Ana Sayfa Blog Sayfa 83

“Terör, terörist, terörle mücadele…”

İstikrar: Amerika’nın düşmanıdır.” (Stability: America’s enemy)

Albay Ralph Peter

ABD, ikinci emperyalist savaş sonrasında tartışmasız hegemonik bir güç hâline geldi ve emperyalist hiyerarşinin tepesine oturdu. İngiliz hegemonyası 1910’lu yıllardan beri aşınmaktaydı; 1945 sonrasında hegemonya Atlantik’in ötesi yakasına geçti. ABD, savaş sonrasında dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını bir başına sağlıyordu… Emperyalist savaşın sonunda Almanya ve Japonya çökertilmiş, İngiltere ile Fransa büyük kan kaybetmişti. ABD’ye sorun yaratma istidadı olan iki odak vardı: Savaştan gücünü ve prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği ile o zamanlar Üçüncü Dünya da denilen, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler… Malum, kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, o ülkelerin beşerî ve doğal kaynaklarının sömürüsüne, yağmaya ve talana dayanıyordu.. Oysa ikinci emperyalist savaş sonrasında, Üçüncü Dünya ülkeleri, “Artık biz de varız ve yüzyıllardır uzak kaldığımız sofraya dahil olmak istiyoruz,” diyorlardı…

İşte, 1950’li yıllardan itibaren ‘Hür Dünyanın Timsali ABD’, söz konusu iki odağı etkisizleştirmek amacıyla her yola başvuracaktı… Başka türlü söylersek, bu amaçla, geride kalan yaklaşık yetmiş yılda aralıksız olarak insanlık suçu işledi ve işlemeye devam ediyor… Elbette insanlık suçunu tek başına işlemedi; savaş sonrasında oluşan kolektif emperyalizmin diğer bileşenleriyle (İngiltere, Fransa, Japonya) birlikte işledi.

Hâkim ideoloji, ABD’yi demokrasinin beşiği ve timsali sayarak dünyanın geri kalanını da o yalana inandırdı. Başını kaldıran ABD’ye bakar ama aslında neye, nereye baktığını bilmez… ABD’nin demokrasiyle hiçbir zaman uzaktan yakından ilgisi olmadı, olamazdı da… Esasen sorun, kavramların içeriğini kimin, nasıl doldurduğuyla ilgilidir. Bidayette Amerikan demokrasisi denilen şey, ‘köle ve plantasyon sahiplerinin demokrasisi’ idi… Bağımsızlığı izleyen ilk otuz dört yılın otuz ikisinde Amerikan başkanlarının köle sahibi olduğunu bilmek, bu konuda fikir verecektir.

Şimdilerde ‘Amerikan demokrasisi’ denilen şey ise, Amerikan kapitalist-emperyalist oligarşinin demokrasisidir. Aslında ABD Beyaz Saray’dan yönetilmez ama insanlar oradan yönetildiğini sanırlar. Gerçek demokratik bir rejim vahşete, insanlık suçuna tevessül eder miydi? Dünyanın her yerinde aralıksız olarak saldırı savaşları çıkarır, masum insanları hunharca katleder, katliamlar yapar, cinayetler işler miydi?

Kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, her zaman, dünyanın geri kalanının kaynaklarının sömürüsüne, yağmasına ve talanına dayandı… Bugün de hâlâ o kaynakları sudan ucuza kullanıyorlar ama bu gidişle yakında su da kalmayacak… Kapitalizm artık yeni değer, artı-değer üretmekte zorlanıyor. Değerlenme ‘sıkıntısı’ çekiyor. Yeteri kadar büyüyemiyor. Potansiyelini tüketti. Oysa kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyüyebilmek için çareyi canlıyı metalaştırmakta, doğayı yağmalamakta görüyor. Herhâlde hiçbir rejim, doğayı yağmalamada ve talan etmede bizim dinci AKP ile yarışamazdı. Bu yağma ve talan vakitlice durdurulamazsa, işimiz zor demektir…

ABD ve müttefikleri, sadece 1970’li yıllarda, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da 14 devrimci, anti-kolonyalist rejimi devirip, Batı yanlısı işbirlikçi-komprador unsurları iktidara taşıdılar… 1953’ten itibaren dini (İslamı) araçlaştırıp, Sovyetleri kuşatmanın (çevreleme stratejisi) ve Müslüman ülkelerdeki ilerici-kalkınmacı rejimleri etkisizleştirmenin bir aracı hâline getirdiler. 1980’lerin sonunda Sovyet sistemi çökünce, ABD ve müttefikleri düşmansız kaldılar. Bir süre ne yapacaklarını bilemediler. Yaklaşık on yıllık bocalamanın ardından, ‘Kaos stratejisini’ ve onun bir aracı olan ‘İslamcı terörü’ keşfettiler. Artık ‘Kaos stratejisiyle’ yola devam edebilir, terörle mücadele ederek, insanlığı bu ‘büyük beladan’ kurtarabilirlerdi. Tabii terörün ne olduğuna, teröristin kim olduğuna da kendileri karar vermek koşuluyla… Artık ‘kaos stratejisi’ ‘terörle mücadele’ retoriğiyle yol alacaktı… Amaç, Ortadoğu’dan başlayarak dünyayı Balkanlaştırmaktı…

Kaos stratejisi, önceki dönemlerin rejimleri çökertme stratejisinden farklı olarak, toplumları çökertmeyi amaçlıyor. Amaç toplumların dokusunu parçalamak, un ufak etmek, kendi ayakları üzerinde duramaz hâle getirmek. Nitekim 11 Eylül 2001 sonrasında başlatılan ‘çatışmaların’ hiçbiri hâlen sona ermiş değil. Bu bir tercih sorunu… Ne demek istediğimi görmek için; Somali, Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Libya vb. ülkelere bakmak yeter. Afganistan savaşı yirmi yıldır devam ediyor. Neden? ABD ve müttefiki emperyalistler savaşı kazanmayı değil, sürdürmeyi amaçladıkları için…

ABD ve müttefikleri, istedikleri ülkelerde iç çatışmaları körüklüyor, cihatçı katilleri sahaya sürüyorlar. Sonra da oraya müdahale ediyorlar. Gerekçe de malum: “Demokrasi götürmek, halkı zalim iktidarın zulmünden korumak…” Buna ‘koruma sorumluluğu’ deniyor. Hızlarını alamıyorlar, bir de ‘insanî müdahale’ diyorlar. 2001 sonrasında, Westfalya Barışından beri olagelen uluslararası hukuk baypas edilmiş durumda… Direnme hakkı da yok sayılıyor. Her kim ki hak, özgürlük, adalet, demokrasi talebiyle ortaya çıksa, terörist damgasını yemekten kurtulamıyor ve gereği yapılıyor. Aslında terörle mücadele retoriğiyle terörizm yeniden ve yeniden peydahlanıyor. Şimdilerde ABD (Pentagon) tam 85 ülkede, ne demekse, anti-terörist mücadele yürütüyor. 11 Eylül sonrası şiddetin faturası büyük: 800 binden fazla insan hayatını kaybetti -ki bunun yaklaşık yarısı sivil… Savaşların, çatışmaların sonunda 37 milyon insan da yerinden oldu. Lakin o rakamlar sadece rakam değil, onca insanın acısı, dramı, trajedisi…

11 Eylül sonrasında peydahlanan savaşların ABD’ye maliyeti 6.400 milyar dolar. Bu, yılda 320 milyar dolar demek. Bu kaynakla nelerin yapılabileceğini bir düşünün… Lakin Amerikan silah sanayicileri için savaşların sürdürülmesi son derecede kârlı. ABD Afganistan’a savaşı kazanmak için gitmedi. Aksi hâlde bu pis savaş yirmi yıl sürer miydi? Orada yapılan ve yapılmak istenen, George Bush’un sonsuz savaş dediği şeyin gereğini yapmaktı! Asıl amaç jeopolitik, jeostratejik, ekonomik, ticari çıkarları güvence altına almaktı. Afganistan toprağında 1000 milyar dolar değerinde kıymetli maden (demir, bakır, altın) ‘keşfedilmiş’… Ayrıca çok zengin lityum rezervleri de var, ki lityum bugünün ‘modern sanayilerinin’ vazgeçilmezi… Bolivya’nın lityum rezervlerine göz diken ABD’nin, Başkan Evo Morales’e darbe yapıp kendisini Meksika’ya ilticaya zorlaması hatırlanmalıdır. Tabii zengin petrol rezervleri de savaşın nedenlerinden biriydi. Savaşın ikinci önemli nedeni de hızlı bir yükseliş gösteren Çin’i durdurmaktı. Afganistan’ın Yeni İpek Yolu’nun yakınında oluşu da önemsiz değil…

Eski Amerikan Genelkurmay Başkanı Lawrence Wilkerson 2018’de şunları söylüyordu: “Biz Afganistan’dayız, tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da olduğumuz gibi… Mesele Kâbil’de olmak değil. Herhangi bir terör örgütüyle, Taliban’la vb. mücadele etmekle de ilgili değil. Başlıca üç temel amacımız var: Nükleer silaha sahip olan istikrarsız Pakistan’ı kontrol altına almak; Orta Asya’dan geçecek Yeni İpek Yolu’nu (Belt and Road) engellemek Afganistan’da olmamızı gerektiriyor. Üçüncü olarak, orada 20 milyon Uygur var. Eğer CIA Çin’i istikrarsızlaştırmak üzere Uygurları kullanarak bir operasyon yapmak isterse, aynı Erdoğan’ın Esad’a karşı yaptığı gibi, Pekin rejimini, Uygurlar aracılığıyla, dışardan değil de içerden istikrarsızlaştırmak mümkün olabilir…”

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Afganistan’da 18 milyon insanın hayatta kalabilmesi için acil yardıma ihtiyaç olduğunu, her üç Afgan’dan birinin bir sonraki öğününün nereden geleceğini bilmediğini, beş yaşın altındaki tüm çocukların yarısından fazlasının önümüzdeki yıl akut yetersiz beslenme yaşamasının beklendiğini,” söylüyor.

Velhasıl, asıl tehlike terör değil… Terörü peydahlayıp dünyayı cehenneme çeviren ABD ve müttefikleri… Daha doğrusu, kapitalizm, emperyalizm… Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Yalanla hesaplaşmadan da önümüzü görmek, yolumuzu bulmak mümkün olmayacak… o

Bir gelecek var

Yapılan zamlar, artan kiralar, değişmeyen maaşlar, bulunamayan işler, tutulamayan evler, geçinemeyen milyonlar olarak gelecek bir belirsizlik hâli olmaktan çıkıp yok oldu. Bugün artık ne devletten gelen açıklamaları, ne yapılan zamları, ne enflasyon hesaplamalarına dahil edilen pinpon topunu konuşmanın bir anlamı var. Bugün tüm bunları tekrar ve tekrar duymak yersiz; yaşananlar karşısında sadece talep etmek ise umutsuzluktur.

İşçiler, işsizler, kadınlar, öğrenciler arasında yani milyonlarcamız arasında farklı farklı cümlelerle dile getirilen, henüz sokaklarda, meydanlarda yan yana gelip bağırarak söylenmese de sohbetlerin ilk konusu, büyük ve ortak konu ekonomik kriz, geçinememek, yaşayamamak, geleceksizliktir. Öncelikle ekonomik olarak söylenen bu gerçeklik birçok konuda aslında devlet ile geçinememekle sonuçlanmaktadır.

Devlet milyonlarca insan için bir şey talep edilecek bir yer olmaktan çıkmıştır; artık, bana ilişmesin yeter, denilen bir kurumdur. Devletle milyonların arasında kalan tek bağ, televizyonda duyulan anlamlandırılamayan açıklamalardan elektrik faturalarındaki zamlara, herhangi bir hak talebi için sokağa çıkınca karşılaşılan polisten yangın, sel ve depremde gönderilen IBAN’lara, ekonomik, siyasal ve fiziksel şiddettir.

Kabul ederek başlayalım, devlet işini yapmaktadır. Suç, 2021 yılının, kapitalist-emperyalist dünyasında devletin yaptıklarında bulunmaz. Suç, tüm bu olanları değiştirecek kadar mücadele edilmiyor diye düşünerek de bulunmaz. Suçlu arayan, gerçek değiştirici güç sahibinin kendisi olduğu gerçeği ile yüzleşmelidir.

Gelen zamlar, yaşanamayan yaşamlar denkleminde önce değişecek olan yaşamlardır. Onlar değişmeden bu denklemin diğer tarafı artarak devam edecektir. Belki bugün bu topraklarda garantisi olan tek şey mücadele edilmedikçe her şeyin daha da kötüye gideceğidir.

Yaşadıklarımız topyekûn bir mücadeleye sebep olmasın diye seçimler adında bir gündem en azından bir umut oluşturur umuduyla dolaştırılmaktadır. Ama gerçek şudur ki, kurtuluş için tek seçim, direnen işçilerle, özgürlüğü için mücadele eden kadınlarla, üniversitelerinde özgür bilimsel eğitim için mücadele eden öğrencilerle, doğanın talanına karşı duranlarla, devrimcilerle yan yana mücadeleyi büyütmektir.

Hayatta kalmak değil de yaşamak bugün nasıl mümkün olur?

İşten atmalara, ödenmeyen maaşlara, yoksulluk sınırını aşmayan zamlara karşı geliştirilen sürekli ve ısrarlı direnişler, grevler hakların alınmasının yoludur.

Yükselen kiralara karşı olanların sokaklarda, meydanlarda, kampüslerde seslerini duyurmaya başlaması kiraların düşmesinin yoludur.

Faturaların her ay 50 lira daha artmasına karşı zam yapan kurumların önünde yapılacak eylemler zamların geri çekilmesinin yoludur.

Artan gıda fiyatlarına karşı mahallelerde boş tencerelerle sokağa çıkmak fiyatların düşürülmesinin yoludur.

Sorunları etrafında bir araya gelen, mücadele edenler insanca ve onurlu bir yaşamın da yolunu göstermektedir.

Yaşamak için verilen mücadelenin adımları elbet bu düzenin topyekûn yıkılma mücadelesinden de geçecektir. İnsanlık dışı bu sistemin karşısında sosyalizm gerçek bir özgürlük seçeneği olarak durmaktadır.

Tüm bu mücadelelerin yan yana gelişi ile örgütlenecek gelecek, milyonlar için sefillikten çıkış ve özgürlüktür.

03.10.2021

Kemikteki bıçak kime saplanacak?

Haberler akıyor…

“Ayçiçek yağına sene başından bu yana %61 zam geldi.”

“Ekmek zammı yapmak istemeyen şehirlerde gramaj düşürülüyor.”

“52 ilaç daha SGK’nin ödeme kapsamından çıkarıldı.”

“Türkiye, kira artışında zam şampiyonu oldu. Dünyanın geri kalanına göre kiralar 3 kat daha fazla arttı.”

“Okul servis ücretleri İstanbul’da en az yüzde 15 zamlandı, 1-3 kilometre arası taban ücret 312 TL oldu.”

“TÜİK manşet enflasyon açıklamaktan vazgeçti. Hesaplamalarda artık gıda dışı ürünler kullanılacak.”

“İstanbul’da 13 milyon 305 bin 241 bireysel kredi ve kredi kartı müşterisinin, 252 milyar 247 milyon 317 bin TL kredi borcu bulunduğu bildirildi. Bu rakam, 15 milyon nüfusu olan İstanbul’un 0-15 yaş arası nüfusu hariç neredeyse tamamı.”

“Pandemi nedeniyle son 1 ayda 7112 kişi yaşamını yitirdi. Ortalama 6 dakikada 1 kişi virüs nedeniyle hayatını kaybediyor.”

Ve haberler akıyor…

“Alınteri, beden gücüyle çalışmanın manevi hazzını biliriz. Emekli maaşları ve işçi ücretleri fevkalade yükseldi.”

“Gençlerin işsizlik diye bir kaderi yok.”

“Gençler üretimden kaçıyor, eleman bulamıyoruz.”

“Hamdolsun pandemide fabrikalarda çarklar hiç durmadı, üretilen ürünlerin iç ve dış pazarlara ulaştırılmasında aksaklığa meydan verilmedi.”

“2020 yılında kâr eden kuruluş sayısı 411’den 423’e yükselirken, sadece demir çelik sektörü patronları Yüzde 1000 artışla 4.4 milyar lira daha kâr elde etti.”

Önümüze “haber” diye düşen, her gün küçülen öğünlerimizdir.

İyi de, nereye kadar?

Kim konuşacak bizim adımıza?

“Kuru da olsa midelerine ekmek giriyorsa aç değiller” diyeni bir tarafta, üniversiteden 45 bin lira kredi borcuyla mezun olana “İlk arabalarını ÖTV’siz satacağız” diyeni bir tarafta.

“Açları da siz doyurun” diyeni bir tarafta, “hepimiz sakin olacağız, sandığı bekleyeceğiz” diyeni bir tarafta.

Hangi zammı beklettiniz? Hangi katliamı beklettiniz? Hangi rant projenizi beklettiniz? Hangi yaraya merhem oldunuz?

Kaldı mı kaygısız geçen gün, kaldı mı geleceğinden emin olan?

Yetmedi mi çile doldurur gibi yaşamak?

Market fişleriyle alışveriş sepetlerinin arasındaki ilişkiye homurdanmak, ev ilanı sitelerini aşındırmak, kıyafetler için ikinci el uygulamalarını indirmek, kredi kartlarının limitini yükseltmek, bir öğünden daha vazgeçmek düzeltecek mi geleceğini?

Dahası, bu bir gelecek mi?

Hayatta kalmaya çalışmak ile yaşamak arasında kopmamış son bağa tutunmak kurtarmayacak bizi.

Duyan yoksa henüz, karnımızdan konuştuğumuz içindir; ki biz duyuyoruz.

Gören yoksa henüz, sadece kendimize baktığımız içindir; ki biz görüyoruz.

Bilen yoksa henüz, derdimizi kendimize sakladığımız içindir; ki biz biliyoruz.

Sesimiz birleşmeli, gözlerimiz bizden olanla beraber görmeye başlamalı dostu da düşmanı da.

Guruldayan midelerimiz, gürüldeyen ayak seslerimize dönüşsün bu sefilliğe karşı!

Geleceğimizi kazanmak için, örgütlenmekten başka çaremiz yok!

İnsanca ve onurlu bir yaşam için, bu kepaze düzeni başlarına yıkmaktan başka çaremiz yok!

Kendi kaderini gelmeyecek kurtarıcılara bırakmak istemeyenleri, yaşamını savunmak isteyenleri, biri diğerinin laciverdi olanlar arasında seçim yapmak istemeyenleri Kaldıraç Hareketi saflarına çağırıyoruz. Bir adımda dünyaların değişmeyeceğini biliyoruz ancak bu insanlık dışı sisteme karşı sürekli mücadele için örgütlü mücadele yönünde atılacak bir adım çok şey değiştirecektir.

Milyonların küçük adımları, mucizeler yaratacak güçtedir.

Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

“…o dîvan sensin artık
bıçak kemikte…”

18.09.2021

 

Direnişe çağrı, özgürlüğe davet

Eğitim hayatımızda bir zoom karesinden ibaret olduğumuz, üretim alanlarımızdan uzakta, evlerde ekonomik krizin sonuçlarıyla boğuştuğumuz iki senenin ardından üniversitelerimize, yaşam alanlarımıza dönüyoruz.  Fakat daha eğitim döneminin kapısı aralanmadan karşı karşıya bırakıldığımız tablo: yurt ve ev fiyatlarının pahalılığı, yurt kapasitelerinin yetersizliği, yemekhane ve özel işletme fiyatlarındaki artışlar, kimisi yüz yüze kimisi online olan dersler… Bizler, özgürce üretmeyi, bütün renklerimizle birlikte yaşam alanlarımızı var etmeyi düşlerken bize reva görülen yalnızca hayatta kalmak. Tabi buna yaşamak denirse… Kaldı ki şu an hayatta kalmamız için gereken, temel hakkımız olan barınma, beslenme gibi asgari ihtiyaçlarımızı karşılayamaz durumdayız.

Sen, sıra arkadaşım, bu sistemin krizlerinin sonuçlarını ödemeyi kabul ediyor musun? Kurduğun üniversite hayallerinde günü kurtarmak için yaşamak mı vardı, hatırla?

Gelecek kaygısıyla başladığımız okullarımızda okurken aklımızı; mezun olduktan sonra hayatımızı nasıl devam ettireceğimiz, emeğimizi kime satacağımız, iş bulup bulamayacağımızın kocaman belirsizliği meşgul ediyor. Geleceksizliğin yükünü ağır bir zincir gibi boynunda taşırken artık bu belirsizlik yalnızca okulu bitirdikten sonra değil daha eğitim dönemimiz başlamadan karşımıza çıkıyor. En azından üniversite hayatımızı güzel geçirelim, özgürce üretelim diye düşündüğümüz hayallerimize de el konulmak isteniyor.

Üniversitelere atanan kayyumların yaşam alanlarımızı rant kapısı haline getirmesi, bizlere öğrenci değil müşteri gibi davranması bizleri daha üniversite kapısından girmeden dönemi nerede geçireceğimizi bilemez hale getiriyor. Görece şanslı olanlarımız son anda açılan fahiş fiyatlı yurtlarda kalmaya çalışırken, bir kısmımız da dört duvarı var diye “ev” olarak adlandırılan mekanlara mecbur bırakılıyoruz. Bu dört duvardan oluşan mekanlar için de geri ödemeli olarak alabildiğimiz KYK burslarının beş katı kadar para ödememiz bekleniyor. Bazılarımız da eğitimimize devam edelim, akşam da sıcak bir odada uyuyabilelim diye insanlık onuruna uygun olmayan koşullar altında çalışmak zorunda kalıyoruz.

İTÜ’de vakıflar tarafından işletilen yurtların yarısından fazlası 1100 liradan fazla. Bu yurtlarda yemek gibi temel ihtiyaçların hiçbiri karşılanmıyor. Gittikçe artan kontenjanlara rağmen yurt kapasitelerinin sabit kalması, şehir dışından gelenler dahil olmak üzere birçok öğrenciye yurt sağlanmamasına sebep oluyor. Koç Üniversitesi’nde de benzer bir durum rektörlüğün öğrencilere önce yurt bursu verdiğini söyleyip sonra pandemiyi bahane ederek öğrencilerin büyük çoğunluğunu yurda almamasıyla yaşanıyor. Mimar Sinan Üniversitesi’nde devletin atadığı kayyum Handan İnci’nin kararlarıyla üniversitenin yurtlarına “anarşik faaliyette bulunan” öğrencilerin alınmayacağı duyuruluyor. Çürümüş sistemlerine karşı mücadele eden herkese terörist damgasını vuran Saray Rejimi, öğrencinin temel hakkı olan barınma hakkını da gasp etmekten geri durmuyor. Kılıçdaroğlu çıkıp “Gençlere ilk sıfır arabalarında sıfır ötv uygulanacak” söylemlerinde bulunuyor. Temel ihtiyaçlarımızı dahi karşılayamıyorken sıfır araba almamızdan bahseden ‘’muhalefet” açıkça aklımızla dalga geçiyor.

Tüm bunlara karşı direnmeyi öğrendik bir kere. Yanımızdaki arkadaşımızda, kendimizde çözümü aradık. Yan yana gelmenin, üretmenin, isyan etmenin tadını aldık bir kere.

Boğaziçi Direnişi boyunca kayyum rektöre karşı her ne yaptıysan sıra arkadaşım; senin, bizim sayemizde altı ay boyunca Melih Bulu’yu atayanlar rahat uyku uyuyamadı.

Şimdi sana diyoruz ki arkadaşım, kapitalizmin bizi ittiği karanlıktan birlikte çıkabilir; özgür bir dünyayı, insanca ve onurlu bir yaşamı var edebiliriz. Bizi mahrum bıraktıkları her alandan, her sokaktan, her kampüsten, her yurttan sesimizi yükseltelim.  Onlar bize yurt vermiyorlarsa, öğrencinin yurdu direnişidir diyelim.

Tüm öğrencileri bulundukları alanda dayanışmaları oluşturmaya, direnişi sokak sokak, kampüs kampüs yaymaya ve Kaldıraç Üniversite saflarında mücadele etmeye çağırıyoruz!

Göç meselesi ve sınıf mücadelesi

Bazı olaylar, aslında bildiğimiz, ama biraz olsun unuttuğumuz tartışmaları gündeme taşırlar. Göçmen meselesi de böylesi bir konudur. 2011’de başlayan Suriye savaşı, bu konuda bir dönüm noktasıdır. Suriye, Batı cephesinin, emperyalist cephe ve onun işbirlikçileri-tetikçilerinin umduğu gibi teslim olmayıp, direnme yolunu seçince, Türkiye, her ay artan miktarda göç meselesi ile karşı karşıya kaldı. Bir yandan Suriye topraklarının bir bölümünü işgal eden TC devleti, göç meselesini de hem Batı’nın emirleri hem de kendi çıkarları için ele aldı.

Şimdi ise, Afgan göçü gündem hâline geldi. Aslında, daha esas dalganın gelmediği, henüz bunun işin başlangıcı olduğu tartışılmaktadır. Ama buna rağmen, ortada bir göç dalgası da vardır. ABD, Afganistan yenilgisini, açık ve net bir dille üstlenmedi. Bunun yerine, yenildiği yerden yeni bir “oyun” başlatma yolunu hep deniyor. Suriye’de de yaptıkları budur. Yenilgiyi kabul etmiyorlar. Çünkü, çözülmekte olan ABD hegemonyasını durdurmak istiyorlar. Çünkü, emperyalist efendi olmayı, pastadan en büyük payı almayı istiyorlar. Anlaşılır olduğu kesin. Böyle olunca, “hamdolsun” sözleri ile hafızalara kazınan Biden-Erdoğan görüşmesi anlam kazanıyor (Öyle anlaşılıyor ki, Akar, Erdoğan sonrası döneme hazırlanıyor. Sedat Peker’in açıklamaları ile şansını kaybeden Soylu oldu. Ama bu kez, Akar, sessiz kalarak, Afganistan planları ile Erdoğan’a hizmet ederek güç toplamaya başlıyor. Umudu budur. Ama umduğunu bulmak, Akar’ın hayat çizgisine bu kez yazılı mıdır bilmiyoruz). Erdoğan’ın mal varlığı dosyası açılmadı ve onun yerine, Akar-Erdoğan eli ile hazırlanmış Afganistan’da havalimanını koruma “vazifesi” gündem olarak iletilmiş olmalıdır. Mesaj şudur: Ben her yerde senin tetikçin olurum, Ukrayna’da, Kafkaslarda, Karadeniz’de, Libya’da, Suriye’de, hatta Afganistan’da ne istersen seve seve yaparım. Dosyaları kapat ve biraz da para ver yeter. İşte bu mesajı alan ABD yönetimi, elbette, bir de göç meselesi var ya da şunu da unutmayın demekten geri durmaz. Erdoğan, Afganistan’a açık mesajlar gönderip, bize göçün mesajını iletmiştir. Ve böylece, göç, göçmen meselesi yeniden tartışma konusu hâline geldi.

Biden-Erdoğan görüşmesinde, ABD tarafından eğitilmiş, Taliban’a karşı saf tutmuş bazı kadroların, Türkiye’ye göçü istenmiş olmalıdır. Bu nedenle gelenler, çoğunlukla asker gibidir, uzun yola dayanacak gibidir.

Göçmen meselesine ırkçı yaklaşımlar, “utangaç” ırkçı yaklaşımlar birbirine karışarak artmaya başladı. Okur yazar takımı (OYT), elbette bu dalgaya binmekte sakınca görmedi. “Teori”ler geliştirildi, “Afganistanlı göçmenlerden paramiliter güçler kurulup iç savaşta halka karşı kullanılacak” noktasına kadar gelişen “teori”ler.

İşte böylece, biz, “işçi sınıfının milliyeti yoktur” cümlesini yeniden hatırlamak, göç ve göçmenlik üzerine yeniden tartışmayı gündem yapmak noktasına geldik.

Önce bir alıntı yerinde olur.

“Türkiye’de ortalama bilinç, köşeli, bağnaz bir resmî tarih ve resmî ideoloji tarafından ‘iğdişleştirilmiş’, dumura uğratılmış bir bilinçtir. Resmî tarih, yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan bir tarih versiyonudur. Fakat, resmî tarih, kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi zorlaştıran bir şey de Avrupa-merkezcilik veya Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma denilendir… Avrupa-merkezli yabancılaşma, eğitimli kesimlerin kendi gerçekliklerine kendi gözleriyle bakmalarını zorlaştırıyor… Oysa, ‘önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır’ denmiştir…” (Fikret Başkaya, “Rejimin niteliğine dair on tez”, Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, Sayı 241, s. 65).

Göç meselesi için de bu nokta çok önemli. OYT, büyük ölçüde “devlete” bağlı bakış açısını aşmamış olduğundan, göç ve göçmen sorununa, farklı tonlarda ırkçılık kokan bir yaklaşımı sürdürmektedir. Çünkü, nereden bakmak gerektiği konusunda tercihleri yanlıştır.

Birçok bilimsel veri sıralanır ve alt alta dizilirse, eğer sizin bakış açınız “standart” ise, “ortalama bilinç” düzeyini aşmamış ise, oradan doğru sonuçları çıkaramazsınız.

Fotoğrafçılar, eğer iyi bir eğitim veriyor ve kendi bilgilerini daha çok paraya satmak için gizleyerek aktarmama yolunu seçmiyorlarsa, öncelikle, bakış açısını öğretmeye çalışırlar. Aynı kareye, farklı bir açıdan bakmanın nelere yol açtığını göstermek isterler.

Hem sanatta hem de bilimde, “nereden bakmak” önemlidir. Sanat ve bilim, “günlük düşünme”nin aşılmasıdır. Günlük düşüncede “güneş doğudan doğar” ve bu bilgi bazı doğrular içerir. Oysa, gerçekte güneş asla batmaz ve doğmaz. Dünya, hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında döner. Kendi etrafında döndüğü için, gece ve gündüz denilen şey oluşur ve batma-doğma hikâyesinin kaynağı budur. Günlük bilincimizde devlet, sanki tüm toplumun ortak organıdır, oysa bilimsel olarak bakıldığında biliriz ki, devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır, siyasal örgütlerinin en önemlisidir.

Göç ve göçmenlik meselesine, işçi sınıfının mücadelesi ve devrim, sosyalizm perspektifinden bakmamız gerekir.

Önce durumu biraz olsun resmetmek istiyoruz. Yoksa söyleyeceklerimize “bunlar genel doğrular ve somut durumu göz önüne almıyor” denmesi mümkün olur. Biraz daha ciddi eleştiriler için, işin bu yönünü kapatmak isteriz.

1

TC aslında, yakın bir tarihe kadar göç alan bir ülke değildi.

Aldığı göçler de, daha çok Batı’dan, yani Balkanlardan oluyordu. Bu nedenle TC devletinin yasal düzenlemeleri de böyledir. Batı’dan gelen olursa buna “mülteci” deniyor. Mesela Arnavutluk’tan gelen kabul ediliyor. Oysa İran’dan gelen olursa “coğrafî çekince” kavramı ile yaklaşılıyor ve onlara mülteci yerine, “geçici koruma” adlı bir kavramla yaklaşılıyor. Mülteci, aslında yasal haklar elde ederken, “geçici koruma” programındakiler, gönderilmek üzere kenarda tutuluyor.

Sanıyorum, bu durum biliniyor ve bilmeyen de yoktur.

Bu mülteci yaklaşımı, yani Balkanlardan geleni mülteci olarak almak ve diğerlerini almamak yaklaşımı, NATO bağları içinde anlamlıdır. SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş bir ülkede, eski sosyalist ülkelerden gelene kucak açmak, onları “anti-komünist” mücadelenin bir parçası olarak ele almak “anlaşılır” olmalıdır. Yani, mesele Batı’dan gelenin “insan”, doğudan gelenin ise “eksik insan” olması meselesi değildir. Mesele Doğu kültürünün bize daha çok “yabancı” olması da değildir. Bunları, hızla bir kenara atıyoruz. Kimse NATO mekanizmalarına, “aklayıcı” imajlar yüklemesin.

Kavrama dikkat edin: “Coğrafî çekince”.

“Coğrafî çekince” askerî bir terimdir. NATO mantalitesi çerçevesinde meseleye yaklaşılmaktadır. Balkanlardan göçenler, çoğunlukla AB ülkelerine doğru göç ederler. Hem iş bulma umutları daha fazladır hem de “cazibesi” vardır. Ama bazı programlar çerçevesinde Türkiye, Balkanlardan göç almıştır. Yugoslav göçü, Bulgar göçü gibi göçler Cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Ve alınan bu göçmenler, en aşağılık muamelelere maruz kalmıştır. Her zaman olduğu gibi. Bir yandan “komünist” olma ihtimalleri araştırılmış, bir yandan da onların “anti-komünist” mücadeleye katılmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Çoğunluğu, işgücü olarak da kalifiyedir. Bu kalifiye işgücü, rahatça yerleşti diye düşünülmesin. Tersine, belirleyici unsur “anti-komünist” mücadeledir. Eğer anti-komünist olma sınavını geçerseniz, siz NATO mekanizmasına sadıksınız demektir, bu durumda göçmen olmanız ve devletin hizmetine girmeniz daha olanaklıdır.

2

Göç ve göçmenlik, bizde sadece “dışarıdan gelen” bir insan seli olarak ele alınamaz. Bizde, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca, köylerden şehirlere göç oldukça yaygındır. Son 20 yılda, tarımda yaşayan nüfusun anormal biçimde azalmasına bakın. Belki bunun bir nedeni “büyük şehir” uygulaması ile “kırsal alan” tanımının daralmasıdır. Ama bu olsa olsa sadece bir nedenidir. Köylerde yaşayan nüfus %5’lere kadar düşmüştür. Dediğimiz gibi, bunun bir nedeni büyük şehir uygulaması ile yapılan yasal düzenlemedir. Ama yine de, rakamlara bakılabilir. 2000’lerin başında tarımdaki nüfus, yuvarlak hesap nüfusun yarısı, yarısından biraz azı idi. Oysa şimdi bu %5’lere, haydi diyelim %15’lere (büyük şehir düzenlemesini yok sayalım) düşmüştür. Bu durum, ciddi bir değişim demektir.

Demek oluyor ki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca göç politikaları, devlet eli ile uygulanan politikaların bir parçası olmuştur. Oysa, mesela Cumhuriyet, bir toprak reformu da yapmış değildir. Özellikle 1960’lardan sonra iç göç sürekli artmıştır ve hızlanmıştır. Sömürge bir ülkenin klasik gelişim sürecidir bu. “Kalkınma iktisadı”, bu açıdan büyük bir yalan, büyük bir örtüdür. Sovyetler’in yardımı ile yapılan sanayi yatırımları bir yana bırakılırsa, tüm sanayi gelişimi, devlet desteği-yabancı sermaye bağı ile yapılmıştır. Yabancı sermaye, elbette, kendisi için “altyapı” ister. Mesela İstanbul’da yatırım uygundur, ama daha ucuz işgücü olsa da, mesela Diyarbakır’da, mesela Erzurum’da, mesela Sivas’ta yatırım o kadar “kârlı” değildir. Oralarda, mesela 1960’larda işgücü daha ucuz olabilir. Ama İstanbul, birçok altyapı hizmetinin olduğu bir yerdir: Elektrik, su, ulaşım, haberleşme, eğlence vb. Eğlenceyi bilerek ekliyorum, mesela Çorum’da, 1960’larda bir Alman, bir Amerikalı için eğlence çok zordur ve doğal olarak tehlikelidir. Böylece, İstanbul gibi yerler (bunlara Bursa, Trakya, İzmir vb. de eklenebilir, Mersin, Adana’da), göç almak “zorunda” bırakılmıştır. Göç için, daha çok para kazanma umudu, kısa sürede “köşeyi dönme” umudu ile iç içedir. Almanya’ya işçi göçünü düşünün. Sivas’ın bir ilçesinden, İspir’in bir köyünden hiç İstanbul’u görmemiş bir ailenin 1960’larda Almanya’ya göçü, sıradan bir durum değildir. Üstelik ortada savaş da yoktu.

Bu iç göç, şehirlerin etrafında, küçük mahalleler oluşturmuştur. Diyelim ki, Tozkoparan’a gelmiş olan bir Rizeli göçmen, diğer akrabalarını da oraya taşımıştır, bir anlamda öncü gibi. Bugün hâlâ İstanbul’un birçok semti, böyle tarif edilir. Burada Rizeliler, burada Sivaslılar, burada Erzincanlılar, burada Trabzonlular yaşar, gibi. İstanbul’un ilçe belediye başkanlarının çoğu Trabzonludur. Bu aslında, tam da bu gerçeğin, göç meselesinin sonucudur.

Durum, kültürel açıdan da farklı karmaşalar yaratmıştır. Doğaldır. Dinî örgütlenme, bu hemşehricilik meselesini kullanmakta mahirdir. Ama daha fazlası vardır. Sivaslı ile Rizeli birbirini bu göç sonrasında, yeni “vatan”larında tanımıştır ve doğrusu, birbirini aşağılamıştır.

Kapitalizm sadece insanın insan tarafından sömürülmesine dayanmakla kalmıyor. Bu sömürü, beraberinde, büyük oranda aşağılama denilen şeyi de yaratıyor. Sadece cinsiyete dayalı bir aşağılanmadan söz etmiyoruz. Herkes kendinden güçsüz olanı aşağılıyor. Trabzonlu, Erzincanlıyı neredeyse düşmanı olarak görüyor.

12 Eylül öncesinde bile, patronlar, en sıradan bir fabrika örgütlenmesinde, “sen Sünni bir kişisin bu Alevi’yi mi dinliyorsun”, “sen Sivaslısın, şu Artvinliyi mi dinliyorsun” tarzında aşağılanmayı günlük olarak kullanmaktaydılar.

Şehirlere gelip, hızla kültürel değişim süreci içine girenler, bir açıdan “tutunabilmek” için, eğilip bükülmek zorunda kalıyorlardı. Bu durum, bugün de böyledir.

Görüldüğü gibi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak ölçüde net bir biçimde, burjuvazi, günlük bilinci ile bu farklılıkları, işçi mücadelesini bölmek için kullanmıştır, kullanmaktadır. Karslının bir kültürel özelliği onun davranışında ifadesini bulduğunda buna şaşıran bir Aydınlı, kendi başına kalsa, bu davranışı öğrenmeye çalışır, ama kapitalist egemenlik altında bu durum, aşağılanmanın konusu oluyor. Ve ezilenler, ezenleri kopya eder gibi, kendinden güçsüz olanı hor görmeye başlıyor. Bu yolla, kendi ezilmişliğini örtmeye çalışıyor.

Dinin bu çorbadaki etkisi, daha çok 12 Eylül sonrasına aittir. Önceki dönemlerde var olsa da etkili olmamıştır.

Din, bu hareketli, huzursuz kitleleri yönetebilmek için, egemen sınıfın eline büyük bir olanak sunmaktadır. Egemenler, bu bilince Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken varmışlardı. Diyanet işlerini, oldukça etkili kullanmayı başarmışlardır.

3

Bugünkü sorun, daha çok “Suriyeliler” ve şimdi “Afganistanlılar” olarak ele alınmaktadır. Sanıyorum, şimdiye kadarki bölüm ile, meselenin öncesi ile bağını kurmak konusunda bir olanak ortaya konmuş oldu.

Suriye savaşı sonrasında, “bir öğlen namazını Şam’da kılmak” hayali ile hareket edenler, göç sorunu ile karşı karşıya kaldılar. Suriye’de Esad’a karşı bir askerî örgütlenme için çalışan ABD ve ortakları, bu durum karşısında TC devletine ilave görevler verdiler. TC devletinin başlıca görevleri, silah tedariki, çetelerin eğitilmesi, yaralıların Türkiye’de tedavisi vb. şeklinde idi. Göçmen meselesi de böyle ele alındı. Bir yandan bu göçmenler içinden savaşçı yetiştirmek istediler, bir yandan da “etinden sütünden” yararlanma mantığı çerçevesinde bu göçmenlere ucuz işgücü vb. olarak yaklaştılar. Ama, göçmen sayısı kampların kapasitesini aşınca, işler biraz daha değişti.

Suriye savaşında ölen Suriyeli sayısının 500 bini geçtiği söyleniyor.

6,7 milyon Suriyeli ülkeyi terk ederek göç etti ve milyonlarcası da savaş nedeni ile Suriye içinde yer değiştirdi.

2011 yılında TC devleti, 58 bin göçmenden söz ediyordu ve bugün bu rakamın 4 milyonu aştığından söz edilmektedir. Gelenlerin çoğu, ülkeyi bir geçiş ülkesi olarak kullanıp, Avrupa’ya geçmeye çalışıyordu. Bu Suriyeliler için de böyleydi.

Irak, Afganistan ve Suriye savaşları, Türkiye’yi, göçün “transit ülkesi” olmaktan çıkarmaya başladı denilmektedir. Eksiktir. Bunun nedeni AB ile 2013 yılında yapılan anlaşmadır. 2013 yılında AB ile yapılan anlaşma, “tut göçmeni, al parayı” şeklinde okunabilir. Soğuk Savaş politikalarına devam etmesi istenen ve bu konuda ABD tetikçisi olarak görev almayı “bilinç” hâline getirmiş TC devleti, bu anlaşmayı para kazanma yolu olarak gördü. Rant, yağma ve savaş ekonomisine son derece uygundur.

Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Bu temelde, siyasal iktidarda yer bulanlar ceplerini doldurma konusunda bir sistem geliştirdiler ve “rant-yağma-savaş ekonomisi” üzerinden bir paylaşım kardeşliği oluşturdular. Bu sadece Erdoğan meselesi değildir. Erdoğan’ın pay almadığı hiçbir “ekonomik” hamle olmaz. Tamam ama, paranın tümünü de o almaz. “Tut göçmeni al parayı” anlaşması, o kadar ileri boyutlara vardı ki, Erdoğan, (bir) daha çok para almak için ve (iki) ABD emri ile AB’yi sıkıştırmak için göçmenler üzerinden şantajlara başlamıştır. Dahası, bizzat kendi ağzından, afyonlu nutuklarından birinde “Merkel’e dedim ki parayı elden ver” demiştir. “Parayı elden ver,” ticarette, faturasız, kayıtsız kuyutsuz iş yapmak içindir. Tüccar bunu, devlete daha az vergi ödemek için yapar. Ama komisyoncuların başı Reis, bunu “devletin başı” olarak yapmaktadır. Ne yapsın, ülkeyi anonim şirket gibi yönet, dediler. Bildiği en iyi anonim şirket Ülker idi ve faturasız satış, malın niteliği ile oynamak bu şirketlerde çok yaygın idi. O da bunu bildiğinden bunu yapmıştır.

Saray Rejimi bununla yetinmemiştir.

Suriye savaşına tetikçi olarak dalan TC devleti, yağma işini hemen organize etmiştir. Petrolden insan kaçakçılığına kadar. Ve bundan tüm tekeller payını, az ya da çok almıştır. Saray, bu tekellerin bu “kanlı” parayı çok sevdiğini bilmektedir. Buna bir diyelim.

İkincisi, savaşın içe yansımasıdır. IŞİD ile girilen girift ilişkiler, “din kardeşliği” temeli üzerine kurulmak istendi. Ancak, 100 dolar karşılığında “İslam savaşçısı” olanlar, 150 dolara da başkaları için savaşmaya başlamıştır. Bunu yönetmek, ancak onlara “uygun işler” vermekle mümkün idi. MİT devreye girmiştir. SADAT organize edilmiştir ve 7 Haziran’da iktidarı seçimle kaybeden Erdoğan, Saray Rejimi’ni kurmak için yola çıkmıştır. Suruç katliamı, Ankara Gar katliamı başta olmak üzere birçok katliamda IŞİD kullanılmıştır. Kürt halkının üzerine ABD tarafından salınan IŞİD, içeride de TC eli ile Kürt halkına karşı kullanılmaya başlanmıştır.

Amaçları Suriye’den AB’ye geçmek olan göçmenler, yollar kapanınca, bir yerlerde yaşamak için, hayata tutunmaya başlamışlardır. TC devletinin bu IŞİD çeteleri ile ilişkisi bu sürecin bir başka boyutudur. Ne Suriyeliler IŞİD’lidir ne de onların içinden TC eli ile devşirilen savaşçı çeteler başarılı olabilmiştir. Bu savaşçılar, TC devletinin işgal ettiği alanlarda, Suriye cephesinde TC ordusunun uzantısı olarak tutulmuştur.

Demek oluyor ki, TC devletinin göç politikası işgalci politikasının, yağmacı politikasının, rantçı politikasının bir uzantısıdır. Mesele bir yandan Kürtlere karşı savaşla bağlanmaktadır ki bu konuda Suriyeliler etkin değildir ve mesele aynı zamanda Rusya’ya karşı ABD’nin savaşı ile bağlantılıdır.

Bugün, Türkiye’ye gelen ama AB’ye geçmek isteyen ama geçemeyen göçmenler, “yakalanmaktadır”. Bu yakalananlar, 2019 yılında 450 bin kişiye ulaşmıştır. 2015-2020 arasında yakalananların toplamı ise 1,5 milyonu bulmaktadır.

Suriyeli olup da, “yeterli ücret” ile çalışanlar, yani Prof. Yasin Aktay’ın “onlar olmazsa ekonomi çöker” dediği kişi sayısı 1,5 milyondur. Bunlar, 1000 TL aylık ücretle, ortalama günde 16 saat çalışmaktadırlar. Gün 24 saattir ve 8 saat, uyku dahil diğer işlere düşen zamandır.

Burjuva iktisatçılar, mesela Yasin Aktay, yeni bir kavramı devreye sokmaktadır. Bu kavram, “asgarî ücret”ten farklı olarak “yeterli ücret”tir. Yeterli ücret 1.000 TL’dir. Bu, ayda 400 adet simit anlamına gelmektedir. Üç öğün ikişer simit yemeye yetmez, çay ve su da hariç. İstanbul gibi büyük şehirlerin yıkıntılarında kendilerine evler bulmaktadırlar.

1.6 milyon Suriyeli ise, “tut göçmeni al parayı” programı çerçevesinde, AB’den alınan fon ile, ayda 125 TL (zamlı hâli 125 TL) ile yaşamaktadır. Bu paranın onlara verilip verilmediği de tartışma konusudur.

Çalışanların aldığı en yüksek ücret “yeterli ücret” denilen ve bugün 1.000 TL olan ücrettir. Bu işçiler, Gaziantep, Kayseri ve Konya’da, ağırlıklı olarak 10-30 kişi çalıştıran işletmelerde çalışmaktadır. İşte Aktay’ın “onlar olmazsa ekonomi çöker” dediği işçiler bunlardır.

Göçmen “ucuz emek deposu”dur.

Bu işçiler sosyal güvencesiz çalışmaktadırlar ve işten atılmaları konusunda hiçbir yasal engel yoktur. Yani, kıdem tazminatı vb. gibi maliyetler, patronlar için söz konusu değildir. İstedikleri zaman işten atılabilmektedirler.

Bunların dışında 320 bin kişi göçmen pozisyonundadır. Özbek, Tacik, Afgan, Iraklı (Arap) sayısı bu kadarla sınırlı olmayabilir. Çoğu, “geçici koruma” adı altında ülkede durmaktadır.

4

Göçmen, mesela Almanya’ya giden Türkiyeli işçiler örneğindeki gibi, geri dönmek üzere gidenleri de içerir. İnsanın yaşam alanını terk etmesi, ekonomik veya savaş gibi ekonomik veya fiilî zorla gerçekleşiyor. Ülkemizde, Kürt köylerinin zorla boşaltılması örneğini biliyoruz. Bugün hâlâ, Kürtlere karşı saldırılar Batı’da sürmektedir.

Ama göçmenin geri dönmesi o kadar kolay değildir. Kültürel parçalanma, yeni yerde aşağılanarak da olsa yerleşme geri dönmeyi zorlaştırmaktadır. Göçülen “anavatan”a geri dönmek, o ülkede ikna edici gelişmeler olması ve ekonomik olarak orada yaşayabilme olanaklarının oluşması ile mümkün olabilir. Tersine göç, ancak bu yolla mümkün olabilir.

Bugün, 770 bin Suriyeli çocuk, Türkiye’de ilkokullarda okumaktadır. Suriye savaşı bitmeden, Suriye’de yeni bir yaşam olanağı yerleşmeden, bu göçün geriye yönelmesi o kadar kolay değildir. Bugün, büyük şehirlerin çoğunda, Suriyeli mahalleleri oluşmaktadır. Bu Suriyeliler, insan kaçakçılığı da dâhil, birçok çetenin ellerine düşmektedirler.

Ve sistem, bundan rahatsız değildir.

5

Meseleye işçi sınıfı açısından bakıldığında durum biraz daha farklıdır.

İşçi sendikaları, gerçekten işçi sendikaları iseler, mesela bu göçmenler konusuna eğilmek zorundadır.

Bunlar işçi sınıfının yeni eklenmiş bir parçasıdırlar. İşçi sınıfının milliyeti yoktur. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Denebilir ki, “mazluma dini sorulmaz.” Demek ki ne din ne ırk ayrılığı işçiler için söz konusu olmamalıdır.

İşçi sendikaları için mesele, “yeterli ücret” gibi yaklaşımlara karşı, ilkeli ve kararlı mücadele geliştirmektir.

Ülkede 9 milyonu aşkın insan, sosyal güvencesiz çalışmaktadır.

Toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı, en iyi rakamlarla 1,5 milyondur ve toplam işçi sınıfının %5’i civarındadır.

9 milyon sosyal güvencesiz çalışanın bulunduğu bir ülkede, göçmenlerin “işçilerin işlerini ellerinden aldıkları” propagandası, işçi sınıfını bölmeye, sorunların temelini gizlemeye dönük bir propagandadır.

İşçi sınıfı, bu ırkçı yaklaşımları temelleyen bakış açısını tek etmek zorundadır. Sivaslı, Erzurumlu, Trabzonlu, Giresunlu, Erzincanlı vb. ayrımı ne kadar devlet propagandası ise, ırk ve din yaklaşımı da o kadar devlet propagandasıdır. Ve ırkçı saldırılar, yeni gelenleri, işçi sınıfının ve ezilenlerin ana gövdesinden uzak tutmak içindir. Onlar kendilerini öncelikle işçi ve emekçi olarak değil, “yabancı” olarak hissetsin amacıyla bu saldırılar yapılmaktadır. Ve bu ırkçı saldırılar için, bizim ülkemizde devletin oldukça eskiye dayanan deneyimleri vardır, birikimleri vardır. 6-7 Eylül olaylarını hatırlamak yeterlidir.

İşçi sınıfı, sigortasız çalışmayı, Suriyeli işçiler, göçmen işçiler geldiği için öğrenmedi. İşsizliğin 15 milyon kişiyi aştığı, uzun pandemi dönemi boyunca işçilerin 1200 TL’den az ücret aldığı bir ülkede, göçmen işçileri dışlayarak, “öteki” ilan ederek, ancak ve ancak, egemenlerin ekmeğine yağ sürülmüş olur.

Mesele, işçi sınıfın örgütlülüğü meselesidir.

İşçi sendikaları, eğer işçi sendikası olsalar, gerçek anlamda işçi sendikası olsalar, devletin denetimini kırsalar, sendika mafyasını sırtlarından atmış olsalar, Suriyeli işçileri ya da hangi ülkeden olursa olsun göçmen işçileri, örgütlemekte zorluk çekmezler. Bu durumda, “yeterli ücret” gibi saçmalıklar, Yasin Aktay gibilerin akıllarında dans etmez. Göç meselesinde işçi sınıfı, doğrudan örgütleri aracılığı ile devrede olur. Kendi haklarını koruyamayan, bu konuda eylem geliştiremeyen bir işçi sınıfı, sorunu yabancı işçilerin yarattığı bir sorun olarak ortaya koyanlara inanmak zorunda kalır.

Örgütsüz bir işçi sınıfı, devletin, düzenin propaganda aygıtının esiri hâlindedir. Bu nedenle, düzenin propaganda ettiği her türlü ırkçı söyleme kulaklarını açar. İşin kolayına kaçar. Örgütlenmek, sisteme karşı mücadele etmek zordur, meşakkatlidir. Ama onurlu tek yol budur.

Kendinden güçsüz olanı aşağılamak, kendinden güçsüz olanı ezmeye kalkmak, kendinden güçsüz olana yüklenmek, aslında kendini bir güç olarak da görmemektir. Bu, sistemin ortalama bilinci ile davranmak demektir. Yani, bilinçsiz işçinin işidir. Sınıf bilinçli işçi için, dünyanın tüm işçileri kardeştir.

İşçilerin milliyetleri yoktur. İşçi, hangi halktan geliyor olursa olsun, hangi etnik kökene sahip olursa olsun, işçidir. Kızılderili, siyah, esmer, sarı veya beyaz, işçiler kardeştir. Sermayenin dişlileri arasında sömürülen, iradeleri kırılmak istenen işçiler, ancak kardeş olduklarını bilince çıkardıklarında özgürleşebilirler. Sınıf bilinci tam da budur.

Mazluma dini sorulmaz. Ezilen, aşağılanan, yoksul olan, haksızlığa uğrayan, hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, mazlumdur.

6

Biden’ın emri ile ya da ABD’ye yaranmak için “ben sana bağlıyım, sen benim efendimsin” demek için Saray Rejimi, her göreve canla başla atlamaktadır.

Öyle anlaşılıyor, Akar, Afganistan havalimanı konusunda görev almak için canla başla bir yol oluşturmuştur. Efendileri, bu yolu Erdoğan’a söyletmişlerdir. Erdoğan, ABD’nin istediği şeyi, masaya getirmiştir. Körün aradığı bir göz hesabıdır bu. ABD, bunun üzerine, bir de göçmen meselesini eklemiştir.

AB, Türkiye’nin bu yeni Afganistanlı göçmenleri tutmasını istemektedir. Daha esas göç akımı da başlamamıştır.

ABD ve AB, bu göçmenler Türkiye’de kalsın, “tut göçmeni al parayı” aşağılık programı uygulanmaya devam etsin istemektedir. Sonra, bunların içinden en “olumlu” olanlarını ucuz işgücü olarak alabilirler. Bunun hesabını yapmaktadırlar. ABD, Avrupa’yı, İslamî çetelerle epeyce zamandır tehdit etmektedir. Fransa’da ortaya çıkan saldırıların niteliği bellidir. AB ise bu ayıklamayı Türkiye içinde yapmaktan yanadır ve bunun için 3 milyar euro daha önermektedirler.

Saray bu yolla ömrünü uzatma peşindedir. ABD ne derse yapacaktır, yeter ki ömrü uzasın. Kafkaslarda, Ukrayna’da, Karadeniz’de, Suriye’de vb. görev almaya hazırdırlar.

Afganistan bu alanlardan en yenisidir.

Burada istedikleri destek, Erdoğan’ın ağzından yansımıştır: Lojistik destek, diplomatik destek ve maddi destek. Özetle Saray Rejimi şunu söylüyor: Bize para verin. Bizim askerimiz, iyi bir ihraç malıdır. Bunun karşılığında uygun bir para ödemelisiniz. Bilmiyoruz, asker başına bir miktar mı belirleniyor? Kore savaşında öyle idi. Muhtemelen burada da öyledir. Muhtemeldir ki, bu para meselesi çözülecek konudur. Zira Kâbil havalimanının güvenliği sağlanırsa, mesela uyuşturucu parasından bir pay TC devletine verilebilir. Bunun için, bazı Afganistanlıların, uyuşturucu çetelerinin uzantısı olarak Türkiye’de 250 bin dolarlık bir konut alarak “yerli ve milli” hâle gelmeleri mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki, göçmenlerin içinde bir bölüm bu iş için vardır. Dahası, göçmenlerin daha büyük dalgalarla iş yapabilmesi için, mesela insan kaçakçılığı için de görevli Afganistanlılar buraya yerleştirilebilirler. Demek ki para meselesinin çözümü kolaydır. Hem de Erdoğan’ın istediği gibi, “elden” ödeme ile, kayıt dışı bir tutar.

Lojistik destek, muhtemelen hava olanaklarıdır. Aslında bu o kadar kolay bir konu olmasa gerek. Zira havalimanında belli miktarda ABD askeri bırakmak dışında bir yolu yok. Ama bu askerin orada varlığı zaten zordur. ABD askeri, büyük oranda TC askerinin ardında saklanmak isteyecektir. Yenildiği bir yerde ABD bu yolla tutunmak isteyecektir.

Saray bu durumu görüyor. Bu nedenle, Erdoğan’ın ağzından, “Taliban’la inançlarımız farklı değil” şeklinde bir açıklama yapmaktadır. Bu açıklama, hem ülkede Taliban iktidarını tanımak anlamına geliyor hem de ABD’ye bir mesaj niteliği taşıyor. Yani, bize saldırmazlar demek istiyor. Sıradadır, Erdoğan, epilepsili hâli ile, Taliban lideri ile görüşecektir.

Kaş yapalım derken göz çıkartmak bu olsa gerek.

Erdoğan’ın ünlü bir fotoğrafı vardı. Yanılmıyorsam Hürriyet basmıştı ve o zamanlar Doğan Holding bünyesinde idi. Doğan Holding, bugünlerde affedilmek için çırpınmaktadır. Ama konumuz da bu değil. Fotoğrafa dönelim. Sanırım arşivlerden bulunabilir. Bulamayanlar, gidip Ertuğrul Özkök’e sorsunlar. Bu ünlü fotoğrafta, Erdoğan, Hikmetyar’ın dizinin dibinde poz vermişti. Babasının dizi dibinde öyle bir fotoğrafı olmadığı kesindir. Hikmetyar, hatırlamayanlar için, ABD’nin Afganistan’daki adamlarından biri idi ve uyuşturucu çetelerinin de ona bağlı olduğu söylenirdi.

Demek oluyor ki, Erdoğan, doğru söylemektedir, “Taliban’la inançlarımız farklı değil” dediğinde gerçeği yansıtmaktadır.

Taliban ise bu açıklamayı “beğenmek”le birlikte, yabancı asker varlığını istemediklerini ilan etmektedir. Bu durumda TC devleti, henüz Afgan hükümeti demek olmayan Taliban ile diplomatik ilişkiye girmiştir. Acaba Çavuşoğlu, yangın bölgesinden Katar şeyhlerini arayıp ne kadar arazi istersiniz demeden önce Taliban ile de görüşmüş müdür? Bu görüşmede, diplomatik bir giriş olarak Taliban’ın zaferini tanımak adına, İslam dünyasının lideri Erdoğan’ın, kendilerini Afganistan emiri olarak tanıdığını söylemiş midir? Buna karşılık Taliban, hayır biz sizi bizim emirimiz olarak görmek istiyoruz demiş midir? Bilmiyoruz. Ama anlaşılan odur ki, uyuşturucu işi için Afganistan’da Taliban’la bir anlaşma yapılmaktadır. Dağıtımın Türkiye ayağını tutmak isteyen ABD, bu pazarlıkta şansını artırmak istiyor olabilir mi? Yoksa Afgan ekonomisi nasıl ayakta duracak?

Diplomatik destek talebine gelince, kanımızca bu talep tümü ile, TC’nin oradaki varlığını Rusya ve Çin’e karşı savunma talebidir.

TC devletinin savaş ekonomisini beslemek istediği anlaşılıyor. Bu nedenle Soylu, Suriye ve Irak’a yürüyerek gidip gelmekten söz ediyor.

Tekeller, savaş ekonomisini sevmişlerdir.

Suriye’de işgal altındaki bölgede sürmekte olan yağmaya bakınca bunun nedenini anlamak zor olmasa gerek.

İşçi sınıfı, bölgemizde gelişmekte olan devrimi karşılamak üzere örgütlendikçe, elbette tüm sınırlar ortadan kalkacaktır. Burada başlayan devrim, tüm bölgenin sosyalist devriminin kaldıracı olacaktır. Bu, bölgede gelişecek her devrim için de geçerlidir. İşçi sınıfının en gelişkin olduğu bölge ülkelerinden biri Türkiye’dir ve bölgemizdeki sosyalist devrimin önemli parçalarından da biridir. İşçi sınıfının, devrimci işçilerin bakması gereken nokta burasıdır.

7

Okur yazar takımı (OYT) tarafından en çok yapılan propaganda, göçmenlerin içinde, İslamî çetelerin de var olduğu, bu çetelerin iç savaşta halka ve işçi sınıfına karşı kullanılacağı görüşüdür.

Göçmenlerin “salt göçmen” olmadıklarına katılmamak mümkün değil. Dünyada emperyalist güçler arasında bir yeni paylaşım savaşımı var iken, hiçbir olayın “salt” o olma özelliği kalmaz. Ama doğrusu, içlerinde İslamcı çeteler, daha çok AB’nin tehdit edilmesi amacına hizmet eder.

Ülkemizde devlet, işçi ve emekçilere karşı paramiliter güçleri uzun süredir kullanmaktadır. MHP, bu işi 12 Eylül öncesinde yerine getirmekte idi. Bugün İslamcılık ve milliyetçilik birleştirilerek bu paramiliter güçler devreye alınmıştır. SADAT budur. IŞİD çetelerinin katliamlarda kullanılması budur.

Ama bir şeyi netleştirmek gerekir. TC devletinin paramiliter güçleri kullanması yeni değildir. Sivas katliamını hatırlayalım. IŞİD çetelerinden farkı nedir?

Voleybol takımı şampiyon olunca, onlara karşı başlayan kampanya için Afganistanlılara ihtiyaç duyuldu mu? Bir kafa, kadına baktığında görünen vücut parçalarından dinini ve imanını kaybettiğini düşünüyorsa, o kafa önce kendi yakınındaki kadınlar ve çocuklar için, tüm toplum için zehirli bir kafadır. Bunu besleyen Saray Rejimi’dir, devlettir. Ve devlet, paramiliter güçler için gerekli adamı her zaman bulur.

Kendi askerini Afganistan’a gönderenlerin, siyasal iktidarları için neler yaptıklarını zaten biliyoruz. Kürtlere karşı TC devletinin yürüttüğü savaş, baştan aşağıya kirli bir savaştır. Bu savaşı hiç ama hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Kürtlere karşı yürütülen soykırım savaşını görmezden gelen OYT, bize iç savaş için Afganistanlılara duyulan ihtiyaçtan söz ediyor.

İç savaş için TC devletinin elindeki ordu ve polis de aynı işi yapmaktadır.

CHP mantığının, Saray’ın bir uzantısı, “muhalefetteki görevlisi” olarak halkı korkutmak için kullandığı argümanların bir başka çeşididir bu. Bu çetelerin paramiliter güçler olarak kullanılmayacağını söylemiyoruz. Hayır. Zaten kullanılıyorlar diyoruz. Dahası, devletin tüm birimleri de bu işi yapmaktadır.

Sorun halkın gösterdiği tepkinin zayıflığını doğru anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Halk, zayıf tepki gösteriyor, çünkü örgütsüzdür. Ve devlet tüm güçleri ile, ordusu ile, yargısı ile, polisi ile saldırmaktadır. Örgütlülüğü yetersiz olan halkın tepkisi bu nedenle zayıf kalmaktadır.

Yani, var olan mücadeleyi, var olan direnişi yokmuş gibi varsaymak yerinde değildir. Ortada her şeye rağmen gelişen, büyüyen, örgütlülüğü de artan bir direniş vardır. Sanki bu yokmuş da, onlar gelecek ve direniş başlarsa bastıracaklar demek yanlış bakıştır.

Mücadelenin sertleştiği doğrudur. Daha da sertleşeceği ise bir sır değildir.

Devletin uyguladığı zor, egemenlerin sınır tanımayan zoru, karşısında kitlelerin, işçi ve emekçilerin zorunu bulacaktır. Er ya da geç.

Bu süreci örgütlemektir esas olan.

Mesela halkı, Saray’ın saldırılarının korkutmaya yetmediği yerde, CHP tarzı ile “bunlar her şeyi yaparlar” tarzı söylemle korkutmayı bir yana bırakma meselesidir. Sanki şimdi yapmıyorlar gibi. Şimdi de yapıyorlar. Şu anda da paramiliter güçleri devrededir.

Gezi’de kadınların ve gençlerin karşısına palalıları çıkartmadılar mı? %50’yi evde zor tutuyorum nutuklarını atmadılar mı? Ama şalterleri indirmiş, örgütlü işçilerin karşısında, bu palalar işe yaramaz.

Elbette İslamî çeteleri kullanıyorlar. Bir otobüste, toplu taşımada kadınlara giyimlerinden dolayı saldıranlar zaten eksik değildir. Kadınları zaten her fırsatta öldürmektedirler. Kadınlar, bu durum karşısında sinmek yerine mücadele etmeye yönelmektedirler. Çözüm de buradadır.

Mesele günlük yaşamımızda karşımıza çıkan bu saldırının, aslında sistemin, devletin bir saldırısı olduğunun bilincine varmaktadır.

Öyle diyor dünya halkları, “örgütlü halkı hiçbir kuvvet yenemez.” Bu, binlerce yıllık mücadele tarihinden damıtılarak gelen bir bilinçtir. Yol göstericidir ve gösterdiği yol, örgütlü mücadeledir. Gösterdiği yol, ömrünü tamamlamış bir sistem olan kapitalizmin şu ya da bu yönünün düzeltilerek yaşanır bir sistem hâline gelmeyeceğinin kavranması ve tümden yıkılması gerektiğinin bilince çıkarılması yoludur.

Bir açıdan bakıldığında Suriyeli ya da Afganistanlı işçiler, daha düşük ücrete çalışmaya razı oldukları için, işçi ücretlerini aşağıya çekme eğilimini beslemektedir. Ama diğer açıdan bakıldığında, ücretleri aşağıya çekmek isteyen tekeller, onların örgütü devletin zaten bunu yapmakta olduğu görülür. Bizim taraftan bakıldığında görülen budur. Bizim taraftan bakıldığında bu yabancı işçiler işçi sınıfı saflarına daha taze güçler katmaktadırlar. Dünyanın farklı yerlerinden gelen işçiler, devrimin ordusuna katılacak potansiyeli oluşturmaktadırlar.

İşçilerin vatanı yoktur.

Dünyanın her yerinde işçi sınıfı sömürülmektedir. Onları kardeş yapan temel budur ve bu temel üzerinde devrimcileşmek, onları yoldaş yapacaktır. Ve bu, hiç kimsenin iyi vaatleri ile değişmeyecektir. İşçilerin kurtarıcısı, ancak kendileridir. Bir şartı vardır bunun, sınıf bilincine sahip örgütlü işçi sınıfı bunu yapabilir.

İşçi sınıfı, düzenin mezar kazıcısıdır. Ama binlerce yıldır yönetilenler, binlerce yıldır ezilenler, binlerce yıldır sömürülenler, ancak yeni bir bilinçle mücadele etmeyi başarabilirler. Bu bilincin en kesin ifadesi, yürütülen mücadeledir. Yürütülen mücadelenin en iyi ölçütü, geliştirilmiş olan örgütlenmedir.

Yabancı işçiler, işçi sınıfı saflarına hoş geldiniz. Gördüğünüz gibi, kaçtığınız yerden daha iyi bir yaşam hiçbir yerde yok. Kaçmaya, göçe son vermenin tek yolu, dünyayı yaratanın sizin emeğiniz olduğunu kavramanızdır. Mücadele etmeden yaşam kazanılamaz. Siz, geldiğiniz yerdeki işçilere, onların kardeşi olduğunuzu mücadele ile gösterebilirsiniz. Sömüren her yerde sömürendir, sömürülen her yerde sömürülendir.

Çöküş: Saray Rejimi’nin “yeni normal”i

Temmuz ayının son günlerinde, Ağustos ayının ilk günlerinde, ülkenin turizm bölgelerini, en başta bu bölgeleri yangın sardı. Orman yangınları, insan olan herkesin içini acıtacak görüntülerle, söndürülemez yangınlar hâlini aldı.

1
13 Temmuz günkü bazı gazetelerin manşetlerini, Orman Bakanı’nın “çakmak çakılsa haberimiz oluyor” başlıklı haberi süslemiş. “Süs” olarak bakıldığında, gayet de başarılı bir süsleme sayılabilir. Pakdemirli, orman yangınlarını bir yana bırakın, biz artık, bir çakmak çakılmasını dahi izleyebiliyoruz, demiş.

Ne başarı, ne övünülecek şey!

Ama maalesef, 14 gün sonra, yani iki hafta sonra, Orman Bakanı Pakdemirli’nin, pek de “pak” olmadığını, çok miktarda “pis” olduğunu gösterecek yangın haberleri gündeme düştü. Yangın da olsa, ışık aydınlatıcıdır.

Antalya’dan Marmaris’e, tüm turizm bölgesi yanmaya başladı.

Dahası, tam da bu dönem, bir yeni kanun devreye sokuldu ve Orman Bakanlığına ait bazı yerler, Çevre Bakanlığına devredildi.

Manavgat yangınında, Çevre Bakanı ile, Dışişleri Bakanı sahne aldı ve “her şey yolunda” mesajlarını verdiler. Biri turizm işletmelerine, diğeri ise Katar gibi mülk almaya hevesli yatırımcılara mı sesleniyordu, bilmiyoruz. Ama soru ortadadır. Orman Bakanı ile İçişleri Bakanı Süslü Süleyman, ancak çok sonra boy göstermeye başladılar.

2
Manavgat yangını ile birlikte tartışma başladı. Saray beslemeleri, yangınları PKK’nin üzerine atmaya çalıştı. Ama tutması olanaklı değildi.

Ama Manavgat yangınının, bir habere göre aynı anda 4 yerde, bir başka habere göre aynı anda 6 yerde başlamış olması, sabotaj ihtimalleri yönündeki kuşkuları artırdı. Bu kez oklar devlete, Saray’a çevrildi. Soru şöyle dile geldi: Acaba Saray, yeni imar alanları açmak için, bu yangınları kundaklamış mıdır? Beşli çete denilen müteahhitler, büyükleri de küçükleri de dâhil hepsi, böylesi bir kundaklamada aktör müdürler? Tam da yasanın bugünlerde çıkmış olması, bu kuşkuları da artırır niteliktedir.

Ayrıca, Soylu’nun ilk ortaya çıkışı, yangın kundakçısı diye linç edilmeye çalışılan, karakola götürülen ailenin suçsuzluğunun ilanı ve itibarının iadesi için olmuştur. Devlet, göz yaşartıcı bir hızla, linç edilmekten kurtulan bu ailenin zararını hemen karşıladı. Eşi benzeri görülmemiş bir atikliktir bu ve hiçbir “bürokratik” süreç, olayın hızını kesmemiştir. Süslü Süleyman, yangınların araştırılmasını istemez hâldedir.

Dahası, Orman Bakanı, “çakmak çakılsa görebiliyor” iken, olup biteni anlatabilecek tutum alamamıştır. Belediyelerin yangını söndürmekten sorumlu olduğunu ilan etmiştir. Manavgat yangını sonrasında, başka yerlerde yangınlar peş peşe başlayınca, Dışişleri Bakanı sahneden çekilmiştir.

Dışişleri Bakanı’nın, mesela Afganistan konusunda devrede olmasını beklerdiniz değil mi? Eğer öyle ise, çok beklersiniz. Saray Rejimi, tam olarak budur. Afganistan meselesi Akar’ın meselesidir, Manavgat ise Dışişleri Bakanı’nın, Libya’da İçişleri Bakanı devrede olur. Çünkü, baştan aşağıya bir çeteleşmiş devlettir bu ve yaşadıkları çöküştür. Çöküş anında herkes, kendi kesesini doldurmaktadır, belli dikkatler içinde.

3
Yangınların ne kadarı sabotajdır, ne kadarı kapitalist sistemin yarattığı iklim değişikliği ve doğanın tahribinin sonucudur, bu bir tartışma konusu olabilir.

Ama yangınların söndürülmemesi, söndürülmesi yönünde, halkın gösterdiği işbirliği ve çaba ile devletin sessiz ve sedasız seyretmesi arasındaki açık karşıtlık, yangınları söndürmek için Orman Bakanlığının, devletin herhangi bir kurumunun sessiz kalması, eylemsiz kalması, sabotaj kadar büyük bir suçtur. Diyelim ki, bu ormanlar yansın isteniyorsa, yangına müdahale etmemek için bir organizasyon yapılmış olsa, işte devlet bunu başarmıştır.

Devletin yangın çıkarma pratiğini biz Kürdistan dağlarından iyi biliriz. TC devletinin bu konuda açık ve bilinen bir sicili zaten vardır. Manavgat ile başlayan, Bodrum, Marmaris vb. yerlerde yeni yangınlarla birleşen bu yangınlar, devletin Kürt dağlarını yakma deneyimini anımsatmaktadır. Ama sabotaj tartışmasını tümü ile bir yana bırakalım. Yangınların söndürülmesi konusundaki devlet tutumu, sabotaj ile aynı derecede suçtur.

Rant ve yağma politikalarının yansımasıdır. Bunda hiç kuşku yoktur.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Yangınlar konusundaki tutumu ile Saray, bu politikalarını bir kere daha tescil etmiştir.

Saray Rejimi, doğaya, insana, yaşama karşı, yağma, rant ve savaş taraftarıdır.

Elbette, kapitalist sistemin kâr amaçlı üretim mekanizmaları, doğayı, doğanın bir parçası olarak insanı kirletmekte, yağmalamaktadır. Kapitalist kâr amaçlı üretim, doğanın ve onun bir parçası olan insanın sömürülmesi üzerine kuruludur. Bu durum, dünyada iklim değişikliklerini tetiklemekte, adeta gezegen yok edilmektedir. Elbette bu durum, yangınlar da içinde birçok felaketin, pandemi de dahil birçok hastalığın ortaya çıkmasının nedenidir. Bu nedenle diyoruz ki, kapitalist sistem, ölüm üretmektedir. Yaşamın her alanında bu gerçek, kendini dolaysız biçimlerde ortaya koymaktadır. Buna son vermenin tek yolu, sosyalizmdir. Bu nedenle “ya sosyalizm ya ölüm” sloganı, daha da günceldir, devrim talebi daha da yakıcıdır.

4
Saray’ın vurdumduymazlığına karşılık, halkın yangınlar karşısında gösterdiği dayanışma ve ortaya koyduğu emek ve irade, Gezi Direnişi’nin derinlere yerleşmiş yardımlaşma ruhunun kanıtıdır. Elbette, bu yangınların, havadan su atılmadan söndürülmesi mümkün değildir.

Yangınların su uçakları ile söndürülmesi, son derece olanaklıdır. Sabotajla başlamış olsa bile, yangının hızla yayılmasının neden, müdahalenin sadece halk tarafından elle yapılıyor olmasıdır.

Manavgat’ta bir kitle gösterisi olsa, Saray Rejimi’ni protesto gösterisi organize edilmiş olsa, onlarca TOMA devreye sokulacaktır. Bundan eminiz. Ama resmî olarak devlet, elini bile kıpırdatmamıştır.

Devletin başı olarak dolaşan Erdoğan, “uçağımız yok” demiştir.

İyi ama, yangın da olsa ışık aydınlatıcıdır.

Saray’da 13 adet trilyonluk uçak vardır. Ve bunlardan sadece bir tanesinin bedeli karşılığında, bir yangın söndürme uçak filosu kurulabilmektedir. Her şeyde, “ben ben” diye nutuklar atan Erdoğan’ın, “uçağımız yok” demesi, Dışişleri Bakanı’nın IBAN numaraları ilan etmesi, Saray Rejimi’nin “yeni normal”idir.

Pandemi süreci ile hayatımıza biraz farklı girdi “yeni normal”.

Adeta, buna alışın denilmektedir. Bundan böyle normal budur.

Yangın süreci göstermiştir ki, sistemin “çöküş” hâli vardır. Ve bu durum, “yeni normal” olarak karşımızdadır.

5
Çöküş, Saray’ın yeni normalidir.

Erdoğan’ın “uçağımız yok” demesi budur.

Kılıçdaroğlu’nun, devleti kurtarmak adına sürekli Saray’ın payandası olması hâli, bunun çıplak hâle gelmesi yeni normaldir.

Aklın tutulduğu yerde, sadece karabasan kalır. Saray Rejimi’ne karşı açık ve net bir mücadeleye girmeyenlerin, karabasanları eksik olmayacaktır.

Erdoğan’ın çay fırlatması, çay fırlatma sahnesinde çığırtkanın sözleri, tam olarak “yeni normal”dir ve çöküş hâlidir.

Rize’de sel felaketinde gidip kendi korumalarından oluşan izleyici kitleye çay fırlatması, Saray’ın “yeni normal”idir. Ucuz bir parodidir ve gülmek için bile önce şaşırmak gerekli bir hâldir.

Marmaris’te Erdoğan’ın yangın için yolları kapatması, koruma ordusunun yangın söndürme faaliyetlerini engellemesi, Saray’ın “yeni normal”idir. Erdoğan’ın Marmaris’te, yangın içindeki Marmaris’te, dinleyenlere çay fırlatması, çığırtkanın komutlarına uyarak insanların başlarına çay atması, çöküş komedyasıdır.

Bir belediye başkanının “TOKİ öyle evler yapacak ki, evi yanmayanlar, keşke benim evim de yansaydı diyecekler” beyanatı, övgü ile sövgünün yer değiştirdiği “yeni normal”dir ve Saray Rejimi’ne aittir.

Erdoğan, bir köy muhtarını arayıp, yeni evler yapılacağını ve bu evlerin %67-80 oranları ölçüsünde kredilendirileceğini söylemiştir. Muhtarın ne dediği bilinmiyor. Ama içinden ne dediği ayan beyandır.

İşte yangınlar karşısında Saray Rejimi’nin resmî tutumu budur: Yangını nasıl kâra, nasıl yeni binalara, nasıl kredili satışlara çevirebileceklerini hesaplamaktadırlar. Bu durumun kendisi, sabotaj kadar suçtur, insanlık dışı tutumdur.

6
Yangın süreci açık olarak göstermektedir ki, Saray Rejimi, danışmanları, bakanları, bürokrasisi, ordusu, polisi, dron üreten şirketleri, inşaat şirketleri, turizm tekelleri, karanlık basını ile halka, yaşayan her canlıya, işçi ve emekçilere, yaşamın kendisine düşmandır.

Ülkenin büyük nüfusu ile Saray Rejimi, iki karşıt kutuptadır.

Saray Rejimi, doğrudan halkların düşmanıdır.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin düşmanıdır.

Saray Rejimi, yaşayan her şeye, yaşamın kendisine düşmandır.

Saray Rejimi, çürümenin temsilcisidir, karanlığın temsilcisidir.

Ve açık olarak, bu iki karşıt kutup arasında her gün daha fazla açığa çıkan bir savaş yaşanmaktadır.

Bu savaşı görmemek, bu savaşı görmezlikten gelmek büyük hafifliktir. Doğanın ve onun bir parçası olan insanın yok edilmesi sürecine seyirci kalmak suçtur.

Açık olarak Saray Rejimi’ne karşı mücadele, acil bir görevdir, ertelenemez bir görevdir.

“Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz.”

Yakınmayı, gözyaşlarını bir kenara bırakmak gerekir.

Açık olarak bir örgütlü mücadeleye girmek gerekir.

Direniş, ülkenin her yanından gelişmektedir. Gözlerimizi bu direnişe dikmek, kulaklarımızı direnişin ayak seslerine odaklamak, ayaklarımızın ritmini direnişin ritmine ayarlamak gerekir.

Bu yangınlar, Saray’a ulaşacaktır.

Saray ve halk, iki karşıt kutuptur.

En büyük felaket, bir toplumsal felaket olan Saray Rejimi’nin, kapitalist sistemin bizzat kendisidir. Kapitalizm var oldukça, burjuva egemenlik var oldukça, saraylar yerlerinde durdukça, bu felaketlerin sonu gelmeyecektir.

Kapitalizmde yaşamak, Saray Rejimi altında yaşamak artık bir karabasandır.

Bu karabasana son vermenin yolu, bilimi, aklı temel alan bir devrimci direnişi örgütlemektir, devrimi örgütlemektir, işçi sınıfının tüm güçleri ile sahneye çıkmasıdır.

Sınıf savaşımı, örgütlü mücadele ve örgütten kaçış

12 Eylül, bizim devrimci hareketimizin tarihinde önemli bir yenilgidir. Bu yenilgi, “değerli”dir. Eğer yenilgilerden ders çıkartabiliyorsak, aslında her yenilgi zafere yaklaştırır, zafere yaklaştırdığı oranda değerlidir. 12 Eylül yenilgisini, zaferin kaldıracı yapacağız.

12 Eylül yenilgisi, işçi sınıfını örgütsüz bıraktı. Sendikaları, devlet kontrolüne alacak tarzda, “sendika mafyası” denetiminde örgütledi. Sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıktı. Ve işçiler sendikalardan uzaklaştılar. Bu hâlâ aşılmış değildir. Ama sadece bu kadar değil. 12 Eylül, devrimci örgütlerin yenilgisi ile sonuçlandı ve “yenen vezir olurmuş, yenilen rezil” hesabı, solun hızla “küçümsenmesi”, “aşağılanması” kampanyalarını beraberinde getirdi. Eğer yenilgi, savaş meydanlarındaki direniş sonrasında gerçekleşse idi, bu kadar çözülmeye, devrimci saflarda, işçi sınıfı saflarında bu denli erozyona yol açmazdı, döneklik bu kadar “makbul” hâle gelmezdi. Oysa 12 Eylül sürecinde hapishanelerde destansı direnişler yaratılmıştır, binlerce insan işkencecilere boyun eğmemiştir. Direnilmiştir ama iktidarı alma perspektifi önde tutulamamıştır.

Yenilginin bu tarz yaşanması, direnişin meydanlarda, sokaklarda, barikatlarda olmamış olması, beraberinde soldan, devrimden yüz çevirmenin çeşitli biçimlerini de getirdi. Dönekler, devrimci harekete sövmeyi “aydın” olma hâli olarak gören Ahmet Altan ve Murat Belge gibiler bir yana, devrimci mücadele konusunda samimi olanlarda da açık olarak devrimden uzak durma eğilimi, örgütten kaçış eğilimi olarak ortaya çıktı. Şöyle ifade edilebilir mi: “Evet, devrim gerekli ama, örgüt, işte o olmaz.”

Bu eğilim, bugün de yenilmesi gereken bir eğilimdir, hâlâ etkilidir ve çok farklı tonlarda, kişilerin iradelerini aşarak kendini göstermektedir.

Bir yandan örgütü küçümseyen, örgütlü mücadeleyi bir tür “esir” olma hâli gören tutumlar varken, diğer uçta aynı kaçış eğilimi, kendini “mükemmel örgüt”, “hatasız örgüt” arama, beklentisi olarak ortaya koyuyor.

Bu konu üzerine tartışmak istiyoruz.

* * *

Bir konudaki bilgimizin doğru olup olmadığının kanıtı nedir diye sorulur. Çok geneldir. Ama önemli bir tartışmadır. Hepimizin aşına olduğu bir bilgiden, dünyanın düz mü yoksa elips şeklinde yuvarlak mı olduğu tartışmasından, bilgilerimizin doğruluğu üzerine konuşabiliriz.

Dün, bundan 500 yıl önce, dünyanın düz olduğu “bilinirdi”. Bu bilgi, aslında günlük bilinç dediğimiz şey ile edinilmiştir. Ufuğa doğru bakarız ve sanki dağlar, yükseltiler, çukurlar bir yana, dünyanın düz bir tepsi olduğunu düşünürüz. Ama bu “günlük bilgi” zamanla, bilim tarafından yanlışlanmıştır. Bilim adamları, güneşin gün içindeki yerine ve ışıklarının düşmesi ile oluşan gölgelerin durumuna bakarak, binlerce yıl önce, dünyanın düz olmadığını düşünmeye başlamışlardır. Ama köleci toplum gelişip serpildikçe, din, devletler tarafından daha etkin bir yönetme aracı hâline geldi. Böylece dünyevî bir güç olan siyasal iktidar, kralların, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğu fikrini, yönetme aracı olarak kendine oldukça uygun buldu. Bu yolla, aslında egemenler, azınlık oldukları hâlde yönetmekte, baskı dışında ilave araçlara (ya da daha etkin ilave araçlara) ulaşmış oldular. Dünya ve güneş sistemi üzerine bilgi de, bu çerçevede “donuklaştı”.

Krallara hizmette kusur etmeyen düşünürler, köleci sistemin, zayıflıklarını bildikleri hâlde bunun nasıl ebediyen sürebileceği üzerine düşünmeye başladılar. Platon, böyle düşündü.

Bu, egemen düşüncedir.

Bir toplumda var olan toplumsal ortalama bilinç, egemenlerin bilincinin, ideolojisinin bir yansımasıdır.

Ama yine de bilim diye bir şey var. Hareket durmaz, durmuyor.

İnsanoğlu, üreme (kendi soyunun devamı) ve üretme (kendi yaşamını sürdürmek için maddi malları üretme) gibi temel iki faaliyet alanında toplumsallaşır. İnsan toplumu, ne ölçüde kan bağına, biyolojik bağa dayalı örgütlenmiş ise, o denli ekonomik açıdan gelişmemiş demektir. Ekonomik faaliyet artıkça, toplumun üretime, üretim ilişkilerine vb. dayalı örgütlenmesi de gelişir.

Devlet ortaya çıktığında, sınıflar oluşmuş demektir. Sınıfların varlığının itirafıdır devlet. Ve devlet, tüm toplumu egemen sınıf çıkarlarına göre yönetme, örgütleme hamlesidir, egemenlerin egemenliklerini sürdürmek için diğer toplumsal sınıfları bastırma aracıdır.

Devlet bir kere ortaya çıktı mı, tüm kültürel, siyasal, ideolojik, bilimsel faaliyetlere de müdahil olmaya başlar. Bu, köleci devlette daha ilkel mekanizmalarla ve aynı anlama gelmek üzere daha az etkin tarzda gerçekleşirken, toplumlar geliştikçe, devlet büyüdükçe, daha etkin ve güçlü mekanizmalarla gerçekleşen bir müdahaledir.

Bilinçten söz ettiğimizde, günlük bilinci bir düzey olarak, bilimsel ve sanatsal bilinçten ayırırız. Bilimsel ve sanatsal alanda bilincin ortaya çıkışı, aslında bilgiyi “güncel gözlemlerden” bir ölçüde koparır. Teori, işte bu kopuşun da ifadesidir. Bir sanat dalı olarak müzik önce, üretime bağlı, toplumsal yaşamın pratiğine bağlı seslerden oluşurken, sonra, onlardan kopar ve daha ileri bir birikimle, yeniden ortaya çıkar. Etik ve estetik, bu sanatsal alanda oluşan bilginin, yeniden üretilmesi, topluma sunulması aşamasında, bilimsel bir alan olarak ortaya çıkar. Etik, günlük dildeki “ahlâk”tan farklı bir anlam alır, “estetik”, günlük dildeki güzellik anlamından farklı bir anlam alır.

Ama bu, sınıflar arasındaki mücadeleden, onun bir aracı olarak egemen sınıfın baskı aygıtı olan devletten ayrı olmaz. Sadece devletten değil, sınıflar arasındaki savaşımdan da ayrı olarak var olmaz. Sınıf savaşımı, sınıflı toplumların ana dinamiği olarak, yaşamın her alanını etkiler.

Bu nedenledir, “karanlık çağ” da denilen Ortaçağ’da bilim ve sanat, kilise ile mücadele etmişlerdir. Ve o mücadele olmamış olsa idi, ne bilim ne de sanat, kendi rüştünü ispat etmiş olmazdı.

Copernicus (Kopernik) ve ardından Galileo, dünyanın döndüğünü, düz olmadığını anlattıklarında, aslında en başından bu bilginin krala ve kiliseye “isyan” demek olduğunu anlamışlardı. Belki farklı bilinç düzeylerinde. Copernicus, yazdıklarını gizlemek durumunda kalmıştı. Galileo, engizisyon mahkemesinde, “dünyanın döndüğü” fikrini reddetmek, inkâr etmek zorunda kalmıştı. Ama yine dediği gibi, dünya dönmeye devam etmişti.

Birçok filozof, aslında bir konudaki bilginin doğru mu yanlış mı olduğunu bilemeyeceğimizi, hatta şeylerin bilgisinin bilinemez olduğunu savunmuşlardır.

Oysa bilim bize tersini söylüyor. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucuları, bir bilgi teorisi geliştirdiler. Buna göre, bizim dışımızdaki gerçek bilinebilir. Bizim dışımızdaki gerçek konusundaki bilgimiz, bir yandan görelidir ve yarın yanlışlanacak şeyler içerir, ama bir yandan da doğruluğunu bileceğimiz anlamında “mutlak”tır. İnsan suyu hep içti. Hep yaşamında oldu. Ama suyun H2O olduğunu, gelişimin bir aşamasında öğrendi.

Bilgi teorisi bize, bir konudaki bilgimizin doğruluğunun kanıtının, pratik olduğunu söyler. Yani, bilgiyi yeniden hayata uygulamak, onun doğruluğu konusunda bir ölçüdür.

Diyelim buhar gücü konusundaki bilgimiz, eğer buhar makinaları yapmayı başarmış isek, o ölçüde doğrudur. Elbette buhar gücü konusunda yarın bu bilgiye eklenecekler olacaktır. Bu eklenecekler, bir toplumsal ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkar.

Demek ki, şunu söylemekte haklıyız: Bilginin doğruluğunun ölçütü pratiktir, toplumsal pratiktir. Ve bilgiden daha ileri bilinç söz konusu ise, bilincin göstergesi de eylemdir.

İnsan deprem konusunda bir bilince sahip ise, evlerini buna göre yapmakta “özgür” olabilir. Yaşamını bir ev alabilmek uğruna harcamış bir emekçi, parasının yettiği evi alırken, aslında bu özgürlükle bir bağa sahip değildir.

Başka örneklere gerek yok kanısındayım.

Demek ki deprem konusundaki bilinç ile biz, doğrudan toplumsal yaşama da gelmiş olduk. Kapitalist, depreme dayanıklı olmayan evleri, maksimum kâr amacı ile üretim yaptığı için üretir. Konut sorunu var olduğu sürece bir toplumda, deprem bölgesinde, ölümle kumar oynamak demek olan bu evleri satın alan çıkacaktır.

Doğru bilginin ölçütü pratiktir. Diyelim ki, sarı ile maviyi karıştırarak yeşil renk elde etmeyi, pratiğe uygularsak kanıtlamış oluruz. Bunu herkesin tek tek kanıtlaması da gerekmez. Ama ressam dediğimiz kişi renk ve desen üzerine çalışır ve aslında onun için bu renk bilgisi daha derindir. Ve bu bilgisinin derinliği de onun eserlerinde yansımasını bulur.

İzninizle şöyle bağlayalım: Bir insan kapitalizmi yıkmak gerektiği konusunda bir bilince sahip ise, bu bilincine uygun bir eyleme sahip olur. Böylesi bir eylemi yoksa, onun bu konudaki bilgisi, çakaralmaz bir eski tüfek misali, iş görmez.

* * *

Sınıflı toplumlar, bilinen insan tarihinin çok büyük bir bölümünü kapsıyor. Sınıflı toplumların öncesi, sınıflı toplumlar tarihi kadar bilinmiyor, daha “cansız”dır. Bu sınıflı toplumların tarihi de sınıf savaşlarının tarihidir.

Egemenler ile yönetilenler, her sosyo-ekonomik biçimde farklı adlar (köle sahipleri, senyörler, beyler, ağalar, burjuvalar) alsalar da, sınıflı toplumlarda vardır ve savaş hâlindedirler. Spartaküs isyanı, hem egemenleri hem de köleleri, sonrasında sömürülen herkesi etkilemiştir.

Sınıf savaşımında, egemenlerin, tarih içinde en etkili örgütleri, devlettir. Devlet, egemenlerin örgütüdür. Mesela kapitalizmde partileri de vardır burjuvazinin. Ama devlet, temel örgütleridir ve en gelişmiş örgütleri devlettir.

Onların sınıf savaşımından öğrendikleri, devletin hafızası olur. Bu sınıf savaşımlarına göre devlet gelişir, şekil alır. Üstelik bu hem egemenlerin egemen olduğu topraklardaki sınıf savaşımını hem de gezegenin her alanındaki sınıf savaşımını kapsar. Yani, Spartaküs isyanından sadece Roma öğrenmez, başka devletler de öğrenirler. Aynı derinlikte olmasa da.

Oysa biz işçilerin, tıpkı bizden önce sömürülenlerin olduğu gibi, böylesi bir örgütü yoktur. Peki olmalı mıdır? Eğer sömürüye, insanın insana kulluğuna son vermek istiyorsak olmalıdır. Hem bilim bunu söylüyor, hem de mücadele tarihi bunu söylüyor. Öyle ise, devlete karşı, devrimci örgüt gereklidir.

Börklüce Mustafa, Osmanlı beylerinin ordusunu iki kere yenmeyi başarmıştır. Ama Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin, Osmanlı egemenliğini yıkıp, yerle bir etmeyi hedeflemeliydi. Oysa onlar, daha çok, insanca yaşamak istiyorlardı, ne devletin gölgesi olsun ne kendisi, ondan uzak olmak istiyorlardı. Bu durum, onların örgütlenmelerine de yansıyordu. Geliştirdikleri örgütlenme, devleti yıkacak ve yeni bir dünya kuracak derinlikte değildi. Düşleri tamdı, inançları da, bilincin göstergesi olarak eyleme de geçtiler, ama bilincin en gelişmiş göstergesi olarak örgüt yeterli olmadı.

Eğer kapitalizmi yıkmak istiyorsak, eğer insanın insana kulluğunu yok etmek istiyorsak, eğer sömürünün her türünü, aşağılanmayı ve ayrımcılığın her türünü yok etmek istiyorsak, bize devrimci bir örgüt gerekir. Sıradan bir örgüt değil, devrimci bir örgüt.

Peki bu bugün, bilinmiyor mu?

Kanımca biliniyor. Ama bilinç hâline gelmiş değildir. Biz de bunu bilen ama bilinç hâline getirmemiş olanlarla tartışıyoruz.

Bir de elbette örgüt ve örgütlü mücadele, açıktan devlete karşı örgütlenmek demek ise, bundan kaçınanlar vardır. Kimilerine göre örgütlü mücadele, egemen sınıfı, onun devletini yıkmayı hedeflememeli, daha çok onu düzeltmeyi hedeflemelidir. Biz devrimciler böyle düşünmeyiz.

Bize göre, bilincin ölçütü pratiktir ve en gelişmiş pratik, örgüttür. Yani, devrimci örgüt, bizzat en gelişmiş eylemdir.

Devrimci tarihimizde ortaya çıkan yenilgiler, örgütlü mücadeleden kaçış eğilimlerini beslemiştir. Birçokları, “mükemmel örgüt” aramaktadır.

İyi ama, biz, kapitalizmde yaşıyoruz. Bizim içinde yaşadığımız toplumun ortalama bilinci, günlük olarak ortaya çıkan bilinç, egemen sınıfın bilincidir. Bu bilinç, mesela bizim toplumumuzda katliamcılığı, yağmacılığı destekleyen, dinci, milliyetçi, erkek egemen bir bilinçtir. Mesela bu bilinç, meta egemenliği altında yaşamanın öğelerini taşır. Ve tüm bunlar, devrim saflarına katılan, katılmaya aday olan herkesin “genlerine” kadar işlemiştir. Eğer örgütü canlı bir mekanizma olarak düşünürsek, örgütlü mücadelenin kendisinin bu “genlere” kadar işlemiş kapitalist sistemin etkilerinden arınmanın yolu olarak örgütü ve örgütlü mücadeleyi düşünebiliriz.

İşte devrimcilerin örgütü, bu ortalama bilinci aşmak anlamına gelir. Kişi, kendini çevreleyen toplumsal bilinci aşabilir. Eğer bu “aşma” durumu, bir seferlik değil de, süreklilik kazansın istiyorsak, örgüt ve örgütlü mücadele dışında bir yol yoktur.

Diyelim ki, kapitalizmin ne olduğunu biliyorsunuz, ama ona karşı mücadeleye girişmiyor, bu yolda örgütlü bir mücadele içine girmiyorsanız, aslında sizin eyleminiz, bilincinizde bir bulanıklık olduğunu gösteriyor demektir.

12 Eylül yenilgisinde biz devrimciler, örgütlü bir direniş gösteremedik. Demek ki, bilincimizde bir sorun vardı. İşkencehanelerde, hapishanelerde gösterilen direniş, eğer sokakta, sokak çatışmaları şeklinde ortaya konmuş olsa idi, kimse “Sudaki İz” gibi romanlarla bize ve devrime karşı saldıramazdı. Yenilmiş isek elbette devrime saldırırlardı, ama bu kadar ucuz, bu kadar düzeysiz şekilde değil. Dünya devrimci hareketi tarihinde çok yenilgi var. Bakılabilir. Her birinden sonra, devrime karşı devletin saflarına geçenler vardır. Ama “Sudaki İz” daha özel bir durumun göstergesidir.

12 Eylül yenilgisinde ayırt edici olan nokta, barikatta direnmemek ise, bunun açık ifadesi, örgütlü olarak direnmemektir.

* * *

Devrimci örgüt, elbette kapitalizm koşullarında ortaya çıkar. O örgütü kuranlar da, içine katılanlar da, kapitalizmden çıkmış hâli ile insanlardır. Yani, mesela meta fetişizmi onlarda yansımasını bulur, mesela sürekli yönetilmiş olan bir sınıfın sorunları, olduğu gibi örgütün içine taşınır, mesela burjuva ideolojisinin değişik biçimlerde izleri (mesela bir başka halka karşı önyargılar, mesela erkek egemen tutumlar vb.) örgütün içine taşınır. Bunları taşıyanlar, kötü insanlar olduklarından değil, bunlardan arınmanın örgütlü mücadeleye bağlı olmasından bu böyledir.

Devrimci örgütlere bugün saldıranlar, devrim saflarındaki bu izleri kullanırlar. Mesela “giydiği ayakkabıya bak” derler. Sanki, devrim saflarına katılan kişi, meta fetişizminin egemen olduğu bir toplumdan gelmiyor gibi. Evet devrimci bunu aşmalıdır.

Binlerce yıllık yönetilme hâli, işçi ve emekçilerin genlerine işler. Hayatı ürettikleri hâlde, yönetme konusunda eksiktirler. Sistem bunu iki yönlü de kullanır; bir yandan bu yönetme konusundaki bilgi eksiklerini onları tuzaklara çekmek için kullanırlar, diğer yandan ise, ezilen sınıftan bir kadın veya erkek çıkıp bir otoriteyi kullanmaya başladığında, bunu egemen sınıfın alışkanlıklarına, tarzına benzer tarzda kullanırlar. Bir okulun sorumlusu olan öğrenci, kendinde abartılı yetenekler keşfeder, mücadelenin bir ürünü olduğu gerçeğini unutur ve hikmeti kendinde aramaya başlar. Bir tarz egemen sınıfı taklit eder, o etkileri parçalayamaz, edindiği alışkanlıklarla hesaplaşmamış demektir.

Mücadeleye girişen ve bu yolla özgürleşen kişi, kadın veya erkek, bu özgürleşmeyi mücadelenin gereklerine uygun tarzda ele almaz ve mesela özgürlüğü, cinsellikte, aileden kopmanın en sıradan biçimlerinde aramaya başlar.

Kapitalist sistemin içinde yaşayıp, burjuva ideolojisinin etkilerinden arınmak, ancak ve ancak, sürekliliği olan bir örgütlü mücadele ile olur. Kaldı ki, bu mücadele insanı değiştirirken, mutlak olarak “olumlu” yönleri ile geliştirmez. Savaşın etkileri, insanı birçok açıdan eğitirken, birçok açıdan da duyarsız hâle getirir.

Bu nedenle, biz deriz ki, devrim mücadelesinin büyük bölümü, örgütün, devrimci örgütün içinde sürer.

Eğer örgüt (tüm yazı boyunca örgüt, hareket ve parti ayrımı yapmaksızın kullanılmaktadır) bunları bilmez ve gerekli mücadeleyi yürütmezse, yozlaşma eğilimi başlar. Yozlaşma, örgütün, kendi amacına uygun mücadele etmeme hâlidir.

Tüm bunlar, örgütsel ilkelerde yansımasını bulur. Bu nedenle deriz ki, bir örgütü anlamak için, onun siyasal eylemine bakarız, onun olaylar karşısında tutumuna bakarız, onun kendini geliştirme yollarına bakarız.

Lenin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde üyelik tartışmaları sırasında, üyenin, bilfiil örgütün bir organında, komitesinde çalışmasını savundu. Karşısındakiler, aidat vermesinin yeterli olduğunu söylüyordu. Örgütün bir organında bilfiil çalışmak, aslında militan bir örgüt yapısını tarif eder. Bu bilfiil çalışma olmadan, kâğıt üzerindeki ilkelerde anlaşmak çok kolaydır.

Örnek olsun, “eleştiri ve eylemde birlik” ilkesini ele alalım. Çok önemlidir ve devrimci yaşamın önemli bir değeridir. Devrimciyiz, ama kapitalist dünyada yaşıyoruz. Kapitalist dünya vahşidir. Bize övgü ile anlatılan rekabet, insanı vahşi hâle getirir. Bu vahşi sistemde eleştiri başka bir anlam ifade eder. Eleştiri, siz yapıyorsanız bir hak olarak ele alınabilir, ama size karşı ise, bu sefer onu bir saldırı olarak ele alırsınız. Pek çok devrimci, bunun yanlış olduğunu örgütlü mücadelede öğrenir. “Öğrenir” ama içselleştirmesi zaman alır. Bize göre eleştiri, hem bir haktır hem de bir görev. Bizim dünyamızda, hak ve görev, iki ayrı şey değildir. O, burjuva hukukuna, egemenlerin hukukuna göre öyledir. Bize göre ikisi birlikte ele alınır. Bu durumda, günlük hayatında eleştiriyi hep bir saldırı, bazan aşağılanmak olarak görmüş olan kişi, işçi, öğrenci, kadın, erkek, örgütün içinde bu “eski bildikleri” ile mücadele etmek zorundadır. Bir heykel ustasının elinde yontulmak zorundadır. Kimdir heykel ustası derseniz, herkestir, yani hiç kimse, yani örgüttür. Eleştiri, siyasal-örgütsel bazlıdır ve işin eleştirisi üzerine yükselir. Böyle olunca, açık ve net bir dille yapılması temel olur. Önce eleştirildiği için “üzülen” kişi, örgüt pratiği içinde bunun pek de kendisini itmek için yapılmadığını, kapitalist toplumdaki yaşamında karşılaşmış olduğundan apayrı bir şey olduğunu anlamaya başlar. Böylece, eleştiriye karşı “kendini kapatma” gereği ortadan kalkar. Bu bambaşka bir hukuk demektir. Öğrenir ki, eleştirmemek, hatalar karşısında susmak, aslında bir anlamda suçtur. Örgütlü mücadeleyi temel almak demek, aslında eleştiriyi bir görev olarak da ele almak demektir. Bu durumda, yoldaşlar arasında “sır” kabul edilmez. Günlük arkadaşlık ilişkileri, daha ileri bir düzeyde, savaş arkadaşlığı içinde, yoldaşlık olarak yeniden üretilir. Devrim, egemen sınıfın alaşağı edilmesi ise, yeni toplumun sınıfsız topluma ulaşma ufku ile kurulması ise, eleştiri bunun için bir silahtır. Demek ki, eleştiriye yaklaşım bizim için etik bir konudur.

Demek oluyor ki, örgütlü mücadeleden söz ederken, işçilerin anlaması gereken şey, bir sohbet grubu tarzında bir örgüt değil, bir savaş örgütüdür.

Bu böyle ele alınır, teoride bu konu açıktır. Lenin’i veya diğer devrimci önderleri okuyan herkes bunları bilir. İyi ama buna rağmen, bu hayata geçmezse, örgütsel yozlaşma denilen şey oluşmaya başlar.

Bir konu üzerinde tartışılır, herkes fikrini ortaya koyar. Ama bir karar alındı mı, bu karara uymak esastır. Birçok kişi, 12 Eylül sonrasında kendi örgütlerini eleştirirken, “yanlış karar alındı” demektedir. İyi ama, karar alınan yerde sen de varsan, orada müdahale etmelisin. Alınan karar yanlış ise, bunda senin de payın vardır. Kaldı ki, sınıf savaşımında her adımın, her kararın doğru olmasını istemek ayrı bir şeydir, bunu gerçekleştirmek ayrı bir şey. Yanlış yapmayacağım diyorsanız, eylem yapamazsınız. Taşın, eylemsiz bir nesnenin hatası olmaz. Örgütlü mücadele, yanlışlardan öğrenmenin de yoludur. Önce o yanlışı yapanlardan olursanız, o durumda, öğrenmeniz sizin için daha rahat olur. Hiç mücadele etmeyenlerin, hiç hatası olmaz. Biz devrimciler, “hatasız yürümenin” garantisinin olsa olsa örgütlü mücadelede, kolektif iradede olduğunu düşünürüz.

12 Eylül yenilgisinin ardından, birçok kişi, karşı saflara geçmedi ama örgütlü mücadeleden uzak durdu. Ki bizim esas ilgi alanımızda olanlar, dönekler, devrime sövenler değil, tüm temizliğine rağmen devrimden uzak duranlardır. En çok kullandıkları cümle, “benim delinmemiş bir tek kulağımın arkası kaldı.” Yanlış bilmiyorsam, bu cümle, ticari dünyaya aittir ve orada kalması daha yeğdir. Ama ille de kullanılacaksa, bir tek kulağınızın arkası kaldı ise, boş verin orası da kalmasın demeyi görev biliriz.

“Devrimci olmaya evet ama örgütlü mücadeleye hayır”, aslında 12 Eylül ile oluşmuş bir bilinç kaymasıdır. Örgütlü mücadele olmadan kapitalizm yıkılmaz ise, “devrimci olmak” ne anlama gelir? Hiç kuşkunuz olmasın, bu insanlara, yaşadıklarına büyük saygımız vardır. Bu nedenle bu yanlışları eleştiriyoruz.

Bize göre bugün de bildiklerimizi teraziye koymamız gerekir. Bu nasıl bir bilmektir? Örgütsüz devrim olmaz, ben de örgütlü mücadeleye girmem, emir komuta zincirine girmem. Peki ne yapacağız? Öneriniz nedir? 12 Eylül yenilgisinin sonucudur bu. Bugün Gezi ile birlikte 12 Eylül yenilgisi ile toplumsal çapta hesaplaşma başlamıştır. Ama bu kez de söylem değişmeye başlamıştır: Yeterince güçlü örgütler yok. İyi ama sen katılmazsan, nasıl yeterince güçlü olabiliriz? İşte biz, bu mantığın arka planındaki örgütlü mücadeleye uzak durma eğilimini eleştiriyoruz.

Kapitalizmi yıkma isteği eğer samimi ise, bunun yolunun, ister biz yapalım, ister başka dostlarımız, örgütlü mücadeleden geçtiğini kabul etmek gerekir.

Örgütlü mücadeleye katılmak, aslında tüm sorunlarını çözmüş örgütler bulmak demek değildir. Mesela liderlik meselesi var. Bize göre, kolektif önderlik bir çözümdür. İyi ama kolektif önderlik, herkesin benim kadar geri durması anlamına gelir mi? Biz, devrimciler, hiyerarşiye, bürokratik mantıkla bakmayı reddederiz. Teoride bu güzel bir şeydir. Bize göre, işlerin bir hiyerarşisi olur. Önce bir iş yapılır anlamında. Mesela saymaya başlarsak, önce birden başlarız. Ama bu 1 rakamının en önemli rakam olduğu anlamına gelmez. İşleri sıraya koymak, işlerin ve işleyişin üzerine yoğunlaşmak esas olmalıdır. Bir barikatın önünde biri barikata karşı en önde yürür. Bu her zaman en önemlinin o insan olduğu anlamına gelmez. Bu, herkesin militanca direndiği bir direnişte herkes olabilir. Bir yerde konuşan kişi, orada o konuştuğu için konuşmayandan daha önemli değildir. Kişiler birikimleri, mücadelede ortaya koydukları emek açısından birbirinden ayrılabilirler. Yeteneği de sayabiliriz, ama yüzde 95 emek, yüzde 5 yetenek ilkesine uygun olarak. Yine de bu örgüt içindeki kişilerin düzeyine bağlıdır. Diyelim ki bir legal partide, bir merkez komitesinin olması, onların birikimi ve emeği ile ilgili olmalıdır. İyi ama tüm bunlar, böyle söylendiği gibi rahat ve pürüzsüz işlemezler. Yaşamı boyunca emir almış bir işçi, birdenbire fabrikada direnişin lideri hâline gelince, önce şaşkınlık yaşar. Bazıları bu durumu, kapitalist sistemin verdiği alışkanlıklarla sağa sola emirler vermek için kullanır. İşte örgütsel yozlaşma, yani amaca uygun olmayan tarzda davranışlar böyle gelişebilir.

Örgütlü mücadele tüm bunlar olacağı için gereklidir. Kapitalist sistemden edinilmiş alışkanlıklar, egemen ideolojinin içte yer etmiş unsurları ancak örgütlü mücadele ile temizlenebileceği için, bu nedenle örgütlü mücadele gereklidir.

Bir işçi, mücadele içinde liderliği öğrendikçe, kendisini dinleyenlere bakıp, kendini filozof sanırsa hata eder. Aslında onun söyledikleri, işçilerin gerçekte yaşadıklarıdır. Bir işçi çocuğu, üniversitede öne çıkar ve lider hâline gelince karşı cinsten kendisine oluşan ilgiyi yanlış değerlendirirse, yozlaşmanın kapısını açmış olur. Aslında onun temsil ettiği mücadeleye gösterilen ilgi, bazı insanlarda güce tapınma eğilimleri ile birleşebilmekte ve başka biçimler alabilmektedir. Tüm bunlar, mücadele içinde yerine oturur ve bu açıdan eleştiri çok önemli bir silahtır.

Önemli bir konudur. 12 Eylül sonrasında “Sudaki İz” gibi romanlarda yansımasını bulan cinsel ilişkiler, örgütlü mücadeleye saldırı amaçlı kullanılmıştır. Örgütler, sanki cinsel ilişkiler için organize edilmiş alanlar olarak tarif edilmiştir. Sanki devrimci kadın ve erkekler, başka bir şey düşünmezmiş gibi tarif edilmiştir. Bu yolla, sola biçim verilmeye çalışılmıştır. Kuşku yok ki, devrimci hareket kitleselleştikçe, böylesi sorunlar da ortaya çıkmıştır, çıkar. Ama örgütlü mücadele hiçbir zaman, hiçbir örgütte böyle olmamıştır.

Kapitalist sistemin, meta üretiminin insanı bozan etkileri, burjuva ideolojisinin derinlere işlemiş alışkanlıkları, her devrimcide bir miktar vardır. İnsanlar bu hâlleri ile mücadeleye girerler. Mücadeleye girmeden önce, bir “arınma havuzu” yoktur. Kaldı ki bu arınma, burjuva ideolojisinin tüm etkilerine karşı mücadeleyi gerektirdiği için uzun da bir iştir. Bu nedenle örgütlü mücadele, devrimin olmazsa olmazıdır.

Devrimci mücadele sırasında, devrimci örgüt, kendi saflarında sosyalizmi, komünizmi kuracak insanın embriyonlarını da yaratır. Ortaklık, kolektif bilinç, eleştiriye açıklık, genel olarak açıklık, ayrımcılığın tüm izlerini söküp atmak, erkek egemen ideolojiye karşı savaş vb. ancak bu mücadele içinde yol alınabilecek konulardır.

Erkek egemen ideolojiye karşı savaş, oldukça önemli konulardan biridir. Bu hem dilde vardır hem de davranışlarda. Devlet açık olarak böylesi süreçleri kullanmak için pusuda beklemektedir. Kendileri bu konuda oldukça kabarık bir suç bohçasına sahip oldukları hâlde, Ensar Vakfı gibi örneklerin sahipleri oldukları hâlde, başkalarını suçlamak için fırsat kollamaktadırlar. Böylesi fırsatlar da elbette çıkar.

Devrimci saflarda, bu konuda tutum oldukça nettir.

12 Eylül sonrasında devrimci hareketi bir yandan “cinsel işler örgütleri” olarak lanse edenler, böyle saldıranlar olmuştur, bir yandan da “bacı kültürü ile” cinsel yaşamın yasaklanmış olması ile suçlayanlar olmuştur.

Ama bu suçlamalar bir yana bırakılırsa, elbette birçok olumsuz olay da yaşanmaktadır.

Diyelim ki bir kadın veya erkek işçi, binlerce yıllık tarihin ürünü olan ve kapitalizm tarafından beslenen “ahlâk” anlayışını nasıl aşacak? Devrimci mücadele olmadan, bu değişim gerçekleşmez.

Devrimci örgütlerin sanırım tümünde, bu konuda bir netlik vardır. Bir ahlâkî sorun, bir aşağılama, bir cinsel saldırı vb. ortaya çıktığında, bu durum, örgütlerin, hareketlerin kendi içlerinde ele alınır, soruşturulur. Bu konuda kararlar alınır. Bu kararlar, herkesi memnun etmeyebilir. Ama inanın, TC mahkemeleri ile kıyas götürmeyecek kadar ciddi ve sağlıklı bir işleyiştir bu. Mesela bizim hareketimizde açıklık temeldir. Sorunun tarafları açık olmak zorundadır. Açıklık yoksa, zaten ilerlemek mümkün değildir. Bizim için önemli olan, erkek egemen ideolojinin uzantılarına karşı mücadeledir. Kadın veya erkek, kapitalist sistemin ortalama günlük bilincinde erkek egemen ideolojinin etkilerini taşırlar. Namusu kadının bacakları arasında arayan, kadını cinsel bir obje olarak gören, erkeği evin reisi olarak gören, kapitalist sistemdir, burjuva ideolojisidir. Bunun bizim saflarımızda yansımaları olmaması düşünülemez. Bu sorunlar, “kişisel” tutumlarla çözülemez. Devrim ve devrimci mücadele esas alınarak çözülebilir.

12 Eylül yenilgisinin örgütten kaçış eğilimi şeklinde ortaya çıkan bir yansıması da, “hatasız, eksiksiz örgüt” arama işidir.

Hatasız örgüt olmaz. Bu işin mantığına aykırıdır. Siz bir sistemi yıkmak için bir savaşa gireceksiniz ve bu uzun savaşı, “hatasız” yürümeyi hayal edeceksiniz. Bu mümkün değildir.

Örgütün, hareketin niteliği, saflarında yer alanların düzeyine, samimiyetine, savaşkanlığına bağlıdır. Bu ne kadar gelişmiş ise, hatalar o kadar azalabilir. Bizce önemli olan hata yapmamak değil, yapılmış hataları sürekli yapmamaktır. Bir devrimcinin ciddiyeti, hatalar karşısındaki tutumundan anlaşılır.

“Eksiksiz örgüt” ise, idealize etme hâlidir. Hem bilgimizin sürekli gelişmek zorunda olduğunu kabul edeceksiniz hem de eksiksiz bir örgütten söz edeceksiniz. Bu olmaz. “Eksiksiz, güçlü” bir örgüt beklemek, bilerek ya da bilmeyerek kendini örgütsüzlüğe mahkûm etmek olur.

Bize göre devrimci, öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir. Devrimci, kendini her zaman bir öğrenci olarak bulmalıdır. Öğrenci olmak, aktif bir tutum alındığında, eylemli olunduğunda anlamlıdır. Sıradan bir işçiden öğrenemeyen, kendi yoldaşından da öğrenemez. Kendi bilinci ile hayata müdahale eden kişi, öğrenmeyi unutursa, küçümserse, kaçınılmaz olarak amacından sapar, yozlaşma sürecine girer. Maharet, iyi öğrenciler olabilmektedir.

Eminim, bu konuda daha çok tartışılacak şey vardır. Ama sanırım, örgüt kaçkınlığının birçok versiyonu olduğu konusunda hemfikir olabilmişizdir.

Örgüt özgürlüktür.

Kapitalizm gezegeni yok ediyor, Saray’da “sara” salgın hâle geliyor

Kıyamet “alâmetleri” midir bunlar? Bir yanda yangınlar, Ege ve Akdeniz’in en güzel yerlerini, ormanlarını, hepsi de deniz manzaralı ormanlarını küle çeviriyor. Daha yangınların ne olduğunu anlamadan, bu kez Karadeniz’in batısından doğusuna tümünü seller teslim alıyor, yıkıp önüne katıyor.

Kıyamet alâmetleri, dinî inanışların tümünde vardır. Neden kıyametin alâmetine gerek olduğu da bilinmez. Çünkü, alâmetleri ortaya çıkınca insanların kıyameti durdurma veya geciktirme şansı veya hakkı yoktur dinî inanışlarda. Ama kıyamet gününden çok korkulur. Ve anlatılanlar, sıradan şeyler değildir, sarsıcı, uç olaylardır.

Burada dinî inanışlardan biraz uzaklaşalım.

Sanki, tüm bu olup bitenlerde, sermayenin insan şekline bürünmüş hâli olan kapitalistin ve sistem olarak sömürü toplumlarının en gelişmişi olan kapitalist sistemin büyük payı vardır. “Sanki”, sözün gelişi olarak, “büyük payı” ise sizi düşündürmek içindir.

Kapitalizm, gezegeni yok ediyor.

Doymak bilmez kâr hırsı, insanın insan tarafından sömürülmesinde sınır tanımaz bir yoğunlaşma, doğanın ve onun bir parçası olarak insanın yağmasını, gezegenin yok edilmesi noktasına kadar getirdi.

Sermaye vampirdir, der Marx ve vampir sermaye, insan emeği, canlı insan emeği emerek büyür. Sermayenin insan hâlindeki şekli olan kapitalist, daha çok artık değer elde edebilmek, daha çok canlı insan emeğine el koyabilmek için, gözü doymak bilmeyen kâr hırsı için, tüm doğayı yok etmektedir.

Bunun elbette bir sonu vardır. Düşünülebilecek bir son, gezegenin kâr hırsı ile yok olmasıdır. Doğrusu sermayenin insan hâline dönmüş hâli olan kapitalist, dünyanın, gezegenin geleceğini düşünemez.

İkinci bir “son” da var elbette. Kapitalist sistemi yeryüzünden silip atmak, ortakçı, komünist düzeni kurmak. Toprağı, suyu sahiplenmiş, mülkiyetine geçirmiş kapitalistlerin, gökyüzünü, güneşi, havayı mülkleri hâline getirmesini beklemeden, burjuva egemenliği yerle bir etmek, insanın insan tarafından sömürüsüne son vermek, mülkiyete son vermek. İşte o zaman, insan “toplumsal” bir varlık olarak özgürleşebilir.

Burjuva özgürleşme, gerçek bir toplumsal özgürleşme değildir, olamaz. Bir burjuva kadın mesela, bir işçi veya köylü kadına göre, bir “ev kadını” (her ne demekse)’na göre elbette “özgür” sayılır. Ama en ileri toplumsallaşmayı “aile” ve “mülkiyet” bağları ile sınırlı tutmak zorunda olan burjuva özgürleşme, asla ve asla, gerçek bir özgürleşme olamaz. Mülkiyet ortadan kalkmadan, mesela kadının özgürleşmesi söz konusu olamaz.

Bizim özellikle vurguladığımız “mülkiyet” ve “mülkiyet ilişkileri”, “tekelci hâkimiyet” ve “onun gerektirdiği şiddet” gibi kavramlara lütfen tekrar bakılsın. Mülkiyet, tek başına, mülkü edinilen mesela ağaç ile, mülk sahibinin ilişkisi değildir. Mülkiyet bir “doğal” ilişki değildir. Öyle ise, orada duran ağaç gibi durmaz, bambaşka ilişkilere yol açar. Meta nasıl ki, fetişizme kadar varan bir sosyal süreç doğuruyor ise, mülkiyet de öyledir. Kadının mülk edinilmesi de içindedir. Para karşılığı seks, “ahlâksız teklif” diye ortaya çıkan filmlerin daha az kirlenmiş hâlidir.

Evet, konudan fazla uzaklaşmayalım, kapitalizmi yıkmak, gezegenin yok olması sürecini durdurabilecek bir başka seçenektir. Ve ister güçsüz olun, ister bunun zaman alacağına inanın, en kısa yol budur.

Demek ki biliyoruz ki, kapitalizm, gezegeni yok etmektedir.

Biliyoruz ki, bir sosyalist devrimler zinciri ile darma duman edilip, tarihin çöplüğüne atılmadan, bunun durması mümkün değildir. Öyle, zenginliğin zirvesindekilere terapi uygulayıp, onları insafa çağırarak bunu durdurmak mümkün değildir. Tersine bu öneriler, sonuçsuz önerilerdir. Yoksulluğa karşı zekât dağıtalım, kadına karşı şiddete karşı erkeklere yalvaralım, çocuk istismarına karşı insaf çağrısı yapalım, insanların ihtiyaçlarından fazlasını üreten (dünyadaki hemen her ürünün ortalama olarak ihtiyaçtan 2,5 kat fazla üretildiği Kaldıraç sayfalarında okunmuştur) kapitalistlere insaf edin yapmayın diyelim, zengin mahallerindeki çöplerden kırıntıları toplayalım, yangınlara, depreme, sellere karşı dua edelim tarzındaki öneriler, gerçekte, sorunun kaynağını gizlemektedir.

Yok eden, felaketlere zemin hazırlayan, kâr amaçlı üretimdir. Kâr amaçlı üretim, insanı yok etmektedir. Kâr amaçlı üretim vahşiliktir. Modern kapitalizm, sınıflı toplumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en vahşisidir.

Gezegeni, insanı, insanın insan olma hâlini, insan toplumunu, tüm özgürlükleri yok eden, kapitalizmin kendisidir.

Bu nedenle de kapitalizmi yıkmak, sadece işçi sınıfının görevi değil, insanım diyen herkesin katılacağı bir büyük mücadeledir.

Kapitalizmi yok etmek üzere dünya proletaryası ayaklandığında, işte dünyevî kıyamet o zaman kopacaktır.

* * *

Peki ama, mesela ülkemizde yaşanan “felaket”ler daha yakından incelenmemeli mi? Yani, “kapitalizm budur işte” demek yeterli mi?

Elbette değil. Biz devrimciler, somut olayları somut olarak ele almaktan yanayızdır. Yani, nihayetinde, kapitalist sistemin yarattığı bir gerçek olan bu “afetler” konusunu da detaylıca, somut olarak ele almaktan yanayız.

Bu sayıda da yayınlanan Fikret Soydan’ın yazısını okudum. Doğrusu, hem detaylı bilgiler içermektedir hem de yangınlar konusunda gerçeğin tüm yönlerini ortaya koymaktadır. O yazı yayınlandıktan sonra, TC devleti, “yangın bölgelerine giriş-çıkışı” yasakladı. Halkın doğrudan yangına müdahalesi, aslında hava müdahalesi olmadan işe çok yaramasa da, halk içinde Gezi tarzı bir örgütlenme ve dayanışmanın gelişmekte olduğunu gördüler. Saray Rejimi işte budur. Yangınlardan sonra oluşan halk dayanışmasını, yeni bir Gezi’nin fitili olarak düşündüler ve hemen harekete geçip, yasaklamalar getirdiler. Aynı zamanda, basına da yangın görüntülerinin gösterilmemesi konusunda uyarılar, yasaklar geldi. Ardından, sosyal medyadan çağrılarla aktif olarak yangın söndürme çalışmalarına katılan ve çok izleyicisi olanlara saldırılar devreye girdi. Böylece, bizim iddiamız olan Saray ve halk, Saray ve işçi sınıfı karşıtlığı, iki cephe olarak bir kere daha ortaya kondu, yazı daha mürekkebi kurumadan doğrulanmış oldu.

Karadeniz’deki seller de benzer bir durumu göstermektedir.

1- Dere yataklarına yapılan binalar,

2- Sahilde dere yataklarını kesen yol.

Bu iki neden, aslında Karadeniz’in doğasını yağmalayan mantığın eseridir. Rant, yağma ve savaş ekonomisine de son derece uygundur.

Sadece, deniz manzaralı ormanları yakmıyorlar, sadece deniz manzaralı ormanlar yanınca onları seyretmiyorlar, aynı zamanda gelişen her doğal “felaket”i, ranta çevirmek için harekete geçiyorlar. Manavgat’ta, TOKİ evleri, faiz oranına kadar hesaplanıp, yangın sönmeden bizzat Saray’ın en başı tarafından pazarlanmaya başlandı. Marmaris’te insanların kafasına kendinden geçmiş bir kibir ile çay fırlatan Erdoğan, Kastamonu’da, Bozkurt’ta, “evlerinize doğalgaz getireceğim” diye müjde verdi.

Yerindedir, epilepsi hâli, “felaket” yaşayanlara “müjde” verme kibrini tepeye çıkartıyor. Şimdilerde, hep birlikte, şu tartışmaları dinliyoruz;

– Ölü sayısını söylemeyin,

– Sel görüntülerini göstermeyin,

– Derinliği 4 metreyi bulan akıntının HES kapaklarındaki arıza ile bağını söylemeyin,

– Toplama-çıkarma yapamayan Soylu’nun (Peker’e ithafen Süslü Süleyman’ın) hesaplama hatalarını yazmayın.

Peki basın ne yapsın?

Yanıtı belli, “takdir-i ilahi” desin. Devletin tüm gücü ile orada olduğunu söylesin. İnsanların çığlıklarını gizlesin.

Saray Rejimi, karanlığı çok seviyor. Yarasalar alınmazsa, yarasa gibi karanlıkta yaşamayı seviyorlar ve kan emmeyi. Yarasaların yapamadığı şeyleri de onlar yapıyor, rant yaratmak, yağma fırsatlarını kaçırmamak, savaş ekonomisini büyütmek. İşte Saray Rejimi’nin bu “felaket”lere yaklaşımı budur.

“Felaket”, aslında bilinmeyen afetler için kullanılabilir. Oysa Karadeniz’de sel meselesi bilinmez değildir. Bu ülkenin onurlu, namuslu insanları onlarca yıldır Karadeniz sahil yolunun nelere yol açacağını söylemişlerdir. Kendilerine vahiy indiğinden dolayı bunu bilmediler, hayır. Bu süreci, bilim, azıcık samimi olan herkese göstermektedir. Son selde, eski köprülerin yüksekliğini bilenler, yeni köprülerin neden o kadar alçak yapıldığını önceden soranlar, bir kere daha “bilmiş” oldular. HES’in ne demek olduğunu, önceden söyleyenler vardı.

Dere yataklarına yapılaşmanın ne demek olduğunu anlatanlar, “vatan haini” olarak isimlendirilmişlerdi. Yamaçlarda ağaç kesmenin ne demek olduğunu anlatanlar, “mülkiyet düşmanı” ilan edilmişlerdi.

Ve şimdi halkın gösterdiği tepkiyi bastırmak için, bir yandan Saray Rejimi, diğer yandan onun uzantısı olarak davranan burjuva “muhalefet” (CHP ve İYİ Parti dahil) devreye girmektedir. Mesele selin zararlarının önlenmesi değil, mesele selin zararları ile hayatını kaybedecek olanların kurtarılması değil, mesele halkın tepkisinin bastırılmasıdır. İşte yaptıkları budur.

Yani, Saray Rejimi bir taraftır. Burjuva egemenlerin, uluslararası tekellerin cephesidir. Karşısında, halk, işçi ve emekçiler, insanım diyen herkes diğer cephedir.

* * *

Birçok “okur yazar” ya da bizim yeni isimlendirmemizle okur yazar takımı (OYT), bugünlerde, haber izlememekle övünmektedir. Ülkenin hâli nedir diye görmek, bakmak istemiyorlar. Bir bölümü, “zaten yalan söylüyorlar” diye haber izlememektedir. Bir bölümü, “haber seyretme, o zaman moralin bozulmaz” demektedir.

Ne âlâ değil mi?

Devekuşu, bilmiyorum görünmemek için mi, ama tehlike anında kafasını kuma sokarmış. Ne de olsa devekuşu. Aklı, bizimki ile kıyaslanır gibi değil. Kafasını kuma gömünce, o güzelim vücudunun de görülmediğini düşünüyor olmalı. Bu hâle, gerçeğe gözlerini kapamak da diyebilirsiniz.

Ülke kan gölüne dönmüş, ülke kavruluyor, ülkede kıyamet kopuyor, ama bizim OYT, “kendi hâlinde mutluluk”un formülünü bulmuş gibi, haber izlemiyor. Böylece, OYT’nin, o kutsal, özenle korunması gereken, zarar görmemesi gereken sinirleri yıpranmıyor. Ne âlâ!

“Kendi hâlinde mutluluk”, aslında “bireyci” kapitalist mantığın bir devamı, uzantısıdır. Ve eksik sosyalleşmedir. Sosyalleşme, toplumsal bir varlık olarak insanın, kendi ailesinin dar çevresi dışında dostlarının, düşmanlarının oluşması demektir. Kendi dar aile çevresi dışında bir yakını, bir sevdiği, bir dostu olmayan, kendine en yakın dost olarak parasını ödeyerek gittiği psikologları bulmak zorunda kalır.

Kaçıştır.

Kadınlar her gün öldürülüyor, ama sen henüz öldürülmedin. Öyle ise “kendi hâlinde mutluluk” formülüne sarıl. Bu dünyada sadece sen ve senin ailen, başka hiç kimse yok. Kapını kimse çalmasın, kimse sana “tuzun var mı komşu” diye sormasın. Peki o en güzel giysilerini kimin için giyeceksin?

Ülkede eğitim gasp ediliyor. Özel okullar, büyük bir rant kaynağı olarak sunî varlıklar gibi yükseliyor, ama sen, okulunda “kendi hâlinde mutluluk” formülünü bul. Bulamadın mı, biraz da anti-depresan al, gözlerini kapat. Haber izleme. Aman, senin sinirlerin bozulmasın, öbür dünyada o sinirler sana çok mu lazım olacak?

Manavgat’ta bir anda, altı noktadan başlayan bir yangın var. Ülkenin çoğunu sarıyor. Yangını kimin yaktığını bilmiyoruz, doğru ama, kimin söndürmediğini biliyoruz. Aman bakmayayım, üzülürüm, o güzelim ağaçları yakıyorlar, ne kötü, için dayanmıyor, haberlere bakmayayım de. De ama, sen bakmayınca, o güzelim ağaçlar yine yanıyorlar. Senin ağaç sevgin, sadece sana ait ve sadece sende mi kalmalı? Bu mudur insan olmak, okur yazar olmak bu mudur? Bu mudur bilinçli hâlin senin? Peki ya bilinçsiz hâlin nasıldır?

Kürtler her gün öldürülüyor. Onların seçtiği belediye başkanları bir bir tutuklanıyor ve yerlerine kayyum atanıyor. Sen gelecek seçimlere kadar sakın haberlere bakma. Bakma ki, senin insanî duyguların incinmesin. O Kürt çocuklarının yanmasını sen seyretme, çocuğunun cesedini buzdolabına koyan annenin feryadını duyma, duyma ki, sen bir anne olarak kendi çocuğunu gönül rahatlığı ile emziresin, öyle mi? Bu mudur senin insan olma hâlin?

Ülkede her gün iş cinayetlerinde insanlar ölüyor. Her gün onlarca çocuk kayboluyor. Ama sen, sinirlerin bozulmasın da akşam yemeğini eşinle birlikte yiyebilesin diye sakın haberlere bakma. Sen en iyisi, Netflix’te bir film bul. O filmde, modern yaklaşımlarla “insanlık hâllerini” izle ve sonra şarabını koy, güzel bir film seyretmenin hazzını yaşa. Sana ne haberlerden!

Sel felaketini seyredemem, çünkü bu kadar kötülüğü artık midem kaldırmıyor. Öyle mi? Öyle ise Saray’a söyleyelim, senin midenin kaldıracağı kadarını yayınlasınlar. Yangın görüntülerini değil, sönmüş ormanların görüntülerini seyret, belki miden kaldırır. Sakın ha, yarısı yanmış inek görüntüsünü yayınlamasınlar, sakın ha tomrukların arasında sıkışmış suyun içinde can vermiş insan cesetlerini sana göstermesinler, onun yerine sana, selden sonra kalan çamuru göstersinler, bu sana yeter. Sen, Erdoğan’ın “çay atma” sahnesini seyret ve onu da, bu kadar da olmaz, diyerek seyret. De ki, hiçbir Avrupa ülkesinde bu olmaz, ama bizde oluyor. İşte senin insan olma hâlin budur.

Ama bir gün, senin başına bir şey geldiğinde, insanlara “bana yardım edin” demeyi unutma. Edecekler çıkacaktır, sakın şaşırma. İşte insan olan onlardır. Bugün seni, mücadele etmeye çağıranlardır.

* * *

“Felaket”leri, daha da ağır hâle getiren, ülkenin egemenlerinin hem dün hem de bugün aldıkları tutumdur. Doğaları gereği bunu yapıyorlar. Sermaye, işçi kanı emerek büyür. Kapitalist, sermayenin kişilik bulmuş hâlidir. O başka türlü davranamaz.

Felaket mi var, hemen, ellerini ovuşturur. Soylu’nun en çok sevdiği müzik, sigorta poliçesi keserken OKİ printer’ın çıkardığı ses idi ya. Artık biliniyor. Soylu, en süslü hâli ile bu sese aşıktır. Başka da bir duygu bilmez. Onun bildiği vatan bu sesten, poliçelerden gelecek paradan ibarettir. İşte aynen onun gibi, rantçılar, yağmacılar, felaket gördüler mi, peşin paranın kokusunu almış olurlar. Hemen harekete geçerler, TOKİ evleri ve şu kadar faiz. Saray onların ortak sesidir.

Ama Saray’ın bu hâli, bugünlerde, oldukça ilgi çekici sahneler ortaya çıkarmaktadır.

Acaba, hekimler bu konuda ne der? Sara ya da başka bir adla tutarak ya da epilepsi, salgın gibi bulaşıcı olabilir mi?

Biraz olsun bilgim var, daha çok ırsî diyenler çıkacaktır belki ama kimse “bulaşıcı” demeyecektir.

Ama ben yine de sormak istiyorum, sara, epilepsi, tutarak, acaba bulaşıcı mıdır?

Sara bir sinir hastalığı olarak tarif edilir. Herkesin gözünün önünde bir görüntü vardır: Birdenbire yere yıkılmış, bilincini kaybetmiş, ağzından köpükler çıkan ve soğan koklatılan bir vücut. Ama biliyoruz ki, aslında sara ya da tutarak ya da epilepsi, ruh hastalığı olarak da bilinir ve bir çeşit nöbettir. Hem çeşitli nedenleri vardır hem de türlü görünüm biçimleri. Bilinç kaybı ve sarsıntı hep var. Ama ani sinir patlamaları diyebileceğimiz ve ağızdan köpük gelmeden ortaya çıkan biçimleri de var.

Ahmet Nesin, sağolsun, konu ile ilgili bir video-yorum hazırladı. Cumhurbaşkanı’nın bu hâlini ele aldı. Erdoğan’ın bu hastalığını ben, ilk kez Yalçın Küçük’ün yazılarından öğrenmiştim. Küçük, saralı bir kişinin, mülkî amir olamayacağını söylüyordu ve Erdoğan’ın bu nedenle, diploma bir yana salt bu nedenle başbakan olamayacağını söylemişti. Baykal bunu biliyordur. Devletin her kademesinin bildiği bir “sır” olduğu açıktır. Ama yine de Baykal’ın bunu unutması, genç bir kadın ihtiyacının nüksettiği bir anda devlet pezevengine başvurması ile gerçekleşmiş olabilir. Amerika için bu sorun değildir. Saralı biri, belki de daha iyidir. Zaten, bu sara nöbetlerinin, hariçten bağlantı kurup mesaj almakta da işe yaradığı inancı yaygındır.

Ama acaba bulaşıcı mıdır?

Biyolojik olarak bulaşıcı olmadığını biliyorum. Irsî olduğu da söylenemez. Ama yine de sormak istiyorum, acaba “sara”, epilepsi bulaşıcı mıdır? Değildir demek kolay. O hâlde hekimler bize açıklasın, madem bulaşıcı değil, nasıl oluyor da, tüm Saray, epilepsi olmuş durumuna geldi?

Şaka bir yana, bizim “çöküş” dediğimiz budur. Tüm devletin, hatta dünya devletlerinin bildiği bir “sır”, ancak TC devletinde bu kadar korunaklı olarak saklanabilir.

Saray, halktan korkmaktadır. Saray’ın sırları, halktan saklananlardır. Bugün, Can Dündar’ın ülkeyi terk etmesine neden olan, malına mülküne el konulmasına neden olan “sır”, tüm dünyanın o zaman da bildiği, Suriye’ye silah taşıyan TIR’lar ya da “MİT TIR”larının ifşa edilmesi idi. Herkes biliyordu. ABD zaten işin içinde idi. İngiltere, Almanya vb. Rusya zaten biliyordu. Suriye zaten biliyordu. Bilmeyen tek ülkemizin insanları idi. Ama Can Dündar bu haberi yapınca, “devlet sırlarını açıklamaktan” vatan haini ilan edildi, kurşunlandı ve ülkeyi terke zorlandı.

Sara meselesi de böylesi bir “sır”dır. Herkes biliyor ama halk en az biliyor.

Belki de Saray bu sırrı açıklasa ve “saralı bir adama muhalefet edilir mi, bu ne utanmazlık” dese, yeni bir seçimi almak için bu sırrı kullanabilir.

Hadi diyelim ki, uyku hâli, bu epilepsinin kişisel yansımasıdır. Tamam, anlaştık.

Yangınlardan sonra, Erdoğan’ın TOKİ evleri pazarlaması da, diyelim ki, yağmacının, rantçının fıtratında vardır ve kişiseldir, yine anlaştık.

İyi ama, Rize’de “çay atma” gösterisi, Marmaris’te çay atma gösterisi, o da mı kişisel hâldir? Kürsünün yanında bulunan ve Erdoğan’ın çay atma törenini yöneten çığırtkanın varlığı, o da mı kişiseldir? Sanırım, bu yanlış olur ve burada anlaşamayız. Bu devlet töreninin epilepsi ile birleşmiş hâlidir ve epilepsinin bulaştığının göstergesidir.

CNN Türk yayınında, Erdoğan, gazetecilerin karşısına çıkıp, mülakat vermektedir. Bu, gazetecilerin soru sorması, onun da yanıtlaması anlamına gelir. Normal olarak durum budur. Sadece Erdoğan’a, “zeki” ve “eklenmiş” gazeteciler, kolay sorular sorarlar. Beklenti budur. Oysa anlaşıldı ki, hem de deşifre edilmedi, bizzat yayın sırasında anlaşıldı ki, Erdoğan, soruların yanıtlarını prompter adı verilen bir ekrandan okumaktadır. Demek, sorular önceden gazetecilere verilmiş. Gazetecilerin bu soruları ezberlemesi istenmiştir. Gazeteciler bu soruları ezberlemiş. Ve Erdoğan, önceden yanıtların verildiği prompter’dan bu yanıtları okumaktadır. Bu yetmemiştir. Erdoğan’a arkadan bir ses, söyleyeceklerini sesle söylemektedir. Tiyatrocuların “sufle” dediği repliği arkadan okuma uygulamasıdır bu. Ve dahası, arkadaki ses duyulmaktadır. Anlaşılan, ‘Düşkün’ Abdülkadir’in sesidir bu. Abdülkadir, düşkün olmanın yanında, bir de sufleci sıfatını hak etmiştir ve bunun için allah bilir kaç dolar almıştır.

Madem prompter’dan cevaplar verilecek, bunu organize edemiyor musunuz? Bu CNN ne biçim bir TV kanalıdır? Bu kadar televizyonculuk bilgileri yok mudur? Vizontele’yi seyretmemişler midir?

Madem sufleci lazım, bula bula Düşkün Abdülkadir’i mi buldunuz? Bari, tanınmayan bir ses olsa idi. Madem duyulacak, bari bir kadın sesi koysaydınız ki, reytinginiz yükselirdi.

Hem sonra Bahçeli’yi örnek alsaydınız; tweetlerini Atasagun’un yazdığını kimse biliyor mu? Hayır, hiç kimse bilmiyor.

Demek ki, epilepsi, bir ruh hastalığı olarak, değişik görünüm biçimlerinde, CNN’de de yayılmıştır.

Erdoğan bu görüşmede, yangınlar ve afetler üzerine konuşmaktan çok, üç bomba haber çıkarmıştır. İlki prompter ve sufle olayıdır ve onu konuşmuş olduk. Diğer ikisi şöyledir: (1) sosyal medyaya yeni bir sansürün ve denetimin getirilmesi hazırlığı. Bunun için meclisi bekliyorlar. CHP ve İYİ Parti, bu konuda “yandan çarklı” bir destek verecekler, görünüşte muhalif olacaklar, ama aslında destek verecekler. Başka bir nedeni yoktur. Yoksa Cumhurbaşkanı kararnameleri ile bunu yapabilirler. (2) Taliban ile görüşme meselesidir. Demek Erdoğan, Biden tarafından bilgilendirilmiş ve Taliban’ın yeni Afgan yönetimi olacağı kendisine deklare edilmiştir. Erdoğan bunu biliyor ve Taliban ile görüşmeden söz ediyor. Taliban ile zaten inançlarının farklı olmadığını söylemiştir. Bu, Müslüman dünyasına bir haber idi. Birçok samimi Müslüman, kadınların yüzlerine kezzap atan, çocukları ve kadınları mal olarak pazarlarda satan, adam kesen vb. eylemleri ile Taliban’ın İslam’ı temsil edemeyeceğini düşünmektedir. Ama İslam dünyasının lideri olarak anılmaktan hoşlanan Erdoğan, inançlarının Taliban ile farklı olmadığını söylemektedir. Birçok Afgan savaşçının, Biden görüşmesinde kararlaştırıldığı gibi, Türkiye’ye göç ettiği bugünlerde Erdoğan, diplomatik hamle yapmış, bunu CNN yayınında “patlatmış”tır. Taliban ile görüşme yakındadır. Aslında bu “beyan”, hâlihazırda bu görüşmelerin zaten var olduğunu göstermektedir. Muhtemelen, Taliban’ın, Kâbil’i almasını beklemektedirler ve onun da uzak olmadığını düşünmek mümkün.

Şimdi, Saray Rejimi’nin devrilmesi için, seçim beklemek üzerine hesap yapan devletin bir kanadı, muhalefet partileri, daha net olarak Saray payandası olarak deşifre olmaktadır.

Cepheler açıktır.

Birinde Saray Rejimi var. Uluslararası tekeller, ülkenin egemen burjuvaları, devletin içindeki “ulusalcı” diye adlandırılanlar, eski devlet demek olan Ergenekoncular, kısacası tüm devlet, Saray Rejimi’nin saflarındadır.

Diğer tarafta ise halk vardır, işçileri ile, emekçileri ile, gençleri ile, kadınları ile halk.

Devletin içinde birden fazla eğilim var. Bunlardan bir kesimi, Saray Rejimi’nin olduğu gibi, güçlendirilerek sürmesinden yanadır. Diğer bir kesimi ise, “parlamenter sisteme” dönerek, Saray Rejimi’ni arkada bırakıp, devleti korumak isteyenlerdir. Onlara göre, kişiyi değil, devleti kurtarmalıyız. Bu nedenle, uygun bir yöntemle, Erdoğan’ın değişimini istemektedirler. Bu konuda da Erdoğan’ı ikna etmeye çalıştıkları söylenebilir, yansıyan budur.

Her iki eğilim de sonuçta halka karşıdır ve esas olarak halktan korkmaktadır. Bu nedenle yangın bölgelerinde halkın çalışmasını istemiyorlar. Bu nedenle sel haberlerini gizliyorlar. Bu nedenle, medyada karartma uyguluyorlar. Bu nedenle, her hak arama eylemine saldırıyorlar. Bu nedenle, baskı ve şiddeti artırırken, CHP ve İYİ Parti eli ile halktaki öfkeyi kontrol etmek istiyorlar.

Halkın seçeneği ise açıktır.

İşçi sınıfı önderliğinde, iktidarı almak, tüm iktidarı burjuvalardan temizlemek halkın gerçek kurtuluş seçeneğidir.

Bunun yolu ise açıktır; örgütlenmek, direnişi daha da örgütlü hâle getirmek, her şart ve koşul altında direnişi sürdürmek.

Bize diyorlar ki, bu çok zor.

Zor olduğunu kabul ediyoruz. Ama bunun tek seçenek olduğunu, halkın, işçi ve emekçilerin tek kurtuluş yolu olduğunu biliyoruz. Zor olacağı kesin. Kolay zafer olmayacağı kesin. Binlerce yıllık sömürü ve aşağılanma ile, binlerce yıllık yıkım ve katliamlarla hesaplaşmak, binlerce yıllık sömürü düzenini yıkmak, yeni bir dünya kurmak kolay değildir. Esas zorluk, şimdiden söylemek gerekir ki, yeni dünyayı, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyayı kurmak bölümüdür.

“Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” – Işık Çelik

Günlerdir Ege, Akdeniz yangınlar, Karadeniz sellerle boğuşuyor. Henüz bu felaketlerin nedenleri-sonuçlarıyla uğraşırken ortaya bir Afganistanlı mülteci sorunu atılıyor. Bunca hızla değişen/değiştirilen gündem, aklı dumura uğratma konusunda egemenler için epey kolaylık sağlıyor. Yangının yarattığı öfke selle, selinki Afganistanlıyla, Afganistanlınınki Suriyeliyle absorbe edilmeye çalışılmakta. Böylece çark dönmekte. Sistemin, Saray Rejimi’nin yarattığı, önlemek istemediği, giderek de önleyemediği her tür felaketin yarattığı öfke sisteme dönmedikçe sorun yok. Öfkenin sisteme, Saray Rejimi’ne dönmemesi konusunda CHP ve onun çevresine halkalanmış olanların çabaları gözyaşartıcı.

Öncelikle göçmen, sığınmacı, mülteci kavramları üzerinde duralım. Mültecilik kavramı 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi’ne dayanıyor. Aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batının “komünizm tehdidinden kaçanlar için” geliştirdiği uluslararası bir mekanizma. Türkiye anlaşma metnini 1961 yılında onaylıyor. 1967’de BM anlaşmada coğrafî sınırlama getiren “1951’den önce” (ki bu İkinci Dünya Savaşı’na katılan ülkeleri, yukarıda da vurguladığımız gibi özellikle sosyalist ülkelerden gelecekleri kapsıyordu) ifadesini kaldırıyor. Fakat Türkiye bu değişikliği onaylamadığından Türkiye’de mülteci olabilmek için hâlâ Avrupa ülkelerinden birinden gelmiş olmak gerekiyor. Dolayısıyla Suriye, Afganistan ya da Afrika’dan gelenler mülteci statüsü alamıyor. O yüzden resmî olarak “geçici koruma statüsü” gibi kavramlar kullanılıyor. Sığınmacı ise mültecilik başvurusu yapmış ama başvurusu henüz sonuçlanmamış, başvuru sonucunu bekleyen anlamında kullanılıyor. Biz işin bu boyutuyla ilgili değiliz bu yüzden genel olarak göçmen kavramını kullanacağız.

Son günlerde köpürtülen göçmen tartışmasında özellikle “bizim devletimiz, bizim vatanımız, bizim milletimizle başlayan” cümleler kaçınılmaz olarak ırkçılığın ve milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır.

Birincisi “bizim devletimiz”, “bizim vatanımız”, “bizim milletimiz” kavramları yönetenlerin, yönetilenler için, ezilenler için, işçi sınıfı ve emekçiler için ürettiği kavramlar. Ezen ve ezilenin, üreten ve el koyanın, işçi sınıfı ve burjuvaların olduğu bir kesitte ortak “biz”e ait hiçbir şey olmaz. Biz kimiz? Eğer işçi-emekçi isek, ezilenler isek, sürülen-sömürülen halklar isek bizim henüz bir devletimiz yok. Vatan dedikleri “çek defterleri-kasaları”, fabrikaları, madenleri, HES’leri, JES’leri, otelleri, plazaları, sarayları… Biz ise, bu vatan dediklerini üreten, yaratan, çarklarını döndürenleriz. Millet ise bir halkı bir kimliği diğerine göre aşağılamanın, kategorize etmenin, egemenlik kurmanın adıdır. Bizim vatanımız yeryüzü-milletimiz bütün halklar ya da insanlık. Çünkü biz zaten sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı savunanlardanız. “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” diyenlerdeniz.

Gelelim “laik demokratik hukuk devleti”ne. Sistemin en büyük başarısı, olmayanı kitlelere pazarlama yetisi. Burada bu hayalin en büyük alıcısı da CHP ve onun çevresinde halkalanan sol kesim. Bizim cephemizden “nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.” Ne zaman laik oldu bu devlet, ne zaman demokratik oldu? Kurucu kodları soykırım ve halkların katliamı, asimilasyonu üzerine kurulu bu devlet ne zaman demokratik oldu? Ermeni soykırımından, Rum, Pontus katliamlarından mı alalım? Dersim dağlarında mağaralarda zehirli gazlarla yapılan katliam mı, yoksa kan akan dereler mi, Seyit Rıza’nın katli mi, yoksa Dersimin Kayıp Kızları mı demokrasinin göstergesi? Varlık vergisi mi mesela, mesela 6-7 Eylül mü? Tan Matbaası baskını mı? Yoksa Üç Fidan’ın mecliste idamını huşuyla onaylamak mı? Yetmedi, tabii onlar devrimcilerdi, Mahir’ler, Deniz’ler, İbo’lar… Peki ’77 1 Mayısı, peki Maraş, Çorum, Malatya? Peki 12 Eylül? Peki Diyarbakır, Mamak, Metris? Peki Kürt değil kart-kurt? Peki evleri-köyleri yakılıp göç ettirilen Kürtler? Peki Sivas? Peki “faili meçhul”ler? Peki “hayata dönüş” operasyonları? Havan mermisiyle vurulan Ceylan mı, 11 yaşında 12 kurşunla öldürülen Uğur mu (ve adını sayamadığım yüzlercesi)? Roboski mi? “Rojava düştü düşecek” mi? Bodrumlarda yakılanlar mı? Bir hafta cenazesi sokakta bırakılan Taybet Ana mı? Cesetleri parçalanarak başında poz verilen, cesetleri panzerlerle sürüklenen gerillalar mı? Hrant mı? Suruç mu? Ankara gar katliamı mı? Tahir Elçi mi? Suriye yangınına eline benzin alıp koşmak mı? Afrin’in işgali, Suriye’nin yağmalanması mı? MİT tırlarıyla IŞİD’çilere silah taşınması mı? IŞİD’çilerin korunup kollanıp Suriye’ye taşınması, onlardan ordu devşirilmesi mi? SADAT mı? KHK’ler mi, torba yasalar mı? Yoksa her gün katledilen, tecavüze uğrayan kadınlar, çocuklar LGBTİ+’lar mı? JES için, HES için, rant için, taş için, maden için, beton için yağmalanan doğa mı?.. Daha sayamadığım bin tane başlığa rağmen ne müthiş demokrasi değil mi?

Gelelim laiklik meselesine. Tek başına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile bu devletin laik olmadığının göstergesi. Bütçesi ve personel sayısı ile birçok bakanlığı geride bırakan bu kurum Sünni Müslümanlığın devletin ihtiyaçlarına göre toplumun dizayn edilmesinde büyük rolü var. Bu dün de böyleydi bugün de böyle. Sadece zaman zaman daha etkin zaman zaman daha geri planda rol alıyor. Öyleyse ne zaman laik oldu bu devlet? Sırf anayasasında yazıyor diye hiçbir devlet demokratik de olmaz, laik de.

Hukuka gelince o zaten çoktan guguk olmuş. Bunun için çok örneğe gerek yok. KHK’ler, torba yasalar, yüzlerce defa değişen ihale kanunları, adrese teslim vergi istisna ve muafiyetleri, bir gecede statüsü değişen araziler. Katili kollayan, ceza indirimi yapan, serbest bırakan ama mağduru korumayan nerdeyse cezalandıran hukuk sistemi, istediği her kurumun başına kayyum atayan hukuk sistemi, Hapishaneleri siyasi tutsaklarla dolduran hukuk sistemi. Kendi anayasasında yazan temel hakları kullananların karşısına ordusu polisi, tankı tomasıyla çıkan, katillerin ise sırtını sıvazlayıp semirten hukuk sistemi…

Şimdi birileri çıkıp bize “ee, işte biz de onu söylüyoruz hukuk sistemi çökmüş durumda” diyecekler. Yok öyle yağma, ölümü gösterip sıtmaya razı edemezsiniz. Bugün yürürlükte olan, hâlâ 12 Eylül anayasası. Dün hukuk hukuktu da bugün mü guguk oldu? Öyleyse hukuksal yoldan hesabı sorulmuş bir tane gözaltında kayıp davası gösterin, bir tane katliam davası (Maraş, Çorum, Malatya, Sivas…), bir tane hukuksal yoldan aydınlatılmış “faili meçhul” gösterin. Bu devletin meclisi Deniz’lerin idamına onay vermiş bir meclis, o mu demokratik yasalar yapacak? Bu ülkenin hukuk sistemi, ‘Pazartesi Atatürk Dersim’e gelecek ve halk tutuklu olan Seyit Rıza’nın serbest bırakılmasını kendisinden talep etmesin diye, Cuma günü mesai saatinden sonra yargılama yapıp ertesi gün Seyit Rıza’yı idam etmiş’ bir hukuk sistemi; bu mu demokratik olacak? Bu ülkede Tan Matbaası olayında yer alanlar daha sonra başbakan, cumhurbaşkanı oldular. Bu ülkede tescilli katiller milletvekili oldular, bu hukuk mu bugünküne alternatif önümüze koyduğunuz?

Sonuç olarak bu devlet tüm varlığıyla işçi sınıfına, emekçilere, yoksul köylüye, halklara, gençlere, öğrencilere, kadınlara, doğaya düşman bir devlet. Bunun hemen her gün çeşitli kesimler tecrübe ediyor. İşçiler tazminatları için Ankara’ya yürüyor ve hemen önüne jandarma çıkıyor. İşçiler ise “dinle alay komutanı” diyorlar. Üniversiteye kayyum atanıyor, öğrenciler protesto ediyorlar karşılarında polisi, ÖGB’si, tomasıyla devlet. Gece vakti evleri basılıp kapıları kırılıyor ama öğrenciler pes etmiyor ve sonunda kayyum gitmek zorunda kalıyor. Her gün kadınlar katlediliyor, göz göre göre gelen katliamları önlemek için kılını kıpırdatmayan devlet, hemen protesto eden kadınların karşısına dikiliyor, ama kadınlar sokakları terk etmiyorlar. Deresine ormanına sahip çıkan köylünün karşısına jandarma çıkıyor, köylü, sen Cengiz’in jandarmasısın, diye bağırıyor. Ormanlar cayır cayır yanarken fırsattan istifade maden alanını açmaya çalışan Limak karşısında direnişçileri bulunca devreye jandarma giriyor, jandarma elbette ormanı değil Limak’ın makinalarını koruyor… Böyle böyle emekçiler, köylüler, kadınlar, gençler her gün yeniden tecrübe ediyorlar bu devletin kimin devleti olduğunu.

Ormanlar cayır cayır yanıyor, ortada henüz bir yardım, helikopter, uçak yok, ama nasıl oluyorsa TOKİ projeleri hazır, devletlu konuşuyor: “Öyle evler yapacağız ki evi yanmayan niye benimki de yanmadı diye üzülecek” diyor. TOKİ o kadar öngörülü ki yangın başlar başlamaz nerelerin yanabileceğini biliyor proje çıkarıyor, bakanlık onaylıyor, bütün bunlar yıldırım hızıyla oluyor, ama nedense kurtarmaya, yardıma dair adımlar bir türlü atılamıyor, ta ki iş çığırından çıkıncaya kadar.

Yukarıda da anlattık bu devlet kan, katliam, bastırma konusunda son derece maharetli, ama iş yardıma kurtarmaya gelince mekanizmalar çalışmaz, çünkü kodlarında bu yok. Siz hiç vaktinde ve gerektiği gibi müdahale edilmiş yangın, sel, deprem, pandemi… tek bir örnek gösterebilir misiniz? Yok böyle bir örnek. Ama şurda bir protesto var, burda bir eylem var, şurda bir direniş var dediğiniz anda devlet bütün varlığıyla sizden önce alanda olur. Yangın için jandarma sahaya inmez ama, Limak’ın makinaları için iner.

Bu devlet çözülüyor. Çözülürken her gün daha fazla şiddete başvurmaktan başka çaresi yok. Ekonomik kriz had safhada, rant, yağma, talan, almış başını gidiyor. Bütün bunların kitlelerde yarattığı bir öfke var. İşte Saray Rejimi de, CHP de bu öfkeden korkuyor. Saray Rejimi bir gün daha olsa ömrünü uzatmak derdinde. CHP ise devletin bekası ile ilgili, kitleler sokağa inmesin, kitleler örgütlenmesin, kitleler öfkesini devlete yöneltmesin. Her şeyin sorumlusu Tayyip Erdoğan, o giderse zaten demokratik laik hukuk devletine geri dönmüş olacağız.

Peki bu öfke nereye yönlendirilecek? İşte burada hemfikirler. İlk hedef Kürtler. Bu, iktidarıyla muhalefetiyle egemenleri birleştiren çimento. Başka kim olabilir; göçmenler. Ki bu konuda CHP başı çekiyor. En güçsüze vurmanın verdiği rahatlık. Risksiz. Bahanesi çok. Sistemin yarattığı davranış normu. Senden güçlüyse biat et, güçsüzse vur tepesine. Böylece sende kendini güçlü hissedersin. Güçlüye kafa tutmak zor, meşakkatli, emek ister, örgütlenmek ister, ortaklık ister, dayanışma ister, en önemlisi yalnız kalsan bile seni insanlaştırır. Peki CHP bunu ister mi? Elbette istemez. Başkaldırmak, isyan etmek bunlar devletin bekası için tehlikeli şeyler. Ama aynı CHP hiçbir sınırötesi operasyon teskeresi için hayır oyu vermez. TC’nin Suriye’yi işgaline asla ses çıkarmaz. Suriye’nin yakılıp yıkılmasına, yağmalanmasına göz yumup o yangından kaçıp size sığınanlara öfkeyi yöneltmek, hedefe koymak, buradan güç devşireceğini düşünmek, sizi “muhalefeti” olduğunuz iktidarın ortağı yapar. Öfkeli kitleleri milliyetçilik şemsiyesi altında toplamak egemenler için en istenilir yoldur ve CHP bunu yapıyor.

Öte yandan göç, dünyada en fazla bu toprakların tanık olduğu bir olgu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e sürekli bir nüfus mühendisliği alanı. Sürgünler, zorla göç ettirmeler, zorla yerleştirmeler bu toprakların tarihi bu. Biz hepimiz tarihin bir döneminde inançlarımızdan, ait olduğumuz halktan, sahip olduğumuz siyasi düşüncelerden, en olmadı ekonomik nedenlerden göçmüşken bugün sorgulamamız gereken göç ya da göçmenler değil bunun nedeni, buna yol açanlar. İşin acı tarafı göçmenlere en çok muhalefet edenler, Avrupa 24 saatliğine kapılarımı açıyorum dese, bütün göçmenleri ezip kapağı Avrupa’ya atacak olanlar. Yazık, sömürge kişilik.

Şimdi göçmenlere karşı kullanılan bu zehirli dilin kullandığı bazı söylemlere bakalım:

“Suriyeliler neden hep Türkiye’ye geliyorlar?” Nereye gitmesini isterdiniz? İspanya, Japonya, Yeni Zellanda? Biraz gerçekçi olalım bir savaş ortamından kaçıyorsunuz, seyahate çıkmış uçakla gidiyor değilsiniz, yürüyerek geliyorsunuz nereye gidersiniz? Elbette en yakın sınırlara yönelirsiniz. Nitekim gittikleri ülkeler Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak. Resmî rakamlara göre Türkiye’de 3 milyon 690 bin 926 Suriyeli sığınmacı var. Gayriresmî rakamlar bunun 5,5-6 milyona vardığını söylüyor.

Lübnan’da 1,5 milyon 2 milyona yakın olduğu, Ürdün’de 700 bin, Irak’ta (Kürt bölgesel yönetimi) 250 bin kişi. Nüfusa oranladığımızda en yüksek rakam Lübnan’da 6 milyon nüfuslu ülkenin neredeyse yarısı göçmen (yalnızca Suriyeliler değil, Filistinliler de var).

İkinci bir söylem: “Vergilerimizle Suriyelilere maaş ödeniyor.” Suriyelilerden kronik hastalara, bakıma muhtaç olanlara ayda 120 TL veriliyor. Üstelik bunlar kayıtlı olanların çok az bir kısmı. Kaynak ise AB ve diğer uluslararası kurumlardan gelen yardımlar. Vergilerimizden karşılanmıyor ama velev ki öyle olsun o zaman da şunu sormak gerekmez mi? Bütün bu yaygarayı koparanlar, ayakkabı kutularına doldurulan, sıfırlanan, kasalarda saklanan, bavullarla taşınan paralar iç edilirken ne yaptılar? Vergi borcu silinen, vergi istisnası getirilen, arazisi hibe edilen, yolcu-hasta garantisi verilen projelerine ne dediler? Cemaatlere vakıflara verilen arazilere, yardımlara ne dediler? Kredi borcunun üzerine yatan işadamlarına ne dediler? Çökülen yat limanlarına, şirketlere ne dediler? Ya merkez bankasındaki 128 milyar dolara? Hakkını yemeyelim CHP 128 milyar nerede diye sordu. Ama o kadar. Allahtan ki Saray Rejimi ahmaklık edip afişi polis zoruyla kaldırmaya kalkınca kitlelerin haberi oldu. Yoksa sorduklarından haberimiz bile olmayacaktı.

Bir başka söylem: “Suriyeliler yüzünden işsizlik artıyor.” Göçmenlerin yüzde 90’ı belki de daha fazlası yoksul. Belki ülkelerinde böyle değillerdi ama evlerini barklarını bırakıp geldikleri için, yaşamak için emeklerinden başka satacak bir şeyleri yok. Hem de sadece karınlarını doyurmak için en kötü koşullara en düşük ücretlere razılar. Tabii bu işverenler için bulunmaz nimet. Hem ucuz işgücü hem de mevcut çalışanlara karşı bir tehdit unsuru: “Bu ücrete razı olmazsan dışarıda sırada bekleyen Suriyeliler, Afganistanlılar var.” Peki bu durumda işçiler öfkesini kendi sınıf kardeşine mi yoksa bu durumu kendilerine karşı kullanan açgözlü patronlara mı çevirmeli? Sendikalar “Suriyeliler gitsin” diyen güruha mı katılmalı, yoksa kayıt dışı çalışmaya, uzun ve kötü koşullarda çalışmaya, eşit işe eşit ücret deyip bu sefalet ücretlerine karşı mücadeleye, örgütlenmeye mi girişmeli?

Bir başka söylem: “Kadınlarımız kızlarımız sokağa çıkamayacak.” Bu söylem özellikle Afganistanlılara karşı geliştirilen bir söylem. Her gün bir ya da iki kadının öldürüldüğü, tacize-tecavüze uğradığı, çocukların taciz ve tecavüze uğradığı bu ülkede bunu söylemek, göçmenleri aşağılamak, onlara tacizci-tecavüzcü demek dışında bir anlama gelmiyor. Üstelik tacize-tecavüze uğrayan, fuhuşa zorlanan, hayvan pazarından hayvan alır gibi parayla ikinci, üçüncü eş olarak alınan göçmen kadınlar-çocuklarken.

Şimdi kendisine sol, solcu diyen köşe yazarlarından birinden, Merdan Yanardağ’dan bir alıntı ile devam edelim: “Bir entegrasyon ve iskan programı da olmadığı için topluluklar halinde yaşayan, gettolar oluşturan mülteciler, kendi yerel ve gerici kültürlerini ve ideolojilerini yeniden üretmektedir. Derin bir yabancılaşma ve düşmanlık psikolojisini mayalayan bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmektedir.” (Merdan Yanardağ, Mülteciler ve Sol, Birgün).

“Kendi yerel ve gerici kültürleri.” Nasıl bir dil bu? Nasıl kibirli, üstten bakan, aşağılayıcı bir dil bu? Mesela hangi kültür ileri? Dünyayı kana boyayan, Sovyetler’i kuşatmak için kurulan yeşil kuşağın ve IŞID, Taliban, El Kaide’nin babası ABD’nin mi? Yoksa Hitler Almanyası’nın mı? Ee, biz devletlerden değil halktan söz ediyoruz diyebilirsiniz, biz de öyle diyoruz, Taliban’dan değil, Afganistanlılardan söz ediyoruz. 40 yıldır emperyalistler tarafından talan edilen, dünyanın afyon fabrikasına dönen, bundan başka hiçbir şeye izin verilmeyen Afganistan’dan söz ediyoruz. Emperyalist ülkelerin ya da hadi diyelim kendi ülkenin günlük yaşam pratikleri ile, ekmeğe muhtaç, uyuşturucu ekonomisinden başka seçeneğe sahip olmayan bir halkın günlük yaşam pratiklerini karşılaştırıp buradan kendi adına bir ilericilik devşirmek ötekini de geri diye aşağılamak ancak sömürgeci kafasıyla düşünen OYT’nin (okur-yazar takımı) harcı olabilir. Bu duyarlılık, “bunların derileri kokuyor, ayakkabılarını kapı önünde çıkarıyorlar” diyen kafayla aynı duyarlılığa sahip. Allah bizi Merdan Yanardağ gibilerin “ilerici” kültürlerinden korusun! Güçlünün karşısında eğilen, güçsüze vuran duyarlılık! Sayın Yanardağ acaba Süleyman Soylu’nun karşısında neden halkımızın hislerine tercüman olan bir tek soru soramadı da, şimdi sıra Suriyeliye Afganistanlıya gelince bu kadar rahat konuşuyor?

Bir de Sayın Yanardağ’a göre “bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmekte” imiş. Biz galiba Merdan Yanardağ’la aynı ülkede yaşamıyoruz. Acaba hangi “toplumsal barış ve huzur”? Merdan Yanardağ’ın da değirmenine su taşıdığı Ankara Altındağ’daki saldırılar gibi barış ve huzur ortamı mı? Şimdi örnek sıralamaya gerek yok yukarıda yeterince örnek sıralandı.

Aynı yazıda Merdan Yanardağ’ın bir de önerisi var: “Afganistan’da Taliban iktidarının engellenmesi için demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatılmalıdır.” Gerçekten akıllara zarar bir cümle. Hiçbir şey demeden sol gibi görünen bir şeyi nasıl söylerim diye düşünmüş herhâlde. Sen kendi ülkende dayanışmaya dair her tür söylemi (aynı yazıdan: “Öyle peşin şekilde her eleştireni ‘ırkçılıkla’ suçlamak, melo-dramatik (romantik değil) dayanışma nutukları atmak kolaycılıktır. İnsancıl olmalıyız ama siyasal aptallar da değiliz.”) siyasi aptallık olarak değerlendir, ama demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatmaktan söz et. Ee, bir de enternasyonalist gözükmek lazım. Yazık. Yazık ki ne yazık.

Gelelim Saray Rejimi’ne; gerçekten savaştan kaçanlara kucak açmak adına mı açtılar sınırları? Elbette değil. Bir gecede kardeşim Esat’tan, düşman Esed’e geçirten neden ne ise kapıları açtıran da odur. ABD’nin Ortadoğu’da uygun gördüğü kâhyalık rolünü, Osmanlıcılık, İslam âleminin liderliği rüyalarıyla bezeyip “öğlen namazını Şam’da kılma” hayalleri kurunca kapıları da açmak gerekti. Öyle ya, İslam âleminin yeni lideri böylece Esed’in zulmünden kaçanlarla birlikte Şam’a fatih olarak yeniden dönecekti. Köprüler, çift şeritli yollar, AVM’ler, toplu konutlar, camiler yapıp imar edecekti. Fakat bir süre sonra bu rüyanın olmayacağı anlaşıldı. O zaman tampon bölge kuralım dedi, Suriye topraklarını işgale başladı böylece hem Rojava’yı çembere alacak hem de burayı “imar” edip “Esed’in zulmünden kaçanları yerleştirerek bir nebze olsun topraklarını genişletecekti. Ama o da Rusların engeline takıldı. Bir şekilde göçmenler üzerinden bir şeyler kazanmak gerekirdi, o zaman sınırlarımı açarım tehditleri savurdu bir miktar para, taviz vs. kopardı. Bu yeterli gelmedi bu kez insan kaçakçılarını da yardıma çağırarak fiilen göçmenleri sınıra yığdı. Yine birtakım tavizler kopardı ama olan pandemi koşullarında neyi var neyi yok gideceğim umuduyla satıp savan, evini dağıtan geride dönebileceği bir yer kalmayan, ama karşı tarafa da geçemeyen göçmenlere oldu. Hayatını kaybedenler oldu.

Peki şimdi durum ne Saray Rejimi açısından? Şimdide sorun yok. İşverenlerimiz açısından ucuz iş gücü cenneti. Şimdi de bu ucuz işgücü cennetini pazarlayalım, uluslararası tekeller için belki Çin’in Asya’nın rolüne biz talip oluruz, diye çalışıyorlar.

Üstüne üstlük, kitlelerin gözünde işsizliğin, ekonomik krizin müsebbibi olabilirler, bu da Saray Rejimi’ne CHP’nin de yardımıyla öfkeyi boşaltacak yeni bir seçenek sunar, üstelik kendisi arka planda mültecilere kucak açan kurtarıcı rolünü devam ettirerek.

Peki biz ne diyoruz; sermayenin vatanı yoksa işçi sınıfının da yoktur diyoruz. Kapitalist-emperyalist sistem tarihin çöplüğüne gönderilmedikçe insanlık daha çok göç, daha çok felaket yaşayacak diyoruz. İşçi sınıfı, göçmenlerin oluşturduğu yedek işçi ordusu senin rakibin değil sınıf kardeşindir. Öfkeyi sınıf kardeşine değil, sınıf düşmanına yönelt diyoruz. Rekabet böler, eylem birleştirir, diyoruz. Rekabet böler, örgütlenme birleştirir, diyoruz. Bıraksalar halklar kardeş olur, diyoruz. Dayanışma yaşatır, diyoruz. Öfkeni yerinden edilene değil, edene yönelt, diyoruz. Ve son söz olarak işçiler, emekçiler, halklar, göçmenler, kadınlar, gençler, öğrenciler, LGBTİ+’lar tek çıkış yolu var: Örgütlenmek, bu ucube sistemi, kapitalizmi, ait olduğu yere, tarihin çöplüğüne göndermek.

Kaldıraç Dergisi’nin yeni sayısı çıktı!

Merhaba

“Felaketler peş peşe gelir, derler.

“Bunun nedeni, egemenlerdir. Sömürenler, mülk sahipleri, para babaları, uluslararası ve yerel tekeller egemenliklerini sürdürdükleri sürece, her gün yeni bir felaket haberi ile karşılaşmak işten değildir. Bu nedenle, kapitalist sistemi yıkmak, ülkemizde burjuva egemenliğin her biçimine son vermek, acil bir devrimci görevdir. Bu, sadece işçi sınıfının ihtiyacı değildir. Bu, sömürülen, aşağılanan, hor görülen herkesin ortak ihtiyacıdır. Bu, insanlık görevidir.

“Bu devlet, tekelci polis devletidir. Bu devlet, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin egemenliğidir. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur hem de meşrudur.”

***

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimize abone olmak için tıklayabilirsiniz.
Dergimizi pdf formatında okumak için tıklayabilirsiniz.
Dergimizin temin noktaları için tıklayabilirsiniz.