Ana Sayfa Blog Sayfa 80

“Masum Değiliz Hiçbirimiz” ya da Sezen Aksu vakası

“Belki de her şey söylenmiştir.

Geriye kalan tek şey,

bunları anlamak olabilir.”[1]

 

Hakkında bir yandan, “Yetmez ama evetçidir. Ötesini tartışan salaktır”;[2] öte yandan da “Ürkütücü bir samimiyeti, teklifsiz bir cömertliği vardır… Cesurdur. Kimsenin karşısında eğilmez. Sevenleri onu bu tenezzülsüzlüğüyle sever, onun bu açık sözlülüğüne hayran olur… Özgürlükten başka hiçbir şeye borcu yoktur…

“Bulunduğu yere kimsenin ‘tensipleriyle’ gelmemiştir. Kimsenin ‘affıyla’ da susmaz,”[3] denilen dikotomide Sezen Aksu’ya dair ne yazılabilir? Bu “kolay” mı?

Elbette değil; ancak “saldırı” ya da “savunma” refleksleri dışında ve Wilhelm Reich’ın, “Her ne pahasına olursa olsun gerçeği söyle,” uyarısına kulak vererek bir şeyler kaleme alınabilir ve alınmalıdır da!

* * * * *

Öncelikle ve kesinlikle Sezen Aksu ile herkesin düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik her türlü saldırganlığa -kayıtsız ve koşulsuzca!- “Hayır” denilmelidir.

Platon’un, “Zaman kötü olunca erdem piyasası durgun olur, rezaletler pazarı ise canlanır; zenginin korkusu fakirin korkusundan daha çok olur,” saptamasını anımsatan tabloda; Gustave Flaubert’in, “Düşünceye saldırı insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir. İnsanlık Sokrates’in öldürülmesinin yükünü hâlâ omuzlarında taşımaktadır,” satırları ile Erica Jong’un, “Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı, şeytan adına işlenen cinayetlerin sayısından fazladır,” uyarısı ışığında, düşünce ve ifade özgürlüğü -liberallikleri şüphe götürmez- Osman Kavala’dan Sezen Aksu’ya yani herkes için savunulmalıdır; birileri biz(ler)e “salak” deme salaklığına müracaat etse de!

* * * * *

Sezen Aksu’nun siyasi görüşleri (ve tutumu) üzerine ahkâm kesilmesi oldukça gereksizdir. Çünkü bir “sır” olmadığı gibi, ayan beyan da orta yerdedir!

Bu bağlamda José Saramago’nun, “…Körlerin en kötüsü artık görmek istemeyen kördür,” sözünde büyük bir hakikât yatıyorken; John Locke’un da, “Hiç kimse, kendinde olandan fazlasını veremez,” dediği noktada; Sezen Aksu’nun olduğundan ötesini beklemenin “abartı”, “kuru gürültü” olduğu açık değil mi?

O hâlde?

Bu böyle olsa da; “Sezen Aksu’ya DAİŞ Usulü Tehdit”lere[4] sessiz mi kalacağız?!

Elbette ve kesinlikle “Hayır”!

* * * * *

Ancak Zeynep Altıok Akatlı’nın ifadesiyle, “Sezen Aksu’yu tek bir kelime ile tarif etmek gerekse o kelime ‘vicdan’ olurdu. O siyaseten çok eleştirildiği ‘evet’ oy tercihini açıklarken de vicdanıyla hareket etmişti, belki kimilerine göre yanlıştı yaptığı. Ama yanlış ya da doğru tercihlerinin arkasında durmuş, herkesten önce kendi vicdan muhasebesini yapmış bir sanatçıdır.”[5]

Şöyle ya da böyle, yalpalama ve gelgitleriyle, bazen bir ağıtla, bazen bir mektupla, bazen bir şarkıyla toplumsal yelpazenin sol tarafında durup seslenerek; hepimizi etkilemiştir.

Doğru bildiği kimi zaman yanlış olsa da; boyun eğmemiş, biat etmemiştir.

* * * * *

İşte bunun için hedef oldu…

Yıllar önceki bir şarkısı üzerinden “Dilinin koparılacağı”, onun gibi olanların “beyinlerine kurşun sıkılacağı” söylemine maruz kaldı.

Söz konusu söylem/saldırganlık geri tepince de; siyasal gafı telafi etmek için, apar topar, Sedef Kabaş’ın TELE1 ekranında söylediği bir atasözü, konuşmasından altı gün sonra aniden hedefe konuldu…

Kabaş önce gözaltına alındı, sonra Adalet Bakanı’nın suçlu ilan etmesiyle, haksız ve hukuksuz bir biçimde tutuklandı. TELE1 de RTÜK’ün olağanüstü toplantısıyla katmerli cezalara çarptırıldı.[6]

Bu arada, Sezen’e yöneltilen suçlamalar da “muhatap olmadığı” belirtilerek geri alınsa da; olup bit(mey)en –biat etmeyen herkesin bir gün linçi tadacağı toplumsal atmosferde![7] “tesadüf” değildi!

Kolay mı?

Sedef Kabaş gece yarısı gözaltına alınıp tutuklanırken IŞİD’ciye af, Sezen Aksu’nun “dilini koparmaktan”, “kafasına sıkmaktan” söz eden açıklamalar, TELE1’i susturma çabaları, hızla tırmanan simgesel şiddet, ister istemez küfürden kıyıma giden yolu düşündürdü: “Süreç olarak faşizmin” tarihsel örnekleri, “O yol çok uzun değil” diyor.

O yol, ulusun bünyesinde, onun kanında ya da kaderinde (Tanrı’nın lûtfu) olduğuna inanılan büyüklüğüne ulaşmasını önleyen bir yabancı “unsur” bulunmasıyla başlıyor. Hemen suçlamalar geliyor. Bu suçlamaları, bu “unsurun” ötekileştirilmesini hızlandıran, dozu giderek artan bir simgesel şiddet (küfür, aşağılama, şeytanlaştırma) izliyor; seçilmiş bireylere yönelik önce gelişigüzel, sonra sistemli darp etme, öldürme, linç gibi fizikî şiddet olayları başlıyor. “Süreç olarak faşizm” bu militanlarında cesaret ve dayanışma duygusu inşa etme aşamasında durdurulamazsa, şiddet olayları çoğunlukla cezasız kalırken yasalar anlamsızlaşıyor. Saldırganlar cesaretlendikçe, bireyleri hedef alan saldırılardan grupları hedef alan planlı saldırılar aşamasına geçiliyor. Bu aşamayı da çoğunlukla, pogrom, katliam ve nihayet soykırıma varan bir yok etme çabası izliyor.

Birçok örnek de var. Ancak en klasik ve sonuna kadar gitmiş olanını Nazi Almanyası’nda buluyoruz.[8]

Hayır bu “abartı” falan değil!

Sedef’ten Sezen’e uzanan; daha da binlercesi ile müsemma şiddet, güçten ya da/ve de çaresizlikten, korkudan, cahillikten, güvensizlikten, sevgisizlikten kaynaklanır. Aczin de farklı bir ifade biçimidir. Baskıyla, maddi manevi güç kullanarak, karşısındakine zarar vermeyi amaçlar. Farklı uygulama yöntemleri vardır. Zarar vermek görelidir: Aç bırakmak, hapsetmek, rehin almak, dil koparmaktan kişiyi yok yere hapsetmeye, acı çektirmeye, yok etmeye hatta toplu imhaya tırmandırılabilir…

İşin vahameti Sezen Aksu cephesinde değil. Ülke cephesinde…

Bir Cumhurbaşkanı ülkesinin sanatçılarına, gelecek için ayağını denk al, yoksa dilini koparırız diyebiliyorsa bilmem başka söze gerek var mı! Müjde Ar’ın isabetle vurguladığı gibi bunu bir camiden yapıyorsa o zaman bir kez daha anayasayı çiğniyor demektir!

Hem üzerinde yaşadığımız bu toprakların hem de dünyanın yüzyıllar boyunca, susturulmaya çalışılmış öyle çok düşünürü, yazarı, şairi, bilim insanı, şarkıcısı var ki…

Nesimi’den Nef’i’ye, Hallac-ı Mansur’dan Pir Sultan Abdal’a, Bedreddin’den Sabahattin Ali’ye… Galile’den, Sokrates’ten Thomas More’a…

Ama gördünüz, görüyoruz işte, en korkunç işkencelerle onları yok edenler unutuldu ama sesleriyle sözleriyle onlar hâlâ yaşıyor!

“ ‘O dilleri yeri geldiğinde koparmak görevimizdir…’ sözlerini ilk duyduğumda benim aklıma Victor Jara geldi. Bu köşenin okurları onu bilirler. Şili’nin eşsiz besteci, gitarist, söz yazarı, şarkıcı ve aydın insanı. 1973’te Pinochet’nin Allende’ye faşist darbesi sırasında binlercesi gibi tutuklanıp stadyuma götürülür.

“Victor Jara, Şili Ulusal Stadyumu’na yoldaşı sayılan gitarıyla gelmiştir. Unidad Popular’ın ‘Venceremos’unu söylemeye başlar, binlerce tutukluyla birlikte… Tutsaklar korosu, ancak üzerlerine ateş açılarak susturulur. O, çalmaya ve söylemeye devam eder. Önce gitarı elinden alınmak istenir, bırakmayınca hem elleri kırılır hem gitarı parçalanır. O, ‘Yeneceğiz’ şarkısını söylemeye devam eder. Başına, ağzına birkaç dipçik. Ağzı kan içinde şarkısını sürdürür. Sonunda makineli tüfekle o güzelim yüzü parçalarlar.

“Bitmedi. Gözdağı vermek için ellerini, bileklerinden kesip stadyumun tellerine asarlar. Biat etmeyenlere gözdağı vermek için… Victor Jara’nın soluğu, şarkıları, sesi, elleri hâlâ yaşıyor…”[9]

* * * * *

Genco Erkal’ın, “Artık şarkı sözleriyle uğraşmaya başladılar. Demek ki vaziyet çok kötü. Nereye saldıracaklarını bilemiyorlar giderayak. Masum bir şarkı sözü dizesi için köpürtülen bu yobaz saldırı utanç verici,”[10] notunu düştüğü “vahim tablo”da Sezen ile Sedef’i -şu veya bu “gerekçe”yle!- yalnız bırakmak durumu daha da vahimleştirmeye hizmet eder; kimileri bunu anlamamakta ısrar etse de!

Hatta “… ‘Tez zamanda geberesin!’ Kısa ve net! En azından lafı dolandırmamış!… Gebermemi istetecek kadar ne mi yaptım? İki, üç cümleyle Sezen Aksu’ya destek çıktım. ‘Sezen Aksu’ya linç girişimi, ayırımcı, kışkırtıcı, kin ve öfke kusan politikaların sonucudur! Bir şarkı sözüne gösterilen ‘hassasiyet’ keşke öldürülen çocuklara, kadınlara, yokluğa, yolsuzluğa, yoksulluğa, haksızlığa gösterilse! Ne vicdan kaldı ne haysiyet! Yazıklar olsun!,”[11] dedirtse de Zeynep Oral’a…

Ne denilirse denilsin: “Sezen Aksu, bu ülkenin değeridir, sanatçısıdır. Sadece şarkıcı değildir. Bir halk ozanıdır. Şairdir. Bestecidir. Yorumcudur. Elbette bu ülkenin aydınları, halkı Sezen’i yalnız bırakmadı”;[12] çünkü o, dik durdu…

5 yıl önce çıkan “Şahane Bir Şey Yaşamak” şarkısında geçen “Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e…” sözleri nedeniyle iktidar tarafından hedef gösterilen Sezen Aksu, 22 Ocak 2022’de yazdığı “Avcı” isimli şarkısının sözlerini paylaşarak, “Sonuç olarak 47 yıldır yazıyorum… Yazmaya da devam edeceğim” deyip “Avcı” başlıklı şarkısında ekledi: “Beni öldüremezsin/ Sesim, sazım, sözüm var benim/ Ben derken ben herkesim”![13]

Bu önemli, asla küçümsenmemesi gereken direngen bir tavırdı.

Kolay mı?

Çok önceleri Sokrates, “Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendi istediğim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim”; Jean Paul Sartre, “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir”; Halil Cibran, “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir”; Étienne Balibar, “Özgür olmak, özgürlüğü yok eden tüm zorlamalara, baskılara direnebilmektir,” diye uyarmamışlar mıydı hepimizi?

* * * * *

Tarihin gurur kaynağıdır teslim olmayan, diz çöktürülemeyen cesurlar…

Kimi açlığa mahkûm edilmiş, kimi yaşamlarının en güzel yıllarını cezaevinde geçirmek zorunda kalmış, kimi de “faili belli” cinayetlere kurban gitmiş olsalar da!

Şeyh Bedreddin ve yoldaşları gibi…

Tarih boyunca sayısız aydın, sanatkâr düşünce ve ifade özgürlüğü için mücadele verdi.

M.Ö. V. ve IV. yüzyıllarda filozof Sokrates, “Tanrıları inkâr ettiği ve gençleri toplumsal kurallara karşı kışkırttığı” gerekçesiyle ölüme mahkûm edildi.

M.S. V. ve VI. yüzyıllarda İskenderiyeli filozof, matematikçi ve astronom Hypatia, pagan olmasına karşın Yahudi ve Hıristiyan öğrencileri okuluna kabul ederek, “Bizi birleştiren şeyler, ayrıştıranlardan daha fazla” dediği için dogmatik bir tarikatın mensuplarınca katledildi.

Roma’da Sezar’ın öldürülmesinden sonra başa geçen Marcus Antonius’un M.Ö. 43’te Cicero’yu “devlet düşmanı” ilan ederek öldürttüğünü ve “Konuşacak herkese ibret olması için” dilini kestirdiğini yazar tarihçiler.

Epiktetus, Roma’da yaşadığı günlerde, “filozof”u “Tiranın yüzüne dimdik bakabilen insan” olarak tanımlarken; XIII. yüzyıl filozofu Boetius kilise tarafından yakılmıştı. Tıpkı, XVI. yüzyılda filozof/gökbilimci Giordano Bruno gibi…

XVII. yüzyılda Protestan İngiltere’de şair Marlowe tanrı tanımazlıkla itham edildikten sonra, bir kavgada katledildi.

XVII. ile XVIII. yüzyıllarda Fransız düşünür Voltaire’in “Görüşlerinizi paylaşmıyorum, ama onları savunabilmeniz için canımı vermeye hazırım” sözleri ifade özgürlüğü mücadelesinde bir dönüm noktası oldu.[14]

Onların hepsi farklılıklarına karşın, Kaygusuz Abdal’ın, “Yücelerden yüce gördüm/ Erbabısın sen koca Tanrı/ Âlem okur kelam ile/ Sen okursun hece Tanrı/ Asi kullar yaratmışsın/ Varsun şöyle dursun deyu/ Anları koymuş orada/ Sen çıkmışsın uca Tanrı/ Kıldan köpri yaratmışsın/ Gelsün kullar geçsün deyü/ Hele biz şöyle duralım/ Yiğit isen geç a Tanrı!” dizelerindeki hakikât cengaverleriydi…

Tıpkı gazeteci Sedef Kabaş’ın, cezaevinden yolladığı mektubunda “Kendilerini haklı gösterenler gerçek suçlu, suçlu ilan edilenler ise sonuna kadar haklı…” ifadesindeki üzere![15]

* * * * *

Altını çizdiklerimizi unutmadan; tekrar Sezen Aksu’ya dönersek; o bir sanatçıdır…

Wilhelm Reich’ın, “Gerçek sanat ve bilim boyunduruk kaldırmaz”!

Albert Camus’nün, “Sanat zorbalığa karşıdır”!

Ursula K. Le Guin’in, “Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar”!

Theodor Adorno’nun, “Özgür olamayışın ortasında özgürlük benzeri bir şeyi dile getirir sanat.” “Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir”!

Hasan Varol’un, “Sanat başkaldırmadır,”[16] ifadelerindeki üzere ve elbette (“masum değiliz hiçbirimiz” vurgusundaki) eksiklerle…

* * * * *

Tam da bu özelliklerinden ötürü Sezen Aksu’ya, Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Tayyip Erdoğan, caminin içinde mikrofonu eline alıp “dilini koparırız,” dedi!

Yeri gelmişken soralım: “Cami nutuk atma yeri midir? Evet öyle… değildir de, öyle yaptılar…

“Ve anayasanın ve Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri de tabii ki geçersiz kalmaktadır, Türk Ceza Kanunu’nun 312/2. maddesinde yer alan ‘halkı din, mezhep vs. farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik’ suçu fiili olarak yoktur. Bu madde yasadan kaldırılmalıdır!..

“Yasalarımızda ‘dil koparmak’ diye bir ceza mı vardır? Hayır”![17]

O hâlde sözü Denis Diderot’nun, “Boşunadır yasalar; herkesi eşit olarak bağlamıyorsa. Boşunadır yasalar; toplumda bir tek kişi bile ceza almadan onları çiğneyebiliyorsa!”; Charles de Montesquieu’nün, “Yasa kalkanı altında, adalet adıyla yürütülenden daha büyük bir tiranlık yoktur,” ifadelerine bırakalım!

* * * * *

Rosa Luxemburg’un, “Eğer bir hükümet ülkenin en aydın insanlarını, muhalefet etmelerini önlemek için hapse atıyorsa, çok zor bir durumda olsa gerek!” uyarısındaki açmazları yaşayan iktidarın, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ’ın, iktidarı eleştiren sanatçıları hedef alıp, “Ülkemizde milli ve manevi değerlere düşman sözde sanatçı bir gürûh var. Bu arkaik, ırkçı zihniyet bırakın içinde bulunduğumuz çağı anlamayı, yüzeysel ezberlerin dışına çıkamayan Erdoğan ve İslâm karşıtlığını çağdaş olmak sanan müstemlekelerden müteşekkildir. İtibar etmeyiniz,” ifadelerini kullandığı[18] onların bugününe gelince; hızla aktaralım…

Yunus Emre’yi okul kitaplarında sansürlediler, 8 kıtadan oluşan şiirini 7 kıtaya indirdiler, “cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri, isteyene ver onları, bana seni gerek seni” mısralarını yok ettiler.

Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ını sakıncalı bularak, yasakladılar.

Dünyanın en ünlü çocuk romanı Şeker Portakalı’nı erotik buldular.

İlkokul öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eseri değiştirdiler, Heidi dua ederek huzur buluyor, Pollyanna Allah’ın bahşettiklerinin kıymetini biliyor, Pinokyo teşekkür etmek yerine, Allah razı olsun demeyi tercih ediyor, Üç Silahşörler’deki Aramis hidayete eriyor, La Fontaine’in tilkisi bile Allah yolunu açık etsin diyor.

Zeki Müren kasetlerini, Mozart cd’lerini, Suna Kan’ın konser biletlerini Ergenekon davasında delil yaptılar.

Kırıkkale Cezaevi’nde mahkûmlar boncuklarla Pir Sultan Abdal resmi yaptı, “örgüt lideri” diyerek Pir Sultan Abdal’ın resmine el koydular.

İçki içiliyor diye tekbir getirerek İdil Biret’in Topkapı Sarayı’ndaki konserine saldırdılar.

Ecdadımıza saygısızlık yapılıyor diye İstanbul bienali kapsamındaki sergiye saldırdılar.

“Adile Naşit’in ninni okuduğu Türkiye kâbustu” diyerek, dünyanın en güzel insanı Adile Naşit’in aziz hatırasına bile dil uzattılar, intikam duygularıyla Adile Naşit’i bile hedefe koydular.

“Kemal Sunal bu ülkeye zihinsel anlamda yapılmış en büyük kötülüktü, filmleri zekâya hakaretti” diyerek, Türkiye’nin yüzünü güldüren, Türkiye’nin ortak paydası Kemal Sunal’a bile saldırdılar.

Mübarek üç aylar Recep, Şaban, Ramazan’a lakaplar takmak suretiyle, dinî değerleri aşağıladığı iddia edilerek “İnek Şaban” hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundular.

“Shakespeare Müslüman’dı, esas adı Şeyh Pir’di” diyen, kafasında fesle dolaşan tımarhanelik arkadaşı “kültür adamı” sıfatıyla sarayda ağırladılar.

Asrın liderimiz bir ara kafayı Muhteşem Yüzyıl dizisine taktı, “Bizim öyle ecdadımız yok, diziyi kınıyorum” dedi, “kınıyorum” lafından hemen sonra diziye aniden ramazan ayı geldi, Topkapı Sarayı’nda komple oruç tutmaya başladılar, haremdeki göğüs dekolteleri kayboldu, hamam sahneleri yok oldu, Hürrem türban taktı, namaza başladı.

Heykele “ucube” dediler, İnsanlık Anıtı’nı idam ettiler, darağacı kurar gibi, vinçle boynuna halat doladılar, kafasını koparttılar, kazmalarla kırdılar.

Baleye “belden aşağı” dediler.

“Böyle sanatın içine tükürürüm” dediler.

Tarihî sinema binalarını yıktılar.

Marmaray inşaatında 8 bin 500 senelik seramikler bulundu, “çanak çömlek yüzünden vakit kaybediyoruz” dediler.

Aspendos’a mutfak mermeri döşediler, Apollon Tapınağı’na çimentoyla merdiven yaptılar, 2 bin 300 yaşındaki dünya kültür mirası Efes antik kentini yemekli organizasyonlara kiraladılar.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin sembolü Venüs heykelini müstehcen bularak yaktılar.

İzmir Sevgi Parkı’ndaki kadın heykelini parçaladılar.

Edirne’de Türk Kadınlar Birliği tarafından yaptırılan Özgür Kadın Heykeli’ni halatla çekerek kaidesinden kopardılar.

Ordu’daki kadın heykellerine sprey boyayla “Edep yahu” yazdılar.

Bursa’da uluslararası heykel sempozyumu kapsamında yaptırılan Gerçek Aşk isimli kadın heykelinin ayaklarını kırdılar.

Denizli’de at heykeline saldırdılar, fazla büyük görünüyor diye cinsel organını kopardılar.

İstanbul’da kollarını iki yana açmış kadın figürü Akdeniz Heykeli’nin kolunu kopardılar, taşla vura vura ezdiler.

Dünya çapındaki karikatüristimiz Oğuz Aral’ın heykeline molotof kokteyli attılar, tamir edildi, bu defa demir çubuklarla vura vura parçaladılar, tamir edildi, bu defa balyozla yıktılar.

La Diva Turca, dünyaca ünlü sopranomuz Leyla Gencer vefat etti, vasiyeti üzerine bedeni yakıldı, İstanbul Boğazı’na serpildi, “Küllerinizle suyumuzu kirletmeyin” diye yazdılar.

Levent Kırca vefat etti, “Müslümanlara zehir saçan alkolik tiyatrocu öldü” diye yazdılar.

Zeki Alasya vefat etti, “Rahmet okunmamalı, cenazesi camiden kaldırılmamalı” diye yazdılar.

Tarık Akan vefat etti, “Cuma bereketiyle geldi” dediler, “Ateşi bol olsun” dediler, “Elhamdülillah bir RTE düşmanı daha gitti” dediler, “Geberdi melun” dediler, “Artık cehennemde rol kesersin” dediler.

Ferhan Şensoy vefat etti, “Meyhaneci öldü” diye yazdılar.

Bedri Baykam’ı bıçakladılar.

Müjdat Gezen’in tek kuruş almadan pırıl pırıl sanatçılar yetiştirdiği okulunu kundakladılar.

Tiyatromuzun duayeni Orhan Aydın’ı yumrukladılar.

Kadıköy Özgürlük Parkı’nda konser veren opera sanatçısı Güvenç Dağüstün’e tekme tokat saldırdılar.

Levent Kırca’nın Devlet Sanatçısı unvanını geri aldılar, gözaltına aldılar, beş yıl hapisle yargıladılar.

Tarık Akan’ı dört yıl hapisle yargıladılar.

Metin Akpınar’ı evinden polisle aldırdılar, beş yıl hapisle yargılıyorlar.

Müjdat Gezen’e yurtdışına çıkış yasağı koydular, beş yıl hapisle yargılıyorlar.

Uluslararası gururumuz Fazıl Say’a 10 ay hapis cezası verdiler.

Zuhal Olcay’a 11 ay hapis cezası verdiler.

Orhan Aydın’a 11 ay hapis cezası verdiler, gözaltına aldılar, toplam yedi yıl hapis istemiyle yargılamaya devam ediyorlar.

Şair Yılmaz Odabaşı’na 11 ay hapis cezası verdiler.

80 yaşındaki Nilüfer Aydan’a 11 ay hapis cezası verdiler.

Heykeltıraş Mehmet Aksoy’a hapis istemiyle dava açtılar.

Ressam Fikret Otyam’ı yargıladılar, para cezası verdiler.

Barış Atay’ı iki yıl hapis cezasıyla yargıladılar, para cezası verdiler, sokakta beş kişi üstüne çullandılar, yerlerde tekmelediler.

Efsane karikatüristlerimiz Musa Kart’ı tutukladılar, Nuri Kurtcebe’yi tutukladılar.

Piyanist Dengin Ceyhan’ı tutukladılar, bileklerine kelepçe takıp fotoğrafını basına servis ettiler.

Atilla Taş’ı tutukladılar.

Grup Yorum’u tutukladılar, suç aleti olarak bağlamadan bile parmak izi aldılar, ellerinden gelse türküleri de hapse atacaklardı.

Metalci selâmı veren gençleri gözaltına aldılar.

Edip Akbayram’a soruşturma açtılar.

Tarkan’ı açılım toplantısına çağırdılar, katılmadı, suç icat ettiler, iki yıl hapisle yargıladılar.

Selin Şekerci’yi dört yıl hapisle yargıladılar.

Deniz Çakır’ı bir yıl hapisle yargıladılar.

Levent Üzümcü’ye soruşturma açtılar.

Şevket Çoruh’a soruşturma açtılar.

Rapçi Ağaçkakan’ı müzik yasağını eleştirdiği için gözaltına aldılar.

Rapçi Şehinşah’ı asrın liderimizi eleştirdiği için gözaltına aldılar.

Kelimelerin efendisi Ataol Behramoğlu’nu yargıladılar.

İlyas Salman’ı altı yıl hapisle yargılıyorlar.

Varlığıyla onur duyduğumuz, 83 yaşındaki Genco Erkal’ı dört yıl hapisle yargılıyorlar.

Sivas’ta şairleri, yazarları, ozanları, aydınları, diri diri yakanlara sahip çıktılar, savundular, afla hapisten çıkardılar.[19]

Türkiye Dans Sporları Federasyonu açacağını duyurduğu “bale antrenörlüğü” (!) kursunu Bale Sanatçıları Derneği’nin başlattığı “bale spor değildir,” protesto kampanyası üzerine “erteledi”.[20]

Boğaziçi akademisyenleri, atanmış Rektör Naci İnci’nin 16 yıldır üniversitede caz dersi veren Seda Binbaşgil’in derslerini kapattığını açıkladı.[21]

Sergi basıldı, polis gelmedi… İstanbul’un Tophane semti yine bir sergi baskınına sahne oldu. Tomtom Mahallesi’nde bulunan Çukurbostan Sokak’ta açılan “Kuytu” adlı serginin saat 21.00’daki açılışı, mahalle sakinlerinin olay çıkarması sonucu bitirildi. 21 kadın sanatçının eserlerinin bulunduğu “Kuytu” adlı serginin açılışı, “kızlı erkekli kalabalıktan ve alkol alınmasından rahatsız olan” mahalleli tarafından basıldı. Bir sanatçının babasına fiziksel şiddet teşebbüsünde bulunuldu, davetliler galeriye sığındı.[22]

Ressam Ali Elmacı’nın Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele resmetmesine tepki gösteren bir grup, İstanbul’daki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Merkezi’nde 2016 yılında 11.si düzenlenen Contemporary İstanbul’un açılış etkinliğine saldırdı.[23]

2017’de çıkardığı “Şahane Bir Şey Yaşamak” şarkısı üzerinden, iktidara yakın isim ve gruplar tarafından hedef gösterilen Sezen Aksu hakkında, Avukat Bilal Yavuz Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunup, “Sezen Aksu, hukuken şüpheli konumundadır. Yargı gereğini muhakkak yapacaktır,” dedi.[24]

RTÜK yönetimi, müzik yayını yapan kanalları tek tek arayarak Sezen Aksu’nun şarkısını yayınlamaları durumunda ağır yaptırımlarla karşılaşabilecekleri tehdidinde bulundu.[25]

Yıllar önce piyasaya çıkan şarkının sözlerinde “Binmişiz bir alâmete. Gidiyoruz kıyamete. Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e…” ifadesinin geçtiğini söyleyen iktidar yanlıları, bunun dine hakaret olduğunu ileri sürdü. Sosyal medyada troller tarafından #sezenaksuhaddinibil etiketi ile kampanya başlatıldı.[26]

Öyle ya “Kurumsallaşmış iktidarın olduğu her yerde sansür de vardır,” diye boşuna dememişti Furuğ Ferruhzad![27]

* * * * *

Burada durup tekrar, ulusalcıların ifrat düzeyini de zorlayan Sezen Aksu’ya ilişkin beyanlarına dönüyorum:

“Erdoğan ve Gül’ün sanatçısı”[28] “O Sezen Aksu ki, bu kindar ve zorba dönemin karanlığını artırmasında açık açık destek vermişti Fethullahçı destekli AKP iktidarına.”[29]

“Sezen Aksu… Türkiye’yi cehenneme götüren yolu döşeyenlerden biriydi. Yetmez ama evet referandumunda ‘Tabii ki evet diyeceğim, dört dörtlük buluyorum, canı gönülden evet demeye devam edeceğim,’ diyordu,”[30] vb. satırlar “eleştiri” falan değil, abartı dozu yüksek hezeyanlardır!

Yeri geldi bir şeyi aktarayım; “Hiç kimse kendi ayakta duramazken yürüyenleri eleştirmesin,” diyen Mark Twain’den.

* * * * *

Şunların altını çizerek diyeceklerimi toparlıyorum…

İlki tüm “Yetmez Ama Evetçiler” gibi Sezen Aksu için de geçerliliğini koruyan Andrey Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir,” sözü.

Diğeri de Elsa Morante’ın, “Li dijî mirov kiryara herî mezin, aqil piçuk xistinê.” “İnsana karşı girişilen en kötü şiddet eylemi, aklın küçük düşürülmesidir,” uyarısını “es” geçerek -“Yetmez Ama Evetçi” liberal dahi olsa!- düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik linci “rasyonalize” edenler.

Doğru olan her ikisiyle de mesafesini özenle koruyan devrimci duruştur.

Bu günler bitecek, zorbalar gidecek; geriye başı dik özgür ifade ile şarkılar kalacak.

Elbette boşuna değildi Émile Zola’nın, “Gerçeği susturup yeraltına gömseniz bile gerçek, büyüyecektir. Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramaz!”; José Julián Martí’nin, “Tüm engellere rağmen adil fikirler amaçlarına ulaşır. Hızlandırmak veya engellemek mümkün olabilir, ancak durdurulması imkânsızdır,” saptamaları…

20 Şubat 2022, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Andre C. Sponville.

[2] https://eksisozluk.com/sezen-aksu–47555?p=413

[3] Yıldırım Türker, “Sezen Aksu Meselesi”, 7 Şubat 2022… https://yenidentv.com/aile-albumu/sezen-aksu-meselesi

[4] “Erdoğan’dan Sezen Aksu’ya DAİŞ Usulü Tehdit”, Atılım, Yıl: 2, No: 47, 28 Ocak 2022, s. 11.

[5] Zeynep Altıok Akatlı, “Sanat Suç Olmaya Devam Ediyor Hâlâ”, Birgün, 20 Ocak 2022, s. 2.

[6] Emre Kongar, “Acıkana Sezen, Üşüyene Sedef…”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2022, s. 2.

[7] Işıl Özgentürk, “Her Türk Bir Gün Linci Tadacaktır!”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 10.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Küfürden Kıyıma Giden Yol”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2022, s. 9.

[9] Zeynep Oral, “Gelecek Vaadi: Dil Koparmak!”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 11.

[10] Emrah Kolukısa, “Sanat Dünyası Aksu’nun Yanında”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2022, s. 6.

[11] Zeynep Oral, “Türkiye Şarkısı: Sezen Aksu”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2022, s. 11.

[12] Yazgülü Aldoğan, “Kimin Dilini Koparalım?”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2022, s. 14.

[13] “Sezen Aksu’dan İlk Açıklama”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 11.

[14] Vecdi Sayar, “Hakikât Cengaverleri”, Birgün, 30 Ocak 2022, s. 15.

[15] “Kabaş: Kim Suçlu Kim Haklı?”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2022, s. 6.

[16] Kadir İncesu, “Hasan Varol: Aslında Bütün Sanat Başkaldırmadır”, Birgün, 19 Aralık 2021, s. 15.

[17] Orhan Bursalı, “Sezen Aksu’nun Dili”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 6.

[18] “AKP’li Hamza Dağ, Sanatçıları Hedef Aldı”, Cumhuriyet, 9 Ağustos 2021, s. 4.

[19] Yılmaz Özdil, “Sezen Aksu”, Sözcü, 20 Ocak 2022, s. 20.

[20] Ayşe Emel Mesci, “Çekin Elinizi Baleden”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2021, s. 14.

[21] “Bir Akademisyene Daha Kayyum Rektör Engeli!”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2021, s. 6.

[22] Ezgi Atabilen, “Sergi Basıldı, Polis Gelmedi”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2016, s. 18.

[23] “Contemporary İstanbul Açılışına Gerici Saldırı”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2016, s. 18.

[24] “Sezen Aksu’ya Bir Suç Duyurusu Daha”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2022, s. 6.

[25] Hüseyin Şimşek, “RTÜK’ten Sezen Aksu Tehdidi”, Birgün, 21 Ocak 2022, s. 9.

[26] “İktidar Yanlılarının Tek Derdi Sezen Aksu Şarkısı”, Sözcü, 19 Ocak 2022, s. 11.

[27] “Başını maddi geçimin bir aracı olarak görerek alçaltan bir yazar, eğer zaten kendi yaşamı onun cezası hâline gelmediyse, bu manevi köleliğin cezası olarak sansür adı verilen köleliği hak eder.” (Karl Marx).

[28] Aytunç Erkin, “Aksu’ya Gelen Telefon”, Sözcü, 19 Ocak 2022, s. 14.

[29] Adnan Bulut, “Dil Koparan Cumhurbaşkanı”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2022, s. 2.

[30] Yılmaz Özdil, “Sezen Aksu”, Sözcü, 20 Ocak 2022, s. 20.

 

 

Burjuva sanatçı üzerine tartışmalar – Karnaval Kumpanya

Karnaval Kumpanya olarak 29 Ocak Cumartesi günü Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” kitabının “burjuva sanatçı üzerine” kısmını tartıştık. Kitap, isminin de yönlendirdiği üzere burjuva kültürünün çürüyüşünü farklı yönleriyle anlatıyordu. Biz de tartışmalarımızı derinleştirmek adına kitap üzerine çalışmaya başladık.

Caudwell’in yazısı temelde sanatın ve sanatçının işlevine, burjuva kültürüyle şekillenen sanatçının genel yönelimlerine ve bu sanatçılardan birisi olan D. H. Lawrance’ın bu kültüre karşı olmasına rağmen nasıl bu kültüre tekrar eklemlendiğine odaklanıyordu. Biz de Caudwell’in izleğini takip ederek tartışmalarımızı şekillendirdik.

Sanat üzerine tartışmalarımızın bolluğundan faydalanarak, tartışmaya girerken sorduğumuz ilk soru, “Sanatçının işlevi nedir?” oldu. Caudwell’in de tartışılmasını önemli bulduğu konu hakkında basit fikir yürütmeler yapmaya başladık. Öncelikle soruyu bağlamsız bir şekilde tartışamayacağımızı saptadık. Çünkü farklı zaman ve mekânlar içerisinde sanatçının işlevi farklı olacaktır. Örneğin sınıflı toplumun sanatçısı ile sınıfsız toplumun sanatçısı, nitelik olarak birbirinden çok ayrıdır. Benzeri bir şekilde, sınıflı toplumlar içerisinde de Antik Yunan’daki bir sanatçı ile Rönesans İtalyası’ndaki bir sanatçı, birçok yönden birbirinden ayrılır. Hatta bu tartışmaya köleci toplumda sanat kavramının olmayışı, sanat ve zanaat kavramlarının feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş aşamasında ortaya çıktığı gibi bir bilgi de devreye girebilir. Dolayısıyla da sanatçının işlevini saptamak için nerede ve ne zaman soruları büyük önem arz etmektedir.

Tartışmanın daha elle tutulabilir olması için sanatçının işlevi konusunu kapitalist toplum içerisinde sınırladık. Bu bağlamda da karşımıza, Caudwell’in de saptadığı, bir taraftan piyasaya, bir taraftansa abartılmış bir bireyselliğe sıkışmış bir sanatçı formu çıkar. Sanatçının kapitalist toplum içerisinde yaşadığı temel çelişki, toplumun sanatçıya, eseriyle ilişki kurarken eserini mülkü olarak görmesi gerektiği dayatmasıyla belirginleşir. Yani sanatçı ve eseri, mülkiyet ilişkisi içerisinde ele alınmaya başlamıştır. Bundan dolayı sanatçı, eserine mülkü olarak bakmak zorunluluğunu taşımaya başlar. Bu durum da ya sanatın pazara sokulmak için üretilmesine ya da pazara sokulmaması için toplumdan soyutlanıp sadece kendi için üretilen bir nesne hâline dönüşmesine yol açar. Burjuva kültürünün yarattığı sanatçı, ya piyasaya açılacaktır ya da kendini toplumdan soyutlayacaktır.

Bu bilgiler bugün de Caudwell’in yazdıklarıyla örtüşmektedir. Ancak Caudwell’in yazdıkları ile bugün arasında yaklaşık 84 yıllık bir fark olduğunu düşününce, bu ilişkinin de değiştiği görülebilir. Artık sanat öyle bir noktaya gelmiştir ki her türlü sanat üretimi alınıp satılabilirdir. Öyle ki piyasaya sokulmamak üzere, toplumdan soyutlanmış, son derece bireysel sanat formları bile pazara entegre olmuş, sanatçıyı bir deha konumuna sokup milyonlarca dolara satılabilir bir hâle sokulmuştur. Hatta sanat tam da bu bireyselliğe yönlendirilmiş, toplumun genelinin anlayamadığı, zaten anlamasının da gerekli olmadığı biçimler önemsenmeye başlanmıştır. Post-modern akımlarla birlikte sanat, anlamın ortadan kaybolduğu, iletişimsizliğin ve eylemsizliğin ön plana çıktığı, bireyin toplumdan soyutlanıp yalnızlaştığı, sistemin çarklarının arasında ezildiği ve asla tek bir gerçeğin bulunmadığı bir anlamsızlık düzlemine itilmiştir. Artık aktif olarak sistemi yıkmayı hedeflemeyen hiçbir sanat formu, pazardan muaf değildir. Öyle ki sisteme duyulan öfke bile çeşitli formlarıyla alınıp satılabilir bir hâle gelmiştir.

Bu noktada Caudwell’in tanımını yaptığı bir gerilim tartışmaya dahil olur. Caudwell’e göre sanat, değişen toplumsal ilişkilerle eskimiş bilinç arasındaki gerilimden doğmaktadır. Bu gerilimin ise evrimci ve devrimci olmak üzere iki biçimi bulunur. Evrimci biçim, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin kendini açığa vurmasıyla oluşan, sistemin ürettiği ve üretmeye devam edeceği genel sanat formlarıdır. Bu biçim, kapitalist toplum içerisinde sanatın mülkiyet ilişkileriyle yoğrulmasına denk düşer. Biraz önce tanımladığımız, günümüzde sanatın geldiği yer de bu evrimci biçimin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devrimci biçim ise, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin, aşılmak üzere keskinleşmesiyle oluşur. Yani artık kabına sığamayan bu çelişki, sanatta da kendini var edip sistemi yıkıp yeniyi inşa edecek bir formda kendisini var eder. Ancak bu biçimin oluşabilmesi için sanatçının artık tek başına bir sanatçı olarak değil, aynı zamanda bir insan, yurttaş, sosyolog olarak hayata bakmasına ihtiyaç vardır. Sanatçı, sanatla birebir ilişkide olmayan politika, ekonomi, bilim ve felsefeyle ilgilenmelidir. Ancak bu yönüyle sanat, sistemin kendisini dayattığı evrimsel biçimden çıkıp devrimci bir hâle getirilebilir. Bu nedenle bizim de saptamamızla uyuşacak bir yerden artık saf sanatın olmadığına kanaat getirebiliriz. Sanat, sınıf savaşının içerisinde farklı cepheleri olan bir alandır. Dolayısıyla devrimci olmayan ya da bu cephede kendini var edemeyen her sanatçı piyasa tarafından öğütülme riski taşımaktadır.

Bu sanatçılara bir örnek olarak Caudwell, D. H. Lawrance üzerinden bir tartışma yürütür. Lawrance da burjuva kültüründen nefret eden bir sanatçı olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak tek başına nefret etmek, bu kültürü yıkıp yenisini inşa etmeyi sağlayamaz. Lawrance’ın da bu konuyu çözmek için ortaya koyduğu temel bir teori bulunmaktadır. O da burjuva kültürünün toplumu yozlaştırmasının önüne geçebilmek için geriye dönmektir. Yani kapitalizmin olmadığı, hatta sınıfların bulunmadığı ilkel “eski güzel günlere” dönmeyi arzular. İlkele dönüş, Lawrance’a göre bu sorunun kesin çözümüdür.

Lawrance’ın bu çözümü ortaya atmasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Ona göre Avrupa kültürünün yozlaşmışlığı ve mülkiyet hırsı, toplumun bilinçliliğinden kaynaklanmaktadır. Bilinç, insanlığı öyle bir noktaya getirmiştir ki artık insanlar kendi basit fiziksel arzularını bile karşılamaktan aciz kalmışlardır. Dolayısıyla da bundan hemen vazgeçilmeli, insanın en basit arzularına geri dönülmelidir. Ona göre insan toplumsal ilişkileriyle beraber değil, ona karşın özgürdür. Yani insanı özgür yapacak şey doğrudan içgüdüleri ve tensel isteklerinin kendisidir.

Lawrance’ın bu isteğinin temelinde, aynı zamanda felsefî bir boşluk da bulunmaktadır. Ona göre duygu ve düşünceler birbirlerini yadsırlar. Günümüz rasyonel düşünen kapitalist toplumu, duygunun önemini kaybetmesine neden olmuş, onları köreltmiştir. Bu nedenle de duygular ancak düşünceler olmadığında kendisini açığa vurabilir. Buna örnek olarak da ilkel danslarda duyguların çok daha yoğun yaşandığı, çok daha yüksek bir güdü ile arzuların tatmin edildiğini gösterir. Ancak Caudwell bu konuda Lawrance’ı yaklaşımının eksikliği nedeniyle eleştirmektedir.

Duygu ve düşünceler, birbirini dışlamaz, tersine birbirlerini yardımlaşarak yükseltirler. Duygu ve düşünceler birbirlerinden tamamen ayrı düşünülemeyeceği gibi, nitelik olarak da birbirlerini beslemektedirler. Bir salyangoz, bir insan gibi duygulanım yaşayamaz, çünkü insan kadar nitelikli düşünebilme yetisi yoktur. Aynı şekilde ilkel bir toplumdaki düşüncelerin basitliği, duyguların da basitliğine yol açmaktadır. Duyguların karmaşıklığı, düşüncenin karmaşıklığından bağımsız olarak düşünülemez. Bu bağlamda günümüzden bakıldığında bir pembe dizideki ilişkilerin karmaşıklığıyla oluşan duygu sarmallarını, eşi ve en yakın arkadaşı tarafından aldatılan bir insanın aynı anda hissettiği öfkeyi, acıyı, üzüntüyü ve belki de şüphesinin gerçek olduğunu gördüğündeki o hafif rahatlamayı düşünebiliriz. Bu karmaşıklıkta bir düşünceler toplamı, yine karmaşık bir duygu sarmalını beraberinde getirir. Bu pembe dizideki duyguları, böylesi bir düşünce sistemi bulunmayan, hayata dair ancak basit fikirleri birbirine aktarabilen bir toplum yaşayamayacaktır. Düşüncenin basitliği, duygunun da basitliğine yol açmaktadır.

Buradan yola çıkarak Lawrance’ın duyguya verdiği önemi gözetirsek sonuç geriye gitmek değil, ileriye gitmek olmalıdır. Günümüz kapitalist sistemi içerisinde duyguların yozlaştığı doğru bir tespit olabilir, ancak bunun çözümü bilinçli bir şekilde bilinçsiz bir döneme dönmeye çalışmak değil, tam tersine bilinci geliştirmek olmalıdır. Düşüncesinin niteliğini artıracak bir toplumda duygular da önem kazanır. Caudwell’in sözleriyle “Eskiye dönmek yerine yeniye gitmemiz gerekir; yeni var olmadığına göre onu yaratmamız gerekir.” [1]

Lawrance’ın duygu ve düşüncelere yönelik karşıtlıklar üzerinden oluşturduğu tavır, günümüzde de farklı biçimleriyle karşımıza çıkar. Özellikle anlam üzerinden yürütülen tartışmalarda duygu ve düşüncenin birbirini dışlamasının varsayılması kendisini çokça açık etmektedir. Örnek vermek gerekirse bir tiyatro oyununun herhangi bir mesaj kaygısı taşıyor olması, çoğu zaman oyunun didaktik veya dayatmacı diye yaftalanmasıyla sonuçlanır. Bu durum, eserin teknik açıdan yetersiz ya da ideolojik açıdan çürümüş olmasıyla değil, anlam varsa sanat yoktur gibi bir genellemeyle kendini gösterir. Dolayısıyla da öznesine bakılmaksızın düşünceye negatif bir anlam yüklenir.

Burjuva kültüründe anlamın olduğu yerde sanattan zevk alınamayacağı gibi bir fikir oluşturulmuştur. Özellikle post-modern akımlarla beraber oluşturulan bu fikir, sanatçıya ya anlamsız ya da aynı anda çok fazla anlam içeren, herhangi bir yöne doğru net bir şekilde yöneltilemeyen bir eser çıkarması konusunda baskı oluşturur. Tabii bunun uygulanamadığı sıklıkla görüldüğünden dolayı burjuva değerlerini taşıyan eserlerin kamuya bolca sunulduğu da görülmektedir. Kendi çelişkileriyle birlikte var olan burjuva kültürü, bu yönleriyle birlikte günümüzde altı boşaltılmış, anlamın belirsiz veya ancak gündelik olduğu, neye dayandığı bilinmeyen ve sanatçının dehasına atfedilen bir sanat biçimi yaratmış, sanatın toplumun kendisini inşa etmesini sağlayan her biçimini burjuva ideolojisiyle donatmıştır.

Duygu ve düşüncenin birbirini beslemesi, burjuva kültürü tarafından da zaman zaman kullanılmaktadır. Örneğin ne olduğu anlaşılamayan, hayatta herhangi bir yere tekabül edemeyen bir resim ya da heykel, onunla beraber sunulan açıklama kartlarıyla birlikte detaylandırılır, sanatçının niyetini alımlayıcıya sunar. Bu sayede de boş bir tablo bile milyonlarca dolara satılabilecek, yüce duyguları harekete geçiren bir eser olarak pazarlanabilir. Caudwell’in zamanında yeni yeni başlayan bu sorun günümüzde çok daha nitelikli bir biçimde kendisini var etmektedir. Mesele anlamın olup olmaması değildir, var olan anlam değiştirilebilir, anlam yoksa yaratılabilir, varsa da altı boşaltılabilir. Önemli olan piyasanın isteklerine göre sanatın nasıl kullanılacağı, sınıf savaşı içerisinde nasıl bir yere oturtulacağıdır.

Sonuç olarak burjuva sanatçı, burjuva kültürü tarafından sıkıştırılmış ve sisteme eklenmekte olan bir sanatçıdır. Caudwell’in deyişiyle “Onun kültürü, her zaman çürüyüşünün bilincinde olan, kendini eleştiren ancak her şeyin değişik olduğu bir zamana dönmekten ve böylece burjuva kültürünü bugüne getirmiş olan tüm gelişmeleri yok etmekten başka çözümü olmayan burjuva kültürüdür.” [2]

Bu sistemi yıkmayı hedeflemediği sürece burjuva sanatçı sistemin çarklarına eklemlenmek dışında bir şey yapamayacaktır. Dolayısıyla da Caudwell’in 1938’de “ölüyor” dediği bu kültür, bugün 2022’de artık çürümüş, her yeri ölüm kokusuna boğmuştur. Kendisinin ve sanatının özgürlüğünün toplumun özgürlüğünden geçtiğini fark etmeyen sanatçı, gündelik çözümlerden başka bir şey üretemez. Sanatçının daha nitelikli bir sanat oluşturmak için devrimcileşmekten başka bir şansı artık kalmamıştır.

 

[1] C. Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, s. 54.

[2] A.g.e., s. 56

Yansıma – Yusuf Alp

Uzak köşede dosyaları toplayan adamın yüzüne uzun uzun baktı. Dosyaları teslim ettiği müdürün gözlerine kaydı bakışları, yanından geçen stajyer mimar kızın dişlerine, hızla yürüyen patronun pürüzsüz cildine, otuzlarının sonundaki pazarlamacının memelerine…

Bulantı…

Baş dönmesi…

Zorakî bir gülümseme.

Ayaklarını uzatıp, sırtını rahat koltuğunun arkasına dayadı. Boğulması gerekiyor da boğulmuyormuşçasına. Ölemeyen, ciğeri parçalanan Promete gibi. Üstelik ateşi çalmayı düşünen hiç olmamıştı.

Ayaklarını toplayıp, yeri tabanında duymak istedi. Eklemlerine yolladı gücünü. Ellerini masaya dayadı; poposuyla koltuğu geri attı, dikildi. Vücudunun geri kalanına yolladığı gücünden bıraktığıyla, kafasını ancak birkaç santim kaldırabildi. Boynu kasılı ve eğik, salına salına, iki birayı bir anda dikmiş ama sarhoş da olmamış gibi yürüdü.

Koridoru geçip asansöre attı kendini. 3 kat aşağıda firar etti 54 saniyelik hükmünden. Trabzanlara tutunup bir kat daha indi. Yüzlerce kez adımladığı koridoru son kez geçti. Hayatının en zor kulvarını; kısa mesafe maratonunu bitirip iki avcuyla ittiği kapıdan geçerek aynı avuçları lavabonun mermerine dayadı. Son gücüyle kafasını kaldırdı. Aynaya baktı.

Kendine baktı Ömer Faruk.

Bulantı…

Baş dönmesi….

Hüzün.

* * *

Ömer ve Faruk, 2024 Nisanı’nda Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde doğdu. İki bebeğin de bütün değerleri ve kilosu tam olması gerektiği gibiydi. Tek yumurta ikizlerinden önce Faruk doğmuş, 52 dakika sonra da Ömer doğmuştu. Ama arada karıştıkları için ailesi önce doğana Ömer adını koyacakken, Faruk koymuş oldu. Tabii bunu ne Ömer ne Faruk ne de ebeveynleri hiç öğrenemedi.

Çocukluğunu atlatıp ergenliklerine doğru geçerken, gerçekten tanıştılar. Tanıştı demek daha yerinde.

Anlatıyorum.

Muhafazakâr bir aile olan ebeveynler çocuklarına anca 2035’e gelinip kavurucu sıcaklara karşı bir dönem çevrimiçi eğitime geçilince bilgisayar aldı. -Çinli bilimciler o yaza tavşan sıcakları dediler-.

Çocuklar birbiriyle çok az konuşuyordu, ama kavga ettiklerini gören olmamıştı. Biri saatlerce bilgisayar sırasını devretmese bile diğeri ses etmiyordu. Çok meraklı iki çocuktu onlar. Oyun oynadıklarını ebeveynleri dahil kimse görmedi. Arama motorunda popüler bilim sitelerinin kayıtları birikiyordu.

Ebeveynler arama geçmişini her kontrol ettiğinde memnun kalkıyordu. Heveslerini ve motivasyonlarını yüksek tutmak için çocuklarla araştırdıkları konular üzerine sohbet etmeye başladılar. İkisi de hevesle aynı şeyleri anlatıyorlardı. Ailelerini bu kadar geç bilgisayar aldıkları için pişman ettiler.

Bir akşam yemeğinde baba gene de endişelenip Ömer’i uyardı. “Oğlum” dedi. Ve ekran başında fazla kalıp gözlerini bozmamasını istedi. Anne “yok” dedi. Bazan Ömer’in bazan da Faruk’un fazla kaldığını ama çocuklarla konuştuktan sonra sırayla yeteri kadar oturduklarını söyledi.

Baba, 11 yaşında çocuğun bu kadar şeyi bu kadarcık sürede öğrenemeyeceğini, Ömer’e dikkat etmelerinin iyi olacağını söyledi. Bir süre daha dikkatli gözlemledikten sonra bir sorun görmediler. “Herhalde” dediler. Çocukların araştırdıklarını birbirine anlattıklarını düşünüp endişelerini giderdiler.

Ama gel gelelim bir pazar sabahı çocuklar York’ta gerçekleşen bir ölü doğumun haberini okudular. Haberdeki tek yumurta ikizi bebeklerin yeterli sayıda organı yoktu. Birinde akciğer varken, diğerinde karaciğer; birinde kalp varken diğerinde mide, ikisinde birer böbrek ve birer beyin lobu bulunuyordu.

Adeta bir bedenin organlarını üleşmişlerdi.

O zaman Ömer ve Faruk’un Ömer-Faruk olduğunu keşfettiler. Ömer-Faruk yıllarca hissetmesine rağmen bunun ne demek olduğunu algılayamıyordu. Okuduğu haber, hissettiğini gözlerinin önüne sermişti.

Çocuk kendisini keşfetti. İki bedene sahip tek bir insandı o. Birbirinden çok uzak mekânları ve hatta birbirinden farklı zaman akışlarını deneyimleyebilen biri.

* * *

Var olmamış ve belki hiç var olmayacak bir insan olarak dünyaya gelmişti. Mükemmeldi. İki bedenini saatlerce karşılıklı oturtup dört gözünden kendisini seyretmeye başladı. Kendine baktı, sesini duydu, dokundu.

Bu saatler çok artınca ailesi durumu sordu. Çocuklarının anlattıklarını, doktora iletip muayene ettirdiler. İki kafatasında ayrı ayrı birer beyin lobu görülünce anomalinin tespiti yapılmıştı.

Aile anlamaya çalışırken oğlan durumun tadını çıkardı.

Arasındaki bağ güçlendi, kendisinin ilk sevgilisi oldu. Bulutların üstünde yaşadı bir süre. Sonra her ilişki gibi kavgalar başladı. Hiddetli bir anda canavar dedi kendine. Kavgaları büyüdü ayrıldılar. Terk edilen kendiyle bütün iletişimini kopardı.

İlk gençliği boyunca içine kapandı. Sadece ötekiyle konuştu. Hezeyanla kaçtı bütün düşünce anlarından. Düşündüğünü kendisi duyuyordu. Küstüğü kendisi.

* * *

Ömer-Faruk’un daha verimli organları bir bedende toplandı ve beyin lobları da aynı kafatasına nakledildi.

Bir süre gücü ve güzelliğiyle oyalanmıştı. Sonra kendi kusurlarını görmeye başlamıştı.

Kusursuzu aradı. Yapay göz üretimi ve yüz naklinin ilk dönemlerinde yaşıyordu. İki güzel yüz, fazladan uzuv ve organların karşılığında, tek ve kusursuz bir beden ve yüz istedi. Bir bedende toplamak istedi güç ve güzelliğini. Ve kusursuz olanı buldu.

Pürüzsüz bir cilt, simsiyah gözler, parlak koyu kumral siyaha çalan saçlar, kemikli bir çene, dolgun ve yumuşak dudaklar, biçimli bacaklar, sert ve düz karnıyla bir yarı tanrı.

* * *

Bulantı…

Baş dönmesi…

Panik.

Aynadaki yabancıya öfkelendi. Avuçlarını soğuk mermerden çekip, foşur foşur akan suyun altına bıraktı. Ellerini yıkamaya başladı. Musluğun ayarını kaynar derecede suya çevirdi. Ellerini tersine çevirip baktı, temizlemeye çalıştı. En soğuğa çevirip dakikalarca altında tuttu. Çatlayacaktı derisi.

Avcunu yüzüne götürdü, dokundu. Yüzünün her yerini kaydetti avuç içinden hafızasına ve aynayı tek yumrukta parçaladı. Bu yüzü bir daha görmemeye yemin etti. Göz kapaklarını kapattı; baş parmaklarıyla göz yuvarlaklarına baskı yaptı. Bu hareket tansiyonunu düşürüyordu.

Baldırlarına güç geldi. Vahşi bir hayvan gibi tek hamlede kapıyı itti. Kendini binanın dışına atıp ilk taksiye bindi. Sadece “Surp Pırgiç’e” diyebildi. Şapele gidip bir sandalyeye oturdu. Gözünü kapatıp dakikalarca bekledi.

* * *

Bulantı…

Baş dönmesi…

Atak.

Erkek kusursuzluğun olabilecek en büyük kusur olduğunu görmüştü. Herkesin ilk aklına gelenin pürüzsüz bir cilt olduğunu… Kendisinin artık eşsiz değil, güzel imgesinin herhangi bir görünümü olduğunu…

Ömer Faruk’la ilgili anlatabileceğim son şey kendi yüzünü geri istediği. Yüzünün bir kopyasının nakledilmesini reddettiği, hayatî tehlikeye rağmen kendi yüzü ve gözlerinin naklini istediği, bunun sorumluluğunu aldığı ve hastaneye herhangi bir durumda dava açmayacağı…

Direniş öğretir, direniş kazandırır, direniş örgütler

Saray Rejimi, uluslararası ve yerli tekellerin iktidarıdır. Onların devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

Yani, işçi ve emekçilerin açık düşmanıdır.

Yetmez, işçi ve emekçilere karşı açık bir saldırı yürütmektedir.

Erdoğan, açık olarak, patronlara, her istediğinizi yapıyoruz, bizim sayemizde grevler de yok, diye seslenmektedir.

Her hak arama eylemine, devlet, tüm güçleri ile, iç savaş hukuku ile saldırmaktadır.

İşçilere, öğrencilere, kadınlara, çocuklara karşı her saldırı, doğrudan Saray Rejimi’nin kontrolü ve emirleri altında gerçekleşmektedir.

Ülkede cinayetler sürekli artmaktadır. İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri birbiri ile yarışır hâldedir.

Sendikalar ellerindedir.

Polis gücünün uzantısı olmuş yargı sistemi, emir komuta zinciri içinde açıktan saldırarak çalışmaktadır.

Burjuva medya, Saray medyası da içinde, sistemi korumak için bir yalan makinası, bir karanlık pompalayıcı makina gibi iş görmektedir.

Ordusu polisi, halkın her eylemine, işçilerin, gençlerin her eylemine, kadınların her eylemine açıktan saldırmaktadır.

Burjuva partiler, muhalif burjuva partiler, bu saldırılar karşısında sinmeyen, yılmayan işçi ve emekçileri, kadın ve gençleri evlerinde tutabilmek için, yeni korkular üretmektedir. Sokağa çıkmaya karşı burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ni tamamlayacak şekilde korku pompalamaktadır.

Tarikatları çetedir, çeteleri tarikat. Hepsi, hep birlikte saldırmaktadır.

Ama bütün bu saldırılara karşın, işçi ve emekçiler, gençler ve kadınlar direnişi sürdürmektedir. Gezi ile başlayan direniş süreci, inatla sürmekte, giderek daha farklı biçimler almakta, yayılmaktadır.

2022 bu direnişlerle başlamıştır.

Sendikalar bu direnişleri önlemek için, 2021’in son aylarında ellerinden geleni yaptılar. Ama başaramadılar, başaramayacaklar.

Giderek birçok fabrikadan, birçok işyerinden direniş haberleri gelmekte, işçiler direnen kardeşlerini daha yakından izlemekte, direnişlere daha yakın durmaktadır.

Artık, her koyun kendi bacağından asılır düşüncesi, işçiler içinde, direnenler içinde adım adım aşılmaktadır.

İşçi sınıfı, tüm direnişi birleştirmiş değildir henüz. Bunun yolu Birleşik Emek Cephesi’dir. Bu henüz gerçekleşmemiştir, ama işçiler, özellikle direnen işçiler, birleşik emek cephesinin gerekliliğini daha iyi hissetmektedirler.

Her direniş, kararlılıkla sürdürülürse, bazı hakların alınabileceğini göstermektedir.

En son Migros direnişi buna örnektir.

TÜSİAD yöneticisi Özilhan’ın evinin önüne giden işçi, tek başına da olsa, tutuklanmaktadır. Buna rağmen, Migros işçileri geri adım atmamıştır. Migros işçisi “taşeron” numarasına kanmamış, benim sayemde zengin olanlar, bana hakkımı vermeye sıra gelince taşeronun arkasına sığınamaz demiştir.

Gözaltına alınmışlardır.

Migros deposuna, TOMA’lar girmiştir.

Saray Rejimi, Özilhan ailesini savunmak için, basınını devreye sokmuş, TOMA’sını devreye sokmuş, yargısını devreye sokmuş, ama henüz tanklarını devreye sokmamıştır.

Buna rağmen direniş devam etmiştir. Ve işçiler haklarını almayı, işten atılan arkadaşlarını geri almayı başarmışlardır.

Birlik ve mücadele, direniş, işçileri örgütlemiş ve kazanmalarına temel olmuştur.

Migros’un direnen işçileri, henüz tüm Migros mağazalarının önüne grev çadırlarını kurmamıştır. Ama buna rağmen, önemli bir adım atmışlardır.

Bu küçük adımdır. Ama önemlidir. Önemi, direnişle gelen kazanmadan gelmektedir. Kimseye yalvarmakla değil, direnişle kazanılacağının işaretidir bu. Yolu göstermektedir ve önemi de buradan gelmektedir.

Migros sadece bir örnektir.

Bunun gibi birçok direniş gerçekleşmiştir. Ve bu direnişlerde işçiler, kendilerine verilen %10 gibi zamları geri çevirmiş, az da olsa haklarını alma yolunda adımlar atmışlardır.

Ülkede açlık, işsizlik kol gezmektedir.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilerden, emekliden ve yoksuldan, büyük paraları patronlara transfer etmektedir. Elektrik zamları, sadece bir zam olmanın çok ötesindedir. Elektrik zamlarına karşı yapılan protestolar, ülkenin her yerine yayılmıştır.

Tüm bu direnişler, işçi sınıfının, emekçilerin direnişinin gücünü göstermektedir.

Tüm bu direnişler, büyük bir direnişin parçasıdır, öyle ele alınmalıdır.

Saray Rejimi saldırırken, burjuva muhalefet “sandığı bekle” komutu vermekte, sandık hayallerini canlı tutmaktadır. Sanki seçimleri iptal etmek, ertelemek, seçimlere hile karıştırmak bir metot olarak Saray Rejimi’nin elinde değilmiş gibi.

Sanki Saray Rejimi, egemenler, kendi hukuklarına uyuyormuş gibi, işçileri hukuka uymaya davet etmektedirler. Oysa ortadaki hukuk, iç savaş hukukudur.

İşçiler, emekçiler, direnen herkes, bu hukukun neyin hukuku olduğunu bizzat görmekte, bizzat deneyimleri ile yaşamaktadırlar.

Direniş, iyi bir öğretmendir.

Direniş, iyi bir örgütleyicidir.

Direniş, direneni güzelleştirmektedir.

Şimdi işçi ve emekçilerin önündeki görev, bu direnişleri genel bir direnişe çevirebilmek, topluca şalterleri indirmektir. Bu örgütlenmesi gereken bir genel direniştir.

Bunun için, daha fazlası gereklidir.

Bunun için, işçi sınıfının Birleşik Emek Cephesi’nde örgütlenmesi zorunludur.

İşçi sınıfının yolu, kurtuluşa giden yolu buradan geçmektedir.

Bu kokuşmuş, bu köhne, bu insanı insana kul eden sistemin yıkılmasının, aydınlık ve sömürüsüz günlere yürümenin başkaca yolu yoktur.

İşçi sınıfı, direnenler, kadınlar ve gençler, tüm emekçiler, tüm direnenler, bu mücadeleyi geliştirmek, örgütlemek dışında bir seçeneğe sahip değildir.

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.

İşçi sınıfı, devrimci harekete yönelmek, devrimci hareketin saflarında yer almak, devrimci sosyalizm bayrağı altında birleşmek zorundadır.

Seçim masalları ile, reform masalları ile, boş vaatlerle uyutulmaya son vermek, ellerimizdedir. Bunun yolu örgütlü direniştir. Daha gelişmiş bir direniş, daha merkezî bir direniş, ancak daha gelişmiş bir örgütlenme ile gerçekleşecektir. İşçi sınıfı, bunu yapacak güçtedir. Dahası, ülkeyi kurtaracak, savaşsız ve sömürüsüz dünyayı kuracak tek güç de işçi sınıfıdır.

İşçiler, bu direnişlerde, direnmenin nasıl kazandırdığını görmektedirler. Ama esas zafer, tek tek fabrikalarda, kötünün iyisine razı olacak haklar almak değildir, daha ileri gitmeli ve tüm ülkede bir genel direnişi örgütlemeliyiz.

Bunun yolu, açık ve nettir: Direniş ve örgütlenme.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi.

Yaşasın işçilerin devrimci birliği.

Ukraine: US/NATO Warmongering

The warmongering of the USA, the leader of the imperialist world which has lost its altitude, which has continued over the years and peaked in recent months, has finally turned into a hot conflict in Ukraine.

The arming of Ukraine, accompanied by the US-UK duo’s campaign that Russia will attack Ukraine since November 2021, has evolved into a war involving Russia as a result of the Neo-Nazi, fascist ruling coalition’s attacks on the Donbass region.

The instigator of this war is the USA, which uses NATO as an apparatus, and the UK, which sided with the USA, just like it did in the invasion of Iraq.

NATO is the war machine of imperialism and a proven murderer of peoples. Freedom, peace and tranquility have never come to workers-laborers and peoples anywhere, in contrary came up war, murders and disasters until today by the hand of NATO, which was established as a war machine of imperialism against socialism.

NATO must be dissolved; it must be abolished. This is only possible with socialism, with the collapse of the capitalist-imperialist system. In the Soviet Union, established with the October Revolution led by the Bolsheviks, the equal and free common life experience of the workers and the peoples; continues to show the way of peace and the siblinghood of peoples.

In the absence of socialism, the only way that will end the wars today when the imperialists are engaged in a war of re-partition of the world, is working class governments, socialism.

This applies to Ukraine and the Donbass, as well as to all the countries of the world that are partitioned and turned into battlefields.

What we are experiencing is the result of the imperialists who were standing together the threat of socialism under the US leadership under the umbrella of NATO embarking on a new war of partition after the dissolution of the Soviet Union, and the US hegemony becoming questionable.

After the collapse of the USSR, the former socialist countries were the subject of partition, and the first partitioned region was the Balkans, which included Yugoslavia. After that, the USA continued to expand to the “east” through NATO, and the policy of surrounding Russia continued step by step.

Declaring the “end of history” with the Pyrrhic victory in a world where the USSR disappeared, the USA, against the questioning of its leadership that was maintained by NATO, announced the political Islam created by the Green Belt Project as a common enemy against socialism and placed it in front of its rivals, using the September 11 attacks as an excuse, and tried to impose his leadership through wars while it still had an undisputed military superiority.

While invasions of Afghanistan, Iraq, Libya and finally the Syrian war were devastating peoples, they did not turn into victories that would make USA’s hegemony accepted undisputedly, and political Islam did not serve as the cement of NATO.

In the face of this, the USA, which tried to maintain its leadership by spreading the war, declared Russia and China as enemies again, presented them as a cake to be shared in front of its imperialist rivals and demanded that its leadership be accepted through NATO.

Even though Russia and China have broken the route from socialism towards capitalism, they are subject of partition for the USA, England, Germany, France and Japan, who are engaged in a war of partition among themselves; They are a cake that is offered to USA’s rivals in exchange for the acceptance of the its leadership. The independent stance of Russia and China due to their socialist pasts, the fact that they have not been colonized yet, that they are powerful countries are proof that they are not easy prey. However, this is also seen as an opportunity by the USA, the biggest military power of the imperialist world, to impose its leadership.

For the USA, whose hegemony is falling on an inclined plane, there is no other way but to spread wars. After Biden, who was the architect of the Maidan coup carried out in Ukraine by the Ukrainian Neo-Nazi fascists brought from Canada and the USA in 2014, becoming the US president, Ukraine started to be on the agenda again more intensely.

As a result of the massacres started and the racist policies that Neo-Nazi fascists carried out after they came to power in a coup, the Donetsk and Lugansk People’s Republics were declared in the Donbass region, which is the center of Ukraine’s industry and working class, where the Russian population is dense and the socialist past is alive, and resistance developed against the fascists.

As a result of the war in the Donbass region, a ceasefire was declared with the Minsk Agreement and steps were taken to solve the problem on the table, but the US-led government in Ukraine has not taken a step towards solving the problem so far. With Biden’s becoming president, the regime in Ukraine began to be armed and provoked against the Donbass and Russia, and Ukraine’s NATO membership was heavily brought to the agenda.

Such is the process leading up to the war that is taking place today. The role of the Turkish Republic here, just like in Iraq, Syria and Libya, is being a hitman for the USA, a warmonger. It has responsibility for the weapons sold to Ukraine and the Islamist gangs sent there, and the blood spilled in Ukraine.

TR must exit, the proven murderer of peoples, NATO; and imperialist bases must be closed.

The only thing that will enable the elimination of blood and exploitation in every part of the earth, and enable us to take a step towards peace and freedom will be the establishment of working class governments and the construction of socialism.

Long live the union of the workers, the siblinghood of the peoples!

Forward to the revolution! Either socialism or death!

25.02.2022

Çürümüş düzeni yıkalım, özgür bir dünya kuralım!

Bu çürümüş düzeni sürdürmek için egemenler esir bir toplum yaratmak istiyorlar. Her yönüyle esir alınsın ki bu toplum; sömürüye, aşağılanmaya karşı başkaldırmasın, sorgulamasın, insanca yaşamayı hayal bile etmesin istiyorlar. Çünkü bu düzen yoksulluktan, geleceksizlikten, sömürüden başka bir şey vaad etmiyor.

İşçiler aç kalırsam korkusuyla sömürüye başkaldıramasın, kadınlar öldürülürüm korkusuyla aşağılanmaya ve şiddete maruz kalmaya itiraz edemesin, halklar ve inançlar, anadillerini, kimliklerini, kültürlerini yaşatmak için harekete geçmesin istiyorlar.

Özellikle gençlerin akıllarını teslim almaya çalışıyorlar.

Her kademede eğitimi bilimsel bakış açısı ve yöntemlerden arındırarak çocukların ve gençlerin beyinlerini çöple dolduruyorlar. Yalnızca eğitimi değil, gençlerin günlük yaşamını da kontrol etmek istiyorlar. Enes Kara’nın intiharı bunun çığlığıdır.

Şimdi de 20. Milli Eğitim Şurası’nın okul öncesinde din eğitimini öneren tavsiye kararını değerlendiriyorlar. Bu, çocukların çok küçük yaştan itibaren akıllarını teslim alma projesidir. Biliniyor ki bilimsel düşüncenin temelleri oluşmaya başlamışsa, sorgulama mutlaka devamında gelecektir. Buna engel olmaya çalışıyorlar. Devlet okullarını imam hatipleştirme projesi de bunun içindir.

Ama bu adımlar asla yalnızca çocukların akıllarını teslim almak için değildir. Bir bütün olarak toplumu ehlileştirmek içindir.

Çünkü çocukları korumayan, çocukların beyninin bilim-dışı düşüncelerle doldurulmasına engel olmayan bir toplum, geleceğini teslim etmektedir. Geleceğini teslim edenin umudu da olmaz, başka bir yaşamın mümkün olabileceğine dair fikri de olamaz. Dolayısıyla bugün de esareti kabul ettirebilirsiniz böyle bir topluma… Yapmaya çalıştıkları budur.

Tam da bu yüzden bugün bunun esaret olduğunu görüp sonuna kadar reddetmeliyiz.

Bunun ilk adımı, önemli gerçeklerle yüzleşmektir:

  1. TC Devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı bunun itirafıdır. Diyanet İşleri varsa, devletin dini var demektir. Egemenliklerini sürdürmek, kitleleri yönetmek için dini kullanmaktadırlar. Zaman zaman Osmanlıcılığı, ama her zaman İslam’ı ve milliyetçiliği kullanarak yönetmektedirler.
  2. Bu politikaların tek kaynağı iktidar bloğu değildir. Saray Rejimi, yalnızca iktidardan ibaret değildir. Enes Kara’nın intiharını “aileyi üzmeyelim” diyerek konuşmayan muhalefetin ikiyüzlülüğü de bunun içindedir. Muhalefet partisi aslında tarikatların tepkisini çekmekten çekinmektedir. Saray Rejimi, iktidarıyla ve muhalefetiyle bu devlet-tarikat-mafya ağının içinde yönetmektedir.
  3. Saray Rejimi’yle her ilde IŞİD cihat örgütlenmeleri yaygınlaştırılmıştır. Hemen hemen her tarikat mafyatik bir örgütlenmeye sahiptir ve her biri birer holding büyüklüğündedir. Saray Rejimi bu tarikatlarla iş yürütmektedir.
  4. Eğitim, sağlık birer rant alanı haline getirilmiştir. Bu alanlarda verilen kararlar egemenlerin ekonomik ve siyasal çıkarlarına göredir.

Bunları bildiğimizde, bu çürümüş düzene karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiğinin cevapları da oluşmaya başlar.

Demek ki, bu çürümüş düzen yama tutmaz.

Demek ki yönetenler içinden seçimle gelip bir kurtarıcı çıkmayacak.

Demek ki teslim olmamak için mücadele etmesi gereken biziz!

Bugün kazanmanın yolu direnmekten geçiyor. İşçiler, halklar, kadınlar, öğrenciler, gençler olarak direnişi büyütmeye odaklanacağız. Tepkimizi bir kez ortaya koyup geri çekilmeyeceğiz. Israrla mücadele edecek, işyerlerinde, mahallemizde, okulumuzda bir araya gelecek, örgütlenecek, birlikte yeni adımlar planlayacağız.

Geleceğimiz için bugün iki adım daha atmanın, direnişi büyütmenin zamanı.

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

27 Şubat 2022

Ukrayna: ABD/NATO’nun savaş kışkırtıcılığı

Emperyalist dünyanın irtifa kaybeden lideri ABD’nin NATO üzerinden yıllara yayılan ve son aylarda zirve yapan savaş kışkırtıcılığı, sonunda Ukrayna’da sıcak çatışmaya dönüştü.

ABD-İngiltere ikilisinin Kasım 2021’den bu yana Rusya’nın Ukrayna’ya saldıracağına dair yürüttüğü kampanya eşliğinde Ukrayna’nın silahlandırılması, Nazi artığı faşist iktidar koalisyonunun Donbas bölgesine saldırıları neticesinde, Rusya’nın da dâhil olduğu bir savaşa evrildi.

Bu savaşın kışkırtıcısı, NATO’yu bir aparat olarak kullanan ABD ve tıpkı Irak işgalinde olduğu gibi ABD’nin yanında yer alan İngiltere’dir.

NATO emperyalizmin savaş makinasıdır ve halkların tescilli katilidir. Sosyalizme karşı emperyalizmin savaş aygıtı olarak kurulmuş NATO eliyle bugüne kadar işçi-emekçilere, halklara hiçbir yerde özgürlük, barış ve huzur gelmemiş, NATO’nun dahil olduğu her yerde, savaş, yıkım, katliam olmuştur.

NATO feshedilmeli, ortadan kaldırılmalıdır. Bu ancak sosyalizmle, kapitalist-emperyalist sistemin yıkılışı ile mümkündür. Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği’nde işçi-emekçilerin, halkların eşit ve özgür yaşam deneyimi, barışın da halkların kardeşliğinin de yolunu göstermeye devam etmektedir.

Sosyalizmin yokluğunda emperyalistlerin dünyanın yeniden paylaşım savaşına tutuştuğu günümüzde savaşları bitirecek olan tek çıkış işçi sınıfı iktidarları, sosyalizmdir.

Bu, dünyanın paylaşılan ve savaş sahasına çevrilen tüm ülkelerinde olduğu gibi, Ukrayna ve Donbas için de geçerlidir.

Yaşadıklarımız, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası, NATO çatısı altında ABD liderliğinde sosyalizm tehdidine karşı bir arada duran emperyalistlerin yeni bir paylaşım savaşına girişmesi ve ABD hegemonyasının sorgulanır hâle gelmesi sonucudur.

SSCB’nin dağılması sonrası eski sosyalist ülkeler paylaşımın konusu edilmiş, ilk paylaşılan bölge Yugoslavya’nın da içinde olduğu Balkanlar olmuştu. Bundan sonra da ABD, NATO üzerinden “doğu”ya doğru yayılmaya devam ederek Rusya’nın kuşatılması siyaseti adım adım devam ettirilmişti.

SSCB’nin ortadan kalktığı bir dünyada elde ettiği Pirus zaferi ile “tarihin sonu”nu ilan eden ABD’nin, NATO eliyle sürdürdüğü liderliğinin sorgulanmasına karşı, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek, sosyalizme karşı Yeşil Kuşak Projesi ile yarattığı siyasal İslam’ı ortak düşman ilan etmiş ve rakiplerinin önüne koymuş, henüz askerî olarak tartışmasız üstünlüğü varken savaşlarla liderliğini kabul ettirmeye çalışmıştı.

Afganistan, Irak, Libya işgalleri ve son olarak Suriye savaşı halklar için büyük yıkım olurken, ABD için hegemonyasını tartışmasız kabul ettirecek zaferlere dönüşmediği gibi, siyasal İslam da NATO’nun çimentosu vazifesini göremedi.

Bunun karşısında savaşı yayarak liderliğini sürdürmeye çalışan ABD, Rusya ve Çin’i yeniden düşman ilan ederek emperyalist rakiplerinin önüne paylaşılacak pasta olarak sunmuş ve NATO eliyle liderliğinin kabul edilmesini istemiştir.

Rusya ve Çin, sosyalizmden kapitalizme rotayı kırmış dahi olsa, kendi aralarında paylaşım savaşı veren ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya için paylaşımın konusu, ABD’nin liderliğinin kabulü karşılığında rakiplerine paylaşılması teklif edilen pastadır. Rusya ve Çin’in sosyalist geçmişleri nedeniyle oluşan bağımsız duruşları, sömürgeleştirilememiş olmaları, güçlü ülkeler olmaları, kolay lokma olmadıklarının kanıtıdır. Ancak bu ABD tarafından emperyalist dünyanın en büyük askerî gücü olan ABD’nin liderliğinin kabul ettirilmesi için de bir fırsat olarak görülmektedir.

Hegemonyası eğik bir düzlemde inişe geçen ABD için savaşları yaymak dışında bir yol yoktur. 2014’te Kanada ve ABD’den getirilen Nazi artığı Ukraynalı faşistler eliyle Ukrayna’da gerçekleştirilen Maidan darbesinin mimarı olan Biden’ın ABD başkanı olması ile birlikte, Ukrayna tekrar daha yoğun bir şekilde gündem olmaya başlamıştır.

Ukrayna’da Nazi artığı faşistlerin darbe ile iktidara gelmesi sonrası giriştikleri katliamlar, yürüttükleri ırkçı politikalar neticesinde, Ukrayna’nın sanayisi ve işçi sınıfının merkezi olan aynı zamanda Rus nüfusun yoğun yaşadığı ve sosyalist geçmişin canlı olduğu Donbas bölgesinde Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri ilan edilerek faşistlere karşı direniş gelişmişti.

Donbas bölgesindeki savaşın sonucunda, Minsk Anlaşması’yla ateşkes ilan edilmiş ve sorunun masada çözümü için adım atılmış ancak Ukrayna’daki ABD güdümlü iktidar bugüne kadar sorunun çözümüne dair bir adım atmamıştı. Biden’ın başkan olması ile birlikte, Ukrayna’daki rejim, Donbas ve Rusya’ya karşı silahlandırılmaya, kışkırtılmaya başlanmış, Ukrayna’nın NATO üyeliği yoğun olarak gündeme getirilmiştir.

Bugün yaşanan savaşa giden süreç böyledir. TC’nin burada aldığı rol ise tıpkı Irak’ta, Suriye’de, Libya’da olduğu gibi ABD adına tetikçiliktir, savaş kışkırtıcılığıdır. Ukrayna’ya satılan İHA-SİHA’lar ve oraya taşınan İslamcı çeteler ile Ukrayna’da dökülen kanda sorumluluğu vardır.

Emperyalizmin savaş makinası, halkların tescilli katili NATO’dan çıkılmalı, emperyalist üsler kapatılmalıdır.

Yeryüzünün her parçasında kanı ve sömürüyü ortadan kaldırıp; barış ve özgürlüğe adım atılmasını sağlayacak şey, işçi sınıfı iktidarlarının kurulması, sosyalizmin inşası olacaktır.

Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği

Devrim için ileri! Ya sosyalizm ya ölüm!

İşçiler ayakta, bıçak kemikte…

Son bir ay içerisinde dalga dalga işçi direnişleri patlıyor. Asgarî ücretin zamlı olarak ele geçmeden enflasyon karşısında erimesi, patronların sefalet ücreti dayatması karşısında işçiler, iş bırakarak, fabrika işgal ederek, şalter indirip kontak kapatarak yanıt veriyorlar.

Trendyol emekçileri ile başlayan kazanımlar, İstanbul’da çorap işçilerinin, Antep’te tekstil işçilerinin ve son olarak Migros depo işçilerinin taleplerini kabul ettirmesi ile devam etti. Kimi işyerinde direnişler kazanım elde edemeden biterken, Farplas’ta, YemekSepeti’nde, Aliağa’da, Antep’te ve birçok yerde direnişler devam ediyor.

Tüm bu tablo, yağma-rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulu Saray Rejimi’nin ekonomik krizin tüm yükünü işçi-emekçilere, halka yıkarak, TÜSİAD’dından MÜSİAD’ına, oradan “beşli çete”sine kadar tüm sermaye gruplarına sermaye transferi yapan politikaların ısrarının sonucudur.

Saray Rejimi, direnişlere “terör-provokasyon” yaftası yapıştırarak burjuvaziye sermaye transferi yapmakta ısrar edeceğini -elektriğe, doğalgaza yaptığı zamlarda görüldüğü gibi- ilân ediyor. Bu durum, işçi-emekçiler için artık katlanılmaz boyutlara gelen hayatın değişeceğine dair en ufak bir beklentinin oluşmasına da zemin bırakmıyor.

Saray’ın muhalefeti ise, işçi direnişlerine karşı tam anlamıyla kör ve sağırı oynuyor. İçi boş, “bekleyin, her şey çok güzel olacak” yalanları ile direnişlerin büyümemesi için dua ediyor.

Bu koşullarda işçi-emekçilerin önünde direnmek dışında bir yol kalmıyor. İşçiler, “bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır” sözünün anlamını bizzat yaşayarak görüyor.

Gelişen ve giderek yayılması kesin olan bu direnişlerin kazanımla sonuçlanması tüm emekçiler, yoksul halk için yeni bir umut, yeni bir çıkış yolu olacaktır.

Tüm direnişlere bu gözle bakmak, bu şekilde ele almak, kazanımlarımız ve yenilgilerimizden dersler çıkartmak yeni direnişlerin zaferinin kaldıracı olacaktır.

Bu çerçevede;

1- Her direniş, işçi sınıfının direnişidir. Direnişe geçen işyerlerindeki işçilerin, tüm işçiler, işçi sınıfı adına direndiği unutulmamalıdır. Bu bilinçle gerçekleştirilecek sınıf dayanışması direnişlerin zaferle sonuçlanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Direniş ziyaretinden dayanışma etkinliklerine, dayanışma grevine kadar her türlü eylemle dayanışmayı geliştirmek gerekir.

2- İşçilerin geliştirdiği sınıf dayanışması ile birlikte, bu düzenin yağma, talan, baskı ve sömürüsü karşısında direnen tüm toplumsal dinamiklerin, kadınların, öğrencilerin, doğasını-yaşamını savunanların, aydın-sanatçıların bu direnişleri sahiplenmesi ve kendi direnişi olarak ele alması önemlidir.

3- Direnişe geçilen yerlerde, varolan işyeri komiteleri güçlendirilmeli, yoksa kurulmalıdır. Bu komiteler aracılığı ile direnişteki tüm işçilerin iradesini ortaya koyabileceği, kendisini tüm açıklığı ile ifade edip direnişi güçlendireceği, işçi meclisi, konseyi gibi örgütlenmeler kurulmalıdır.

4- Direnişler, direnişin safında olan, direnişin kazanması için çaba gösteren tüm kurumlara kendini açmalıdır. Kazanmak için gücümüzü birleştirmeliyiz. Patronların ve devletin memurlarından gelen “aranıza kimseyi almayın” söylemi, direnişlerin büyümesini, yayılmasını ve kazanmasını engellemek için ortaya attıkları koca bir yalandır.

5- “Ekmek kavgası” siyasettir. Siyaset, sermaye sınıfı adına değişik isimlerle ortaya çıkmış partileri arasındaki laf kavgası değildir. Siyaset, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında, emek ile sermaye arasındaki sınıf kavgasıdır. Bizlere siyaset diye sunulan ve tüm makyajı ve laf kalabalığı ile yapılan ‘siyaset’, biz işçi-emekçilerin sırtından yaşadıkları cennetlerini sürdürmek içindir. İşçiler, “biz siyaset peşinde değil ekmeğimizin peşindeyiz” deseler de karşılarında devletin polisini, copunu, TOMA’sını, gazını, nezarethanesini, medyasını bulmaktadırlar. Sermaye sınıfı “ekmek kavgası”nın siyasi olduğunu bilerek hareket etmektedir. İşçiler de bu sınıf kavgasını bilerek hareket etmelidirler.

6- Bugün, tüm direnişlerin kazanması, bu direnişlerin paralel olarak sürdürülmesi, yeni başlayacak direnişlerin yol-yöntem konusunda daha hızlı ve kararlı ilerlemesi için bir koordinasyona ihtiyaç vardır. Bunun için direnişler ile direnişin safında yer alan tüm güçler arasında böyle bir koordinasyon gerçekleştirilmelidir.

7- İşçi-emekçilerin yönettiği, sömürünün, her türlü baskı ve ayrımcılığın ortadan kalktığı bir düzen için mücadele eden devrimcilerin, gelişen tüm direnişlere ortak bir akılla gitmesi, direnişlerin kazanımla sonuçlanmasında büyük bir rol oynayacak, işçi sınıfının nihai çıkarlarına doğru atılmış, mütevazi ama önemli bir adım olacaktır.

Rekabet böler, eylem birleştirir.

Korkuyorlar ya da Saray Rejimi nasıl yıkılır

Korku, insan kimyasında acaba nasıl bir değişiklik yapar?

Soru soruyu doğurur. Bundandır, egemenler hiçbir çağda soru sorulmasını sevmezler.

Diyelim ki, korkudan söz ediyoruz ve bunun insan kimyası üzerinde yapabileceği değişiklikler hakkında çok da bilginiz olsun. Peki ama kimin korkusundan söz ediyoruz? Mesela bir işçinin, bir kadının, bir öğrencinin, aç insanın korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa Saray erkanının korkusundan mı? Kölelerin korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa efendilerinkinden mi? Serfin korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa toprak sahiplerininkinden mi? Kapitalistin korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa işçi ve emekçilerin korkusundan mı?

Egemenlerin her çağda korkusu bir başkadır. Dünya onlar için cennettir. Kurdukları düzen cennetleridir. İşçi ve emekçiler için ise bir cehennemdir. Ve cehennemdekinin korkusu ile, cennetin sahiplerinin korkusu farklı olur.

Egemenler, cennetlerini kaybetme korkusunu yaşarlar.

İşte öyle bir dönemdeyiz.

Elazığ’da bir genç intihar etti. Adı, Enes Kara’dır. Babası, oğlunu “problemli” ilan etti. Korkudandır. Tarkan, pop müzik sanatçısı, bu intihardan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Fazıl Say da ardından.

CHP, İYİ Parti, burjuva muhalefet, hep birlikte, bu olayı kapatmak için, hem tarikata hem de Saray’a yardımcı olma kararı verdiler. Nedenleri açık, “aileyi rahatsız etmeyelim.” İnceliğe bakın hele siz! İntihar etmiş genç, geriye koskoca yüreğini ifade eden bir video bıraktı ve bu Saray’a, burjuva muhalefete, egemenlerin hepsine korku saldı. Hepsi, birlikte hareket etmeye başladılar. CHP, bu sefer, “insanlar sokaklara çıkar” demedi. Ama “aile”yi bahane etti. Ortaçağ zihniyeti, burjuva muhalefeti de sardı.

Saray’ın özel görevlileri, tarikatla bağlantılı olarak, bu olayı kapatabilmek için, bir karşı saldırı planladılar ve icraya koydular.

Tarkan, onun “Cuppa” şarkısının sözlerini yazan Sezen, hedefe kondu. Diyanet İşleri, Hz. Muhammed’i aşarak, Adem peygamberden söz etmeye başladı. Cennetten kovulma hikâyesi unutuldu.

Ama Saray, egemenler, bu dünyada kurdukları cenneti hatırladı. Şimdi, oradan kovulma, cennetlerini, iktidarlarını kaybetme korkusunu yaşıyorlar. “Yetmez ama evet”çi Sezen’i bile hedefe koydular. Bunun için, eskiye gittiler. Tarkan, bu işin bahanesi oldu.

Tam bu sırada, Sedef Kabaş, “Saray’a bir öküz girdiğinde, öküz kral olmaz, ama saray ahır olur” atasözünü hatırlattığı için tutuklandı. Saray, üzerine alındı. Uygundur. Ama eksiktir.

Saray üzerine alındı. Çünkü, Sedef Kabaş, bugünlerde gazetecilerin, sözü dinlenen tanınmış kişilerin, “aydın”ların, okur yazar takımının (OYT) kendine uyguladığı otosansürü aşmış oldu. Kabaş, belki bir atasözünü hatırlattı. Ama Saray, bu sözü, kendine bir saldırı olarak gördü.

Korkuyorlar.

Saray’ın her odası, adeta deprem varmış gibi titriyor. Her odasını dolduran kişiler, kişileri de aşarak her odasındaki hava, titriyor. Sadece kâbuslarında korkmuyorlar, Her yeni gün ile birlikte tekrar ve tekrar korkuyorlar. Bunun için toplumu susturmak istiyorlar.

Tarkan’ın “Cuppa”sında cunta, askerî darbe ihtimali yok. Ama Gezi Direnişi’nin izleri var. Sezen’in şarkısında Adem ve Havva için hakaret yok, ama sorgulamanın izleri var. Sedef’in hatırlattığı atasözü, tüm bunlarla birleşiyor.

Demek, ünlüler, demek sanatçılar, demek OYT içinden bazıları, korku ile kendilerine uyguladıkları otosansürü delme eğilimi taşımaktadırlar. Onlar bunu yaparsa, Saray, denetimini kaybeder diye korkmaktadır.

Korkuları boylarını aşmıştır.

Abdülhamid bir sultan idi; tacı, soyundan, toprak mülkiyetinden geliyordu. Saray’ın yeni efendisi, bir sultan müsveddesidir ve tacı Amerikalının eli mahsulüdür. Ama sıra korkuya gelince, Abdülhamid’in korkuları, daha da büyüyerek Saray’ın içinde egemen durumdadır. Bu, egemenlerin cennetlerini kaybetme korkusudur.

Yakında, kendi çevrelerinden, ardından da kendi gölgelerinden korkacaklardır.

Bu süreç yaşanırken, bu korku, devletin her kademesinde yerleşik hâle gelmiştir. Bu nedenle, Saray gibi, burjuva muhalefet de korkuyor. Bu nedenle, Enes Kara’nın intiharına açık bir cinayet diyemiyorlar.

Bu arada ise, en çok gündem hâline gelen şey, Saray Rejimi’nin nasıl yıkılacağıdır. Tüm toplumun gündemi budur.

Saray Rejimi, ne olursa olsun, Saray Rejimi’ni sürdürmek için uğraş vermektedir. Bu, onlara, egemenlere göre, düzeni, sistemi ayakta tutmanın tek yoludur. Ama aynı egemenler, bunu sürdürebilmenin zorluklarını, risklerini görüyorlar. Bu nedenle, bir yandan da “yumuşak bir iniş” ile parlamenter sisteme geri dönmenin yollarını arıyorlar, bunun için hazırlık yapıyorlar.

Burjuva muhalefet, CHP ve İYİ Parti’nin başını çektiği muhalefet, devleti kurtarmak için, parlamenter sisteme seçimle dönüş yolları arıyorlar. En azından, seçim ve sandık dışında her türlü direnişi, her türlü mücadeleyi boğmak, engellemek istiyorlar. İşçilerin, kadınların, gençlerin direnişini önlemek, durdurmak istiyorlar. Sokaklara çıkmış bir kitlesel direnişi, en büyük tehlike olarak görüyorlar ve her yolla bunu engellemek için uğraşıyorlar.

Bize anlatılan şudur: (1) Erdoğan iktidarı yıkılıyor, sakın ona bir koz verip sokağa çıkmayın, (2) zaten şunun şurasında seçime en çok 1,5 sene kaldı.

Bu uyarılar, “sokağa çıkmayın, direnmeyin” amacına dönüktür. Yoksa, “normal” bir burjuva demokrasisinde, elbette ki muhalefet, iktidarın yıkılmakta olduğunu görürse, onu hemen indirmek ister.

Ama, burjuva muhalefet, kendisi Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Emperyalist efendileri için bölgede bir tetikçidir. Kürt halkına ve ülkemiz işçi sınıfına, kadınlarına, gençlerine karşı açık bir baskı aygıtıdır. Rant, yağma ve savaş ekonomisinin üzerine yükselmiş bir rejimdir. Parlamento bir süstür. Burjuva partileri aslında bir parti olmaktan çoktan çıkmıştır. Bunu, AK Parti ve MHP’de görmek çok olanaklıdır, diğerleri de bu yoldadır. Seçimler hilelidir, sandıklar göstermeliktir. Erdoğan’ın başkanlığı meşru değildir.

Saray Rejimi, sadece Erdoğan iktidarı, Erdoğan diktatörlüğü, MHP-AK Parti koalisyonundan ibaret değildir.

Bunları bilmek, bilince çıkartmak gereklidir.

Bu nedenle, Saray Rejimi’nin bir seçimle gideceğini düşünmek doğru bir yol değildir. Hem seçimin olmama ihtimali yüksektir. Yasalardan vb. söz etmenin bir anlamı yoktur. En son AYM üyelerinin seçiminde, yeni Baro’nun tutumu, Saray Rejimi meselesini anlamaya yetecek netliktedir. Saray Rejimi, istediği zaman yasaları tanımamakta, ayaklar altında çiğnemektedir. Bu sadece İçişleri Bakanı’nın tavırlarında var olan bir durum değildir, aynı zamanda tüm Saray’ın davranışları böyledir.

Saray Rejimi, elinde tuttuğu medya ile, her türlü yalanı egemen kılmaktadır. Karanlık yayan bir devlet merkezidir medya. Yargı, defalarca ve defalarca görüldüğü gibi, polis gücünün uzantısıdır. Bizzat Cumhurbaşkanı, açık ve net bir dille her türlü hukukî sürece müdahale etmektedir. Bunu gizlemek için de yaptığı hiçbir şey yoktur. Normal şartlarda “aday olması” bile mümkün olmayan Erdoğan’ın, seçim ve sandıkla ilişkisi, burjuva muhalefetin OYT’nin bize anlattığı gibi değildir.

Diyelim ki bir seçim olacaksa, bu seçim ABD-AB arasında bir anlaşmanın sonucu olarak gündeme gelecektir. Ve onlar, yeni sistemi dizayn etmek üzere böylesi bir anlaşmaya varacaklardır.

Bizim gözümüzü, ülkenin her yanında yükselmekte olan direnişlere çevirmemiz gereklidir. Bu direnişler, tüm seçeneklerden çok daha gerçektir.

Burjuva medyanın karanlığı, bu direnişleri görmekte bir engeldir. Dahası, bu direnişleri boğmak için, karanlık-yalan etkili biçimde kullanılmaktadır. Baskı ve şiddetten daha etkili hâldedir yalan ve karanlık.

Bu baskı ve şiddeti, bu yalan ve karanlığı, bu bezirgânlığı yıkacak şey, işçi sınıfının üretimden gelen gücüdür. İşçi sınıfı bu gücün farkına vardığında, işçi sınıfı devrimcileşerek zincirlerini kırdığında, bu karanlık, bu Saray Rejimi de yerle bir olacaktır.

İşçi sınıfı ve emekçiler, direnenler, kadınlar ve gençler, bu gerçekliğin farkına ne kadar erken varırlarsa, o kadar daha az acı ile güzel günlere ulaşmak mümkündür.

Saray Rejimi’ni yıkmanın gerçek yolu budur.

Sadece ve sadece seçimler olacak, iktidar seçimle yenilecek ve gidecek üzerine plan kurmak, gerçekte, direnişi feda etmek, işçi sınıfı ve emekçilerin umutlarını bir kere daha kırmak demektir. Umut, evde oturanların dualarında gizli değildir. Umut, direnenlerin eylemlerinde gelişir. Umudu büyütmek, direnişi, her düzeyde ve her yerde büyütmekten, daha da örgütlü hâle getirmekten geçmektedir.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının bugün ihtiyaç duyduğu örgütlenmedir. Birleşik Emek Cephesi, hiçbir grup, parti ya da hareketin kendini örgütlemesinin önünde engel değildir. Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının bağımsız sınıf hattını ortaya koymanın yoludur.

Olur da seçim gündeme gelirse, Birleşik Emek Cephesi bir kayıp olmayacaktır. Seçimlerde nasıl tutum alınacağı, önce seçimin olup olmayacağına, sonra seçimlerin hangi biçimde gündeme geleceğine bağlıdır. Bugün, seçimler üzerine konuşmak için erkendir. Hele ki, tüm varlığını seçimler üzerine kurulu taktiklere bağlamak, büyük hatadır.

Bu yalan-karanlık makinasının etkisini yok etmek, baskı ve şiddet ile örülmüş duvarı parçalamak, ancak direnişi geliştirmek ve derinleştirmekle mümkündür. Ülkenin her yanında mayalanmakta olan direniş, bizim, işçi sınıfının gerçek kurtuluş yoludur. Tüm enerjimizi buraya vermek gerekir. Saray Rejimi kendi kendine yıkılmayacaktır. Evet korku içindedirler, evet egemenlikleri sallanmaktadır. Bu nedenle diyoruz ki, tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor. Saray Rejimi’ni yıkmak ellerimizdedir.

Ellerimizden korkuyorlar, onların isyan etmiş hâlinden.

Ellerimizden korkuyorlar, onların her rakamın üzerine basarak hesap sormasından.

Ellerimizden korkuyorlar, yeni dünyayı kuracak olan ellerimizden.

Direniş ve Birleşik Emek Cephesi

2021 yılının sonuna gelirken, gerçekte gündem direniş hâline gelmeye başlamıştır.

Bunu iddia etmek mümkün müdür? Ya da bu iddia ne kadar gerçektir? Çünkü ben böyle düşünüyorum; 2021 yılının sonunda, her şeye rağmen, direniş, temel gündemdir.

Biliyorum, her gün gündemi dolduran birçok şey var. En başta, Erdoğan’ın her biri bir sonraki tarafından yalanlanan açıklamaları. Bu açıklamalardan her biri, gündem olmaktadır. “Nankörler” diye başlayıp işsizlik yoktur dediğinde, bu, gündem hâline gelmektedir. Zaten burjuva muhalefetin, bu açıklamaları temel alıp onlara yanıt vermek dışında bir eylemi, bir muhalefeti yoktur desek yeridir.

Pandemi, mesela yılın başında, 2021 yılının ilk günlerinde bir gündem idi. Şimdi ise Sağlık Bakanlığı adı verilen bir yerden, sistematik biçimde rakamlar açıklanmaktadır. Bu rakamlar, sanırım, birisi tarafından her gün yazılmaktadır. “Sen otur, her gün bize rakamlar at” denilen bir kişi, bu rakamların uydurma olmadığını ispat etmek için, her gün aynı rakamı açıklamaktan uzak durmakta, ama doğrusu kendini daha fazla ele veren rakamlar açıklamaktadır. Yalan, sistemin, Saray Rejimi’nin propaganda mekanizmasının temel unsuru olduğundan, pandemi rakamlarını atıp tutmak da “normal” hâl almıştır. Bu metotla, yaşamın zorluklarının öne çıkması da üstüne eklenerek pandemi gündem olmaktan çıkmıştır. Bazı bilim insanları bir yana bırakılırsa pandemi bir gündem dahi değildir. Henüz bilinmeyen bir varyant ortaya çıktığında, Biontec, hemen kendi aşısından bir doz daha yaptırmanın faydalarından söz etmektedir. Sağlık Bakanlığı, pek yakında, “sadece biz yalan söylemedik ki, herkes söyledi” diye bir savunma yapacaktır.

Erdoğan’ın açıklamalarının, burjuva muhalefetin de gayreti ile özel olarak gündem hâline getirilmesini bir yana bırakırsak, ekonomik kriz bir gündem olarak ortaya çıkmaktadır.

Ekonomik kriz, sadece kurların yükselmesi ve düşmesi şeklinde değil, bir gündem olarak ağırlığa sahiptir. Kurlar oynadıkça, dalgalanma çok aşırı hâl aldıkça, bu konuda da tartışmalar yoğunlaşmaktadır.

Kriz bir gündemdir.

Ama bu kriz, elbette canlı ve boyutludur. Yani, kendi köşesinde hareketsiz duran bir anlık “durum” değildir, bu anlamda canlıdır. Aralık ayında, asgarî ücret meselesinin hızla bir gündem olması, Saray Rejimi’nin %50’lik zam yapma kararı ile ilgili değildir. Tersine, ücretlerin satın alma gücünün düşmesi, “enflasyon altında ezilme”, işsizlik ve açlığın artması ve tüm bunlara karşı gelişen, gelişmekte olan direniş nedeniyledir. Asgarî ücret, ne Türk-İş’in, ne de kusura bakmasınlar ama DİSK’in eylemleri nedeni ile gündem olmadı. Tersine, esas olarak, ülkede sürmekte olan direniş ve artan toplumsal tepki nedeni ile oldu. Krizin “canlı” olması ile, bu açıdan her gün yaşanmakta olanı kastediyoruz. Bir anlık bir “kötü durum” fotoğrafı değildir bu. İşçi sınıfının üzerine krizin faturasını yıkma girişimidir bu. Bunu egemenler, tekelci sermaye, parababaları, devletleri eli ile yapmaktadırlar. Açık ve nettir. Vergiler, elektrik, su, doğalgaz, eğitim ve sağlık hizmetlerinin faturaları, bunun en açık kanıtıdır.

Açlık kol gezmeye başlamış iken, sendikalar, asgarî ücretin %50 olmasına sevinmektedirler. İşçiler de. En çok da örgütsüz işçiler sevinmektedir. Demek ki, beklentileri daha da düşüktür. İki kişinin çalıştığı dört kişilik bir ailenin 4250 TL ile nefes alacağı söylenmektedir. Her ne kadar bu geçici bir nefes alma olacaksa da, işçiler buna memnundur, en çok da örgütsüz işçiler.

Oysa, daha Aralık ayı enflasyonu açıklanmamıştır. Anlaşılan bir tahmin yapılacaksa, TÜİK’in dahi bu Aralık 2021 enflasyonunu %10’un altında açıklaması zordur. Ve daha şimdiden, açlık sınırı çalışmaları, asgarî ücretin açlık sınırının altında kaldığını göstermektedir. Daha, ilk zamlı asgarî ücret alınmamış iken.

Yine de bu hâli ile de olsa asgarî ücretin gündem olmasını sağlayan direniştir.

Kriz aynı zamanda boyutludur. Salt ekonomik kriz değildir bu. Pandemiyi tümü ile es geçiyorum. Ama kriz, aynı zamanda siyasal bir krizdir de. Ve dahası, Saray Rejimi ile oluşturulan “iç savaş” ortamı, Kürtlere karşı savaş ile de birleşmektedir. Dahası, tüm bunlar, dışarıda süren savaşın ya da dünyayı saran Üçüncü Paylaşım Savaşı’nın içinde onun etkileri altında gerçekleşmektedir. Yani kriz, uzun bir süre, yakın gelecekte, gündem olmaya, gündemi etkilemeye devam edecektir.

Bu nedenle, kriz, daha boyutludur ve öyle kullanılmasında fayda vardır. Bu denli boyutlu olduğu için, sermaye, egemen güçler, büyük sermaye transferleri de gerçekleştirmektedirler. Bu sadece “ne koparırsak kâr” mantığı değildir. Bu bir yandan sermayenin krizden kazançlı çıkmasının yoludur, diğer yandan ise emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının ülkemizdeki biçimlerinden biridir. ABD-İngiltere ittifakı, Körfez sermayesinin Türkiye’de güçlenmesinden yanadır ve bu Avrupa sermayesini dengelemekle kalsın diye de değildir, daha uzun erimli bir oluşumdur.

“İç savaş” dediğimizde, konunun doğru anlaşılması gerekir.

Kürt halkına karşı savaş, sadece bu nedenle “iç savaş” demiyoruz, bu da içindedir ve en başında bu vardır, Kürtlere karşı savaş vardır. Ama bu, son yıllarda, Saray Rejimi ile birlikte, tüm ülkeyi kaplamıştır.

Deniliyor ki, “hukuk bitti.” Doğrudur. Anayasa rafa kaldırıldı, doğrudur. Tuhaf hukukî süreçler yaşanmaktadır. Doğrudur. Savunma gücü olarak Baro yolu ile tüm savunma, kontrol altına alınıp, devletin hâkim-savcı sisteminin devamı hâline getirilmek istenmektedir. Doğrudur. İşte bu “şaşırtıcı” diye sunulan gelişmeler, gerçekte “iç savaş” hukukudur. “İç savaş” hukuku işçilere, emekçilere, entelektüellere, Kürtlere, işçi sınıfının devrimci iktidarından yana olanlara uygulandığında sorun yok, ama sıra CHP içinden, burjuva muhalefetten birilerinin susturulmasına geldiğinde, “düşman hukuku” diye yaygara basılmaktadır.

“Düşman hukuku”, özensiz bir kavramdır. Kimdir düşman, kime düşmandır? Kemalistlerle İslamcılar arasında bir savaş değildir bu. Öyle olsa idi, mesele Kürtler, mesele işçiler, mesele devrimciler olduğunda birleşemezlerdi. Hayır bu, “iç savaş” hukukudur ve bu “iç savaş hukuku”, esas olarak, işçi ve emekçilere, devrimden yana olan güçlere, direnenlere karşı uygulanmaktadır.

Kürt illerine baktığınızda, bu iç savaşı hemen görebilirsiniz. Zaten, Saray Rejimi, Kemalisti ve İslamcısı ile tüm devlet, buna savaş demekten geri durmaz. Sıra Batı’ya geldiğinde, bir “iç savaş” vardır ama, devlet güçlerinin karşısında Kürdistan’da olduğu gibi bir gelişmiş örgütlülükle çıkılamadığı için, henüz o aşamada olmadığımız için, “iç savaş” yokmuş gibi bir algı yaratılabilmektedir. İstenildiğinde “iç savaş” hukuku devrededir, ama bu iç savaş, tüm çıplaklığı ile açık hâlde değildir.

Kriz ve onunla birleşmiş olan “iç savaş”, ister devletin saldırıları ve attığı adımlar şeklinde olsun, isterse direnişin gelişmesi ve sokağa sarkması şeklinde olsun, direnişi ana gündem hâline getirmektedir.

Elbette direnişi gündem yapmak ve gündemde daha etkili bir yer tutmasını sağlamak, bizim cephenin işidir.

Bizim cephe, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Birleşik Emek Cephesi, hem bizim özellikle söylediğimiz bir şeydir hem de gerçek anlamda bu cephenin, direniş eğer fiilî veya örgütlü olsun bir cephe olarak ele alınacaksa bu cephenin, gerçeklikle örtüşen ismidir. Yani mesele hangi ismi seçmeliyiz meselesi değildir, mesele direniş cephenin karakteri, sınıfsal yapısı vb.dir. Bu açıdan Birleşik Emek Cephesi demekte hiçbir sakınca yoktur.

Henüz, örgütlü olarak kurulmuş böylesi bir Birleşik Emek Cephesi yoktur. Ama fiilî olarak direniş, bir Birleşik Emek Cephesi yaratmaktadır.

Devrimci grupların, sol grupların, kendi durumlarına ve amaçlarına uygun olarak, kendilerine en yakın güçlerle birlikte işler yapmaları, bazı durumlarda bu işlerin bir tek eylem ve hedefe, bazı durumlarda ise, daha kapsamlı hedeflere dönük birliktelikler ortaya çıkarmaktadır. Bunlar, bazan çok etkili, bazan da etkisiz kalabilmektedir.

Bugün, tüm sol muhalif harekette en uzun soluklu birliktelik, HDK çatısı altında oluşmuştur. Bu, seçimler vb. durumlarda, HDP çevresinde oluşmuş ortak davranışlara da temel oluşturmaktadır. Zaman zaman ise, farklı sol grupların, HDP dışında birlikte hareket etme arayışları ortaya çıkmaktadır. Bu arayışlar, zaman zaman HDP’nin mutlaka dışında olmak gibi bir “saplantıya” dönüşmektedir. Buna ilke diyemeyeceğimiz için, “saplantı” diyoruz. Oysa birlikte ortak eylemlilik arayışları, önümüze çıkan gelişmeler etrafında, kısa ya da uzun vadeli bir çizgi tasarlayarak olmalıdır. Kürt hareketine Kemalist bakış ile bakmayı aşamamış hareketlerin, HDP konusundaki bu “hassasiyeti”, bizce anlaşılırdır ama kabul edilir değildir.

Elbette bunun dışında da, birlikte, ortak eylemlilik geliştirmeye, ortak tutum almaya dönük hamleler olmaktadır, dün de bugün de. Bunu elbette saygı ile karşılıyoruz ve doğrusu, bu arayışların, pratik mücadelede devrimci bir tutum almayı, bunu birlikte yapabilmeyi hedeflemesini olumlu buluyoruz.

Aslında, tüm bu arayışlar, tek tek hareketlerin istek ve iradeleri ile bağlı olduğu kadar, bu isteklerin nesnel zeminle örtüşmesini de önemsemek gerektiğini düşünüyoruz.

Bu nedenle, önümüze tartışma olarak, genel anlamda “devrimcilerin birliği” tartışmasını koymayı yol açıcı bulmuyoruz.

Onun yerine, gelişmekte olan, yaygınlaşan direniş hattının, Birleşik Emek Cephesi içinde bir örgütlenme ile büyütülmesini yol açıcı buluyoruz. Yanlış anlaşılmasın, “devrimcilerin birliği” her zaman gereklidir. Ama bugünkü nesnellik, gelişmekte olan direniştir. Bu nedenle bu direnişin, özellikle gündem hâline getirilmesini çok önemsiyoruz.

Kaldıraç Hareketi olarak bizim, bir programatik yaklaşımımız vardır. Anadolu Devriminin Yolu broşürü, bu konuda bir bilgi verir niteliktedir.

Bu programatik yaklaşımda da biz, sosyalist devrimin zaferi için, bir aşamada Birleşik Emek Cephesi’nin gerekliliğini görüyoruz. Bugün, Birleşik Emek Cephesi, içinden geçtiğimiz kriz ve iç savaş ortamı nedeni ile, daha erken gündeme gelmiştir.

Sınıf savaşımının bugünkü evresinde, duruma kısaca bakmak faydalı olacaktır kanısındayım. Kaldıraç sayfalarında, bu açıdan yeterli metin vardır kanısındayım. Bu nedenle kısa bir özetle yetinmek istiyorum.

Birinci nokta Saray Rejimi’nin niteliği meselesidir. Biz Saray Rejimi’ni, tekelci polis devletinin, olağanüstü koşullardaki örgütlenmiş hâli olarak ele alıyoruz. Suriye savaşının sonrasında daha da canlı hâle gelen emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımı ve buna bağlı olarak, TC’nin ABD ve AB arasında “ortaklaşa sömürge” olma hâlinin geleceği meselesi, Kürt devrimine karşı savaş ve bu savaşın bölgeyi kapsaması ve içeride Gezi Direnişi’nin patlak vermesi sonrasında, devlet, Saray Rejimi şeklinde örgütlenmeye başlamıştır.

İkinci nokta, bugün bir “iç savaş” yaşanmaktadır.

Üçüncü nokta, egemen güçlerin siyasal krize çözüm olarak öne sürdükleri ikili yaklaşımdır. Bir yandan güçlendirilmiş Saray Rejimi ile diğer yandan güçlendirilmiş parlamenter sistem ile krizi aşma alternatifleri tartışılmaktadır. Bu hem TC devletinin “efendileri” olan ABD ve AB arasında bir yol tartışmasıdır hem de tekelci sermayenin, devletin, kendi iç tartışmasıdır. Bu iki alternatif, her ne kadar birbirinden ayrı güçler tarafından dillendiriliyor olsa da, aslında “devleti kurtarma” ya da restorasyon amacına dönük çözümün iki yüzüdür. Egemenler, eğer bugün, içinden geçilen günlerde ve ortamda, sadece güçlendirilmiş Saray Rejimi’ni tartışsalardı, bu onların gücünü çok zayıf hâle getirecekti. Çünkü bu çözümü desteklemeleri demek, burjuva muhalefetin de toplumsal zeminini kaybetmesi demektir. Kaldı ki, efendilerin, ABD ve AB’nin farklılaşan çıkarları, buna izin vermemektedir.

İşte bu aşamada, biz, devrimci sosyalistler, işçi sınıfının gerçek alternatifini ortaya koymakla yükümlüyüz. Birleşik Emek Cephesi’ni hızla gündemleştiren, bir yandan direnişler iken, diğer yandan da bu nesnelliktir.

İşçi sınıfının iktidarı almasını zayıf bir olasılık olarak görenler, bu alternatife yanaşmamaktadır. Onlara göre, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tarafında olmak, onu soldan etkilemek daha yerinde ve gerçekçi bir tutumdur.

Bizim katılmadığımız şey de tam budur.

Devletler, egemenler, “reform”lara, ancak gelişmekte olan devrimi durdurmak için başvururlar. Yoksa onların parlamenter sisteme dönme isteklerini, onların kuyruğuna takılarak etkilemek, böylece reformlar elde etmek mümkün değildir.

İşte bu durumu azıcık olsun somut bir örnekle anlatmak için, asgarî ücret sürecini yukarıda ele aldık. Asgarî ücretin %50 artırılması (ki bu bir yanılgı oluşturma girişimidir, bir aldatma girişimidir) ne Saray Rejimi’nin isteği ne Saray Rejimi’nin olası seçim yatırımı ne Türk-İş’in kuvvetli bir direnişinin sonucu değildir. Tersine, bu görülmek ve gösterilmek istenmeyen işçi sınıfı ve emekçilerin direnişinin sonucudur. Gezi Direnişi’nden bu yana söndürülemeyen direniş ateşinin sonucudur. Elbette asgarî ücretin artırılması bir reform değildir. Asgarî ücretin gelir vergisinin dışında tutulması bir reform olarak ele alınabilir. Ama bu hâli ile bile bu sonuç, direnişin sonucudur, yoksa anlayışlı siyasal iktidarın, anlayışlı patronların, insaflı Saray Rejimi’nin jesti değildir.

Bir kere daha hafızalarımızı tazelememiz gereklidir.

Bir, bu ülkede parlamento bitmiştir. Parlamento işlevsizdir. Parlamento, Saray Rejimi’nin apış arasını örtmekte bile etkisizdir. Bütçe görüşmelerinde, muhalif milletvekillerinin ortaya koyduğu gerçekler önemsiz değildir, ama bir sonuca varmaları mümkün değildir. Birçok durumda, bir kürsü dahi ortada yoktur. Ve sonuçta, bütçe kabul edilmektedir. Başkaca bir sonuç mümkün değildir. Yoksa HDP’li veya diğer milletvekillerinin ortaya koydukları şeyler azımsanır şeyler değildir. Bir kere daha anlamak ve idrak etmek gerekir ki, parlamento işlevsizdir ve Saray Rejimi’ne, meşruluk kazandırmaktadır.

İki, seçimler, 7 Haziran seçimlerinden bu yana, anlamsızdır. Seçim sonuçları üzerine yapılan konuşmalar, siyasal partilerin halk içindeki desteğini araştıran araştırmalar, anlamsızdır. Seçimleri meşru görmek, Saray Rejimi’ni meşru hâle getirmek içindir. Muhalefet gece gündüz, yağma, rant ve savaş ekonomisinin “liyakatsiz kadroların” işi olduğunu söylemektedir. İyi ama, zaten seçilmemiş bir cumhurbaşkanını kabul etmek, diplomasız ve saralı bir cumhurbaşkanını kabul etmek, hileli seçimleri kabul etmek “liyakatli” kadrolar için mi bir zemindir? Seçim sandıkları konulmakta, hangi belediye başkanı seçilirse seçilsin Kürt illerine kayyum atanmaktadır. Bu nasıl bir seçim sistemidir? Egemenler, Saray Rejimi, sandığı gömmüştür.

Üç, seçimin ve sandığın olmadığı bir burjuva devlette, burjuva siyasal partiler de yoktur, ölüdürler. MHP bir çetedir, AK Parti bir çeteler ittifakıdır, CHP bir başka çetedir. AK Parti’nin çeteleştiği bir yerde, burjuva partilerin tümü bu çeteleşmeden paylarını alırlar, almışlardır.

Şimdi, işçi sınıfına, emekçilere hangi alternatif sunulmaktadır: a- Saray Rejimi’ni destekle, b- Parlamenter sisteme geri dönüşü destekle. Bu her iki alternatif de, işçi sınıfının devletin kuyruğuna yeniden takılması, kendini bir sınıf olarak reddetmesi demektir.

İşçi sınıfına açlığı, işsizliği, ölümü, işyeri cinayetlerini, kadın cinayetlerini, çocuk cinayetlerini, örgütlenme yasaklarını, sesini çıkarma yasaklarını reva gören kimdir? Tüm burjuva partileri ile bu sistemdir. Hepsi birlikte Saray Rejimi’nin oluşumunu sağlamışlardır. OHAL koşullarında Saray Rejimi’nin kurulmasını oylatanlar, hileli seçim sonuçlarını kabul etmek için kendi partilerini ve halkı sokaktan uzak tutmaya çalışanlar kimlerdir? CHP, İYİ Parti bu işin içinde aktör olarak yer almışlardır. Muharrem İnce vakasını unutan olmamıştır henüz.

Şimdi, işçi ve emekçilere, yeniden parlamenter sistem için kendilerine destek verdirmeye çalışanlar, yine aynı özenle, kitleleri sokaktan, direnişten uzak tutmak istiyorlar. TÜSİAD’dan yardım istemelerinin nedeni, işçi ve emekçileri daha fazla sokaklardan uzak tutmada yetersiz kalacaklarını hissetmelerindendir. 24 Ekim 2021’de işçilerin mitinglerde bir araya gelmesi, 22 Kasım gecesi birçok fabrikada iş bırakılması vb. CHP’nin miting yapmasının nedenidir. Bunun için Mersin’i seçmeleri de bu nedenledir. Kendi parti tabanlarını durdurabilmek, kontrol edebilmek içindir. İşçi ve emekçilerin direnişlerinin gelişimini ve kontrollerinden çıkmasını önlemek içindir. DİSK bile, miting kararını, almak zorunda kalmıştır.

İşte tüm bu gelişmeler, gelişmekte olan ya da durdurulamayan direnişin, ülkenin temel gündemi olduğu gerçeğinin işaretidir.

Şimdi, tüm bu direnişi, işçi sınıfının iktidar alternatifi olduğu gerçeğini ortaya koymak üzere, Birleşik Emek Cephesi’nde toplamayı, biz devrimci bir çözüm, devrimci bir çıkış, devrimci bir yol olarak öneriyoruz.

Bu perspektifle, bu bakış açısı ile, direnişe bir kere daha bakmak yerinde olacaktır. Bizim tüm detayları ortaya koymamız gerekli olmayacaktır kanısındayız.

1

Direniş, Gezi Direnişi’nin hâlen canlı olan, farklılaşan, evrimleşen “devam”ıdır. Dar anlamda devamı değil, geniş anlamda, direnişin ruhunu taşıması anlamında, daha da derine inmesi anlamında devamıdır.

Öyle ise, okur yazar takımının (OYT) ısrarla vurguladığı gibi, “Gezi Direnişi sonuç vermemiştir” vurgusu yanlıştır. Bu, Gezi Direnişi’ni, bir toplumsal patlama, bir kendiliğinden eylem olarak görmemenin sonucudur. İnsanların bir kısmı sürekli, bazıları da bazı durumlarda, kendisinin yapamadıklarını bir sihirli elin yapmasını ister. Sanki OYT, Gezi Direnişi’nin, bir devrimle sonuçlanmış olmasını bekliyor gibiydi. Bu bir yandan Gezi Direnişi’nden çok etkilendiklerini gösterir. Bu “çok etki”, direniş hızını kesince, Taksim Meydanı boşaltılınca, o barikatlardaki direniş geri çekilince tam bir hayal kırıklığına dönüşmüştür. Şimdi OYT, bu hayal kırıklığı ile, Gezi’yi suçlamakta, Gezi’yi yargılamaktadır. Oysa Gezi Direnişi, hiçbir zaman “devrim” hedefi ile gelişmemiştir. İçinde bu potansiyel, başka bir dünya arayışı, savaşsız ve sömürüsüz bir ortaklık dünyası arayışı nesnel olarak vardır. Ama bu hedefe dönük değildir.

Devrim, bir örgütlenmenin sonucunda gerçekleşir. Devrimciler, örgütlüdür ve işçi sınıfının devrimci eylemini yöneterek, onu zafere taşırlar. İşçi sınıfı olamadan devrim olmaz ne kadar doğru ise, örgüt olmadan da devrim olmaz o kadar doğrudur.

Gerçekten devrim istiyorsanız, gerçekten Gezi gibi bir kalkışmanın başarıya ulaşmasını istiyorsanız, o hâlde, örgütlü bir mücadeleye atılmalısınız ve bu yolla kitlelerin ayaklanmasını sağlamalısınız. Siz risk almadan, siz içinde olmadan, gerçekten hayaliniz ise, hiçbir hayaliniz gerçekleşmez. Hayaller, o hayaller için mücadele edenler varsa anlamlıdır.

İşte bugünkü direniş, hâlen sürmekte olan direniş, içinde Gezi’yi taşımaktadır.

Bir eylem, siz onu gerçekleştirdikten sonra, nesnelleşir. Tıpkı bir taş gibi, tıpkı bir sevda gibi, tıpkı bir silah gibi sizin sonraki mücadelenizin parçası hâline gelir. Bu en az iki kuşak böyle devam eder, etkisini taşır.

Bugünkü direniş, bu etkiyi canlı tutmakta, daha da ileriye taşımakta, yeni ve daha ileri bir eylemliliğin nesnelleşmesine yardımcı olmaktadır.

Gezi Direnişi’ne bakıp, o kalabalıkları, her direnişte beklemek, o kalabalıklar ortaya çıkmayınca da hayata küsmek, eylemsizlerin işidir. Yaşlılık belirtisidir, özne olmayı reddetmenin biçimlerindendir.

2

Bugün direniş, yerel alanlarda ortaya çıkmaktadır. Fabrikalarda, işyerlerinde, üniversitelerde, kadın hareketinde, çevre hareketinde vb. İkizdere’de olduğu gibi. Bu direnişler, burjuva medyanın karanlığını çoğunlukla yırtamamakta, en geniş kitlelere haber olarak dahi ulaşamamaktadırlar. İşçi Gazetesi’ni her okuduğumuzda, direnişlerin ne denli yaygın olduğunu gördüğümüzde, aslında bu burjuva medyanın karanlığının etkisini bir kere daha anlıyoruz.

Bu karanlık, burjuva devlet örgütlenmesinin nasıl bir burjuva sınıf bilincine dayandığını anlamamızı sağlamalıdır. Onlar, kendi cepheleri açısından nettirler. İşçilere karşı, direnişe karşı bir aradadırlar.

Ama artık, yıllardır sürmekte olan bu direnişin, yaşamın her alanında gelişmekte olduğunu görmek için, yeni bir direniş haberine ulaşmış olmaya gerek yoktur. Sağlık emekçilerinin direnişlerini gördüğümüzde “bak direnenler var” demeye gerek yoktur. Elbette her direniş, her işçi eylemi, her kadın eylemi, her çevre eylemi, her öğrenci eylemi bir kere daha direniş ile dolmak için bir etkendir. Ama artık biliyoruz ki, bu direnişler, sürekli gelişmektedir.

Direnişlerin yerel olması bir dezavantaj değildir. Tersine, eğer fabrika fabrika bir örgütlenmenin aracı olmaları gerektiği düşünülürse bir avantajdır da.

Ama biliyoruz ki, bu direnişler, daha ileri örgütlülüklere sahip değildirler. İşte tam da bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının devrimci yolunu ve rotasını ortaya koymanın önemli bir aracıdır.

3

İşçi sınıfı örgütsüzdür. En başta sendikaları, işçi sendikası olmaktan uzaktır. Sendikal hareket hem zayıftır, işçi sınıfının çok küçük bir kesimi sendikalıdır, hem de var olan sendikalar, daha çok devletin denetimi altında, sendika mafyasının kontrolü altındadır.

Devletin 12 Eylül’den bu yana ortaya koyduğu sendikal örgütlenme, sendikal kontrol, bir sendika bürokrasisini aşmıştır, bir sendika mafyasına dönüşmüştür. Sendikal bürokrasi tanımları artık yetersizdir. Durumu anlatmaktan uzaktır.

Bu önemlidir. Çünkü, sendika bürokrasisinin egemenliğini kırmak, bugünkü sistemi, sendikal sistemi değiştirmekten daha kolaydır.

Sendika mafyasının egemenliği, sadece sendikal örgütlenme ile kırılmaz. Sendikalar, diyelim ki yeni bir fabrika veya işyerinde gelişmekte olan sendikal örgütlenmeyi, bizzat kendi elleri ile devlete, patrona teslim etmektedir.

Sendikaların bir işçi sendikası, gerçek bir işçi sendikası hâline gelmesi, elbette çok yönlü bir mücadeleyi gerektirmektedir. Elbette bir yandan sendikal çalışmalar devam ettirilecektir. Ama aynı zamanda işyerlerinde örgütlenme temel alınmalıdır. Bu işyerlerindeki örgütlenmeler, sağlam bir yapıya dayanmak zorundadır. Bu örgütlenmeler, sadece sendikal örgütlenmeler olamazlar. Elbette siyasal örgütlenmeler de olmak zorundadırlar. Aynı zamanda, sendikal çalışmanın dışında, belki farklı sendikal çalışmalar ve işyeri örgütlenmelerinin arasında, işçi birliklerine ihtiyaç vardır. Birleşik İşçi Kurultayı tam da budur. Tek örnek değildir. Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler, devrimcilerin, farklı anlayışta olsalar da ortak örgütlenmelerini ifade ederler.

Ve ne olursa olsun, bu üç alandan birlikte bir örgütlenme gereklidir. Hiçbiri, diğerini gereksiz kılmaz. Ancak, sendikalar gerçek birer işçi sendikası hâline geldiğinde, durum yeniden ele alınabilir.

4

Direniş, sadece işçi sınıfının içinde yoktur. Hayatın her alanında vardır. Devrimciler, tüm direnişe duyarlı olmak zorundadırlar. Kadın hareketinin direnişleri, öğrencilerin direnişleri, çevre hareketlerinin direnişleri, hepsi ama hepsi, işçi sınıfının burjuva devlete karşı direnişinin bir parçasıdırlar.

Bir çevre direnişinin gelişimi veya desteklenmesi için, bu direnişe katılanların siyasal bilinçlerinin gelişmiş olması gerekmez.

Herhangi bir direnişe katılanların, tek bir siyasal örgüt gibi hareket etmeleri gerekli değildir, bu zaten beklenemez.

Önemli olan, birincisi, bu direnişlerin gelişmesi ve sonuç almasıdır. İkincisi, bu direnişlerin sonuçları ne olursa olsun, örgütlenme yaratmalarıdır. Ve üçüncüsü, bu direnişlerin, başka yerlerdeki direnişlerle bir bağ kurmalarıdır. Bu bağ, sadece bir psikolojik bağ olarak kalmamalıdır. Mesela Boğaziçi Direnişi’ne katılanlara, diğer üniversitelerin aktif destek vermesi yetmez. Aynı zamanda direnişteki işçilerin, çevrecilerin, kadınların vb. de destek vermesi gerekir. Ya da mesela Gebze’de bir fabrikada başlayan direnişe, Boğaziçi Direnişi’nin fizikî destek vermesi gereklidir.

Bu direnişlerde oluşmuş tüm örgütlenmeler, Birleşik Emek Cephesi’nin bileşenidir. Birleşik Emek Cephesi, bu direnişleri birbirine bağlamak, olabildiğince bağlarını kurmak için gereklidir. Dayanışmanın direnenler arasında gelişmesi, gerçek anlamda sınıf bilincinin gelişiminde önemli bir adımdır.

5

Her devrimci grup, aslında bu Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçasıdır. Elbette içinde yer alarak parçası, bileşeni olmak ayrı bir adımdır.

Devrimci bir grup veya hareket veya parti, kendi örgütlenmesini elbette ki kendi bildiği yolda sürdürecektir. Başkası saçmadır. Bu durum, ortak eylemliliğin önünde bir engel değildir. Bunun son yıllarda sayısız örneği vardır. Pratik gösteriyor ki, bu pratik savaş arkadaşlığı, mücadele arkadaşlığı, birçok “birlik” tartışmasından çok daha ilerleticidir. En azından bugün böyledir.

Biz, bugün, devrimin olanaklı olduğuna inanıyoruz.

Bu olanaklılık, nesnel anlamda açıktır. Nesnel koşullara bakıldığında, işçi sınıfının iktidarı ve devrim için koşullar uygundur. Ama devrim elbette sadece bir nesnelliğin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Onu zafere ulaştıracak öznel koşullar da gereklidir. Bu öznel şartların başında, devrimci örgüt, devrimci parti gelir. Devrimci örgütün varlığı da yeterli değildir. Bu devrimci örgütün, toplumun en ileri kesimleri içinde etkili olması gereklidir. Toplumun dediğimizde en başa işçi sınıfını koymak şarttır.

İşçi sınıfı devrimci bir örgütlenmeye, kendi öncüsüne sahip olmadan, burjuva devlete karşı savaşımını zafere ulaştıramaz.

Bu bir yandan, işçi sınıfının devrimci birliği demektir. İşçi sınıfı hem örgütlü olmalıdır hem de devrimci olmalıdır. Devrimci değilse işçi sınıfı hiçbir şeydir, salt ekonomik bir sınıftır. Ve salt ekonomik bir sınıf olarak işçi sınıfı, fabrikalarda kanının emilmesine, köleleştirmeye razı demektir. Bu anlamda devrimci değilse hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı devrimcileşirken, aynı zamanda toplumsal mücadelenin toparlayıcısı, öncüsü olmaya başlar. Devrimcileşen işçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefeti, kapitalizme karşı her türlü mücadeleyi birleştirir.

Hayatın olağan akışı, devrimin olağan gelişimi içinde Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının tüm müttefiklerini devrim saflarına toplaması, kendi devrimci birliğini sağlamasından sonra gündem hâline gelebilir. Ama içinden geçtiğimiz nesnel ve öznel şartlar, dünyanın ve ülkemizin durumu, devrimin nesnel olarak yakınlığı ile öznel olarak uzaklığı arasındaki çelişki, Birleşik Emek Cephesi’ni, bugün, sınıfın gündemine sokmuştur. Bu durum, Birleşik Emek Cephesi’nin, kendi içinde uzun bir evrimi olacağını göstermektedir.

Gelişmeler, gözlerimizi daha çok ama daha çok, direniş cephesine çevirmemiz gerektiğini göstermektedir.

İşçi sınıfının devrimci alternatifi, bugün, yaşanan siyasal kriz içinde, ortaya konmak zorundadır. Bu, Birleşik Emek Cephesi’ni daha da yakıcı kılmaktadır.

Avukatların, hekimlerin, sağlık emekçilerinin, fabrikalardaki işçilerin, belediye işçilerinin, kadınların, atık toplayıcısı emekçilerin, öğrencilerin, eğitim emekçilerinin, çevre örgütlenmelerinin, farklı duyarlılıktaki tüm toplumsal muhalefetin, burjuvazinin ortaya koyduğu alternatiflere mahkûm olmadığı açıktır. Birleşik Emek Cephesi, tüm emekçilerin kendi örgütlenmelerine, kendi güçlerine dayanan çözümlerinin gündeme taşınmasıdır.

İşçi sınıfı, bir sınıf olarak sahneye çıkmalıdır. Biz de varız demenin, siyasal iktidara alternatif olduğunu ortaya koymanın, kırıntılarını değil dünyayı istemenin yolu buradan geçmektedir.

Yaşasın direniş!

Yaşasın boyun eğmeyen isyan!

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!