Ana Sayfa Blog Sayfa 83

Bu kez kendi yaşamlarımız için!

…Bunlar engerekler ve çiyanlardır
Bunlar aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır…

Marinalara çöktüler, taş ocağı yapmak için deremize ormanımıza göz diktiler, ihaleleri kaptılar, uyuşturucu ticareti yaptılar.

Vakıflarında-yurtlarında çocuklarımızı istismar ettiler, “bir kereden bir şey olmaz” dediler, kadınları katledenlere “yürü, arkandayız” dediler.

Savaş kundakladılar. ABD’nin, İsrail’in çıkarları için komşu ülkelerde savaş tetikçiliği yaptılar. “Filistin halkının yanındayız” diye yalanlar söyleyip arkadan İsrail’le el ele tutuştular.

Aşağıladılar, emeğimizi sömürdüler, işçi cinayetlerinde katlettiler… Bizi salgından ölmekle açlıktan ölmek arasında seçim yapmaya ittiler; boğazımıza kadar borçla, bitmeyen kara bir gece gibi geleceksizlikle intihara sürüklediler.

Kim bunlar? Mafya, çete, holding patronu ve devletliler… Tüm bunları beraber yaptılar. Bunlar için yasalar, kararnameler çıkardılar. Bunlar için basını kontrol altına almaya giriştiler. Hepsi halkla karşıdır. Dini imanı para olanlar, sömürmeye, katletmeye, zenginliğe doymayanlar ortada koca bir pislik bıraktılar.

Bu pisliği ancak devrim temizler!

Çalınan bizim yaşamlarımız. Çalınan bizim çocuklarımızın geleceği… Ranta çevirdikleri bizim doğamız, bizim nefesimiz. Üstünde oturdukları tüm zenginliğin kaynağı bizden çaldıklarıdır.

Şimdi ya bu çürümeyi seyredecek, bizim yaşamlarımızı cehenneme çevirmelerine izin verecek ve yaşamak neydi diye düşünmeden ölmeyi bekleyeceğiz; ya da nasıl bir ülke istediğimize biz karar verecek; insanca, onurlu ve özgür bir yaşamı; emeğin iktidarını kendi ellerimizle kuracağız.

Kolay olmayacak, bu kesin.

Oy vermekle olmayacak çünkü. Sandıkla olmayacak. Kurtarıcı bekleyerek olmayacak. Çok emekle, büyük bir mücadele gerektirecek. Yıllarca çalışıp, sömürülüp onları zengin ettik. Bu kez kendi yaşamımız için, çocuklarımızın geleceği için çalışacağız.

Devrim bir çalışmadır

Bu düzene karşı olanların emek vereceği büyük bir çalışma… Çalışırken ölmeye, sömürülmeye karşı mücadele eden işçiler, emekçiler; yaşamını ve özgürlüğünü kazanmak için direnen kadınlar; üniversiteleri ve hayalleri için mücadele eden öğrenciler, gelecekleri için direnen gençler; onurları için buradayız diyen halklar; doğası, yaşam alanı için direnenler… Yani bu düzenden bir çıkarı olmayanlar bu düzeni tersine çevirebilir ancak.

Devrim bu mücadelelerin tümünü büyüterek, kaderlerimizi birlikte çizerek, örgütlenerek olacak. Örgütlenmek yan yana gelmektir, birlikte karar vermek, mücadeleyi birbirimizden öğrendiklerimizle büyütmektir. Bu sömürü düzeninin sahipleri örgütlü oldukları için tüm bunları yapabildiler. Biz de yaşamlarımızı kazanmak için örgütlü olmak zorundayız.

Bu düzende ölümü beklememek, aşağılanmaya, sömürüye, geleceksizliğe son demek için; sendikanda, kadın örgütünde, derneğinde, öğrenci örgütlenmesinde, özgür bir dünya isteyenlerin yanında, Kaldıraç saflarında örgütlen.

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

1 Mayıs 2021 Devlet emrinde sendikacılık işçi sınıfının esareti

“Balta adamın elinde, ağacın gövdesine inmektedir.

Ağacın baltaya şöyle seslendiği rivayet edilir:

‘Ey balta, sen beni kesemezdin ama neyleyeyim ki sapın benden yapılmış.’”

1 Mayıs 2021, hem kriz hem de pandemi koşullarında kutlandı. Kriz ve pandemi, aslında birbiri ile bağlantılı, birbirinin üzerine binmiş, iç içe geçmiş süreçlerdir. Kriz, 2008 dünya kapitalist ekonomisinin girdiği krizin devamıdır. Bizim liberal solcularımız, “okur-yazar” takımımız “krizin bitmekte” olduğu masalını anlatadursunlar, onların bağlı olduğu emperyalist merkezlerde, onlarla aynı işi yapanlar, bu kriz ile kapitalist dünya sisteminin bir çöküşün eşiğine geldiğini söylemekten çekinmiyorlar. Bizim ülkemizde krizden söz etmek mümkün, ama mutlaka otosansür devreye girmeli ve “yakında bitecek” mesajı verilmelidir. Saray’a yaranmak konusunda daha yakın şansa sahip olanlar, “Reis sayesinde” kriz bitecek derken, “eleştiri muhalefeti” yapanlar “elbette bir gün bitecek, yakında” demekten geri durmayacaktır.

Pandemi konusu da böyledir. Bir bölümü, “pandemiyi en iyi yöneten ülke” unvanını aldığımıza dair roman yazmaktadır, kurgusu bozuk da olsa, bir diğer bölümü de, “hayır ama zaten tüm dünyada kötü yönetiliyor” demekten geri durmayacaktır. Pandemi nedeni ile, aslında tüm sağlık hizmetlerinin ücretsiz ve kamulaştırılarak yapılması gerektiğini, pandemi yönetim merkezinin bilfiil sağlık çalışanlarından oluşması gerektiğini söyleyemeyecektir.

1 Mayıs 2021’e giderken, işçi sınıfının durumuna baktığımızda, şöylesi bir tablo görmekteyiz. İşsizlik ciddi biçimde artmıştır. Saray Rejimi, yalan üretimi için merkezlere sahiptir ve bu propaganda merkezleri tüm rakamları yanlış vermekte ustalaşmıştır. Ama işsizlik rakamlarının 6-8 milyon arası arttığı biliniyor. Eğer, “ücretsiz izin” uygulamalarını hesaba katarsak, durum daha da ağırdır. Bu durumda işsizlik, 20 milyona dayanmıştır. Bazı sendikacıların “krizin faturasını ödemeyeceğiz” deyip, basın açıklaması ile yetindiğini biliyoruz. Basın açıklamaları, krizin faturasını ödememeyi sağlamaz. Açık olarak, aktif eylemler, grevler, genel grevler gereklidir ki, sendikalar bunu hayal bile etmemektedir. Enflasyon, devletin açıkladığı rakamların çok ötesindedir. Kurun %40 arttığı bir ülkede, enflasyonun %17’lerde olduğunu söylemek devlet için normal, ama bir sendika için açık bir suçtur. Profesör Veysel Ulusoy ve arkadaşları tarafından başlatılan bağımsız enflasyon izleme çalışması, soruşturma konusu olmuştur. Oysa bu insanlar, üniversitede bir matematiksel model kurarak işi incelemektedir.

Kısacası krizin faturası, işsizlik, açlık, ücret kaybı, hayat pahalılığı olarak, ekonomik anlamda olduğu gibi işçi sınıfının ve yoksul halkın sırtına binmiştir.

Pandemi, bunun nedeni değildir. Pandemi, durumu daha da ağırlaştırmıştır. Eğer Saray Rejimi, işadamlarına verdiği olanakların bir bölümünü halka verseydi, belki pandemi döneminde krizin daha da ağırlaşması geçici olarak önlenebilirdi. Oysa Saray Rejimi, tekellerin rejimidir ve onların devleti olarak, krizin tüm faturasını halka yıkmakla görevlidir. Pandeminin krizi ağırlaştırması bir “zorunluluk” değil iken, bu durum yaşanmaktadır.

Siyasal iktidar, pandemiyi fırsat bilerek, hem zenginleşmenin önünü açmakta, sağlıktan üretilen rantı 10’a katlamaktadır, hem de pandemi bahanesi ile baskı ve devlet terörünü artırmaktadır.

Saray Rejimi’nin ortaya koyduğu “iç savaş hukuku” (birçokları “düşman hukuku” kavramını kullanmaktadır. Düşmanın işçi ve emekçiler, hakkını arayanlar, halklar olduğunu eklerlerse, sorun yok, düşman hukuku da diyebiliriz), işçi ve emekçileri düşman gören bir anlayıştır.

İşte bu koşullarda sendikalar, kendi sansürlerini devreye koymuş, devlete biat etmiş ve işçileri devlet adına esir tutacak uygulamalara hız vermişlerdir. Değil bir direniş örgütlemek, değil bir genel grev örgütlemek, basın açıklamaları bile son derece sınırlı, dilleri devletin çizdiği sınırların bile gerisinde bir dil ile yetinmişlerdir.

Sendika mafyasının etkili olduğu alanlar dışında, DİSK, gerçek bir mücadele örgütleyerek bu sürece direnebilecekken, korku ve otosansür nedeni ile, çok ama çok geri bir tutum sergilemiştir.

DİSK, 12 Eylül’den bu yana, devlet içindeki rol dağılımına uygun olarak, devlet adına CHP tarafından kontrol edilmiştir. DİSK başkanı olmak, bir süre sonra CHP milletvekili olmak için hazırlanmak demektir. Devlet, Türk-İş ve Hak-İş için ayrı bir organizasyona sahiptir. Ama DİSK daha çok CHP milletvekilliğine giden bir yol izlemiştir. Yeni DİSK Başkanı Çerkezoğlu, bu yola girmiş bulunmaktadır. Pandemi sürecindeki tutumu ve en son 1 Mayıs 2021 konusundaki tutumu buna tam bir örnektir. Ve doğrusu, “başarılı” olmuştur.

Soldan gelen tutum şöyleydi:

1- Ortada pandemi var. 1 Mayıs, cumartesi gününe gelmektedir ve pandemi yasakları nedeni ile kitlesel bir 1 Mayıs olanaklı değildir. Bu birinci tutumdur. “Sorumlu vatandaş”lar olarak bazı sol kesimler bu tutumu takınmıştır. Böylece “sorumlu vatandaş” unvanı almayı hak etmişlerdir.

2- 30 Nisan’da Taksim’de bir miting yapalım. 1 Mayıs’ta ise fabrikalarda birkaç dakikalık kutlamalar yaparız.

Elbette bu bilgiler de devlete akmaktadır. Zaten gizli değildir ve akması da problemli bir süreç değildir. Devlet, pandemi kapanması kararı aldı. Bu kapanma kararı, 16,5 milyon işçi olmak üzere, aslında 25 milyon kişiyi istisna sayan bir kapanmadır ve kapanma, 30 Nisan cuma gününden başlatılmıştır.

Solun bir kesimi, bu durumu gizli bir sevinçle karşılamıştır: “Bu sene 1 Mayıs’ı atlattık” sevincidir bu. 1 Mayıs’ı mücadeleyi yükseltme, işçi sınıfının taleplerini tüm topluma iletme aracı olarak, mücadele günü değil, geçiştirme günü olarak ele almaktadırlar. Bu sadece bazı sol kesimlerin değil, sendikacıların da ortak ruh hâlidir.

Pandemi koşulları nedeni ile, işçilerin birçoğu, yasal olmadığı hâlde, ücretsiz izine gönderilmiş ve aylık 1100 TL bir maaşa mahkûm bırakılmıştır.

Pandemi nedeni ile, kısa çalışma ödeneği kapsamına alınan işyerlerinde, işçilerin çoğuna, işsizlik fonundan (yani işçilerin maaşlarından kesilen paralarla oluşmuş fondan, yani işçilerin kendi birikiminden) çalışmadıkları günler için alacakları ücretin %60’ından azı (çünkü bu ücretten %60 + damga pulu kesilmektedir) ödenmiştir ve bu paralar, daha sonra işsiz kaldıklarında kendilerine ödenmeyecektir. Biz, hareket olarak, işsizlik fonu sendikalara devredilsin diye talepte bulunduğumuzda, aslında sendikaların harekete geçmesi gerekirdi. Basın açıklaması yapması yeterli değildir.

Pandemi nedeni ile, işçiler fabrikalarda, lebaleb, kitlesel hâlde, hiçbir gerçek önlem alınmadan çalıştırılmıştır, hâlâ da çalıştırılmaktadır. Kapanma döneminde de bu durum değişmemiştir. Sendikalar, mesela bu durum nedeni ile, açıklama yapmak dışında hiçbir şey söylememiştir. Tele1, Halk TV ve KRT’de açıklama yapmakla yetinilmiştir. Çerkezoğlu, açıkça bu kanallara çıktığında, bu kanalları buyurun işçi grevlerini, direnişleri ziyaret edelim ve bunları yayınlayın bile dememiştir. İşçilerin cep telefonları ile çektikleri videoları yayınlayın bile dememişlerdir.

Ve bu fabrikalarda, işçiler, 40 derece ateşle hasta olarak çalıştırılmış, çalışırken ölmüşlerdir.

Pandemi döneminde işyeri cinayetleri artmıştır. 2019’da ortalama günde 4 işçi iş cinayetine kurban gitmekte iken, pandemi döneminde bu sayı 10’u geçmiştir.

Her gün işçiler pandemi sürecinde fabrikalarda can verirken, virüs kapanların ve hastaların %80’den fazlası işçi ve emekçi iken, “pandemi bal gibi sınıfsaldır” açıklamasını bile yapmayan sol ve sendikalar, utanmadan “sorumlu vatandaşlık” gereği kitlesel mitinge karşı çıkmışlardır.

DİSK, bu yola girmiştir ve son derece korkakça, devletle işbirliği içinde davranmıştır. DİSK, devrimci grupların tutumunu kontrol edip devlete bilgi aktarmıştır. Bu bilgiler elbette “sır” değil idi, ama bu bilgilerin aktarılması görevi DİSK’in değildir, olamaz. Bir işçi sendikası, görüşü ne olursa olsun, siyasal eğilimi ne olursa olsun tüm işçilerin sendikasıdır ve onun görevi, işçi sınıfının güncel taleplerini sansürsüz dile getirmektir. Pandemi nedeni ile kitlesel eylemlerin olmaması gerekir diye “sorumlu vatandaşlık” tutumu alanlar, pandemi çalışan fabrikalarda şalterleri indirmek konusunda da duyarlı olmalıydılar. O fabrikalarda ölen işçilerin kanı, sendikacıların da ellerine bulaşmıştır. Devlet ve tekeller, para babaları, bunu başarmış o kanın sendikacıların eline de bulaşmasını sağlamışlardır.

AK Parti kongrelerinde ortaya konan lebaleb manzaraya bakıp bunu eleştirmek kolay olsa gerek. Fabrikalarda işçilerin çalışma koşullarını bilip de açıklama yapmakla yetinmek neyin nesi oluyor? Sendikalar, işçilerin haklarını savunacaksa, açık olarak şalterlerin indirilmesi eylemini ortaya koymaları gerekli idi. DİSK bu konuda, oldukça önemli bir rolü, devlet adına oynamıştır. Bundan sonra da oynayacağı, bu suça ortak olduktan sonra geri durmayacağı açıktır.

Biz hiçbir sendikanın devrim için hareket etmesini talep ediyor değiliz. Daha o günlerde değiliz. Ama bir işçi sendikası, her şeyden önce, bir işçi sendikası olmalıdır. İşçi sendikası, işçilerin haklarını, en temel hak olan yaşam hakkını korumayacaksa, işçilerin köleleştirilmesine karşı mücadele etmeyecekse, elindeki grev silahı da dahil mücadele yöntemlerinin tümünü denemeyecekse, nasıl bir işçi sendikası olabilir?

Krizin faturasını ödemeyeceğiz demek kolaydır. İyi ama hem zamlarla hem düşen ücretlerle, hem artan işsizlikle hem artan vergilerle krizin tüm faturasını işçiler ödemektedir. Ödeyecek olsaydınız nasıl yapardınız, her işçiye Bilal’in IBAN numarasını verip ona 10 TL göndermesini mi isterdiniz? Ki, bu çok daha dürüstçe olurdu.

DİSK’in başında olmak ya da daha genelleyelim dürüst bir sendika lideri olmak, “iki ateş arasında kalmak” demek değildir. Bu konuma düşmek suçtur. Dürüst sendikacı olmak, arkana işçileri alarak, önden gelen ateşe karşı işçilerin lideri olarak direnmek demektir. Bunu yapamayacak olanın, bu göreve talip olmaması ilke olmalıdır.

Sendikaların, devlete, “biz işçileri tutamıyoruz, öfke çok arttı, o hâlde 30 Nisan Cuma gününü yasaklı ilan edin” raporu verme görevleri yoktur. Dünyanın hiçbir işçi sendikası bunu yaparak işçi haklarını savunuyorum diyemez. “Sorumlu vatandaş”, şimdi “sorumlu sendikacılık” anlayışına ulaşmıştır. “Biz ücret sendikacılığı yapmıyoruz” diyen neoliberal solcularımızın bu davranışı alkışladığından şüphemiz yok. Onların da şüphesi olmasın, işçi sınıfı, kolektif hafızasında, “balta saplarını”na oldukça geniş bir yer ayırmıştır. Gün gelir, bu hafıza harekete geçecektir ve tek bir balta sapı dahi unutulmayacaktır.

1 Mayıs 2021, devrimci grupların nispeten küçük kortejleri ile yasakları tanımayan eylemleri ile kutlanmıştır. Bazı fabrikalarda, 10 dakikayı geçmeyen kutlamalar yapılmıştır. Bazı sendikalar, sokağa çıkma yasağını dinlemeyerek az sayıdaki kortejleri ile sokağa çıkmışlardır. Çağrıcıların akşam saat dokuzda evlerin balkonlarından kutlama çağrılarına topyekûn uyulmamıştır. Bu uyulmamanın da bir anlamı olduğu not edilmelidir. Zaten direnişte olan işçilerin, ülkenin her yanındaki küçük grupların eylemleri ile kutlanmıştır. 1 Mayıs 2021 tarihe böyle geçmiştir. Direnmekten yana olanlar, az sayıda olabilir ama 1 Mayıs ruhunu ayakta tutan onlardır. 1 Mayıs 2021’de, 1 Mayıs ruhunu yaşatanlara bin selâm olsun!

1 Mayıs 2021 göstermiştir ki;

– İşçi sınıfı büyük ölçüde esirdir. Bu esaret koşulları, devlet, sendika mafyası ve “sorumlu sendikacılık” tarafından ortaklaşa sağlanmaktadır.

– İşçi sınıfının kendi örgütlerini devralması, sendikalarını kendi sendikaları olarak yeniden devralması bir gündemdir. Bu ertelenemez bir görevdir.

– Bundan sonra, 1 Mayıs 2021’den sonra sendikal mücadele içinde bir ayrışma başlayacaktır. Devlet-sendika işbirliğini savunan gruplar, giderek kaybedecektir. İşçi sendikacılığı, bu rezil tutumları tek tek deşifre edecektir.

– İşçi sınıfı, genel olarak devrimci mücadele ile, devrimci örgütlerle arasındaki açığı kapatmak zorundadır. Devlete yaranmak, devlete sığınmak, artık işçi sınıfı içinde yer bulmamalıdır. İşçi sınıfının bilincinin göstergesi, onun geliştireceği örgütlenmelerde ortaya çıkacaktır. Bıçak kemiktedir ve işçilerin kaybedecekleri hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle, duyarlı işçileri, saflarımıza mücadele etmeye çağırıyoruz.

– Gelmekte olan aydınlıktır. Karanlığı dağıtacak direniş ve örgütlenmedir. Bu bilinçle “her gün 1 Mayıs, her gün kavga” sloganını hayata geçirmek büyük bir değerdir.

Somut durum: Yükselen sınıf mücadelesi ve yol ayrımı

Biz Marksistler, her zaman, “sınıf mücadelesi” denilen şeyi “yaratan” kişiler ya da bizdeki hâli ile “uydurmuş” kişiler olarak görülürüz. Bu, resmî olarak devletin vermek istediği şey, yaratmak istediği algıdır. Sanki devrimciler olmamış olsa, sınıf mücadelesi olmayacak, herkes de, özellikle okur-yazar takımı (hani kendisinden çok şey beklenen ve yerli yersiz aydın olarak adlandırılanlar da içinde olmak üzere). Bu algı, öyle sadece geniş halk kesimlerinde etki bulmuyor. 12 Eylül günlerinde, devlet sürekli olarak “kafanız yıkandı” derdi ve Murat Belge de dahil birçok tanınmış isim, günlük kullanımı ile aydın, bu görüşe destek verecek açıklamalar yapmaktan geri durmazdı. Sol hareketin hemen her akımından da buna destekler gelirdi. “Sudaki İz” gibi romanlar, aslında tam da böylesi dönemlerin sonucudur. Ama aslında, “sesini çıkartacak kimse” kalmayınca dahi, yani devrimci hareket iyice likide edilip dağıtılınca dahi, sendikalar sisteme eklenip sendika mafyası egemenliğini ilan edince dahi, gördük ki, sınıf savaşımı hâlâ sürmektedir. Acı, ama bilimsel olarak bilinen, insanlığın yüzlerce yıldır bildiği bir gerçeği, bir kere daha “öğrenmek” zorunda kalanlar oldu. Sınıf savaşımı, biz devrimcilerin yarattığı bir şey değil, tersine tüm sınıflı toplumlarda var olan, tüm sınıflı toplumların en gelişmişi, demek ki en iğrenci de, olan kapitalizmde daha da keskinleşen bir gerçek imiş. Biz devrimciler, bu sınıf savaşımında, işçi sınıfının devrimci misyonunun öncüleriyiz, işçi sınıfı önderliğinde sınıfsız bir toplumun, sömürüsüz bir toplumun kuruluşu için savaşan öncüleriz. Sınıf savaşımı, Marksizmden önce vardı. Tıpkı dünya, bilimsel olarak gösterilmeden önce de nasıl dönüyorduysa, sınıf savaşımı da Marksizmden önce, aynı biçimde vardı. Biz, bu savaşımın, kapitalizmin bir devrimle yıkılması yolu ile biteceğini, gerçek anlamda insanlık tarihinin komünizm ile, ortakçı toplum ile başlayacağını iddia ediyoruz, dün-bugün ve yarın.

Marksizm-Leninizm, sadece bu mücadelede işçi sınıfı için bir bayrak değildir, aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin bilimle yönetilmesi de demektir.

Bilim bize, her zaman, sınıflar arasındaki mücadelenin, dünya ölçeğinde ve yaşanılan ülke üzerinde, somut olarak analiz edilmesi gerektiğini söylemektedir. Yani, sınıf savaşımı, bir gerçeğin, durumun bir kere analiz edilmesi ile yürütülebilecek bir mücadele değildir. Evet, sistem hâlâ aynı sistemdir, ama sınıfların durumu, mevzilenişi vb. sürekli olarak yeniden ve yeniden analiz edilmelidir. Zaten böylesi bir mesele olduğu için, devrimci mücadele bir örgütlü mücadeledir. Egemen sınıflar, burjuvazi, bu işi, kendi örgütü olan devlet eli ile sürekli yapar, yapmaktadır. İşçi sınıfı için de bu bir zorunluluktur.

Bugün, 2021 Mayısı’nda, ülkemizde süren sınıf mücadelesini, somut olarak ele almak için, belli başlıklar üzerinden tartışmak istiyoruz.

 

1

Egemen sınıf, Saray Rejimi
ve yönetme krizi

Biz adına Saray Rejimi diyoruz ve bunu etraflıca açıklamış bulunuyoruz. Tekrardan çekinmiyoruz. Saray Rejimi, doğru anlaşılmadığı sürece, devrimci mücadelenin yürütülüşü hep eksik kalacaktır. Saray Rejimi, tekeller çağının devleti, tekeller çağının ve Ekim Devrimi sonrasının burjuva devleti (demokrasisi de diyebilirsiniz) olan tekelci polis devletinin, olağanüstü hâle özgü, ülkemizde aldığı şekildir. Saray Rejimi, bir yandan ülkede süren ve Gezi Direnişi ile kendi varlığını tartışmasız ortaya koyan sınıf savaşımı ile, Kürt devriminin uzun yılları alan direnişi ile bağlıdır. Bunları anlamazsanız, Saray Rejimi’ni anlayamazsınız. Mevcut iktidarı “demokrasiye” uymamakla suçlayan liberal solun anlayamadığı budur. Kürt devrimine ve Gezi Direnişi’ne gözlerini kapayanlar, siyasal iktidardan, devletten yasalara uymalarını bekleyebilirler. Sadece bu iki etken de değil. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı anlaşılmadan, bu paylaşım savaşımının kimler arasında sürdüğünü görmeden, bu paylaşım savaşımının Türkiye ve bölgemize (Kafkaslar-Ortadoğu ve Balkanlar) etkilerini anlamadan Saray Rejimi’ni anlamak mümkün değildir. “Tek adam iktidarı”, şekil olarak devlet tarifi hâline bu nedenle, bu körlük nedeni ile gelmektedir. Mevcut rejimi “tek adam yönetimi” olarak görmek, aslında, sınıf savaşımını da reddetmektir. Devleti sınıf egemenliğinin aracı, sömürge bir ülkedeki devleti uluslararası ve yerli tekellerin devleti olarak görmemek, devleti sanki bir adamın “ihtiraslarının” sonucu olarak görmek, mücadeleyi ciddi biçimde dumura uğratmaktadır.

Bir yandan, AK Parti’yi ve Erdoğan’ı, BOP dahil bir ABD projesinin parçası olarak ilan edeceksin, sonra da dönüp, “tek adam rejimi” diyeceksin. Bu oldukça bilinç bulandırıcıdır. Yarın ABD, bu projeyi çöpe atacağı zaman, kullanım tarihi bittiğinde, o da böyle diyecektir. Saddam bir “diktatördü.” Sanki Biden değil. Sanki Suudi ailesi bir kutsal “demokrasi” ve insan hakları abidesidir. Sanki ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya insanlığın cenneti, kutsanmış “demokrasiler”dir. Batı değerleri ile kafanız karışmış, ufkunuz daraltılmış ise, emperyalizm denilen şeyi, kapitalist sistemi ve tekeller dünyasını hiç anlamamışsanız, bu “demokrasi” yalanlarına inanabilirsiniz. İyi ama, daha yakın zamanda Afganistan ve Irak’a, Libya ve Somali’ye, Suriye ve Yemen’e demokrasi taşıyanlar kimlerdi?

Hem Erdoğan bir ABD projesidir diyeceksiniz hem de “tek adam rejimi.” Bu, sizin akıl karışıklığınız değilse, işçi ve emekçilerin aklını karıştırma, onların mücadelesini esir alma girişimidir. Ki böyledir. Bu nedenle açık olarak yazıyoruz, CHP dahil burjuva muhalefet, aslında Saray Rejimi’nin gizli bileşenleridir. MHP’nin açıktan yaptığı işi, CHP örtülü yapmaktadır. Aklımızı eve bırakmıyorsak, İnce’nin liderliğinde CHP’nin yürüttüğü seçim kampanyasını hatırlamadan edemeyiz. Bu seçim kampanyası, Saray Rejimi’nin yerleşmesi için yürütülmüştür ve geniş kitlelerin öfkesi İnce ile kontrol edilmeye çalışılmıştır.

Saray Rejimi, egemen sınıfların (yerli ve uluslararası tekellerin) ülkemizdeki işleri için organize edilmiştir. TC devleti, bir tetikçi olarak ele alınmış, öyle organize edilmiştir. Dün, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, birlikte hareket edebilirken, 1990’ların ortalarından beri bu ortak hareket sona ermiş, aralarındaki paylaşım savaşımı öne çıkmaya başlamıştır. Bugün Biden, bu savaşı, Rusya ve Çin’e karşı ortak bir savaşa çevirmek istemektedir. Ama artık, ülkemiz için, ortak efendi dönemi sona ermektedir. Türkiye, sürmekte olan paylaşım savaşımında, ABD tetikçisi olarak hareket etmektedir. ABD ve AB arasındaki anlaşmalara göre adımlar atmaktadır. Saray Rejimi’nin son dönem dış politika arayışlarının temelinde, bu yeni ABD-AB anlaşması vardır ki, bu anlaşmalar da geçicidir.

Sol liberallerin, Batıcı “aydınların”, “okur yazar” olarak kendini egemen sınıfa hizmetçi olarak sunanların Batı değerleri, artık eski “ahenk”inden yoksundur. Sadece Trump’lı ABD değil, Biden’lı ABD de onları hayal kırıklığına uğratacaktır. Sadece Janson’lı İngiltere değil, Macron’lu Fransa değil, Merkel’li Almanya değil, onların yerlerine gelecek olanlar da bu hayal kırıklığını artıracaktır. Ama biz eminiz ki, sömürge bir ülke olan ülkemizin “okur-yazar” takımı, bu yeni parçalanmış Batı değerlerine, kendilerine en uygun mevziye geçerek hizmet etmeye devam edeceklerdir. Zira bu okur-yazar takımı için en kötü durum, işçi sınıfının saflarında olmaktır. Uzun anti-komünist mücadele ve soğuk savaş dönemi, onları geri dönülmez biçimde formatlamıştır. İşçi sınıfının saflarına geçmek demek, onlar için, et ve şarabı kaybetmek demektir. Okur-yazar takımımız için et ve şarap, kaybedilmesi en büyük sorun olan “özgürlük” alanıdır. Katliamlar, cinayetler, yalanlar, karanlık vb. hepsine alışmakta sorun yaşamazlar, ama et ve şarap yoksunluğuna alışmaları mümkün değildir.

İşte bu nedenle, efendileri onlara, her koşulda “devletten” yana olmalısınız emrini vermektedir. Ve bunlar, nazik kelimelerdeki emirlerin sertliğini ayırt edecek tarzda eğitim almışlardır. Bu nedenle, hepsi birlikte, Erdoğan’ı, Saray Rejimi’ni, “akıl ve ilim” sınırları içinde kalmaya davet etmektedirler. Bıkmadan usanmadan, “anayasa”yı çiğniyorsunuz diye uyarılar yapmaktadırlar. Oysa Saray Rejimi, açıkça, yasalara uymayacağını, anayasanın rafta olduğunu ilan etmektedir. Açıkça saldırmaktadır. Ve bunlar hep birlikte, “aslında bu durum size oy kaybettirir” diye söylenmektedir. Birçok araştırma şirketi, sürekli olarak, “kararsızlar” çok arttı demektedir. Onlara göre, AK Parti oy kaybetmekte ama kazanan taraf da yoktur. Artan intiharlar, artan işçi ölümleri, artan kadın cinayetleri, artan tecavüz vakaları, artan hırsızlıklar, artan yağma, artan doğa katliamı vb. onlara göre bir şey değildir. Bunlar ancak, gizli raporlara girer ve bu işi “okur-yazar” takımı değil, “uzmanlar” yapar ve gizli raporlarını ilgili kurumlara ve efendilerine sunarlar. Karşılığı iyi miktarda dolar demektir.

Tüm kapitalist dünyayı saran çürüme, kriz ve pandemi ile birlikte daha da derinleşmektedir.

Bu çürüme, sömürge ülkelerde, mesela bizde, mesela Brezilya’da, mesela Kolombiya’da vb. kendini daha net biçimde ortaya koymaktadır. Bu belli büyüklükteki ülkeler, aslında krizin faturasını kaldırma kapasitesi de olan ülkelerdir.

Efendiler, içeride Saray Rejimi’ne, “istediğinizi yapın” biz artık görmüyoruz demişlerdir. Kürt halkına karşı sürdürülen katliamlar bu nedenle daha da artmıştır. Aynı nedenle, işçi sınıfına, her türlü hak arama eylemine, öğrencilere, kadınlara karşı sınırsız bir şiddet devreye sokulmuştur. Liberal solcularımız, okur-yazar güruhu, lisan-ı münasip ile durumu AB’ye iletmekte, AB ise “endişeliyiz” açıklamalarına bir yenisini eklemektedir. Böylece, Saray Rejimi’nin dışarıdaki sahipleri olan emperyalist efendiler, ABD ve AB aklanmaktadır.

Kriz ve onunla birleşen pandemi, Saray Rejimi’ne saldırılarında yeni olanaklar sunmakta, sokaklardaki direnişi azaltmak için kamuoyu baskısı oluşturmakta, “sorumluluk” sahibi solcular, okur-yazar takımı, sendikacılar, işçileri ve halkı direnişten geri durmaya çağırmaktadır.

Ama hem siyasal iktidarı elinde tutanlar eski yöntemlerle yönetememekte hem de halk böyle yönetilmek istememektedir. Bu açık bir durumdur.

Devrimci durum diye adlandırdığımız koşullardan ilki budur. İkincisi, ekonomik krizin had safhaya gelmesidir ve üçüncüsü, bu iki nedene bağlı olarak, kendiliğinden eylemlerdeki artış eğilimidir.

(a) Devrimci durum ile “devrim anı” aynı şey değildir. Devrimci durum nesnel durum olarak ele alınmalıdır.

(b) Yönetme sorunu, ekonomik kriz ve bu iki etkene bağlı olarak ortaya çıkan kendiliğinden eylemler, her zaman dikkatlice analiz edilmelidir. İki nedenle, bir, az ya da çok bu belirtiler ortaya çıkabilir ve günümüzde de görülebilir ve iki, bu başlıklar “ölçümleri” kolay olan şeyler değildir. Örneğin krizin had safhaya varması ne demektir? Burada “had safha”, bir cetvelle ölçülebilir, termometre ile ölçülebilir değildir. Toplumsal tarih içinde ele alınmazsa, tüm bunlar göreli olduğundan, anlaşılır bir sonuca ulaşmak zordur. İflaslar mı ölçüdür? Daha iyi bir ölçü, belki de intiharlardır. Daha da önemlisi, dayanma gücü meselesidir. Ülkemizde bugünkü krizin ayırt edici özelliği, iki noktada ortaya konabilir, ilki işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında dramatik bir kötüleşmedir. Fabrikalarda işçiler, virüs nedeni ile makina başında çalışırken ölmektedirler. İşçilerin çalışma zamanları kuralsız artırılmakta, ücretleri düşmektedir. İkincisi ise açlık meselesinin yaygınlaşmasıdır. Yıllardır açlık vardır ve iktidar sadaka yöntemleri ile oyunu satın aldığı insanların varlığını bir avantaj olarak görmektedir. Ama artık, iş bu noktaları da geçmiştir. Tekeller, satışlarını artırmak için, kârlarını artırmak için o kadar vahşice saldırmaktadır ki, pazar yerlerindeki artıkların toplanmasını bile bir pazar kaybı olarak ele almaktadırlar. En can alıcı bir sorunda dahi, akçeli ilişkiler, yağma kültürü öne çıkmaktadır.

Biliniyor, her kriz, tekeller için bir fırsattır. “Krizi fırsata çevirmek” artık utanılmadan, sıkınılmadan bir “marketing” stratejisi olarak açıkça anlatılmaktadır. Her kriz ortamında tekeller kârlarına kâr katmaktadır. Bankalar, büyük holdingler, kâr rekorları kırmaktadır. Buna rağmen, işçi hakları, ücretler vb. yerlerde sürünmektedir.

Devrimci durum analizinde, en net gözlemler, kendiliğinden eylemler üzerinden yapılabilir. Hem bu, diğer iki nedene bağlı olduğundan böyledir hem de aslında “devrimci durum” analizi için sayılan bu üç koşul, gerçekte tek bir şeydir ve kendini kendiliğinden eylemlerde ifade eder. Yani, aslında, birinci, ikinci, üçüncü etken ne durumda diye tartışmak “eksik”tir. Tersine, hepsini birlikte ve tek bir şey olarak ele almak gerekir.

Bugün, Saray Rejimi, bir yönetme krizi içindedir.

 

2

Yönetme krizi ve burjuva “çözümler”

Bu krizin varolduğu açıktır. Ve bu kriz için, egemenlerin, burjuvazinin kendi içinde de çözüm önerileri ortaya konmaktadır. Biliniyor; üç çözüm önerisi dillendirilmiştir. İlki, Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamı. Bahçeli ve Erdoğan, bu görüştedir. Bunun kendi içinde varyantları vardır elbette. Hâlâ, MHP’nin AK Parti’yi yarı yolda terk edeceği fikri ile yaşayanlar vardır. Devletçi gelenek, milliyetçi-İslamcı çevreler içinde bu görüş vardır. Bunlar, devlet çarkında meydana gelen değişimi, yani Saray Rejimi’ni anlamaktan uzaktırlar. Devletin çeteleşmesi diye adlandırdığımız süreç, onlara göre “eski mafya-devlet” ilişki ile aynıdır. Görüntü aynı gibi gelebilir ki, eğer görme bozukluklarından astigmat yaşamıyorsanız, görüntü de aynı değildir, değildir ama eski mafya-devlet ilişkilerine ilave unsurlar vardır. 5 emperyalist merkezin ya da en az beş emperyalist merkezin kendi güçlerini bu çeteler içinde örgütlediğini de hesaba katmanız gerekir. Diyelim ki, Saray içinde, en az beş emperyalist merkezin unsurları vardır, kimisi bir tarikatın, kimisi Pelikan çetesinin ya da her ikisinin, kimisi bir enerji sektörü çetesinin, kimisi inşaat çetesinin vb. içindedir. Hazine bakanlığında kimin, milli eğitimde kaç çetenin, sağlıkta kimlerin etkin olduğu o kadar da kolay karar verilebilecek bir durum değildir. Yani çeteler, hem ideolojik hem parasal hem de istihbarat kurumları ile ilişkileri iç içe geçmiş organizasyonlardır. Eski mafya çeteleri, daha az karmaşıktı. Peker çetesi, devlet ile içli dışlı idi, ekonomik bir alanı vardı. Şimdi ise daha kapsamlı ağlar içinde çeteler ortaya çıkmaktadır. Ağar çetesinin, Peker’in iddia ettiği gibi 4.9 ton kokaini Kolombiya’dan, İzmir’de bir kimya fabrikası üzerinden organize etmesi, karmaşık bir ağı gösterir ki, içinde ABD, içinde basın, içinde Saray da vardır. Bu sadece bir örnektir. Aynı şekilde Ayasofya’nın baş imamı, sadece bir imam değildir ve fetva verme gücü dinî otorite olmasından gelmemektedir.

Saray Rejimi’nin aynen ve güçlenerek devamı alternatifi, aslında çok da kabul gören bir burjuva çıkış değildir.

İkincisi, CHP-İYİ Parti ittifakında ses bulan “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” alternatifidir. Bunu savunanlar, yeterince güçlü bir savunu geliştirmiş değillerdir. Kendilerini, sürekli olarak “yanlış anlaşılmasın, Saray bunu kullanmasın” gibi bir otokontrol içinde ifade etmektedirler. Bu otokontrolün ana nedeni, AB’den açık olmayan bir destek almaları ve ABD’den ise destek almış olmamalarıdır. Elbette, emperyalist efendiler, her akımın içinde yuvalanmıştır. Bu ayrı bir konu. Yani, bir alternatif öne çıktığında, mutlaka bunun emperyalist kampın birinin tam kazancı olacağı anlamını çıkarmak hata olur. Zira emperyalist paylaşım, bir savaşsız sonuca bağlanamaz. Konumuza dönersek, parlamenter sisteme dönüş cephesi, daha çok uluslararası destek peşindedir. Bu nedenle, net bir savunuları da yoktur. Devleti kurtarmak meselesi olarak ortaya konmaktadır. Bazı sözcülerinin dilinden “kişiyi mi kurtaracağız yoksa devleti mi” seçeneklerinin sunulması tam da budur. Efendilere, “bakın böyle gitmiyor” bizi destekleyin demektedirler. Bu kampın içinden “aslında Saray Rejimi” daha “makul” bir adamla devam ettirilebilir mi sorusunu soranlar da vardır. Oysa Saray’ın bir doğası olduğu açık. Sarayların kendine has bir yaşam tarzı vardır. Bu kesim, aslında yönetme zorluğunu “kişi”ye bağlamaktadır. Mesela, pandeminin doğru yönetilmemesi, liberal solcularımızın, okur-yazarlarımızın ilan ettiği gibi “liyakatsız” yönetimin işareti olarak ele alınmaktadır. Oysa zerre kadar öyle değildir. İlaç tekellerini ve onlarla olan devlet ilişkilerini bilmeden ya da “rant-yağma-savaş ekonomisi” gerçekliğini atlayarak bu sonuca varılabilir.

Mevcut yönetimin “sorunlarını” liyakat sorunu olarak ele almak, olsa olsa, muhalif olmak ile devlete bağlı olmak arasında sıkışmış okur-yazar takımının işidir. İçişleri Bakanı, liyakat sorunları nedeni ile mi, “bence suç” diye konuşmaktadır? İçişleri Bakanı, liyakat sorunları nedeni ile mi, Saral’lardan çete kurup, emniyet müdürü öldürmektedir? Tekrar olacak, olsun, Saray Rejimi’ni anlamayan kafaların, olup bitene muhalif olabilme yeteneği olamaz.

Üçüncü alternatif ise, daha az desteğe sahiptir ve “demokrasi” cephesi demektedir. Ülkede “demokrasinin” gelmesini, bunun da AB-ABD desteği ile gelmesini ummaktadırlar. Bu üçüncü alternatif, parlamenter sisteme dönelim diyenlerin Kürt meselesine daha kapalı tutum almaları nedeni ile farklı bir tutum almaktadırlar. Ama gerçekte, ikinci kampın içine rahatlıkla dahil edilebilirler. Ama üçüncü kampın asıl amacı, solu, olursa Kürtlerin bir bölümünü, devletin rehabilitasyonu projesine dahil etmektir. Gerçekte, böylesi bir alternatif, ikinci alternatifin daha esnek olmasını talep etmektedir. Temel hedef, devleti kurtarmaktır. Solun, “demokrasi” alternatifi diye buna sarılması eğilimi, işçi hareketine büyük ihanettir. “Demokrasi” adı geçince, bizim okur-yazar kesimin ve liberal solun, Avrupa değerleri savunucularının hemen aklı başından gitmektedir. “Demokrasi” yalanı, İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm soğuk savaş dönemi boyunca Batı’nın sosyalizme karşı saldırısının aracı, örtüsü oldu. Bir yanda anti-komünizm, diğer yanda ise “demokrasi” sosu, tüm dünya ülkelerindeki darbelerin, sağ iktidarların, katliamların, emperyalist politikaların adeta örtüsü işlevini gördü. Şimdi, Biden ile birlikte, yeni bir saldırı dalgasının da “demokrasi” ve “medeniyet” taşıma temellerine oturtulması boşuna değildir.

Bunlar egemen sınıf içindeki “çözüm” arayışlarıdır. Hiçbirinde, halk yoktur, hiçbirinde işçi sınıfı yoktur, hiçbirinde insan olma meselesi yoktur, hiçbirinde doğanın yağmalanmasına dur demek yoktur, hiçbirinde savaş ekonomisinin sona ermesi meselesi yoktur. Hepsi, eski yemeğin yeniden ısıtılarak sunulmasından ibarettir.

3

“Okur-yazar takımı”

düzenin sürdürülmesi için saf tutuyor

“Okur-yazar” takımı, ülkenin düşünsel yaşamındaki fakirleşme, edebiyat alanındaki “bant üretimi” ile üretilen yazarlar sayesinde artan meta ilişkileri alanı ile doğrudan bağlı olarak şekilleniyor. Entelektüel, birikimli, sınıf mücadelesini kavramış, bilim ve gerçek konusunda bir fikrî derinliği olan insanlar ile, kendine “aydın” denilen ama daha çok “okur-yazar” olanlar arasında uçurum artıyor. Entelektüeller daha fazla ceza ile, diğerleri daha fazla “para” ile tanışıyorlar. “Uzman” kadrosu sürekli büyüyor.

Tüm bu okur-yazar kesimi, olduğu gibi sistemin kendini yeniden üretmesinde görevlidir. Okur-yazar olarak, tekelci polis devleti kafası ile düşünmektedirler.

Baskı ve devlet şiddetinin yaygınlığı, sol eğilimli “okur-yazar” takımının da devlete meyletmesine neden olmaktadır.

Bu kesim, “iki tarafı birden idare etmek” gibi bir davranışı, huy hâline getirmiş durumdadır. Devleti eleştirirken savunmak, onların devlet adına aldıkları görevin bir parçasıdır. Nasıl ki CHP tarzı muhalefet, Saray’ı, “otoriter” olmakla suçluyor, “yanlış” yapmakla suçluyor ve bu yolla, gelişmekte olan toplumsal tepkiyi azaltmak istiyor, aynı biçimde bu okur-yazar-sol, “iyiliği” savunan, “kötülüğe” karşı çıkan olarak hareket etmek istiyor.

Hani, Şarkışla ağıdında vardır, “uzatmalı itin biri” der ve Yusuf’un vuruluşunu anlatır, ardından da “yaşa Türk ordusu yaşa” diye devam eder. İşte buradaki gibi, kendine sınır çizme eğilimi, devletin kutsalına dokunmama eğilimi, yeni değildir. Kökleri oldukça eskiye dayanır. Ama 12 Eylül’den bu yana, bu “okur-yazar” kesimi, tam olarak Saray’ın propaganda bakanlığının olası eksikliklerini tamamlamakla görevlidir.

“Politika yapmıyorum” diye konuşmaya başlayan politikacıların düştüğü durum gibidir bu. Devleti, siyasal rejimi eleştirirken, aslında, kendi kendine sınır koyma eğilimidir bu. Ve bugünlerde bu çok daha ileri gitmiştir. Bir CHP milletvekili “Saray Rejimi” dedi diye, bizzat Kılıçdaroğlu tarafından sert bir biçimde uyarılmıştır. Niye mi? “Komünistler, Kaldıraç bunu kullanıyor.” İşte size ölçü birimleri. Saray Rejimi’ne Saray Rejimi demek bile onların sınırlarını aşıyor. Bir uygulama yasa tanımıyor, ama onlar “bu yasaya aykırı” diyorlar.

Okur-yazar takımı, tam da böyle, ima yolu ile, biraz daha cesurları “türkü” yolu ile mücadele ediyorlar. %50’yi evde tutuyorum denildiğinde, “böyle devlet adamlığı mı olur” diye eleştiriyorlar, akıl veriyorlar ve “sen herkesin cumhurbaşkanısın” diyorlar. Parlamentonun tüm yetkileri alınmış durumdadır, siyasal partiler parti olmaktan çıkmıştır, ama bu beyler, “parlamento içinde kurallara uyun” diye çağrılar yapmaktadır.

Bir masal anlatır gibi halkı oyalamaktadırlar.

Erdoğan’ın uygulamalarını eleştirirler, Erdoğan bir ABD projesidir derler ama sonra, Libya’ya, Suriye’ye saldırıları desteklerler ya da bu konuda susmayı tercih ederler. Hep kendilerine bir önlem alırlar; yanlış anlaşılmasın. O kadar çok “yanlış anlaşılmasın” cümlesi kurarlar ki, aslında anlaşılmaz olurlar. Muhalif, ama ne dediği anlaşılmayan tipler. Sistemin rehabilitasyonu konusunda paralı görevliler kadar etkindirler.

Onlara göre kriz, dolar tahmini, faiz tahmini vb.dir. Oysa işçi sınıfı için kriz bir başka anlam ifade etmektedir. Bir anlamda tuzları kurudur, sistemin içinde kendi gelecekleri için bir yer bulmuşlardır. Mesela Microsoft Türkiye’de ya da DOW’da çalışırlar, aldıkları maaş 15-20 bin TL’dir. Ve bu onlar için bir statüdür. Sürüden ayrılmış, kapitalizmin nimetlerinden faydalandıklarını düşünürler. Oysa çalıştıkları uluslararası şirketin ana merkezinde temizlik işçileri 3 bin dolar almaktadır. Ve 3 bin dolar alan o temizlik işçisi, kapitalizmin kutsal yönleri ve sosyalizmin insan doğasına aykırı olması hakkında nutuklar atmamaktadır.

Yalnızlık ve korku içinde, ama et ve şarap eşliğinde bir yaşam sürmektedirler ve “eleştirileri”, beyinlerinin en önemli bölümünü tutan sansür merkezi tarafından otosansür uygulanarak dışa çıkmaktadır. Ne eleştirirken ne savunurken, ne nefret ederken ne severken, hiçbir şeyde samimi değildirler. En samimi oldukları alan, tüketim alanıdır, özel alan dedikleri yeme, içme, seks ve tuvalette rahatlama anlarıdır. Elbette genetiği bozulmuş sebzelerden daha beter durumdaki bu insanların doğası, sosyalizme aykırıdır. Onlar, “her şey gül pembe olsun, her şey güzel olsun, ben iyi durumda olayım, ben iyi yaşayayım, ama kimse de özgürlüklere sınır koymasın, herkes iyi olsun, biraz da bana daha çok bedava bir hayat iyi olur” türleridir. Bu türlerin okur-yazarlıkları, cehaletlerini gidermiyor, içinde yaşadıkları karanlığı azaltmıyor.

Bu kesimlerin günlük mücadeleye son derece büyük etkileri vardır. Zira ortalama bilincin oluşumunda etkilidirler. Hakkımızı arayalım, ama yine mi polisten dayak yiyeceğiz? İşte soru budur. Yine dayak yiyeceksek, bana ne kadına şiddetten. Bunu kadınlar düşünsün, diğerini işçiler düşünsün, öbürünü öğrenciler. Ama en küçük bir aksilikte, hepsi onu düşünsün. İkizdere’deki köylülere oh olsun, çünkü onlar kime oy vermişti ki? Devlet de ayıp ediyor, hepsini bir şirkete vermiş. Ha başka bir şirkete verseydi, 16 milyon ton taşın her yıl oradan alınması “normal” olurdu. Amma çok götürüyorlar, biraz daha az götürselerdi pek o kadar sorun olmazdı. İşte bu düşünüş tarzı, sınıf mücadelesinde, işçi sınıfına en yakın unsurları etkilemektedir.

Bunlar, mücadelenin toplumsal yönünü yok saymakta mahirdirler. Genetiği bozulmuş yiyecekleri bilirler, onları başkası yesin, ben yemeyeyim diye düşünürler. Böyle oldukları için, devleti, sistemi eleştirirken, formatlanmış bir biçimde nerede duracaklarını öğrenmişlerdir.

Bu kesimlerin bir ayrışmaya tabi tutulacağı, gelişecek sınıf mücadelesinin bu kesimleri darmaduman edeceği açıktır. Bir bölümü, açıktan devlet saflarına geçecek ve kara-gömlekliler gibi, beyaz-ordu gibi roller üstlenecekler, bir kesimi ise, o hiç hoşlanmadıkları işçi sınıfının saflarına doğru itilecekler. Bu süreç, bugün başlamıştır.

 

4

İşçi sınıfının çözümü: Devrim

Toplumsal yaşamın tüm yükünü çeken, yaşamı üreten işçi sınıfıdır, emekçilerdir. İçinde onlar adına bir çözüm yoksa, tüm bu projeler iflas etmiş sistemin savunulması demektir.

İşçi sınıfı için tek gerçek çözüm, devrimdir.

Anadolu sosyalist devrimi, tüm bölge devriminin ve oradan elbette ki dünya devriminin bir bileşeni olarak düşünülmelidir. Anadolu sosyalist devrimi, sömürüye son vermenin tek yoludur. İşçi sınıfının iktidarı, her türlü aşağılanmaya, her türlü ayrımcılığa, her türlü baskıya son vermenin yoludur. Bu sadece işçi sınıfının kurtuluşu demek değildir, onunla birlikte, tüm toplumun, kadının, gençliğin de geleceği ve kurtuluşu demektir. İnsan olmak, bu devrimin saflarında yer almakla mümkündür. Doğanın yağmasına, savaş ekonomisine, ranta vb. son vermenin tek yolu, ülkemizdeki burjuva devleti, tüm biçimleri ve varlık öğeleri ile birlikte parçalamaktan geçmektedir.

Anadolu sosyalist devrimi, emperyalist haydutluğa dur demenin de tek yoludur. Tüm bölgemize barışın egemen olmasının tek yoludur. Halklar arası gerçek kardeşliğin oluşumunun tek yoludur. Aynı zamanda binlerce yıllık sömürü ve sömürgecilik tarihi ile de hesaplaşmaktır. Tüm katliamlarla hesaplaşmanın da tek yolu budur. Ermeni soykırımı da dahil, tüm tarihle yüzleşmenin daha doğru ve gerçek yolu yoktur. Bu topraklarda, devrimci mücadelenin tohumlarını atanların isimlerini dahi açıkça konuşabilmek, sosyalist bir mücadele ile mümkündür. Bu mücadele;

(a) Bu topraklardaki burjuva egemenlik de dahil, tüm egemenlik biçimleri ile hesaplaşma yoludur. Bu derinliğe sahip olmak zorundadır. Bugün işçi sınıfının iktidarını kurmaktan söz edeceksek, kendi geçmişimizle açık ve net hesaplaşma zorunluluğu vardır. Osmanlı döneminde başlayan dar anlamdaki devrimci hareketin içinde yer alanların isimlerini, örneğin meydanlarda idam edilen Ermeni ve Rumları yokmuş gibi sayarak kendimiz olamayız. Geniş anlamda tarihten gelen isyanları, halk isyanlarını, Bogomillerden Şeyh Bedreddin’e, Baba İshak’tan Börklüce’ye mirasımız olarak ele almadan, bu tarihsel birikime sahip çıkamayız.

(b) 12 Eylül ile hesaplaşma sürecini sonuna kadar götürmek zorundayız. Gezi Direnişi, toplumsal anlamda bu hesaplaşmada büyük ve son derece önemli bir adımdır. Bu adımın, işçi sınıfı içindeki etkilerini örgütlemek, örgütlü bir güce dönüştürmek zorundayız. Birçok devrimci grup, 12 Eylül yenilgisi sonrasında da mücadeleyi sürdürmeyi başarmıştır. Bu yenilginin bizim için büyük bir öğretmen olduğunun bilincinde olmalıyız. Bu açıdan kendi zaaflarımızı ortaya koymaktan çekinmemeliyiz. Kemalist damarın devrimci hareket içindeki enerji emici rolünü açıkça ortaya koymak zorunluluktur. Bu açıdan epeyce yol almış devrimci gruplar vardır ama bu hâlâ toplumsal açıdan aşılmış bir konu değildir. Bu Marksist hareketin önemli bir görevidir. Sadece ideolojik bir görev olmasa da, ideolojik mücadelesi çok önemli olan bir süreçtir bu.

(c) Anadolu devrimi, çok renkli bir devrim olacaktır. Tarihsel olarak halklar sorunu, işçi sınıfının kurtuluşu sorunu ile daha fazla iç içe girmiştir bu topraklarda. Anadolu devrimi, elbette enternasyonalist olacaktır. Başkası mümkün değildir. Ancak, en uzaktakine sevgi duyan, en yakındakine mesafe koyan bir devrimci enternasyonalizm olamaz. Devrim, eşitsiz bir biçimde de olsa, tüm bölgemizde gelişmekte, mayalanmaktadır. Bu bölgenin herhangi bir yerinde gelişmekte olan devrime, egemen kültürün değerleri ile karışmış bir “halk” değerlendirmesi ile bakmak, ahmaklıktır. Arap’a TC devleti gözlükleri ile bakmak, Kürt’e TC gözlükleri ile bakmak, aslında tarihsel anlamda derinlikten de yoksun olmaktır. Böylesi bir fakirlik, devrimi besleyemez. Enternasyonalizm, devrimci savaş arkadaşlığıdır. Dünün hataları ile, bir ülkenin dış politikasını devrimci mücadelenin çıpası olarak görmek aşılması gereken bir hastalıktır. Devrimci mücadele, devletler hukuku ile ele alınamaz. Devrimci mücadele, egemenlik ilişkileri içinde ele alınamaz.

İşte bu temeller üzerinde mücadeleye yaklaşmak gerekir.

Bugün, biz bir devrimden söz ediyoruz. Bize göre, bu topraklarda devrim mayalanmaktadır. Kendiliğinden bir çıkış, bir toplumsal patlama olarak Gezi Direnişi, bu açıdan büyük bir alan açmıştır. Ama devrim, kendiliğinden çıkışlarla gerçekleşmez.

Biz devrimin gelişiminden söz ettikçe, kelimenin gerçek anlamında devrimci dostlarımız olarak gördüğümüz kişi ve gruplar tarafından eleştiriliyoruz. Bizim için çok değerli olan eleştirilerdir bunlar. Nezaket olsun diye “devrimci dostlarımız” kavramını kullanmıyoruz. Öyle olduğunu düşündüğümüz için bu kavramı kullanıyoruz.

Bu eleştirilerden biri, bizim aslında durumu biraz abarttığımız, bu abartı ile ileri hamleler yapmak istediğimiz, bu nedenle de gücü heba etme riski ortaya çıkardığımız şeklindedir. Yeridir ve bu konuda fikrimizi söylemek istiyoruz.

Gerçekten de, devrimciliğin doğasında vardır, devrimci müdahale, her zaman nesnel olanı aşmak zorundadır. Nesnellikle sınırlanmış bir devrimcilik olamaz. Ama bazan, bu nesnelliğin henüz olgun olmadığı anlarda ortaya çıkacak eylemler, yıkımla sonuçlanabilirler. Bu nedenle, bu eleştirileri, elbette anlıyoruz. Ama bize göre de, tersi bir durum vardır. Şöyle ki; sanki, daha ilerisini yapmak, daha ileri gitmek mümkündür ve temkinlilik adına, birçok olanak boşa düşmektedir. İlkin, biz yarın bir devrimin gerçekleşmesinden söz etmiyoruz. Ama işçi sınıfının ve toplumsal mücadelenin durumunun doğru değerlendirilmesinin öneminin altını çizmek istiyoruz.

Bugün, kitle hareketi, birçok açıdan, düşünüldüğünden daha gelişmiş durumdadır. İkizdere’yi örnek alalım. Köylülerin, kime oy verdiğine bakmak, salonlarında okur-yazar sohbeti yapanların işidir. Kime oy verdiklerinin değil, neyi savunduklarının ve bunun toplumsal mücadele açısından ne anlama geldiğinin önemi vardır. İkizdere’deki direnişin, pek çok başkaları gibi, kendi durumundan fazla yer kaplamasını nasıl açıklarız? Ya da Cerattepe’deki direnişin ya da bir fabrikadaki direnişin. Bu bize, kitle eylemlerinin içinde devrimci nüvenin düşünüldüğünden daha gelişmiş bir biçimde var olduğunu gösterir. Elbette bu eylemlerden devrim çıkar mı, çıkmaz mı gibi bir tartışmayı absürt bulduğumuzu belirtmek isteriz. Ama bu eylemler gösteriyor ki, mesele, “aydınların”, liberal solcuların içki masalarında ifade ettiği gibi halkta değildir. Mesele, doğru bir mücadele ve eylem çizgisinin geliştirilmesindedir.

Bir direnişe bakıp, “buradan devrim çıkar mı” diye sormak, oldukça körce, oldukça tepeden bakışın ürünü bir tutumdur. Her direnişi sürdürmek, o direnişi yaymak, o direnişleri örgütlü hâle getirmek, bunları yaparken de, ille de senin örgütünün bir parçası olacak diye beklemeden yapmak esastır. Mermeri delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir. Mücadeleye böyle yaklaşmak gerekir.

Bir bütün olarak kapitalist sistem savunmadadır. Bu savunmada olma durumuna rağmen devlet, ciddi bir saldırı ile, işçi ve emekçi hareketinin toparlanmasına olanak tanımak istemiyor. Öyle ise, bizim “savunma”da kilitli kalmamız doğru değildir.

Biz ne kitleyi hazır olmadığı eylemlere yönlendirmekten yanayız ne de örgütsüz bir devrimin olanağını görüyoruz. Bunlar bilimden habersiz davranmak olur. Ama, biz, kitle eylemlerinin içindeki devrimci ruhu görüyoruz.

Örneğin 1 Mayıs 2021’de, devletin yasaklarına göre davranmayı, uygun bulmuyoruz. Devrimci hareketin bunu aşacak bir gücü vardır. Bizim tek başımıza böylesi bir gücümüz olmadığı da açıktır. Liberal sol, “sorumlu vatandaş” edası ile davranmayı öğütlüyor. Fabrikalarda lebaleb çalıştırılan ve virüs kapmış hâlde makina başında can veren işçilere, “kitlesel eylem yapmayalım, çünkü pandemi var” diye imalı yaklaşıyorlar. Bu, liberal solun davranışıdır. Ama buradan hareketle, gerçek durumun, nesnelliğin de böyle olduğunu savunmak, büyük bir hatadır. CHP tarzı muhalefet budur. Aman bir şey yapmayalım, Saray bunu provokasyon olarak adlandırır, aman Kürt’e destek vermeyelim bize terörist derler, aman sokağa çıkmayalım bize saldırırlar. İşte bu mantık, elbette liberal solun fikir birliği yaptığı bir mantıktır. Birçok sendikacı, birçok sol kesim böyle davranmaktadır. Oku-yazar kesimi tamamen böyledir. Hatta bunlara göre, 1 Mayıs’ı kazasız belasız atlatalım ki, kimse bizim eylem kaçkını olduğumuzu hissetmesin durumu her şeyin önündedir. Ama bu düşünüş tarzının, devrimci hareketi, solu etkilemesine karşı durmamız, işçileri bu konuda açık ve net bir dille uyarmamız zorunludur (1 Mayıs 2021 üzerine ayrı bir makale zorunlu olduğu için, daha detaya girmeyeceğim).

Devrimci hareket, kitle eylemlerinin gerisinden gelemez. Bu duruma düştüğü zaman işçi ve emekçilere öncülük edemez.

İşte işçi sınıfının alternatifi, işçi sınıfının çözümü konusunda da bu nedenle, son derece net olmamız gerekir. Bugün devrim koşulları yok, öyle ise “işçi sınıfının alternatifi olarak devrim”den söz etmeyelim demek, aslında gerçekliğin üzerine uykuya yatmak olur.

Devrimci dostlarımız dışında da bizi (sadece dar anlamda bizi değil, tüm devrimci hareketi) eleştirenler var elbette. Onların durumu ise tamamen farklıdır.

Birçok “dost” (acaba ne kadar dost) bize, hayal görüyorsunuz diyor. Belki de doğrudur. Ama hayalleri olmayanların, gelecekleri de kendi gelecekleri olmaz. Birçok okur-yazar, “devrim çok uzak” diyor. Haklıdırlar, belki de onlar zahmet edip işin içine girecek olsalar bu kadar uzak olmazdı.

 

5

Sol harekette “sağ”a kayış eğilimi

Öncelikle, “sol” hareket ile “devrimci hareket” ayrımını yaptığımızı belirtmek isteriz. Günlük yaşamda, bu ikisini aynı anlamda kullananlar oldukça çok sayıdadır. Biz “devrimci hareket” dediğimiz zaman, solun tümünü kastetmiyoruz.

Sol, günlük dilde, CHP’den başlayarak, en radikal devrimci gruplara kadar geniş bir yelpazeyi içine alacak şekilde kullanılıyor. Belki, “sol” ve “devrimci” ayrımı yapılırsa, bir sakıncası da olmayabilir.

Eğer böyle bir ayrım yapılmayacaksa, CHP’ye sol demek abes demektir. CHP’nin kendine zaman zaman “sol” dediğini, CHP içindeki birçok kişinin ise zaman zaman değil, her zaman kendini “sol”da gördüğünü düşünürsek, bu nesnellik içinde, sol ve devrimci ayrımı daha anlamlı olur.

Devrimci hareketin, kendini genel anlamı ile “sol”dan ayırması gereklidir. Çok olmak adına, “sol” kavramına razı olmamak gerekir. Doğrusu CHP de kendini “sol”dan ayırmaya çalışmıştır, çalışmaktadır. Hâlâ, mevcut baskı koşulları nedeni ile CHP içinde mücadele edenler, aslında CHP’nin varlıklarına razı olmak zorunda kaldığı kesimlerdir. Yoksa CHP’nin sol ile başkaca bir ilişkisi yoktur.

CHP’nin “sol” olarak görülmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “demokrasi” maskesi ile başlayan anti-komünist, yeni sağ saldırıdır. Bu saldırı, Türkiye’de de devrimci hareketi, işçi hareketini tehdit olarak gördüğü için, hem devlet örgütlenmesinde yeni yollar aradı (Gladio, Ergenekon vb. basının, sendikaların vb. kontrolü), hem de düzen partileri içinde “sol” adres yaratma işine girişti. Bir yandan, tekelci polis devleti, çağımızın “demokrasi”si olarak örgütlenirken, bir yandan da tehlikeli örgütlenmeleri önlemek için devlet örgütleri sol olarak yapılandırıldı. CHP, 1970’lerde 12 Mart sonrasında, o kadarlık solculuk ile işin içinden çıkamayacaklarını anlayınca, bir devlet projesi olarak Ecevit solu olarak örgütlendi. 1960’larda TİP’in etkisini ve gelişen toplumsal mücadeleyi düşünürseniz bu anlaşılırdır. 15-16 Haziran’dan sonra devlet, “sosyal bilinçlenme”nin ileri geçtiğine dikkat çekmişti. Ecevit solu, kitlelerin, devrimci hareketlere akışını durdurmak için devreye sokuldu. 12 Eylül sonrasındaki CHP solu, hiçbir zaman 1973’teki gibi de olmadı.

Hiçbir zaman sol olmayan bir partiyi, “sol”muş gibi ele alıp, yapmadıkları ile eleştirmek, aslında trajik bir durumdur. CHP, Saray Rejimi’nin hiç de küçümsenmeyecek bir parçasıdır.

CHP hariç, sol dediğimiz de, işte o durumda soldan söz ediyoruz demektir.

İşte bu sol, bir genel eğilim olarak “sağa” kaymaktadır. Bu kayışta, CHP’nin etkisi de vardır. Bu nedenle CHP’nin sol olarak kabulü yaygınlaşmaktadır. Birçok açıdan Saadet Partisi, CHP’den daha “sol” argümanlar savunmaktadır. Bugünlerde CHP’nin “kamulaştırma” tartışmalarındaki tutumu ile AK Parti’ninki arasında bir farklılık da yoktur. Kılıçdaroğlu, modern tıraşı ile CHP’nın sol parti olmadığını söylemeye çalışmaktadır. Mesela şu ki, taban bunu anlamıyor.

Birçokları açısından Perinçek’in de sol olarak adlandırılması, aynı hatanın içindedir. Perinçek partisi, bir sol parti değildir, öyle bir hâli de yoktur.

Bahçeli ve Perinçek, Saray Rejimi’nin, yeni dönem seçilmiş başkan yardımcıları olma niyetindedir. Bahçeli’nin anayasa önerisinden bu anlaşılıyor.

Böylece, solun bir kesiminin “milliyetçi” çizgiye kayması gerekiyor. Devlet bunun peşindedir. Bu konuda da birkaç aday olduğu anlaşılmaktadır. Buna “milliyetçi sol” desek yerinde olur kanısındayız.

Sol içinden tam anlamı ile “liberal sol” üretme işi, ikinci noktadır. Neo-liberalizmin iflas ettiği günümüzde, liberal sol, anlam kazanmış olabilir. Bu sol, “özelleştirmeyi” savunmak zorunda değil. Ama onun dışında liberal değerlere sahip çıkabilir. Liberal sola talep daha fazladır. Okur-yazar takımı, Batı değerleri savunucuları bu liberal sol için uygun hammaddedir. Kapitalizmin içinde kalarak, devrim beklemeksizin, şimdiden bir şeyler yapma fikri, Avrupa solunda, özellikle de İngiliz solunda oldukça yaygındır. İşçi sınıfı sömürülecek elbette ama daha insanca, doğa katledilecek ama sadece Cengiz İnşaat için vahşice değil. Burada, daha “sorumlu” vatandaş ilkedir. “Sorumlu vatandaş” aranıyor partisi kursalar yeri olur. Böylece sol-sağ ayrımından da kurtulmuş olurlar.

Elbette bu sol için “laiklik” çok önemlidir. Laiklik hazır tehdit altında iken, açıktan savunulmaktadır. Oysa TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet işleri, bunun başlıca kanıtıdır. Liberal sol, modern değerleri, Avrupa ve Batı değerler sistemi olarak savunmaktadır. Bunların bir kısmı, NATO dahil savunurken, bir kısmı, şükür ki, NATO gibi bir emperyalist egemenlik aygıtını savunmaktan utanmaktadır.

Sanırım, böylece bu sağa kayış meselesini ortaya koymuş olduk. Daha uzun olarak bu konularının ele alınması elbette gereklidir. Ama bizim esas derdimiz, bu sağa kayış eğiliminin, devrimci harekete, kendimizi de parçası olarak gördüğümüz devrimci harekete bulaşmasını önlemektir.

Devrimci mücadele, her zaman, öncelikle kendini ayırma ile başlar. Her koşulda, her şart altında işçi sınıfının nihaî çıkarlarını, devrimi savunabilecek bir bilinç ve örgütlenme, devrimciliğin temel taşıdır. İşçi hareketini, bağımsız, devrimci bir güç olarak siyasal mücadele sahnesine taşımak, önce kendini ayırmakla başlayan uzun bir yoldur.

Devrimci hareket, net olarak burjuva devlete karşı, o devleti yıkmak üzere mücadele eden bir harekettir. Bu nedenle, burjuva ideolojisine, onun her türüne, her görünüş biçimine karşı mücadeleyi sürdürmek temeldir. Milliyetçiliğin her türüne, ayrımcılığın her çeşidine karşı mücadele bu açıdan önemlidir.

Ülkemizde devrimci hareket, halklar sorunu, mesela Kürt sorunu konusunda devletçi bir tutum takındığında, aslında kendini inkâr etmiş olur. Bu aynı durum demokrasicilik konusunda da böyledir. Burjuvazinin demokrasi yalanlarını halka deşifre etmek yerine onun bir parçası oldu mu, kendini inkâr etmiş olur.

Bugün ülkemizde sınıf savaşımı, giderek daha çok yüzeye çıkmaktadır. Dünyadaki eğilim de budur. İşçi sınıfının bittiği propagandası, son yıllarda artık işlevsizleşmektedir. Sınıf savaşımının daha da sertleşeceğini tahmin etmek, sanırız çok da güç değildir. Bizim gibi nispeten yeni hareketler bir yana, uzun yıllardır baskı koşullarında kendini koruyabilmiş ve mücadeleyi sürdürmüş devrimci hareketin, yeni gelişmekte olan mücadeleye kendini hazırlaması çok önemlidir. En zor koşullarda mücadele etmiş her grubun varlığı, devrimci hareketin ortak hanesine bir artıdır ve biz bunu böyle görüyoruz.

Devrimci hareketin, kendini, liberal eğilimlerden ve sağa kayma politikalarından, en aza razı olma yaklaşımlarından koruması, ancak ufukta gelmekte olanı görebilmesi ile mümkün olabilir. Yoksa, yükselmekte olan sınıf hareketinin arkasında kalma pahasına kendini korumak, mümkün değildir. Sınıf mücadelesinin dingin dönemlerinde, ağır baskılar altında kendini korumak bir iş iken, bugün bu artık olanaklı değildir.

Burada bir devrim mayalanmaktadır. Bu elbette ha deyince gerçekleşecek bir şey değildir. Ama bekleyerek gerçekleşmeyeceği de kesindir.

Mücadele, her zaman birçok riski içermektedir. Ama mücadeleye atılmayanların, riskleri almayanların kazanması hiçbir zaman vaki olmamıştır.

 

 

Rant kafası ve iç savaş hukuku ile pandemi süreci

Sarayların gerçeği ile kulübelerin, gecekonduların gerçeği hep ayrı olmuştur. Bu sadece bugüne ait bir mesele değildir, zaten bu vurgu da yüzlerce yıllık bir vurgudur. Bugün farklı olan; saraylar, halka kendi gerçekliklerini unutturmaktadır. Kulübelerde yaşayanlar, aslında kendi yaşam gerçekliklerinin, kendi koşullarının bilincine varamamaktadırlar. Saraylarda yaşayanlar, sadece tankları, topları, TOMA’ları, copları, gazları ile değil, TV kanalları ile, reklamları ile, tüketim toplumu programları ile kulübelerde yaşayanların üzerine karabasan gibi çökmüşlerdir ve kulübelerden güneş görünmez hâldedir.

Böyledir.

Bunu “okur-yazar” takımı da bilmektedir. TV kanallarında 100 dolar karşılığı uzman kesilip konuşanlar, gazetelerinde kalemlerinden kan damlayan yazarlar, yalanla doldurulmuş kalemleri ile uzman ekonomistler, eli kanlı terör uzmanları, göbekli açlık uzmanları, işkenceci psikologlar, cahil profesörler, hepsi, sarayların gerçekliğini halka “gerçek” olarak sunmak için, gerçekleri örtmektedirler. Tüm bunları dolar karşılığı yapmaktadırlar ve onlara hiç bir unvan, “açgözlü modern vahşiler” kadar yakışmaz.

Saraylardan karanlık pompalanmaktadır ve saraylar, “karanlıklar lordları” adını alan sermaye gruplarının paralı adamları tarafından yönetilmektedir.

Enflasyon araştırma grubu hakkında suç duyurusu yapan bir iktidar, elbette pandemi ile mücadele için yarım yamalak gerçekleri söyleyen hekimlere de terörist diyecektir.

Artık “terörist” unvanından kaçış yoktur. Gerçeği söyleyen herkes, değil güneş olan, değil ay olan, elinde idare lambası dahi taşıyan herkes teröristtir. Karanlığa karşı mücadele eden, yalana karşı mücadele eden, insan olmak için mücadele eden, haklarını almak için mücadele eden herkes, aslında Saray’a savaş açmış demektir ve adı bundan böyle “terörist”tir. Devlet terörüne karşı çıkan herkes “terörist”tir.

Kabul edilsin edilmesin, bu, iç savaş hukukudur.

Bazı hukukçuların “polis devleti” ve “düşman hukuku” vurguları, idare lambası taşımaya benziyor. Gerçeğin sadece çok küçük bir bölümünü söylüyorlar. Hayır, devlet tekelci polis devletidir ve Saray Rejimi, onun olağanüstü koşullarda ortaya çıkan biçimidir. Polis devleti değil, tekelci polis devletidir. Bu tek kişi rejimi değildir, ardında uluslararası ve ulusal büyük şirketlerin var olduğu bir tekelci polis devletidir. Uyguladıkları politika ise, içeride ve dışarıda savaştır. İçeridekine “iç savaş” denir ve iç savaş, bir “sivil savaş” olarak da ele alınabilir. İşçi sınıfına, halka karşı bir savaştır bu ve uyguladıkları hukuk, iç savaş hukukudur. Bunu Kürt halkına karşı kirli savaşlarından biliyoruz ve şimdi bu savaş, tüm ülkeyi, tüm bölgeyi kaplamıştır.

Durum böyle olunca, pandemi işi de buna uygun şekilleniyor.

Öyle “pandemi sınıf ayrımı yapmıyor” sözlerine gerek yok. Liberal solcularımızın bu analizlerini, bir “nazar değmez inşallah boncuğu” olarak kendilerine takıyoruz. Durum öyle değildir. Pandemi, bildiğiniz gibi, tam anlamı ile sınıfsaldır. Ölenlere bakın, hasta olanlara bakın, hastalığın bulaştığı yerlere bakın.

Ülkede 30 Nisan-17 Mayıs arasında, 18 gün “tam kapanma” uygulandı.

30 Nisan neden bu işin içine konuldu? 1 Mayıs kutlanamasın diye. Gördünüz mü nasıl da sınıfsal bir tutum. Nasıl da bir iç savaş hukuku.

Bu 18 gün boyunca, nüfusun %60’ı “istisna” ilan edildi. İstisna ilan edilenlerin çoğu, işçilerdir. Fabrikalarda çalışan işçiler en başta. Demek pandemi sınıfsal bir ayrım gözetmiyor öyle mi?

Hasta olanların %80’i yoksul ailelerden geliyor. Demek pandemi sınıfsal değil öyle mi? Bir şeyh öldüğünde cenazesinde on binlerce insan var, ama bir yoksul öldüğünde, beş kişi ve pandemi sınıfsal değil öyle mi?

Yoksa siz, “virüsün kendisine sorduk, bize ben sınıf ayrımı bilmiyorum” dediğini mi söylüyorsunuz? Evet Saray da soruyor virüse, virüsün, Saray’a saygı ile, ben sadece hafta sonları bulaşırım, işçi ve emekçilere asla bulaşmam, onları çalıştırın, camiye girmem camileri açın, eğitimden nefret ederim okulları kapatın, 65 yaş üzerinin sokakta dolaşmasını hiç sevmem, onlara çocukları aracılığı ile evden bulaşırım dediği söyleniyor. Saray, “gereksiz adamları öldür” diye virüse emir vermiş, genellikle bu kişiler yani gereksiz olanlar, yoksullar olmuş.

Saray, pandemi konusunda hiçbir “insanî”, hiçbir “sosyal” politika ortaya koymamıştır. Saray, kendi sınıfsal konumuna tam bir uyum içinde davranmıştır.

Saray’ın pandemi politikası, rant kafasının ve iç savaş hukukunun şekillendirdiği bir politikadır.

Saray, mesela “maske” meselesine şöyle baktı: Buradan kime ne kadar rant çıkar? “Efendim ehliyetsiz, liyakatsız adamlar bir maske işini çözemedi” sözleri tümü ile gerçeklerden uzaktır. Bu sözleri söyleyenler, Saray’ın aslında maske meselesini, halka bedava maske ulaştırmak şeklinde çözeceğini varsaymaktadırlar. Oysa böylesi bir şey yok. Diyorlar ki, “demokratik, laik sosyal hukuk devleti”yiz. Baştan aşağıya yalandır. Hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştır. Anayasa yürürlükte iken dahi böyle değildi. Anayasa işliyor iken dahi, demokratik bir devlet yoktu, anayasa işlerken dahi laik bir devlet yoktu, anayasa işlerken dahi sosyal bir devlet yoktu. Bugün anayasa yok. O artık Saray Rejimi ile ortadan kaldırıldı. Öyle ise, neden halka yalan söylüyorsunuz? Muhalif olduğunuzu söylerken, neden halka yalan söylüyorsunuz? Saray, maske meselesini, tam da rejimin gereklerine uygun olarak çözmüştür. “Benim görevim rant yaratmaktır” dediğinde Gezi’de ülke ayağa kalkmıştı. Şimdi, tam da bunu yapıyor. Pandemi var diye, Saray Rejimi’nin, insafa gelip, maskeden kâr etmeyelim diyeceğini düşünmek ahmaklıktır, gerçeğe ve sisteme dair hiçbir gerçeği görmemektir, körlüktür.

“Sosyal demokrat” olanların bizde en önemli hastalığı, körlüktür. Ve körlüklerini örtmek için, hep “iyi kalpli insanlar” topluluğu olarak davranırlar.

Maske meselesi tam da böyle çözülmüştür.

Ölü sayılarının, vaka sayılarının yalan verilmesi, tam da bu “rant” kafası ile yapılmıştır. Sağlık Bakanı, devletin “âlâ çıkarları”ndan söz etmiş ve bunun için gerçeklerin söylenmediğini beyan etmiştir. Sağlık Bakanı, devletin “organize suç örgütü lideri” dediği Peker gibi, gizlediklerini “devletin kutsal çıkarları” adına gizlediğini söylemiştir. Bu konuda Peker, daha saygıdeğer durmaktadır. Biri halk sağlığı verilerini gizliyor, öbürü devletin kirli çamaşırlarını.

Liberal sol ve CHP muhalefeti ise, “ölü sayılarını ortaya koymak halkta panik yaratabilir” diye, onları haklı görmektedir. Saray bu işi, rant için saklıyor, büyük şirketlerin çıkarına, üretim ve ticaret devam etsin diye, rant ve yağma sürsün diye saklıyor, diğeri ise, “kutsal devleti” korumak için bunu mantıklı buluyor. Bilim insanları olduğunu sandığımız “bilim kurulu” üyeleri ise, aldıkları paranın peşindedirler. Saray’ı en iyi onlar anlamaktadır; öyle ya, 100 dolar için meslek onurunu ve insanlık onurunu ayaklar altına alan “bilim insanı”, milyarlarca dolar rüşvet çarkının döndüğü Saray hukukunu, çok ama çok iyi anlayacaktır.

İlaç işi de böyledir. Bugünlerde yasaklanan bir ilaç var. Hasta olanların evlerine gelen sağlık ekibinin bir kısmı, hastalar sorduğunda, “bence içmeyin” deme cesaretini göstermişlerdir. 8 adet şeklinde verilen ilacın üretiminde Bakan’ın ve Mehmet Öz’ün ortak olduğu yolunda çıkan haberlere bakılırsa bu anlaşılırdır. Bir hekim, hiçbir ilacı 8 adet olarak alınması için önermez. Bu mümkün değildir. Zaten 10 adet alınsa muhtemelen her ilaç intihar aracı olur.

Peki bunu niye yaptılar? Liyakatsız ve bilgisiz adamlar olduklarından mı? CHP böyle diyor. Bin kere yanlıştır. Sanki, mahkeme kurulmuş ve CHP şimdiden onların avukatı olarak konuşuyor. Hayır, liyakatsızlık veya iş bilmezlik değil, Saray Rejimi’nin olağan politikaları gereği, rant ve yağma için bunu yaptılar.

Aşı meselesi de böyledir. Bugünlerde Gamalaya Enstitüsü açıklamalarından anlaşılmaktadır ki, Rusya Sputnik V aşısının lisanslı üretim patentini vermek istemiş, ama Saray Rejimi, Gamalaya Enstitüsü’nün karşısına hiçbir ilaç ve üretim bilgisi olmayan bir şirketi çıkarmıştır ve Ocak 2021’den beri, bu nedenle aşı üretilmemektedir. Saray Rejimi, sağlığa, hele halk sağlığına bakmıyor. Onlar tek bir şeye bakıyorlar: Rant.

Kapanma işi de öyledir. Eğer AK Parti görevlisi iseniz size her yer serbest. Eğer işçi iseniz, toplu taşımalarla, fabrikalara yığılacaksınız ve orada virüsten hasta hâlde çalışırken öleceksiniz. Sendikacılar, bunun hesabını verecektir. En başta elbette Saray Rejimi, patronlar verecektir. Ama şalterleri indirmeyen her sendikacı bu çorbaya tuz taşımıştır.

Pandemi, sistemin gerçek yüzünü tüm yönleri ile açığa vurmuştur: Modern kapitalizm, modern tekeller çağı, 4.0 çağı, küresel dünya çağı, meğerse tam bir kölelik düzeni imiş. Bizim iddia ettiğimiz, modern kölelik dediğimiz kapitalizm, tüm gerçek kimliğini ortaya koymuştur. Çalışanların tümü, ister hizmet sektöründe ister fabrikalarda ister bilgisayar başında, hepsi köleymişler.

Madem böyledir, öyle ise, iç savaş hukuku devreye girmelidir. Ekonomik kriz, açlık tehdidi, pandemi ile işçi sınıfını susturmak, hak arama eylemlerini bastırmak, kadın eylemlerini boğmak, gençleri susturmak için bir bahane hâline getirilmiştir. Devlet, mahkemeleri, polisi, askeri ile tam bir iç savaş hukuku devreye sokmuştur. Adamına göre muamelenin ileri hâlidir bu. İşçi isen, emekçi isen, kadın isen, genç isen, hak ve hukuktan söz ediyorsan, işte sana hukuk: İç savaş hukuku. CHP, hâlâ, “biz bir hukuk devletiyiz” diyor. Mademki hukuk devletiyiz Sayın Kılıçdaroğlu, neden “aman sokağa çıkmayın, bunların ne yapacağı belli olmaz” diyorsun? Madem hukuk devletiyiz diyorsun Sayın Kılıçdaroğlu, o zaman neden bir tek dava, Saray eli değmeden sonuçlanamıyor? Sen bu masalları, halkı uyutmak, Saray’a yardım etmek için uyduruyorsun. Burada iç savaş hukuku var ve sen Saray’ın kötü polisine karşı “iyi polis” rolünü oynuyorsun.

Sağlık ranttır.

Eğitim ranttır.

Enerji ranttır.

İnşaat ranttır.

128 milyar dolardan Saray ne kadar komisyon almıştır? Paralar Bilal kontrolünde Katar’da mıdır?

Onlar, para babaları, tekeller, pandemi döneminde servetlerine servet, kârlarına kâr kattılar. İş Bankası’nın kârına bakın, Garanti’nin kârına bakın ya da Koç’un ya da Beşli Çete müteahhitlerinin, Bayraktar’ların kârlarına bakın. Hırsızlar, çeteler, devleti elinde tutanlar, yabancı ortakları ile ülkeyi yağmaladılar. Ve buna karşılık, halkın sadece bireysel kredi borcu + kredi kartı borcu 1 trilyon TL’ye yaklaşmaktadır. Vergiler, hayat pahalılığı, açlık ve işsizlik aynı anda yükselmektedir. Ve birileri bize, bu soygunun liyakatsız adamların işi olduğunu söylüyor. Ülkenin doğası yağmalanmaktadır. Birileri bize bunun bilerek yapılmadığını, düşüncesizlik ürünü olduğunu söylemektedir.

Hayır, Saray Rejimi, tam da rant ve iç savaş hukuku kafasıyla pandemiyi yönetmektedir. Şimdi, turizmi açmak istemektedirler. Bu konuda, “enjoy, I am vaccinated” (keyfine bak, afiyet olsun, ben aşılandım) afişleri gibi maske hazırladılar. Turizm Bakanı, ETS’nin patronudur ve bundan kâr elde etmesi, artık “normal”, utanılmaması gereken bir şey olarak karşılanmaktadır. Bir bakan, kendi bakanlığına temizlik malzemesi satmaktadır. Bunların hepsi “yeni” değil ama çoktan “normal”dir. 100 dolar için yalan söyleyen “bilim kurulu” üyeleri, kendilerini “rahat” hissetmelidir. “Enjoy, I’m vaccinated” reklamlarına, The Washington Post bile “sömürgeci mantığı gibi” deyince, bu uygulama raftan kaldırılmıştır. Ülkenin dışişleri bakanı, Almanya’dan turist talebinde bulunurken, turistlerin Türklerle karşılaşmayacağını ifade etmiştir.

Tüm bunları görmeye devam edeceğiz. Şimdi turizm açılacak, 1 Haziran’dan başlayarak, muhtemelen bu yazı siz okuyucuya ulaşmadan, tüm yasaklar kalkmış olacak ve turizmi kurtaracağız. Ardından, sıra özel okul sahibi olan Milli Eğitim Bakanı’na gelecek, o da okullar açılsın diye kampanya yürütmek üzere, çocuklara bir maske yapmalıdır. Bu arada ise gerçek ölü sayısı, bugün 300 binler civarıdır ve 500 binleri bulacaktır.

Önlemler, yapılması gerekenler açıktır.

Hastahaneler, sağlık çalışanları tarafından, izinsiz devralınmalıdır. Tüm sağlık hizmetleri, ücretsiz olmak üzere kamulaştırılmalıdır. Savaş ve silah sanayiine akıtılan paralar, hemen sağlık ve eğitim alanına aktarılmalıdır. İşsizlik fonu, hemen sendikalara devredilmelidir.

Bunları yapmak; mücadele etmek, direnmek demektir.

Tüm çalışanların, tüm sektörlerde, şalterleri indirmesinin zamanı çoktan gelmiştir.

En büyük tehdit, açık olarak Saray Rejimi’dir, kapitalizmin kendisidir. Bize yeni normal diye dayatılan kölelik sistemini reddetmek, bu sisteme son vermek ile mümkündür.

Sedat Peker’in açıklamaları: Devletin çeteleşmesi çetelerin devletleşmesi

Biz Marksistler için devlet, sınıflı toplumun bir gerçeği, sınıfların varlığının bir itirafı, insanın insana kulluğunun bir göstergesi, egemen sınıfın, sömürenlerin diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Her devlet, adına demokrasi densin denmesin, katıksız bir diktatörlüktür.

Burası önemlidir. Diktatörlük, kişilerin egemenliği değildir, kişilerde temsil bulsa da, bir sınıfın egemenliğidir. Feodal devlet, “kralın egemenliği” olarak görünse de asla kralın egemenliği değildi. Kapitalist devlet, “temsilî demokrasi” olarak görünse de, asla demokrasi değildir. Kapitalist devlet ya da feodal devlet, ancak egemen sınıf için bir “demokrasi”dir. Halk için, ezilenler için, günümüzden konuşacaksak işçi sınıfı için katıksız bir diktatörlüktür. Yasaları, kendi sistemlerini, mülkiyeti korumak içindir. Nasıl anlatırlarsa anlatsınlar, kapitalist için kutsal olan tek şey, mülkiyettir ve kendi egemenlikleridir. Kapitalist devlet, feodal devletin daha gelişmiş olanıdır, tıpkı feodal devlet köle sahiplerinin devletinden gelişmiş bir makina olduğu gibi. “Daha gelişmiş”, olumsuz anlamdadır. İnsanın insana kulluğu, sınıfların varlığıdır ve tüm sınıflı toplumlar boyunca bu sınıfların varlığının itirafı olan devlet, yetkinleşir, güçlenir. Tarihteki tüm devletler, bu nedenle birbirinin bir anlamda, geniş anlamda devamıdırlar. İngiliz devleti, kendinden önceki İngiliz devletinden öğrenmiştir ve onun sınıf savaşları deneylerini özümsemiştir.

Kapitalist devlet, “temsilciler” aracılığı ile işler. Burjuvazinin, para babalarının, egemen sınıf olarak günümüzde tekellerin, sayısız yolla bu devlet çarkı üzerinde tam hâkimiyeti vardır. Bunu sadece “anayasa”larla yapmazlar. Ama anayasalar, bu devlet egemenliğinin formlarıdır. Burjuvazi, bu anayasaya her bireyin uymasını ister. Bu nedenle de açıktan, bu yasaları ayaklar altına alıp çiğnemez. Bu genel eğilimdir. Ama tekeller çağı, 1917 Büyük Ekim Devrimi sonrasında, burjuvazi kendini bu “yasalara” bağlı kalmakta hiç de zorunlu hissetmedi. Tersine bu yasaları istediği gibi esnetmekte, çiğnemekte sınır tanımadı. Ama yine de, “normal” zamanlarda, bu yasalara uymayı önemsedi. Bu yasalar, aslında, halkın sadece baskı ile değil, “rıza” da göstererek yönetilmesinin önemli araçlarıdır. Geniş kitleler, işçi ve emekçiler, “yasalar karşısında herkes eşittir” sözünün gerçek olmadığını bilseler de buna inanmaya hazırdırlar. Bu inancı beslemek için, bu yasalar, açıktan çiğnenmez. Gizliden ise hep, egemen sınıf üyelerinin isteklerine göre çiğnenirler.

Ama işler hiç de “normal” zamanlarda yaşadığımızı göstermiyor. Bu nedenle, tekeller, Ekim Devrimi ile işçi sınıfının iktidarı alması, proletarya diktatörlüğünün kapitalist devleti parçalaması sonrasında, sistemi korumak için her yola başvurdular. Normal olanı da budur. Burjuvazi, tekeller, cennetlerini korumak isterler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, komünizme karşı savaş stratejisini hayata geçirmek için NATO kuruldu. Pek çok başka kararla birlikte, devletler yeniden, iç savaşa göre, komünizme karşı mücadele mantığı ile organize edildi. Gladio, bunun sonucudur. Burada devlet, kontrgerilla ile takviye edildi ve bu konuda yasalar hiçe sayıldı, sayılıyor. Bu açıdan basın, denetleme ve gözetleme sistemleri de devreye sokuldu. Tüm bunları “demokrasiyi savunmak” olarak sundular. Bir yandan doğrudur, çünkü demokrasi denilen şey, tekellerin diktatörlüğüdür, tekellerin devletidir ve onu savunuyorlardı, ama bir yandan da tam bir yalan idi, kendi devletlerini “herkesin eşit” olduğu bir sistem olarak göstermek istiyorlardı. Acaba, Batı Avrupa’da ve ABD’de, 1945’ten bu yana, sonucu önceden belirlenmemiş seçim var mıdır? Zahmet etmeyin, elbette ki yoktur. Sadece WikiLeaks belgeleri, bu durumu açıklamak için yeterlidir, fazlasıyla. Snowden’ın, ABD izleme sistemi konusundaki ifşaatları, “demokrasi”nin ne menem şey olduğunun açık kanıtlarıdır.

İşte biz bu devleti ele aldığımızda, bu devletin faşizmin tüm dişlilerini içselleştirmiş, geliştirmiş bir devlet olduğunu söyledik ve adını Tekelci Polis Devleti koyduk. Tekelcilik bu açıdan önemlidir. Çünkü “polis devleti”, sadece hukuksuzluğu anlatır ve sanki geçici bir durum olarak ele alınabilir. Ve elbette işin sınıfsal yönünü de es geçer. Oysa tekelci dediğimizde, mesela basının da tekelci karakteri olmadan, bu kara propagandayı yapamayacağını anlatmış oluruz, mesela büyük şirketlerin hâkimiyetinin beraberinde getirdiği şiddeti de ortaya koymuş oluruz vb. (Deniz Adalı’nın Tekelci Polis Devleti çalışmasını okuyucuya öneririz. Bir kez daha okumanın zamanıdır).

Feodal dönemde, daha çok siyasal iktidara vergi vermeyi reddetmeye dayalı “eşkiyalık” örgütlenmeleri vardır. Bunlar, birçok açıdan, sisteme karşı tam bir mücadele yürütmemiş olsa da, “temiz”dirler.

Tekeller çağı, kapitalizmin tekelci aşaması, tekelci hâkimiyetin beraberinde getirdiği şiddet, “mafya” denilen yapılanmayı ortaya çıkardı. Bunun tarihsel gelişiminde sisteme duyulan tepkiyi vb. bir yana bırakarak ilerlemek istersek, mafya, tekelci rekabetin içinde yoğruldu ve biçim aldı. Gümünüz tekelci kapitalizminin ilk ortaya çıktığı 1850 sonrası dönemde, 1920’lerdekinden oldukça farklı idi. 1920’lerde Ekim Devrimi ile birlikte, bu çeteler, ekonomik çıkarları ve imtiyazlar elde etme karşılığında, devletin “demokrasiye” zarar verme ihtimali olan kirli işlerini hâlletmek, işçi hareketine saldırmak için kullanıldılar. Ekim Devrimi’nden bu yana, tekelci çağın devleti, iç savaş örgütlenmesine göre kendine şekil verdi.

Ama Soğuk Savaş döneminin mafyatik örgütlenmeleri, biraz daha da farklıdır. Gladio tarzı örgütlenmenin bir uzantısı olarak kullanılmışlardır. İşin içine “devlet” makinası daha sağlam girmiştir. Hem de NATO-devlet bağı içinde.

1980 sonrası özelleştirme dalgası ile, devlet birçok yerde özel güvenlik sistemini devreye sokmuş, taşeronlaşma ile birlikte, özel sektörün silahlı birimleri, farklı yasal statüler elde etmiştir. Bunu ABD’de görmek mümkündür ya da en net orada görmek mümkündür.

Bir yeni aşama ise, SSCB’nin çözülmesi sonrasında ortaya çıkmaya başlamıştır. SSCB çözülmüş, sosyalizm dünya ölçeğinde yenilgi almıştır. Komünizm tehdidi koşullarında, ABD hegemonyasında birbirine yapışık yaşamak zorunda kalan emperyalist ülkeler, en başta ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa beşlisi olmak üzere, SSCB dağılınca, komünizm korkusu ortadan kalkınca, hemen erteledikleri paylaşım savaşımına hız verdiler. Almanya, Doğu Avrupa’da tek kurşun atmadan, birçok alanı sömürgeleştirdi. NATO, bu kez AB’yi denetlemek için devreye girdi. Konumuz NATO değil. Ama devletten, çeteleşmeden söz edeceksek, kontrgerilla savaşından söz edeceksek, NATO’yu anmamak olmaz.

İşte bu durum, her ülkede farklı yansımalarını buldu.

İtalya, hemen Galdio’yu temizleme işine girişmiştir. Çünkü ABD kontrolünden kurtulmak için bu önemli bir adımdır. Söylenene göre “başarılı” bir operasyon yapmıştır. Bilmiyoruz. Çünkü Gladio başarılı dağıtılmış ise, demek ki İtalya’da ABD varlığı büyük zarar almış olmalı. İşin burasını bilmediğimiz için, “bilmiyoruz” demeyi sürdürüyoruz.

Türkiye’de ise Susurluk patladı. Bir Mercedes içinde, farklı kişiler ve ilişkiler ortaya saçıldı. Operasyon emrini veren, aslında sonuna kadar gidemedi. Bu nedenle, 1990’larda mafyanın üzerine gidenin Almanya ya da AB olduğu kanısı vardı.

O zamanlar, “devlet-mafya-siyaset” diye bir üçgenin olduğu söylenmekte idi. Hatalıdır. Doğru üçgen, devlet-büyük şirketler, yani tekeller-mafya üçgeni olmalı idi. Aracın içindeki Çatlı, NATO adına, ABD adına operasyonlar yapmaktaydı. Sadece MHP’li değil idi, aynı zamanda devletin adamı idi ve elbette mafya, para kaynağı idi.

O dönemlerden biliyoruz, hem devletin operasyonları için gerekli para, kirli işlerden (eroin, kokain, kumarhane, silah kaçakçılığı vb.) geliyor hem de bu kirli dünya devlet tarafından kontrol ediliyordu. Ve biliyoruz ki, her ülkede bu paralar, karapara, kontraları beslemek için bir kaynak olarak, NATO ya da doğrudan ABD tarafından kullanılıyordu. Kolombiya’da kokain, kontraları beslemek için bir kaynaktı. Nikaragua’da kontraları beslemek için Meksika kartelleri, ABD adına epeyce iş yaptılar. Bizde de Kürtlere karşı savaşı beslemek için kontralara akıtılan para ile, bu eroin-kokain işinden gelen paranın epeyce alâkası vardır.

Söz konusu TC devleti olunca, işler biraz daha karışık yürüyor.

1- TC devleti paylaşım masasında olan Ortadoğu’nun bir parçasıdır. TC devletinin ekonomisine sahip olan AB mi sahibi olacak, yoksa siyasal alanına sahip olan ABD mi sahibi olacak sorusu ortadadır. AK Partili Erdoğan projesi, bu süreci yönetmek üzere ABD müdahalesidir ve hem içeride hem de dışarıda özel görevlerle iş başına getirilmiştir. Bu durumda tüm çetelerin buna uygun organize edilmesi gereklidir.

2- TC devleti, içeride emperyalist güçlerin oyun sahasıdır. Mesela bir tane AK Parti yoktur, bir tane Gülen cemaati yoktur, ABD’nin bir AK Parti’si, İsrail’in bir AK Parti’si, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin ayrı ayrı AK Parti’si vardır. Bu aynı şey Gülen çetesi için geçerlidir. Her tarikat bu nedenle, bir çetedir.

Bizim gibi sömürge ülkelerde, sadece çetelerin devlet içine sızması süreci işlemiyor. Aynı zamanda devlet de çeteleşiyor. Saray Rejimi, tam da bu sürecin örnekleri ile doludur. Süleyman Soylu çetesi, Ağar çetesi, Akar çetesi, Menzil tarikatı çetesi, Damat çetesi, Pelikan çetesi, Bilal çetesi, beşli müteahhit çetesi, ilaç-sağlık çetesi, enerji çetesi vb. Bunlardan boşuna söz edilmiyor.

Devlet, bunlardan birini tasfiye edeceği zaman ona bir isim koyuyor: FETÖ terör örgütü gibi. Oysa adamlar “hizmet hareketi” diyor. Öyle ise, adını devlet koyacağına, “hizmet hareketi terör örgütü” demeleri gerekmez miydi? FETÖ konusunu bu kadar kullanıyorlar ama bu konuda aslında hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü aslında “devlet” budur.

Bugünlerde Sedat Peker, ardarda videolar yayınlıyor. Peker, bu videolarda, kendisine tuzak kurulduğunu, Süleyman Soylu’nun bilgilendirmesi ile sürgüne gönderildiğini, ama orada başına olmadık işler geldiğini, eşi ve kızlarının aşağılandığını anlatıyor. Ağar ve Pelikan çetelerinin kendisini bitirmek istediğini söylüyor. Ardından Damat’tan, Damat’ın kardeşinden, Sabah grubunun ve basın işlerinin başındaki Serhat Albayrak’tan ve Süslü Süleyman diyerek Soylu’dan söz ediyor.

Sedat Peker, tek tek bazı dosyaları açıklıyor. Bu dosyaların çoğu, herkesin bildiği ama herkesin sustuğu “sır”lardır. Emniyet müdürünün intiharı (öldürülmesi), Bodrum yat limanı, bir gazetecinin Tolga Ağar tarafından öldürülmesi ve eski HSBC binasına ve Bodrum yat limanına Ağar’ın el koyması vb. Aslında tüm bu anlattıklarındaki pek çok şey, herkesin bildiği, basının ve devlet çarkının bilerek üstünü örttüğü olaylardır. Mesela bizim bilmediğimiz, kokain işidir. 4.9 ton kokainin sahibinin İzmir’deki bir kimya şirketi aracılığı ile Ağar olduğu söylenmektedir. Peker’in söylediklerinde bu yenidir, bizim için yeni. Soylu ile Peker’in ilişkisinin DP dönemine uzandığı da bilinmez değildir. Daha fazlasının olduğu kesindir ve şimdilik, daha fazlasını ortaya koyup koymayacağını bilmiyoruz. Birkaç video daha çekeceğini söylemiştir ve galiba bunu yapacaktır. Ama bu videolarda ne kadar “derin”e gideceğini bilmiyoruz. Belki kendisi de daha karar vermemiştir. “Kutsal” dediği devletin yaptıklarını açıklayacak mıdır? Mesela Abdülkadir Aksu veya mesela Veli Küçük, mesela Erdoğan ve Bilal hakkında konuşacak mıdır? “Aile ilişkilerini açıklama” uyarısı kendisine Çakıcı’dan boşuna gelmiyor olsa gerek. Bunlar Bilal dosyaları mıdır? Mesela Soylu’nun kardeşinin Zorlu Center’daki ofisinde “al tapeni, ver parayı” şeklinde bir “doğrama” işlemi yapıldığını da bilmiyorduk, biz bilmiyorduk. Telefon dinlemeleri ile elde edilen dosyalar, ilgili paralı kişilerden para sızdırmak için kullanılmaktadır. Bize hukuk adına “kişisel bilgilerin korunması, demokrasi” vb. nutukları atanların, bunları bildiğinden eminiz. Mesela Peker, acaba, Boğaziçi’ne atanan kayyum rektörün tapelerinin olup olmadığını açıklar mı? Öyle ya, bunları caminin imamı açıklayacak değil ya? Hürriyet gazetesi baskınını da tahmin etmek zor değil, ama arkadaki milletvekilini bilmiyorduk doğrusu. Acaba, Akşener’in evinin önündeki gösteriyi kim organize etmiştir?

Elbette sadece Sedat Peker konuşmuyor.

Yanıt verenler de var. Yanıtlar, “Organize Suç Örgütü Lideri” diye başlıyor. Hemen bir isim daha konmuştur. İsim babası Ağar mıdır, yoksa Pelikan mıdır, bilmiyoruz. Soylu ismini “pislik” diye koymuştur. Ağar, içeride yattığında (korumaları ile bir hapishanede, kendisine işadamlarının helikopterlerle taşındığını da bilmiyorduk), “silahlı suç örgütü kurmak” suçundan yargılanmıştı. Yani, aslında Ağar, “suç örgütü lideri” sözünü kendinden de biliyor olabilir.

Oysa Sedat Peker, düne kadar bu kesimlerle birlikte, devletin içinde idi. Devlet, bazı kirli işlerini, Sedat Peker’e havale etmekteydi.

İçişleri Bakanı, Peker, Rize mitinginde konuşma yaparken, ona koruma verirken, onun “pislik” olduğuna inanmıyor muydu? Ağar veya Pelikan çetesi, Sedat Peker’e “organize suç örgütü” derken, aynı zamanda kendilerini mi tanımlıyorlar? Peker, barış bildirisine imza atan akademisyenleri tehdit edip kan banyosu metaforları ile destan yazarken, devlet, onun “organize suç örgütü” reisi olduğunu mu düşünüyordu? Ya devlet Bahçeli, o ne düşünüyordu? Mafya ile işim olmaz, tanımayız, bilmeyiz diyor Bahçeli, kendisi de mafya değil mi?

Bahçeli, “devlet”i de tanımıyor mu? Devletin kendisi, en büyük mafyadır.

Biz de diyoruz ki, devletin kendisi bir “organize, silahlı suç örgütüdür.”

Beşli çete öyledir ve 128 milyar dolar onlarla Saray arasındadır. Katar maliye bakanı, kimden rüşvet almıştır? Saray bu işin içindedir. Ve bu inşaat şirketleri, silahlı çeteleri olan birer suç örgütüdürler. Sadece doğayı katletmiyorlar, sadece rant ve yağma peşinde olmak değil onların suçları, bu yolda çok sayıda cinayet işlediler.

Silah sanayii, bir başka çetedir. Sadece rant ve yağma, sadece savaş yolu ile, gerilim yolu ile paralarına para katmıyorlar, bunun için bir yandan ülkeyi satarken, diğer yandan cinayetler işliyorlar. Bu cinayetlerin hepsini “vatan için” işliyorlar.

Devletin kendisi bir “organize suç örgütüdür.”

Peker’e verilen yanıtların her biri de, birer itirafnamedir. Ağar diyor ki, Bodrum’daki limana “biz olmasak mafya çöker.” Kendisi çökmüş, bunu kabul ediyor. Dahası Ağar diyor ki, hiçbir resmî unvanım yok ama “ben çökerim.” Diyor ki, “bana sen başına geç dediler.” Kimden söz ediyor, Erdoğan’dan mı söz ediyor?

Çakıcı açıklama yapıyor. Özetle “sus” diyor ama bu vesile ile, kendisine karşı karalama kampanyası yapıldığını söylüyor ve zaten 8 ay sonra çıkacaktım, dışarı çıkmayı ben istemedim demeye getiriyor. Çakıcı, “muhalefetin de savcıları var” davalarımı hızlandırın, gidip yatayım diyor. Demek ki, Çakıcı, açık olarak yargıda herkesin adamı var, muhalefetin de var diyor.

Çakıcı, Peker’e, özel sırları açıklama, aile işlerine girme diyor. Yani, Serhat tamam, ama Damat olmaz, Bilal hiç olmaz, diğer damat silah sanayiindeki hiç ama hiç olmaz, ABD’de yaşayan oğul hiç olmaz. Bunlara girme, diyor.

Peker, Soylu’ya, beni Damat’a sen düşman ettin, diyor. İstanbul’u biz yönetemiyoruz, diyor. İçişleri Bakanı’nın itirafıdır. Ve Soylu, “Aziz milletimin gözü önünde idam dahil her türlü cezaya, aşağılanmaya razıyım” diyor. Başında, Peker ile ilişkim ispatlanırsa, diyor.

Birincisi, zaten Peker, Soylu ile ilişkisini kanıtları ile, yer belirterek adam ismi vererek sayıyor. Yani “ispatlanırsa” ne anlama geliyor? Zaten ispatlı. Herkes biliyor. İkincisi, Soylu, kendisini bekleyen cezayı, kendisi tahmin etmeyi seviyor: “Her türlü cezaya ve aşağılanmaya razıyım” diyor. Bunu NATO’ya mı söylüyor, yoksa Saray’a mı?

Bu tabloya bakınca, siz de, “evet bu devlet kendisi suç örgütü” demiyor musunuz? Bu devlet en büyük mafyadır demiyor musunuz? İçişleri bakanının eskisi Ağar, yenisi Peker’in deyimi ile Süslü Süleyman, her ikisi de “suç örgütü reisi” gibi konuşuyor.

Kısacası, hepsi, aslında birbirine yanıt vermiyor. Hepsi, bir yere karşı konuşuyor. Hepsi, kendisinin ipinin çekilmemesi için konuşuyor. Bu nedenle Çakıcı, muhtemelen Bahçeli’nin ricasıyla “sus” diyor.

Peker’in açıklamaları, elbette daha buzdağının görünen yüzüdür. 4,9 ton kokain hariç, hepsi kamuoyunca bilinmektedir. Daha fazlası da bilinmektedir. Peker, sadece bilinenleri yakınlarda yaşayan birisi olarak, devletin içinden biri olarak açıklamaktadır. Farklılık budur. Ama Peker, çok daha fazlasına sahiptir.

Kendisine itibar iadesi ile Nisan 2021’de ülkeye dönme garantisi verilmiş gibidir. Soylu biletimdi, onu da yaktım, diyor. Ve Erdoğan’ın çevresinin kuşatıldığını, bir anlamda esir alındığını söylüyor. Bu yolla, Erdoğan’a sadık olduğunu ifade etmiş oluyor. Aslında Peker, pekâlâ biliyor ki, bu bir kuşatılma sorunu değildir.

Peker diyor ki, ben masumlara, mazlumlara silah doğrultmadım, Kürtlerin kadınlarına, çocuklarına saldırmadım. Demek bunları yapanları biliyor ve onlarla aynı yerde yer aldığını kabul ediyor. Baştan aşağıya bir “suç örgütü” hâline gelmiş devletin içinde, devlet adına iş tutmak, mazluma kurşun sıkmak değil midir? Yoksa Peker’e göre bu devlet zenginlerin devleti değil de mazlumların, halkın devleti midir? Mesela Cengiz’in devleti midir, yoksa Rize İkizdere’de 30 milyon ton taş almak üzere doğası yağmalanan ve buna direnen köylülerin devleti midir? Devlet için kurşun sıkmak, beşli inşaat çetesi için, sağlık çetesi için, kontrgerillaya para aktaran kokain çetesi için, silah ve savaş çetesi için kurşun sıkmak değil midir? Bu kurşunlar masumlara, bu kurşunlar direnen halka, bu kurşunlar hakkını istemek için sokağa çıkanlara sıkılmıyor mu?

Bu 1990’lardakinden farklıdır. 1990’larda, siyasal iktidar ve AB, bir operasyon yürütmekteydi. Oysa burada, daha çok çeteler arası bir devlet içi çatışma söz konusudur. Mesela enerji çetesi bu duruma ne der, mesela inşaat çetesi bu işin neresindedir, SADAT işin neresindedir? Bunları henüz bilmiyoruz. Ama biliyoruz ki, çeteler devletleşirken, devlet de çeteleşmektedir. Bu sürecin ayırt edici yönü burasıdır.

Saray Rejimi’nin ekonomik dayanaklarını, örgütlenmesi, bu yazıda ele almamız mümkün değil. Ama Saray Rejimi’nin ne olduğu konusunda ipuçları, bu itiraflarda vardır.

Bizim liberal solcularımız, liberal okur-yazar takımımız, “siyaset-mafya-ticaret” üçgeninden söz ediyor. Baştan aşağıya yanlıştır. Korku ile devleti saklama girişimidir. Devlet-mafya ve tekeller bir aradadır. Peker, açık olarak, son derece çarpıcı bir detay veriyor. Suç olmayabilir ama Saray Rejimi’ni çok iyi anlatan bir detaydır. Koca koca, anlı şanlı işadamlarının, Erdoğan’la görüşmeye giderken 3 kere arandıklarından söz ediyor. İlkinde, kendisi buna hırsız muamelesi diyor, saatlerini, cüzdanlarını, takılarını vb. çıkardıklarını söylüyor. Ve şu espriyi yapıyor: İçeride ikinci aramada acaba donlarını da indiriyorlar mı?

 

İki, üç… Daha fazla Filistin/ Göksel Kılınç

Filistinliler 11 günlük bir muharebe sonucunda İsrail’in kendi rızası dışında savaştan çekilmesini sağladı. Filistin’in siyonist devletin kuruluşunu takiben işgal edilen ’48 topraklarında, Batı Şeria’da, Kudüs’te ve Gazze’de İsrail’e karşı 11 günlük bir direniş ve karşı saldırı sonucunda, sözümona yenilmez İsrail İşgal Devleti ateşkes çağrısı yapmak zorunda kaldı.

Bir kez daha gördük ki direnen halklar kazanıyor.

Apartheid İsrail ortaya çıkışından itibaren, Filistin topraklarında ırk ve din ayrımcı bir düzen kurdu ve işgalini yerleşimcileri Filistinlilerin evlerine sokarak, Filistinlilerin bağını, bahçesini, evini barkını yıkarak sürdürüyor. Filistinlilerin içme sularını kirletiyor, tarım arazilerini yağmalıyor, balıkçı teknelerine saldırıyor. Trump döneminde, Filistin’in 1976 yılında işgal edilen topraklarını talep etmek ve Gazze ablukasını yarmak için, en önemlisi de Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilanı sonucunda geçtiğimiz yıllarda Büyük Geri Dönüş yürüyüşleri adı altında eylemler düzenlenmiş ve tüm dünyanın gözü önünde Siyonist İsrail 320 Filistinliyi katletmiş, 19 binini ise yaralamıştı. Doğu Kudüs’te işgalin son adımlarından biri olan Şeyh Cerrah mahallesindeki insanların yerlerinden edilmesi girişimine karşı Filistin’in her yerinden direniş bir kez daha yükseldi. Ancak bu defa uzun zamandır görülmedik bir gelişme oldu. Gazze artık sadece Gazze değildi. Kudüs, Batı Şeria, 48 toprakları artık sadece kendileri değildi. Hepsi Filistin oldu. Filistin’in ortak mücadelesi, Nasrallah’ın deyişiyle, İsrail’in “örümcek ağından daha zayıf” olduğunu cümle aleme gösterdi.

Bir kez daha gördük ki, örgütlü halklar kazanıyor.

11 gün boyunca yoğun hava bombardımanına maruz kalan Gazze’de hastaneler, uluslararası basın kuruluşları ve sivil yerleşimler de dahil olmak üzere pek çok bina füzelerle vuruldu, bu saldırı devam ederken işgal edilen bölgelerdeki Siyonist yerleşimciler pek çok kentte Filistinli halka saldırdı. Filistin’in hem halk direnişi hem de ortak operasyon tarafından gerçekleştirdiği füze saldırıları sonucunda İsrail, Katar ve Mısır’la görüşerek Filistin’in ateşkese gitmesi için ara yollar denedi. Ateşkes ilan edildikten hemen sonra Ortak Operasyon adı verilen, Filistin’de İsrail’e karşı direnen bütün örgütlerin koordine olduğu birimden hala tetikte oldukları mesajı geldi, saatler sonra aslında varlık sebebi işgal, sömürü, katliam olan İsrail bu kez de Mescid’i Aksa’da direnişi ve zaferini kutlayan halka saldırdı. Şeyh Cerrah mahallesine girmeye çalışan Filistinlilere plastik mermi ile saldırdı. Ev baskınlarıyla onlarca Filistinliyi gözaltına aldı. Şeyh Cerrah’taki Siyonist emeller hala varlığını koruyor. Bu saldırılar Filistin halkının nihaî zaferinin, yani barışın ancak apartheid İsrail’in ortadan kalkmasıyla mümkün olabileceğinin, İsrail’le yapılan barış anlaşmalarının ve onunla bir arada yaşanabileceğine dair inancın temelsiz olduğunun çok açık bir kanıtıydı.

Bir kez daha gördük ki, bu daha başlangıçtır ve ancak mücadeleye devam etmek kazandırır.

Filistin direnişi tüm dünyadaki Filistin dostu halkların, işçi sınıfının desteğini buldu. Büyük metropollerin caddeleri Filistin için yürüyen yüzbinlerle doldu taştı. İtalyalı liman işçileri İsrail’e giden sevkiyatlara el koydu, İsrail destekçisi Puma boykot edildi. İsrail boykot hareketini birincil tehdit olarak görüyor, dünyanın dört bir yanında giriştiği temaslarla boykotu engellemeye çalışıyor.

Bir kez daha gördük: Enternasyonalist mücadele, işçilerin ve halkların ortak mücadelesi zafere götürür.

Direniş örgütlerinin ifadesi üzere, Filistin halkı siyonistlerin “bir dizini” çöktürmüştür. Varlık sebebi Ortadoğu’da emperyalist politikaların jandarmalığını yapmak olan İsrail tüm dünyada meşruiyetini yitirmiştir. Bizim görevimiz direnen Filistin halkıyla dayanışmayı büyütmek, İsrail’le her yerde mücadele etmektir. Mücadelenin bir yanı da siyonistleri her alanda yalnızlaştırmaktan, meşru kabul edildikleri her zemini yok etmekten geçiyor.

Ortadoğu’da Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir grup ülkenin İsrail’le “normalleşme” adımları atması, her boyutta ilişkisini geliştirmesi söz konusuyken Filistin halkının yanında olunduğunu, İsrail’in kınandığını söylemek ikiyüzlülüktür. İşgal Devleti Mısır, Ürdün ve BAE ile anlaşmalar imzalayarak Ortadoğu’da kendisini uluslararası anlamda meşru kılmakta, bu anlaşmalardan yüksek kazançlar elde etmektedir. İsrail ile normalleşmeye giden Türkiye’nin İsrail’le 6.2 milyar dolarlık ticaret hacmi bulunmaktadır. İsrailli şirketler operasyon sahalarını genişletmek için paravan olacak şekilde burada Türk ortaklı şirketler kuruyor. İsrail’le askerî anlaşmalar devam ediyor, tank teknolojileri İsrail eliyle yenileniyor. Hâl böyleyken “Filistin’le tek yüreğiz” demek siyasi rant için Filistin’i kullanmaktan başka bir şey değildir. Bu ülkenin işçisine, öğrencisine kadınına reva görülen şiddetle bastırma politikaları, hukuksuz gözaltılar ortadayken başka bir ülkenin, Filistin’in davasına sahip çıktığını söylemek ucuz bir popülizmden öte değildir. Ülkesinde yaşayan belli bir etnik kesimin, Kürtlerin siyasi iradesini yok sayan, seçilmişlerini görevden alıp yerlerine kayyumlar koyan, kadınların en temel özgürlüklerini koruyan İstanbul Sözleşmesi’ni reddeden, üniversitelerin özgür bilimsel eğitim mücadelesini rektörlüğe kayyum atayarak baltalayan, kendi halklarını imha ve inkâr ederek varlığını sürdüren bir devlet nasıl Filistinlilerin dostu olabilir?

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le olan her türlü ekonomik, askerî, kültürel, akademik ilişkisi apartheid, yerleşimci-sömürgeci rejimin uluslararası anlamda tanınmasına, onun güçlenmesine ve Filistin’in toprağına, insanına, kültürüne bir kene gibi yapışan siyonizmin varlığını korumasına hizmet etmektedir.

Filistin’de, Ortadoğu’da ve bölgemizde halkların zaferinin anahtarı anti-emperyalist mücadeleden ve buna bağlı olarak Türkiye, İsrail gibi emperyalist işgaller için vekillik yapan güçlere karşı uluslararası direnişten geçmektedir. Filistin direnişi, tüm dünya halklarına egemenlerin sanıldığı kadar güçlü olmadığını, ezilen halkların ise direnişi ve zaferi elde edebileceğini göstermiştir. Nihaî zafer halkların barış ve özgürlük içinde yaşadığı, komünist bir dünya olacaktır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi ve içeride ve dışarıda savaş

Saray Rejimi, ekonomi politikaları açısından “rant, yağma ve savaş ekonomisi” üzerine oturuyor. Bu üç ayaktan sadece ranta vurgu yapmak doğru olmaz, eksik kalır. Yağma, rantın elbette kardeşidir ama biraz daha büyüğüdür ve savaş ekonomisi, kendisi ile birlikte birçok şey getiren bir başka şeydir. Rant ekonomisi dediğimizde, kabaca, otoyolları, köprüleri, havalimanlarını kısacası inşaat sektörünü, enerji sektörünü vb. anlatmış oluruz. Büyük ölçüde. Ama yağma işin içine girdiğinde, (a) kamu mallarının yağmalanması, bütçenin yağmalanması, kamu varlıklarının peşkeş çekilmesi de işin içine girer ve (b) doğanın yağmalanması da işin içine girer. Böyle olunca, İkizdere gibi birçok yerde, doğa açık bir saldırı ile yok edilir. İnsanların yaşamları yok sayılır. İşin içine savaş ekonomisi girdiğinde ise, elbette bir silah lobisi ya da bizim adlandırmamızla çeteleri devreye girer. Bu gerginlik politikasıdır da. Diplomasi de buna uyar ve devlet çarkının tüm birimleri de böyle ayarlanır. Irak sınırları içine giren TC ordusunun her attığı mermi, birilerine para kazandırır, dronlar, SİHA’lar vb. devreye girer. Mesela Sedat Peker açıkladı, Fas’ta Peker’e operasyon yapmak için SİHA bedelsiz olarak verilir. Bayraktar ailesi (Sümeyye Erdoğan’ın gelin gittiği aile) bu SİHA’ları devlete bedava vermez. Ama tüm işi devlet olanakları ile yapar, özel bir şirket olarak finansmanı devletten, AR-GE’si devletten ve nihayetinde pazarı da devlettir. Demek ki, TC ordusunun Irak’taki varlığı rastlantısal değildir, zorunludur. TC devleti, tetikçi rolünü ABD adına “gönüllü” olarak üstlenir. Biz TC devleti ABD’nin tetikçisidir dediğimizde, sakın ola ki, tek suçlu ABD, TC devleti suçlu değildir sonucu çıkmasın. Tetikçi, emri verenle birliktedir ve TC devleti bu rolde çok da isteklidir. Irak’ta savaş, Suriye’de savaş, Libya’da savaş, Yunanistan’la gerilim, Kafkaslarda gerilim, aslında akıl almaz bir bütçe ve kârlılık demektir. Ve elbette böylesi bir durum, TC devletinin, baştan aşağıya eroin-kokain işinin içine dalması demektir. Zira, hem bu savaş için bütçe oluştur (bu yolla vatansever ol), hem cebini doldur (bu yolla zengin ol) ve hem de devlet içinde gücün olsun. İşte Mehmet Ağar bu olsa gerek. Sadece Ağar mı?

Bu çeteler, Saray Rejimi’nin bir gerçeğidir ve ısrarla söylüyoruz ki, bu eski usul mafya-devlet ilişkisi değildir. Bu daha karmaşık bir ilişkidir. Sedat Peker’in açıklamaları sadece Pelikan çetesi ve Mehmet Ağar çetesi ile çatışmasına bağlı değildir. Bu işin bir ucu Afganistan’a, bir ucu Kolombiya’ya, bir ucu ABD’ye, bir ucu AB’ye uzanmaktadır. Bunlar daha karmaşık, daha kompleks ilişkilerdir.

Saray Rejimi, bir yandan sınıf savaşımına (özetle Gezi Direnişi’nden bu yana ifadesini bulmaya başlamış Batı’daki direnişe ve Kürt devrimine) bağlı olarak şekillenirken, bir yandan da emperyalist paylaşım savaşımının gereksinimlerine uygun şekillenmektedir.

Bunların hepsi, bu çetelerin içinde ifadesini bulmaktadır. Bir çete bir parasal ilişkidir, bir ağdır, bir devlet çarkıdır, bir emperyalist gücün istihbarat aletidir.

Demek ki, başlıktaki “rant, yağma, savaş ekonomisi”, öyle salt ekonomik bir hâl olarak durmuyor. Duramaz da. Bir kokain çetesi, aynı zamanda kahraman gözükmek için Kürt’e karşı nutuklar atmalıdır. Bir enerji çetesi, vatan savunmasından söz etmeli, bir inşaat çetesi Türk-İslam sentezinden söz etmelidir. Başkası mümkün değildir. Silahlı adamları ile bu çeteler, her yerde var olmalıdır. Bir tarikat, sadece din pazarlamaz, aynı zamanda pazar ilişkileri içindedir ve devletin de içinde yuvalanmıştır ve dahası bu tarikat, belli istihbarat teşkilâtlarının aracı durumundadır. Bir silah sanayii çetesi üyesi, yeri geldiğinde Şems olmalı, Erdoğan’a methiyeler düzmelidir ama aynı zamanda “milli” çıkarlar için Irak savaşından yana tutum almalıdır. Ve elbette bu şirketler, AB ve ABD arasında süren egemenlik savaşında, yerlerini de almalıdır.

Öyle yapıyorlar.

Her bir çetenin günlük çıkarları, hesapları var. Ve bunlar, aslında her gün Saray’da karşılık bulurlar.

İşte TC devleti bu nedenle, her gün, içeride ve dışarıda savaşı artırmak zorundadır. Bu artık bir sarmal hâline gelmiştir. İçeride ve dışarıda şiddet dışında bir yaşama yolu yoktur. Dahası, emperyalist efendilerinden ABD, bu konuda ısrarcıdır. ABD-AB anlaşması gereği, artık içeride tam “serbestlik” kazanan TC devleti, kendine tehdit olarak gördüğü her şeye saldırmaktadır. Nasılsa efendileri, “görmeyeceğiz, istediğini yap” demişlerdir. Saldırmak, şiddet, devlet terörü dışında hiçbir çıkışları kalmamıştır. İyi ama bu saldırganlık da artık işe yaramıyor. O kadar ki, artık kendilerini korumak için Kılıçdaroğlu’nun sözlerine muhtaçtırlar. Kılıçdaroğlu, halkı korkutmak ya da halkı durumun böyle sürmesi gerektiğine inandırmak için tek kozları hâline gelmiştir.

Dışarıda da TC devletinin saldırganlığı, asla durmuyor. Suriye, Libya ve şimdi Irak içine yerleşmek hedefi öne çıkıyor.

Kürt gördü mü saldırmakta birleşen tüm egemen sınıflar, tüm burjuva kesimler, tüm burjuva siyasetçiler, Irak saldırıları için yine bir aradalar. CHP ya da liberal sol, Irak’a dönük operasyonlar söz konusu olduğunda sesini çıkartmıyor.

TC devleti, Irak içlerine PKK’ye karşı hareket ediyor. Garê operasyonunda ellerinde kalan fiyasko yetmedi ve şimdi daha büyük çaplı bir savaşa hazırlanıyorlar. Bu yolla, PKK sıkıştırılmak, Kürt halkının iradesi teslim alınmak isteniyor.

Irak operasyonu, tıpkı Libya, tıpkı Suriye operasyonu gibi ABD emri ile yapılmaktadır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. TC devleti elbette bu konularda da çok heveslidir. Yıllardır bastırılan işgalci hevesleri, şimdi şaha kaldırılmak istenmektedir. Ve elbette Saray, bu durumu, yeni rant, yeni zenginleşme, yeni yağma aracı olarak değerlendirmektedir.

TC devleti, Suriye’de işgalcidir. Bu işgalci durumu kalıcı hâle getirmek istiyor. Bunun için Rusya ile ilişkilerini bozmayı göze alamıyor. Ama diğer yandan, Biden’ın emri ile, Libya, Suriye, Irak, ve Karadeniz’de kendine çeki düzen vermek istiyor. Biden ne diyorsa odur. Büyük Reis, Erdoğan, tam olarak Biden’ın ağzından Türkçe konuşuyor. Montrö sözleşmesi, Lozan anlaşması vb. bunun için masaya getiriliyor. TC devleti, tam anlamı ile bir savaş hazırlığındadır. Saray Rejimi, TC devleti, geleceğini savaşa, akacak kana bağlamıştır.

Bu savaş politikalarının ne kadar kârlı olduğunu anlatmaya gerek yok. Siyasal olarak da bunların ömrünü uzatacağı fikrindedirler. Irak’taki işgal, Suriye’deki işgal, aslında İran’a karşı savaşın, Rusya’ya karşı konum güçlendirerek yürütülecek pazarlığın parçasıdır. Bu pazarlığın ana aktörü ABD’dir.

Ukrayna söz konusu olduğunda TC devleti, tam olarak ABD emirleri ile hareket etmiştir. ABD, savaş gemilerini bilmediğimiz bir nedenle son anda, savaş kapıya kadar gelmiş iken geri çekmiştir. Ama Saray, açıkça Biden’a, Karadeniz’de komutayı almak istediğini bildirmiştir. Suriye’yi işgal etme isteğini, bu konuda onay talep eden makalede açıkça dile getirmiştir.

Öyle anlaşılıyor, TC devleti, açıkça Rusya’ya karşı savaş için saf tutmuş, ama savaş biraz daha sonraya ertelenmiştir. Bu durum, Saray’da sinirleri germektedir. Tam savaş için pozisyon almış iken, birden ABD gemileri geri çekilmektedir. Ve elbette TC devletinin ne yapmak istediği, belki bir tek Türkiye halkı için bir sır konusudur. Herkes yapmak istediğini bilmektedir. Savaş naraları ile Irak operasyonu yeniden devreye sokulmuştur.

Irak içlerinde, küçük üslerle varlık kazanmak istemektedirler. Bu olsa olsa, ABD’nin İran’a dönük savaş hazırlığının bir parçası olabilir.

Elbette, ABD, TC eli ile PKK’yi sıkıştırarak, PKK’nin ABD bayrağı altına sığınmasını istemektedir. Bu nedenle Barzani de PKK’ye karşı açık savaşın içine dahil olmaktadır.

Ve bu iki politika da, yani hem İran’a dönük savaş hazırlığı için Kuzey Irak’ta yerleşmek hem de Kürtlere karşı savaşı tırmandırarak Kürtlerin ABD’ye sığınmasının yollarını döşemeye çalışmak yeni değildir.

Bu kirli savaş, son dönemde yeniden dozajı artırılmaya çalışılsa da yeni değildir. Oldukça eskidir. Aynı şey İran’a karşı savaş için de geçerlidir.

Ama bu arada, İran ile nükleer anlaşmaya geri dönme isteği dile getirilmektedir. İran, böylesi bir anlaşma için ilerlenme sağlandığını açıklamıştır. İran-Suudi Arabistan görüşmesi, bu nedenle gerçekleşmektedir.

Haziran ayında NATO liderleri bir araya gelecek ve bu kez Rusya ve Çin’e karşı saldırılar bir kere daha ele alınacak.

ABD’nin arkasına sıralanan, onun politikasına evet diyen, soğuk savaş dönemi politikalarına benzer bir tarzda Rusya ve Çin’e karşı hamleler yapmaya başlayan AB, Biden ile bu anlaşmayı ne kadar sürdürebilecek, dahası ne kadar ileri gidebilecek? Bu soruların yanıtlarını Haziran ayında bir nebze olsun göreceğiz kanısındayız. AB, daha şimdiden Rusya’ya karşı aldığı önlemlerden, yaptırımlardan sonuç alamayacağını anlamış gibidir. Rusya’ya ilişkileri normalleştirme çağrıları başlamıştır bile. Ama şimdilik politika budur: ABD arkasına geçmiş AB, Rusya ve Çin’e karşı savaş düzeni almaktadır. Beş emperyalist gücün, kendi aralarındaki paylaşım savaşı, biraz soğutulmaktadır.

Ve bu konuda Saray Rejimi’ne bir ödevler listesi verilmiştir.

– TC devleti, Libya’dan çekilsin istenmektedir. Bu AB’nin talebi ya da ABD-AB anlaşması gereği gibidir.

– TC devleti, Ege ve Akdeniz’de geri çekilmiştir.

– TC devleti, Mısır ile yeniden ilişki kurmak için Mısır’a Mayıs başında heyetler göndermiş ve 11 Mayıs’ta da Suudi Arabistan ile ilişki kurulmuştur. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “düşmanlıkların kalıcı olmaması gerektiğini” açıklamıştır. Suudi Arabistan dönüşünde attığı adımı TC devleti böyle savunmuştur. Suudi Arabistan, Türk mallarına ambargo uygulamış ve TC devleti bu ambargonun kaldırılmasını beklemektedir. Bloomberg’deki, “Türkiye, bölgesel ilişkileri resetlemenin bir parçası olarak Suudi Arabistan’la görüşmek istiyor” başlıklı haber, bu açıdan okunmaya değerdir. Bloomberg “Bu hamle, Joe Biden’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından Ortadoğu’daki bağların daha geniş çapta yeniden kalibre edilmesiyle uyumlu” demektedir. Yani, ABD Ortadoğu’daki bağlarını yeniden ve geniş biçimde kalibre etmek istiyor ve TC devleti buna uygun hamleler atıyor. Bu durumda, TC devletinin, kendine ait bir dış politikası olmadığını söylemek abartı olur mu? Mısır’la ilişkiler kuruluyor, Libya açık olarak buradan çıkın diyor, Suudi Arabistan’la, yeniden ilişkiler kurulmaya çalışılıyor.

Ve aynı zamanda TC devleti, Irak’a dönük operasyonlar yürütüyor. Operasyonlar, bölgeye yerleşme amacını, işgal amacını güdüyor.

Tüm bunlar, tam gevşemiş havası yaratılmış iken, görüntü bu iken İran’a karşı bir operasyon değil ise, ABD’nin yeni bir alandan saldırıya geçmesi beklenmelidir. Ukrayna hamlesi bir adım geri şeklinde sonuçlanmıştır. Bu durumda savaş hamlesinin Çin’e yakın alanlardan oluşması muhtemeldir.

İşte TC devleti, Haziran ayındaki Biden görüşmesini, NATO toplantısını beklemektedir. IŞİD’in, Müslüman Kardeşler’in merkezi hâline gelmiş olan Türkiye, bu toplantıya kadar, bir hazırlık içindedir.

TC devletinin hem içeride hem de dışarıda savaş olmadan yaşaması mümkün değildir. Savaş, uyuşturucu gibi bağımlılık yaratmıştır. Ve özellikle son 10 yılda ortaya çıkan durum, TC devletinin bir başka on yılda düzeltebileceği bir durum da değildir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, çürümüş sistemin sarılacağı tek politikadır.

İşçi sınıfı, tüm bu politikalara karşı, devleti kurtarmak mantığı ile politika üretmeye çalışan CHP ile arasına büyük bir çizgi çekmelidir.

Demokrasi yalanları ile, muhalefet yapılamaz, olsa olsa halk yeniden aldatılır. İşçi ve emekçiler, krizin ağır faturasını ödemekle karşı karşıyadır. Açlık, işsizlik, kötüleşen yaşam ve çalışma koşulları, sistemin düzeltebileceği şeyler değildir, tersine sistemin işleyişinin, doğasının sonuçlarıdır. Bu nedenle, işçi sınıfı, hedefini iktidarı almak, Saray Rejimi’ni bir devrimle alaşağı etmek üzerine kurmalıdır. Bunun zor olduğunu vaaz eden “eski tüfek”lere, “okur-yazar”lara söyleyebileceğimiz tek şey vardır: Tek çıkış yolu budur, işçi sınıfının sosyalist iktidarıdır. Zor ya da kolay, başka seçenek yoktur.

 

15-16 Haziran 1970’ten tanıklık: Bir öğrencinin gözlemleri “Bugün yürümezseniz, hiç yürüyemezsiniz”

Sistematik Felsefe dersinde “insanın Kozmos’daki yeri” konusunu işledik.

Seminer odasından çıktığımızda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kalın taş duvarları, Şehzadebaşı tarafından gelen gök gürlemesine benzer seslerle sarsılıyordu. Kulak verdim, anlaşılmıyordu. Merakımı gidermek için hızlıca aşağı kata inip, sesin geldiği yöne doğru yürüyorum. Yaklaştıkça inilti artıyor, taş yapı sarsılıyordu.

“Hükümet istifa, gençler buraya!”

Ana kapıdan çıkar çıkmaz bir insan seliyle yüz yüze geliverdim. Şehzadebaşı’ndan Beyazıt’a doğru giden cadde ağzına kadar dolu. Günlerden 16 Haziran 1970.

Siyah önlüklü kadınlar, mavi tulumlu işçiler… Kiminin elinde daha yeni kırılmış, yeşil yapraklı kocaman dallar; kiminin elinde büyük anahtarlar, demir çubuklar, levyeler… Bazıları ayakkabılarını bağcıklarından boyunlarına asmış, yalınayak yürüyor, cayır cayır yanan asfaltın üstünde…

“Hükümet istifa, gençler buraya!”

Daha 16 Haziran 1970 gününde bile okula gidecek kadar derslerine sadık, okulcu bir gencim. Ama o an düşünmeye vakit yok. Sel beni, ben seli kucaklıyorum.

Yürüyen, haykıran insanlar olduklarından daha büyük geliyor gözüme. Yanı başımda pankart taşıyan mavi tulumlu işçinin eli yüzü ter içinde. Edebiyat Fakültesi’nin mermer merdivenleri üstünde bekleşen gençlere doğru haykırıyor:

“Gençler buraya, hükümet istifa!”

Tankların sesi

İnsan seli önüne çıkanı, kıyılarda duranları da içine alarak akıyor. Arkalardan insan seslerini de bastıran acayip iniltiler, motor gürültüleri geliyor. Yanı başımda yürüyen, sağ elinde kocaman yıldız anahtar bulunan işçiye soruyorum:

“Ne sesi bunlar?”

Yüzünde büyük bir ciddiyet var. Korkusuz bir ses tonuyla yanıtlıyor:

“Tankların sesi! Topkapı’dan bu yana iki sefer aştık asker barikatını!”

Beyazıt’a yaklaşıyoruz. Yürüyüş kolunun başı sonu görünmüyor. Arkalardan gelen tankların motor ve palet seslerini, binlerin “Bağımsız Türkiye!”, “Hükümet istifa!” haykırışları bastırıyor. Önümüzdeki safta yürüyen kara önlüklü, şişmanca, orta yaşlı bir kadın işçi “Bağımsız Türkiye!” diye bağıranlara biraz öfkeli olarak;

“Biz buraya “Bağımsız Türkiye!” diye bağırmaya mı geldik?” diye soruyor.

“Sen de bağır, bağımsız Türkiye olmadan ekmeğimiz büyümez!” cevabını yetiştiriyor birisi.

“Bağımsız Türkiye!” ile inliyor Beyazıt Meydanı. Sultanahmet’e doğru yürüyor binlerce ayak, göz, beyin, kulak.

Ama tek bir yürek atıyor.

Yıkmadan, yakmadan, gücünü, öfkesini dizginleyerek… Çarşıkapı yanlarındayız.

Dükkânların kimisi kepenklerini indirmiş.

Genç işçi kadınlardan kimisi ellerini cama dayayarak konfeksiyon mağazasının vitrinine bakıyor.

Diğer bir işçi hemen uyarıyor onları:

“Arkadaşlar! Vitrinlere dokunmayın! Çapulcu değiliz biz!”

Gel kardeşim, gel

Kaldırımlardan, evlerin, hanların, iş yerlerinin pencerelerinden ilgiyle, sevgiyle bakıyor insanlar. Sevecen, gururlu ışıltılar gidip geliyor yürekten yüreğe! İşçiler deri önlüklü ayakkabıcıları, kalfaları saflara çağırıyor. Kimisi ikircikli, kimisi çekingen. Mavi tulumlu, elinde yeşil bir dal tutan işçi, bir tutam gül, bir demet karanfil sunarcasına dillendiriyor düşüncesini:

“Bugün yürümezseniz, hiç yürüyemezsiniz! Gel kardeşim, gel!”

Tartışmaya, derin derin düşünmeye vakit yok! Nehir akıyor…

Biri önlüğünü çıkarıp yanındaki boynu bükük durana uzatıyor.

Önce gözleri ve yüreği; sonra da kendisi bizim safın ucuyla birleşiyor. Öyle kükremiş bir sel ki akan, akışı içinde temizliyor kendini. Akarken duruluyor, öğreniyor, öğretiyor, sivriliklerini gideriyor…

Sloganları haykırarak, kendi gücümüzün büyüklüğünü hayretle, kıvançla fark ederek Sultanahmet’e doğru ilerliyoruz. Sesimiz yavaşladığında arkalardan gelen tankların palet gıcırtıları kulakları yalayıp geçiyor. Yerebatan Sarayı kavşağında sola dönüp Cağaloğlu’na yöneliyoruz…

Önlerde kaynaşma var. Arkamızdan gelen tankların iniltileri bir ara kesilir gibi oldu. Şimdi önlerden geliyor sanki! İnsan denizi dalgalanıyor. Sloganlar daha da yürekten haykırılıyor. Dallar, demir çubuklar, anahtarlar, levyeler, bayraklar daha canlı, daha hırslı sallanıyor.

Nehrin önü gerilmiş gibi, önden önden geliyor dalgalar. Güneş tepemizde. Mevsim gündönümüne yakın. Gündönümü sıcağı kavuruyor ortalığı. Kadınların öfkeleri ateşleniyor sanki! Önlerde daha çok kadınlar haykırıyor gibi…

Emekli Sandığı’na doğru yaklaştıkça, tankların motor gürültüleri, palet gıcırtıları da bize doğru yaklaşıyor.

Emekli Sandığı’nın önüne, Divanyolu ile Bab-ı Ali Caddesi’nin kesiştiği noktaya geliyoruz. Omuz omuza, göğüs göğüseyiz…

“Çiğne beni, çiğne!”

Kör ve sağır çelik yığını halindeki bir tank, akan insan nehrinin yatağındaki son gediği de ağır ağır ilerleyerek kapatmak üzere…

Zaman bildiğimiz zaman değil değil artık! Dakikalar bir yıl, saliseler bir saat uzunluğunda! Tankla burun burunayız! Yüzlerce el çelik paleti tutuyor. Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmakları tetikte! Palet kayıyor elimizin, tırnaklarımızın altından… Yol kapanmak üzere… Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne!

“Çiğne beni, çiğne!”

Bir an duraksıyor tank. Saliselik bir süre. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Elleri tetikteki askerlere sarılıveriyorlar. Kara önlüklü genç kadın paletin önünde. Şimşek gibi bir kadın sesi:

“Çiğne beni, çiğne!”

Çeliğe batan tırnaklar

Yüzlerce el, paleti tutmuş. Tırnaklarımı çeliğe batırıyorum! Tırnak, çelik palete batar mı? Batar! Kara önlüklü genç işçi kadının ölmemesi, ileriye akan hayat suyunun durmaması için insan tırnağı çeliğe batar!

Gözlerim çeliğe batan insan tırnaklarını gördü! Kendi tırnaklarımın çeliğe battığını gördüm! Çelik yumuşak, ölüm korkaktı o an!

Tankı aştı işçiler!

Tank, selin ortasında kalan karataş gibi zavallı! Geri geri gitmeye başlıyor.

Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor.

Kara önlüklü genç işçi kadını yerden kaldırıyor nasırlı eller.

Ayakta!

İki eli iki yumruk.

Tanka vuruyor, askerlere sallıyor. Haykırıyor.

Binler haykırıyor. İnsanın insanla, insanın kendisiyle

haklı bir dava için bütünleştiği,

yüreklerin tanklardan büyük olduğu o müthiş an!

Üstümüzde uçaklar, arkamızda tanklar

Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağıya, denize doğru, bendini yıkmış seller gibi akıyoruz. Topkapı’dan, Surdışı’ndaki fabrikalardan toplanıp gelen, Şehremini’de asker barikatını, şimdi de tanktan duvarı yarıp geçen işçilerde, insanlarda heyecan, coşku, sevinç…

Yaşamın baharlandığı bir an!

Kimileri, “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!”, kimileri

“Asker işçi el ele!”, kimileri de “Yaşasın ordu!” diye bağırıyor.

Bir işçi derhal taşı gediğine koyuyor:

“Nerede el ele? Görmüyor musun tanklar nerede?” Tepemizde alıcı kuşlar gibi uçaklar dolanıyor. Bazıları yumruklarını sallayıp, küfrediyor onlara. Cağaloğlu Yokuşu, ağzına kadar dolu.

İstanbul Vilayeti önünden geçiyoruz… İşçilerden biri gülümseyerek:

“Tankları aştık, Vilayet’i de alıverelim!” diyor etrafındakilere.

“Haydi alıverelim!” cevabını veriyor işçiler gülümseyerek, alıvermenin kolay olmadığını bilerek…

Eminönü’deyiz…

Taksim’e ulaşmak için Galata Köprüsü’ne dönüyor nehrin yönü… Sağımızda deniz, solumuzda sıra sıra, kat kat binalar. Üstümüzde uçaklar. Arkamızda tanklar. Önümüzde Galata Köprüsü. Fakat Köprü açılmış!

Köprü girişinde kol kola girip, gelenlere “Köprü açılmış! Unkapanı yönünde ilerleyin!” deniliyor. Söyleneni pek duyan yok! Göğüsleyip koparıyorlar kol kola oluşturulan insan zincirini ve açılmış Köprü’yü kendi gözleriyle görüp, tükürüyorlar denize, Köprü’yü açtıranların yüzüne doğru…

Haziran güneşi yakıyor ortalığı…

Yürümeye devam

Unkapanı’na doğru ilerliyor yürüyüş kolu. Unkapanı Köprüsü de açılmış. Bozdoğan Kemerleri’ne dönüyor insan seli.

Tekel binası önünde duraksıyoruz. Çoğunluk oturuyor asfaltın üstüne. Biraz yorgunluk, biraz da gev- şeme var ortalıkta. Bir müddet sonra, yaşlıca bir işçi kadın ayağa kalkıyor. Ellerini kollarını sallayarak soruyor:

“Biz buraya oturmaya mı, yürümeye mi geldik?” Oturanlar ayağa kalkarak veriyorlar cevabı:

“Yürümeye!”

Yeniden canlanıyor insanlar.

Bozdoğan Kemerleri’nin altından geçip Fatih’e yöneliyoruz. Caddenin iki yanındaki apartmanların pencerelerine çıkmış insanlar merakla, sevgiyle bakıyor başı sonu görünmeyen coşkun insan seline. Kimi el sallıyor, kimi alkışlıyor.

Asker ve tank barikatlarını yarıp geçerek yürümenin, kaldırımlardaki pencerelerdeki insanlar tarafından alkışlanmanın, karşılıklı alkışlarla selamlaşmanın tadı, zevki, gururu bambaşka!…

Böylesine unutulmaz, insanın ve toplumun bilincine, yüreğine işleyen büyük bir günün heyecanı, mutluluğu, onuruyla Edirnekapı’dan İstanbul’a, dünyaya, kendi âlemimize dağılıyoruz.

Filistin sorunu ve sosyalizm

Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen, zalim ile mazlum arasındaki mücadele sınıflı toplum tarihi kadar, devletlerin varlığı kadar eskidir. Bir insanın bir başka insanın emeğine düzenli ve sistematik el koyması, buna dayalı mülkiyet ilişkileri, insanın insana kulluğu, her gelişen yeni toplumsal sistemde bir “üst” aşamaya sıçradı. Sömürü daha da arttı, buna bağlı mülkiyet ilişkileri daha da gelişti. Bu süreç, en gelişmiş sınıflı toplum olan kapitalizmde en üst noktaya ulaştı. En gelişmiş sınıflı toplum, aynı zamanda insanın insana zulmünün en gelişmiş olduğu toplumdur. Bu süreç bir başka yönden incelenirse eğer, metanın doğuşu ve gelişimi, kapitalizmle birlikte metanın tüm toplumsal ekonomik sistemin hücresi hâline gelmesi sürecini görürüz. Her şeyin pazar için üretildiği bir toplumsal ağ, aynı zamanda tüm “insanî” değerlerin yerini “değer (para) ilişkilerine” bıraktığı bir ağ demektir.
Kapitalizm, tekeller çağı ile birlikte, yani kapitalizmin uluslararası bir egemen sistem hâline gelmesi ve emperyalist aşamaya yükselmesi ile birlikte, hem insanın insana kulluğunu artırdı hem de metadaki değerin toplumsal eşdeğer ifadesi olan paranın her şeye egemen olmasını sağladı.
Eğer soruyorsanız, “neden Filistin halkına karşı bu zulüm, bu vahşet, nasıl oluyor da dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor” demek ki kapitalizm denilen bu sistemi tanımıyorsunuz, anlamıyorsunuz.
İsrail açıkça bir zulmü egemen kılmaya çalışıyor. Ve bu yeni değildir.
Tıpkı Kürt halkına karşı, TC devleti başta olmak üzere emperyalist sistemin uyguladığı kıyım gibi.
Bunlar, daha başkaları, herkesin gözleri önünde gerçekleşiyor. Ve “dünya” buna sessiz kalıyor.
“Dünya” dediğimiz kimdir, nedir? Devletler, “demokrasi cakası satan” ülkeler, “insan hakları” nutukları atan egemenler midir? Kimdir “dünya” dediğimiz?
İki dünya vardır.
Biri, işçi ve emekçilerin, proletaryanın, dünyadaki tüm değerlerin üreticilerinin, yaşamı üretenlerin dünyasıdır. Tüm mazlumlar, tüm sömürülenler, tüm aşağılananlar bu dünyanın içindedirler. İster bilsinler, ister bilincinde olmasınlar.
Öbür dünya, egemenlerin dünyasıdır, tekellerin, para babalarının, büyük şirketlerin dünyasıdır. Devletler aracılığı ile onların çıkarları temsil edilir. Sadece her biri kendi egemenlik alanını yönetmez, hayır, bu devletlerin efendi diyebileceğimiz emperyalist olanları vardır ve bir de onlara bağlı sömürge devletler vardır. Efendiler, emperyalistler, büyük tekellerin çıkarları gereği atılması gereken adımları atarlar. Bu devletleri, paralı örgütleri, organizasyonları aracılığı ile dünyayı tekeller, büyük dev şirketler yönetirler.
Ses çıkarmayan, bu devletler dünyasıdır, tekeller dünyasıdır, kapitalist dünyadır.
İşçi sınıfının, proletaryanın dünyası, ses çıkarmaktadır ama bu ses, yeterince güçlü, etkili değildir.
Filistin’de, yeni bir kararla, Gazze’deki Filistin yerleşim yerlerinin boşaltılması, buradaki Filistinlilerin sürülmesi kararı, yeni bir direnişin ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında, tam bir katliam politikasını devreye sokan İsrail, her fırsatta bu katliamlara devam ediyor.
İsrail içinde dahi direnenler, saldırıların durdurulmasını talep edenler, yürüyüş yapanlar, dünya basınına yansımamaktadır ya da çok eksik yansımaktadır. İsrail füzelerinin, karadan, denizden ve havadan süren İsrail saldırılarının canlı yayınlandığı, bir film gibi izlenebildiği bir dünyada, protesto gösterileri ve tepkilerin hiçbirinden bir tek satır haber, Batı dünyasının basınına sızamıyor.
Yüzlerce ölü, yıkımdan sonra, Filistin tarafından 11 örgüt ortak direnme kararı almıştır. Bu bile tam yansımıyor. Sanki sadece Hamas yanıt veriyormuş, sadece Hamas direniyormuş gibi. Oysa 11 örgüt mücadele etmektedir ve bu ortak mücadelenin tüm detaylarını bilmesek de, İsrail’in “Demir Kubbe”sini deldikleri anlaşılmaktadır.
İsrail ve TC devleti, bu savaş, katliam politikalarında birbirini çok iyi anlamaktadır ve her ikisi de ABD ile koordinelidir. Hatta İsrail, ABD’den daha bağımsız hareket edebilirken, TC devleti, ABD emri ile hareket etmeyi çok sevmektedir.
Saldırılar, İsrail parlamentosunun kararından önce başlamıştır. Irkçı gruplar, neo-Nazi gruplar, doğrudan saldırılara başlamış, Şeyh Cerrah mahallesi hedef seçilmiştir. İşte bu noktada, gerçekten de, tam bir sessizlik içinde olan bölge ülkeleri, Mescid-i Aksa’ya saldırı geldiğinde harekete geçmişlerdir. TC devleti de dahil, tüm “Müslüman” ülkeler, Mescid-i Aksa baskınından sonra, kendi ülkelerindeki kamuoyunu tutabilmek için, yalandan ses vermiş, İsrail’i kınamışlardır. Mesela hiçbiri, mesela Mısır, İsrail ile ticareti ve diplomatik ilişkilerini kesmemiştir. Mesela Suudi Arabistan, mesela Türkiye, böylesi bir adım atmamışlardır. Sadece ve sadece “kınamışlar”dır. Bu kınamalar, aslında kendi kamuoylarını oylamak için, gizli bir onaydır.
Filistin’deki bu son saldırı, bir kere daha şunları göstermektedir:
1- Bir halk, direnişini ileri taşımak, doğru temellerde geliştirmek zorundadır. Bir kimlik sorunu, kapitalizme karşı mücadelenin içinde ele alınmazsa, sadece Filistin kimliği meselesi ile sınırlı tutulursa, devrim perspektifinden kopmaktadır.
2- Devrim perspektifinden kopmuş bir direniş, uzlaşmacı bir yol tutarsa, sonu bellidir. Diyorlar ki, “sen önce şu adımları at, biz sana haklarını vereceğiz.” Filistin’de de böyle oldu. Uzlaşma yolu açıldı mı, Filistin halkının hiçbir talebi kabul edilmez hâle geldi. Giderek Filistin yok olmaya başladı. Hep böyledir, fabrikada direnen işçilere, siz önce önderlerinizi verin uzlaşalım, siz önce içinizdeki devrimcileri bize satın, sonra haklarınızı verelim derler. Ama bir kere önderlerini, devrimcileri sattı mı işçiler, bir daha burunları yerden kalkmaz hâle gelirler. İşgalci der ki, içinizdeki asileri verin. Sanılır ki asiler gidince işler çözülecek. Ama tersi olur, asiler gider ve onları teslim eden halk daha ağır baskılarla karşılaşır. Sultan, direnenleri teslim edin der. Direnenleri teslim edenler, bu kez daha ağır bir yükle karşılaşırlar. Filistin davasında bu süreç yaşanmıştır ve bugün hâlâ etkileri sürmektedir. Uzlaşmacı çizginin elde edeceği hiçbir şey soktur. Dünya tarihi, dünyanın her yerinde, en çok da bizim bölgemizde bunu ortaya koymaktadır. Filistin halkı, her şeyi verdiği hâlde, kendilerine bir ev dahi bırakılmak istenmemektedir. Kadınları, çocukları ile Filistin halkı fizikî olarak yok edilmek istenmektedir. Bunu yapan İsrail ve emperyalist efendiler ise, bu çorbada tuzu olan Filistin’deki uzlaşmacı çizgidir.
3- Direniş gerçek kimliğine oturmadan, direniş gerçek hedefleri ile bağlanmadan ilerleyemez. Bugün Hamas veya İslamî bir çizgi ile direniş zafer getirmez. Zafer, devrimci bir temelde, sosyalizm hedefi ile, bölge devrimi hedefi ile büyüyebilir ve yaşayabilir. Filistin meselesinin çözümü, tam da bu noktada devrim ve sosyalizm mücadelesine bağlıdır, yoksa “İslam ülkelerinin” tutumuna değil. “İslam ülkeleri”nin, her biri, İsrail ile ilişkilerine binlerce Filistinliyi, yüzlerce kere feda etmiştir. Filistin halkından yana nutuk atmak, İsrail’i kınamak, birkaç Filistinliyi tedavi etmek, olsa olsa bu ülkelerin kendi kamuoylarına şirin görünme isteğidir.
Kendisi soykırıma uğramış bir halk olan İsrail halkı, bugün, bir başka halka açık bir soykırımı uygulamaktadır. Bu açıdan mesele sadece Filistin meselesi değildir, İsrail meselesidir de. Nasıl ki Kürt meselesi sadece Kürt meselesi değil, aynı zamanda bir Türkiye meselesidir, burada da durum böyledir. Soykırım uygulamaları ile bir halkı yok etmeye yönelenler, aslında bu savaşı kendi toplumlarının içinde de yaşarlar, er ya da geç.
Bu açıdan tüm egemen sınıflar kardeştir. Birbirlerini sadece anlamakla kalmazlar, birbirlerinin yaptıklarından öğrenirler. Tüm kapitalist dünya için Filistin’deki soykırımı, eğitici bir film gibidir. Böyle izlediklerinden hiçbir zaman kuşkunuz olmasın.
Filistin meselesi, aynı zamanda, tüm bölgemizdeki halkların ortak meselesidir. Filistin de dahil, bölgedeki tüm kimlik sorunlarının, tüm ulusal sorunların çözümü, sosyalizmin zaferindedir. Tüm bölgemiz halkları, proletaryanın devrimci yolunda birlikte mücadele etmeyi öğrenmelidir. Bu, elbette kolay değildir. Ama, başka da bir çıkış yolu yoktur.
Emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımının yeniden ortaya çıktığı bugün, eğer bir sorun, devrim ve sosyalizm davasından yana ele alınmıyor ve geliştirilmiyorsa, o sorun, emperyalist paylaşım savaşımının araçlarından, konusundan biri olmaya mahkûmdur.
Filistin için gözyaşları dökenler, gerçekten samimi iseler, o gözyaşlarını silmeli, mücadeleye doğru bir rotadan katılmalıdırlar. Çünkü gözyaşları ile dünya değişmiyor. Dünyayı değiştirecek güç, proletaryanın, işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Bu mücadele için her insanın yapacağı bir şey vardır: Taş olmak, toprak olmak, su olmak, hava olmak mümkündür. Mücadele etmenin bir yolunu bulmak mümkündür.

 

İstibdat’a baş eğmeyen özgürlük ozanı

“Düşsün, zorbalık için, sana eğilen başlar birer birer!

Kopsun, seni bir hak diye alkışlayan eller!”

Ruşen Eşref’in, “O, toplumdaki bütün titreşimleri gece gündüz uyumadan izleyen bir tür sismograf gibiydi,” diye betimlediği özgürlük ozanıydı.

“İstibdat”a karşı hürriyet mücadelesinde “O bir hülya, olsun ben o hülyaya da bin canla inandım,” diyen bir kararlılıktı.

Hâlit Ziya Uşaklıgil’in, “Elleri para saymak için değil, kalem tutmak için yaratılmıştı,” cümlesiyle özetlenebilirdi şairin yaşamı.

“kimseden yardım beklemem, kol kanat dilenmem,/ kendi boşluğumda, kendi gökyüzümde, kendim uçarım,/ eğilmek, tutsaklıktan daha ağır gelir boynuma,/ fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür şairim…”

“toprak vatanım, nevi beşer milletim insan/ insan olur ancak buna izanla, inandım/ şeytan da biz, cin de; ne şeytan, ne melek var/ dünya dönecek cennete insanla inandım…”

“bir insanın ilk işi nedir? cevap açık, kendisi olmak…”

“hak bellediğim yolda yalnız da olsa giderim…”

“kanun diye, kanun diye kanun tepelendi…” haykırışıyla müsemma Tevfik Fikret için şunları demişti (şeceresi belli!) Necip Fazıl Kısakürek:

“Ey, bir nâmevcud, bir gülünç, bir yalan, binbir rücu ve bir malûmdan ibaret nasibsiz ve rahmetsiz Fikret! Sen, gerçek mânada bu memleket ileri gençliğinin, taşını söküp yerini belirsiz edeceği ve ebediyen unutacağı ebedî ölülerden birisin.”

Siz bakmayın bu tür hezeyanlara!

Dürüstlüğü, ahlâkî duruşu, kimseye baş eğmeyen kişiliği, gençlere olan inancı, bilimin ve sanatın vazgeçilmez değerler olduğu yolundaki görüşleri tüm şiirlerinde açıkça görülür.

Kolay mı?

Tevfik Fikret, II. Abdülhamid’in istibdat yönetimine de, onu deviren II. Meşrutiyet’in parti diktasına da meydan okumuş, boyun eğmemiş, biat etmemiştir.

“Evet, sabah olacaktır, sabah olursa geceler geçer, kıyamete dek sürmez” dizeleriyle güncelliğini koruyan şair “Doksan Beşe Doğru” şiirinde ise yönetimdeki İttihat ve Terakki diktasına meydan okurken; Aydınlığa, eşitliğe, özgürlüğe, bağımsızlığa susayanların sesi/soluğu oldu, insana, insancıllığa büyük değer verdi.

* * * * *

XIX. yüzyılda Osmanlı toplumunun yaşam biçimi ile bağlı olarak sanat anlayışını etkileyen bir kültürel kimlik değişimi yaşanırken; istikametin batılılaşma yönünde olduğu malumdur.

Tevfik Fikret ya da asıl adıyla Mehmed Tevfik, 26 Aralık 1867’de İstanbul’da doğdu.

Şairliğinin yanında ressamlığı da olan, çok yönlü aydınlardandır. Gerek düşünceleri, yaşantısı, gerekse geride bıraktığı eserleri, bir aydın olarak döneminin karmaşık siyasal yapısı karşısında nerede durduğuna ışık tutar. 1899’da Robert Kolej’de verilen bir çaya eşi ile birlikte gitmesi ki bu olay üzerine tutuklanması, kadınlar için toplumda ve yönetimde biçilen role karşı çıkışı, eşitlik ve hürriyete verdiği öneme örnek gösterilebilir.

XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarının çalkantılı ortamında; iyimser ve umutlu şiirlerinin yanında, acı, zorbalık, baskı ve haksızlıkları da konu edinmesi; sanatçının yaşam içindeki konumu, yaşama bakışı, dönemin olumsuzluklarından etkilenip, sorunlarına çözüm aradıkça, dünya görüşünün yaşadığı dönemin kültür koşullarını zorladığı şeklinde özetlenebilir. Özgürlük ve eşitlik anlayışı, ezilen insanların çıkarları doğrultusunda toplumsal bir öz kazanmıştır.

Tevfik Fikret de Fransız şiir geleneğini takip eden Parnasyen bir şair olarak Charles Baudelaire’den, Stéphane Mallarmé’den, Arthur Rimbaud’dan etkilenirken; şiirlerinde savaşa, düşmanlığa, din ayrımcılığına, şovenizme karşı çıkar.

Recaizade Mahmut Ekrem’in ‘Servet-i Fünûn’ dergisinin başına getirdiği şairin edebi yaşamı iki döneme ayrılır: İlki sanat sanat içindir tutumunu benimsediği; ikincisi ise Abdülhamid’in istibdadına karşı dikildiği evre.

Servet-i Fünûn döneminin bohem sanat anlayışından sıyrılıp toplumcu şair kimliğe kavuşmasından edebiyat öğretmeninin payı çok büyüktür; ‘Rübab-ı Şikeste’, ‘Gayyâ-yı Vücûd’, ‘Perde-i Teselli’, ‘Ömr-i Muhayyel’, ‘Bir An-ı Huzur’, ‘Heykel-i Giryân’da “kötümserlik”… ‘Tesadüf’, ‘2. Tesadüf’, ‘Son Tesadüf’de “aşk”… ‘Şermin’de “çocuk”… ‘Berf-i Zerrin’, ‘Krizantem’, ‘Yağmur’da “doğa”… ‘Hende-i Bûm’da “baskı(lar)”… ‘Sis’, ‘Ferda’, ‘Promete’’de “toplumsal hakikât” motifileri öne çıkmıştır.

Evinde inzivaya çekildiği dönemlerde bile Abdülhamit’in hafiyelerinin sürekli gözetlemesi altında tutulmuştu. Buna rağmen çoğunu bu dönemde yazdığı devrimci şiirlerinin elden ele yayılmasına engel olunamamıştı.

Aruz ölçüsünü Türkçeye ustaca uyarlayan şair, 1912’de İttihat ve Terakki’nin Trablusgarp Savaşı nedeniyle meclisin feshedilmesine karşı öfkesini ‘Doksan Beş’e Doğru’ başlıklı şiirinde haykırırken; söz konusu şiirinde meclisin kapatılmasını, 36 yıl önce (Hicri 1295 yılında) II. Abdülhamit’in meclisi kapatmasına benzetiyordu. Sadece padişahı değil, İttihat ve Terakki’yi de son derece sert biçimde eleştirmekte idi. Eleştirilerine, devrin yolsuzluklarını dile getiren ‘Han-ı Yağma’ ve I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeren ‘Sancak Şerif Huzurunda’ şiirleriyle sürdürdü.

Özetle Tevfik Fikret’in şiirleri, her daim yöneticileri kızdırmış ve muhafazakârların eleştirilerine yol açmıştı. 19 Ağustos 1915’te Aşiyan’da hayatını kaybetti.

* * * * *

Toparlarsak: ‘Han-ı Yağma’, ‘Tarih-i Kadim’, ‘Rübab-ı Şikeste’, ‘Haluk’un Defteri’, ‘Şermin’, ‘Hasta Çocuk’, ‘Sis’, ‘Millet Şarkısı’, ‘Doksan Beş’e Doğru’, ‘Balıkçılar’, ‘Bir İçim Su’ vd. yapıtlarında öne çıkan dik durup, diklenmesiyle, diz çökmemesiyle Tevfik Fikret’i en iyi betimleyen; “vatanım bütün yeryüzü,/ milletim insanlıktır”…

“yiyin efendiler, yiyin, bu doyumsuz sofra sizin,/ doyuncaya, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyin”…

“karakterli ve hareketli kal!/ güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma./ ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma”…

“şeytan da biziz cin de,/ ne şeytan var ne melek var;/ dünya dönecek cennete insanla, inandım”…

“benim ayinim düşünüp yapmaktır./ benim dinim insan gibi yaşamaktır,” dizeleriyken; O Abdülhamid döneminin en kararlı muhaliflerinden ve doğru bildiği yolda yalnız yürümeyi göze alandı…

Hem de “zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa;/ hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır./ göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa/ sönmez ebedi; her gecenin gündüzü vardır,” kararlılığıyla haykıracak kadar…

4 Mayıs 2021, İstanbul.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...