Ana Sayfa Blog Sayfa 82

“Açları doyurmak” mı? Ya da “plazma hâli” üzerine…

Erdoğan, artık başka bir “hâl” içinde yaşamaktadır. Bazı Erdoğan seviciler, Erdoğan’ın maddenin üç hâli dışında bir başka “hal” içinde yaşadığını söylerlerdi de inanmazdık. Maddenin dördüncü hâlinden, “plazma” hâlinden söz ediyorlar. Galiba Erdoğan, bu “plazma hâli”ni yaşamaktadır. Saray’ın çakma Abdülhamid’i, o kadar övülmüş ve o kadar korkmuştur ki, maddenin 4. hâlini yaşadığına da inandırılmış. Bu “hal”de, gerçeklik tamamen siliniyor olmalıdır. Artık onun için kavramların anlamı değişmiştir. Korkuyor, korktukça diline vuruyor. Sadece “kendi varlığı” vardır ve onun dışında gerçeklik yoktur. Bu durum, “plazma hâli” olmalıdır.

İnsan biçimindeki varlıkların, maddenin hâllerine dönüşümleri kolay olmasa gerek. Katı bir hâlde var olabiliyor insan. Maddenin sıvı hâli ve gaz hâli ancak, “insan” biçiminde vücut bulmuş sermaye için söz konusu olabilir. Sermayenin insan hâline bürünmüş olan şeye biz kapitalist diyoruz. Demek, kapitalist, sıvı ya da akışkan hâlde ya da gaz hâlinde bulunabilir. Ama bu plazma hâli, yine de kolay bir iş değil.

Galiba, kişinin hem hırsız ve hem de en erdemli, hem katil ama hem de en peygamber, hem komisyoncu ama hem de en mümin olabilme, bunların tümünü aynı anda olabilme hâlidir bu plazma hâli. Bu da, doğal olarak herkese nasip olmaz. Sıradan adi hırsızları utandıracak kadar ilkesiz, sıradan katilleri mesleklerine lanet okutacak kadar vicdansız, tefecilerin ve rantiyelerin kıskançlığını başarı addedecek bir ruh hâlidir bu maddenin plazma hâli.

İşte bu plazma hâli, bir “yaratı” sonucudur. Efendilerinden korkan Erdoğan, şimdi, efendilerinin kendini yalnız bırakmasından korkmaktadır, bu nedenle, artık kendisi dışında hiçbir şey görmemektedir.

Bundan olacak, ülkede açlar olmasına şaşırıyor. Esnafın battığını yalan ilan ediyor, işçilerin açlık sınırının altında maaş aldıklarını “hayal” ilan ediyor. Tarımın çok da iyi olduğunu ilan ediyor. Kendisine “sen söylersen inanırlar” dendiği için, dili hiç mola vermiyor.

Ülkede açlar mı var? Bunu duyunca, çakma sultan, “açları da siz doyurun” diyor.

Bu sözü üzerine alan Kılıçdaroğlu, “siz oradan kalkın, biz doyuralım” diyor.

İşte size Saray Rejimi: Tekellerin, parababalarının, dolandırıcıların, savaş ekonomisinin, rantçıların, ülkeyi soyanların “olağanüstü” iktidarı. Karanlığın, yalanın, baskı ve şiddetin hüküm sürdüğü, işçi ve emekçilerin, halkın düşman olarak açıkça ilan edildiği Saray Rejimi budur.

Biri, “açları siz doyurun” diyor.

Diğeri de, “sen çekil biz doyururuz” diyor.

“Açları” doyurmak üzerinden “komiklik” yapıyorlar. Halkın eksilen ekmeği, işsizliği, açlığı, yoksulluğu onların alay konusudur. Açlık, işsizlik, yoksulluk, birine göre bir “zekât” konusu, diğerine göre ise sadaka sorunudur.

Oysa ülkenin açları, milyonlarca insandan oluşmaktadır. Ve bu milyonlarca aç, sizlerin zenginliklere hırsızlıkla el koymanızın, rantiyeci, savaşçı, yağmacı ekonominizin sonucu açtır. Sizlerin hizmet ettiği tekellerin, kapitalistlerin kârlarını yaratan işçilerdir aç olanlar. Onların açlığı, sizin efendilerinizin, kapitalistlerin zenginleşmesi nedeniyledir. Onların açlığı, fakirliği, fabrikalarınızda kanlarının emilmesi, emeklerine el konulması sonucudur. Onların açlığının nedeni, sizin savaş ekonomisini, rant ve yağma ekonomisini finanse etmek için koyduğunuz vergilerdir. Onların açlığının nedeni, sizin soyguncu sisteminizdir. Onların, milyonların açlığının nedeni, sömürü düzeninizdir.

Bir de onlarla alay etmektesiniz.

Bir yanda Erdoğan, diğer yanda Kılıçdaroğlu. Açlık, bir Karagöz-Hacivat oyunu hâline sokulmaktadır. Bu alay, bu aşağılama, bu kibir, işçi ve emekçilere, halka açıkça tepeden bakmanın ürünüdür.

Efendiler, Saray’dan bakıyorlar ve halkı aşağılamayı her gün işlerinin bir parçası olarak yapıyorlar. İktidarları, saray rejimleri, halkın omuzları, halkın cehennemi üzerine yükseliyor. Bu nedenle tepeden bakmayı sürdürebiliyorlar.

Demek ki, bu sistemi altüst etme zamanı gelmiştir.

Tepeyi aşağıya indirmek, saraylarını başlarına yıkmak zamanıdır. O zaman, bu aşağılanma son bulacaktır.

Efendiler, halk sizden “aç karnını” doyurmanızı istemiyor. Hayır. Yanılıyorsunuz.

Halk, sizin tokluğunuzun, sizin cennetinizin, hırsızlıkla onlardan aldıklarınıza bağlı olduğunu biliyor. Halk, kendi emeğine el koyan kapitalistler adına iktidar olduğunuzu gayet iyi biliyor. Halk, işçi ve emekçiler, bu soygunun her aşamasını gayet iyi biliyor. Yağma, rant ve savaş ekonomisini, oldukça yakından tanıyor. Çünkü işsizliğin, açlığın, yoksulluğun nedeni, sizin bu düzeninizdir.

Bu nedenle, aç karnımızı doyurmak ile yetineceğimizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Hayır, aç karnımızı doyurmayacağız, sizin iktidarınıza, sizin düzeninize son vereceğiz, onu yıkacağız, alaşağı edeceğiz, sizi o yüksek tahtınızdan indireceğiz, size çıplak ayaklarımızın altını göstereceğiz ve açlığa son vereceğiz, tümden ve herkes için açlığa son vereceğiz. Bizim olanı geri alacağız, tüm üretim araçlarını kamulaştıracağız, tüm iktidar aygıtlarınızı dağıtacağız. Sömürüye son vereceğiz ve bu sizin cennetinizin sonudur. İşçi ve emekçilerin halkın cenneti, işte o zaman başlayacak. Üreten, aynı zamanda yöneten olacaktır. Ve bu devrim, yeryüzünden tüm sınıflar, tüm devletler kaldırılana kadar sürecektir.

Bir daha hiç kimse emeği ve ekmeği çalamayacak, kimseye “ben bu üretim araçlarının sahibiyim” diyemeyecek ve kimse aç olmayacak.

“Açlar” diye bir kavram, ancak son öğününden bu yana acıkmış olanları ifade etmek üzere kullanılacak.

Bir daha asla, “açları kim doyuracak” diye sorular sorup, karşımıza hayırsever olarak poz verilemeyecek. Sadakalarınız, zekatlarınız artık işe yaramayacak, çünkü ne sadakaya muhtaç insanlar varolacak ne de “sadaka verebilecek” zenginler olacak. Herkes, emeğinin karşılığını alacak. Herkes, kendisinin içinde yer aldığı toplumun bir parçası, eşit bir parçası olduğunu bilecek. Kimse kimsenin emeğine el koyamayacak. Yemek, karnını doyurmak, hiç kimse için sorun olmayacak ve hiç kimse kimseye bir dilim ekmek için avuç açmayacak, köle olmayacak.

Yani, bugün halkla alay etmeniz için son günleriniz olabilir. Bugün zenginliklerinizle övünmek için son zamanlarınız olabilir. Bugünler kibriniz için en uygun anlar olabilir. Bugünler, tepede durduğunuz, saraylarda yaşadığınız son günler olabilir. Yeryüzündeki cennetinizi kaybetmeniz an meselesi olabilir. Yalnız kaldığınızda kendinize sorun, derinden gelen sesi dinleyin.

Aç olan biz değiliz.

Aç olan sizsiniz. Ne kadar çok alıyorsanız, ne kadar çok çalıyorsanız, ne kadar çok götürüyorsanız, size o kadar az geliyor.

Aç olan sizsiniz. Biz işçi ve emekçilerin, biz işsizlerin, biz açlar ordusunun sadece karnı aç. Sizin ise karnınız tok, ama gözünüz aç. Bu nedenle korkuyorsunuz. Bu kibriniz bundan. Bu nedenle, halkla alay ediyorsunuz. Bu nedenle çok yalan söylüyorsunuz. Bu nedenle çok konuşuyorsunuz. Bu nedenle dilinizden kan damlıyor. Bu nedenle elleriniz kan içindedir.

Çok korkuyorsunuz. Dilinize vurmuş.

Korkularınızda haklısınız.

İlerleme, kalkınma ve büyüme adına yok edilen doğa, çürüyen toplum…

Kapitalizm, mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir. İnsana ve doğaya zarar vermeden, sosyal kötülükleri azdırmadan, ekolojik dengeleri aşındırmadan yol alması mümkün olmayan, absürt, lanetli bir sistem, bir üretim tarzıdır… Gerçek durum böyledir ama söylem başkadır… Maalesef, insanlar ekserî yıkılanı değil, yapılanı görme eğilimindedirler… Ve bu tavır olup bitenleri meşrulaştırıyor, egemenlerin işini kolaylaştırıyor… Kapitalizmin ürettiği, kapitalizmi de yeniden ve yeniden üreten, sıradan insanı büyüleyen ileri teknolojiler, toplumsal refahı, iyi yaşamı değil, kârı artırmanın hizmetindedir… İşte şimdilerde insanlığın içine sürüklendiği çöküş tablosunun gerisinde, sistemin bu yıkıcı, yok edici temel eğilimleri ve dinamikleri var… Bu da kapitalizm dahilinde bir gelecek yok demektir…

1980’li yıllarda bir Fransız belgeseli izlemiştim. Bir Fransız sömürgesi olan Senegal bağımsızlığını kazanır [1960]. Paris’te mühendislik eğitimi almış biri Fransız, diğeri Senegalli iki mühendis karayolu yapımında görevlendirilirler. Güzergâhta bulunan bir köy ile mezarlık, yolun oradan geçmesi hâlinde yok olacaktır… Köylüler ayaklanırlar… Köyün muhtarı (daha doğrusu kabile şefi), “Bu bize ve ecdadımıza saygısızlıktır. Bu işten vazgeçin, bunu asla kabul etmeyiz,” der. Fransız mühendis, “Duyarlılığınızı anlıyorum ama bu yol kalkınma, ilerleme demek. Refahın artması, yoksulluğun ortadan kalkması demek. Yol yapıldığında istersen bir benzin istasyonu kurar, yanına da bakkal dükkânı açarsın,” diye karşılık verir… Bunun üzerine kabile şefi de, “Köyümüz, mezarlığımız yok edilmeden kalkınmak, ilerlemek imkânsız mı ki bunca ısrar ediyorsunuz?” diye sorar. Tabii onu kimse dikkate almaz ve jandarma köyü basar. Silahlı çatışma çıkmasına rağmen yol inşasına devam edilir. Tabii Senegal de, o günden beri, hızla ilerlemeye, kalkınmaya, büyümeye devam ediyor!..

25 dakika için…

Aydın-Denizli arasında duble yol (çifte yol) var. Hiçbir trafik sıkıntısı yok. Fakat yap-işlet-devret usulüne göre 150 kilometrelik otoyol ihalesi yapılmış. Otoyol inşası tamamlandığında yolculuk süresi 25 dakika kısalacakmış… 25 dakika için milyarlarca lira veya milyonlarca dolar/avro harcanacak… Büyük bir kaynak heba edilecek. Aslında asıl mesele 25 dakika değil; tabakhaneye bir şey taşımak söz konusu olmadığına göre… Asıl amaç sermayeye değerlenme alanı açmak…

Eğer zarar sadece bir mali kaynağın heba edilmesinden ibaret olsaydı, çok büyük kaygı konusu olmayabilirdi. Bu proje, onulmaz insanî ve ekolojik yıkımlara neden olacak. İnsanlar yaşam alanlarından kovulacak, evlerinden barklarından olacaklar… Mezarlıklarının üzerinden iş makinaları geçecek, en az 25 bin dönüm tarım arazisi berhava olacak, 5 bin dönüm bağ, bahçe yok olacak, 50-60 yıllık incir, zeytin, badem ağacı yok edilecek. Bin yıllardır bereket kaynağı olan, zaten can çekişen güzelim Menderes Nehri kuruyacak, bölgenin ekosistemi yok olacak. Aslında tam bir taammüden cinayet söz konusu… Artık Aydın’ın dağlarından yağ, ovalarından bal akmayacak… Ve tabii bu lanetli proje bir istisna değil; güzelim ülke onlarca, yüzlerce benzer yıkıma maruz…

İnsanlara bir otoyola ihtiyacınız var mı diye soruluyor mu? Onca itiraz dikkate alınıyor mu? Yöre halkına böylesi utanmazca bir zulüm neden reva görülüyor? Amaç belli: Bir sermaye grubunun bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalamasının, talan etmesinin önünü açmak… İşbitirici kapitalistlerin sermayesini büyütmek… Aslında işbitirici kapitalistler bu işi hazine garantili kredilerle yapıyorlar… Krediyi ekserî ödemiyorlar. Kendilerine bir de müşteri garantisi veriliyor… Müşteri yetersizse, devlet aradaki farkı ödüyor… Gelecekteki yolcu sayısı önceden saptanıyor… Kapitalist hangi yılda kaç kişi geçeceğini önceden biliyor… Herhâlde bu konuda özel yeteneği olduğu varsayılıyordur… Kütahya’daki Zafer havaalanı için verilen “uçuş garantisi” ne demek istediğime iyi bir örnek… Aslında bu, kapitalistleri maaşa bağlamaktır. Kapitalizmin mantığına bile aykırıdır…

Aydın-Denizli otoyolu için 7 milyar lira gerekiyormuş. 32 bin araç geçiş güvencesi verilmiş, geçiş ücreti de TL değil, 5 euro… Yan tarafta parasız çift yol varken siz bugünün kurundan 50 TL ödeyerek otoyolu kullanır mısınız? Kaç kişi gidiş-dönüş için 100 TL ödemek ister? Aslında verilen garantinin çoğunu geçenler değil, geçmeyenler ödeyecekler…

Fakat kapitalist, sonunda kapitalist devletin adamı. Kapitalist devlet neye var? Kapitalistleri zengin etmeye, ülkenin varını yoğunu yağmalatmaya… O ihaleleri yapmakla görevli memurlar verdikleri garanti rakamlarının uçuk olduğunu bilmiyorlar mı? Bile bile, utanmazca abartılı dosyalara neden imza atıyorlar? Aslında suç işliyorlar… Şimdilik rahatlar. Bal tutan parmağını yalamaya devam ediyor. Bu ihaleleri yapanların sadece toplum vicdanında değil, mahkemelerde de mutlaka hesap vermeleri gerekir… Hırsızlığa ortak olmanın bedeli mutlaka ödetilmelidir… Topluma tuzak kurmanın, toplumun geleceğini karartmanın bir bedeli olmayacak mı?

Son on yıllarda sermayenin mega projelere bunca yüklenmesi sebepsiz değil… Bunun iki nedeni var: Birincisi, artık sermaye geleneksel faaliyet (üretim) alanlarında yeteri kadar değerlenemiyor, değerlenme güçlüğü çekiyor. Çözümü doğayı yağmalamakta, canlıyı metalaştırmakta görüyor; ikincisi, bir proje ne kadar büyükse, kâr, yağma ve talan da o kadar büyüktür… Fakat asıl sorun sadece finans meselesini angaje etmiyor. Mega proje demek, mega ekolojik yıkım da demektir… Ekolojik dengelerin bozulması, toplumun geleceğinin karartılması demektir…

Kapitalizmi sorun etmeden, kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmadan, gereğini yapmadan artık hiçbir sorunun çözülemez olduğunun bilinme zamanı gelip çattı… Eski kafayla, eski siyaset anlayışıyla toplumun yüz yüze geldiği devasa yaşamsal sorunları çözmek, düzlüğe çıkmak mümkün değil… Bunun için de ilerleme, kalkınma, büyüme gibi kavramların kimin için ne anlama geldiğinin bilinmesi, muasır medeniyeti yakalama perspektifinin bir karşılığı olmadığının anlaşılması gerekiyor… İnsanlara ilerde işlerin yoluna gireceği, gelecekteki güzel günler için bugünün kötülüklerine katlanmak gerektiği söyleniyor… Yeni hedef 2053, olmazsa 2071… Anlaşılan yüz yıllık bekleme yeterli olmamış… Yakalamak mümkün değil ama başka şey yapmak mümkün.

Kapitalizmin krizi, pandemi ve seks – İdil Özkurşun

Foucault, Cinselliğin Tarihi çalışmasında cinsel ilişkiyle toplumsal ilişki arasındaki eşbiçimlilik ilkesini şu şekilde açıklar: “… cinsel ilişkinin -ki bu ilişki hep duhulün oluşturduğu bir model-edim, eylem ya da etkinlikle edilgenliği karşı karşıya getiren bir kutuplaşmadan hareketle düşünülmüştür- üstle ast, egemen olanla egemen olunan, boyun eğdirenle boyun eğen, yenenle yenilen arasındaki ilişkiyle aynı türdenmiş gibi algılanmasıdır. Haz pratikleri toplumsal rekabet ve hiyerarşinin alanıyla aynı kategorilerden hareketle düşünülür: Yarışmacı yapıda, karşıtlıklar ve farklılıklarda, partnerlerin karşılıklı rollerine atfedilen değerlerde hep benzerlik bulunur. Ve buradan hareketle, cinsel davranış alanında onurlu ve tümüyle değer verilen bir rolün bulunduğu anlaşılabilir: Bu, etkin olmayı, hâkim olmayı, duhulü ve böylece üstünlük kullanmayı gerektiren roldür.”

Cinsel ilişkinin toplumsal yapıyla beraber tekrar tekrar şekillendiğini, yahut sınıflı toplumlarda, bilhassa kapitalist toplumda cinselliğin ve hazzın toplumsal rekabet ve hiyerarşiyle ilişkisine dair aydınlanmak için değil Foucault’dan alıntı yapmak, dilimize yerleşmiş küfürleri incelemek, birkaç tanesini akla getirmek bile yeterli olacaktır. Ancak kendi yolunu kendi çizecek olan bu yazının girişinde bu alıntıya yer vermemin asıl sebebi, “cinsel davranış alanınında onurlu ve tümüyle değer verilen rol”ün tanımına dairdir. Elbette bu tanım, kapitalist toplum ilişkilerine koşullanmış bir cinsellik algısının sonucudur. Ve tıpkı sömürünün kendisinde olduğu gibi, kapitalist rekabette ve tüm ezen-ezilen ilişkilerinde olduğu gibi burada da onurlu olarak görülen, onursuz olanın ta kendisidir. Ve hazzın saf ve insanî olan tüm diğer onurlu hâllerini de kendince “onursuzlaştırır” ve değersizleştirir. Sapkınlaştırır. Oysa başat sapkınlık insana dair olandan sapmış kapitalizmin ta kendisidir.

En büyük pazarlama ilkelerinden biri olarak bildiğimiz “seks satar” fikri, artık tek başına yetersizdir. Seksin sunulması, gösterilmesi, uyarımı ve tüketime koşullaması yetersiz kalmaktadır. Seks hâlâ bir dikkat unsurudur; ancak seks iki bedenin birleşmesi yahut çıplaklığın uyarıcılığından öte, tıpkı Foucault’nun alıntısındaki gibi apaçık-aleni bir üstünlük rolünün ifadesi hâline gelmiştir. En çıplak hâliyle sunulmaktadır ki; seksapel güçtür, para da seks için en güçlü araçtır.

Her türlü alanda “tümgüçlülük” fikirlerine kapılmış burjuva için seks, artık bizzat gücün sınandığı alandır. Seks, kapitalist toplumlarda ahlâkçı devletlerin iddia ettiği gibi çeşitli fantazi veya “sapkınlıklar” aracılığıyla değil, bizzat burjuvaların ahlâkıyla kirlenmiştir. Daha önce bir yazımda Epstein davası üzerinden, kapitalizmin istismar kültürüne değinmiştim. Servetinin kaynağı dahi belli olmayan sözde finans danışmanı Epstein’in adeta saadet zinciri mantığıyla kurduğu istismar ve fuhuş ağı, her ne kadar sapkın bir sonradan görmenin fantazi dünyasının sonucu inşa ettiği bir ağ gibi gösterilmeye çalışılsa da davanın seyrinde, ABD’li senatörlerden zengin iş adamlarına, en ünlü Hollywood yapımcılarından en büyük manken ajansı sahiplerine, Victoria’s Secret’ın sahibinden Prens Williams’a kadar uzanan ilişkilerle, bu ağın küresel çapta finanse edilen ve adeta devletlerarası sırlarla mühürlenen bir istismar kültürüne dayandığını gözler önüne seriyordu. Epstein sadece bir görünen yüzdü. Bunun ülkemizde medya sektöründe de benzer yüzlerinin olduğunu düşünmek yanlış olmaz, benzer şekilde burada da TV programları, medya, markalar ve eskort tedariği arasında belirgin bağlar vardır. Türkiye’nin en zenginleri arasında geçen, medyada güçlü benzer yüzler vardır. Bunların kim oldukları ya da bulundukları konumları neye borçlu oldukları üzerine tahmin yürütmek çok da güç değildir.

Epstein davasında en çarpıcı olan kısımlardan biri, Epstein’in adeta saadet zinciri biçimiyle kurduğu fuhuş ağına katmak için kurbanlarını nasıl seçtiğiydi. Epstein ikamet ettiği bölgeye yakın oldukça yoksul bir muhitten seçiyordu kurbanlarını. İstismarcının kurbanını neredeyse sezgisel şekilde seçebilme, tespit edebilme kabiliyeti bilinir. Travmatik deneyimleri olan, duygusal yaralı kişileri tespit edebilme konusunda gelişkindirler. Burada, bunun da ötesine geçen bir “akıl” ortaya çıkıyordu. Ekonomik olarak mağdur ve muhtaç kadınlar Epstein ve ortakları tarafından tespit ediliyor ve bu ağa ekonomik olarak dahil ediliyorlardı. Ağa dahil edilen kadınlar başka kadınları kurban olarak getirdiklerinde daha çok para kazanmaya başlıyor ve fiziksel ilişkiden azad edilmekle mükâfatlandırılıyorlardı. Burada şunu da es geçmemek gerek; travmatik olarak yaralı olmak da yalnız bu örneklerde değil, birçok başka benzer örnekte de ekonomik ilişkilerle, yoksulluk ve açlık sınırında yaşamakla doğrudan ilişkiliydi. Açıkça burada asıl aranan mağduriyetti. Son derece zengin ve güçlü bu adamların, bu kadınlarla yaşadığı ilişkide, cinsel birleşmenin kendisinden mi yoksa karşılarında tam da hayallerini süsleyen bir mağdur bulabilmiş olmanın hazzını mı aldıkları sorusu üzerine düşünmek gerekir. Öyle ki artık cinselliğin kendisi de nesnesi de kapitalist ilişkilerle eşbiçimlidir onlar için.

Tıpkı şu an tüm dünyada meşrulaştırılırcasına sunulan ve gündemleşen sugar daddy/sugar mommy örneklerinde olduğu gibi. Bu şekerlikleri ancak rafine şeker, babacanlıkları ‘devlet baba’yla örtüşebilecek sugar daddy’ler, temel ihityaçlarını, lüks tüketimlerini, eğitim masraflarını, aslen istedikleri tüm finansal desteği verecekleri ve aynı zamanda akıl hocalığı yapacakları kendilerinden yaşça oldukça küçük kişilerle ilişki arayışındadır. İlişkide her iki taraf anlaşmanın kurallarına uyacak, ilişki içinde istismar meşrulaştırılacaktır. Sugar daddy’lerin bir kısmı beklentileri içerisine cinsel birlikteliği koymuyor gibi görünse de, hemen tüm örneklerinde görüldüğü üzere cinsel ilişki, anlaşmanın gizli-aleni maddesidir. Üstüne üstlük 2015’te BBC’nin konuyla ilgili hazırladığı radyo belgeselindeki bir “sugar baby”nin açıklamalarında görüldüğü gibi, sugar daddyler açıkça cinsel ilişkiyi anlaşmanın bir parçası hâline getirmese de bu ilişkiye dahil olan kadınlar minnet ve borçluluk hislerinden kurtulmak adına cinselliği kullanmak yoluna itilmişlerdir. İçinde, duygusal, cinsel istismarın, mağduriyet kodlamalarının, şantaj ve şiddetin yer aldığı bir dehliz. Sosyal ağlarda özellikle son zamanda daha da çok “beni finanse edecek bir sugar daddy arıyorum” paylaşımlarının, çağrılarının arkasında yatan model budur. Başlarda sugar daddylerle sugar daddy arayanları buluşturan date uygulamalarıyla kendini gösteren bu fenomen, artık kullanıcı sayısının da en çok olduğu Instagram, Twitter, TikTok gibi uygulamalarda daha görünür olmaya başlamış, geleceksizlikle sınanılan bir zamanın içinde Linkedin gibi iş dünyası için tasarlanmış, iş ve işçi bulma uygulaması da sayılabilecek sosyal iş ağında da “sugar daddy” aranıyor ilanları ve “sugar baby” pozisyonu için başvurular açılmış vaziyettedir.

Gelelim bu görünürlüğün farklı sebeplerine…

Pandemi, tüm dünyada görünür olan ekonomik krizi derinleştirmeyi aslında koşullamasa da, pandemi sürecinin yönetilmesi kısmındaki uygulamalar ve burjuvaların krizi fırsata çevirme hamleleriyle ekonomik kriz daha da derinleşti. Ve elbette bununla birlikte pandemi süreci tüm dünyada sosyal yaşamı da bir ölçüde yeniden şekillendirdi. Yalıtılmış bir yaşantı, bir açıdan uzun yıllardır dayatılan bireyci yaklaşımları kişiler nezdinde sorgulatsa da, yani bu süreçte tüm dünyada insanın bir başka insana ihtiyaç duyan bir canlı olduğu gerçeği -bireylerin psikolojisi üzerinden düşünüldüğünde dahi-, insanın toplumsallığı daha net gözle görülür hâle gelse de pratikte bu ihtiyacı karşılayacak mekânlar kimi zaman ihtiyaç dahilinde kimi zaman devletlerin çıkarlarını koruyan şekillerde ortadan kaldırılmıştı. Sosyal medyanın gücü de bu süreçte daha çok hissetirecekti elbette kendisini.

Pandemide sosyal medya belirgin bir ihtiyaç hâline mi gelmişti? Aslında bu soruyu öznesinden bağımsız sormamak gerek. Kim için ihtiyaç hâline gelmişti? Kullanıcılar açısından bir kitle iletişim aracı olarak düşünüldüğünde elbette birçok şeyi kolaylaştırıcı rol üstlenmişti.

Öte yandan pandemiyle birlikte sokakların kısmen boşalması, mekânların kapanması, televizyon gibi etkin eski tip kitle iletişim araçlarının zaten uzun süredir etkinliğini yitirmiş olmasıyla birlikte, dijital medyanın reklam geliri en önemli kaynaklardan biri hâline gelmişti. Şunu sormak gerekiyor, eğer ki pandemiyle birlikte sosyal medyayı kullanma şekillerimizde bir değişimden bahsedebiliyorsak -ki buna çoğumuz itiraz etmeyecektir- bu bizim yeni bir iletişim, yeni bir sosyalleşme biçimine duyduğumuz ihtiyaçtan mı gelişmiştir, yoksa bu değişim, bu pastadan pay almak isteyenlerin sosyal ağları dönüştürme yarışı içinde bize dayattıklarından mı kaynaklanmaktadır?

Şu an sosyal medya devleri “seks satar” ilkesi ile “seksi satmak” arasında mekik dokumaktadır. Bunu sosyal medyayı ucundan kıyısından kullanan hemen herkes gözlemleyebilir.

Şu an en çok kullanılan Instagram ve Twitter gibi uygulamalar, sosyal medyada ciddi bir reklam geliri elde etmeye başlayan çeşitli “date” uygulamaları ya da doğrudan finansal köle, sugar daddy/mommy talebini karşılamaya dönük uygulamalarla rekabet edebilmek adına gizlilik politikasında ve uygulama içi özelliklerinde dönüşüme gitmektedir. Instagram’ın Snapchat ve Tinder gibi uygulamalarla yarışabilmek adına mesaj kutusunda kaybolan fotoğraf/video ve kaybolan yazışmalar gibi özellikler getirmesi bunun sonucudur. Elbette uygulamaların birbirleriyle rekabette belli özellikler geliştirmesi anlaşılırdır. TikTok’un dünyayı sarsmasıyla birlikte Instagram’ın benzer bir video seçeneği geliştirmesi de bunun gibidir. Ancak mesaj kutusuna gelen özellikler başka bir “ihtiyacın” karşılığıdır. Tinder’da dolaşmana gerek yok, benim uygulamamda kal, demektedir basitçe. Sosyal medyayla dönüşen seks algısına hitap etmektedir. Buna dönük hizmet geliştirmektedir. Bir yeni çağ fetişine teknolojik zemin üretmektedir. Zira bu şekliyle algılanan veya deneyimlenen cinsellik bir cinsel sapmaya, bir fetişizme -eşittir diyemesek de- denk düşmektedir. Cinsel ereği gerçekleştirmeyen bir cinsel eylem nihayetinde teknik olarak bir fetiştir. Bu fetişi yaratan gerçekten pandemi midir? Yoksa cinselliği görselle eşleştiren, yılların seks medyasının, bugünün dijital medyada reklam payı kapma yarışının sonucu mudur? Yılların seks satar anlayışıyla gelişen algının bugün hazla birlikte yeniden pekiştirilmesi midir? Nitekim bugün sosyal medyada yine, seksapel güçtür, para da seks için en güçlü araçtır.

Evet seks satmaktadır, porno endüstrisi şu an dünyanın en gelişmiş endüstrilerindendir. Ve çok ciddi bir reklam geliri vardır. Şu an Twitter’da pornoya erişimin olması, Twitter’ın sözde katı hassas içerik politikalarını porno için esnetiyor olması, bu alanda ciddi reklam içeriklerine yer veriliyor olmasından farklı açıklanabilir mi? Öte yandan kendileri, Tumblr’ın pornografik içeriğe kesin sansür uygulamasından sonra daha ilk ayda kullanıcılarının %30’unu kaybettiğinden de muhtemelen haberdarlardır. Üstelik araştırmalara göre Tumblr’ın kaybettiği bu kitlenin Twitter’a kaydığını düşünürsek, bu esnekliğin nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. TikTok’un da pornografik içerikle ilişkisi, sosyal mecradaki tahtını kaybetme riskini göze alma riskiyle karşı karşıya kalana kadardır.

İşte bu yüzden, yine “seks satar” ilkesiyle işleyen bu mecralarda “seksi satmak” da görünür hâle gelmiştir. Instagram’da herkese açık herhangi bir hesabın paylaşımının yorumlarında bot hesaplar üzerinden eskort ilanları dönmektedir. Son dönemde konuyla ilgili yapılan araştırmalarda fuhuşun da sosyal medyanın etkisiyle sektörel olarak büyüdüğü ve WhatsApp, Tinder, Facebook, Instagram, Snapchat gibi sosyal medya ağlarının, fuhuş sektöründe dünya genelinde yaygın bir şekilde kullanıldığı ve fuhuş çetelerinin online fuhuş ticaretini organize ederken, kara para aklama gibi eylemlerde de bulundukları belirtiliyor.

Dönelim şu sugar daddy meselesine, dünya üzerinde en fazla kullanılan sugar date uygulamasının 22 milyonun üzerinde kullanıcısı bulunmakta. Bunların büyük çoğunluğunu Hindistan, Endonezya, Malezya, Japonya, Tayvan, Güney Kore gibi Asya ülkeleri, Romanya, Ukrayna, Yunanistan -keza Yunanistan örneği ekonomik kriz sonrası oluşan tablonun fuhuşu bir kesim için adeta hayatta kalabilmek için zorunlu kılar hâle getirdiği düşünülürse ayrıca incelenmeye muhtaçtır- gibi Avrupa ülkelerinden katılımcılar oluşturuyor. Özellikle Asya ülkeleri üzerinden yapılan araştırmalarda pandeminin etkisiyle daha da zorlaşan ekonomik koşulların bir sonucu olarak bu uygulamaya rağbet de arttı. Kullanıcıların yoğunlaştığı ülkeler, pandemiyle birlikte gelir eşitsizliğinin, işsizliğin arttığı ve aynı zamanda zengin azınlığın da bu süreçte daha da zenginleştiği ülkeler. Keza Türkiye’de de sugar daddy kavramının yahut finansal köleliğin sosyal medyada gündemleşmesi de bu sürece denk geliyor.

Sosyal medyada birçok mecrada paylaşımlar üzerinden mizahı dahi yapılarak gündemleştirilen ve reklamı yapılan, Linkedin’de ilanları açılan, bu “kariyer alanı”nın ardında derinleşen ekonomik krizin etkilerinin yattığını söylemek ne kadar yanlış olur? Günümüzde sosyal medyada viral reklamların paylaşımlar üzerinden nasıl yapıldığına dair az çok fikrimiz var ve gözümüz az buçuk açıksa, aslında bu sugar daddy paylaşımlarının birçoğunun da bu işin, bu alanın, bu uygulamaların bir reklamı olduğu gerçeğini görebiliriz. Öte yandan bu yolla meşrulaştırılan, ekonomik gereksinimlerini karşılamak üzere kendinden oldukça yaşlı bir başkasıyla cinsel birliktelik yaşamak fikri, bir anlamda kurtuluş yolu olarak gösterilmektedir. Kapitalizmin krizinin açığa çıkardığı tabloda, çürümüşlüğünün en belirgin olduğu bir zamanda, hem kriz hem pandemiyle birlikte geleceksizlik fikrinin ve buna bağlı kaygıların bilhassa gençler üzerinde arttığı bir zamanda, kapitalizm kendi ahlâkı içinde bize bir çözüm yolu sunmaktadır. Bu aynı zamanda burjuvazinin iliklerine kadar işlemiş istismar kültürünü de ve Epstein skandalıyla açığa çıkan fuhuş ağı ve benzerlerini de meşrulaştırmaya çalışan bir biçimdir. Ve görülmektedir ki bu kriz ortamında, bu fikir karşılık da bulmaktadır.

2015’te BBC’nin yaptığı röportajlarda da görüldüğü üzere genç kadınlar, eğitim masraflarını karşılayabilmek ve insanî koşullarda hayatlarını sürdürebilmek amacıyla “sugar baby” olmayı seçmiştir. Birkaç yıl önce Türkiye’de de üniversitelerde eskortluğun yaygınlaşmaya başladığını biliyoruz. Bunun arkasındaki en belirgin kaygı geleceksizlik kaygısıdır. Sugar daddy’lerin ilanlarındaki vaadler ve buna karşılık verenlerin beklentilerinden gördüklerimiz bize şunu anlatır: Çarpıcı bir şekilde, bedenini satmak yalnızca açlık ya da derin bir yoksulluğun eseri değildir, kapitalist ilişkilerle donatılmış bir yaşam içerisinde, toplumsal bir yoksunluğun sonucuna evrilmiştir. Ötekinin kendi bedenine duyduğu ihtiyacı paraya çeviren de değil, ötekinin parasına ve dahası gücüne, ilişkilerine, onun çevresine, imkânlarına ihtiyaç duyarak ötekinin nesnesi olmak için ödün vermek hâline gelmiştir. Bu ilişki biçimi elbette ki çok uzun yıllardır süregelmiş bir ilişki biçimidir; ama görülüyor ki bugün artık bu da belli sözlü, yahut yazılı anlaşmalarla yapılan bir alışverişe dönmüştür. Sugar daddy’ler akıl hocalığı ve ruhanî koçluk vaad etmektedir. Arzulanan olduklarına çoktan emindirler. Belki de bu sebeple bunu bir fuhuş ilişkisi olarak görmez ya da dile getirmezler. Bunun meşrulaşmasının ardındaki çirkin ve kaygan zemin belki de budur.

Dijital medyada nasıl ki pandemi yeni uygulamalarla fırsata çevrildiyse bu da onun bir başka ayağıdır. Hem gençlere, eskortluğun allanıp pullanıp temize çekilmeye çalışıldığı yeni bir kavramla -ki eskortluk da zamanında benzer işlemlerden geçmiş bir kavramdır- alternatif bir yaşam, bir çıkış sunuyor hem de krizden yine faydalanarak fuhuş ağını genişletebileceği alanlar açıyor. Bunu yaparken sosyal medya üzerinden sekse ve cinselliğe yaklaşımı da dönüştürecek hamleler yapıyor. “Eşbiçimli” şekilde…

Konuya bir başka açıdan bakarsak böylesi ilişkilerin, toplumsal koşullardan kaynaklı tercih edilebilir olması, bir anlamıyla hazdan, daha doğrusu en çiğ ve en öz hîliyle cinsel hazdan vazgeçişin bir göstergesidir. Aslında şaşırtıcı değildir. Kapitalizm bizden kolayca erişilebilir olan mutluluğumuzu çalıp, bizi mutlu olma yarışına soktuğu gibi, en basit hazzımızı da bizden alıp, onu metaların hükümranlığında bir yerlerde çürütmüştür. Evet, seks satar. Seks satar, sanki bu seksin kötücüllüğünden kaynaklanırmışcasına ifade edlir bu üstelik. Derinine indiğimizde Ortaçağ söylemleriyle çokça kesişir niteliktedir. Evet, seks satar. Zira, kapitalizm, bizi insanca bir yaşamdan olabildiğince uzaklaştırırken, bize en insana dair olanı, en insanca olanın hayalini satar daima. Mutluluğu, biraradalığın gücünü, seksin hazzını ve dahasını… Bize, bizim olanı yeniden üreterek satar. Metalaştırır. Ancak bunun sürdürülebilirliği yoktur.

Yazıyı Cristopher Caudwell’den bir alıntıyla tamamlamak istiyorum. Caudwell “Değişen Değerler Üzerine” başlıklı yazısında bu açmazı şöyle tarif eder:

“Burjuva toplumsal ilişkilerinin tükenmesiyle birlikte tutkulu burjuva sevgisi de ekonomik yıkım karşısında solmaya başlar. … Burjuva toplumsal ilişkilerinin tükenişinin zorunlu sonucu olan bu durum ‘günah’, ‘gençlerin hafifliği’, ‘evlilik kurumunun iflası’, ‘giderek artan gelişigüzel cinsel ilişkiler’, ‘doğum kontrolünün sonucu’ vb. olarak suçlanır. Ancak tüm bu fesat, konumuzun dışındadır. Tutkulu burjuva sevgisi kendi ölümünü gerçekte kendisi hazırlamıştır. …

“Bugün sevgi, burjuva toplumsal ilişkilerinin ona aşıladığı yanlışlar ve yoksunluklar üstüne dehşet verici bir suçlama metni hazırlayabilir. Dünyanın çektiği acı ekonomiktir ama bu, onun para olduğu anlamına gelmez. Böyle düşünmek burjuvanın yanlışıdır. Tam da ekonomik olduğu için toplumsal insanın en sevecen ve en değerli duygularını içerir. İnsan, burjuva ilişkilerinin elinden aldığı zengin duygusal yetilerini ve toplumsal sevecenliğini doyurabilmek için boşu boşuna dine, nefrete, vatanseverliğe, faşizme ve kendi yaşamında tadamadığı düşsel aşklar çizen roman ve filmlerin duygusallığına döner. Bu yüzden nevrotik, mutsuz ve hastadır, savaş ve Yahudi düşmanlığının kitle nefretine, gülünçlüğüne karşın hastalıklı olan Kraliyet Yıldönümü ve Cenaze töreni heveslerine ve Hitlerlerle Aryan büyükannelere çılgın, saçma bağlılık gösterilerine yatkındır. Bu yüzden yaşam ona boş, kokuşmuş ve yararsız gelir. Ne erkeklerden ne de kadınlardan tat alabilir.

“Böylece insanlar arasındaki tüm duygusal ilişkileri meta ilişkisine dönüştüren burjuva toplumsal ilişkileri, kendi yıkımlarını hazırlarlar. … Bugün sevgi ve ekonomik ilişkiler iki ayrı kutuba toplanmış gibidirler. Bir kutuba insan içgüdülerinin tüm kullanılmamış sevecenliği toplanır, ötekine de yalnızca metaya ilişkin baskıcı haklara indirgenmiş ekonomik ilişkiler yerleşir. Bu kutupsal ayrışma korkunç bir gerilimin kaynağıdır ve burjuva toplumunun engin dönüşümüne yol açacaktır. Bu ikisi, devrimci yeniden yıkıp yeniden yapma süreciyle birbirlerine dönmeli ve yeni bir sentezde erimelidirler.”

Gerçekten de, “bizi kurtaracak olan, kendi kollarımızdır!”

“Gömülecek bir yerimiz bile yoksa vatanda
Ve dövülmüş köpek gibi yalnızsak
Bu suç bizim suçumuz ey emekçiler
Bu karanlık bizim karanlığımız!”

Aslına bakılırsa, bunda şaşırtıcı bir şey de yok. İki bakımdan:evlet-mafya ilişkileri” ya da daha kapsamlı bir deyişle “devlet-çete ilişkileri” bu ülkenin, deyim yerindeyse, “sabite”lerindendir; gündem döner dolaşır, eninde sonunda bu konuya gelir… Adeta bir devlet rutini…

  1. Devlet geleneği

Videolarıyla son dönem geniş bir izleyici kitlesini bilgisayar ekranlarına kilitleyen Sedat Peker’in sıkça çağrı çıkardığı (Osmanlı dönemi) “serdengeçti”ler, “deliler” vb.den bu yana, devlet, nizamî güçleriyle üstesinden gelmesi “uygun” olmayan kimi “vurdu-kırdı” işlerini “fedaî”lerine yaptıragelmiştir. İttihat Terakki’nin siyasi suikastlarını yaptırdığı 99. Bölük ya da “Fedai Zabitan” böyle bir yapılanma, örneğin. Ermeni Soykırımı’nda müebbetlik mahpusların salıverilerek tehcir edilen Ermeni kafilelerinin üzerine saldırtılması da aynı geleneğin bir izdüşümü.

Ya da İttihat Terakki ile hem bir “kopuş” hem de bir “süreğenlik” diyalektiği sergileyen Kemalist rejimin ilk yıllarında istihdam ettiği Topal Osman’lar, Yahya Kâhya’lar, İpsiz Recep’ler…

Dedim ya, bu coğrafyada devlet, Osmanlı’dan bu yana kendi “meşruiyet”ini zorlayacak, ellerini kirletecek işleri “fedailer”ine yaptıragelmiştir. Bir “devlet geleneği…”[1]

Cumhuriyet tarihi boyunca bu “geleneğe” sıkça müracaat edilegeldi: Sabahattin Ali’nin katledilmesi, Turan Emeksiz’in öldürülmesi, 6-7 Eylül olayları… Ancak bu ilişkilerin tarihinde birkaç “kritik nokta”dan biri, söz konusu “devlet geleneği”nin, NATO bünyesinde olası bir “Varşova Paktı istilası”na karşı kotarılan uluslararası ölçekli anti-komünist bir gayrı-nizamî savaş örgütü olan Gladio ile çakışmasıdır. Gladio’nun Türkiye ayağı “Özel Harp Dairesi” ve benzeri kontr-gerilla örgütlenmeleri, özellikle 1970’li yıllarda sol/devrimci güçlere karşı sıklıkla kullanılmış, katliamlar, suikastlar, yargısız infazlar, insan kaçırma, sabotajlar gibi faaliyetlerde araçsal olmuştu. Bu “operasyonlar”da “devlete/güvenlik güçlerine yardımcı” sivil kişilerden bolca yararlanıldığı sonradan açığa çıkacak, giderek dönemin “para-militer” odağı MHP ileri gelenlerince de ikrar edilecekti.

1970’li yıllarda Batı Avrupa ülkelerinde (İtalya, Portekiz, Yunanistan, Fransa, Belçika, Almanya…) kötü şöhretli operasyonları iyice açığa çıkan Gladio, 1990’ların başında, tasfiye edildi… En azından Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde…

Türkiye’deki faaliyetlerinin deşifre olmasına rağmen, “devletlûlar” tınmayacak ve kontrgerilla yeni adlar ve kisvelerde faaliyetlerini, -ağırlıklı olarak Kürt savaşına odaklanarak- sürdürecekti…

Bu coğrafyada çete/mafya-devlet ilişkilerinin tarihinde bir başka dönüm noktası da sanırım bu momente denk düşmektedir. 1970’li yıllarda “komünizmle mücadele” bağlamında istihdam edilen “devlete yardımcı” çeteler, 1980’lerin uluslararası kırılmaları çerçevesinde “iş dünyası” ile kalıcı ve karanlık ilişkiler kurdular. Öncelikle, ekonomik krizin yarattığı zeminde çek-senet tahsilatıyla başlayan bu simbiyozun çapı zamanla genişledi. Miyase İlknur, Zehra Özdilek ve Tuğba Özer’in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve ülkenin 40-50 yıllık “mafyatik” tarihinde devlet-iş dünyası-mafya ilişkilerine ışık tutan, son derece yararlı bir “bellek tazelemesi” niteliğindeki “Kirli Üçgen: Siyaset-Mafya-Ticaret” başlıklı yazı dizisinde “ülkücü mafya”nın “zuhuru”yla ilgili şöyle deniyor:

“1980’den sonra Türkiye’de bir de yeni tip bir mafya türedi. 12 Eylül’den sonra tutuklanan kabadayıların ya da mafya babalarının yerini ülkücü mafya doldurdu. Dışarıdaki klasik mafya gruplarıyla çatışmaya giren ülkücü mafya, 1981’de ortaya çıktı. Önceleri çek-senet tahsilatı, eğlence yerlerinden haraç toplama, belediyelerin çay bahçesi ve otopark ihale işlerini şiddet yoluyla ele geçirme işiyle ilgilenen Ülkücü mafya, biraz palazlanınca işleri büyüttü. Yanlarında silahlı en az 100 adam bulunan ve çoğu da ülkücü olan bu şebekeler, MİT, Emniyet ve siyasiler tarafından kullanılır. Kimi zaman para sahiplerini korumada, kimi zaman Kürt işadamlarının öldürülmesinde, kimi zaman konuşmasından endişe edilen birinin yok edilmesinde, kimi zaman da yurtdışı operasyonlarda ya da kara para sahiplerinin mallarına çökülmesinde, hatta siyasilerin kurultaylarında rakipleri sindirmede kullanılan bu organize suç örgütlerinin liderlerine Emniyet ya da MİT kimlikleri, sahte pasaportlar, polis koruması, çakarlı arabalar tahsis edilir. Bir süre sonra ya çok fazla bilgiye sahip olduklarından ya da aralarında rant paylaşımı nedeniyle ayrışma yaşandığından bunlardan kurtulmak istenilir. İşte o zaman da ateş topuna dönen bu kullanışlı şebeke liderleri dönüp sahibini vurur.”[2]

Kuşkusuz, bu “palazlanma”nın bir ayağı da küresel ve çok yüksek kârlı bir alana dönüşen uyuşturucu ticaretiydi. Narko-gelirler girift uluslararası finans ağlarında aklanıyor, turizm, nakliyecilik, yolcu taşıma, eğlence sektörü ve futbol gibi sektörlere aktarılarak uyuşturucu tacirlerine “iş adamı” statüsü sağlıyordu. “Devlete yardımcı” çeteler böylelikle mafyatik kapitalizmin aktörlerine dönüşürken devlet de (özellikle de Kürt savaşının finansmanında kullanılan narko-gelirler sayesinde) “mafyalaşacaktı”. Durum artık devletin kontrolünde yürütülen bir tetikçilik misyonunu aşmış, taraflar arasında kimin kime hükmettiği muğlak ve oynak simbiyotik bir ilişkiye dönüşmüştü (Gazeteci Deniz Yücel, uyuşturucu kaçakçılığından müebbede hükümlü ve Hollanda’da cezaevinde yatan Hüseyin Baybaşin’in Med TV’de yayınlanan bir röportajda, “Bizim için uyuşturucu işi o zaman bir suç, bir yasak değildi, bizim için bir devlet sektörüydü… Başımıza bir aksilik gelmezdi” dediğini aktarıyor).[3]

Bir başka deyişle, devlet-çete ilişkilerinin devlet-mafya ilişkilerine evrilmesi ile,[4] devletin para-militer yardımcıları, yağmadan pay (Ermeni Soykırımı’nda “çökülen” Ermeni gayrımenkulleri, kurbanlardan gasp edilen ziynet eşyaları, Karadeniz’de Pontusluların yağmalanması, Beyoğlu’nda yakılan Gayrımüslim dükkânlarından götürülen top kumaşlar, antika eşyalar, ve tabii tecavüz edilen kadınlar…) almalarına göz yumulan “ayak takımı” pozisyonundan, “muteber iş adamı” pozisyonuna yükseldi.

Sedat Peker’in videolarında sık sık çağrı çıkardığı “40 yaş altı” kuşağa şaşırtıcı gelebilir, ama bu topraklarda devlet-çete ilişkileri, görüldüğü gibi hiç de yeni değil. Uzun ve hemen kesintisiz bir tarihe dayanıyor. İfade ettiğim gibi, bu ilişkinin bir yanı “raison d’état”, yani devlet aklı. Devletin bir takım “yasadışı” işlerini tetikçilere ihale etmesi: Gayrımüslimlerin tasfiyesi, Alevîlerin sindirilmesi, sol yükselişin bastırılması, Kürt hareketinin imhası…

Tabii bu, o kadar yalın değil… “Devlet aklı” ya da kendi deyişleriyle “devletin âlî menfaatleri” çoğunlukla mafyayla “iş tutan” bürokratların (özellikle de emniyet/istihbarat bürokrasisinin) ve siyasetçilerin başvurduğu bir kisve. Yoksa 90’lı yıllar, “bölücülüğe karşı savaş” adı altında mafya ile işbirliği içinde uyuşturucu ticaretinden nemalanan, bazıları karanlık işlere bulaşmış Kürt iş adamlarını tasfiye edip mallarına çöreklenen, iş adamlarına “hakkında PKK (sonradan FETÖ olacak) ile ilişkiden dosya var” deyip para sızdırarak dünyalığını doğrultan bir sürü “devletlû”yla tanıştırdı bizi.

Devlet-Mafya Sermaye Üçgeninden Bir Tipoloji: Mehmet Ağar

Tipik örnek, Mehmet Ağar. 1980’lerden 2020’lere sarkan 40 yıllık karabasanımız. İşte kısa bir “biyografi”:

İlk sahneye çıkışı, Kenan Evren’in arşivinden çıkan bir mektuba göre kendini “Türkiye’de ilk defa resmî olarak Alevî-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim. 1976 yılının ocak ayında Malatya Beylerderesi olayından sonra, Malatya il merkezindeki 40 bin Alevî Kızılbaş’a kan kusturdum. Yavuz Selim’den sonra en büyük Alevî-Kızılbaş düşmanı benim, bunu ispat ettim ve ispat etmeye de devam edeceğim,” sözleriyle tanıtan 12 Eylül’ün Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirdiği çete işbirlikçisi Şükrü Balcı’nın yardımcısı olarak başladı kariyerine.[5] Fikri Sağlar’ın deyişiyle, “Şükrü Balcı’nın yetiştirmesi.”[6] 1984-1988 arasında Terör ve asayişten sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı konumundaydı… Eski Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel’in Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadeye göre[7] Özal ailesi ile kurduğu sıcak ilişkiler sayesinde yeri çok sağlamdı. Bakın dönemin başbakanı Turgut Özal’ın MİT’ten Mehmet Eymür ve Hiram Abas ekibine hazırlattığı raporda o dönemdeki “işleri” hakkında neler deniliyor:

“Esasen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün çeşitli irtibatları arasında aşırı sağcı unsurlar bulunmaktadır. Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar, Süleymancı Kemal Kaçar’ın koordinatörlük yaptığı şirketin sahipleri İbrahim Aslan ve Mahmut Şahin ile yakın temas hâlinde olup bu şahıslara gizli kalması icap eden soruşturma ve tahkikatlarla ilgili bilgi vermektedir. İbrahim Aslan’a ait Aslan Nakliyat, TIR taşımacılığı yapmakta 150 TIR’a sahip bulunmaktadır. İbrahim Arslan, Malatya Vali şoförlüğü sırasında uyuşturucu ve silah ticareti yapmıştır. Mahmut Şahin’e ait Şahlan Nakliyat, deniz ticareti ile iştigal etmektedir. Hira 1-2-3 gemileri bilinmektedir. Şahlan ve Aslan nakliyat firmalarının genel koordinatörü Süleymancı lider Kemal Kaçar’dır.”[8]

Ancak sadece şüphelilere bilgi sızdırma değil; rapor, Ağar’ı düpedüz emniyet ile yeraltı dünyası arasındaki ilişkileri koordine etmekle suçlamaktadır: “2/H) Esasen, Ünal Erkan başkanlığındaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü üst düzey kadrosu, İstanbul’daki yer altı dünyası ile yakın ilişki içindedir. Bu ilişkinin en büyük koordinatörü emekli cinayet masası şefi Ahmet Ateşli ve Mehmet Ağar’dır.”[9]

Daha da vahimi, rapor Ağar’ı “uyuşturucu ticaretiyle bağlantılı” olmakla suçlamaktadır: Ağustos 1985’te Milano’da yakalanan uyuşturucu tacirlerinin üzerinden çıkan telefon numaraları, Ağar’a aittir. Hemşerilerin işlediği cinayetleri örtbas etmek (Kebapçı “Set Kemal” olayı), “Fındık Kralı” Lokman Kondakçı’yı bir yeraltı grubuna dövdürüp ardından himayesine almak, hayali ihracatçı Turan Çevik’i tehdit ve baskıyla haraca bağlamak vb.[10] ise, cabası…

Tabii bütün bu ilişkiler, Ağar’a hiç de yabana atılmayacak bir “dünyalık” sağlayacaktır: “Mehmet Ağar, Nihat Camadan, İsmail Taşkafa, Ziver Öktem ve Necati Altuntaş’ın gayrimeşru paraları Mehmet Ağar’ın dayısı Yılmaz Akçadağ ve ortağı Ekrem Gocay’a verilmekte, bu şahıslar da paraları büyük işadamlarına vererek faiz almaktadırlar. (…) Mehmet Ağar’a ait 18 adet ev ve arsa tapusu, dayısı Yılmaz Akçadağ’ın boşanmış olan eşi Şükran Akçadağ’ın üzerindedir. Dayısının eski eşi bu tapuların üzerinde gözükmesinden rahatsızdır,” deniliyor raporda.[11]

Eymür-Abas imzalı MİT Raporu’nda adı benzeri suçlamalarla 33 kez zikredilen[12] Mehmet Ağar’a, rapor kamuoyuna yansıdığında (1987) ne olmuştur, dersiniz? Mehmet Eymür ve Hiram Abas tasfiye edilirken, Ağar terfi ettirilmiştir! Yanlış okumadınız; Mehmet Ağar 1988’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne, 1990’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, 1992’de Erzurum Valiliği’ne, 1993 Temmuz ayında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne atandı. 1995 seçimlerinde DYP’den Elazığ milletvekili, 1996’da kısa ömürlü ANAP-DYP koalisyonunun Adalet Bakanı, hemen ardından kurulan Refahyol hükümetinin ise İçişleri Bakanıydı!

Tabii konum ilerledikçe, “karanlık” işlerin çapı da genişledi. Daha Susurluk patlak vermeden önce, uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin, Hollanda’da bulunduğu cezaevinden Kürt gazetecilere, tahliyesinden sonra ise MED TV’ye “Mehmet Ağar ile ortak olduklarını, birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarını yer, zaman ve tarih vererek anlatıyordu. Baybaşin’in anlattığına göre Akdeniz’de batırılan Kısmetim-1 gemisi Ağar ve ortaklarına aitti. Yine 14 ton eroinle yakalanan Lucy S gemisi de Ağar ve ortaklarına aitti. Hüseyin Baybaşin bu iki geminin ABD’nin bastırması sonucu yakalandığını ve Lucy S’teki uyuşturucunun ortakları arasından dönemin Başbakanlarından Tansu Çiller ve Mehmet Ağar’ın da olduğunu anlatıyor. Baybaşin bu olaydan sonra Kürt iş insanlarına dair bir ölüm listesinin olduğunu ve bu listede kendi isminin olduğunu öğrendiği için yurtdışına çıktığını anlatıyordu. Baybaşin’in bu anlattıkları daha sonra Türkiye’de açılan dava dosyalarına giriyordu. Baybaşin, Lucy S adlı gemide bulunan 14 ton uyuşturucunun Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Cavit Çağlar ve M. Ali Yılmaz tarafından tekrar piyasaya sürüldüğünü anlatıyor ve dava dosyasına giriyordu.”[13] “Mehmet Ağar eroini gemilerle kaçırıyor” manşeti, Aydınlık dergisinin kapağına düşmüştü!

Bitmedi: Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar, o dönemde KKTC’de kurulan First Merchant Bank’in ortaklarının Mehmet Ağar’ın şoförü, öldürülen “ülkücü” MİT görevlisi Tarık Ümit ve bir Suudi prens olduğunu, bu bankanın, Vatikan’ın kara parasını akladığını söyleyecekti.[14]

Uyuşturucu trafiğini yönetmek, kara para aklamak gibi faaliyetlerden artakalan zamanlarındaysa, “terörle mücadele” kisvesi altında, devlet cinayetlerini örgütlüyor, devletin koruyucu kanatları altında uyuşturucu ticareti ve diğer karanlık işlerle iyice palazlanmış ve “mafya”laşmış faşistlerle bir yandan ballı işler çevirirken bir yandan da onları Kürt hareketi ve ASALA üzerine salıyordu. Emniyet Genel Müdürü olduğu sırada dönemin başbakanı Tansu Çiller’i, polis teşkilâtı içerisinde bir “özel harekât birimi” kurulmasına o ikna etti. Ve Kürt kasabı “Yeşil” kod adlı Kürt kasabı Mahmut Yıldırım’dan, 80’ler öncesinin namlı faşisti Abdullah Çatlı’ya bir sürü “ipten kazıktan kurtulmuş”u bu birimde istihdam etti, onlara yeşil pasaport sağladı… “1000 operasyon” kapsamında infaz ettiği Kürt iş insanlarını (bu liste “PKK’ye yardım ediyorlar” ibaresiyle dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından MGK’ya sunulup kabul edilmişti)[15] aslında politik kariyeri uğruna, “adını temizlemek için” öldürttüğünü ise Sedat Peker’in videolarından öğrenecektik…

“Susurluk kazası”nın uyandırdığı toplumsal tepkiler, Ağar’ın talihini döndürür gibi oldu. Ama sadece “gibi oldu”… “İstanbul DGM Başsavcılığı Ağar hakkında, Sedat Edip Bucak ile birlikte ‘cürüm işlemek için çete kurmak’ hakkında yakalama ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak’ iddiasıyla 6 yıldan 12 yıla kadar ağır hapis cezasıyla dava açtı. 11 Aralık 1997’de dokunulmazlığı kaldırılan Mehmet Ağar, 10 Ocak 1998’de DGM’de üç saat süreyle sanık sıfatıyla ifade verdi. Ağar ifadesinde, kayıp silahlar konusunun devlet sırrı olduğunu ileri sürdü ve olayların meydana geldiği tarihte bakanlık görevini sürdürdüğünü ve bu nedenle de Yüce Divan tarafından yargılanabileceğini söyledi. DGM önce ‘görevsizlik’ ve 9 Temmuz tarihinde Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin bozma kararından sonra da ‘yargılanmanın durdurulması’ kararlarını aldı.”[16]

Üzerindeki suçlamalar, siyasete ilgisini sürdürmesine engel değildi. 1999 seçimlerinde Elazığ’dan bağımsız milletvekili çıktı, 15 Haziran 2000 tarihinde ise Meclis Soruşturma Komisyonu tarafından “aklandı”. Bu “aklanma” politikada eli büyütmesinin önünü açacaktı: 2002 ve 2005 tarihindeki DYP kongrelerinde, partinin başkanı seçti… 2007 seçimlerinde partisinin baraj altında kalmasıyla dokunulmazlık zırhından yoksun kalınca, 2008’de yeniden yargılanmaya başlayacak, ancak mahkeme görevsizlik kararı verecekti. Davanın gönderildiği Ankara Özel Yetkili 11. Ağır Ceza Mahkemesi ise, 15 Eylül 2011 günü Mehmet Ağar’ın “suç örgütü yöneticisi” olduğunu karara bağlayarak beş yıl hapse mahkûm edecekti. Epi topu bir yıl, kendisi için boşaltılan Aydın/Yenipazar cezaevinde “konuk edildik”ten sonra, denetimli serbestlikten yararlanarak tahliye edildi. Yenipazar’ın bu kısa konukluktan kârı, Mehmet Ağar ziyaretçileri için yapılan helikopter pisti ile, Ağar’ın konukluğu sırasında ziyaretine gelen “ünlüler”i yakından görme olanağı olmuştu. Kimler yoktu ki bu ziyaretçiler arasında: Futbol camiasından Adnan Polat, Haluk Ulusoy, Aziz Yıldırım, Ali Dürüst, Fatih Terim, Yılmaz Vural, Arda Turan, Ersun Yanal, iş dünyasından Yıldırım Demirören, Abdürrahim Albayrak, Mustafa Koç, Abidin Serdar Cümbüş, Yüksel Çağlar, Modacı Serdar Candar,[17] hatta TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile İTO başkanı Murat Yalçıntaş…[18]

Evet, bir emniyet görevlisi ya da bir siyasetçiden çok bir “çete başı” olarak davranan, özel harekâtçı polis memuru Ayhan Çarkın’ın hakkında “Bu işin asıl sorumluları İbrahim Şahin ve Mehmet Ağar’dır. Şahin bize isim ve adres veriyordu, biz de gidip öldürüyorduk. Kaç tane cinayet işlediğimi hatırlamıyorum bile. Bin kişiyi öldürmüşümdür. Bazen arkadaşlarım sıkıyordu bazen ben. Ama İbrahim Şahin bize vatan görevi diyordu, yapıyorduk,” şeklinde ifade verdiği[19] Mehmet Ağar, “işleri”nin çoğunu AKP’den milletvekili seçtirdiği oğlu Tolga Ağır’a devretmiş olsa da, belli ki köşesine çekilmiş değil. Eski yol arkadaşlarıyla birlikte onun bunun marinasına “çöküp” karanlık trafikleri organize etmeyi sürdürüyor. Tabii yine “devletin âlî menfaatleri” adına…

* * *

Bu parantez belki biraz uzadı; ama Mehmet Ağar “kapitalizm, devlet ve suç”un kesişim hâlinin tipik bir örneği. Kuşkusuz “tek” değil, bir sürü Mehmet Ağar, devlet kalkanı ardında çetelerle içli-dışlı kirli işlerini sürdürüyor. Neticede, ortada bir “sermaye birikimi/el değiştirmesi” süreci var.

Bu saptama ise bizi, devlet(ler) ile çete(ler)/mafya(lar)ın neden iç içe olmak “zorunda” olduklarına dair, ikinci nedene getiriyor:

  1. Kapitalizmin gerekleri

Arndt Schneider ile Oscar Zarate’nin Mafya üzerine çalışmalarında bir deyişi vardır: “Mafya yasadışı kapitalizm, kapitalizm ise yasal mafyadır.” Bu ikisi günümüzde artık iyiden iyiye iç içe geçmiş durumda: yeryüzünde uyuşturucunun girmediği ve bürokratların, politikacıların bundan nemalanmadığı bir ülke var mı? Kara paranın bulaşmadığı bir ekonomi? Ürettiği silahları el altından “yasadışı” diye damgaladığı örgütlere pazarlamayan bir devlet? Kara para aklamayan bir bankacılık sistemi? İsviçreli sosyolog Jean Ziegler ‘İsviçre Daha Beyaz Yıkar’ başlıklı kitabında İsviçre bankacılık sisteminin kara para aklama operasyonlarını teşhir etmiyor muydu? Taşeron firmalar büyük şirketlere boğaz tokluğuna çalışacak kaçak göçmen işçiler sağlamıyor mu? 1980’li yıllarda, reel sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte atağa kalkan (neoliberal) kapitalizm, kendi “meşruluk” sınırlarını yerle bir edip, sınırsız bir doğa, emek ve kamusallık talanına girişmedi mi? Çokuluslu Şirketlerin Güney ülkelerinde giriştiği sınır tanımaz emek sömürüsü, savaşın “özelleştirilmesi”, “Teröre karşı mücadele” kisvesi altında Afganistan’ın, Irak’ın, Libya’nın ve şimdi de Suriye’nin kaynaklarının yağmalanması, kutuplardan Amazon ormanlarına, okyanuslardan topraklara, tüm doğanın zehirlenmesi, türlerin katledilmesi, milyonların açlığa, çevresel risklere, önlenebilir hastalıklara mahkûm kılınması, “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırları bir farsa dönüştürmedi mi? Fransa’da patronların militan işçilerin üzerine “tetikçiler” saldığına dair haberler medyada yer almıyor mu?[20]

“Ekonomik birikim olanaklarının tıkandığı, krizin baş gösterdiği koşullarda, yönetenler henüz paraya, ranta açılmamış ne varsa bunu paraya tahvil etmek ister. İbn-i Haldun’un tarihsel yöntemiyle yorumlarsak, dışarıdan kaynak akışının iyi olduğu, ganimet elde etme ve paylaşma üzerine inşa edilmiş düzen böyle dönemlerde iyice sarsılır; sarsıldıkça da yönetenler içeride vergiye yüklenmeye başlar. Ekonomi dışı zorlama gücü bu koşullarda merkezîleşir. Kamusal, dayanışmacı modeller tasfiye edilir. Bu süreç, Karl Marx’ın ‘ilksel birikim’, Samir Amin’in ‘haraççı’ dediği modeli andırır. Zorla el koyma süreci, emeğiyle geçinen yoksulların ortak tarlasına, yaylasına, suyuna, kamu hizmetine saldırma, karşı koyulamaz vergi yükleriyle yurttaşın belini bükme eğilimini pekiştirir,” diyor Deniz Yıldırım.[21]

“Zoralım”, haraç ya da bugünün moda deyişiyle “çökme” kapitalist sermaye birikiminin olmazsa olmazıdır; korsanların Amerika kıtasından yağmaladığı altın ve diğer değerli madenler olmasaydı, Avrupa kıtasında kapitalizm mümkün olmazdı. Rusya ve diğer sosyalist blok ülkelerinde kapitalizme dönüş sürecinde ilk kapitalistlerin “çökme” işlemini en kolay gerçekleştirebilecek kesimler, parti bürokrasisi ile mafya(lar)dan zuhur etmesi şaşırtıcı değildir. İki antropolog, Jane ve Peter Schneider 1960’lardan 90’lara saha çalışması yürüttükleri Sicilya’da kapitalizmin gelişiminde mafyanın oynadığı rolü çarpıcı bir anlatımla gözler önüne sererler.[22]

Bu coğrafyada mafyatik faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı ve “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırların iyice bulanıklaştığı 80-90’lı yıllar, aynı zamanda kapitalist sınıfa yeni kesimlerin eklemlendiği, sermayenin geleneksel yapısının sarsıldığı, sermayenin hızla el değiştirdiği, bir “Özal burjuvazisi”nin boy verdiği, “alaturka” kapitalizmin küresel atılımlara girdiği, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “Rolex saatli, bond çantalı” ray-ban gözlüklü, sert suratlı mafyatik “iş adamları”nın Myanmar’dan Ekvador’a, Madagaskar’dan Ukrayna’ya ticari serüvenlere giriştiği yıllardı.

Mustafa Sönmez, 2004 yılında “Türkiye’de yeraltı ekonomisinin büyüklüğünün milli gelirin yüzde 25-30’u dolayında” olduğunu belirtip, bunun “yapay genişleme yaratarak ekonomide krizi geciktirici” bir etki yaratmak, yoksul bölgelerde yarattığı “istihdam”la (ayakçılık, tetikçilik, torbacılık vb.) ekonomi üzerindeki istihdam talebi baskısını hafifletmek gibi işlevlerinden söz ederek ekliyor:

“Kapitalizm var oldukça, mafya da var olacaktır. Kâr ve sermaye birikimi, kapitalistler arasında rekabeti, rekabet ise gerektiğinde gayrimeşru silahları kullanmayı gerektirir. Bunu bazen bizzat kapitalistler talep eder, bazen de mafya kapitalistleri baştan çıkarır, kendisine müşteri olarak kapitalistleri, işbirlikçi olarak siyasetçileri ve bürokratları bulur.

“Zaten mafya, bizzat ulaştığı etkinlik ve sermaye birikimi gücü ile kendisi bizatihi bir kapitalist fraksiyon durumundadır. İştigal ettiği alandaki işlerini, olabildiği ölçüde meşru, olmadığı yerde gayrimeşru yollarla icra etmeye devam etmekte, hatta küresel boyutta faaliyet göstermektedir. Artan küreselleşme, mafya sermayesinin de uluslararasılaşmasını getirmiş, özellikle “duvarın yıkılması”nın ardından, yeni rant alanları ve işbirliği imkânları ortaya çıkmış, bu da küresel mafya sermayesine yeni sinerji imkânları doğurmuştur. Marka taklitleri, kara para operasyonları, insan kaçakçılığı, nükleer madde kaçakçılığı, teknoloji hırsızlıkları, değişen dünya koşullarında mafyaya açılan yen rant alanlarından sadece birkaçı…” Böylelikle, bir BM araştırmasına göre, sadece küresel bağlamda icra edilen uyuşturucunun ekonomik portresi 300 milyar doları buluyor ve bu, 207 BM üyesi ülkenin dörtte üçünün yıllık milli gelirinden daha büyük bir rakam…[23]

Mafya-sermaye ilişkilerinin kapitalist sermaye birikim rejiminde baş gösteren kriz evrelerinde ve faz değişikliklerinde yoğunlaştığı biliniyor. Çünkü bu çalkantılar, sermayenin el değiştirmesi ve yeni kesimlerin kapitalist sınıfa eklemlenmesine vesile olmakta; bu ise, tahmin edilebileceği üzere yeni ve gözüpek bir kesimin pastadaki payını büyütme yolunda “kural tanımaz” operasyonlarını gerektiriyor: Kapitalizmde “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırların geçirgenleştiği, mafyatik tasarruflar için uygun bir zemin.

Türkiye bu konuda verimli bir alan… Peynirin kurtlarını ayıklayarak satan bir bakkalın birkaç yıl içerisinde holding patronuna dönüşebildiği zemin, bugün de çaycılar, büfeciler, otopark işletmecileri, ayakçılar, devlet memurları, taşeronlar için zengin olanaklar sunuyor. Böylece ‘Forbes Dergisi’nin Türkiye sayfalarındaki simalar hem sürekli değişiyor, hem de sayıları arttıkça artıyor.

Ülke bu konuda mafyanın inkâr edilmez katkılarını birkaç haftadır Sedat Peker’in videolarından izliyor: Doğan Holding’in tüm medya organlarını Aydın Doğan’a birkaç ipten-kazıktan kurtulma serseri gönderip gözünü korkutarak Demirören’e, üstelik de Ziraat Bankası’na geri ödemediği kredilerle ucuza kapattıran; “her türlü” ticarete uygun marinaları sahibini “hakkında FETÖ (ya da PKK vb.) dosyası var diye korkutup devralan, beş yıldızlı otellere çöken, belediye ihalelerinde kamu kaynaklarından milyarlar devşiren, kamu arazilerini yağmalayan bir düzen…

Bu coğrafyada AKP siyasal İslamcı bir kadronun siyasal iktidarı tekeline alma girişimine denk düşüyor. Ve de kültürel alanı istila arzusuna… Ama aynı zamanda yeni bir sermayedar sınıfın ekonomik alanda başat hâle getirilmesi girişimine… Siyasal iktidar bunu tek kişinin elinde temerküz eden güç sayesinde yapıyor: kamu arazileri, kıyılar, ormanlık alanlar tek imzayla şaibeli vakıflara devrediliyor, örneğin. Şirketler, bankalar “FETÖ’cülük, teröre destek” vb. suçlamalarla BDDK, Varlık Fonu gibi havuzlara devredilip yandaş sermaye gruplarına aktarılıyor, kamu ihalelerinde yandaş şirketler kollanıyor, yandaş sermayeye kamu bankalarından ballı krediler verilirken, geri ödemelerin peşine düşülmüyor, vergi afları, borçların silinmesi vb. teşvikler de cabası… Bu “kuralsız” (ya da kapitalizmin kendi kurallarını berhava eden) hâli ise mafyatik girişimler için münbit bir zemin oluşturuyor…

Tüm kaynakları yağmalayan, toplumu zehirleyen bu gidişata “dur” demek için devlet ile ilişkileri bozulmuş bir mafya reisinin[24] “atarları”na bel bağlamak doğru mu? Ya da Susurluk kazasında açığa çıkan pisliklerin ardından sokaklara dökülen, tencere-tava çalan, ışıkları kapatıp açan toplumsal tepkinin yerini pazar sabahları heyecan verici bir dizi izler gibi çekirdek çitleyerek Sedat Peker videolarını izlemek, ardından sosyal medyada bir miktar “geyik” yapıp “vay canına, neler oluyormuş” kıvamında bir edilginliğe bırakmış olması nasıl açıklanır? Muhalefetin “biraz sabredin, sandıkta her şey değişecek” ninnilerine umut bağlamak bizi sürüklenmekte olduğumuz ekonomik, siyasal ve toplumsal yıkımdan kurtarabilir mi?

“Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır,” der dünyanın en güzel ezgisi… Dehşet ile talanın iç içe geçtiği bu çürümüşlükten çıkmanın tek yolu, emekleri, çevreleri, yaşamları yağmalanan, sırtlarından milyarlar kazanılan ve vurgun düzeni sürebilsin diye terörize edilen[25] emekçilerin seyirciliği bırakıp sahaya inmesidir…

9 Haziran 2021, İstanbul.

[1]    “Düzen ‘çete’yi hem doğurur hem inkâr eder. Ama kriz dönemlerinde kuralsız -‘gayri nizami’- savaş yöntemlerine başvurma ihtiyacıyla devlet düzenli birliklerin yanı sıra kendisi ‘çete’ oluşturmak üzere ‘suç örgütleri’ni istihdama girişir. Kriz süreklileştikçe, rejimin kendisi bir ‘suç örgütü’ne dönüşür; ‘gayri nizami’ olan nizamileşir, Zaptiye Nazırı ile ‘çeteci’ aynı hamurdan olur; devletin başı, ‘çete’nin başına geçer. Dolayısıyla, eleştirel düşünüşün bugün ‘çete’ diye adlandırılan ilişkiyi gerçekte neyse öyle anlatması ve adlandırması; meselenin ‘çete’den değil, ‘çete’nin meseleden doğduğunu; meselenin devlet ve siyaset meselesi olduğunu sistematik olarak ortaya koyması elzemdir,” diyor Ertuğrul Kürkçü (“Ertuğrul Kürkçü, ‘Çete’ derken?!”, Yeni Yaşam 3 Haziran 2021).

[2]    Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Hep Beraber Yürüdüler”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s. 8.

[3]    https://www.evrensel.net/haber/434433/gazeteci-deniz-yucel-suleyman-soylunun-iddialarina-dair-belge-yayimladi

[4]    Eski İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, Mafya’nın hangi andan itibaren “mafya” olarak anılması gerektiğini veciz bir dille belirtiyor: “Mafya siyasetçi ile içiçe olmazsa mafya olmaz, sokakta serseri olur.” (Sefa Uyar, “AKP’nin Siyasi Çekişmesi”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2021, s. 4).

[5]    Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Hep Beraber Yürüdüler”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s. 8.

[6]    İpek Özbey, “Fikri Sağlar: Susurluk’tan Daha Ciddi”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2021, s. 7.

[7]    Hikmet Çiçek, “Son Buluşmada Neler Oldu?” Oda TV, 07.06.2021. https://odatv4.com/son-bulusmada-neler-oldu-07062147.html

[8]    Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Taşları Yerinden Oynatan MİT Raporu”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2021, s. 6.

[9]    Talha Özmen, “Gözlüğün Arkasındaki Mehmet Ağar’ı Tanıyor musunuz?” Oda TV, 28.05.2021, https://odatv4.com/gozlugun-arkasindaki-mehmet-agari-taniyor-musunuz-28052151.html

[10]  Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Taşları Yerinden Oynatan MİT Raporu”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2021, s. 6.

[11]  a.y.

[12]  Bkz. “T.C. Başbakanlık MİT Müsteşarlığı’nın Banker Bako Raporu”, http://www.adaletplatformu.com/ FileUpload/ ds73862/File/mit_is_bankasi_raporu.pdf

[13]  Hüseyin K. Akçadağ, “Kirli Savaşın Kirli Ticareti”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2021, s. 8-9.

[14]  “Susurluk Komisyonu Üyesi Fikri Sağlar Genç TV’de Detayları Anlattı”, Genç TV, 24.05.2021, https://www.kibrisgenctv.com/kibris/susurluk-komisyonu-uyesi-fikri-saglar-genc-tv-de-detaylari-anlatti-h85738.html

[15]  Hüseyin K. Akçadağ, “Kirli Savaşın Kirli Ticareti”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2021, s. 8-9.

[16]  a.y.

[17]  “Ağar Yenipazar Cezaevine Prestij Kattı”, Aydın-Yeni Ufuk Gazetesi, 08.05.2015. https://www.aydinyeniufuk.com.tr/agar-yenipazar-cezaevine-prestij-katti-61662-haberi

[18]  Mahmut Övür, “Yenipazar’ın Sürpriz Konukları”, Sabah, 19 Şubat 2013, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ovur/2013/02/19/yenipazarin-surpriz-konuklari.

[19]  Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Türkiye Karanlıktan Aydınlığa Çıkamadı”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2021, s. 8.

[20]  “Fransa’da Patronlar Sendika Temsilcisi İşçiler İçin Tetikçi Kiralıyor”, Umut-Sen, 10 Haziran 2021… http://umutsen.org/index.php/ceviri-fransada-patronlar-sendika-temsilcisi-isciler-icin-tetikci-kiraliyor/

[21]  Deniz Yıldırım, “Yönetme Krizlerinde Mafya”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2021, s. 4.

[22]  Jane Schneider ve Peter Schneider, “The Mafia and Capitalism: An Emerging Paradigm”, Sociologica, 2/2011.

[23]  Mustafa Sönmez, “Kapitalizm varsa, mafya da olacaktır”, NTVMSNBC, 15 Ekim 2004, http://arsiv.ntv.com.tr/news/291477.asp#BODY

[24]  Sedat Peker’in “serencamı” için bkz. Mahmut Hamsici, “Sedat Peker: YouTube’da Eski Müttefiklerine Savaş Açan Organize Suç Örgütü Lideri”, BBC Türkçe, 04.06.2021, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57350833?at_custom1=%5Bpost+type%5D&at_custom3=BBC+Turkce&at_custom2=twitter&at _campaign=64&at_medium=custom7&at_custom4=BB85EAC2-C572-11EB-8665-80180EDC252D

[25]  Sedat Peker “kan banyosu”na değgin sözlerini şöyle “tavzih ediyor”: “Kanla ilgili söylemiş olduğum olayların hepsi söylendiği dönemde hükümetin lehinedir. Çünkü o zaman korku iklimi oluşturmak lazımdı.” (https://twitter.com/sedat_peker/status/1396904832443822091?s=20).

 

Kanatlarından vurulan göklerdeki kartal: Sabahattin Ali

“Göklerde kartal gibiydim.
Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim,
Bahar vaktinde kırıldım…”[1]

Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır,” diyen “Onun Adı Cumartesi”dir ve “XX. yüzyılın, bu topraklardaki ilk Cumartesi kadınıdır kızı Filiz Ali”…[2]

25 Şubat 1907’de doğan Sabahattin Ali, edebî kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıtıp, kendisinden sonraki edebiyatı etkileyen bir figür hâline geldi.

Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıkıp, yapıtlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılar ve toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi.

‘Kuyucaklı Yusuf’ (1937), ‘İçimizdeki Şeytan’ (1940) ve ‘Kürk Mantolu Madonna’ (1943) romanlarıyla hem XX. hem de XXI. yüzyılda etkisini sürdürdü.

41 yıllık kısacık yaşamından geriye ölümsüz yapıtlar, şiirler bırakan yazar, zor günler yaşayanlara da “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma” diye seslendi…

Babası asker olan Sabahattin Ali, “savaş” ve “acı” kavramlarıyla daha çocuk yaştayken tanıştı. Balkan Savaşı’ndan sonra babasının askerlikten ayrılmasıyla Edremit’e yerleşen aile, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla Çanakkale’ye gitmek zorunda kaldı.

Savaş sonrasında İzmir’e yerleştiler. Ancak savaş peşlerini bırakmadı ve onlar yerleştikten kısa bir süre sonra Yunan İzmir’i işgal etti. İşgal yıllarında eğitimine başlayan Sabahattin Ali, Balıkesir Öğretmen Okulu’na gitti.

İlk şiirlerini ve öykülerini burada kaleme alan yazar, yükseköğrenimine İstanbul’da devam etti ve 1928’de Almanya’ya giderek dil eğitimi aldı. Türkiye’ye döndüğünde Zekeriya ve Sabiha Sertel’in çıkardığı ‘Resimli Ay’ dergisine başvuran Sabahattin Ali, burada Nâzım Hikmet’le tanıştı ve yeni bir edebi kimlik kazandı.

O güne kadar romantizm akımının etkisinde olan Ali, Nâzım Hikmet’le realizmi tanıdı ve onun etkisiyle ‘Kuyucaklı Yusuf’u kaleme aldı. Resimli Ay döneminden sonra öğretmenliğe başlayan Ali, “komünist propagandadan” tutuklandı.

Bir grup öğrenci, öğretmenlerinin “Düzeni bozmak ve kötülemek” üzere propaganda yaptığını iddia ederek savcılığa ihbarda bulundu. 1931 sonlarına doğru, Aydın Erkek Lisesi’nde öğretmenlik yapmakta olan Sabahattin Ali bu ihbardan dolayı, bir vesileyle geldiği İstanbul’da, gözaltına alındı. Derdest edilip Aydın’a götürüldü. Tutuklandı…

Yargılama süreci ne kadar sürdü, bilmiyorum ama delil yetersizliğinden beraat ettiği doğru. Tutuklu bulunduğu süre devletin dar koridorlarında ve güneşsiz avlularında görmezden gelindi.

Artık mimlenmiş olduğu için rahat yüzü görmesi mümkün mü? Taş duvarlarla imtihanı başlamıştı bir kere, ranzaya sırtı değmişti madem birikmiş volta borcunu ödemesi gerekiyordu.

Bir kesim Sabahattin Ali’nin beraat etmesini içine sindiremedi hâliyle. Hakkında karşı dava açıldı, tekrar yargılandı ve bu defa 26 Aralık 1932’den 29 Ekim 1933 tarihine kadar Konya ve Sinop’ta cezaevinde kaldı. Ne olmuştu bir anımsayalım.

Almanya’daki öğreniminden sonra Türkiye’ye dönen Sabahattin Ali, Konya’da bir ortaokulda Almanca öğretmenliğine başladı. Hâliyle okuldan ve eşraftan arkadaş edindi. Bir akşam meclisinde şiir yazdığı herkesçe muhakkak Sabahattin Ali’den şiir okuması istendi, evet. Hah! Ortamda bir şair varsa, ondan şiir okuması istenir elbet, ne olacaktı ki?

“Cümlesi belî der enelhak dese/ Hâlâ taparlar mı koca terese” dizelerinin devam ettiği şiiri okuduğunda başına geleceklerden habersizdi kuşkusuz. Bir zaman yarenlik ettiği, sonra bir vesileyle aralarının bozulduğu bir arkadaşı, söz konusu şiirin okunması üzerinden altı ay geçtikten sonra adliyenin kapısına gidip, elinde bir şikâyet dilekçesiyle ihbarda bulundu. Bu şiirinde Sabahattin Ali’nin, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e, ima yoluyla hakaret ettiği yazıyordu ihbar dilekçesinde.

İma ile bir hürmetsizliği yazmak, bunu da meclislerde okuma cesareti göstermek olacak iş değil, tahkikat başladı elbet. Muhtelif meclislerde okunduğu iddia edilen bu şiir, sadece ve sadece bir mecliste okunmuş gibi kabul edilerek şaire, yukarıda değindiğimiz, bir yıl hapis cezası verilmişti. Önce Konya, oradan tak kelepçeyi haydi Sinop…

Çıktıktan sonra ‘Memleketten Haber’ başlıklı şiiri yüzünden tekrar hapse giren Ali, Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada gördükleriyle ‘Bir Şaka’, ‘Kanal’, ‘Bir Firar’, ‘Katil Osman’ ve ‘Çaydanlık’ gibi hikâyeleri yazan Ali, unutulmaz ‘Başın Öne Eğilmesin’ dizelerini de yine Sinop Cezaevi’nde kaleme aldı.

Hapis yıllarından sonra Aliye Hanım’la evlenip Ankara’ya yerleşen Ali, bundan sonraki süreçte ‘İçimizdeki Şeytan’ gibi eserler verdi. Aziz Nesin’le ‘Markopaşa’yı çıkardı.

1947’de ‘Marko Paşa’da çıkan bir yazısından dolayı yargılanıp aldığı ceza 1948’de kesinleşince Paşakapısı Cezaevine serdi yatağı bu defa. Çıktı, gene yazdı ama yaşayacak alan bırakmadı iktidar kendisine. Bulgaristan’a geçmek için yola koyuldu.[3]

Baskı ve tehditlerle boğuşan yazar, tekrar tutuklanabileceği düşüncesiyle yurtdışına kaçmak istedi. Ancak kaçmak için anlaştığı eski subay Ali Ertekin tarafından sopayla dövülerek öldürüldü. Cansız bedenini ise bir çoban buldu. Ali’nin bulunduğu yere ‘Sabahattin Ali Çatağı’ adı verildi.[4]

12 Ocak 1949 tarihli gazeteler öldürüldüğünü yazıyordu Sabahattin Ali’nin!

Abidin Nesimi, katil Ali Ertekin hakkında şunları yazmıştır, “Eroin kaçakçısı şebekesiyle, askeri silahları çaldığı için ordudan tart edilen, Bulgaristan’a kaçıp Almanlar hesabına çalışan, bir yabancı orduda erbaş olarak hizmet eden, sonra Türkiye’ye ne maksatla geldiği bilinmeyen…”[5]

Ali Ertekin “vatandaşlık duyguları kabardığı için” öldürdüğünü iddia edecekti Sabahattin Ali’yi. İdamla yargılandığı mahkeme 20 yıl ağır hapis cezası istemiyle devam edecek, katile 14 Ekim 1950 günü bildirilen kararla 4 (yazıyla da dört) yıl ağır hapis cezası verilecek, duruşma sonunda heyete elbette teşekkür edecekti Ali Ertekin.

Cinayeti de, caniyi de hepimiz gördük!

* * * * *

“Onu bu denli tehlikeli kılan neydi?” diyecek olursanız dediklerini anımsamanız yeter de artar!

Sabahattin Ali, ‘Markopaşa Dergisi’nin 25 Kasım 1946 tarihli 1. sayısında ‘İstiklal’ başlıklı yazıda şunları söyler: “Bağımsız bir memleketin toprakları üzerinde, ister general olsun ister teknisyen; ister üniforma giysin, ister sivil; ister yaya dolaşsın, ister jeep ile, yabancı bir devletin ordusuna mensup birlikler, devamlı görev ile bulunamazlar…

Bağımsız bir memleketin topraklarından bir karışı bile askeri maksatlarla kullanılmak için, yani üs olarak, barış zamanında yabancı bir devletin kara, deniz veya hava kuvvetlerinin veya teknik personelinin emrine verilemez…”

Yine ‘Markopaşa Dergisinde 10 Şubat 1947 tarihinde yayınlanan ‘Ne İstiyoruz?’ başlıklı yazısında da “ne için mücadele ettiklerini” başlıklar hâlinde sıralar:

“Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi”……

“Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun…

Biz istiyoruz ki, bu topraklar üzerinde insanlar, kafalarında taşıdıkları fikirlerden dolayı değil, bu yurdun, bu halkın yararına ya da zararına yaptıkları işlerden hesap versinler…

Biz istiyoruz ki, şu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Bir karış toprağımıza, bir tek vatandaşımıza göz dikilmesin…

Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölece peşinden gitmek değil, bu milletin selametini en iyi sağlayacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin. Bütün bunları düşünmek ve bunları istemek bir suçsa, hemen haber versinler, bu suçu işlemekten, yazmaktan, söylemekten vazgeçelim. Eğer suç değilse, bize kahpece vurmaktan vazgeçsinler…”

“Dahası” mı? Hızla aktarıyorum:

“Belki de yeni bir başlangıç yapmanın vaktidir. Yeni bir başlangıç için her şeyi yıkmanın vakti”…

“Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz”…

“İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı”…

“Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir”…

“İnsanların hemen hepsi hayatı karın doyurmak ve gelişigüzel biriyle yatmaktan ibaret farz ederler. Hâlbuki bu takdirde insanın diğer hayvanlardan ne farkı vardır”…

“Ne derlerse desinler, biz vicdanımızın ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri, etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız”…

“Okuyanlar çalmaz, hırsızlar da kitap okumaz”…

“İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir”…

“İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey hakikâtleri görmekten kaçmak ihtiyatı var”…

* * * * *

Evet, çok tehlikeliydi zalimler için Sabahattin Ali ve de onların tehdidi altındaydı!

İş bu nedenle de ‘Zincirli Hürriyet’ gazetesinde dönemin hükümetini eleştiren bir makalesi nedeniyle tehlikeyi fark edip memleketten kaçmak istemiş ve Fransa’dan pasaport talebinde bulunmuştu. Ama bu talep Fransa tarafından kabul edilmemişti.[6]

Dört yanı kuşatılmış Sabahattin Ali’nin siyasi sorgularının içtenliğini ve hayata ilişkin çıkarımlarının yalınlığını, döneminin toplumsal sorunlarını aktarmasının yanında, kendi sonunu sezmesinin ne kadar tüyler ürperticiydi”[7] kim bilir!

Örneğin, ‘İçimizdeki Şeytan’daki[8] Ömer ya da başka roman kahramanlarınca tekrar edilen “içimizdeki şeytan” kavramının bir tek Ömer’e değil, onun aralarında yer almadığı, fakat başta arkadaşı Nihat olmak üzere dönemin üniversite gençliğini etkisi altına alan ırkçı, faşist çevreleri tanımladığı açıktır.

Nitekim, bu çevrenin önemli isimlerinden Nihal Atsız, romanın yayınlanışının ardından, kitaba ve yazarına (ve genel olarak savaş ve faşizm karşıtı çevrelere) saldırı niteliğinde ‘İçimizdeki Şeytanlar’ başlıklı bir kitap yayınlamış, sonrasında da Sabahattin Ali ölümüne kadar sağcı çevrelerin başlıca saldırı hedeflerinden biri olmuştu.[9]

Ayrıca ‘Türkçülük Günü’ olarak “kutlanan” gün de, Sabahattin Ali’ye yönelik hedef gösteren açıklamalar, iftiralar ve hakaretlerle dolu bir tarihsel zeminde doğmuştu. Bu öyle bir süreçti ki, Sabahattin Ali’nin katline varan yolda, kara kilometre taşları döşeniyordu…

1944 baharı çok önemli bir davaya sahne oluyordu. Davanın konusu Nihal Atsız’ın, Sabahattin Ali hakkında kullandığı ifadelerdi. Sabahattin Ali, kendisine yönelik saldırı ve hedef göstermeleri akıl almaz boyutlara ulaşan Atsız’ı mahkemeye vermişti. Atsız ise rahattı. Zira “Türkçü” olduğunu açıklamış Başbakan Şükrü Saracoğlu ve o güne kadar tüm faaliyetlerine ya destek vermiş ya da en azından göz yummuş bir iktidar varken bu davanın “siyasi” olduğunu hatırlatıp kurtulacağını düşünüyordu.

Dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu 1942’de Mecliste yaptığı konuşmada, “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en az) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” diyebilmişti.

Sabahattin Ali ise o yıllarda bir yandan yazmayı sürdürürken, bir yandan da ortaokullarda ve devlet konservatuvarında öğretmenlik yapmıştı. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olması, Sabahattin Ali gibi sol görüşlü aydınların devlet kadrolarında görev yapmasını sınırlı da olsa sağlıyordu. Ancak Türkçüler, solcuları, sosyalistleri apaçık hedef göstermeye başlamıştı.

Her şey 20 Şubat 1944 Pazar günü, Nihal Atsız’ın Başbakan Saracoğlu’ya yazdığı ve Orkun dergisinde yayımladığı açık mektupla başladı. Mecliste Türkçü olduğunu ifade eden, bunun “kan meselesi” olduğunu söyleyen Saracoğlu, bu açık mektubun muhatabıydı. Nihal Atsız kin dolu mektubunda bazı öğretmenleri, öğrencileri vs. hedef gösterdi, adeta jurnalledi. Atsız bununla da yetinmedi, 21 Mart 1944’te ikinci bir açık mektup yazdı:

“Bunlar (Sosyalistleri kastediyor-yn), vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekâleti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı-yn) gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır.”

Ve mektupta konu Sabahattin Ali’ye geliyordu: “Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”

Atsız; Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal gibi hocaları da hedef aldığı yazısında, “Mevcut kanunlar kâfi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız” diyordu. Tüm bunları yaparken gericiliğin olmazsa olmazı cinsiyetçi ifadeler de kullanıyor ve akla zarar örnekler veriyordu:

“Tövbekâr olmuş bir fahişe, artık namuslu sayıldığı hâlde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekir.”

Nihal Atsız’ın küfür mektubu böyle sürüp gidiyordu. Sabahattin Ali ise harekete geçmeye karar verdi.

Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a hakaret davası açtı. Sabahattin Ali’yi dava açmaya ikna edenlerden birinin bizzat Hasan Âli Yücel olduğu söylendi. Üstelik Sabahattin Ali’nin avukatlığını, CHP’nin gazetesi Ulus’un hukuk müşaviri yapacaktı.

Dava 26 Nisan 1944’te Ankara’da görülmeye başlandı. Duruşma için iki gün önce Ankara’ya gelen Atsız’ı kalabalık bir grup karşıladı. Aynı kalabalık, mahkeme salonunda da vardı.

Duruşma esnasında gerilim hiç düşmedi. Sabahattin Ali, “vatan haini” ifadesinin insana yapılabilecek en ağır hakaret olduğunu, bu hakaret nedeniyle halkın ona düşman olabileceğini söyledi. Salonda kışkırtıcı bir hava hâkimdi, milliyetçi öğrenciler Sabahattin Ali’nin sözünü slogan ve alkışlarla kesmeye çalışıyordu. Hatta Osman Saffet Serdengeçti adlı öğrenci Sabahattin Ali’ye saldırdı. Bu saldırgan ilerleyen yıllarda Adalet Partisinden milletvekili olacaktı… Karmaşa içinde duruşmaya iki kez ara verildi, sonra da mahkeme davayı 3 Mayıs’a erteledi. İşte sağcıların yıllardır andığı gün, 3 Mayıs 1944’te yaşananlardan sonra belirlenmişti.

3 Mayıs’taki ikinci duruşmaya polis sağcıları almayınca, sağcılar adliye önünde eylem yapmaya kalktılar. Sonra eylemlerini Ulus Meydanı’nda sürdürdüler.

Eylemciler “Kahrolsun komünistler”, “Kahrolsun Moskova uşakları”, “Çok yaşa Atatürk!”, “Çok yaşa milliyetçi Türkiye!” sloganları atarak yürüdü, vurup kırarak etrafa sataştı ve sonunda Sabahattin Ali kitaplarını yaktılar.

Göstericiler o gün Başbakan Şükrü Saracoğlu’yla görüşmek istedi, talepleri reddedildi; polis ise olayları bastırdı.

9 Mayıs’taki dava sonucunda mahkeme Atsız’a dört ay hapis, yüz lira para cezası verdi. Hapis cezası ertelendi. Ancak kısa süre sonra Irkçılık-Turancılık davasından cezaevine girecekti. Ne de olsa II. Dünya Savaşı’nda faşizmin yenileceği belli olmuştu:

Fakat ırkçıların ve antikomünistlerin bir bölümü tutuklu bulunsa dahi Sabahattin Ali için kurdukları tuzakta saatler işliyordu. Sabahattin Ali durumun farkındaydı ve kurtulmanın yollarını aramaya koyuldu. Ancak ırkçıların çektiği pim hapiste olsa bile, bomba dışarıdaydı ve hedef göstermelerin, karanlık planların tahribatı, Nihal Atsız’ın küfür mektuplarından 4 yıl sonra nihaî etkisini gösterecek, Sabahattin Ali, yurt dışına çıkarken katledilecekti…

Nihal Atsız, Fethi Tevetoğlu gibi ırkçıların saldırıları ve kini Sabahattin Ali öldürüldükten sonra dahi tükenmeyecekti. Tevetoğlu, 1967’de yazdığı, sosyalistlere saldırı ve iftiraların amentüsü sayılacak “Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler” adlı kitabında yazar için “fikri sapık”, “vatan haini”; ölümü için de “sonunda Bulgar sınırını geçerken temizlenecek olan” ifadesini kullanacak kadar ileri gidecekti![10]

* * * * *

“Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!”[11] diyen Sabahattin Ali, bu satırları kaleme almasından birkaç ay sonra devlet tarafından katledilmişti.

Cevdet Kudret’in anlatımıyla “Korkunç bir baskının egemen olduğu, evlerin basılıp arandığı, piyasada satılan kitapların dahi alınıp ‘çuval çuval zararlı evrak bulunmuştur’ diye gazetelerde haber yayınlatıldığı o tehlikeli dönem”de[12] Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in yayımladığı yazılar çölde vaha etkisi yaratır. Gazetenin altı binle başlayan baskı sayısı yayımlanan her yeni sayıda artarak altmış bine varan rakamlara ulaşır. Siyasi muhaliflerin tutuklandığı, biat etmeyenlerin işinden ekmeğinden olduğu bir ortamda ‘Markopaşa’ ve devamı niteliğindeki dergiler başlıca muhalefet odağı hâline gelir.

Sabahattin Ali sadece edebî yapıtlarıyla değil politik yazılarıyla da beğeni toplayan, çok okunan tehlikeli bir yazardır artık. ‘Markopaşa’nın dört ayrı sayısında yayınlanan yazılar nedeniyle hakkında dört ayrı dava açılır. Yazıların üçü aslında başka kişilere aittir. Sabahattin Ali soruşturmada bu kişilerin ismini vermez, yazıları üstlenir. Üç ay içerde yattıktan sonra serbest bırakılır. Sonra bir başka yazısı nedeniyle hakkında tekrar tutuklama kararı verilip tutuklanır ve ilk duruşmada yine serbest bırakılır. Ardından bir başka dava açılır. Davalar ve davalara bağlı belirsizlikler birbirini izler. Baskının şiddeti günden güne artmaktadır. Aslında bu, merkezinde Sabahattin Ali’nin yer aldığı siyasi bir sürek avıdır.

Son öykülerini ve toplumsal yergi içeren masallarını bir araya getirdiği ‘Sırça Köşk’ başlıklı yapıtı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Yurtdışına çıkmak ister; pasaport talebi geri çevrilir. Bunalmıştır! Ali Baba’nın 25 Kasım 1947 tarihli ilk sayısında yer alan, ‘Namuslu olmak ne zor şeymiş’ diye başlayan yazısında söz konusu ruh hâlinin da etkisiyle şöyle yazacaktır: “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

Siyasi sürek avı, 1948’de, nisan ayının ilk günlerinde sona erer. Bize bu topraklar üzerinde görünmeyen, gösterilmeyen, ötelere itilen bambaşka hayatlar yaşandığını, bu hayatların var ve gerçek olduğunu temiz dupduru bir dille, gerçekçi, güçlü bir edebiyatla anlatan bu parlak zihin zalim eller tarafından vahşice katledilir.

Sabahattin Ali’nin gövde bütünlüğünü yitirmiş cesedi, öldürülüşünden birkaç ay sonra haziran ortalarında, Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında Öksüz Çatağı denilen mevkide bir çoban tarafından tesadüfen bulunacaktır. Yapayalnızdır; geceleri yıldızların, gündüzleri güneşin altında yıkanan cesedin ayakları çıplaktır![13]

Onur Öztürk’ün, “Tüm faili meçhuller gibi failleri ‘belli’ şekilde katledildiği”nden söz ettiği Sabahattin Ali’nin katline ilişkin ekler Hakkı Zariç de:

“Cinayeti işleyen Ali Ertekin idamla yargılanıyor, sonrasında duruşma 20 yıllık bir cezayla devam ederken birdenbire 4 yıllık hapis cezasıyla bitiriliyor, çıkarken de adam teşekkür ediyor heyete. Açıklamasını hepimiz biliyoruz, vatani duygular vs…”[14]

Devamla: Menderes Hükümetlerinin Başbakan Yardımcısı ve Ticaret Bakanı Samet Ağaoğlu; ‘Demokrat Parti’nin Kuruluşu’ alt başlıklı ‘Siyasi Günlük’ ismi verilen anı-günlük’te yer alan 13 Ocak 1949 tarihli yazısında Sabahattin Ali’nin Bulgaristan’a kaçarken sınırda başı taşla ezilerek öldürüldüğünü yazdıktan sonra 14 Ocak 1949 tarihinde günlüğüne şu satırları ekler:

“Dün Menderes (Adnan), Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on gün önce olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişte 33 kişinin öldürülmesi hadisesi olmasaydı, meydana çıkartmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkân bulamadıklarını, bunun için de hadiseye gazetelerde yazılan şekli verdiklerini anlattı. Açılan yolun fena olduğunu söyledim. ‘Doğru, inşallah bununla ebediyen kapanır’ cevabını verdi…”

Hükümetin Sabahattin Ali’nin katledilmesine verdiği şekil; Ali Ertekin’in “galeyana gelerek ve milli hislerle” Sabahattin Ali’yi başını ezerek öldürdüğü biçimindedir. Ancak sonraki yıllarda, Ali Ertekin’in devlet adına çalıştığı ve Sabahattin Ali’nin yakalanarak sorgulandığını, işkencede öldürüldüğünü, Sabahattin Ali’nin katledilmesinde devletin rolünün gizlenmesi için “bu hikâyenin” oluşturulduğunu ortaya çıkarmıştı.

Ali Ertekin tutuklanmış, yargılanmış, 4 yıl hüküm giymiş, 1950 yılında çıkan Af Kanunu ile de serbest kalmış ve sonraki yıllarda İstanbul’da Göksu Deresinin yanında çevresi güllerle kaplı, pembe boyalı, iki katlı, şirin bir evde yaşamını sürdürmüştü![15]

Bir şey daha: “Babamı kaybettikten sonra” bölümünde[16] babasını en son 1948’in Şubat’nda gördüğünü, ondan haber alamasa da onun bir gün döneceğini hep umut ettiğini yazmıştı; “Annem anılarında ‘Kızımla birlikte sokakta kalmıştık. Ev harçlıklarından 1500 lira biriktirmiştim. O paranın beni de kızımı da kurtardığına bugün de inanıyorum. Ev kirasını vermesem, beni kapının önüne koyarlardı. Nereye gidecektik? Bizimle ilgilenen hiç kimsemiz yoktu, olanlar da bizi unutmuşlardı. Mektup bile yazmadılar,’ diyordu,”[17] notunu da düşen Filiz Ali!

* * * * *

Katledildikten sonra yapıtları Rusça’ya çevrilip, dünya çapında okunan yazar için Nâzım Hikmet, “Sabahattin Ali’yi, Puşkin’in ve Lenin’in dili sayesinde yalnız Ruslar değil, yetmiş yedi millet okuyor. Yetmiş yedi millet Sabahattin Ali’nin halkını, Türkiye halkını ve onun dilini seviyor. Çünkü Sabahattin, Türkiye halkının ve Türkçenin en namuslu, en yurtsever, en istidatlı evlatlarından biridir,”[18] derken onu meslektaşı, düşün arkadaşı Aziz Nesin, “Öykü yazmak için yaşayan bir adamdı” diye tanımlar. Çünkü o “Pes Etmeyen Kalem”dir…

Sabahattin Ali’yi edebiyat dünyasına tanıtan ‘Resimli Ay’ın sahibi Zekeriya Sertel, yazarını şöyle anlatır:

“İstanbul’a gelir gelmez ilk işi Resimli Ay’a gelip bizlerle tanışmak olmuştu. Kısa boylu, sarışın, sevimli bir gençti. Pırıl pırıl yanan mavi gözleri vardı. Az zamanda hepimizin sevgisini kazanmıştı. Çok zeki, çok canlı, kabına sığmayan cıva gibi bir adamdı. Onu tanıyıp da sevmemek olanaksızdı. Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann’dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nâzım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüş, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı… Türkiye’nin yetiştirdiği büyük kabiliyetlerden biriydi. Hikâyecilikte en başta gelirdi. Biz, ona Türkiye’nin Maksim Gorki’si gözüyle bakardık…”[19]

Evet, “Türkiye’nin Maksim Gorki’si Sabahattin Ali”, hep gerçeğin peşinde koştu. Gerçeği dile getirdi. Gerçek yaşamdan seçtiği olay ve kişilere edebî gerçeklik kazandırdı.

Öykü ve roman kişilerini toplumsal çevrelerin içinde betimledi. Gözlem gücü ve ayrıntıyı verme becerisi gerçekçiliğini oluşturan öğelerden oldu. Sağlam, yalın bir dille anlattı. Nesnel gerçeklikle sanatsal gerçeklik arasında kurduğu dengeyle, toplumsal çelişkilere tepkisini sanat yoluyla da gösterdi.[20]

Adnan Özyalçıner’in, “Sabahattin Ali modern edebiyatın en güçlü yazarlarından biri”[21] diye betimlediği o, sadece edebiyat ve sanatçı olarak değil, düşünceleriyle de tarihimizde iz bırakmıştı.

* * * * *

‘Sırça Köşk’ünü, “Sakın tepenize bir sırça köşk kurdurmayınız. Ama günün birinde böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter,”[22] uyarısıyla noktalayan o, 41 yıllık yaşamında edebiyata unutulmaz bir katkıda bulunmuştu.

Neredeyse tümü bestelenerek seslendirilen şiirleri, hikâyeciliğimize yaptığı katkıyla, günümüzde en çok okunan kitaplar arasında yer alan romanlarıyla Sabahattin Ali edebiyatımızın en bilinen, sevilen ölümsüz yazarlarındandı.

4 Haziran 2021, İstanbul.

[1]    Sabahattin Ali.

[2]    Emrah Kolukısa, “Onun Adı Cumartesi”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2018, s. 18.

[3]    C. Hakkı Zariç, “Sabahattin Ali ve Yazma Cesareti”, Evrensel, 6 Ocak 2019, s. 10.

[4]    Sarp Sağkal, “Sabahattin Ali Katledileli 72 Yıl Oldu”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2020, s. 12.

[5]    Abidin Nesimi, Başdan, No: 25, 28 Ocak 1949.

[6]    Rahime Sarıçelik, “Sabahattin Ali, Fransa’da!”, Cumhuriyet Kitap, No: 1624, 1 Nisan 2021, s. 6.

[7]    Özge Mumcu Aybars, “Bir Gün Kadrim Bilinirse, İsmim Ağza Alınırsa ”, Cumhuriyet Pazar, 11 Nisan 2021, s. 6.

[8]    Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Yapı Kredi Yay., 2020.

[9]    Ataol Behramoğlu, “Edebiyatımızın Eşsiz Bir Yaratıcısıydı”, Cumhuriyet Kitap, No: 1605, 19 Kasım 2020, s. 10.

[10]  Hakan Güngör, “Sabahattin Ali’ye Saldırıdan Türkçülük Günü’ne”, Evrensel, 3 Mayıs 2019, s. 12.

[11]  Sabahattin Ali, Ali Baba, No: 1, 25 Kasım 1947.

[12]  Filiz Ali Laslo-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, de Yayınevi, 1986, s. 398.

[13]  Levent Turhan Gümüş, “Göklerde Kartal Gibiydi, Kanatlarından Vuruldu”, Birgün, 6 Nisan 2019, s. 13.

[14]  Ege Karacan, “Bahçesinde Büyüdüğümüz Yazar Sabahattin Ali”, Evrensel, 14 Ocak 2019, s. 11.

[15]  Tahir Şilkan, “Sabahattin Ali Yazdıklarıyla Yaşıyor”, Evrensel, 3 Nisan 2019, s. 10.

[16]  Filiz Ali, Yok Bi’şey Acımadı ki, YKY, 2017, s. 49.

[17]  Filiz Ali-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem Yay., 1979.

[18]  Sarp Sağkal, “Sabahattin Ali Katledileli 72 Yıl Oldu”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2020, s. 12.

[19]  M. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Gözlem Yay., 1977.

[20]  Hikmet Altınkaynak, “Türkiye’nin Maksim Gorki’si Sabahattin Ali”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2021, s. 13.

[21]  Ege Karacan, “Bahçesinde Büyüdüğümüz Yazar Sabahattin Ali”, Evrensel, 14 Ocak 2019, s. 11.

[22]  Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Remzi Kitabevi, 1947, s. 143.

 

Düşüncede berraklık, tutumda netlik, mücadelede kararlılık

Biz böyle diyoruz;

Saraylarda yaşayanları değiştirmek değil işimiz.

Saraylar biz işçilerin alınteridir ve sarayları biz yıkarız.

Biz yıkarsak, Saray’da yaşayanları değiştirmek diye bir şey söz konusu olmaz.

Anlaşılıyor olmalıdır: Erdoğan’ın “kullanım süresinin” dolduğu analizleri yaygın. Bu doğru da olabilir. ABD-AB anlaşması ve Çin ve Rusya’ya karşı ortak operasyonlar hazırlamaları, bu arada Saray Rejimi’nin Afganistan’dan Ukrayna’ya, Libya’dan Suriye’ye yeni görevlere talip olması, kimine göre “ABD Erdoğan’la devamdan yana” olarak yorumlanırken, kimine göre de “Erdoğan’ın kullanım süresi doldu” olarak yorumlanmaktadır.

Biz devrimciler, devrimci işçiler, komünistler, ABD’nin başka adayları Erdoğan’ın yerine koyarak Saray Rejimi ve kendi sömürgeci egemenliğini devam ettirmesini ve bunun bilumum versiyonlarını “ahmak iyimserliği” olarak görüyoruz.

Eşek varsa, mutlaka bir semer vuran çıkar. Biz, işçi ve emekçiler “eşek” olmayı, “koyun” olmayı reddediyoruz. Bu nedenle, bize, Saray Rejimi’nin bir direnişle yıkılması, hem tek çıkış yolu hem de çok daha gerçekçi geliyor.

Böyle düşünüyoruz.

30 Nisan’da özel olarak kapanma ilan etmeleri, “cuma namazı” kolay kılınsın diye değildir. Tersine, işçilerden korkuyorlar, yeni bir Gezi’den korkuyorlar.

Çünkü Gezi’nin yenisi, eskisi gibi olmayacak. Doğası gereği de olamaz.

Saray Rejimi’nin direnişle, işçi ve emekçilerin eylemi ile, kadınların ve gençlerin eylemi ile yıkılması size de yakın gelmelidir. Bize inanmıyorsanız, aldıkları önlemlere bakın, belki düşmana inanırsınız; sorun, neden 30 Nisan’da kapanma oldu? Neden LGBTİ+ eylemine saldırıyorlar? Neden işçi eylemlerinden bu kadar korkuyorlar? Neden kadın eylemlerine, öğrenci eylemlerine saldırıyorlar? “Ağzını açanı alın” emri, Saray’ın telâşının en açık ifadesidir. Korkuları, saraylarının duvarlarını, kendi boylarını aşmıştır.

HDP’nin kapatılması davası da, İzmir HDP’ye dönük saldırı da bundandır.

Sancar diyor ki, “7 Haziran-1 Kasım döneminden daha ağır bir saldırıya hazırlanıyorlar.”

Peki neden?

Yanıtımız açıktır, korkularından.

Gelmekte olan kendini hissettirmektedir.

Gelmekte olanın affediciliği olmayacaktır.

Onların karanlığı zaten var, gelmekte olan o değil.

Gelmekte olan, onların karanlığını parçalayacak, korkularının gerçekleşmesi demek olacak olan aydınlıktır.

Sessizlik zaten var, gelmekte olan sessiz olanların ses vermesidir.

“7 Haziran-1 Kasım” dönemindeki gibi bir saldırı planlayacaklar diyerek, AB ve ABD’yi uyarmak, onlara zaten eserleri olan Erdoğan ve Saray Rejimi’ni anlatmaya çalışmak “düşüncede berraklık, tutumda netlik” değildir.

Direniş zamanıdır.

Direniş, kararlılık ister.

Bir direnişle, birkaç günlük direnişle sonuç alınamayacağı açıktır. Direniş, inat ister. Zaman alacaktır. Sayısız örneği vardır. Kürt direnişi her şeyi ile açıktır.

Kararlı direniş için, düşüncede berraklık gereklidir.

Dost ve düşman ayrımı net olmalıdır.

Saray Rejimi, onun farklı biçimlerdeki destekçisi okur-yazar takımı, Saray Rejimi’nin hizmetkârları, mesela Baykal da dahil, onlara pezevenklik edenler, mesela saray medyasının Ahmet Hakan’ları, Abdülkadir Selvi’leri, Nagehan Alçı’ları ve bilcümlesi, Saray Rejimi’nin hizmet ettiği ulusal ve uluslararası sermaye, Saray Rejimi’nin bağlı olduğu ve aktif desteğini aldığı ABD ve AB, bunların hepsi, bir ve aynı cephededir.

Diğer cephede, ünlüleri olmayan, tanınmış isimleri az sayıda olan, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler var.

Ötesi yoktur.

Bu konuda net olmak şarttır.

HDP İzmir il örgütüne saldırıyı, açık ve net olarak devlet yapmıştır. Amacı da açıktır, sindirmek ve bastırmak. Okur-yazar takımı, bazı Saray medyası veya başka bazıları, “bu bir provokasyondur” diyerek, aslında suçu, devlete değil, Saray’a değil, başka bazı çevrelere yıkmak istiyorlar. Yenidir, Hrant Dink cinayetini düşünelim. Hepsi suçu bir diğerine atıyor. Bu yolla “devlet tertemiz” hâle getiriliyor.

Saldırı Kürt hareketini büyük şehirlerde etkisiz kılmayı, devrimci hareketin gelişimini engellemeyi hedefliyor. Bunun için İzmir seçilmiştir.

Direniş mantığından bakınca görünen budur.

HDP, en yetkili ağızlardan, çözüm sürecinin tüm detaylarını kamuoyuna açıklamalıdır. Davalar açılıyor, tehditler savruluyor. Öyle ise “çözüm sürecinin” tüm gerçeğini dile getirmenin tam da zamanıdır. HDP’nin kapatılması davasında çözüm süreci bir delil olarak sunulmaktadır. Öyle ise, bu süreci tüm halka açmak bir borçtur.

HDP İzmir binasına saldırı, “7 Haziran-1 Kasım süreci olarak ele alınmamalıdır. Çünkü bu düşünüş tarzı, bir seçimi öngörmektedir. ABD ve AB, ortaklaşa olarak bastırmazsa, Erdoğan, kaybedeceği bir seçimi yapmaz. Hiçbir yasayı tanımayan, anayasayı rafa kaldırmış olan bir Saray Rejimi’nin her adımı, ne adım atarsa “seçim için atıyor” diye ele alınırsa, devletin gerçekliği doğru kavranmış olmaz. Erdoğan’ın yeniden aday olması durumu bile bir yasaları takmama hâli olacaktır. Bu durumda “seçim” üzerine bu kadar yatırım yapmak anlamlı mıdır?

Parlamento işlevsizdir.

Seçim sonuçları bizzat devlet tarafından tanınmamaktadır, kayyum politikası açıktır.

Siyasi partiler, tüm burjuva siyasal partiler olarak, “devlet partisi”nin çeteleşmiş hâlleridir.

Ve bu koşullarda, CHP’nin dile getirdiği gibi “her adımı seçimi kazanmak için atıyorlar” tutumu, tutarsızdır. CHP, bu tutumu ile Saray Rejimi’nin en büyük destekçisidir. Zaten her kritik noktada CHP, bu desteğini açık hâlde ortaya koymuştur. Dokunulmazlıklar, İnce’nin adaylığı ve son akşamki tiyatro, Saray’ın savaş politikalarına verilen açık destek vb.

Saray Rejimi’ni hukuka uymamakla eleştirmek, Erdoğan’ı “dürüst olmamakla” eleştirmek işe yaramaz. Zaten tüm bunlar, ister ifade edilsin ister edilmesin halk tarafından bilinmektedir.

Saray Rejimi’ne karşı direnişi geliştirmek ve yaymak gerekir. Kürt devrimci hareketi zaten yıllardır bunu yapıyor. Şimdi, bu direnişi genişletmek, daha da etkili hâle getirmek gerekir. Cephe nettir: Birleşik Emek Cephesi.

Düşüncemiz berrak, tutumumuz net olursa, ki buna ihtiyaç vardır, direnişimizin gerektirdiği kararlılık da ortaya çıkacaktır.

Katliamlar tarihine son vermenin yolu örgütlü direniş

Bundan tam 28 yıl önce, Sivas’ta 35 insanımız, bir devlet organizasyonu ile tüm toplumun gözü önünde ve tam sekiz saat TV kanallarından yayınlanarak katledildi.

1993’te Sivas’ta 4 gün boyunca yapılması planlanan etkinliklerde birçok sanatçı, şair ve muhalif aydın bir araya gelmişti ve Alevi halkının diline, kültürüne sahip çıkması, bir araya gelmesi, örgütlenme adımları, o yıllarda yükselen mücadele ikliminde halkların inkârı ve imhası üzerine kurulu TC devleti için bir tehdit olarak görüldü ve bu ülkenin yönetenleri, tarihleri boyunca yaptıkları gibi organize olarak Sivas katliamını gerçekleştirdi.

Sivas katliamı, tıpkı Dersim, Maraş, Çorum gibi, tıpkı Kürt halkına yapılan onca saldırı ve katliam gibi, Ermeni soykırımı, 6-7 Eylül pogromu gibi, 1977 1 Mayıs’ı, Hrant Dink cinayeti, Tahir Elçi cinayeti, Ankara, Suruç, Diyarbakır katliamları gibi devlet çarkının tüm dişlileriyle rolünü oynadığı bir katliamdır.

Unutmuyoruz;

Sivas etkinliklerinden bir hafta önce, “hicret koşusu” adı altında şehre gönderilen cihatçıların, bir hafta katliam için bekletilmesini, belediye tarafından otelin önüne yığılan kaldırım taşlarını, daha sonra emniyetten fakslandığı kanıtlanan “Müslüman kamuoyuna” başlıklı cihat çağrısı yapan bildirileri, katliam sırasında elinde silahlarla otelin önüne kadar gelip sloganlarla geri çekilen askerleri, polisleri…

Unutmuyoruz;

Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “Çok şükür otelin dışındaki vatandaşlarımıza birşey olmamıştır”, dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in “Olay münferittir, ağır tahrik var, güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır… Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır, halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyin”, dönemin koalisyon ortağı Erdal İnönü’nün “Güvenlik güçlerimiz vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır.”

Bugün Saadet Partisi genel başkanı olan dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun belediye hoparlöründen “evvela şunların ruhuna bir Fatiha okuyalım, gazanız mübarek olsun” sözlerini…

Katliamdan yıllar sonra Özel Harp Daire Başkanlığı’nda görevli Üsteğmen H.Ç ‘nin “Helikopterle geldik ve Sivas’a 11 km kala bir mezraya indik… Üç yazar özel hedefti başlarında da Aziz Nesin vardı… Duyum Jitem’den geldi… Bizim bölgede yaptığımız en büyük olay, insanların Madımak Oteli önünde toplandığı zaman taşı atmamız ve geri çekilmemizdir.” itirafları katliamın devlet eliyle yapıldığının en açık kanıtlarındandır.

Unutmuyoruz ve hesap soracağız!

Sivas katliamının failleri, bugün de soygun, yağma, katliam politikalarına devam ediyor.

Yönetenlerin tarihinde hep devlet çözüldükçe ve toplumsal mücadele yükseldikçe halklara dönük saldırılar kundaklanmıştır. Bugün de HDP İzmir binasına yapılan ve Deniz Poyraz yoldaşımızı aramızdan alan saldırı; çözülen, çeteleşen devlet gerçeğini ortaya koymakta; yükselmekte olan toplumsal mücadeleye karşı yönetenlerin kendi korkusunu kitlelere bulaştırmaya çalıştığını göstermektedir.

Devlet çözülmektedir; çözülmeyi yaratan şey, emperyalist paylaşım savaşında tetikçilik rolleriyle saplandıkları bataklıktır.  Çözülmeyi yaratan şey, mücadeledir. 8 yıldır “Tekrar olur mu?” diye korktukları Gezi direnişidir; örgütlü Kürt halkının direnişidir; halkların, işçilerin örgütlenme arayışlarıdır. Saldırıları yok olma korkularındandır.

Çözülme hızlanmaktadır. Halklara dönük onlarca saldırıda parmağı olan çete lideri Sedat Peker’in açıklamalarının ardından çürümenin boyutları daha da ortaya çıkmıştır. Çete-devlet ilişkisi tüm çıplaklığıyla ortadayken, burjuva muhalefetin yapmaya çalıştığı ise “Sokağa çıkmayın” çağrılarıyla, yükselmekte olan toplumsal mücadeleyi daraltmak, halkın tepkisini önlemektir.

Gerçekler ise, böylesi bir çürümenin karşısında toplumsal mücadeleyi yükseltmek dışında bir çözüm olmadığını göstermektedir.

Dün Sivas katliamını kundaklayanlar, bugün işçileri emekçileri işsiz bırakmakla, açlıkla, Kod-29 ile yola getirmeye çalışanlardır. Kendileri de çete olan holdinglere alın terimizi, doğamızı, yaşam alanlarımızı talan ettirenler, seçilmiş vekilleri tutsak edip, belediyelerden rektörlere kayyum atayanlar, 128 milyar doları ceplerine indiren, Merkez Bankası’nın kasasını boşaltanlardır. Suriye’den tüm Ortadoğu’ya ABD’nin tetikçiliğini yapanlardır. Bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı alıp, kadın cinayetlerini, katillere cezasızlık politikalarıyla destekleyenlerdir. Çocuk istismarlarını örtbas etmek, failleri aklamak için yargı düzenlemeleri yapanlardır. Müzisyenlerden öğretmenlere, işçilere, işsizlere insanların geçinemediği için intihar etmelerine neden olanlardır.

Topyekün saldırıların karşısında bizlerin seçeneği ise mücadeleyi adım adım büyütmektir. Çalışırken ölmeye, sömürülmeye karşı mücadele eden işçiler, emekçiler; yaşamını ve özgürlüğünü kazanmak için direnen kadınlar, “alışın buradayız” diyen LGBTİ+’lar; üniversiteleri ve hayalleri için mücadele eden öğrenciler, gelecekleri için direnen gençler; onurları için buradayız diyen halklar; doğası, yaşam alanı için direnenler olarak seçeneğimiz; geleceğimizi, onurumuzu, özgürlüğümüzü kazanmak için bir araya gelmek, örgütlü mücadeleyi, ortak mücadeleyi yükseltmektir.

Katliamlar tarihine son vermenin yolu da budur.

İnsanca ve onurlu bir yaşamı inşa edecek, katliamların hesabını soracağız!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Baskılarınız, ajanlaştırma politikalarınız, çürümüş sisteminizi kurtaramayacak!

Biz bu sistemi her hâliyle tanıyanlarız.

Yıllarca yürütülmüş mücadele geleneğine sahip bizler, bu sistemin neler yapabileceğini gördük ve görmeye devam ediyoruz. İnsan kaçırmaktan “faili” meçhullere, sokak ortasında işkence yapmaktan, parti binalarını basıp yoldaşlarımızı öldürmeye kadar pek çok yerden biz bu sistemi biliyoruz.

Bu sistem her hâliyle çürümüştür.

Birileri saraylarda yaşarken, işçiler-emekçiler yaşamlarıını idame ettirecek ücret dahi alamamaktadırlar. Her gün bir işçi-öğrenci-işsiz yaşam koşulları sebebi ile intihar ediyor. Her gün işçiler-emekçiler işçi cinayetine kurban gidiyorlar. Her gün işçiler-emekçiler yok sayılıyor, aşağılanıyorlar. Kısacası bu sistem insanı tüketmekten başka bir işlev görmüyor. İnsanların insan kalmaması için tüm hızıyla çürümeyi yaymaya çalışıyor.

Bizler bu çürümüş düzeninize boyun eğmeyeceğiz!

Saray Rejimi’ni ayakta tutmak isteyenler, her alandan saldırıyorlar.

Geçtiğimiz 1 Mayıs itibariyle birçok okurumuza gözaltında ajanlık dayatılmıştır. Bu süreç, 1 Mayıs günü 1 Mayıs mahallesinden 2 yoldaşımıza gözaltına alındıkları gün ajanlık teklif edilmesiyle başlamış, ardından telefon aramalarıyla bu taciz sürdürülmüştür.

Aynı şekilde, benzer zamanlarda Çorlu’da, okurumuz İlhan Karagöz’e de aynı süreci işletmişlerdir. Evine kurye gibi gelip ‘’Aklından Bir Sayı Tut’’ kitabını bırakıp seslenmesine bile izin vermeden gitmişlerdir. Kitabı karıştıran yoldaşımız kitabın arkasına bir numara not edildiğini görmüştür. Numarayı aramış fakat ulaşamamıştır. Akşam saatlerinde aynı numaradan okurumuz aranmış, arayan kişi buluşmak istediğini söylemiş, Çorlu girişindeki Piknik Restoran’a çağırmış ve kim olduğunu söylemeden telefonu kapatmıştır. Okurumuz buraya gittiğinde 3 kişi karşılamıştır. Bunlardan biri gitmiş, diğer ikisi oturup konuşmak istemiştir. Polis misiniz sorusunu kafalarını sallayarak onaylamışlar ve devamında Tekirdağ TEM şubeden olduklarını söylemişlerdir.  Yemek yiyelim sohbet edelim diye çağırdıklarını söylemişlerdir. Ayrıca “Biz seni tanıyoruz sen illegal işler ile uğraşmıyorsun, legal işlerle uğraşıyorsun ve daha çok felsefeye meraklıymışsın” gibi söylemlerle beraber, Grup Yorum dinliyor musun, Mao okuyor musun, gibi sorular sorarak okurumuz ile ilişki kurmaya çalışmışlardır. Okurumuza çalışmadığını bildiklerini ve nereye kadar böyle gideceğini düşündüğünü söyleyerek üstü kapalı hem tehdit hem de teklifte bulunmuşlardır. Bunları reddeden okurumuz masadan kalkınca da gün boyu takiplerini sürdürmüşlerdir.

Bizler boyun eğmeyenler ve insanca bir yaşam için mücadele edenleriz. Baskılarınız, ajanlık dayatmalarınız, gözaltlarınız bu çürümüş sisteminizi koruyamaz. Örgütlüğümüzü büyüterek bu düzeninize son vereceğiz.

Okurlarımıza yönelik her saldırının sorumlusu devlettir.

KALDIRAÇ

29 Haziran 2021

Devlet içi savaş, “iç savaş” değildir “Helâlleşmek” mi? Korkuyor Erdoğan Saray’ı korku sarmıştır

Biz Marksistler için devlet, insan toplumunun belirli bir evresinde, ilkel-komünal toplumun dağılışı ve köleci toplumun ortaya çıkışı döneminde, ortaya çıkmıştır. Devlet, “toplum yönetimi” değildir. Yani, ilkel toplumda, komün hayatını süren ama ilkel bir yaşam süren insanlar için “devlet” diye bir “kutsal” makina yoktu. O toplumda da insanlar, komünal yaşam içinde bir sürü ortak karar veriyorlardı. Modern tarzda şehircilik üzerine verilen kararlara biçim olarak benzemese de, ortak yaşamın gereklerine uygun kararlar veriyorlardı. Ama toplum sınıflara ayrılmamıştı yani insan, insan tarafından sömürülmüyordu, köleleştirilmemişti ve bir sınıfın diğer sınıfları bastırmak üzere silahlı kuvvetleri, tekleşmiş zor aygıtı yoktu.

Devlet, toplumun, çıkarları uzlaşmaz, karşıt sınıflara (köle sahibi-köle, feodal bey-serf, burjuvazi-işçi sınıfı, ezen-ezilen vb.) ayrılmasının itirafıdır. Köle sahibi, kölenin karşılığı ödenmemiş emeğine el koyar. Bunu sürekli yapabilmesi için, devlet denilen baskı aygıtına ihtiyacı var. Bunu “toplum” değil, köle sahipleri sınıfı örgütler. Devlet, sadece baskı aygıtı ile özdeş değildir. Devlet, bu baskı aygıtı yanında, kendini tüm “toplumun çıkarlarının” savunucusu gibi gösterir ve bu yolla, “rıza” da üretmiş olur. Devletin bu “rıza” üretme aygıtları, ideolojik aygıtlarıdır ve eskiden beri din bu konuda önemli bir araçtır. Devletin gelişimi ile “tek tanrılı din”in doğuşu için ortam hazırlanmış oldu. Devlet, tüm toplumu bastırmak için, önyargılara, kör inançlara, giderek dinlere ve giderek daha planlı “karanlık üretim” merkezlerine sahip olur. Egemen sınıf, toplumu, devlet denilen egemen sınıfın örgütü aracılığı ile, kendi çıkarlarına göre biçimlendirir. Devlet, ortaya çıktığı günden bugüne değin, her zaman egemen sınıfın örgütü olmuştur. Öyle “tarafsız”, “sınıfsız imtiyazsız”, “baba” devlet diye bir şey yoktur. Bunlar egemen sınıfların ürettiği şeylerdir. “Vatan” naraları olmamış olsa, insanları savaşa sürmek mümkün olur mu? Parababaları, zenginler, egemen sınıf, “benim çıkarın için savaşın” derse, bu savaşa ne kadar insan katabilir? Kaldı ki, devlet, sadece başka bir devletle savaşta, “vatan” hikâyelerini kullanmaz. Tersine, devlet, önce, kendi sınırları içindeki halkı/halkları baskı altına alır. Vergiyi böyle alır, “ulusal yayın” politikalarını böyle belirler, “ulusal çıkar” tanımını böyle yapar. Devlet, sonuçta, egemen sınıfın devletidir, milletin, halkın vb. devleti değildir olmaz.

İkizdere’de, bitmek bilmeyen yağmanın bir başka çeşidi sahneye konduğunda, İkizdereli kadınların “sen kimin jandarmasısın, halkın mı, Cengiz İnşaat’ın mı” diye sorması, tam da doğru sorudur. Aslında halk, işçi ve emekçiler, bu gerçeği çıplak olarak görürler. Sadece bunu derinliğine kavrayıp, günlük bilinçlerinin bir parçası hâline getirmemişlerdir.

Yani, öyle devletin ne olduğunu anlamak için, sayfalarca kitap okumaya gerek yok. Mesela Sedat Peker, “kutsal devlet” diye söylerken videolarında gösterdiği kitaplardan habersiz olan İkizdereli kadınlardan çok daha geri noktadadır. İkizdereli kadınlar, “sen Cengiz’in jandarması mısın” diye sormak için, masalarını kitaplarla süsleme gereği duymazlar. Peker, “devletin aklı” ve “devletin namusu” diye konuşuyor. Öyle öğrenmiştir. Sen git şunu indir, vatana ihanet ediyor, dediklerinde, onu bağlı tutacakları bir “değer” vermelidirler. Ortadaki tek “değer” paradır derlerse, kimseyi tutamazlar. Erdoğan, namazla tutabildiklerini namazla, allah ile tutabildiklerini allahla, bu yolla tutamadıklarını ise “para” (rüşvet, pay ya da sadaka) ile tutmuştur. Başkası mümkün değil.

Evet her devletin bir “aklı”, yani birikimi vardır. Bu sınıf savaşlarında oluşmuş bir tarihsel birikimdir. TC devletinin birikimi, Osmanlı’nın kapıkulu sistemine, Osmanlı’nın yağma kültürüne dayanıyor. Osmanlı, Müslüman Bizans olmuştur, öyle yaşamıştır (Bakınız, “Anadolu, Dün, Bugün, Yarın; Tarih ve Devrim” içinde. Bu kitapta, tarih ve devrim bağlamında, Osmanlı da ele alınmıştır). Ondan bayrağı alan TC devleti, Osmanlı’nın kapıkulu sistemini, içoğlan sistemini vb. devralmış, öyle yürümüştür. TC devletinin yetim çocukları eli kanlı caniler hâline getirip pis işlerini hâllettirmesi yeni değildir. Savaş ganimeti olarak alınan içoğlanlarının, eskisi kadar bol bulunması mümkün değil. Girit’i fethettiğinde (mesela Girit, ama her fethedilen yerden) Osmanlı, Saray için birçok iş görecek “oğlan” çocuğu saraylara alırdı. Bunlardan vezir olan da çıkar, bunlardan tetikçi de çıkar, katil de çıkar vb. TC devleti bu düzeni devam ettirmiştir. “Geleceği olmayanların”, gelecekleri ellerinden alınmışların, devlet mülkü hâline getirilerek, devletin kulu olarak yetiştirilmesi, kendisi gibi halktan olanlara karşı kullanılması, gününüzde de devam etmektedir. Buna bir diyelim ve ikincisi aşağıdaki paragraftadır.

TC devletinin anti-komünizm üzerine oturan çizgisi ikinci “devlet aklı” olsun. TC devletinin devlet aklı, daha kuruluş yıllarında, Sovyetler’e karşı “anti-komünizm” ya da “sınıfsız imtiyazsız bir milletiz” şeklinde ortaya çıkmıştı. Osmanlı, sınıf savaşımının çok yüksek ve şiddetli yaşandığı bir tarihe sahip değildir. İsyanlar, en çok da Baba İshak ve Şeyh Bedreddin isyanı, elbette vardır. Ama bunlar oldukça eskidir. Bunların dışında küçük köylü isyanları vardır ve tümünde katliam devreye girmiştir. Osmanlı’nın son 30 yılında, işçi direnişleri ve grevler ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha o zaman bile Osmanlı, komünistleri katletmek üzere hareket etmiştir. Ama buna rağmen, Avrupa’daki gibi gelişmiş bir sınıf savaşımı yoktu. Öyle ise, “komünizme karşı” bu “devlet aklı” nereden geliyor? Sorudur ve cevabı önemlidir.

Karadeniz’de Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşlarını öldüren burjuva bilinç, oldukça ileri bir sınıf bilincinin ifadesidir. Mustafa Kemal ve Meclis, bir yandan SSCB’den yardım almak istiyor, bir yandan “Batı işgali”ne karşı gelişen bir kurtuluş hareketi var (başlangıçta anti-işgal bir harekettir ve anti-emperyalist bir bilince yükselemeden, burjuvazinin önderliğine, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının önderliğine teslim olmuştur) ve bu ikisinin ortasında TC devletinin nüve hâlindeki Ankara Hükümeti, eski Osmanlı paşaları, Batı’nın, emperyalist ülkelerin tam olarak istediklerini yapmaya yöneliyor. Bu küçümsenemez bir bilinçtir. Normalde Mustafa Kemal ve arkadaşları, gerçekten bağımsız bir ülke istiyor olsalardı, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı’na katılmaları konusunda böylesi tutumları olmazdı. Mustafa Kemal ve arkadaşları, üstelik bu cinayeti, binbir dalavere ile, tam da Osmanlı tarzına uygun olarak işlemişlerdir. Osmanlı’da oyun bitmez sözünü hatırlatırcasına.

Bu konuda kafası bulanık, ama asla ciddi bir araştırma yapmak istemeyen solcu arkadaşlarımız çoktur. Gelin, bu konuyu biraz uzatalım. Tam zamanıdır. Önce, sınıf bilincinin ne olduğu üzerine, bir kere daha düşünülmesi gerektiğini vurgulayalım.

İlk sözü Nâzım’a verelim. Öyle ya, onun üyesi olduğu TKP’nin önderlerinin katledilmesinden söz ediyoruz. Nâzım, bir şiirinde konuya aydınlık getiriyor:

“28 Kanunisani

-Ta ta aa ta ta Ha ta tta ta
Tarih
sınıf-ların mücadelesidir

-1921
kanunisani 28
– Karadeniz
– Burjuvazi
– Biz
– On beş kasap çengelinde sallanan
on beş kesik baş
– Yoldaş
Bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma

“Siyah gece”
“Beyaz kar”
“Rüzgâr”
“Rüzgâr”
Tranzondan bir motor açılıyor
Sa- hil – de – ka – la – ba – lık!
Motoru taşlıyorlar
Son perdeye başlıyorlar!
Burjuva Kemal’in omuzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kâhyanın cenine inmiş
Kâhya adamlarının donuna
Uluyorlar
hav… hav… hak… tü
Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
hav.. hav.. hak.. tü
…..
….. ”

Nâzım Hikmet, 1923

Nâzım’da sınıf bilinci son derece nettir. Ölenler ve öldürenler bellidir. Katliamın üzerinden iki yıl geçmiştir ve Nâzım, durumu özetlemiştir. Ama bizim solcularımız, “okur-yazar” takımımız, Mustafa Kemal ve devlet bunu yapmaz, olsa olsa bunu çeteler yapar demektedir. Peki devlet nedir ki?

Suphi’lerin katledilmesi üzerine birçok belge bugün su yüzündedir. Buna rağmen, sanki bunu “devlet yapmamış” gibi bir masala inanmak isteyenler az değildir. Yok şu paşa yapmıştır, yok Topal Osman yapmıştır, yok şu çete yapmıştır. Bunu hatırınızda tutun lütfen. Belki o zaman, 16 Mart katliamını kim yapmıştır, 1 Mayıs 1977’nin katili kimdir, Tütengil’in katili kimdir, Mumcu’nun katili kimdir, Hrant’ın katili kimdir, Sivas katliamını kim yaptı, 6-7 Eylül kimin tezgâhıdır gibi sorulara “devlet” denildiğinde devlet cephesinden gelen, “hayır” ama şu çeteler yaptı açıklamalarını anlayabiliriz. Sınıf bilinci işte budur. Sınıf bilinci varsa, net ise, durumu net görebiliyorsun, yoksa tüm gerçek gözünün önünde olsa da, sen onu kavrayamıyorsun.

İnsan bir şeye inanma ihtiyacı duymaya görsün, tüm kanıtlar tersini gösterse de, o, inanmak için bir bahane bulur.

Türkiye solunda, devleti net olarak bir sınıf egemenliği organı, aygıtı olarak görmek eksiktir. Devlet, devrimcileri mi öldürdü, katliam mı var, bunu mutlaka devlet içindeki “kötü adamlar” yapmıştır. TC devleti de zaten, Osmanlı’dan beri, bu numaraya yatmıştır. Bu, sol adına, sınıf bilinci eksikliğidir. Devlet, en başından beri net bir sınıf bilinci ile hareket etmiştir.

Dün Susurluk olayları patlak verdiğinde, bizim anlatmakta zorluk çektiğimiz devletin bu katliamcı yönü, tam olarak açığa çıkmaya başlamıştır. Ama bizim “solcularımız” ve “okur-yazar” takımımız, bu işleri devletin yapmadığını, bazı kişilerin yaptığını “adları gibi” biliyorlar. Bu vesile ile, işi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının katliamına kadar götürmemizi de, eminim “fazla” buluyorlardır.

Biz devam edelim. Yüzlerce kaynak vardır bu konuda.

Mustafa Kemal, 1920 baharında, bir yandan TBMM’yi açıyor ve gitmekte olan Osmanlı’nın yerine yeni bir hükümet (ki adı henüz Cumhuriyet değil, hatta Osmanlı generalleri, Osmanlı’ya bağlıdır ve doğrusu “devleti” kurtarmak için Anadolu’ya geçmişlerdir) kuruyor ve hemen aynı dönemde, SSCB’den “Ankara Hükümeti” adına yardım talebinde bulunuyor. Sovyet hükümeti, tüm dünyaya, emperyalist paylaşım savaşımına son verdiklerini, elde ettikleri haklardan vazgeçtiklerini ve emperyalizme karşı dünya halklarının savaşımını destekleyeceklerini ilan etmişti. Mustafa Kemal için bu bir fırsattı. 1920 Mayıs ayında, Kâzım Karabekir’in kaleme aldığı ve ardından Mustafa Kemal tarafından düzeltilen bir mektup, Çiçerin’e iletiliyor. Bu mektupta Ankara Hükümeti adına Mustafa Kemal, “emperyalizm tarafından ezilen mazlum milletleri kurtarmak gayesiyle Bolşevik Rusya ile iş ve hareket birliği arzu ettiklerini ifade ettiler.” (Osman Okyar, Milli Mücadele Dönemi Türk-Sovyet İlişkilerinde Mustafa Kemal (1920-1921), İş Bankası Kültür Yayınları, s. 60).

Fakat aynı Mustafa Kemal ve arkadaşları, aynı dönem, bu tutumuyla alâkasız, tersi işler yapmaktaydı. Buna, “pragmatizm” diye övgüler düzülüyor. İyi ama, SSCB olmamış olsa idi, TC devleti diye bir devletin olacağını iddia etmek mümkün müdür?

Aynı döneme denk düşer, kuzeyden gelen Sovyet Devrimi, Bakü’ye 1920’nin baharında ulaşır. Ve Azerbaycan sovyetinin kutlanması gerektiğini Karabekir, Mustafa Kemal’e yazar. Meclis, Azerbaycan’ın sovyet cumhuriyetini kutlama meselesini görüşür. Bazı milletvekilleri, daha ileri giderek, işbirliği yapılmasını önerir. Bu, 1920’deki hava konusunda bir bilgi vermektedir. Mecliste Azerbaycan sovyetinin kutlanmasının ilerisine giderek işbirliği savunulmaktadır ve Mustafa Kemal, daha ileri gidilmesini önler, görüşülmesine izin vermez. Mustafa Kemal ve Osmanlı’dan gelen subayların, anti-komünizm bilinci sıradan değildir. Osman Okyar, mecliste ilk konuşanın Antalya mebusu Hamdullah Suphi olduğunu söyler. Ondan aktaralım: “Sınırlarımıza varan bolşevikliğin karşısında tutumumuz ne olacak? Muhalif mi olacağız? Yoksa bunu kendimiz için yardıma kuvvet sayarak, el ele verip kurtuluş çabalarımıza devam mı edeceğiz? Lenin, İslam dünyasının dinine ve Müslümanların mal haklarına saygı göstereceğine dair söz vermiştir. Ülkemizden istilacı kuvvetleri kovmak için Bolşeviklerin bizim en doğal yardımcımız olduklarına inanıyorum.” (Osman Okyar, age, s. 51). Bolu mebusu Tunalı Hilmi: “Eskiden beri Bolşeviklikten yanayım. Bolşeviklik eski Yunanlılar zamanında mevcut olup, zamanla gelişmiş, aşırı sosyalistlik şekline girmiştir. Esasları şeriata uymaktadır.” (age, s. 51).

Mecliste yankısını bulan, aslında sokaklarda ve dağlarda çoktan bulmuş olan, Ekim Devrimi’nin rüzgârıdır ve Mustafa Kemal ve arkadaşları, bunu ustaca boşa çıkarmasını bilmişlerdir. Sadece Azerbaycan’ın tebrik edilmesi ile yetinmişlerdir.

Osmanlı coğrafyasında, özellikle İstanbul’da, İzmir’de sosyalist akımlar daha eskilere dayanmaktadır. 1880’lerde, iki sosyalist genç, idam edilmiştir. Sanıyorum, her ikisi de Ermeni halkındandı. Ama idam edilmelerinin nedeni, komünizm faaliyetleridir. Burası, yani devrimci hareketin tarihi başka bir konudur. Biz, 1920’lere bakıyoruz. Amacımız, devletin anti-komünist bilincini göstermek ve bu konuda, katliamlara başvurmaktan çekinmediğini ortaya koymaktır. Deyim uygun düşerse, Teşkilât-ı Mahsusa, o zamandan beri, devlet için kurşun atmaktadır ve Peker’in itiraflarındaki konular, “çetelerin işi” değil, bizzat devletin işidir.

Eylül 1919’da İstanbul’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası” kurulmuştu. Ethem Nejat (Boşnak asıllı bir aydındır, öğretmendir), İsmail Namık partinin önder isimleridir ve Kurtuluş gazetesini çıkarmaktadırlar. Dr. Şefik Hüsnü, bu grubun içindedir. Demek, sosyalist akımlar yükselmektedir.

Şerif Manatov, 3. Enternasyonal’in direktifi ile Anadolu’ya gelmiş ve gazeteci Arif Oruç ile birlikte 1920 Temmuz ayında, illegal bir komünist partisi kurmuştur. İşçi ve köylülere ihtilal çağrıları yapan bildirilerin dağıtıldığı bilinmektedir. “Manatov, Ankara’da Mustafa Kemal ile dahi görüşebilmişti. 1920 güzünde feshedilen yeşilordu örgütü ile ilgili olduğu meydana çıkınca Manatov, hükümetin emriyle yurtdışına çıkarıldı.” (age s. 50).

Yeşilordu, daha iyi bir örnektir. Mustafa Kemal’in Nutuk’ta anlattıkları bile yeterlidir. İşgale karşı Anadolu’da başlayan isyan, Osmanlı ordusundan ayrılan askerlerin bir bölümünü de içine çekiyor. Ve Yeşilordu oluşuyor. Yeni Dünya, Eskişehir’de, daha çok Yeşilordu’nun gazetesi olarak tanınıyor. Yukarıda Manatov ile adı geçen gazeteci Arif Oruç, Yeni Dünya gazetesinin de başındadır. Ve Yelşilordu, Saray’ın ordusu olmayı açıktan reddetmek üzerine kuruludur, düzenli ordu değildir. Mustafa Kemal (ki 1919’da Samsun’a gelmiştir ve ilk işi Topal Osman ve İpsiz Recep ile görüşmek olmuştur) ve arkadaşları, düzenli orduları devralıyor, oysa Yeşilordu, direniş ordusudur ve anti-işgalcidir. Anti-emperyalist bir yöne doğru, özellikle Ekim Devrimi’nin etkisi ile yol almaktaydı.

Mustafa Kemal, 1920’nin sonbaharında (güzünde), Yeşilordu’yu dağıtmak istiyor. Oysa daha ülkede işgalci ordulara karşı savaş var. Yeşilordu’yu dağıtma girişimi, iç savaş meselesi içinde ele alınabilir. Bu iç savaşın bir cephesi Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır ve hem padişaha hem de saltanata bağlıdırlar, sadece gelişmeler bunu olanaksız hâle getirmiştir. İç savaşın diğer cephesindekiler ise, mesela Çerkes Ethem ve diğerleri, böylesi bir bilince sahip değildirler, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını dostları, komünizmden yana adamlar olarak görüyorlar. Onlar için önde olan şey, ülkenin düşmandan kurtarılması, bağımsızlığın alınmasıdır. Kemal ve arkadaşlarını kendileri gibi sanmaktadırlar. Oysa savaşın içinde bir de iç savaş vardı ve iç savaşın bir tarafı, bunu bilincine çıkartmış değildi. Örneğin Yeni Dünya, Mustafa Kemal’in, adımlarını överken, Mustafa Kemal, kendisine “bolşevik misin” diye soranlara perde arkasında gayet net yanıtlar veriyordu. Mecliste sahte komünist partisi Mustafa Kemal’in emri ile kurulmuştu. 1920 sonbaharında bu gelişmeler olurken, Garp Cephesi komutanı Ali Fuat, Mustafa Kemal’e olup biteni açıklaması için bir telgraf çeker. Mustafa Kemal’in bolşevik olup olmadığını sormaktadır.

Mustafa Kemal’in bu telgrafa yanıtını, Osman Okyar, özetlemiş.

“madde 4: …… ’Ruslar az veya çok ne kadar yardım yaparlarsa, miktarına bakmayarak bunu kabul etmek istiyoruz. Müsait zamanda Ermenilerle muhabere etmek için (Ermenistan henüz Sovyet’e katılmamıştı-DA), Rusların müsaadesini beklemeden hareket edeceğiz’ diyordu.”

“madde 5: Mustafa Kemal, İngilizlerin İstanbul’da İzzet Paşa vasıtasıyla bize üstü kapalı mesaj yolladıklarını ve görüşme talep ettiklerini yazıyordu. İlaveten ’İngilizlere cevap vermedik. Fakat İzzet Paşa’ya, kendi sorumluluğu ile müzakereye devam etmesini söyledik. Ruslarla anlaşma bağlanıncaya kadar İngilizlerle hafif teması muhafaza etmek istiyoruz’ diyordu.”

“madde 7: Mustafa Kemal, ’Rus egemenliği anlamına gelen iç komünist örgütünün, gaye itibari ile bizim aleyhimizde olduğunu işaret ettikten sonra, gizli komünist hareketini her surette durdurmak ve sindirmek mecburiyetindeyiz’ diyor.” (age, s. 57-58).

Demek, 1920 sonbaharı kritiktir. Mustafa Kemal, Yeşilordu’yu dağıtmak, komünist hareketi sindirmek istiyor. Bu arada İngilizlerle gizli görüşmeler devam ediyor. Bu acaba, İngiliz ve ABD’li yetkililerin de isteği midir? 1920 yılında, ABD ile yapılmış bir gizli anlaşma var mıdır? Gelmekte olan Sovyet Devrimi, Kafkaslara gelmiş, Bakü düşmüş, Ermenistan henüz Sovyet sistemine geçmemiş, Gürcistan henüz Sovyet Devrimi’ne katılmamıştır. Varsayalım ki, 1919 yılı olsun, yani konuşulan tarihten bir yıl önce ve Ermenistan ve Gürcistan Sovyet Devrimi’ni gerçekleştirmiş olsun, bu durumda, devrim cereyanı, olduğu gibi Anadolu’nun içlerine girecek, Kafkasların güney eteklerinde kalmayacaktı. İngiltere ve ABD’nin Ekim Devrimi’ni kuşatma siyaseti bu dönem ortaya çıkmıştı. Açıktır ki, Ankara Hükümeti, Ekim Devrimi’ni kuşatma emperyalist planına gayet uygun olarak, içeride anti-işgalci harekete savaş açmaktadır, devrimden korkmaktadır.

Sıralama şöyledir:

Yeşilordu dağıtılıyor.

Resmî komünist partisi kuruluyor.

Ülkedeki tüm komünist faaliyetler yasaklanıyor…

Osman Okyar, Nutuk’tan aktarıyor:

“Bu maksatla (Yeşilordu’nun dağıtılması maksadıyla-DA), Mustafa Kemal, içlerinde Sağlık Bakanı Dr. Adnan Adıvar ve İçişleri Bakanı Hakkı Behiç gibi arkadaşların bulunduğu bir gizli örgütün kurulmasına karar verdiğini ifade etti. Devamla, ’arkadaşlar bana yardım etmek ve beni ayrıca yormamak maksadıyla işe koyuldular. Ancak zamanla Yeşilordu’nun idarecilerinden bazılarının, kuruluş maksadından ayrılarak, çok genel bir gayeye (yani sosyalizme herhâlde-DA) yöneldikleri görüldü. Ayrıca söz konusu idareciler, bu işi bildiğimi, benim komünizmin yayılmasına taraftar olduğumu söylediler; birçok yerde örgüt kurdular ve beyannameler neşrettiler, nihayet aynı kişiler Yeşilordu üyesi Arif Oruç’un (Manatov ile illegal komünist örgüt kuran kişi-DA) Eskişehir’de çıkardığı Yeni Dünya gazetesinde, fikir ve maksatlarını saldırgan biçimde yaymaya başladılar.” (Nutuk’tan aktaran O. Okyar, age s. 53).

“Saldırgan” biçimde yaymaya başlamak, bizim cephemizde etkili ajitasyon propagandadır. Nutuk’ta kabul ediliyor ki, Yeşilordu ve “komünizm cereyanı”, hızla tutmaktadır ve Mustafa Kemal için, bu açık bir tehdittir. Peki, Yeşilordu Ankara’daki meclise karşı mı propaganda yapıyordu, yoksa saltanata, işgale karşı mı?

Kemal, düşman olarak bellediklerinin isimlerini asla unutmuyor.

“Arkadaşlardan bazıları sözümü dinledilerse de diğerleri fesih isteğini (Yeşilordu’nun feshi isteğini-DA) kabul etmediler. Cemiyetin genel sekreteri ve içişleri bakanı Hakkı Behiç, Yeşilordu’nun tahmin edilenden daha geniş ve güçlü bir noktaya geldiğini ileri sürerek, evvela feshin mümkün olmadığını ifade etti. Ancak bir müddet sonra ikna olarak feshin lüzumunu kabul etti. Aralarında 3000 gönüllü çetesinin başında olan Çerkes Ethem, onun ağabeyi Saruhan Mebusu Reşit, Bursa mebusu Şeyh Servet ve Tokat mebusu Nâzım’ın bulunduğu diğer idareciler beni dinlemedi.” (Nutuk’tan aktaran O. Okyar age, s. 53-54).

Yeşilordu’yu dağıtmak için, neden gizli bir teşkilât kurulduğu, şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır.

“Büyük bir açmaz içinde kalan Mustafa Kemal, en isabetli çözümün Yeşilordu’nun hükümetçe kapatılması olduğuna karar verdi. Onun ardından Sovyet beklentilerine ters düşmemek maksadıyla, mecliste resmî bir Türk Komünist Fırkası kurdu; buna mukabil Türkiye’de diğer komünist örgütlerin faaliyetlerine, içişleri bakanlığı genelgesi ile son verdi. 18 Ekim 1920’de kurulan yeni fırka, Türkiye’de komünizmin tek temsilcisi olarak Moskova’da Üçüncü Enternasyonal’e üyelik için başvurdu. Kemal kurulan yeni fırkaya üye olarak en güvendiği arkadaşlarını koydu. Bunların arasında generallerden Fevzi, Ali Fuat, Kâzım paşalarla, Rafet ve İsmet beyler vardı.” (Osman Okyar, age s. 54).

Dahasına gerek yok.

28 Ocak 1920’de, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını, Karadeniz’de boğan, kayıkçılar kâhyası Yahya ve adamları, bu entrikaları çeviren anti-komünist güruhun emrindeydi.

Devlet, bugün de bu işleri benzer metotlarla yapmaktadır. Ve artık, “iyi paşa, kötü paşa” ya da “devlet içinde kötü adamlar” tartışmalarını, çocukça değil, aptalca bulduğumu belirtmeliyim. Korkaklık budur, bilinç kaybı budur, katilini bile görmeni engeller.

Tüm bunları bir araya getirince, Kurtuluş Savaşı’nın, aynı zamanda iç savaş olduğunu kaydetmek önemlidir. Daha önceden yazdık, ama tekrarlıyoruz. Mustafa Kemal ve arkadaşları, bağımsız bir ülke kurmadılar, “devlet”i kurtardılar ve Osmanlı, sömürge bir devlet şeklinde yeni bir devlet olarak eskinin çarkını içine alarak var oldu. Elbette, buna da şükür diye bakabilirsiniz. Bunda da bir sorun yok. Ama, o sırada süren iç savaşı görmezseniz, öldürülen devrimci ve halkçı insanları, aslında devlet öldürmedi derseniz, siz kendinize solcu dememelisiniz.

Demek ki, TC devletinin anti-komünizm konusundaki bu bilinci, günün şartlarında ileri bir bilinçtir ve uluslararası sistemden, emperyalizmden geliyor. İleri bilinçtir ve ancak Ekim Devrimi karşısında dehşete kapılan dünyanın belli başlı emperyalist güçlerinin bölüşmek için bulundukları bu topraklardan, silahlarını bırakarak geri çekilmelerini bu bilinç açıklar. Evet, Osmanlı döneminde, sosyalizm mücadelesi vardır ve 1880’lerde asılan devrimciler gerçekten de sosyalizm için mücadele ediyorlardı. Ama, Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın paylaşımı üzerine kuruludur ya da bir parçası budur ve Ekim Devrimi gerçekleşmemiş olsa, TC diye bir devlet kurulmayacaktı. Burjuvazi, Kemal ve arkadaşları, emperyalizme bağlı olmaktan hiç vazgeçmemişlerdir, onlardan bazı tavizler koparmak için SSCB’yi kullanmışlardır.

Üçüncüsü, TC devletinin, Osmanlı’dan devraldığı ve ilerlettiği bir gelenek olarak, halkları kendine düşman görmesidir. Osmanlı’da da bu böyle idi. Osmanlı’nın en “devlet-ü sadıka” halkı diye tanımladıkları, bir süre Ermeniler olmuştur. Sonra katledilmişlerdir. Ama Osmanlı hanedanı, halklara karşı kıyım politikalarını, çok eskiden beri uygulamaktadır. Yavuz bu konuda ün yapmıştır (Daha geniş bilgi ve bizim bu konudaki görüşlerimiz için bakınız, Deniz Adalı, Anadolu, Dün, Bugün, Yarın; Tarih ve Devrim, Kaldıraç Yayınevi). Osmanlı’nın bölüşülmesi, yeni egemenlerin önüne, şu soruları koymuştur: Bir, işgale karşı direnen halkın, mücadeleyi sonuna kadar götürmesini nasıl önleriz, komünist cereyanları nasıl önleriz vb. İki, “bu devlete bir millet lazım” sözünde ifade edildiği gibi, halkı, düşman gördükleri, şüpheli gördükleri halkı, nasıl “biçimlendirebiliriz.” İşte “sınıfsız imtiyazsız bir millet” sözü buradadır. Böyle olunca, 1915’te başlamış olan Ermeni kıyımı, Samsun’a ayak basar basmaz Mustafa Kemal’in bölgedeki direnişi kırmak için Topal Osman, İpsiz Recep gibilerle görüşmesi ile devam ettirilmiştir. Bu işleri, hep “kirli işler” olarak yaptırmışlardır ve devlet, bu kirli işleri açıktan savunmuştur. Mahkemeleri tiyatrodur. Bu kıyım politikası, Sivas katliamında da devam etmiştir, saymakla bitmez, Maraş, Çorum, 1 Mayıs 1977, 16 Mart vb. Bugün, hâlâ bir Kürt soykırımı şeklinde devam eden politika budur.

İşte Peker’in ifade ettiği “devlet aklı” buradadır. “Devlet aklı” için bu kadarı yeterli.

“Devletin namusu” ise, tüm bu katliamlarda yer alanlara, “devlet arkanızdadır” denmesidir. Ama tarih boyunca her zaman, bu kirli işleri yaptıran her devlet, sıra “kurban” vermeye geldiğinde, “kurban”larını da vermiştir. Mesela, tüm suçların Topal Osman’ın üzerine yüklenmesi ile “devletin namusu” temizlenmiştir ve Topal Osman, birkaç kere mezarından çıkarılıp, tekrar tekrar kurşunlanmıştır. Böylece devlet “pislikten kurtulmuş”tur. Öyle, Peker’in iyiliği için devlet, burjuvaların egemen devleti olmaktan vaz mı geçecek? Devletin “namusu”, tam da kendilerine sahip çıkılmaması durumunda akıllarına geliyor.

Gelelim Peker’in açıkladıklarına, bilgilere. Devlet içi çatışmadır bu. Devletin içindeki savaş, “iç savaş” demek değildir. İç savaş, ikili iktidar durumuna uygundur, öncesi ya da sonrası fark etmez. İç savaş, genellikle, devlet ile halkın savaşımıdır. İç savaş, daha çok sınıfların açıktan savaşımıdır.

Peker’in anlattıkları önemli bilgilerdir. Bunları “bir mafya lideri”, “bir organize suç örgütü lideri” söylüyor, bunlara inanılmaz demek, gerçekten de ucuz bir numaradır. Halkı salak yerine koymaktır. Peker’in dediği gibi, bunları “cami imamı” anlatacak değil ya. Dahası, Peker’e karşı, Ağar veya Soylu’nun, Bahçeli ya da Erdoğan’ın sözü mü daha değerli olacak? Peker suç örgütü lideri ise, Ağar ya da Soylu ya da mesele Milli Eğitim Bakanı, mesela Bilal, mesela Damat, mesela Erdoğan, suç örgütü lideri değil midir? Ama Peker, gerçekte, daha derine inmek zorundadır. Bizim için değil, çıktığı yolda canını kurtarmanın başkaca yolu yoktur. Suriye dosyasını anlatmak zorundadır. Bu yola girdi mi, İran dosyasını anlatmak zorundadır. Umuyoruz ki anlatır. Ağar, Soylu, Yıldırım yetmez. Bilinmeyenleri de ortaya koymak zorundadır. Hele ki bugün.

Neden, “hele ki bugün”? Açıklayalım.

Saray Rejimi diyoruz, yerindedir.

Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine kuruludur. Peker ya da bir başkası, ortaya bir kurban olarak koyulduklarında, bu rant, yağma ve savaş ekonomisine dokunmadan, kurtulamazlar. Öyle ya, Peker, bir “halk mahkemesinde” yargılanmak istemelidir. Yerinde olur. Biz devrimciler, işçi ve emekçiler, eninde sonunda bu mahkemeleri kuracağız. Orada, işlerin ucunu göstermekle yetinmek olmaz. Açık ve net konuşmak gerekir. Sedat Peker, kendi suçlarını itiraf ederek, savcıların harekete geçmesini istiyor. Sanıyor ki, “devlet kutsal.” Oysa, kendisi de dahil, hepsi devlettir ve devletin bizzat kendisi “organize suç örgütü”dür. Bu örgütün içinde, bugün, tüm Saray vardır. Saray ve Saray erkanının aileleri, en baştadır. Lütfen Saray erkanını, ülkenin zenginleri ile birlikte düşünün, onlarsız devlet olmaz. Erdoğan bu işin içindedir. Öyle “Erdoğan abinin bunlardan haberi yok” masalları, artık işe yaramayacaktır. Zaten, Erdoğan da uzun suskunluktan sonra, Soylu’dan yana tavır koymuştur. Soylu Erdoğan’ı açıkça tehdit etmiştir ve Erdoğan bu tehdidi görememiştir. Belki de Peker, Erdoğan’ı, etrafı sarılmış zavallı adam olarak görmektedir. Soylu’nun Erdoğan’a tehditleri, bunu doğrular gibidir. Soylu’nun elinde çok “koz” var. Devlet içi savaş, aslında zaten vardı ve Peker, bu savaşta tasfiye edilmeye kalkılınca o da patladı demek yerinde olur.

Saray Rejimi, bugün, ömrünü uzatmaya çalışıyor. Elindeki her araçla. Peki Saray Rejimi’nin ömrünü kısaltan gelişmeler nelerdir? Aslında Saray Rejimi’nin ömrünü kısaltan iki gelişme vardır. Birincisi, emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımı. TC devleti bu savaşta, ABD tetikçisi olarak açıktan hamle yapmıştır. Suriye, Libya, Ege, Kafkaslar konusundaki hamleleri bunun içindir. ABD ne emretmiş ise onu yapmıştır. Bu paylaşım savaşımı, devletin içindeki çetelerin karakterine de etki etmiştir. Durum 1990’lardaki gibi, “siyaset-mafya-basın” ilişkisi değildir. CHP böyle sunmak ister. Çünkü, CHP, her zaman “devlete zeval gelmesin” mantığı ile hareket etmektedir. Gerçekte devlet budur. Her çete devlettir, devletin kendisi de bir çetedir. Ağar, Soylu, Peker, Pelikan gibilerini konuşuyoruz, ama Akar, Erdoğan, Bilal, beşli çete, enerji çetesi, inşaat çetesi, savaş çetesi vb. de vardır.

İkincisi işçi sınıfının, Kürt devriminin direnişidir. Bu direniş de Saray Rejimi’nin ömrünü kısaltmaktadır.

Devlet, burjuvazinin, gözleri doymaz parababalarının, tekellerin, onların bağlı olduğu emperyalizmin örgütüdür. Burjuvazinin, tekellerin bu aparatını, ancak işçi sınıfı önderliğindeki bir devrim parçalayabilir.

Saray Rejimi’ne karşı gelişen direniş, işte esas hesap sorma yeteneği olan direniş budur. Devrim, gerçek anlamı ile sonuna kadar hesap sormanın da yoludur, yeni bir dünya kurmanın da yoludur.

Peker’in ifşaatları, ilkine aittir. Devletin içindeki hesaplaşmadır. Devletin içinden tasfiye edilmeye çalışılan bir grubun, diğerlerini ifşa etmesidir. Bu, bir iç savaş değildir, “içeride savaştır”, devlet içinde savaştır. Devletin içindeki bu savaş, görüldüğü gibi, hızla uluslararası nitelik kazanmaktadır. Soylu ve ekibi, Peker’i başkalarının ajanı olarak ilan etmeye hazırdır. İyi ama Ağar, Soylu, Akar, Gül, Erdoğan değil midir? Beşli çete uluslararası değil midir?

Soylu, can havli ile tehditler savurmaktadır. Kendisine sahip çıkılmazsa, neler yapacağını ifade etmektedir. Bakanların evlerindeki para sayma makinaları, tek başına gitmem naraları boşuna değildir. Silivri’de intihar ettiği söylenen, ama sokakta, Soylu emri ile Saral’larca öldürüldüğü iddia edilen emniyet müdürü üzerinden İstanbul Emniyet Müdürü ile Soylu karşı karşıya gelmiştir. Öyle anlaşılıyor, İstanbul Emniyet Müdürü de meydan okumaktadır, “benim gibi bir adamı kim görevden alabilir” diye sormaktadır.

Peker, “halka” anlatıyor. Bu kendi sözüdür. Ama henüz, devrim mahkemeleri kurulmuş da değildir. Elbette bir gün kurulacak. İyi ama, Peker’in anlattıklarının bir kısmını biz zaten bilmiyor muyuz? Mumcu, çok sevdiği devlet tarafından ortadan kaldırılmıştır. Anlatılanların çoğunu biliyoruz. Kutlu Adalı suikastında yeni bilgiler elbette var. Ama bu, bizim için yenidir. Uyuşturucu güzergâhları bizim bilmediklerimizdir. İyi ama bunları “devlet”, aklı ve namusu ile bilmiyor muydu? Biz ilk kez Peker’den bazı şeyler duyuyoruz (çoğunu biliyor olsak da, aralarında bilmediklerimiz var) ama bu, bizim için geçerlidir. Devlet bunları biliyordu. Bizzat “devlet adamı” olarak Peker, bunların bir bölümünde yer aldı ve bunları yerine getirdi. Devlet bunları biliyordu. CIA, elbette ki biliyordu. Ve bu işler CIA’sız olmaz. Tam da TC devletine tetikçi rolü verilmişken, bu tetikçiliğin finansmanı için uyuşturucu devreye sokulmaktadır. İşler böyle yürüyor. Kontraları beslemek için uyuşturucu trafiği işletiliyor. Devlet için bilinen şeyleri, şimdi Peker, halka, kamuoyuna açıklıyor. Canına kastedilmektedir, tasfiye edilmektedir ve o da, bu bilgileri ifşa ediyor. Daha fazlasının olduğu kesindir.

Peker’e İçişleri Bakanı sıfatı ile yanıt veren Soylu, Peker’i sapık olarak, pislik olarak niteliyor. İyi ama dün birlikte iş tuttuğu adam, ondan daha çaplı görünüyor. “Sokak ağzı”, “saray ağzı”ndan her zaman temizdir. Saray, çapı büyüyen binalardır ve çapı küçülmüşleri tercih etmektedir. Saray “görkemi” ifade eder ama en görkemsizleri barındırmak için dizayn edilmiştir.

Soylu ile Erdoğan’ın tehditleri birbirine benzemektedir, yoksa ikisinin de metinlerini Fahrettin Altun yazıyor olmasın?

Peker, bir nedenle, ifşaatlarda bulunuyor. Diyelim ki tasfiye edilmesine karşı hamle yapmaktadır. Peki, İçişleri Bakanı’nın ifşaatları niyedir? Soylu, 24 Mayıs 2021 gecesi, HaberTürk’e çıkmıştır.

1- Bu bir meydatik hamledir. “Bir kamera ve bir tripod”a karşılık, “ulusal basın”.

2- HaberTürk, ev sahibinin “daha az kirli” kanalıdır. Bu nedenle A Haber, CNN, NTV seçilmemiştir. Onların kiri bir engeldir. HaberTürk, bununla övünebilir, “kirliler içinde en az kirli olan kanal”, ödülü de Fatih Altaylı alabilir.

3- Programın ana amacı, ertesi gün Bahçeli’ye sahip çıkma olanağı sunmaktır, Soylu’yu “temizlemek”tir.

4- Soylu tüm performansını ortaya koymuş, gazeteciler de ona yardım etmiştir. Ama Soylu, artık “temizlenemez”, değil o gazeteciler, onu hiçbir şey temiz hâle getiremez.

5- Seçilen gazeteciler, tümden “Saray gazetecileri”nden seçilmemiştir. Merdan Yanardağ, “yanardağ” değil de, Covid olduğunda Soylu’nun kendisini ziyarete gelmiş olmasının hatrına “yanar-döner” olmuştur. Soru sormak yerine, laik-hukuk devletini anlatarak zaman geçirmeyi yeğlemiştir. Soylu’nun “kaptı-kaçtı” hamlelerine olanak tanımıştır. Gazetecilik bu değildir. İsmail Saymaz, programın en önemli figürü olarak tasarlanmıştır. Kendisi bunun farkında değildir. Soylu’nun “inandırıcılığı” için en gerekli olan, “muhalif” bir gazetecidir, o da Saymaz olarak düşünülmüştür. Merdan Yanardağ, “yanar-döner” olarak anlaşma yapılmış hâlde idi. Sanki HaberTürk’ten, bir “yorumcu” programı koparmak üzere hazırlanmıştır. Buna da hiç ihtiyacı yoktur. Saymaz o programda olmasaydı, o program seyredilmezdi. Ama Saymaz, hamlesini yapamamıştır: Tek bir hamle yeterli idi, soru: “efendim istifa edecek misiniz”, yanıt: “hayır”, “efendim iyi akşamlar” diyerek kalkıp gitmek. Saymaz, tüm halkın önünde ciddi bir hamle yapma olanağını kullanamamıştır, oyuncak hâline sokulmuştur. Üzücüdür. Temiz olduğunu söyleyecektir. İnanıyoruz, öyle ise “temiz oyuncak” diyelim. Hayat böyledir, bir adım seni ileri götürebilir, bir adım atmamak da geri. Sınıf mücadelesidir bu ve biz dediğimiz için değil, oldukça sert geçmektedir. Kimsenin arada kalması artık mümkün değildir, ortada durmak giderek daha fazla imkânsız hâle gelecektir. Saf tutmak zamanıdır.

Soylu, ifşaatlarda bulunmuştur. Ağar’a “o marinada durma” demiştir. Özeti, “bana sahip çık”tır. AK Parti içine bombalar atmıştır. Evinde para sayma makinalarından söz ettiği bakanları hatırlatmıştır. Dahası da vardır ama Türkçe meali: Ben gidersem, sizi de yakarım’dır. Sedat Peker ile ilgili iki dosya deşifre etmiştir. Hrant Dink dosyası ile bağını söylemiştir. Kendisi içişleri bakanıdır ve daha dosya yeni karara bağlanmıştır. İçişleri Bakanı, bildiklerini söylememiştir. Sedat Peker’in pisliklerini söylerken, kendi pisliğini deşifre etmiştir.

Ve Erdoğan, bu hâli ile Soylu’ya boyun eğmiştir.

Devlet cephesinde, devlet içi çatışmada durum budur. Öyle, siyaset-mafya-medya üçgeni falan yoktur. Devletin kendisi bir suç örgütüdür. Bu ifadeler devrim mahkemelerinde alınacaktır.

Bu kadar yeterli olmalı. Ama bir de devletin içi olmayan alanda bir mücadele sürmektedir.

Ancak, işçi sınıfı cephesi ile devlet arasındaki sınıf savaşımı, bir iç savaştır.

Biliyoruz, her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır. Suriye savaşı, Libya savaşı ve diğerleri, içeride de bir savaş olarak ortaya çıkmaktadır. Yoksa TC devletinin, en sıradan işçi eylemine, kadın eylemine, öğrenci eylemine azgınca saldırması nasıl açıklanabilir? Bunlar sadece “kişi diktatörlüğü” ile açıklanamaz. Burjuvazi, sadece Saray Rejimi değil, tüm devlet, bir yönetim krizi içindedir.

İşçi sınıfı, ister bilincinde olsun ister olmasın, bu iç savaşın içindedir. Fabrikaya gidip, 39 derece ateşle çalışmak zorunda olan işçi, her sabah evinden çıkarken, ailesi ile helâlleşmektedir. Bu sadece işçiler için geçerli değildir. Birçok işçi ve emekçi, asker vb. çıkış yolu bulamadığı için, içinde yaşadığı bataklıktan kurtulmak için intihar etmektedir. Çıkış yolu bulamadığı için, eylemi kişiselleşmektedir, şiddeti kendine çevirmektedir. Her biri olmasa da çoğu, geriye bir helâlleşme mektubu, notu bırakmaktadır.

Peki ama, Erdoğan’ın helâlleşmesi nedir?

Erdoğan, “hakkınızı helâl edin” demiş.

İyi ama niye?

Bizim hukukçularımız önce, ardından CHP, “helâl etmiyoruz” kampanyası başlattılar. CHP, belli, esnaftan oy almak istiyor. Hukukçularımız ise, şair olmamaları bir yana, şiire de uzak olduklarından, “ama hukuk devletinde helâlleşme olmaz” diyorlar. Halk ise “hakkımızı helâl etmiyoruz” diyor.

“Hukuk devletinde helâlleşme olmaz” diye söze başlayan hukukçularımız, aslında önce gerçekten, sonra da gelecekten kaçıyorlar. Bir, ortada hukuk devleti yoktur. Eskiden kırıntısı vardı, şimdi o da yok. KHK’larla yönetilen, torba yasalarla idare edilen bir sisteme “hukuk devleti” demek, olsa olsa Saray Rejimi’ne direnmek için, Saray’ın önüne değil de Anıtkabir’e giden hukukçulara yakışır. Bir, bir torba yasa içinde çıkan kanunlara bakarak, mesela bir “hukuk fakültesi”nde eğitim yapılabilir mi? Hukuk fakültelerinin bundan böyle Roma hukuku diye bir şey okutmalarına gerek yok, gerek yok o kalın kitaplara. Hepsini anayasa gibi rafa kaldırabilirsiniz. Artık, “torba” var. Tüm yasaları içine koyun, size gerçek hakkında bir bilgi verebilir o torbalar. İki, gerçeği göremeyenin gelecek öngörüsü de olmaz. Adam helâlleşmekten söz ediyor. Bilerek ya da bilmeyerek, aslında gidici olduğunu beyan ediyor. “Hayrola, yolculuk nereye” diye soran yok.

Helâlleşme, ayrılıklar öncesinde olur, ölüm de bir ayrılık diye ele alınırsa tam doğrudur bu. Yolculuğa çıkacak olan, kalandan helâllik ister, gidip de gelmemek var, gelip de görmemek var. İşçiler, evlerinden işe giderken, böyle helâlleşiyorlar. Aileleridir helâlleştikleri. Buyruğu altında çalışanlarla da helâlleşme vardır. İyi ama, halkla helâlleşmek nedir?

Sultanlıkta var mı “helâlleşmek”? Vahdettin giderken, kendi mülkünü bırakıyordu. Abdülhamid, kendi mülkünün gelirlerini harcıyordu. Sultandı ve başındaki taç, Osmanoğlu ailesinin mülklerinin sahibi unvanı veriyordu ona. Başında çakma taç, Amerikalıların giydirdiği taç, onu bu kadar sultan yapabildi. “Helâlleşen Sultan”.

Erdoğan, acaba çok mu yoruldu?

Onu yoran Gezi Direnişi midir?

Korkuyor mu Erdoğan?

Gece uykuları kâbuslara mı döndü?

Saray’ın ışıkları, bu nedenle mi, geceleri hep açık?

Bundan mıdır, koruma ordusu ile dolaşması?

Erdoğan “helâlleşmek” istiyor. Bilerek ya da bilmeyerek bir gerçeği beyan ediyor.

Acaba, sadece esnaftan mı helâllik istiyor? Yarın mesela Gezi’de öldürülen gençlerin ailelerinden mi helâllik isteyecek? Ellerindeki kanlar, yıkayarak temizlenmiyor mu? Kanı paralarla silemiyor mu?

Katar Maliye Bakanı’nın hapse atılmasından mı korkuyor?

Rakamlardan mı korkuyor, 1, 2, 8 onu korkutuyor mu? Korkmadığı rakam kaldı mı?

Korku bu, çabuk yayılır. Saray’ın her odasında korku mu doldu? Ankara Garı katliamının görüntüleri mi Saray duvarlarında. Suruç’ta katledilen gençlerin hayaletleri mi geziniyor Saray’da? Bu nedenle mi, çok saray yaptırmak istiyor, yazın şu sarayda, kışın öbüründe kalmak için mi? Kürt analarının öfkeli gözleri mi arkasında dolaşıyor?

Sokaklarda her hak arayan bir işçi, her hak arayan bir kadın, her hak arayan bir genç görünce, korkuları mı depreşiyor Saray erkanının?

Yalanlar, karanlık, iyi bir sığınak olmaktan mı çıktı?

Hayırdır, yolculuk nereye, niye helâlleşiyorsun?

Esnaf, otomatik refleks veriyor: Helâl etmiyoruz diye. İyi ama bizim hukukçularımız, CHP, hangi haklarını helâl etmiyor? En “ileri” hukukçu, en geri olanın ağzından “hakkımı helâl etmiyorum” sözünü duyunca, hani hukuk diyor? Hepsi budur. Demek ki, hukukçularımız, çoktan hukuksuzluğa alışmış, çoktan Saray Rejimi’ne biat etmiştir. Yakında, “ne olur gitme, bizi bırakma” diyen Feyzioğlu’nun ardına takılacaklar.

İşçiler ve emekçiler bilmelidirler ki, bu aile kavgası değil. Bu sınıf savaşımıdır. Helâl edilecek hak yoktur, sökülüp alınacak özgürlük, sökülüp alınacak yaşam vardır. Üreten biz işçileriz. Hayatı üreten biziz. Ve kimse bize sorarak bu Saray Rejimi’ni kurmadı, tersine bizi bastırmak, kul ve köle yapmak için bunu kurdular. Ve Saray Rejimi’ni alaşağı etmektir bizim yanıtımız.

Tek bir kanun var: İşleyen dişler.

Diğerleri, bu sınıf savaşımı içinde yazılacak.

Zafere kadar direniş, zafere kadar devrim!

Bu sefer tutmayacak, Saray Rejimi’ni korkusunda boğacağız!

Adana, Mersin, Amed, Suruç, Ankara…
Bu sefer tutmayacak,
Saray Rejimi’ni korkusunda boğacağız!

Halkların Demokratik Partisi’nin İzmir il binasına öğle saatlerine doğru bir saldırı düzenlendi. Parti emekçisi Deniz Poyraz katledildi.

Saldırı için; HDP’li yöneticilerin toplantı yapacağı ayrıca Serpil Kemalbay’ın katılacağı, Beyza Üstün’ün “Doğayı, Emeği, Yaşamı Korumak” kitabının imza günü seçiliyor.

Direnişin birleştirici gücü ile, Gezi Direnişi ile Kobanê Direnişi’nin aynı kanaldan akmasından, omuz omuza mücadelenin gelişmesinden ve 7 Haziran seçimlerinde de ortak duruşu göstermesinden bu yana, yağma-rant-savaş üzerine kurulu düzenleri dikiş tutmuyor. Korku içinde saldırıyorlar.

“Ankara saldırısından sonra anket yaptırdık, oylarımızda yükseliş trendi var” diyeninden milletvekillerine “yerin mezarlık” diyenine, “devlet zora girmesin diye benim tırlarla on binlerce silahı Suriye’ye geçirdik” diyeninden insanların kanlarında kâfirlik arayanına, iktidarından burjuva muhalefetine, tetikçisinden besleyicisine hepsi koro hâlinde provokasyona gelmeyelim diyor.

Saray Rejimi’nin en kolay birleştiği şey Kürtlere, devrimcilere, işçilere saldırmakken bu saldırıda da herkes üstüne düşen rolü oynuyor. İktidar “biz sizi öldürebiliriz” derken, burjuva muhalefet “sessiz sedasız ölün, yoksa maazallah provokasyon olur, Saray’ın işine yarar” diye buyuruyor. Biz kürsülerden birbirimize biraz laf atar, aynı çarkın dişlileri değilmişiz gibi davranırız; ama günün sonunda o çarkın döneceği istikamette birleşiriz. Yeter ki siz birleşmeyin, sokağa çıkmayın, sessiz sedasız ölün, diye buyuruyor Saray Rejimi.

Güpegündüz, apaçık bir saldırı; tetiği çekeninden eğitenine, aman ses etmeyin diyeninden, korkuyu pompalamaya çalışanına Saray Rejimi’nin örgütlediği bir saldırıdır bu.

Ancak bu sefer tutmayacak.

Pislikleri ortalığa saçılmış, bir çeteler koalisyonu olan Saray Rejimi, tüm çıplaklığı ile
ortada. Kimi neye inandıracaksınız?

Bir anne.

“Onların önünde başımı eğmem, yıkılmam, hep ayaktadır Kürt halkı, hep de ayakta olacak.” diyor.

“Deniz Gezmiş’ten aldı adını, onun yoluna gitti.” diyor.

Bir vekil.

“Anaların etrafı böyle kuşatılmışken bize git diyorsunuz, biz bu kadar şerefsiz, haysiyetsiz miyiz?” diyor.

“Eylem yaptırmayacaksınız ha, nasıl yapacağız gör.” diyor.

Bir genç.

“Madem bize sadece katledilmeyi reva görüyorsunuz. Slogan atmamız dahi yasak, o zaman tüm sokakları almaya geliyoruz, yürüyoruz arkadaşlar.” diyor.

Saldırılar sizin pisliğinizde boğulmak istemeyen milyonlarca insana gözdağı vermek amacıyla örgütlense de biz sizin bu çırpınışlarınızı tanıyoruz.

Biliyoruz ki siz ne zaman hesaplarınız tutmasa, ki bu sefer tutmayacak, sıkıştığınız yerden önce Kürtlere saldırıyorsunuz, o hâlde halkların ortak mücadelesini yükselteceğiz.

Yok öyle “provokasyona gelmeyin, sokağa çıkmayın” laflarını bol keseden söylemek. İktidarıyla, burjuva muhalefetiyle, medyasıyla, çetesiyle Saray Rejimi’ni korkusunda boğacağız.

Çürümüş düzeninizi başınıza yıkacağız.

18.06.2021
KALDIRAÇ

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...