunu yanıtlamaktan ziyade, bağcıyı dövmekle ilgili olur.

Kendi özneliğini reddetmek beraberinde çevredeki kişilerin de özneliğini reddetmeye, onları da nesne konumunda görmeye yol açar. Yukarıda bahsettiğimiz, polis ve ÖGB’nin saldırdığı çadır eyleminde, eylemin örgütlenme kısmında ya da eylem içindeki forumda yer almamış arkadaşlarımızın, bir noktadan sonra olaya “eylem komitesi” adıyla dahil olduğunu ve eyleme katılanlarla tartışmadan eylemi bitirmeye çağırdığına tanık olduk. Bu arkadaşlarımızın niyetinin saldırı karşısında en az hasarla eylemi yönetmek ve bunu hakkıyla yapmak olduğunu biliyoruz. Ancak yönetmek başkası adına karar almak değil, toplamın ortak bir irade oluşturmasını sağlamak ve bunu hayata geçirecek araçları işletmektir. Sonucunda bir karar alınmış olur ama bu başkası “adına” değildir; çünkü artık konu kişilerin tek tek fikirlerinden çıkmış, ortaklaşa bir fikre evrilmiştir. Bahsettiğimiz durumun yaşanmasının nedeni, yönetmek kavramının liberal bir anlayışının sonucudur. Zira bu sistemde yönetilenlerin tamamı nesne konumundadır, onlar adına karar almak doğru olandır. Bu liberal anlayış da iki sonucu doğurmakta; kişi sorunla yüzleşip tutum alamazsa ya kendini manipüle edilen, nesne olarak görülen bir yerde konumlandırır ya da ortak bir irade oluşturmaya çabalamadan, kendi doğrusunu başkalarının iradelerini yok sayarak dayatır. 4 Ocak’ta barikata yüklenmemizi ve devamında direnişin ivmesini yaratan şey, “eylemi bitiriyoruz” çağrılarına orada bulunan eylemcilerin iradesini yansıtmadığı için kulak asmamamız değil miydi? Aslında direniş boyunca yaptıklarımıza dönüp baktığımızda, bugün yaşadıklarımıza benzer sorunlara karşı aldığımız geliştirici tutumlara dair birçok örnek görüyoruz.

68 gençliğinin “içindeki polisi öldür” sloganı bu davranış biçimiyle karşılaştığımızda ne yapmamız gerektiğini anlatıyor, biraz açmak isteriz. Sorun, karşısında tutum alındığında geliştiricidir, alınan tutum da eylemle ölçülür, bu eylem de bilincin ifadesidir. Sorun karşısında eleştiri varsa, bu yönlü bir eylem ortaya konmalıdır. Bu tutum sadece beğenmemezlik, yapılanı ötelemeyle sınırlı kalıyorsa kolay olan seçilmiş demektir. Sorun karşısında tutumumuz bu olursa eylemsizlik örgütlenir, hatalar için günah keçileri aranır, bütünü ilerletmekle ilgili olmadığı için kendimize dair kaygılar bütünün kaygısıymış gibi yansıtılır. Bu burjuva ideolojisinin, egemen ideolojinin yansımasıdır, sistemle olan bağlarımızı tutan içimizdeki polistir; bu sistemde yaşayan herkese sirayet eder. Belirleyici olan, direnişin öğrettiği buna karşı verdiğin mücadeledir. Bu düzenin pisliğine bulanmış bu bakışa öncelikle biz ve diğer kurumlardan yoldaşlarımız, devrimci öğrenciler müdahale etmeliyiz; müdahalesizliğimiz sonucunda birlikte mücadele yürüttüğümüz sıra arkadaşlarımızda karşı tarafın da ideolojisi örgütlenmektedir. Oysaki madem eleştiriler var, madem yapılanın etkisi herkesçe bir yerden görülüyor beğenilmiyor, meydan orada, okul orada; bu kadar basittir.

Direnişten doğru bakar, kendimizi burada bir özne olarak tarif edersek konuyu bu sadeliğiyle anlayabiliriz. Bahsettiğimiz tutumları tartışmaya açmamızın nedeni bu direnişteki kazanımlarımızı büyütme amacımızdandır. Bu nedenle önümüzde duran bütün bileşenlerin katılımıyla gerçekleştirilecek rektörlük seçimini hayata geçirme yolunda önümüzdeki taşları temizlemeye ihtiyacımız var.

Ocak ayı içerisinde kurulan bileşenler meclisi üniversiteyi yönetme iddiasında yol açıcı oldu. Gözaltılar sonrası dağılan bileşenler meclisini tekrar toparlamakta eksik kaldık. Buradan şunu çıkartabiliriz; söz, yetki, karar mekanizmaları bizim kurduğumuz, bu fikirde buluşanların örgütlediği ve yaydığı oranda işleyecektir. Bileşenler meclisinin geniş tabana yayılması yolunda atılmayan adımlar devamında karışıklıklara yol açarak ilerleyişini sürdü. Bu süreçte öğrencilerin temsiliyet biçimine dair “beni temsil eden kişiye nasıl güveneceğim” sorusu, temsilcilerin seçimle belirleneceği söylense de yaygın bir soruydu. Bu sorunun temelinde yukarıda bahsettiğimiz özne-nesne ikiliğine bakışın yattığını söylemek yanlış olmaz. Fakülte, bölüm bazlı kurulacak mekanizmalar ve kurulan onlarca inisiyatifin içerisinde yer alacağı meclis fikri direnişe ve devamında bütün üniversitelerde model olarak önümüzde duracaktır. Bu deneyimi elde etme ve gerçekleştirme olanakları hâlâ elimizde duruyor.

Direnişimizle yolladığımız Melih Bulu ardından şunu gördük ki istediğimizde kazanım elde edebiliyoruz. Kazanımlarımızı bir adım daha büyütmenin yolu tüm bileşenlerin katılımıyla her yol ve yöntemi deneyerek seçim örgütlenmesi gerçekleştirmek. Burada hocaların dahiliyeti daha zayıf ise onları katacak eylem biçimi ve söz üretimi onları da seçim sürecinin parçası yapacaktır. Aday olarak gösterilen hocaların ya da bir bütünde akademisyenlerin “sürecin atıllaşması” olarak ele aldıkları bileşenler seçim süreci YÖK’e sunulacak adayları belirlemekle sınırlı bir tutumla devam ediyorsa devamında yapılacak olan bileşenlerin seçim talebini okul içerisinde örgütlemek, sözü eylemle bütünleştirmektir. Burada talepler son süreçte sosyal medyaya sıkışmış durumda kaldı. Melih’in alınması sonrası boşalan koltuğun atanmışını beklemeden dile getirilen bileşenlerin seçimini eyleme dönüştürmeli, bunun yerine atanacak herhangi birinin dahi koltuğunda kalıcı olmadığını 6 ayı aşan direnişimizin kazanımı olduğunu görerek hareket etmeliyiz. Taşı delen suyun kuvveti değil damlaların sürekliliğidir. Kazanımlarımızı sürekliliğe bindirecek olan da taleplerimizde ısrardan, bu yöndeki eylemimizi büyütmekten geçmekte.

Boğaziçi Direnişi’yle üniversitelerde büyüyen bu ateşi dört bir yanda büyütecek olan özneler olarak önümüze çıkan bu deneyimlerden öğrenerek devam etmeliyiz. Önümüzdeki dönem okulların açılmasıyla beraber hareketli bir sürece gireceğiz. Öğrenci gençlik içerisinde yanan bu ateşi örgütleyecek güçlerin kendilerini odak olarak görmesi, önümüzdeki döneme dair gelişen bu hareketi göğüsleyecek örgütlenmeler yaratacaktır.

Özgür bilimsel eğitim, kampüslerde dünden daha yakıcı bir şekilde ihtiyaç olarak dile getiriliyor. Üniversitelerin özneleri olan öğrenciler olarak bize düşen bu talepleri ve ihtiyacı örgütlemektir. Artık daha fazla tekrarlamalıyız: Üniversiteleri yönetmeye geliyoruz!

Yangından izlenim: Hoşbulduk(!)

Gece geç saatlerde de bitse sabah bir an önce çalışma isteğiyle kalkılıyor.

Çünkü burada geçirilen günler arttıkça yeni yeni boşluklar keşfediliyor. Biliyoruz ki eğer biz doldurmazsak bu boşluklar egemenler tarafından dolduruluyor.

Yangının ilk günlerinden beri buranın asıl belirleyicileri gönüllülerin emeği. Onun için “gönüllüler artık katılamayacak” açıklamasından sonraki gün bu açıklama ancak sınırlı bir şekilde uygulanabildi.

“Sen ne yapabilirsin ki tepkilerinden kaynaklı bir haftadır sadece izliyordum, sizi görünce geldim” diyen bir yoldaşımız saatlerce süren soğutma çalışmasından gelince dayanışma merkezinde sıcak yemeğinin hazır olduğunu görüyor.

“Bize ufak yangınları söylemeyin, en tepelerdekine gidelim” diyen gençler, artık oldukça iyi tanıdığımız arazide örgütlenen koordinasyonla büyük ilerlemeler katediyorlar.

Günde binlerce kişiye gıda, ilaç, kıyafet, yangın söndürme aracı, moral taşıyan dayanışma merkezleri büyük bir okula dönüşüyor.

Belki 300 telefon konuşması yaparak bu alanlardaki ilişkiyi sağlamanın olanağını daha önce hiç böyle bir tecrübesi olmayan gönüllü arkadaşımızdan öğreniyoruz. Malzeme almaya gelenlerin ihtiyaç sahibi olup olmamasını çocukların önsezisinden öğreniyoruz. Alandaki her bir malzemenin çok büyük bir kolektifin emeği olduğunun bilinciyle envanter dökmeyi, kayıp-kontrol yapmayı, tüm alana hakim olmanın önemini kavrıyoruz tekrardan sadece malzeme getirmeye gelmiş ama dayanışma merkezindeki emeği görüp gönüllü olmaya karar vermişlerden.

Ve eylem öğretiyor.

İçilmiş suları dağıtılacak suların arasına koymaktan, ses kayıt cihazıyla gizlice alanda dolaşmaya kadar türlü hamlelerin kimler tarafından yapıldığı bir çırpıda gerçeklik olarak düşüyor hayata. Kulaklara fısıldanan “provokatörler aranızda, ormanları yakıyorlar vs.” anlamını öylesine yitiriyor ki bir gün önce almayı düşündüğü silah modelleriyle hava atıp “bunlarla avlayacağım onları” diyen bir gün sonra emek verdiği dayanışma merkezi “devlet geldi size ihtiyaç kalmadı” sözleriyle dağıtıldıktan sonra koca bir kahkahayla “provakatör dedikleri bizmişiz be kardeş” diyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün, çoğaltacağız da. Tarih bize “iyi kazmışsın koca köstebek” diyeceği zamana doğru hızla akarken, bu örneklerin onlarcasını serecek yaşam önümüze. İzlemek de çoğaltmak da bizlerin, herkesin ellerinde.

Koskoca 13 gün.

Buradaki binlerce insanın farklı formatlarla, istemlerle “devlet nerede” diye sorusuna “devlet geldi size ihtiyaç kalmadı” yanıtı verildi. Ne Âlâ!

Buradaki binlerce insan bir yandan elleri işlerken “neden/nasıl sönmüyor” diye soruyordu.

Bu sabah itibariyle, kapatılan 3 dayanışma merkezi oldu. Bu sabah itibariyle, günlerdir süren yangınlardan 2 tanesi söndü, yeni yanmaya başlayan 1 yer ise bir buçuk saatte söndürüldü, hem de uçak ve helikopterlerle.

Son söz olarak; sorular emeksiz cevaplanmazlar.

Not: 9 Ağustos itibariyle “AFAD gönüllüleri dahil” hiçbir gönüllünün hala olan dayanışma merkezlerinde ve yangın söndürme-soğutma çalışmalarında olmasının Valilik tarafından -Kaymakam karar vermekten yorulmuş olmalı- yasaklandığı, gönüllü olmak isteyenin Valilik’ten izin kağıdı alması gerektiği söyleniyor.

Ve 4 gündür mesai çıkışlarında söndürme-soğutmaya katılan, yanmaz kıyafetlerini teslim eden bir fabrika işçisi “bunları kullanamayacakmışım artık, yine de size teslim etmek istedim” diyerek geliyor yanımıza.

Yangından izlenim: “Belki tamamını söndüremedik ama 500 hektar alan, onlarca can kurtardık”

28 Temmuz günü başlayan yangınlar bir türlü söndürülemezken(!) önümüze yangın bölgesinden köylülerin elleriyle yaptıkları yangın söndürme çalışmaları videoları düştü.

“Duyduk ki
Bu işler duyulur da durmak olur mu?”

Yalan yok, önce biraz şaşkınlık yaşadık. Pandemide, depremde, Soma’da birçok dayanışma örneğinden deneyimlerimiz olsa da hiç bilmediğimiz bir konu önümüze çıkmıştı.

Belki orman yangını ile mücadeleyi bilmiyorduk ancak hem artık her sorunda kendi kaderimizi ellerimize almamız gerektiğini biliyorduk hem de bu yangının yağma-rant-savaş ekonomisinin yangını olduğunu.

Yangının olduğu alanda göze ilk çarpan şey çok büyük bir örgütsüzlükle örgütlenen bir dayanışma.

Çevre illerden, henüz ateş düşmemiş civar köylerden her bölgeden söndürülemeyen(!) yangını görüp emek koymak isteyenler akmıştı bölgeye.

Bazı anlarda öğrenme hızı muazzam artıyor. Bizden 3 gün önce gelen yoldaşlarımız sayesinde 100 kişilik bir ekibi yönetebilecek kapasitede araziyi ve yöntemleri öğrenmiş, alanda profesyonel ekiplerin olmadığı bölgelerde bile yangını söndürmede epeyce yol alabiliyorduk.

Burada yeteneğine ve bilgisine göre elektrikli testere kullanabilen sıçramaların yolunu engelliyor, dozer kullanabilen arazözler ve itfaiye ekipleri için yol açıyor, Orman işçileriyle duman ve yangının ilerleme yönü yeniden yeniden hesaplanıyor, olası iki ateş arasında kalma riskleri için yanmayan tepelere gözcü konuyor, aleve yaklaşamayan çalışanlara içecek, yangın tüpü, kürek taşıyor, dayanışma ile bilinmeyenler aşılıyor.

Hava desteği kısmını çözebilmiş değiliz henüz ancak üzerinde anahtar unutulmuş kaymakam emriyle çalıştırılmayan bir arazözü yangın bölgesine kaçırabiliyoruz, tabii peşimizden geliniyor ama arazöz artık yangın bölgesinde olduğu için halk tepkileri “bunu çalıştıracaksınıza”a dönüşüyor, nihayetinde istediğimiz suya kavuşuyoruz.

Söndürme çalışmalarında birçok eksik var, kime “bize ne lazım” diye sorsak “her şey” diyor, devletin fikri yok diyemeyiz zikri yok, en azından onu küfürsüz anan yok.

Orman işçilerine göre en büyük eksiklik “piyade savaşı”, evet hava desteği olmazsa olmaz ve o bile yok diyorlar ancak yer personeli, araziyi tanıyan gönüllüleri koordine edebilecek yeterli personel yok. Gözleri az önce  söndürdüğümüz ama şu getirtemediğimiz için soğutamadığımız tekrardan yanmaya başlayan yere takılarak “7 bölgede, 1100 noktada alev var bu sabah, hangisine yetişelim. Hava desteği yangını söndürmez yavaşlatır, kalanı bizim gibi piyadelerin işidir” diyor Yatağan’lı bir orman işçisi.

Köylüye göre en büyük problem “sahipsizlik”. Herkes sürekli duman altında olduğu için kısa molalarla ayran içiliyor “Bizim insanlarımız geldi yine buraya sağolsunlar, demek ki onlardan başka bir şeyimiz yokmuş. Ama yetmiyor işte, suyumuz yok, uçağımız yok, testeremiz yok, sesimizi duyan yok, bir biz varız işte” diyor kendi köyünün yangını yeni sönmüş bir köylü.

Kendi mevziisini terketmek zorunda yanımıza gelen bir yetkili “biz kaybettik, burayı tutmamız lazım lütfen dayanın ekip ayarlamaya çalışıyoruz” diyor yarından itibaren yangın söndürme çalışmalarına alınması yasaklanan gönüllülere.

Girmemize jandarma engel olur mu diye tedirgin olduğumuz bir yangın alanının girişinde çevriliyoruz “4 kişi daha var burada yukarı çıkmak için bekleyen, onları da alın öyle gidin” diyor.

Sosyal medyada oldukça ciddi gözüken “milliyetçi nöbetlerin” ateşin karşısındaki dayanışmada bir karşılığı yok. Denk geliyoruz bir tanesine “zaten yanmakta olan yere gidiyoruz oraya kim niye tekrar yakmaya gitsin” sorusuna karşılık bulamıyor, geçip gidiyoruz. Burada devlet cismane hâlde yok, boşluk bulduğu her alanda kafalarda var ve o boşluğu bırakmamak yangını söndürmek kadar büyük bir sorumluluğumuz oluyor.

Kent merkezinde bulunan yardım masalarında eğer dayanışma hukuku varsa tüm işler sorunsuz işliyor. Belediyenin olduğu yerde ise tam bir kaos. Birkaç komite ve örgütlü bir işleyiş yerine ast-üst ilişkileri hâkim olursa işlerin oldukça çığrından çıkmasına sebep olabiliyor.

Sonuç olarak; yangının devam ettiği bölgelerde de, oralara destek sağlayan malzeme alanlarında da çok özverili bir çalışma yürütülüyor. Doğal gelişen dayanışmanın örgütlenmesi başarılabilir ise çok daha iyi örnekler yaratabilmek mümkün.

Yangının teknik olarak söndürülememesi ya da söndürülmemesi en hızlı terse döndürülmesi gereken şeylerden biri olarak önümüzde duruyor, çünkü yangın an be an devam ediyor.

Devlet ise burada gerek bu dayanışmanın engelleyerek, gerek milliyetçiliği körükleyerek, gerek bu yangını yağma-rant-savaş ekonomisine hizmet ettirerek en büyük afet olarak var.

Bu yangını dayanışmamızla söndüreceğiz!

Not: Yarından itibaren burada gönüllülerin katılımının sınırlandırılacağı söyleniyor. Çalışmalara katıldığımız bir bölgeden ayrılan Orman Genel Müdürlüğü alan şefinden aktaralım: “Bugün sizlerle açtığımız yol ile belki yangını söndüremedik ama 500 hektarlık bir alanı kurtardık. Şimdi başka bir bölgeye geçiyoruz, buradan 10 kişilik bir ekip oraya geçsin, kalanı ne olur ne olmaz diye nöbet beklesin, ihtiyacımız var.”

Yangın ve… Bildiğimiz devletin sonu

“Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek
Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak (…)
Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak”[1]

Marmaris ormanları yandı… Ben bu satırları yazarken Ege-Akdeniz kıyı şeridinin çeşitli bölgelerinde (Antalya, Aydın, Muğla, daha içlerde Isparta, Denizli…) patlak veren bir dizi yangın, ağaçları, evleri, orman hayvanlarını: tilkiyi, domuzu, tavşanı, kaplumbağayı, kuşları ve ağıllardaki koyunları, inekleri, tavukları kavurdu geçti.
Beklenmiyor değildi. Bölge kim bilir kaç yılın en sıcak yazını geçiriyordu: Küresel ısınmadan payına düşeni fazlasıyla almıştı. Termometreler 40’lı derecelerde; nem oranı yüzde onların altında; otlar, çalılar kupkuru… Bu da yetmiyormuş gibi saatte hızı 10-15 km.’yi bulan kupkuru bir rüzgâr! Sahne hazır, fail bekleniyordu: Sönmemiş bir izmarit, mercek görevi görecek bir cam parçası, çöp-anız yakmaya kalkışan bir aymaz, canı mangalda sucuk çeken bir piknikçi…
Aslında bir yangın yerinde sorulması gereken son (ve çoğunlukla yanlış) sorudur bu: Yangını kim çıkardı? Evi, barkı serası yananların, hayvanları ölenlerin, müşterisi kaçan otel-restoran işletmecisinin, velhasıl bütün canı burnuna gelmişlerin sinirlerinin son telini attıracak, ortalığı kendinden menkul “vigilante”ler alayının sarmasına yol açacak tehlikeli bir manipülasyon. Genellikle sorunları çözecek yerde yüzlerine gözlerine bulaştıran iktidarların basiretsizliklerini örtbas etmek, öfkeyi başka yöne yöneltmek için başvurdukları… Yanıt ise, çoktan hazırdı; duymak için çıldıran, yıllardır damarlarına doz doz şovenizm zerk edilmiş, yalan yanlış haberleri durmadan sosyal medya gruplarında paylaşan, işsiz güçsüz gençler, ayaklarının altındaki zeminin her geçen gün kaydığını hisseden, çaresizliğini bilince tahvil edemeyen ezikler için: Kürtler… Afganlar… Suriyeliler… Kulaktan kulağa, ekrandan ekrana yayılan, paylaşılan görüntüler: Bilmem nerede poşili bir şef, eli silahlı adamlarına emirler yağdırıyor: “Faşist iktidar düşmanımızdır, her yeri yakacağız…” Kapağı şişme botlarla Yunanistan’a atmaya çalışan şaşkın kaçakların dehşet dolu yüzlerinin fotoğrafları “Ormana girerken yakalandılar!”
Ve Konya’da bir Kürt aileye saldırı, yedi ölü! Çorum’da Urfalı mevsimlik işçilere bıçaklı saldırı! Marmaris’te, Manavgat’ta durumdan vazife çıkarmış, yol kesen, kimlik soran ne idüğü belirsiz siviller!
Dedim ya, yanlış soru. Sorunun şu olması gerek gerçekte: “Bu yangın nasıl söndürülür?”
Orman yangınına karşı en etkili aracın yangın söndürme uçakları olduğunu artık hep birlikte öğrendik. Bir anda tonlarca suyu boca ediyorlar alevlerin üzerine… Ama uçaklar yok ortada… En azından, yangınların yedinci, sekizinci gününde tek tük boy gösterene dek, uçak yoktu. İtfaiye ekipleri, belediye işçileri ve yangın bölgelerinde yaşayan halk, komşu ilçelerden, köylerden, kentlerden araçlara doluşarak yardıma koşanlar, söndürme çalışmalarına katılanlara koli koli yiyecek, içme suyu, ayran, buz kalıbı gönderen tesis işletmecileri, yangından kurtarabildikleri hayvanları tedavi etmeye çalışan gönüllüler, sırtlarında pet şişeler, ellerinde kazma kürekler, ateşin yayılmasını önlemeye çalışan köylüler, kamyonlara su deposu ve pompa yerleştirip araçlarını itfaiye aracına çeviren yaratıcı kamyon sürücüleri, sosyal medyadan görüntüleri yayınlayıp yardım için adeta yalvaran amatör haberciler, kentlerden maddi yardım, malzeme toplayıp ihtiyaç sahiplerine ileten inisiyatifler… Herkes, herkes oradaydı; ama uçaklar yoktu. Ha bir de devlet… Bir boy gösterip trafiği (tabii bu arada söndürme çalışmalarına katılanların ulaşımını da) kesmiş, işleri ne kadar iyi yönettiklerini anlatmış, bol keseden vaatlerde bulunmuş, sonra milletin tepesine çay fırlatıp gitmişlerdi… Belki de yangının (ya da selin, yıkılan evlerinin…) karşısına oturup bir çay demleyip TOKİ’nin bir gün kendilerine satacağı konutların kredilerini nasıl ödeyeceklerini düşünsünler diye…
Oysa uçaklar hangarda yatıyordu, çürümeye terk edilmiş. THK ile Tarım ve Ormancılık Bakanlığı arasındaki rant kavgasının kurbanı… Kim bilir, belki de “Eski Türkiye” ile ipleri koparmaya kararlı siyasal İslâmcı bir rejimin bilerek kulağının üzerine yatması… Ya da başka ülkelerden uçak kiralamanın ‘ballı’ getirileri… Bilemem. Ama olan şuydu: Köylüler, itfaiyeciler, zabıtalar, yöre halkı, gönüllü gençler canlarını dişlerine takmış, kazma küreklerle, kovalarla, pet şişelerle yangını söndürmeye çalışırken, yangın uçakları uçmadı.
O zaman sorulması gereken ikinci (doğru) soru şu: orman yangınlarını söndürmek, bunun için gerekli önlemleri almak, hazırlıklı olmak, devletin görevi mi, halkın görevi mi?
Kapitalizmin “sosyal devlet” evresinde, yani 1980’li yıllara dek bu sorunun yanıtı netti: Devlet yurttaşlarının sağlığını ve esenliğini korumak için önlemler almak zorundaydı: orman yangınlarını önleme/söndürme dâhil. Bu işte kâr, ihale, rant vb. aranmazdı -en azından teorik olarak. Çünkü nihayetinde “sosyal devlet” ya da Keynesyen kapitalizm işçi sınıfı mücadeleleriyle belli ölçülerde de olsa, “terbiye edilmiş” bir kapitalizmdi. Kapitalist devlet, şu ya da bu ölçüde sınıflar arasında dengeyi kollamak, yurttaşları kapitalist sömürünün aşırılıklarına karşı güvence altına almak zorundaydı. Bunun emekçilerin yüz yılı aşkın örgütlü mücadelelerinin ve kapitalist dünyanın yanı başındaki sosyalist alternatifin halklar açısından çekiciliğini engelleme kararlılığının bir sonucu olduğunu söylemeye gerek var mı?
Ama 1980’lerden sonra ne olduysa, kâr hırsı, kapitalist yağma dizginlerinden boşandı. Adına “neoliberalizm” dendi. Şirketlerin talan hırsının önündeki tüm engeller kaldırılırken, kamuya ait tüm varlık ve değerler özelleştirmeler aracılığıyla yağmaya açılırken, onlar tükendiğinde doğanın o güne dek her nasılsa saldırıdan masun kalmış köşe bucaklarını işletmeye açarak,[2] devlet tüm kurumlarıyla her bir biriminin öncelikle “vizyon/misyonu” “kâr, daha çok kâr” olan açgözlü bir girişimciye dönüştü. “Girişimci hastane”, “girişimci üniversite”, “girişimci PTT”, girişimci afet işleri… İhaleler, kayırmalar, yolsuzluklar, komisyonlar, rüşvet… Umur kapılarının önlerinde açıldığını gören sıradan yandaşların “voliyi vurabilmek” için birbirlerini çiğneyerek tepeye doğru yarışı…
“Uçaklar nerede?” diye sormuştuk… THK yönetiminin kurum kadrolarını eş-dostla doldurmaları… Doğan zararı, Tarım ve Ormancılık Bakanlığı’nın açtığı yangın söndürme uçakları ihalesine “nasıl olsa tek talip biziz” rahatlığıyla şişirilmiş fiyatlarla girerek karşılamaya çalışmaları… “Eski Türkiye”den kalan her kurumun köküne kibrit suyu dökme hevesindeki bakanlığın fırsatı ganimet bilip, ihale şartlarını THK’yı devre dışı bırakacak terimlerle yeniden düzenlemesi… Batık konuma gelen THK’nın başına atanan kayyumun işleri düzeltecek yerde deneyimli pilotları emekliye ayırması… Yani THK’nın ipinin iktidarca çekilmesi… Çürümeye terk edilen uçaklar… Başta Rusya, çeşitli ülkelerle saati bilmem kaç bin dolara yangın söndürme uçağı kiralama konusunda varılan “ballı” anlaşmalar… Neticede tutuşan ormanlar, kavrulan hayvanlar, soyu kuruyan arılar, evsiz, bağsız bahçesiz kalan garibanlar…
Ve daha ağaçlar cayır cayır yanarken Cumhurbaşkanı imzasıyla Resmi Gazete’de yayınlanan 7334 sayılı “Turizmi Teşvik Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”… Doğru tahmin ettiniz; “Kültür ve Turizm gelişme Bölgeleri dışında kalsa bile” orman arazilerinin “kamu yararı” kapsamına alınarak turizm yatırımcılarına açılabilmesini öngörüyor. Tabii, “yeri, mevkii ve sınırları Cumhurbaşkanı kararıyla tespit ve ilan” edilmek kaydıyla…[3] “Araziyi arsaya dönüştüren” iş bilir cevvallik…
Ege-Akdeniz’deki son orman yangınları, bugüne dek göremeyenler için, bildikleri, alıştıkları “Devlet Baba”nın çoktan öldüğünü, gömüldüğünü bir kez daha açı biçimde gösteriyor. İnsanların felaketleri karşısında ellerini ovuşturan, ne kadar rant sağlayacağı, ne kadar kâr edeceğini hesaplayan bir bezirgan var artık halkın karşısında… Kadavralara dönüşen ağaçlar temizlendikten sonra nereye bir villa kompleksi, nereye beş yıldızlı otel, nereye “helal beach”, nereye Aquapark, nereye AVM kondurulacağı planları üzerinde harıl harıl çalışılıyor olmalı şimdi…
Aslına bakılırsa toplum da bunu el yordamıyla da olsa, sezinlemiş durumda… Kimilerinin ilk günden itibaren kendiliğinden yardım, söndürme, destek faaliyetlerinin örgütleyiciliğine koşarken, kimilerinin de “durumdan vazife çıkartıp” kendini kolluk yerine koyarak elde silah, yol kesip kimlik sormasından belli bu…

6 Ağustos 2021 10:00:42, Çeşme Köyü.

N O T L A R
[1] Ataol Behramoğlu
[2] “Artık anlamalıyız ki; bizler hiçbir zaman doğaya egemen olmak gibi bir çaba içinde olmamalıyız; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parça ve onun tam ortasında olduğumuzun bilinciyle davranmalıyız. İnsan olarak doğa üzerinde kurduğumuz egemenlik, onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmemelidir. Hele varoluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru atılmış bir adımdır. Su ve toprağın alınır, satılır bir mal hâline getirilerek bir azınlığın tekeline alınması ve geri kalanların dışlanması ahlâksızlıktan başka bir şey doğurmaz,” diyor Friedrich Engels, Doğa’nın Diyalektiği’nde…
[3] Murat Yetkin’den naklen, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2021… https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ormanlar-yanarken-yururluge-giren-kanun-tartisma-cikardi-1856846

Sahi, seçim mi istiyorsunuz?

CHP, yanında İYİ Parti, sürekli olarak bir “erken seçim” beklemekte, bu beklentiyi körüklemektedir. Sanki, bir özel “duyum”ları var. Sanki, Saray Rejimi’nde Saray’da konuşulan bir şey, üç-beş dakika sonra her yerde duyulmuyor, sanki cami hoperlöründen söylenmiyor gibi. Sanki, Saray’da “sır” kalmış gibi.

Ve tüm eli kalem tutan gazeteciler, araştırma şirketleri vb. erken seçim üzerine yazıp çiziyorlar. Onlara da sorarsanız, yakında seçim olacak.

Egemen sınıf, yani iktidarın gerçek sahipleri, tekeller, onların “etkin ve elit” hizmetkârları, kendi içlerinde bir arayış içindedirler.

Kabaca söylersek, iki kampı görmek mümkündür. Birinciler, Saray Rejimi’nin böyle süremeyeceğini, bu gidişle devletin de kaybedilebileceğini, bu nedenle, hızla “parlamenter demokrasiye” dönmek gerektiğini söylüyorlar. Bunlar, açık olarak “kişiyi mi kurtaracağız, yoksa devleti mi” diye sormaktadırlar ve bu soruyu, elbette “devleti kurtaracağız” demek için sormaktadırlar. Bu soru açıktan soruluyor ama, halka değil, devletin tümüne sorulmaktadır. Yoksa halkla bir bağları yoktur.

İkinci kamp, Saray Rejimi’nin sürmesi gerektiğinde ısrar edenlerdir. Bunlar ise, TC devletinin dışarıda ve içeride savaş politikaları ile büyüyeceğini savunmaktadırlar.

Birinci kamptakiler, Saray Rejimi’nin aslında ülkeyi soyup soğana çevirdiğini, bunun da halkın artan tepkisine yol açtığını savunmaktadırlar. Onlara yanıt diğer kamptan “açları da siz doyurun” şeklindedir. Yani, kendi aralarındaki “sert” tartışmalara rağmen, “aynı devleti korumak” için çalıştıklarını biliyorlar ve “sınırları” asla aşmıyorlar.

İşte, burjuva muhalefet budur: Sınırları aşmamak.

Hepsi, devlet partisidir. Şimdi hepsi devlet partisidir.

Bu arada ise, ABD ve AB arasında “ortaklaşa sömürge” olarak yaşayan TC devleti, dünyada kızışan paylaşım savaşımına göre kırılmalar da yaşamaktadır. Sadece Kürt devrimi, sadece Gezi ile başlayan direniş onları zorlamıyor. Aynı zamanda, ABD ve AB arasında var olan eski “ortaklık”, yeni durumda paylaşım savaşımına dönüştüğü için de zorlanıyor.

TC devleti, ABD tetikçisi olarak, “dışarıda ve içeride savaş” politikalarını savunuyor. Bunu Türkiye’nin büyümesi olarak sunuyordu. Milliyetçilik ve din, daha çok ümmetçilik bundan besleniyordu. Şimdilerde, “büyüme” hayallerinin ganimetten çok içeride yağmaya dönüştüğü görülüyor. Milliyetçilik ve din, içeride ayakta durabilmek için, Saray Rejimi tarafından pompalanıyor.

Saray Rejimi, dışarıda ABD adına tetikçilik ve bu yolla ganimet toplama politikasını sevmiştir. Tekeller, bu ganimet toplama politikasından kârlar vurmaktadır. Bu kârlar bugün azalmakta olsa da. Dışarıdan ganimet azalınca, içeride yağma daha da artmak zorundadır. Zira tekeller, bu hortumlamadan, bu ganimet ve yağma sisteminden çok memnundurlar. Saray Rejimi, içeride, ayakta durabilmek için, yağmayı sürdürebilmek için, daha çok şiddete başvuruyor. Bu süreç de yeni değildir. 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri, çözüm masası devrildiğinden beri süreç böyledir. Saray Rejimi, hem paylaşım savaşımı adına bölgede ABD adına tetikçiliği, hem Kürt devrimine karşı saldırıyı hem de Gezi Direnişi ile başlayan direnişi kırmak için ortaya çıkmıştır. Bugün, bu saldırılar daha da yoğunlaşmaktadır. HDP’ye dönük silahlı saldırılar, devletin yeni paramiliter güçlerinin işbaşında olduğunun kanıtıdır. Bu da yeni değildir. Yıllardır Kürt illeri başta, tüm ülkede bu saldırılar vardır, yaygındır. Egemenler, bu saldırılardan çözüm alacaklarını mı düşünüyorlar? Sanmıyoruz. Başka bir yolları kalmamıştır ve korktukça daha çok saldırarak korkularını yatıştırmak istiyorlar. Ama hiçbir şey, zalimlerin korkusu ortaya çıktıktan sonra, onu bastıramaz.

Bugün, sürmekte olan paylaşım savaşımı, TC devletinin her kurumunun içinde var olan çeteleşme sürecinin nedenlerinden biri ve aynı zamanda bu çeteleşmeyi geliştiren unsurlardan biridir. Bu nedenle, egemen sınıf içinde çözüm arayışları da birçok bilgi ve belgenin dışarıya sızmasına neden olmaktadır.

Bu nedenle, devlet denilen zor aygıtının tüm gerçek yüzü, tüm pislikleri tek tek ortaya dökülmektedir. Ve doğrusu, kendisi çete hâline gelmiş, kendisi mafya olmuş, kendisi ganimetçi ve yağmacı bir devletin tüm pisliklerinin ortaya çıkması, hem iktidardan hem de burjuva muhalefetten çok, eli kalem tutan okur yazar takımını rahatsız etmektedir.

Böyle olunca, “erken seçim” planları üzerine sonu gelmez tartışmalar sürekli gündemi dolduruyor.

Anket şirketleri, sanki Erdoğan yasal olarak aday olabilirmiş gibi, sanki bu durum “normal”miş gibi, Erdoğan’ın seçilip seçilmemesi üzerine sorular soruyorlar. Ya Erdoğan’ın seçime tekrar girmesini meşrulaştırıyorlar ya da Erdoğan’ı korkutmak için “bak halk seni istemiyor” mesajını vermek üzere bunu yapıyorlar. Galiba, ikisi de doğru, bir bölüm anket şirketi seçime girişini meşrulaştırmak istiyor, bir kısım anket şirketi de “bak seni halk istemiyor” diyerek onu kenara çekilmesi için ikna etmeye çalışıyorlar.

Anket şirketleri, aslında iktidar için, Erdoğan için daha kötü sonuçlar elde ediyorlar. Ama bunları tırpanlıyor, Erdoğan oylarını %30 civarında göstermek istiyorlar. İnce ayardır bu. Erdoğan’ı (a) gidişe ikna etmek istiyorlar, (b) tüm sorunu Erdoğan sorunu olarak ortaya koymak, bunu koyulaştırmak, bu yolla, Erdoğan sonrası dönemde devleti aklamak için temel hazırlamak istiyorlar.

Bu konuda en büyük yardımcıları eli kalem tutan yazar çizer grubu, bizim adlandırmamızla okur yazar takımı (OYT). Şu durum “erken seçim işareti”, şu hamle “artık seçim var” demek vb.

CHP’nin başını çektiği Saray Rejimi’nin gizli destekçileri, halkı sokaktan, kitleleri direnişten alıkoymak istiyorlar. Bu devlet destekçileri, (a) seçim erken olacak, ya sabır, (b) zaten gidecekler sakın bir şey yapmayın, boşuna riske girmeyin propagandası ile Saray’a karşı direnişi söndürmek, engellemek istiyor.

Bu yüzden olmalı, Kanal İstanbul’un temel atma rezilliğine, ne İmamoğlu ne Kaftancıoğlu, açıkça kitleleri çağırmıyor, buyurun Cumhurbaşkanının törenine gidiyoruz demiyor. Polise haber verip, Bakırköy meydanında toplanıp, protesto yapmaktan söz ediyorlar. “Acınası komik”, bu durumlar için kullanılır.

Bu yüzden, yürürlükteyken de uygulanmayan, yürürlükten kaldırılan “İstanbul Sözleşmesi” için süren eylemlerin adresinin açık ve net olarak Saray olduğunu söylemiyorlar.

Sanki bir işe yararmış gibi, “parlamento”dan söz ediyorlar. Dokunulmazlıkların kaldırıldığı bir parlamento, yeni sistemle tamamen ortadan kaldırılmıştır ve bu Saray Rejimi’nin eseridir, sizin de katkılarınızla.

Bu yüzden, seçilmiş belediye başkanlarının kayyumla alınmasına seyirci kalıyorlar. Ve yetmiyor, kayyum politikalarına rağmen, İnce’nin sıçan gibi kırıntılara koşmasına rağmen, hâlâ seçimlerden söz ediyorlar.

Sahi, CHP, İYİ Parti ve diğerleri gerçekten seçim istiyorlar mı?

Önlerinde iki yol var. Birini zaten deniyorlar. Biden’a koşup, bu adamı seçime ikna edin demek. Biden, Erdoğan’a emredecek ve size yolu açacak. Erdoğan, ABD emretmeden hiçbir şey yapamaz. Bunu zaten deniyorsunuz.

Alın size denemediğiniz bir yolu biz önerelim. Görelim bakalım, erken seçim konusunda ne kadar ciddisiniz. Değil mi ki, yeni torba yasalarda (biz demokratik bir hukuk devletiyiz diye nutuk atanlara sormak lazım, “torba yasa” sizin övünç kaynağınız mı?) “olağanüstü hâl” uzatıldı. Bir yıl daha uzatıldı. Ne olacak, bu sırada OHAL döneminde seçim olmasa, sonrasında bir kere daha uzatılır. OHAL uzatılmasını dahi, “erken seçim” geliyor diye yorumlayan bir anlayış, gerçekten “parti” olabilir mi?

Sahi erken seçim mi istiyorsunuz? İşte size önerimiz; CHP ve İYİ Parti, meclisten çekilsin. Siz, bu iki parti olarak meclisten çekilirseniz, size garanti veriyoruz HDP çekilir. Ama önce HDP çekilsin görüşü yanlıştır. Meclisten CHP ve İYİ Parti çekilirse, ardından HDP onları kesinlikle destekler ve erken seçim, ABD’den bir emir gelmeden, erkenden gerçekleşmiş olur.

Bunu yaptığınızda siz, CHP olarak “sosyal demokrat” ya da “solcu” olmazsınız. Hiç olmadınız zaten, yine de olmazsınız. Sadece, bir dirhem olsun, çocuklarınızın yüzüne bakacak onurunuz olur. Ve bu, bugünlerde, burjuva cephedeki çürüme düşünüldüğünde, çok büyük bir adım olacaktır.

O zaman siz, gerçekten erken seçim isteyen, gerçekten halka güvenmeye yönelen, gerçekten Saray Rejimi’nin bitmesini isteyenler olarak, tarihte bir yer edinirsiniz.

Biz bu öneriyi, sonradan “aklımıza gelmedi” demeyesiniz diye dillendiriyoruz. Yoksa sizin bunu yapmaya iradenizin yetmeyeceğini zaten biliyoruz.

Saray zaten gitti, bari devleti kurtaralım görüşü, Saray kalmalıdır görüşü kadar halktan uzaktır.

İşçi ve emekçilerin tek alternatifi, kendi örgütlü güçlerini geliştirmekten geçmektedir. Bize, “bu uzun yol” diyenlere söyleyeceğimiz şey, seçimlerle Saray’ın yıkılacağı görüşü daha kısa bir yol değildir. Defalarca denenmiştir. Bu sistem yıkılmadan, işçi ve emekçilerin iktidarı kurulmadan, özgürlük diye bir şey olmayacak. En kısa yol budur.

İşçi sınıfının çözüm alternatifi devrimdir. Devrim için, Birleşik Emek Cephesi, bugün en büyük ihtiyaçtır. Sadece bugün için değil, uzun soluklu mücadele için de Birleşik Emek Cephesi, tek çıkış yoludur. Çürümekte olan sistemi yıkmanın tek yolu budur. Kürt devrimi de dahil, bölgemizdeki her devrimi desteklemenin gerçek yolu budur.

Kaldıraç Dergisi’nin yeni sayısı çıktı

“Merhaba
Yangın var. Sel var. Salgın hastalık var. İşsizlik var. Açlık ve sefalet var. Irkçılık zehiri ile zehirlenme var. Katliam var. Yangın var yangın! Ve devlet; en başındakiyle, sarayıyla, çetesiyle, iktidarı ve ‘muhalefet’iyle, muhafazakârı ve liberaliyle kafamıza çay paketi fırlatarak eğlenmekte. Kimse temizim demesin!
Yangın var, yangın! Ağaçlar yanıyor, kuşlar yanıyor, börtü ve böcek, hayvanlar ve insanlar ve yavruları yanıyor. Yangın var! Kalbimiz yanıyor, beynimiz yanıyor, ellerimiz yanıyor, gözlerimiz… Anlıyoruz, biliyoruz, görüyoruz, duyuyoruz; bu ateşi su söndürmüyor, bu ateşi su söndürmeyecek.
***
Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!”

Arka kapaktaki resim:
Renato Guttuso, Mahalle Toplantısı, 1975″

Derginin tamamını http://kaldirac5.org/dergi-arsivi/ ‘nden okuyabilirsiniz.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...