Ana Sayfa Blog Sayfa 82

Şizoidleşen toplumda tutku yitimi ve gerçekliği bölmenin biçimi olarak umutsuzluk – İdil Özkurşun

Gözlerimizi açmadan, acımızın sağaltıcı beyaz bir top olduğunu hayal ettik. Topun ayağımızın seviyesinde havada süzüldüğünü, sonra dizlerimize, göğsümüze doğru yükseldiğini hayal ettik. Çakralarımızın açıldığını hayal ettik. Kalp çakramızın. Baş çakramızın. Chloe bizi bir mağaraya soktu ve orada bize güç veren hayvanla karşılaştık. Benimki bir penguendi. Mağaranın tabanı buzla kaplıydı ve penguen dedi ki: Kay!” [1]

Şizoidleşen toplum üzerine birkaç söz etmek istediğim bu yazıya başlarken, bu kavrama aşina olmayanları da gözeterek nasıl bir giriş yapmam gerektiğini düşünürken, Dövüş Kulübü’ndeki bu sahne geldi aklıma. Bir isme bile ihtiyaç duymayan ana karakterimizin, iç dünyasını temsil eden mağarasına gidip kendine güç veren o hayvanla tanıştığı ironik ve alaycı sahne. Beyazperdedeki hâliyle, soğuğunu iliklerimize kadar hissettiren bir buzul mağarası ve içinde heyecanlı ve şaşkın bir penguen. Kendisine soğuk ve kalın duvarlar ördüğü iç dünyasında heyecanlı, şaşkın ve bir o kadar ilişkilenme ihtiyacında bir canlı, kanatları olan ve fakat uçamayan bir canlı. Ve ağzından dökülen sözler “Slide! (Kay!)” tıpkı kelimenin sorunların üzerinden kaçıp gitmek, sıvışmak gibi, tıpkı hayatın akışı içerisinde kayıp gitmek gibi [2] ve tenin o soğuğa temasına muhtaç, hızını, aksiyonunu ancak kayarak gösterebilecek bir canlının ağzından dökülürken ve bir öğütmüşcesine.

Hiç çabalamadan, tünel ve kanalların içinden kayarak geçtik. Sonra kucaklaşma zamanı geldi. Açın gözlerinizi.” Böyle tamamlıyor cümlelerini Chuck Palahniuk. Çabasız ve akışına bırakarak, tıpkı ana rahmine dönme arzusunu anlatır gibi tünellerden ve kanallardan geçerek kucaklaşma anına varış.

Şizoid tanımı, Antik Yunancada bölmek, ayırmak anlamına gelen “skhízō” kökünden türetilmiş bir sözcüktür. Önceleri psikopatoloji literatüründe, bir “kişilik bozukluğu”, kimi yerde asosyal kişilik bozukluğu olarak da geçen şizoid kişilik bozukluğu olarak öne çıkmıştır. Birazdan bahsedeceğim noktalarıyla da görüleceği üzere bu durumu salt “asosyal” olarak tanımlamak yetersiz kalacaktır. Öte yandan, “kişilik bozukluğu” yerine “kişilik örgütlenmesi” kavramını daha doğru bulmakla birlikte, kişilik örgütlenmelerinin psikopatolojik durumlar olarak ele alınması ve keskin ayrımlarla DSM kriterleriyle kategorize edilmesine dair de oldukça kafa karışıklığı yaşamaktayım. Burada DSM ve benzer tanı kılavuzlarında yer aldığı üzere şizoid kişiliğin davranışsal görüntülerini ortaya koymak belki şizoid duruma dair fikir vermek açısından faydalı olabilirdi; ancak tam da dediğim sebeplerden bunu yapmamayı ve onun yerine kolaylaştırıcı olabileceğini düşündüğüm, yakın zamanda vizyona giren “The Power of the Dog” filminden örnek vermeyi tercih ediyorum. Filmi izleyenler, baş karakterin davranış biçimlerinin ve iç dinamiklerinin şizoid durumu anlamak adına faydalı olacağından emin olabilirler.

Bu noktada Ralph Klein’ın şu soruları benim yazımın da açmazı hâline gelecek bu patolojik olan ve “durum” [3] ayrımı için ön açıcı olacaktır:

Bir nitelik olarak şizoid ile kavram olarak şizoid arasında klinik olarak kullanışlı bir ayrım yapılabilir mi? Bahsi geçen şizoid fenomeni ve savunmaları birçok insanda gözlendiğine göre, şizoidi ayrı bir kavram ve patolojik yapı olarak değerlendirmek için yeterli kanıt var mıdır? Karakteristik bir savunma ne zamandan beri kendilik bozukluğu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır? (Kendilik Bozuklukları, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, “Evrim”, Ralph Klein).

Tıpkı R. Klein’ın burada yaptığı ayrım gibi, ben de bu yazıda patolojik olanın görüngüleri ve dinamikleri üzerinden anlatacaklarımı, bugünün toplumsal koşulları içinde sıkça nüveleri görülmeye başlanan şizoid durumlarla eşleştirerek ve nedenlerini ortaya koymaya çalışarak ilerleyeceğim.

Şizoid kişilik, en belirgin özellikleriyle fantazi kurma, yalnız olma ve iç dünyasına yönelik olmayı tercih etme; duygu içerikli ve sosyal başta olmak üzere dış dünya ile iletişim kurmaktan kaçınma, bunun yerine resmî ve sınırlı ilişkilenmeyi korunaklı bir alan olarak tercih etme, duyguları ifade etme ve zevk alma konusunda sınırlı bir kapasite sahibi olma şeklinde görülür. Sadece bu kadarıyla bile, şizoid durumun bugün için ne kadar geçerli ve örneklerinin çoğaltılması mümkün bir durum olduğunu görmek mümkün.

Şizoid kavramını ilk kullanan ve şizofreninin de isim babası olan Blueler de şizoid terimini “bireyin dikkatini dış dünyadan içsel yaşamına yönelten doğal bir kişilik bileşeni” olarak ele alır ve şizoid kişiliğin herkeste bulunduğunu ve fakat bu özelliklerin boyutlarının kişilik üzerindeki baskınlığı yarattığını ifade eder ve hatta şizofreni hastalarında bu özelliğin kritik boyutlara ulaştığı fikrini savunur.

Psikanalitik kurama göre, nesne kaybı ve nesnelerin kaybına dair açığa çıkan endişe, kişiliğin gelişiminde ve duygudurumlarında başat bir rol oynar. Bu bağlamda, şizoidin bir başetme mekanizması olarak bölme mekanizmasını kullanması ve iç dünyaya dönmesi, bunu kaybolacak olan nesneleri korumak adına yaptığı şeklinde yorumlanabilir. Öte yandan ötekine duyduğu ihtiyaç baki olduğundan ve yakıcılığını koruduğundan, bu içe dönme ve kendini ötekinden soyutlama hâli de yine kişiliği bütünleyememe ve yapaylık hissiyle sonuçlanır.

Bana göre şizoid durumun temellerini en iyi açıklayan; ancak ne yazık ki burada uzun uzadıya değinemeyeceğim Melanie Klein’ın kuramı, [4] en yalın hâliyle ifade edecek olursam, şizoidin, gerçeğin soğukluğuyla baş etmek için gerçeği böldüğünü ve kendi iç dünyasına, arzu nesnesinin “soğuk” iç temsillerine geri çekildiğini söyler. Ancak gerçek kimlik ile içsel temsilleri çatışma içindedir. Şizoid kişinin fantaziler dünyasına eğilimi de buradan kaynaklanmaktadır. Ve bu gerçeklikten kaçış alanı, arzulanana ulaşamama sorununun yeni kurulan fantazi alanında düşlemsel şekilde deneyimlenmesinden başka bir şey değildir. Ve yine Melanie Klein’ın psikoseksüel gelişimde tanımladığı paranoid-şizoid konumun ardından gelen depresif konumu düşünürsek, şizoid durumun en büyük eşlikçilerinin depresyon ve kaygı oluşu da oldukça anlamlıdır.

Şizoid görüngü üzerine en yoğun çalışmaları yapanlardan Guntrip de şizoid kişide dokuz özellik belirlemiştir: içedönüklük, içe çekilme, narsisizm, kendine yetme, üstünlük duygusu, duygunun kaybı, yalnızlık, depersonalizasyon ve regresyona eğilim. Şizoid kişiler sevgi nesnesinden ayrıldıklarında kendilerini güvensiz ve kaybolmuş hissetmekte, ancak tekrar birleşince kendilerini yutulmuş ve emilmiş gibi hissetmektedir. Bu yüzden bu kişiler güvenlik için ilişki aramakta, özgürlük içinse bir an önce ayrılmaktadırlar (Göker vd., 2007).

Şizoid durum, en basit hâliyle bir arzu bozukluğudur. Guntrip’in tanımıyla “depresyon aşktan yapılmış öfkedir. Şizoid ise aşktan yapılmış açlıktır.” Ancak nesneden kaçan ve fakat hâlâ doyum arayan bir açlık…

Anthony Storr, bütün bunların, bastırılmış bir aşk özlemi için karmaşık bir maske olduğunu söyler. Şizoidin kendini insanlardan ayırmış hâli, düşmanlığa karşı bir savunmadır ve kaynağını, onu “varlığını tehdit ettiği için” sonsuza dek gerçek aşktan korkar kılan bebeklikteki aşk ve güvenin çarpıtılmasından alır (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 13).

Şizoidin psikanalitik etiyolojisi ve günümüz toplumunun koşulları arasında bağ kuracağım kısma geçmeden önce, Rollo May’in de dikkat çektiği şu durumu Storr’un sözlerinin hemen ardına iliştirmek istiyorum:

Bir yere kadar Storr’un düşüncesine katılıyorum; fakat şizoid durumun, bu geçiş çağında genel bir eğilim olduğunu ve Storr’un sözünü ettiği bebeklikteki “çaresizlik ve önemsenmeme”nin sadece anne babalardan değil de kültürümüzün hemen hemen her yönünden geldiğini ifade ediyorum. Anne babaların kendileri, kültürlerinin çaresiz ve habersiz dışavurumlarıdır. Şizoid insan teknolojik insanın doğal bir ürünüdür. Bir yaşam biçimidir ve giderek yaygınlaşmaktadır; sonunda ise şiddet olarak kendini gösterecektir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 14).

Esasen bu yazının da bir öncülü olarak ifade edebileceğim “Aşk, tutku ve samimiyet üzerine başlangıç niteliğinde sorular” [5] başlıklı yazımda da bir kısmına yer verdiğim bu alıntı ve tutku-umut-şizoidleşen toplum arasındaki ilişki bu yazının kilit konusudur. Bugün, kapitalizmin insan ilişkilerine sirayet eden kodlarının, şizoid durumdaki, bireyin içe çekilme, gerçekliği bölüp düşlemlere tutunma, bir başetme yolu olarak kayıtsızlığa tutunma, güvensiz bir toplumun içinde, kendini ötekinden korumak adına gerçek ilişkilenmelerden ve açıklıktan kaçış hâlinin, yine şizoidin en belirgin özelliklerinden olan yalana tutunma, dahası kendi yalanlarına inanma hâliyle uyumlu olmadığını söylemek saçma olur.

“Normalliğin”, soğukkanlılığı korumak olarak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç merkezi korumanın tek yolunun, kendini vermeden cinsel ilişkide bulunmak olmasına yol açacak kadar kolay elde edilebilir olduğu bir dünyada; yani atalarının duygularını körelten savunma mekanizmalarını geliştirecek kadar zamanları olmamış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şizoid bir dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta bazılarına göre ulaşılması imkânsız hâle gelmesi şaşırtıcı değildir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 35).

İşin ilginç yanı, Rollo May’in bu tespiti yaptığı günden bugüne, kitle iletişiminde gelinen nokta, “sosyal” medyanın gücü ve kanalları, hatta metaverse hayalleri düşünüldüğünde, bugün için şizoid bir ilişkilenme modelinin tüm yolları açılmış gibidir. Neredeyse anonim bir iletişim, anonim bir cinsellik, yapay bir görüntü-kimlik ve hem uzak hem çok yakın, derin görünen yüzeysel ilişkiler kurmak, şizoid sınırlarda “sosyalleşmek” mümkün hâldedir. Buradan yola çıkarak, şizoidleşen toplum, samimiyetin, açıklığın, tutkunun, buna bağlı olarak iradenin ve umudun yitirilmeye başladığı, esasen tıpkı şizoidin etiyolojisindeki gibi gerçekliğin “bölündüğü”, “çarpıtıldığı” bir toplumdur. Ve şizoidleşen bir toplum aynı derecede depresyon ve kaygıya sürüklenmektedir.

Toplumdan kopuş, ötekinden geri çekiliş ve ötekinin sevgiden yoksun olduğuna dair katı bir ikna oluş hâlini barındıran bu şizoid durum, aslında önceleri belki de endişeyle bir başediş biçimi olarak karşımıza çıkıyordu. Yani kendisini tamamen bu sevme-sevilme, arzulama-arzulanma denkleminden çeken kişi için şizoid konum bir anlamıyla korunaklı ve güvenliydi. Ancak bugün artık bu keskin kopuş da eskisi kadar olanaklı değildir. Kendi içerisinde şizoid bir biçime zemin olan sosyal medya alanları, adeta bir geçiş alanı yaratarak, şizoid dinamiği, kaygılarını ve çelişkilerini de tekrar tekrar açığa çıkaracak şekilde yeniden üretmektedir.

Melanie Klein’ın kuramından hareketle, şizodin bölmeyi kullanmasının ardında arzu nesnesinin iyi ve kötü taraflarının bütünleştirilemesi yatar. [6] Bu aslında bir anlamda diyalektik düşünmenin yoksunluğu hâlidir. İkiliklere karşı yaratılmış bir illüzyondur. Böyle düşünüldüğünde, kapitalist bir toplumda, şizoid bir duruş, bir sisteme entegrasyon biçimi, diyalektik düşüncenin reddiyesidir. Keskin ve yapay sınırlarla şekillendirilmiş karşıtlıkların kabulüdür. Sosyal medyadaki kimlik inşası da bugün bunun bir yapay alanı hâline gelmiştir. Olumlu veya olumsuz duyguları ayrı ayrı kanallara sıkıştıran ve ayrıştıran alanlardır bugün sosyal medya alanları. Neyin nereden ve nasıl ifade edileceği -paylaşılacağı- neredeyse sözlü anlaşmalarla belirlenmiş kadar belirgindir. Şizoidin iç nesnelerine ya da fantazilerine çekilişindeki bir geçiş alanı hâline gelmiştir. Şizoidin sahte bir benlik yaratarak çatışmalarından kurtulmayı denemesi gibi, sosyal medya da bir anlamda bir sahte benlik yaratımıdır. Ve yüzeysel, “resmî” ve kimi zaman anonim ilişkiler kurmayı mümkün kılan bir alandır. Ki bugünkü hâliyle şizoidin tüm fantazilerine de hizmet edebilecek, her türlü platformları vardı.

Guntrip’in “şizoid uzlaşı” olarak tanımladığı bazı yöntemlerin de aracı hâline gelmiştir; kalabalıkta yalnız kalmak ya da sınırlarını koruyabileceği şekilde tek bir kişiyle fazlaca ilişkilenmek. Ötekinin gerçekliğini doğrudan hissettirmediği ve düşlemlere açık bir ilişkilenme zemini. Hatta bu açıdan bakarsak, metaverse fikri, tam tamına bir şizoid uzlaşı biçimidir.

Yine şizoidi, aşktan yapılmış bir açlık hâli olarak düşünürsek, sosyal medya yine bolca seçeneği ve doyum ihtimalini barındıran ve yapay yönleriyle tam bir doyumun önüne ket vuran ve dolayısıyla sürekli açlık hâlini koşullayan bir alandır. Ve sürekli güdüler, sürekli uyarır, sürekli seçenekler sunar ve tam doyumu vadetmez. Tam da bir şizoidin ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir. Ve bu biçimin kendisi içine kattığı herkesi, kaygı, doyumsuzluk ve kayıtsızlık çığının altına alarak ezer ve şizoidleştirir. Ve yine çözümü kendisinde aramasını ister, bu böyle bir kısırdöngüdür.

Ve tıpkı güç veren hayvanı pengueniyle birlikte ana rahmine dönme özlemiyle tüneller ve kanallar arasından kayarak geçen anlatıcı karakterimiz gibi, çocuksu biçimlerine regrese olur, sosyal medya uygulamalarında hikâyeler arasında “kayarken” ya da telefon ekranlarını kaydırırken, yapay bir oyun alanında oyun oynamanın “hazzına varır”, zevkten yoksun bir biçimde.

Buna dair Vittorio Lingiardi’nin şizoid kişilik örgütlenmesine sahip hastası Luois -aynı zamanda bilgisayar oyunlarına bağımlıydı- ile terapi sürecinde gelişen aktarım-karşı aktarım ilişkilerinde siberalemin etkilerini incelediği makalesinden bir örnek vermek istiyorum:

Gayet mesafeli bir karakter olan Louis’nin analizi sırasında, onun siberalemi “ruhsal bir inziva” olarak kullandığını anladım. Şizoid durumu anlatan en meşhur eğretileme, Fairbairn’in “dünyayı bir camekânın ardından görme” eğretilemesidir… Bilgisayar aracılığıyla iletişim, kullanıcının yazmış olduğu şeye atfedilen gerçeklik değeriyle “oynamasını” sağlar. Bundan dolayı Winnicott tarafından tanımlanan geçiş ögelerini içerir: nitekim geçiş nesnesi, ben ile ben-olmayan, gerçeklik ile düşlem, yakın ile uzak, yarattıklarımız ile keşfettiklerimiz arasında yer alır. Çevrimiçi yaşantısı özne ile çevre arasında potansiyel bir alan (benle kendim ve benle öteki arasındaki kendilikle deney yapmak için bir alan) görevi görerek, ki çoğu zaman ayrışmayı kolaylaştırır ve besler, ayrılık kaygısı ile nesne tarafından yutulma arasında yatan zorlu hayatta kalma yolunu da aydınlatmaya yardımcı olabilir.

… Louis coşkunluklarıyla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu ve interneti insani olmayan donuk bir çevrede inzivaya çekilmek için kullanıyordu; ancak orayı da ısıtmaya çalışmaktan kendisini alamıyordu (Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2009, Yapı Kredi Yayınları, s. 15, “Gerçekdışılıkla Oynama: Aktarım ve Bilgisayar”).

Şizoidin, kendine yetme ve gizliden her şeye hükmetmekle ilgili çabası vardır; bu kontrol çabası bazı nesnelere obsesif bir bağlanmaya yol açabileceği gibi nesnelerle ilişkilerinde nesnelere zarar verme ve bu zarara karşı nesnelerin misilleme yapmasına karşı beslediği kontrolsüzlük korkusu sonucu nesneler ile ilişkiye girmekten kaçınma ile sonuçlanabilir. [7] Sosyal medya üzerinden gelişen iletişimin kendisi, bu kontrol ve kontrolsüzlük hislerini de yatıştırır niteliktedir. Gabbard’ın dediği gibi “internet mahremiyetin olduğu kadar, yakınlığın da yeni tanımlarına yol açmıştır.”

Şizoidin üzerine oturduğu zemin, diyalektiği kavranamamış bir ikilik hâlidir. Her şey karşıtıyla birlikte bir bütün olarak değil, bir kaygı yığını olarak birikmiştir. Guntrip’in şizoid dilemma tanımı da bu ikiliği anlatır:

Şizoid kişi dış gerçeklikteki nesnelerden istemeye, onları aramaya, onlardan almaya veya onlara vermeye korkar. Eğer alırsa, sevgi-nesnesini boşalttığını hisseder; bu nedenle dış dünyasındaki herhangi bir libidinal nesne-ilişkisini riske atmayı göze alamaz. Libidinal ihtiyacı sadece iç dünyasındaki içsel nesnelere yatırım yapar, burada tüketici olduğunu hissettiği ilişkileri dehşet içinde yaşar.

Şizoid, nesnesini arzulanan terk edici olarak yaşar. Veya Fairbairn’in deyimiyle uyarıcı ihtiyaç duyulan nesne olarak yaşar; bu nesnenin peşinden koşmalı fakat ona tamamen sahip olma ihtiyacıyla onu yutmamak veya yok etmemek için geri çekilmelidir (Judith Pearson, “Yalnızlığın Kalesi: Şizoid Kendilik Bozukluğu”, Çev. Evrem Tilki).

Yine Fairbairn’in dediği gibi:

Şizoid bireylerin en büyük problemi, sevgi tarafından yok edilmeden nasıl sevebileceğidir … şizoid birey için nesnesini nefreti ile yok etmesi nasıl berbat bir şey ise onu sevgisi ile yok etmesi bin kat daha beterdir. Çatışmanın yıkıcı doğası işte bu gerçeğe dayanır … Sevgisinin bu derece yıkıcı olması ve bu nedenle dış dünyaya ve nesneye yönelmede sıkıntı yaşaması, şizoid birey için büyük bir trajedidir. Nihayetinde birey, sevmekten korkar hale gelir ve bu sebeple nesne ile arasında bariyerler kurar.” [8] Ve bu şekliyle düşünüldüğünde bugünüyle internet, bunun için harika bir bariyerdir.

Yani özetle, şizoid karşıdakiyle ilişkilendiği noktada yalnızca karşısındaki tarafından yutulma kaygılarını değil, aynı zamanda kendi açlığının ve sevgisinin yıkıcılığından korkarak, karşıdakine zarar vermekten de korkar. Tıpkı Levent Yüksel’in şarkısında “Öyle sınırsız, öyle deli, öyle çok severim ki korkarsın; kuruyup çöle dönsem de pare pare olsam da yenilmem” deyişindeki gibi bir açmazdır bu.

Bana kalırsa şizoidlerin literatürde “tutkusuz” olarak tanımlanmalarının en büyük sebeplerinden biri de budur. Tüm düşlemlerine, tüm güçlü arzularına rağmen harekete geçmekle ilgili bu kararsız ve kaygılı hâlleri onlara tutkusuz bir görünüm biçer. Zira tutku, eyleme geçirendir. Arzu ve tutku arasındaki harekete geçirici farkı da burada daha iyi görebiliriz. Tutku arzu nesnesiyle -kişiyle sınırlı olmayan bir arzu duyulanla- kurulan harekete geçirici ilişkilenişte açığa çıkar. Bu kapsamda, Rollo May’in de dolaylı olarak tutku ve şizoid durum üzerine yaptığı vurgu ilgi çekicidir:

Kısıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık” terimini kullanıyorsam, kelime anlamı tanımlamak istediğime en yakın olduğundandır; “hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan eksikliği, umursamazlık.” Kayıtsızlık ve şizoid dünya birbirilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele gider… Kayıtsızlık, aşk ve iradenin geri çekilmesi, onların “önemli olmadığı” demeci, sorumluluğun ertelenmesidir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 31, 37).

Yine Guntrip’in tanımındaki tüketme kaygısına dönersek, bugünkü şizoidleşen toplum tablosunun altındaki tüketim kültürünü yadsımak mümkün müdür? Bu kaygının kendisi belli şablonlarla ve meta ilişkilerinin soğukluğuyla yüzümüze çarpmaktadır. Günün sonunda “Her güzel şey biter”, “Her aşk bitermiş, öğretildim” sözleriyle şizoid anlatıya devam edilir. “Ben kendimden korkuyorum” kaçınganlığının altında yatan da bu şizoid dilemmadır.

İşin ironik bir yanı da yine “Kendinden başka kimseye güvenme”, “Senin kendinden başka kimseye ihtiyacın yok” anlatılarının şizoid durum içerisinde haklı hâle gelişidir. Şizoid durumun barındırdığı narsistik öz ve üstünlük hissi bu illüzyonel söylemleri besler. Ki kendi iç nesnelerine sarılan şizoid kişi, kendini yalıtmasının da bir sonucu olarak birçok yeti geliştirir, birçok şeyle tek başına başetmenin getirdiği yüklerin getirileri olarak. İçe çekilme ve rasyonalize etmeye olan eğilim kimi zaman sanatsal ya da teorik alanlarda ciddi bir yetkinlik açığa çıkartır ve bu da üstünlük hislerini besler; böylece “benim kendimden başka kimseye ihtiyacım yok” fikri tekrar pekişir.

Şizoid özelliklerin teorik ya da sanatsal geliştirici yönleri ayrıca ilgi çekicidir. Tıpkı Van Gogh’ta, Freud’da ya da Marx’ta görebileceğimiz şekilde. Ancak şizoid durumu bir kişi üzerinde tanımlamakla toplumun şizoidleşmesinden bahsetmek arasında fark vardır. Burada, bu ayrımı yapmayı önemli buluyorum. Yazı boyunca şizoid özellikler üzerinden anlattığım tarifler bir kişilik örgütlenmesinin yargılanması ya da tamamen işlevsiz olarak gösterilmesi çabası değildir. Amacım, şizoidleşen topluma, toplum içerisindeki ilişkilerin ve kapitalizmin kitle iletişim araçlarının da bu yönde geliştirildiğine dikkat çekmektir.

Kapitalizmin krizleriyle birlikte günden güne geleceksizlik ve belirsizliklerle artan kaygılanımların ve depresif duygudurumların adeta şizoid bir biçimle “telafi edilmeye” çalışıldığı bir günü yaşıyor gibiyiz.

Bize söylenmeyen -neredeyse kimse görmediği için- bunun kökten tekbenci, şizoid bir sistem olduğudur. Bu sistem bizi tekhücreliler gibi ayrılmış, yabancılaşmış, çevremizdeki herhangi biriyle köprüsüz bırakır. Bugünden kıyamete kadar “duygularımızı yansıtıp” cinsel ilişkilere girebilir, ama asla başka bir insanla gerçek ilişki yaşayamadan yalnızca kıyameti yaşayabiliriz. Birçok insanın, hatta toplumun çoğunun duygularını bu yalnızlıkla yaşadığını görmek, durumun korkunçluğunu azaltmaz. Hissetmek, yalnızlıklarını azaltmak yerine daha acı verici kılar, bu yüzden hissetmeyi bırakırlar (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 110).

Tutku-şizoid durum-umut denklemine dönecek olursak, şizoidleşmenin kendisi tutkunun yitimine, kayıtsızlığa sürükler. Tutkusu olmayan için umutsuzluk aşılması güç bir durumdur. Bölünmüş bir gerçeklik içinde hareketsiz ve sahte biçimlerle varolmaya çalışan tutkusuz kişi için umut seçeneği yok gibidir. Umudun geri kazanılması için tutkuya sarılmak, dolayısıyla gerçekliği bölmeden, eğip bükmeden yüzleşebilmek elzemdir.

Tutkunun geri kazanımı, sanıldığının aksine iradenin geri kazanımıdır. İradesi olan için umutsuzluk bir kaçış olmaktan çıkar. Tüm bunların altında, şizoidin etiyolojik yorumlarında da gördüğümüz biçimiyle diyalektik düşünce yoksunluğu ve gerçeği bölme eğiliminin yattığını görmek, çözüme dair de ufuk açıcıdır. Burada, gerçekle yüzleşebilmek, gerçeği fantaziler dünyamızdan değil, olduğu biçimiyle, diyalektik şekilde kavramak ve bunu kendimize ve ötekine açıkça ifade edebilmek kritik bir yerde durmaktadır. Açıklık bir zorunluluktur ve açıklıkta kararlılık samimiyeti zorlayacak, bize gerçek nesnelerimizi kazandıracaktır.

[1] Dövüş Kulübü, Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yayınları, s. 20.
[2] Kitabın orijinal metninde kullanılan Slide sözcüğünün İngilizcede aynı zamanda bu anlamlara geldiğine atıf yaparak…
[3] Yazının devamında bu ayrımı yapmak adına şizoid nitelikleri tanımlamak adına patolojik olandan ayrıştırıcı bir dil olarak “şizoid durum” kavramını kullanacağım.
[4] Melanie Klein’ın kuramı bu yazı dahilinde detaylıca anlatamayacağım kadar kapsamlıdır. İlgilenenler “Haset ve Şükran” makalesini okuyarak detaylı bilgiyi edinebilirler.
[5] Kaldıraç, Aralık 2021, Sayı 245, s. 103.
[6] Burada Melanie Klein’ın kuramındaki, oral dönemde bebeğin, paranoid-şizoid konumda bölmeyi kullanarak “iyi meme-kötü meme” ayrımı yapmasından bahsedilmektedir.
[7] Bu tanım, kapitalist toplumda insanın metayla kurduğu ilişkiler üzerinden düşünüldüğünde de oldukça ilgi çekici çıkarımlara vesile olabilecek niteliktedir.
[8] Kendilik Bozuklukları, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, “Evrim”, Ralph Klein.

 

Bir şarkı bin şarkı – Yusuf Alp

“Afrika devriminde yer almak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değil: devrimi halkla birlikte şekillendirmelisiniz. Ve bunu insanlarla birlikte yaparsanız, şarkılar kendiliğinden gelir.” [1]

Size bir şarkının hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Bunu yaparken şarkılarımızın beden bulup taş atmasından, bir toplantıya katılıp yanlış karara şerh koymasından, yenilmiş bir müfrezenin moralini yükseltmesinden konuşalım. Bu hem bana hem de size kısa bir mola olsun, hem de tartışmaya vesile olsun.

Mısırlı sanatçı Sheikh İmam’ın “Mazare” (Build your castles, İng.) adlı şarkısı bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da bu etkiyi yapan bir şarkı. Şarkıya eylem alanlarında, tribünlerde, bir konserde, çocuğunu uyutmak için ninni okuyan annenin dilinde rastlıyorsunuz.

Aynı şarkının ritmi değişen, sözleri değişen veya ezgisi değişen çok sayıda versiyonunu görüyorsunuz.

Sheikh İmam bu şarkıyı çalışmaya başladığında, ilk kez denediğinde, ilk konserinde veya kaydında böyle bir etki yaratmasını bekliyor muydu? Hiç sanmıyorum.

1962’de bir kafede, cezaevinden yeni çıkan Ahmed Fuad Negm ile tanıştığında on yıllar süren bir arkadaşlık ve 30 yılı aşan bir ortaklık kurmak üzere olduğunu da tahmin etmemiştir. Kahire’nin en yoksul muhitinde ev arkadaşı oldular, sonrasında Nasır’ı eleştirmekten tutuklanıp cezaevi arkadaşı oldular. Enver Sedat’ın da hedefi oldular. 1978’de 11 yıl ceza aldı Negm. Ve ölene kadar bu şekliyle süregeldi hayatları.

Bu iki ev arkadaşının yazıp söylediği şarkılar dilden dile dolaştı. Negm Ortadoğu’nun şairi, İmam da sesi oldu. 1970’lerin ortasında yazılan Mazare bunların içinde sıyrılan şarkıydı.

Hikâyeye geri döneceğim ama biraz konuyu saptıracağım. Zaten yazının devamında da biraz konudan konuya atlayarak ilerleyeceğim. Şimdi bu şarkıyı bu kadar güçlü kılan neydi? Bir şarkının yahut sanat eserinin gücünü belirleyen şey ne?

Biraz daha genellersek, bir fikrin, önermenin, sloganın, eserin daha çok alıcıya ulaşabilmesini sağlayan, onun ömrünü uzatan, harekete geçirici olmasını sağlayan, güçlendiren şey nedir?

Toplumsal kodların gücü – Yanlışa dokunan yanar mı?

Yazının birebir konusu değil ama denk geldiğim tartışmalar beni bazı şeyleri düşünmeye itti. Mesela analizin ne olduğu ve nasıl yapılması gerektiğine dair. Ya da sınıflı toplumlarda bilime nasıl bakılması gerektiğine…

Bilgi edinme süreci birikerek ilerlerken, parçayı tanımaktan bütüne doğru bir süreç işler. Analiz de bu süreci de kapsayan ve devamında bütünden parçaya ve süreçlere dönen bir araştırma sürecini anlatır. Bu incelemede bilimsel analiz ise diyalektiğin yasalarını özümseyerek ve kategorilerinden faydalanarak yapılabilir.

Öte yandan bilim, uzmanlaşma ve mülkiyet ilişkileri sonucu parçalanan ve en temelde de sosyal bilimler ve pozitif bilimler olarak birbirinden koparılan alanların “doğa bilimleri” temelinde yeniden bütünleşmesiyle yerini bulacaktır. Ve bilim birikerek gelişimini sürdürecektir. Bu noktada “pozitif bilim”lerden uzak kalan eğilim bütünlüklü bilimsel-diyalektik bakışı sakatlamaktadır.

“Sosyal bilim”lerde Marksist literatürün gelişkinliği, alanda devrimci müdahalenin etkisinin güçlü olmasını sağlıyor. Biz de bu gelişkinliğin sonucu olarak bu noktada gelişim katedebiliyoruz. Propagandamızı, öğrenme süreçlerimizi buna temellendiriyoruz ve fikrimize sonuna kadar güvendiğimiz için hiçbir bilimsel argümandan kaçmıyoruz, kavga edercesine dahi olsa argümanlarımızı savunuyoruz.

Ancak konu tekniğin gelişmesinde daha önemli olduğu için mülkiyet ilişkisinin daha doğrudan olduğu “pozitif bilim”lere gelince aynı noktada olduğumuz söylenemez. Bu alan burjuva mülkiyetin katmerlendiği bir alan olduğu için devrimci müdahale, teori ve literatürün de daha kısıtlı, bu kısıtlı literatürden dolayı ezberin daha etkin olduğu bir alan hâline geliyor. “Sosyal bilim”lerde burjuva bir önermeyle tartışırken duyulan, önermeden beslenen ve hatta önermenin kendisini ona karşı silah olarak kullanmayı sağlayan özgüven, “pozitif bilim”lerde ezberlerin yarattığı mengene arasında sıkışıyor.

Aslında daha doğru bir ifadeyle anlatmaya çalışırsam; topyekûn ret veya ezber ve toptancı beğeni ve kabullere dayanan bir tavır takınabiliyoruz bir çalışmaya veya bilim insanına bakınca. Okunacaklar ve dokunulmayacaklar…

Bu tabii ki çok öznel ve yanlış da barındıran bir gözlem ancak genel ilerleme içerisinde bilimin bir kanadını diğer kanadından daha iyi çırptığımız ortada.

Bu dokunulmayacak olanlardan biri yoluma çıkmıştı bir süre önce: Dawkins. Kendisiyle ilgili ayrıntılı bir inceleme yapmasam da bu ayrıntılı incelemeye gerek kalmadan çarpışmaya başlıyorsun onu okurken. Yani hakkını verelim ki, kötü nâmı hak edenlerden.

Bu konuya nerden gelmiştik?

Dawkins “Gen Bencildir” çalışmasında memetik diye bir kuramla kültürel evrim üzerine tartışıyor. Kuramını da “mimeme” kelimesine dayandırıyor.

Ancak Dawkins kitabında belirttiği üzere “gen” kelimesi gibi tek heceli bir isim istediğinden bunu “mem” olarak kısaltmıştır. Ayrıca “même” kelimesinin Fransızca “kendi” anlamına gelen köküyle ilgili bağlantı kurar.

Ezgiler, düşünceler, sloganlar, moda, mimarî, mem örnekleridir. Genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak gen havuzunda çoğalmaları gibi, memler de, geniş anlamda taklit (etkileşim) denebilecek bir süreç yoluyla, bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini çoğaltırlar.

Örneklemek gerekirse; bir bilim insanı güzel bir düşünce duyduğunda ya da okuduğunda bunu arkadaşlarına ve öğrencilerine aktarır. Yazılarında ve derslerinde bundan söz eder. Bu düşünce tutulursa, beyinden beyine yayılarak kendini çoğalttığı söylenebilir. [2]

Öte yandan gelenek hâlindeki memler, genler gibi nesilden nesile ya da kültürden kültüre aktarılabilir. Aktarım sırasında değişime de uğrayabilir.

Özetle Dawkins kültürel evrimi, genetik evrimin bir modellemesi olarak tartışırken; benzer bir kavramsal altyapının da önünü açtı: memotip, mem havuzu, memosit, memetik denge…

Bu kurama genler için olduğu gibi, memler için de bir kod yazısının olmaması ve mem mutasyon mekanizmasının evrimsel okumayı kaotik hâle getirecek olan kararsızlık gerçeği de hatırlatılarak ciddi eleştiriler yapıldı.

Kültürel evrim üzerine yapılan diğer çalışmaların gelişimi memetiğin ortaya atıldığı dönemdeki popülaritesini yitirtti.

Kültürel evrim yâhut toplumsal evrim üzerine yapılan çalışmalar kavram ve kuram nasıl düzenlenirse düzenlensin toplumsal kodları güçlü veya zayıf yapan işleyişi anlamaya çalıştı. Bu konuda karşıma çıkan en açıklayıcı kuramlardan biri, toplumsal ve genetik evrimi bütünlüklü bir bakışla birleştiren ama organik ve kültürel evrimi birbirine karıştırmayan birbirinin yerine geçirmeyen Alâeddin Şenel’in de sade bir şekilde açıkladığı bakış oldu.

Denebilir ki kültürel evrim, organik evrimin, araç kullanabilen insansılardan alıp, yaşamın hemen her alanında sistemli olarak araç yapıp kullanma noktasına getirdiği canlı türü (Homo sapiens) ile başlamıştır. Onun simgesel araçlarını, “konuşma” noktasına yükseltmesiyle hızlanmıştır. Yazı ile (“yazılı tarih” dönemiyle) yani uygar toplumun doğuşuyla (MÖ 3000 dolaylarında) hızı artmıştır. Uygarlığı izleyen, ilkel-uygar topluluklar arası her türlü barışçı ve savaşçı ilişkilerin yol açtığı “kültürel alışveriş” ile baş döndürücü bir hız kazanmıştır. Öyle ki kimi yazarlar, kültürel evrimin bu hızı yanında organik evrimin etkisinin insanlığın tarihinin yazılmasında “göz önüne alınmaya değmeyecek” bir orana indiği görüşündedir. Kimileri durduğunu, kimileri ise hatta gerilediğini ileri sürmekte. [3]

Alâeddin Hoca aynı yazının devamında şöyle ekliyor:

Organik evrimin kazanımları, genlerle sonraki kuşaklara aktarılabilir niteliktedir. Kültürel evrimde bu yol tıkalıdır. Kültürel kazanımlar ancak taklit, eğitim gibi yollarla kuşaktan kuşağa aktarılır. Bunun organik evrime göre iki üstünlüğü vardır: Birincisi, organik evrim (üreme dışında) aynı kuşaktaki bir insandan ötekine geçirilemezken, kültürel evrimin ürünü birikimler bir kişiden başka kişilere (koşulları sağlanmışsa bir kişiden binlerce kişiye) bir iki kuşak içinde aktarılabilir. İkincisi, olumsuz öğeler organik evrim aracı kalıtım ile, ancak “doğal ayıklanma” yoluyla uzun kuşaklar sonunda ayıklanabilirken, kültürel evrimde olumsuz öğeler tek kuşakta bile ayıklanarak aktarma yapılabilir. Bunun tersi bir durumla (bilimsel düşünüş çağında bir konjonktürde siyasal erki ele geçiren dinsel çevrelerin eğitim politikalarında görüldüğü gibi) olumlu birikimlerin ayıklanarak olumsuzların geçirildiği de görülebilir, o başka! Bu da kültürel evrimin bir cilvesi.

Görüldüğü gibi “organik kalıtım” ile “kültürel kalıtım” denebilecek olgular arasında önemli yapısal farklılıklar vardır. Bu bakımdan, kültürel evrimin söz konusu edildiği yerlerde “kalıtım” yerine “aktarım” kavramının kullanılması önerilebilir. Çünkü pek çok kişi, akım, ideoloji, organik (genetik) kalıtım ile kültürel kalıtım (aktarım) arasındaki temel farkı görmeyip (ya da görmezden gelip) ikisini birbirine karıştırmaktadır. Örneğin ulusların, ırkların, etnik grupların kan ile gen ile geçirildiği düşünülen (olumlu-olumsuz) “karakter” özelliklerinden söz edilebilmektedir. Oysa insanlık, annenin bir damla kanının bile fetüsün damarlarına geçmediği gibi (geçerse zehirlenir, fetüs kanını kendi üretir) kan ile hiçbir karakter özelliğinin geçmediğini öğreneli yüzyıl geçti.

Konumuzdan gittikçe uzaklaştık. Bu arada yaptığımız tartışma her ne kadar önemli ve aynı zamanda keyifli olsa da Hoca’nın uyarısını da unutmadan sorumuza geri dönelim.

Bir fikrin, önermenin, sloganın, eserin daha çok alıcıya ulaşabilmesini sağlayan, onun ömrünü uzatan, harekete geçirici olmasını sağlayan, güçlendiren şey nedir?

Bu şarkıyı bu kadar güçlü kılan neydi? Bir şarkının yahut sanat eserinin gücünü belirleyen şey ne?

Bu sorunun tek bir cevabının olmadığını biliyorum. Samimi davranayım, benim de çok net bir cevabım yok. Belki somut duruma çok uygundu, belki mesela ihtiyaç olan coşkuyu taşıyordu ya da belki yaygın bir soruya cevap vermişti… Bütün bu anlatıyı belki de gereksiz kılacak cevaplar da barındırıyordu.

Ancak nasıl olursa olsun bu “şarkı”mız yazıldığı günden bugüne, devrimci dönüşüm anlarında dile yapışıyor. Hafıza cephaneliğinden çıkarılıp kullanılıyor. Çok kısa bir araştırmayla Cezayir, Tunus, Fas, Filistin, Mısır, Lübnan, Irak’ta yapılmış birbirinden farklı ancak hep coşkulu versiyonlarını bulabildim. Hatta bu araştırma bana bir anımı da hatırlattı:

Yıllar önce Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin (BDS) İstanbul’da yaptığı bir etkinlikte Filistinli bir yoldaş uduyla çok güzel bir şarkı söylemişti. Ben de o şarkının ses kaydını almıştım. Merakla arayıp buldum. Bilin bakalım hangi şarkı çıktı?

Mazare ya da yaygın başka bir ismiyle “Kalelerinizi inşa edin” ne diyor peki? Dedim ya özü alt üst edilmeden sözleri bile değişiyor şarkının. Kimin neye ihtiyacı varsa öyle bir Mazare yazıyor yani.

Ancak Ahmed Fuad Negm’in yazıp, Sheikh İmam’ın söylediği şarkı da şöyle deniliyor:

Kalelerinizi yükseltin

Kalelerinizi tarım arazilerine kurun

Sıkı çalışmamız ve el emeğimizle,

Fabrikaların yanında barlar

Ve bahçe yerine hapishane yapın.

Sokaklarda,

Köpeklerinizi salın

Ve üstümüze,

Hapis hücrelerini kapatın

Ve yataktaki uykumuzu azaltın

Çünkü

İstediğimiz kadarını uyuduk,

Bize en ağır acıyı yaşatın

Biz yeterince yara aldık

Ve biz

Yaralarımızın sebebi kim, biliyoruz.

Kendimizi tanıdık,

Ve biz bulunduk.

İşçiler ve çiftçiler

Ve öğrenciler

Bizim saatimiz işliyor,

Ve biz,

Dönüşü olmayan bir yola çıktık

Ve ufukta zaferi görüyoruz.

Zafer yaklaşıyor

Ellerimize…” [4]

Coşkunun zafere giden yola katkısı

Bir şarkı hayatı çok değiştirebilir. Peki, biz hayatı değiştirecek bu şarkıyı yapmanın peşinden mi gitmeliyiz? Bu sorunun her türlü cevabı olabilir. Benim ise soru üzerine düşündüklerim değişiyor.

Coşkunun sosyal adalet kavgasının, değişim mücadelesinin, devrimci hareketin gelişiminde büyük bir katkısı var.

İster Kışlık Saray baskınını düşünelim ya da İsyan Ordusu’nun Havana’ya girişini ya da pekâlâ 2013’te Taksim Meydanı’nın ele geçirilişini coşkun bir kitlenin; sele dönüşen insanların, ateşli bir kalkışmanın etkisini, bırakın parçası olmayı, duyduğumuzda bile hissederiz.

Bu coşkuya şarkılarımız büyük bir katkı yapar. Ama şarkılarımızı yapan da işte bu sahip olduğumuz coşkunun ta kendisi.

Yani sevgili okur bu konudan konuya atlayarak hazırladığım, bir mola olmasını umduğum bu yazı şöyle bitsin. Bizim coşkumuza şarkı yazacaksın. Senin coşkuna şarkı yazılacak. Tutkun olduğun, her an istediğin, emek verdiğin şeye olan coşkuna…

Şarkılarla…

 

[1] Ahmed Sékou Touré, Gine’nin ilk devlet başkanı.

[2] Vikipedi.

[3] Organik evrim – kültürel evrim ekseni çevresinde Varoluşçuluk – Yaratılışçılık tartışması, Alâeddin Şenel, Bilim ve Gelecek, 1 Temmuz 2009.

[4] Ali Harb’ın Arapçadan İngilizceye çevirisinden, Türkçeye çevrildi.

WE STAND WITH THE WORKING PEOPLE OF SUDAN

“No turning back, No compromise, The revolution continues!”

24 Jan 2022 – The statement of solidarity action with Sudan revolution.

After the protests in Sudan at the beginning of 2019, the 30-year dictatorship of Bashir was defeated; and the transitional government was established after the agreement between the army and the opposition’s umbrella organization at that time, the “Forces of Freedom and Change.”

However, on October 25, army forces staged a coup. The putschists are the security committee of the previous Bashir regime, which formed one part of the Sovereignty Council following the agreement reached in June 2019.

The coup took place on October 25 in order to block the growing resistance to the regime’s economic policies, just as the Sovereignty Council presidency was expected to pass to the civilian component of the council.

On October 21, hundreds of thousands gathered for the anniversary of the 1964 revolution. These actions had turned into a warning to the provisional government to take ownership of the revolution.

The Sudanese Communist Party, together with the Resistance Committees, and the Professional Alliance which grouped and brought together the unions, succeeded in mobilizing the masses and organized the largest mass demonstration since the beginning of the revolution.

This development, which clearly changed the attitude of the generals to their power, forced the ruling circles to stage a second coup on 25 October. This was a move that was clearly supported by the US, EU and neighboring countries.

All these developments took place with the cooperation and intervention of imperialism.

Hours after the coup, the capital Khartoum was surrounded with barricades by activists.

Despite the internet blackouts on October 30, massive protests were held under the leadership of the resistance committees.

The immediate demands of the uninterrupted actions, supported by the Professional Alliance, Resistance Committees, the Sudanese Communist Party, trade unions and democratic mass organizations, were as follows:

Dissolution of the coup and transferring of all authority to civilians.

Immediate seizure and trial of those responsible for the coup.

No dialogue or bargaining with the military council, directly or indirectly (through foreign powers, etc.).

Dissolution of all militias; and the establishment of a national army committed to the rights of freedom, peace and justice, and to the doctrine of protecting the country’s borders.

The removal of all armed forces and police forces from the political process, the criminalization of all involvement of the military in politics.

The passing of the entire structures of  the process of transition to the supervision of academia and experts.

The State of Sudan having full sovereignty over all economic, political and security decisions.”

From the beginning of the current uprising, namely after the October 25 coup, at least 71 people were shot dead according to information released by the Resistance Committees. There are more than a thousand injured, some of whom are in critical condition. Hundreds of people are detained.

We condemn the attack against the revolution.

Political prisoners must be released immediately.

Fighting back this great attack with unmatched resistance, the Sudanese are intensifying their mass actions. The insurgents, who hold marches of millions, organizing rights actions, sit-ins, and protest meetings, also build street barricades to prevent and stop the attacks of law enforcement thugs when necessary.

All the countries of our region are colonial countries dependent on imperialism. All the states in these countries are puppet states collaborating with imperialism. This actually combines both aspects of the struggle. Those who struggle against the despot in their own country and the puppet state in their own country must also fight against imperialism.

Including North Africa, one of the areas where the new imperialist struggle for partition is concentrated is our region.

The developing revolution is enveloping the whole of the Middle East, as far as the Balkans and the Caucasus. Of course, this is not an easy process.

The resistance that develops in one part of our region will positively affect the other part, even if it is not at the same time. Furthermore, the revolutionary movement in a part that seems to be the most backward today is accumulating opportunities to come forward rapidly tomorrow.

Every socialist revolution that will develop in our region also carries the potential of a comprehensive reckoning with the thousands of years of the history of class society in our region.

We see the persistent fight of the Sudanese revolutionaries, who had the rich experience of overthrowing the two dictatorship regimes in 1964 and 1985, accept it as our own fight and greet them with our belief in victory.

In light of all this, Sudan is very close to us. Because our experiences will be the path of our common future.

Long live the anti-imperialist union of the peoples!

Long live the Sudanese revolution with all its teachings!

Long live proletarian internationalism!

DKDER – Emekçi Hareket Partisi – Kaldıraç – Proleter Devrimci Duruş

Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur

Pandeminin de bahane edilmesiyle beraber hak gaspları sistematikleştirildi. Karantina koğuşu adı altında tutsaklar tek kişilik hücrelerde 8 hafta tutuluyor, devrimci yayınlar “reklam almayan yayın” kapsamına sokularak tutsaklara verilmiyor, mektuplar ise çok uzun süreler sonunda teslim ediliyor.

Saray Rejimi’nin toplumsal mücadele güçlerinin tamamına yönelik topyekûn saldırmaktan başka seçeneğinin kalmadığı günümüzde, devrimci tutsaklara yönelik saldırılar da artıyor.

Geçtiğimiz sene getirilen ve bir çok tutsak için fiili yayın yasağı anlamına gelen yönetmelik değişikliği ve pandeminin kullanılarak tutsaklarla iletişimin kesilmesiyle devrimci tutsaklar teslim alınmak isteniyor.

Bizler devrim için dövüşen tüm yoldaşlarımızın tutsaklıklarında da yanında olmaya devam edeceğiz.

Bu süreçte elimize geçmeye başlayan mektupları sitemizden ve dergimizden takip edebilirsiniz.

Sevgili yoldaşlar merhaba* – Sevinç Sönmez

Yeni kavga yılınızı komünar coşku ve kararlılıkla selamlayarak kutluyorum* – Haydar Sönmez

Özgür günlerde görüşmek umuduyla* – Sebahat Tuncel

Merhaba sevgili dostlar* – Ramazan Şevket Yılmaz

 

Merhaba sevgili dostlar* – Ramazan Şevket Yılmaz

Merhaba sevgili dostlar;

Öncelikle bulunmuş olduğumuz beton-demir karışımı bu soğuk mekânlardan yürek dolusu en sıcak selamlarımı iletiyorum. Umuyorum ki orada bulunan tüm yoldaşların genel durumu, mevcut koşullar içinde olması gerekenin en iyisidir. Öyle olmasını gönülden dilerim.

Göndermiş olduğunuz mektup ve yazmış olduklarınız için çok teşekkür ederim. Dergiyi gönderememiş olmanızdan dolayı bizlere bu şekilde ulaşıyor olmanız biz devrimci tutsaklara karşı olan duyarlılığınızın önemli bir göstergesidir…

Evet, dergi uzun bir süredir gelmiyor fakat bu durum sadece Kaldıraç için değil, abone olamadığımız tüm dergiler için geçerli bir durum olmuş durumda. Özellikle devrimci yayınlar -abone olsak dâhi- bizlere verilmiyor. Nedeni malûm sevgili dostlar, ayrıca belirtmeye gerek yok değil mi 🙂

Kendinize iyi bakın. Tüm dostlara -ortaklara selam ve sevgiler.

Görüşmek umuduyla. R.Şevket Y.

*: 1 No’lu F Tipi Hapishane – Kocaeli

Özgür günlerde görüşmek umuduyla* – Sebahat Tuncel

Sevgili Kaldıraç Yayınevi çalışanları merhaba

Öncelikle sizleri ve sizlerin şahsında tüm basın emekçilerini saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Umarım iyisinizdir.

Zorlu bir yılı daha geride bırakıyoruz ancak karşıladığımız yılın da hiç kolay geçmeyeceği belli. Bir yandan pandemi, diğer yandan ülkenin kötü yönetimi. Ekonomik, siyasi kriz ayakta kalmak yaşamak önemli bir mesele hâline geldi. Bu bir kader değil tabiki, bu zorluklardan çıkışın yolu demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesini, barış mücadelesini yükseltmektir.

Kendi geleceğimizi kendi ellerimizle örmemiz, nasıl bir Türkiye’de yaşayacağımıza kendimizin karar vereceği zamanlardayız. Bu düzen değişecek elbet. İşçiler, emekçiler, kadınlar, halklar ve inançlar mutlaka özgürlüğüne kavuşacak.

Bu duygularla hepinizin yeni yılını kutluyorum.

Özgür günlerde görüşmek umuduyla…

8 Aralık 2021

*: Sebahat Tuncel – Sincan 3 No’lu

Yeni kavga yılınızı komünar coşku ve kararlılıkla selamlayarak kutluyorum* – Haydar Sönmez

Merhabalar

Sevgili Kaldıraç’lı düşdaşlar,

Kartepe’nin karlı ve soğuk eteklerinden, Partizan yüreğimin sıcaklığından damıttığım komünar selam ve sevgilerimi gönderiyorum.

Düşdaşlığın olanca içtenliğiyle herbirinizi sımsıkı kucaklayıp öpüyorum.

Ülkedeki olumsuz koşullara rağmen her şeyin gönlünüze göre yaşanmasını temenni ediyorum.

Yeni kavga yılınızı komünar coşku ve kararlılıkla selamlayarak – kutluyorum!

Yeni yılın pandemi, ekonomik kriz ve sarayın zulmü açısından eski yılı aratacağını tahmin etmek zor değil. Ama yine aynı yeni yılda dağınık çoban ateşlerinin yaygınlaştığını, yer yer birleşip gürleştiğini göreceğiz.

Sınıf ve ezilenlerle yüreği çarpanların yan yana durarak bir devrimci alternatif odağı oluşturması elzemdir… Küçük hesap ve ayrıntılara yenilmeden asgarî programda ortaklaşıp umudun bayrağını hep birlikte yükseltmek tarihi görevimizdir.

Bu bilinçle devrim ve sosyalizm bayrağını d(okunmuyor) yükseltmek için bulunduğu mevzilerde çalışan tüm düşdaşlara sonsuz başarılar.

Özgür gelecekte buluşmaya değin; sağlık, direniş ve umutla kalalım. İyi ki varsınız.

Komünarca selamlar.

Tutsak Partizan Haydar Sönmez

*: 26 Aralık 2021 – Kocaeli 2 no’lu F tipi

Sevgili yoldaşlar merhaba* – Sevinç Sönmez

Sevgili yş’lar Merhaba;

Selamlarımızı gönderiyorum. İyi olmanız dileğiyle…

Yıllardır emek verip gönderiyorsunuz derginizi. Bunun için en başta teşekkür etmeliyim.

Aralık 2021 tarihinde, içinde derginizin abonelik formunun bulunduğu postanızı aldım. Evet, sizin dediğiniz gibi bir çok hapishanede farklı uygulamalar var. Şu anda gayeleri bu uygulamaların farklılıklarını ortadan kaldırmak ve katı merkezi bir uygulama biçimi oluşturmaktır.

Derginizi pandemi sürecinde çıkardınız mı, yani yayına devam etti mi bilemiyorum. O dönemde dışarıyla temasımız kesilmişti biliyorsunuz. Ki hâlen de öyle diyebiliriz. Sınırlandırılmış temas yani. Her neyse, bu yıl son iki (derginin) sayısını alabildim. Abonelikle ilgili bir sıkıntı henüz yok. Olursa bahsettiğiniz yöntemle derginizi takip etmeye devam ederim elbette…

İnceliğiniz ve duyarlılığınız için tüm yş’lar adına teşekkürlerimizi iletiyorum. Dediğim gibi derginiz ulaşıyor bana, beraber kaldığım (iki ağırlaştırılmış müebbetten hükümlüyüz) arkadaşlarla da derginizi paylaşıyorum. Buradaki tüm arkadaşların selamını iletiyorum.

Yeni kavga yılınızı da kutluyor başarılar diliyorum.

Kucaklıyorum her birinizi. Sevgilerimle Sevinç.

*: 17 Ocak 2022 – Sincan / Kadın Kapalı Hapishanesi

Let’s Win Through Struggle!

  • Heating, electricity, water, communication should be made free and public!
  • Education, health, transportation should be made free and public!
  • Basic food items should be provided without any cost!
  • Everyone should be provided with the right to free housing in healthy and quality conditions!
  • Wages should be updated every month on the basis of purchasing power, the inflation of the people!
  • The lowest wage should be above the poverty level announced by the unions!

They talk of an “historical raise” to the minimum wage. It evaporated before we even got it. Has anyone received 4253 liras this month? But we filled our monthly transportation pass for 430 liras to go to work, if our electricity bill was 150 TL before, it was 300 TL now, no one could turn on the heat without their hands shaking hands. One egg is worth 2 TL each, and there is nothing left to eat in the lunch box that’s prepared for the child, but the esteemed experts said, “If necessary, simit will be eaten”.

“Wait” they say from all sides, “don’t go out”, “don’t revolt”, “be thankful”…

They make fun of our minds, our hunger, our anger!

They fed us with so many lies and made fun of our minds so much that these demands make some of us think that “we don’t have the right to this much.” No, we do! If they can live in luxury and eat as much as they want, if their children can receive the best education, if there are nurses and doctors at home so that they do not get sick, we and our children have the right to live humanely and honorably, not even in luxury.

If you demand it, it is possible to live truly, to live humanely, honorably, with one’s head high.

It is not enough anymore to tell each other about the increasing prices and reproach each other at every break, to change the channel by swearing when we see their faces on TV, to shoot a funny video with sunflower oil on TikTok, to tweet “resign” when we can’t stand it!

Demanding begins with changing.

Wherever you came across this statement, while walking to the job curse at, checking how much the price has increased compared to last week in the market, or getting on a work bus before the sun shines…

If you haven’t been away yet, come back and get one more for your friend.

Fold it, put it in your pocket, and read it again at the table after dinner.

Wherever there is something being done for workers-laborers, we know that it is not being shown, however, there are many things that is being worked on! Start following our newspaper, magazine, social media accounts, send them to one more person. We have something to learn from those resistances, our hope will come from those resistances.

This crisis will not pass by saying, “We have survived today as well”.

Our problems and grievances are common, and the only solution is to come together and organize.

The path to win our rights and lives is to enlarge the resistances and come side by side.

Our problems are obvious. Let’s set up assemblies in our factories, workplaces, schools and neighborhoods to fight together for their solutions. Let’s determine what we will do step by step and take to our rights.

Join the Kaldıraç Movement in your neighborhood, at work, at school!

Join, and let’s start creating a humane, dignified life with our hands!

Join, let’s build a life where we don’t go to bed hungry at night and get exploited during the day!

It is our own arms that will save us!

January 12, 2022

Devlet maske takar mı?*

“Bütün toplumlar eninde sonunda maske takar.”[2]

Bu yıl siyasal psikoloji konferanslarının yedincisinde tema olarak “maske” seçilmiş. Pandemi ile birlikte giysilerimizin asli bir aksesuarına dönüşünce -umarım bu sonsuza dek sürmez-, hâliyle üzerine düşündürtüyor. Giriş ba’bında bu düşüncelerden payıma düşeni, serbest nazım paylaşmak istedim…

Maskelerden söz ederken iki çarpıcı enstantane geliyor aklıma.

İlki, Haziran 2013’ten: Tüm ülke sathında el ele vererek hayatımızı cendereye almak isteyen iktidara karşı ayaklandığımız o müthiş günler… Sokaklarda, alanlarda olmaya doyamadığımız, hiç tanışmadığımız başka direnişçilerle omuz omuza devlet güçlerine karşı direndiğimiz, düşeni kaldırdığımız, limonumuzu, talsidimizi paylaştığımız günler…

O unutulmaz günlerin vazgeçilmezi, iki aksesuardı, anımsarsanız. Madenci bareti ve maske. Copların etkisinden korunmak için baret, güvenlik güçlerinin üzerimizde bolca denediği biber gazına karşı maske…

Maskenin koruyucu bir işlevi vardı, kuşkusuz. İki bakımdan: Bizi biber gazının boğucu, yakıcı etkilerine karşı koruyordu, kısmen de olsa. Ama aynı zamanda kentlerin dört bir yanını sarmış güvenlik kameralarına karşı güvenliğimizi sağlıyorlardı… Polis tarafından teşhis edilmemek için.

Bunlar fiziksel etkiler. Bir de simgesel olanlar var: Maskelerimizle birlikte, sokaklarda devinen devasa anonimliğin bir parçasıydık. Kadın-erkek, Türk-Kürt, Alevî-Sünnî, genç/yaşlı, hatta ateist/seküler-dindar, sosyalist/anarşist, bizi ayıran, giderek bölen kimlik vurguları o maskelerin ardında eriyip gidiyor, hepimizi giderek otoriterleşen bir iktidara karşı tek bir “Hayır!” etrafında birleştiriyordu. “Sıcak” anlardan çıkıp da yaşadığımız kentin göreli “normal” alanlarına girdiğimizde, birbirimizi boynumuzdan sarkan maskelerden tanıyor, karşılıklı gülümsüyorduk.

2013 Haziranı’nda devletin aldığı ilk kararlardan biri, maske takmayı yasaklamak oldu. Bu yönde çıkartılan kararnameler, 2015’te Terörle Mücadele Yasası’na ek fırkaya dönüştürülerek yasalaşacaktı: “Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlar üç yıldan beş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” (TMY, Ek fırka 6638/10 md.).

Aslında Türkiye, “kimliği gizlemek amacıyla yüzün tümünü ya da bir kısmını kapatmayı yasaklayan” tek ülke değil. Örneğin, New York eyalet yasaları herhangi bir anda, bir arada bulunan üç ya da daha fazla kişinin yüzlerini kısmen ya da tümüyle kapatmalarını yasaklıyor. Zamanın başbakanı David Cameron 2011’de benzer bir yasayı geçirmek üzere harekete geçtiğinde, Britanya parlamentosu zaten polisin kamusal alanda yüz örtülerini çıkartma yetkisi olduğu gerekçesiyle yasa tasarısının geri çekilmesini sağladı.[3] Fransız hükümeti ise 2011’de çok farklı bir gerekçeyle kamusal alanda yüzü tümüyle örten nikab ya da burka gibi örtülerin kullanımını yasaklamıştı. Karar, 2004 tarihli, kamu okullarında dinsel simgelerin taşınmasını yasaklayan yasaya dayandırılıyordu.

Gelelim, ikinci çarpıcı enstantaneye. Sanıyorum 2020’nin ortalarına doğruydu. Covid-19 pandemisinin kasıp kavurduğu günler… TV ekranlarına ve sosyal medyaya düşen bir görüntü, işlerin ne kadar kısa zamanda nasıl tersyüz olabileceğini gösteriyor.

Yer Beyoğlu, İstiklal Caddesi. Bir polis maskesini indirmiş, yüzü açık yürüyen bir kadını girdiği mağazaya kadar kovalayıp gözaltına almaya çalışıyor. Kadın, direniyor… Polisin gözaltı yapma gerekçesi, kadının kamusal alanda maskesiz boy göstermesi…

2010’lu yıllarda maske takmanın, 2020’lerin başlarında ise maske takmamanın adeta “suç” sayıldığı, ilginç bir seyir izlemekte “devlet-maske” ilişkisi…

Ama bu ilişkiyi biraz daha irdelemeden önce, soralım: İnsanlar neden maske takar?

Bu soruya o kadar çok yanıt vermek mümkün ki…

Örneğin Üst Paleolitik’te yaşayan atalarımız Fransa’nın Dordogne bölgesindeki Mège sığınağının duvarlarına, pek çok hayvan betimlemesinin yanı sıra, yaban keçisi post ve maskesine bürünmüş insan figürleri de çizmişlerdi. Lascaux’da bulunan bizonun önünde yatan avcı figürünün yanında bir de kuş maskesi resmedilmiştir.[4] Bir başka deyişle atalarımız, günümüzden en az 20-25 bin yıl kadar önce, belki avlarına daha kolay yanaşabilmek, yani av hayvanını aldatmak için, belki de avın bereketli geçmesini sağlayacak ayinlerde veya büyü amaçlı olarak maske kullanıyorlardı…

Etnografik gözlem araştırmalar, yeryüzünün geniş alanlarında insan topluluklarının ayinsel amaçlarla maske kullana geldiği konusunda bolca veri sunar bize. Afrika, Amerika yerlileri, Avustralya Aborijinleri, Okyanusya toplulukları, Asyalı şamanlar… Ata ruhları ya da doğa güçlerini temsilen, doğaüstü güçlerle iletişime geçebilmek ya da sağaltım amacıyla, erginleme ya da cenaze ayinlerinde, tarımsal ürünlerin bereketini sağlayabilmek için, savaş hazırlıklarında, gizli derneklerde… Bir başka deyişle hemen tüm ayinsel etkinliklerinde maske kullanagelmişlerdir. Maske, ayin gereçlerinin vazgeçilmez bir unsurudur; maske imalatçıları toplumları içinde saygın bir yere sahiptir, genellikle ayrıcalıklı bir lonca oluştururlar. Batı Afrika, Mali Dogonlarında maske imal etmek ve takmak, erginlenmiş erkeklerin ayrıcalığıdır, örneğin. Kadın ve çocukların genelde maskelere yaklaşması, yasaktır – maskenin kadınlar tarafından bulunduğuna inanılsa da…[5] Maskeler, takılmadıkları zaman dahi saygı gören, giderek canlı varlıklar muamelesi gören objelerdir; Rasmussen Alaska Eskimolarının maskelere yiyecekler sunduğunu kaydeder… Seneca yerlileri, maskelerini “beslemek” için dudaklarına kavrulmuş mısır unu ve isfendan şekeri sürerler. Orta Amerika Zunileri ata ruhlarını temsil eden Kachina maskelerini her öğünde beslemek zorundadır; aksi takdirde maskenin kendini kenarlarından yemeğe başlayacağına inanılır…[6] Bu ise maske sahibinin ata ruhlarına karşı yeterince saygı göstermediğinin belirtisidir.

Ama maske kullanımı Avrupa-dışı dünyaya özgü değildir; Avrupa toplumlarının hem üst hem de alt sınıflarında maske kullanımı yaygın olarak görüle gelmiştir; “maskeli balolar”, 15. yüzyıldan itibaren Venedik’ten başlamak üzere Avrupa saraylarını ve aristokratların şatolarının gözde eğlenceleri arasındaydı.

Batı Avrupa karnavallarının beşiği sayılan Venedik karnavalının başlangıcı 1268’e dayandırılır. Başlangıçta Paskalya yortusundan önceki Kutsal Perşembe günü tek günlük bir şenlik olan Venedik karnavalı, Venedik Doc’u, soylular ve loncaların öncülüğünde San Marco meydanında maskeli kalabalıklarca kutlanırdı. Zamanla karnaval daha geniş bir takvim aralığına yayılarak Ocak ayından Paskalya’ya dek uzandı. Karnaval ancak 1797’de Napoleon Bonaparte’ın Serene Cumhuriyeti’ni ele geçirmesiyle yasaklanacaktı…

Karnaval zaman içerisine yayıldıkça, maske kullanımı toplumsal etiketin bir parçası hâline geldi. 18. yüzyılda Venedik Docluğu yurttaşlardan kamusal alanda maskeyle dolaşmalarını talep ediyordu. Tarihçi James H. Johnson bu ilginç durumu, karnavalın ilk ortaya çıktığı 13. yüzyıl sonlarında bir avuç aileden oluşan Venedik aristokrasisinin izleyen beş yüzyıl içinde sayıca sınırlı kalsa da, ticaret, imalat, politik kayırmalar vb. aracılığıyla zenginleşen ailelerin, soyluluğun siyaseten başat konumunu tehdit etmesiyle açıklar. 18. yüzyıla gelindiğinde, toplumsal gerçeklikler 500 yıllık toplumsal-siyasal kategorilere sığmamaktadır. Maske, Johnson’a göre her sınıftan Venediklinin yılın büyük bölümü kadim siyasal düzeni tehdit etmeden toplumsal, iktisadî ve kültürel alanlarda kaynaşabileceği ortamı sağlamaktadır.[7]

Maske, sosyal statülere ilişkin rollerin geçici olarak tersyüz, her türlü yasak ve kısıtlayıcı kuralın ilga olduğu ortaçağ karnavallarının da vazgeçilmezidir. Ortaçağ boyunca Büyük Perhiz’in hemen öncesindeki, tüm Hıristiyan toplumlarının büyük şenliği karnavallarda halk sokaklara dökülür, maskeli geçitler düzenlenir, çalgı çalınır, dans edilirdi. Karnaval ahlâkçı toplumun tüm yasaklarının geçici olarak ilga edildiği momentti: tıkabasa yenilir, alkollü içkiler bolca tüketilir, sevişilir, küfürler edilir, zenginlerle yoksullar, soylularla köylüler arasındaki toplumsal farklar en azından sokakta ilga olurdu. Maske, kolektivitenin anonimliğinin güvencesiydi, adeta; kimsenin kendisi olmadığı, gündelik rutinin dışına çıktığı, yaşamını, davranışlarını düzenleyen gündelik kurallardan sıyrıldığı büyük altüstlüğün sigortası…

Bakhtin, maskeyi “folk kültürünün en karmaşık teması” olarak tanımlar. “Maske değişim ve yeniden doğuşun sevinciyle, şen görelilik ve tek-biçimlilik ve benzerliğin neşeli inkârıyla bağlantılıdır. Kişinin kendine uygunluğunu reddeder. Maske geçişle, dönüşümlerle, doğal sınırların ihlaliyle, dalga geçmeyle, takma isimlerle ilişkilidir. Yaşamın oyunbaz unsurunu içerir, en kadim ayin ve gösterileri karakterize eden, gerçeklikle imgenin özgün bir karşılıklı ilişkisine yaslanır. (…) Modern yaşamda dahi özel bir atmosfere bürünmüştür ve başka bir dünyaya değginmiş gibi görünür. Maske asla nesneler arasında bir nesneden ibaret değildir…”[8]

Maskenin yeniden görünürlük kazanması, 20. yüzyıl sonlarında, neoliberal kapitalizmin yıkımına karşı küresel planda patlak veren kitlesel protesto gösterileriyle oldu. 1970-80’li yıllarda Alman ve İtalyan otonomistlerin kullandıkları, ama pek yaygınlaşmayan maskeleri saymazsak, bu bağlamda ilk kez, 1994 yılbaşında, Meksika’nın ABD ile imzaladığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA’nın yürürlüğe girmesinden saatler önce, Meksika’nın Chiapas eyaletinde başgösteren Maya yerlilerinin Zapatista ayaklanmasıyla sahne aldı. İsyancı EZLN gerillaları, sadece gözlerini ve ağızlarını açıkta bırakan kar maskeleri ardında gizliyorlardı yüzlerini.

Yalnızca güvenlik güçlerinin gözetiminden korunmak için değil… Maske, bir bakıma küreselleşme karşıtı hareketlerin çoğunun paylaştığı ilkeleri ifadelendiriyordu:

  1. Parti ve devletin siyasal temsilinin reddi: Birinci tekil şahsın inkârı ve kolektivitenin içerisinde erimesinin göstereni olarak maskeler, devletin yurttaşlarından talep ettiği bireysel açık ve meşru kimlik temsilinin reddiydi.
  2. Toplumsal hareketlerde ayrıştırıcı kimlik gösterenlerinin ilgası: Kimlikler kadın, siyah, LGBTİ, yerli, dindar vb. olarak ayrışabilirdi ama herkes Zapatista, Otonom ya da Anonymous olabilirdi.
  3. Maske doğrudan demokrasi ve eşitlikçiliği desteklemekteydi: Temsilî organlardansa bireylerin karar alma süreçlerine doğrudan katılımını öngören yeni toplumsal hareketler için maske, yetke ve hiyerarşi gösterenlerinin ilgasıydı.[9] “Marcos’un kim olduğunu görmek istiyorsanız, maskenin ardında kimin gizlendiğine bakın, sonra da yüzünüze bir ayna tutup kendinize bakın. Orada gördüğünüz yüz Marcos’un yüzüdür, çünkü hepimiz Marcos’uz.”[10] diyordu EZLN “alt-komutan”ı Subcommandante Marcos.

Mesaj, kısa sürede neoliberalizme karşı tüm protesto hareketlerince alındı, kabullenildi. 2008-2012 küresel krizinde halklara dayatılan yoksullaşma/yoksunlaşma politikalarına karşı ABD’de Wall Street’in işgaliyle başlayıp kısa sürede dünyaya yayılan “Occupy/ İşgal Et” eylemleri, Zapatist kar maskesine V for Vendetta’nın Guy Fawkes maskelerini ekledi. Bu maske, kısa sürede küresel siber eylemci Anonymous hareketi tarafından benimsendi. İkonografiye kısa sürede 2017 tarihli Casa de Papel dizisinin ünlendirdiği Salvador Dali maskesi de eklendi… Ve Kürt/Filistin poşileri hem uluslararası dayanışmanın hem de yüze sarıldığında eylemciyi anonimleştiren gizliliğin simgesi olarak yerküredeki, neoliberal yoksullaştırma/yoksunlaştırma politikalarına karşı protesto eylemlerinin gözdesi olmayı sürdürdü…

Bakhtin’in karnavallara ilişkin sözleri protesto hareketlerinin yeniden güncelleştirdiği maskeyi anlamlandırmada geçerli bir bağlam oluşturmaktadır: “Kalabalığın şenlikli örgütlenmesi, öncelikle somut ve duyumsal olmalıdır. Güruhun sıkıştırması, bedenlerin fiziksel teması dahi belirli bir anlam yüklenir. Birey kendini kolektivitenin ayrılmaz bir parçası, halk kütlesinin bir üyesi olarak hisseder. Bu bütün içinde bireysel beden belirli ölçüde kendisi olmaktan çıkarak bedenleri mübadeleye sokar (kostüm değişikliği ve maske aracılığıyla) yenilenir. Aynı zamanda, halk duyumsal, maddi, bedensel birliğinin ve topluluğun ayırdına varır.”[11]

Buraya dek söylediklerimden, maskenin üstlendiği roller şöylece çıkarsanabilir.

  1. Maske, koruyucudur. Taşıyıcısını sağlık risklerine (hava kirliliği, solunum yoluyla bulaşan virütik hastalıklar, biyolojik/nükleer silahların etkileri…) karşı olduğu kadar, kitlesel eylemlerde otoriteye karşı korur.
  2. Maske bir “temsil”, kimliği değiştirme aracıdır. Küçük ölçekli toplumların kayda geçirilen ayinlerinin pek çoğunda, maske kullanıldığı görülür. Maske kullanıcıları, ayin boyunca somut kişiler (X klanının/topluluğunun Y isimli mensubu) olmaktan çıkarak bir başkası, genellikle klişe bir rol kalıbı içinde kavranan bir “doğa ötesi varlık”a dönüşürler. Ata ya da hayvan ruhları, doğa güçleri, ilahlar, mitik kişiler… Bu rolleriyle avın bereketli geçmesi, ürünün bol olması, sağaltım, yağmur sağlama, ölüm, kehanet… gibi topluluğun kritik gündemlerinde aracılık yaparlar. Maskenin bir başkasına (somut kişi ya da soyut kavram/güç) dönüş(tür)me işlevi, ya da bir başka deyişle “temsil” etkisi, seküler bağlamda, tiyatroda da sürer.
  3. Maske kimliği gizlemenin aracıdır. Maske izleyiciye yalnızca kişinin olduğundan başka bir kişi ya da şey (doğaüstü güç, ata ruhu, hayvan vb.) olduğu kabulünü dayatmaz. O, aynı zamanda, özellikle otoritenin sorgulandığı, protesto edildiği, meydan okumaya maruz kaldığı bağlamlarda, kişinin kimliğini gizlemesine aracı olur. Güvenlik güçleriyle çatışan, yüzü poşiyle sarılı eylemci, 21. yüzyılın gözetim teknolojilerine karşı önlemini almış sayar kendisini. Ama ortaçağ karnavallarında, maskeli balolarda ya da günümüz faşinglerinde gündelik yaşama hükmeden normları, ahlâk kurallarını boşlayan katılımcı da, maskenin kendisine sağladığı anonimlikten yararlanmaktadır. Ya da soyguncu, maskeyle gizler yüzünü. Bir başka deyişle maske (siyasal, idari, dinsel, ahlâksal) yetkeye karşı güvenlik sağlar.
  4. Maske anonimleştirici, eşitleyicidir. Kolektif eylemlerde maskenin, taşıyıcılarını anonimleştirdiği kadar, eşitleyici bir etkisi vardır. “Ben”i “biz”e katarak eritir. Ortaçağ karnavallarında taşınan maske, bir dülgerle bir kont arasındaki toplumsal uçurumu, geçici bir süreliğine de olsa, ilga eder. Zapatistaların kar maskesi, Occupycıların ya da Anonymous’un Guy Fawkes maskesi, otonomların yüzlerini gizlediği poşiler, sınırlarını devletlerin çizdiği meşruiyet alanının dışında devinen aktörlerde yatay ve eşitlikçi ilişkilere dayalı bir anonimite yaratmaktadır.

Yeri geldi, sorayım: Durumsal olarak kimi zaman maske takmamızı yasaklayan, kimi zaman ise (pandemi koşullarında olduğu üzere) teşvik eden, hatta zorlayan devletin kendisi maske takar mı?

Maskenin protesto hareketleri bağlamındaki anlamını tartışırken, “meşruiyet” sorunsalına değinmiştim. Protesto eylemlerinde taşınan maske (eylemcilerin eylemleri şiddet içersin ya da içermesin) devletin yurttaşlar için çizdiği meşruiyet sınırlarına itirazını ifade eder. Maskeli protestocu, kendisinden kamusal alanda yüzünü gizlememesini talep eden devlete, başka şeylerin yanı sıra, “kendi irademle benim için çizdiğin meşruiyet alanının dışına çıkıyorum” mesajını vermektedir. Bu ise bazı ülkelerde (hâlen) yasal kovuşturmayı gerektiren bir “suç” sayıldığı için, kamusal alanda yüzünü örtenler hakkında işlem yapılmasına yol açmaktadır.

Peki, devletlerin kendisi yurttaşlar için koydukları bu “açıklık” ilkesine ne kadar uyarlar?

“Meşruiyet” kâğıt üzerinde, “devlet” olmanın olmazsa olmazı. Premodern devletler meşruiyet kaynaklarını örflere, geleneklere, ilahi iradeye vb. dayandırırken, “modern” devletler meşruiyetlerini “yasalar” ve yasal düzenlemelerden alır. Kaynağını Anayasa ve devletin imzacısı olduğu uluslararası sözleşmelerden alan yasalar ve diğer mevzuat. Devletin “meşruiyet”i asgarî olarak, kendisini bağlayan yasaları çiğnemeyeceğine dair yurttaşa verdiği güvencede yatar.

Bu durumda, hiç kuşku yok ki bu mevzuat erişilebilir olmalıdır. Bir başka deyişle yurttaş(lar) devletin hangi uluslararası ve ulusal yasa, yönetmelik vb. mevzuat ile kendini bağladığını bilme hakkına sahiptir. Bilebilmelidir ki gerektiğinde devlete karşı yargıya başvurabilsin. (“Yargı denetimine açıklık” ilkesi, “hukuk devleti”nin temel özelliklerinden biridir, öyle değil mi?)

Dahası, bir devletin “demokratiklik” iddiası varsa, yalnızca yasal mevzuata bağlılık da yeterli değildir. Bu işleyişi yurttaş denetimine tabi kılmak için “açıklık/şeffaflık ilkesi” de vazgeçilmezdir. Yard. Doç. Dr. Mahmut Akpınar “demokratik yönetim anlayışı”nın üç temel unsurunu şöyle tanımlıyor: “İdarenin karar alma süreçlerinin önceden belli olan usul ve esaslara göre belirlenmesi; idare dışında olanların idarenin elinde bulunan ve gizliliği olmayan bilgi ve belgelere kolayca ulaşabilmesi, yani ‘bilgi edinme özgürlüğü’; son olarak, vatandaşın katılımını kolaylaştıracak şekilde idarenin ‘aleni’, yani açık olması”…[12]

“Aleniyet”, hiç kuşku yok ki yasal çerçevenin erişilebilirliğinin yanı sıra, yurttaşın muhatap olduğu devlet görevlisinin açık kimliğini bilme hakkını da içerir. Bu nedenledir ki, örneğin, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun 4/A maddesi, “Polis, görevini yerine getirirken, kendisinin polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra, kişilere kimliğini sorabilir,” demektedir. Ya da, Emniyet Hizmetleri Sınıfı Mensupları Kıyafet Yönetmeliğinin 5/c maddesi polis şapkasının nasıl takılacağını belirlerken, “Şapka ve kep, vizörünün ön kenar ile kaş arasında bir parmakla, en çok bir buçuk parmak mesafe bırakılmak suretiyle kaşlara paralel olarak” giyilmesini düzenler. Aynı yönetmeliğe 2020 yılında yapılan bir değişiklikle, kadın polislere başörtüsü serbestisi sağlanırken, yüzün örtülmemesi esası getirilmiştir: “Başını örten bayan personel için başı örtecek ama yüzü örtmeyecek” bir örtü kullanılacaktır. (madde 17) Bunun yanı sıra, her polis, görülebilir bir yaka (ya da kask) numarası taşımak zorundadır.

Bunların anlamı belli: Devlet görevlileri, ama özellikle de devletin yurttaşla en sık muhatap olan görevlisi, kimliği açık, teşhis edilebilir olmalıdır…

Tabii bu, kâğıt üzerinde böyledir… Devlet(ler)in “raison d’état” ile açıklanan, yurttaş denetimine kapalı, gizli-kapaklı işleri vardır, ve bunlar “devlet sırrı” kisvesi altında “maskelenir”. Öyle ya, hükümetlerin bütçenin askerî operasyonlar, istihbarat, “devletin güvenliği” vb. işler için kamu denetiminden kaçırdığı (ve 2021 yılının ilk yarısında yüzde 107 oranında artarak rekor bir rakama, 463,7 milyon TL’yi bulduğu bildirilen)[13] kısmının adı “örtülü ödenek” değil mi?

Ödeneğin “örtülüsü” olduğu gibi, devlet güçlerinin de “örtülü”sü vardır… “Terör”le ilişkilendirilen suç isnatlarında mahkeme huzuruna çıkartılan tanıklar, SEGBİS’le katılmaktadırlar duruşmaya ve yüzleri ile sesleri perdelenmektedir, örneğin. “İtirafçı”ların ya da devlet güçlerine “yardımcı” kişilerin, ettikleri “yardım” ölçeğinde kimlikleri gizlenir, değiştirilir, başka bir hayat sağlanır kendilerine.

Ama “devlet ve maske” ilişkisinin en çarpıcı örneği, “maskeli devlet güçleri” ya da “Özel Harekâtçılar”dır. Erişime kapalı bir yönetmeliğe, “Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Dairesi Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilâtı Kuruluş, Görev ve Çalışma Yönetmeliği” (bu yönetmeliği internet ortamında bulamazsınız…) hükümlerine göre görevdeyken maske takmaları “zorunlu” olan görevlilerdir bunlar.[14]

Peki, “Özel Harekâtçılar” devletin yasalarıyla ne kadar bağlıdır? (Aklıma 2015 Aralık’ında tanıklık için bir insan hakları savunucuları heyetiyle birlikte gittiğim Diyarbakır’da, çatışmaların yaşandığı Sur bölgesinde bize “eşlik eden” kar maskeli özel harekâtçının sözleri geliyor: “Burada devlet de biziz, kanun da!”).

Bunu teşkilâtın kurucusu Korkut Eken’in (Bozkurt Yarbay) TBMM Susurluk Komisyonu’na verdiği ifadeden öğrenelim, dilerseniz:

“… Evet, bunlar, güneydoğunun tabiî efendim, bütün kırsal kesimlerini karış karış dolaşan, diyelim ki, bir ay içinde yirmi günü dağda geçirip, üç beş gününü evde geçiren, basılması muhtemel en kritik arazi ve arızalarını bekleyen, ilçeleri bekleyen özel yetişmiş birimler. Bunların çoğu, inanın ifade almayı bilemez diğer polisler gibi. Bırakın pasaport işleri, bilmem ne şeyi, ifade almayı bilemez diyorum. Normal polisten; bunlar, sadece kırsal kesimde, askerlerin özel timleri gibi, sırf kırsal kesimde ama mücadele etmek üzere yetiştirilmiş, hazırlanmış birlikler. … Özel tim personeli diğer polisler gibi yetişmemektedir. Bunlar dağda, bayırda, gece ve gündüz her türlü iklim ve arazi şartlarında görev yapabilmesi, inisiyatifle hareket edebilmesi için, böyle serdengeçti tipte yetiştirilmektedir. Eğer, diğer polisler gibi pısırık -karakol polisi- sadece ifade almak için falan gibi yetiştirilirlerse, PKK ile mücadele etmeleri mümkün değil. Bunu yalnız ben polis özel timleri için söylemiyorum, bütün genel anlamda, askerin de özel timlerinin böyle yetişmesi gerektiğine inanıyorum. Ufak tefek bunların şeyi olacak tabii, başka türlü adam dağda aylarca kalamaz, aylarca PKK ile mücadele edemez, başından kurşun geçmeyen adam da bunları bilemez. …”[15]

Korkut Eken’in sözünü ettiği “ufak tefek şeyler”in ne olduğunu Kürt coğrafyasında yaşayan herkes biliyor… Kürt halkına nelere mal olduğunu da… En yakın örnek, AKP hükümeti ile Kürt hareketi arasındaki müzakerelere dayalı “Barış Süreci”nin sona ermesi ardından Ağustos 2015-Şubat 2016 arasında PKK’nin eylemleri gerekçesiyle estirilen “isyan bastırma” havasında gerçekleştirilen operasyonlardır. İlan edilen sokağa çıkma yasakları boyunca TİHV’in 22 Mart 2016 tarihli raporuna göre “en az 310 sivil” yaşamını yitirmiş, yüzlerce kişi yaralanmış, yaralıların tıbbi yardıma erişimleri engellenmiş, mahalleler yıkılmış, bölge halkı telafisi olanaksız maddi ve manevi kayıplara uğratılmıştır. Ayrıntılar için çeşitli insan hakları kuruluşlarının olayların ardından hazırladığı Suç Duyurusu”na[16] ve İHD, TİHV, MHD, bölge baroları gibi kuruluşların raporlarına bakılabilir. “Suç duyurusu”nda olan-bitenler “İnsanlık suçu” olarak tanımlanmaktadır. Raporlarda sayılan eylemlerin faili ise, hemen tümüyle maskelerinin ardına gizlenmiş, kimliklerinin tespiti mümkün olmayan, dolayısıyla da hiçbir zaman yargı önüne getirilemeyecek olan “Özel Harekât”çılardır. Görevleri arasında, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün tanıtım sitesinde, “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü kayıtsız ve şartsız korumak” bulunan[17] Özel Harekât”çılar… Eli silahlı bir güvenlik “birimi”ni böylesi bir “misyon”la donatıp böylesine kontrol dışı bırakırsanız, yapacakları “ufak tefek” şeyler, toplum nezdinde onulmaz yaralar açabilir…

Olasıdır ki bu sözlerin ardından, “Ya devletin güvenliği?” sorusu gelecektir.

Aslına bakılırsa sorun, elimizdeki en zengin örnek kaynağını oluşturan T.C. Devleti’yle sınırlı değil. Genellikle miladı 11 Eylül 2001 tarihine yerleştirilen “küresel terörle mücadele” stratejisi, çubuğun “Temel İnsan ve Yurttaş Hakları” ucundan “devletin güvenliği” ucuna doğru bükülmesini öngörmekte, devletlerin tasarrufları artan ölçülerde şeffaflıktan, denetlenebilirlikten uzaklaşmakta.

Afganistan’da gelinen duruma bakıldığında, ne denli “başarılı” olduğu bir hayli su götürür hâle gelen bu “güvenlik stratejiler”i, kanımca daha çok hem ulusal hem de küresel ölçekte büyüyen gelir uçurumuyla ilgili. OXFAM verilerine göre, 2019 itibariyle en zengin yüzde 1’lik dilimin servetinin 6.9 milyar insanın toplam servetinin iki katını geçtiği[18] bir dünyada, meşruiyeti de, yurttaş denetimini de, şeffaflığı da, demokrasiyi de sürdürmek, olanaksız…

Bu nedenledir ki devlet(ler) eşitsizliğin devasa (ve sürdürülemez) boyutlara eriştiği bir düzeni korumak adına maske taktıkça, yurttaşlar da maskelerine bürünüp sokaklara, meydanlara dökülmek zorunda kalıyor…

30 Ekim 2021, Çeşme Köyü

 

[*]    16-17 Ekim 2021’de on-line olarak düzenlenen “Maske” temalı 7. Siyasal Psikoloji Konferansı açılış konuşması.

[2]    Jean Baudrillard.

[3]    Archivistpress, “An Anthropology of Masks in Modern Protest Movements”, 25 Şubat 2016, https://archivistpress.wordpress.com/2016/02/25/an-anthropology-of-masks-in-modern-protest-movements/

[4]    Gülfem Uysal, “Mağara sanatı”, 2016 https://www.researchgate.net/publication/ 291137009_Cave_Art_Magara_Sanati

[5]    Polly Richards, “The Dynamism of Dogon Masks and Mask Performances”, https://www.menil.org/read/online-features/recollecting-dogon/dogon-now/dynamism-of-dogon-masks-polly-richards.

[6]    Doug Johnson, “Facing the Mask and Unmasking the Face, a Discussion of Masked Impersonation in North American Indian Religious Traditions”, 1984.

[7]    Jeffry S. Ravel, “Venetian Masks for Carnival and for finessing an archaic political order”, https://shass.mit.edu/news/news-2020-pandemic-meanings-masks-venetian-masks-historian-jeffrey-s-ravel

[8]    Mikhail Bakhtin, Rabelais and his World, Indiana University Press, 1984: 39-40.

[9]    Bkz. Thomas Nail, “The Politics of the Mask”, http://www.huffingtonpost.com/thomas-nail/the-politics-of-the-mask_b_4262001.html. Hiç kuşkusuz, politik arenada maske yalnızca sol hareketlerin eşitlikçiliğine işaret etmiyor. Ku Klux Klan gibi ırkçı yapılanmalar da, kovuşturmalardan kaçınmak için taktıkları kukuletalı maskeleriyle son derece katı bir hiyerarşi sergiliyorlar.

[10]  Aktaran Erhan Özcan, “Unmasking The Power: A Short Genealogy of Political Mask”, https://www.academia.edu/10203836/Unmasking_the_Power_A_Short_Genealogy_of_Political_Mask

[11]  Bakhtin, a.g.y. s. 255.

[12]  Mahmut Akpınar, “Gün Işığında Yönetim Açısından Türk Kamu Yönetiminde Açıklık ve Şeffaflık Sorunu”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Y.2011, C.16, S.2, s.235-261.

[13]  Emre Deveci, “Cumhurbaşkanlığı’ndan Örtülü Harcamada Rekor”, Sözcü, 16 Temmuz 2021, https://www.sozcu.com.tr/2021/ekonomi/cumhurbaskanligindan-ortulu-harcamada-rekor-6542418/

[14]  “Özel Harekât Polisleri mesleğin gerektirdiği gizlilik kurallarına riayet edilmesi bakımından Özel Harekât Daire Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilâtı yönetmeliği hükümlerine göre maske takmak zorundadır.” (https://www.internethaber.com/ozel-harekat-polisleri-neden-maske-takiyorlar-foto-galerisi-1738276.htm)

[15]  https://atin.org/newsdatabase_print.asp?pcmd=articleprint&articleid=245

[16]  ÖDAV (Özgürlükçü Demokrat Avukatlar Grubu) “İnsanlığa Karşı Suça İlişkin Dilekçe Örneği”, https://failibelli.org/wp-content/uploads/2016/06/%C4%B0nsanl%C4%B1%C4%9Fa-Kar%C5%9F%C4%B1-Su%C3%A7a-%C4%B0li%C5%9Fkin-Dilek%C3%A7e-%C3%96rne%C4%9Fi-%C3%96DAV.pdf

[17]  https://www.egm.gov.tr/ozel-harekat-polisi

[18]  Uluslararası Şeffaflık Derneği, “Küresel Servet Eşitsizliği Raporu”, http://www.seffaflik.org/wp-content/uploads/2020/02/Oxfam-K%C3%BCresel-Servet-E%C5%9Fitsizli%C4%9Fi-Raporu.pdf