Ana Sayfa Blog Sayfa 82

Sosyalizmde üretim planlaması / Kevser Turan – Özge Tuğran

Giriş

Bu yazıda, kapitalizmde üretimin neye göre şekillendiğinden başlayarak, komünizme geçişte sosyalizmin önemini ve proletarya diktatörlüğünün rolünü anlatıp, merkezî planlamadan ve teknolojinin ve tekniğin yeniden örgütlenmesinden bahsederek, sosyalizmde üretimin neye göre şekilleneceğini tartışacağız.

Kapitalizmde üretimin şekillenişi

Kapitalizmde üretim, temelde artı-değer sömürüsüne dayalıdır. Artı-değerin sömürülmesi; işçinin ürettiği ihtiyaç fazlası ürün -artık ürün- üzerinden, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu için bu ürüne de sahip olan burjuvanın kâr elde etmesiyle gerçekleşir. Üretim planlaması ise bu sömürünün sürekli daha da fazla arttırılması hedeflenerek yapılır. Maaşların ayarlanışından, işyerlerindeki çalışma koşullarının şekillenişinden fabrikalardaki tesislerin düzenlenmesine kadar her konuda burjuvazi kârına kâr katmakla ilgilidir. Üretimin yanı sıra ayrıca toplum da sistemin devamlılığını sağlayacak şekilde örgütlenir. Burjuvazinin kâr edip sınıf olarak varlığını koruyabilmesi için üretim sonucu oluşan çıktıyı satması gerekir. Bu da üretilen ürünlerin metalaşmasını beraberinde getirir. Sınıflı toplumlar tarihinin başından beri var olan meta; ürünlerin kullanım değeri için yani ürünün, insanın ya da toplumun hangi ihtiyacını karşılayacağı, hangi insanî gereksinimi gidereceği gözetilerek değil; pazarda başka bir ürünle karşı karşıya geldiğinde açığa çıkan değişim değeri için, kâr için üretilmesiyle oluşur. Kapitalizm sınıflı toplumların en ileri aşaması olduğu için metalaşma en yüksek raddeye gelir ve sadece pazarda satın alınan ürünler değil; duygularımız, bilimsel bilgiler bile meta hâline gelir. Burjuvanın devleti; bunu eğitim sistemiyle, kanunlarıyla, medyasıyla, her alanda ürettiği politikalarıyla oluşturur. Bu şekilde toplum meta toplumu hâline gelir. Bu meta toplumunu yıkmanın, Fidel Castro’nun Sosyalizmi Kuracağız kitabında dediği gibi “İnsanların yüreklerinden ve aklından dolar işaretlerini silmenin” ve emek sömürüsünü ortadan kaldırmanın yolu da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin toplumsallaştırılarak üretenlerin yönettiği bir toplumu kurmaktan geçer (s. 107). Sınıflı toplumların ortadan kalkacağı komünizme ulaşmanın temeli yalnızca bu şekilde atılabilir.

Komünizme geçişte sosyalizm

Sınıfsız bir toplum olan komünist toplumu inşa etme yolunda sosyalizm bir geçiş aşamasıdır. Arada sosyalizm olmadan kapitalizmden komünizme geçmek mümkün değildir çünkü sistem değişikliği yalnızca üretimin yeniden örgütlenmesi ile sağlanmaz. Bütünüyle toplumun yeniden örgütlenmesiyle, burjuva ideolojinin izlerinin silinip “yeni insanın yaratılmasıyla” gerçekleşir. Kapitalizmin içine doğmuş insanların “yeni insan” olması beklenemez, bizler ancak komünist insanı yaratacak tohumları içimizde barındırabiliriz. Komünist toplumu inşa etmek için sosyalist devlete ihtiyaç duyulmasının nedeni bunlardır. Sosyalist devletin biçimi ise proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğünü anlamak, sosyalizmde üretim planlamasını anlamak için önemlidir çünkü bir devrim salt ekonominin yeniden şekillenmesiyle yapılmaz, beraberinde siyasal bir devrimi de getirir. Aksi hâlde devrim sürekliliğini koruyamaz.

Proletarya diktatörlüğünün işlevi

Proletarya diktatörlüğü bir devlet biçimi olarak sınıflı toplumlar tarihindeki devletlerden belli noktalarda ayrılır. Sınıflı toplumlarda devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumak üzerine kuruluyken sosyalizmde devlet var olan tek sınıfın yani işçi sınıfının çıkarlarını korur. Proletarya diktatörlüğü; bir diktatörlüktür, işçi sınıfının burjuva ideoloji üzerinde baskı kurmasını sağlayan bir diktatörlük. Sınıflı toplumlarda devlet, egemen sınıfın varlığını koruyabilmesi için kendi devamlılığını sağlamak zorundadır. Proletarya diktatörlüğü ise tam tersine toplumdaki örgütlülük düzeyini arttırarak toplumun siyasal bilincini geliştirmek için vardır ve bu örgütlülüğü yarattıkça işlevsizleşir ve sönümlenir. Yani kuruluşundan itibaren kendi kendisini yok etmeye dayalı bir devlet biçimidir.

Kapitalizmin kalıntılarını silmek, proletarya diktatörlüğünün temel görevlerindendir. Eğitim politikalarıyla, ekonomik planlamalarla, kanunlarıyla, ajitasyon-propaganda aracı olarak medyayla komünist toplumu yaratacak ideolojiyi örgütler. Fakat bu yeterli değildir, toplumun siyasi bilincini geliştirecek örgütlülüğün sağlanması gerekir. Toplum mahalle mahalle, fabrika fabrika, tüm yerellerde örgütlendikçe devrimin içerideki sürekliliği de sağlanmış olur. Fakat devrimi sadece içeride sağlamlaştırmak yetmez ayrıca yaymak da gerekir. Sosyalist üretim ilişkileri tüm dünyada egemen olmadıkça yani meta toplumları tamamen ortadan kalkmadıkça, sınırsız bir toplum olan komünizmi kurmak mümkün değildir.

Sosyalizmde üretim planlaması

Üretim belli bir zamanda gerçekleşse de onu, üretilen nesnenin dağılımı, değişimi ve tüketimi izler. Üretimle başlayıp değişim, dağılım ve tüketim diye devam eden süreç bir bütünde üretim sürecidir. Üretim sürecinin merkezî olarak planlanması, komünist insanın bu üretim süreci esnasında ideolojik ve siyasi olarak örgütlenmesini de gerektirir. Sosyalizmde üretimin planlamasında en önemli nokta olan merkezî planlamanın salt ekonomik bir planlama olmadığını akıllardan çıkarmayarak bu yazıya üretim sürecinde merkezî planlamanın ekonomik örgütlenmesinden bahsederek devam edeceğiz.

Üretim sürecinin merkezî olarak planlanması fabrikalar ve sektörler arasındaki sıkı iletişimi ve bağı zorunlu kılar. Bu bağı, Che Guevara’nın Ekonomik Yazılar kitabından bir alıntıyla Küba’daki Şeker Üretimi Konsolide İşletmesi örneği üzerinden anlatmak istiyoruz. “Şeker Üretimi Konsolide İşletmesi, tüm ülkede çalışan 160 şeker fabrikasını yönetir. Merkez bürosu Havana’da bulunmaktadır ve bu sanayi çalışmalarından doğrudan doğruya bakanlığa karşı sorumludur. Tüm işletmeler, planlamaları yapan ve kontrol eden sekreterliğe karşı sorumludur. Tüm işletmelerin birer planı, bütçesi ve kotası vardır. Ürünler, İç Ticaret Bakanlığı’na ya da devlet aygıtı yönetimindeki diğer sanayi işletmelerine teslim edilir. Bu işletmeler kendileri için çıkar sağlamazlar. Elde edilen tüm kârlar Küba devletine aittir. Bakanlığın bir diğer görevi plan yapmaktır. Bunun için üretim araçlarını kontrol etmek, denetlemek en baş koşuldur ama yetmez. Tüm istatistikler, tüm ekonomik etmenler bilinmeli. Ve bu bilgilere sahip olduktan sonra amaçlar saptanmalı.” (s. 40). Bu alıntı fabrikalar, işletmeler, sektörler ve merkez arasındaki ilişkinin nasıl olacağına dair net bir örnek teşkil etmekte ayrıca bu süreçte istatistiklerin ve ekonomik etmenlerin bilinmesinin önemini de belirtmektedir.

Bu noktada, sosyalizmde üretim planlamasında başka bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Sosyalist üretimi planlarken kapitalizme özgü tüm kavramların kökünü toplumun tüm alanlarından, en ücra köşelerinden bir bir kazımalıyız. Sosyalist toplum üretenlerin yöneteceği bir toplum olacak. Fakat günümüzde kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte işçilerin kendi ürettiklerine, emeklerine, üretim sürecine, topluma ne denli yabancılaştıklarını da görüyoruz. Bu sebeple sosyalizmde üretenlerin yöneteceği mekanizmaları üretimin planlanması sürecinde nasıl oluşturacağımızı, kapitalizmin yabancılaşma kavramının işçilerin kafalarından ve yüreklerinden nasıl sökülüp atılacağını bugünden başlayarak tartışmak oldukça önemli. Üretimin yabancılaşma kavramını ortadan kaldıracak şekilde örgütlenmesi, sosyalizmin temeli olan üretenlerin yönettiği fikrinin geniş işçi kesimleri tarafından da benimsenmesini ve hayata geçirilmesini sağlayacaktır ve bu da bizleri komünist topluma koca bir adım daha yaklaştıracaktır.

Kitlesel üretimi ve kitlesel tüketimi hedefleyen kapitalist üretim sürecinde bir işçi, üretim bandının belirli ve küçük bir noktasında görevlendirilmiş olup üretim sürecinin bütününden ve üretim sonucunda elde edilen üründen kopartılmış, tüm bu sürece yabancılaştırılmıştır. Örneğin, tüm gününü bir otomobilin motorundaki bir vidayı sıkmakla geçiren işçi kendisinin o otomobili ürettiğinden ya da üretim süreci boyunca ürünün hangi aşamalardan geçerek pazara ulaştığından habersizdir, kendi emeğine yabancılaşmıştır. Sosyalist üretimde o işçi, ürünü üretenin kendisi olduğunun bilincinde olarak üretim sürecini de yönetecek duruma gelecektir. Bunu sağlamanın yolu ise ilk olarak işçilerin fabrikanın işleyişi ve üretim aşamasına dair teknik bilgilere sahip olması ve gerekli eğitimlerden geçmeleridir. Che de Ekonomik Yazılar’da bu konudan şu şekilde bahsetmektedir: “Tüm işçilerimiz asgari teknik yeterlilik düzeyine ulaşmalıdır. Tüm emekçilerimiz bazı temel eğitim aşamalarından geçip uzman işçiler olmalı, uzman işçiler yine eğitimini sürdürüp teknisyen olmaya hazırlanmalıdır. Üretim birimlerinde kurslar verilmeli, yöneticilerin teknik ve kültür düzeyleri yükseltilmeli, sanayi için büyük önemi taşıyan üniversite dersleri ve gerekli eleman sayısı belirlenmeli yetkililere bu konuda önerilerde bulunulmalıdır.” (s. 93). Kapitalizmde bir işçi, pazarda önüne çıkan ürünü kendisinin ürettiğinin dahi farkına varamayacak kadar emeğine yabancılaşmışken sosyalist üretimde; bir işçinin üretime ve üretim sürecinin bir bütününe dair teknik yeterliliğe sahip olarak kendi üretim yaptığı alana dair üniversite müfredatına öneride bulunacak düzeye gelebilmesinden ve özneleşmesinden bahsediyoruz. İşte bu sebeple sosyalizmde üretim planlaması yaparken yabancılaşma kavramının tüm etkilerini ortadan kaldırmak ve işçilerin teknik yeterlilik düzeyinde eğitim almalarını sağlamak gereklidir.

Hem konunun daha iyi kavranması hem de sosyalist ülkelerde nasıl hayata geçirilebileceğine dair bir fikir oluşması açısından yine Küba’dan bir örnek vermeyi yerinde buluyoruz. Sosyalist Küba’da üretimde yaşanan yedek parça sıkıntısının ardından geniş işçi kitleleriyle bağ kuruluyor ve bir çalışma kampanyası süreci örgütleniyor. “Kendi fabrika donanımını kendin yap” komiteleri kurularak becerikli, fedakâr işçi ve teknisyenler bir araya gelerek ülkede kullanılan makinaların benzerlerini yapıyor ve yurt içinde bulunabilen malzemeyle sanayi donanımı kuruyorlar (E. Y., s. 65). Bu örnek yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına örnek olurken, kapitalizmdeki rekabetin yerini gönüllü çalışmanın aldığının da bir göstergesidir. Özetlemek gerekirse; işçilerin üretim sürecinin bir öznesi olması, üretim sürecinde bir sorun oluştuğu noktada işçilerin bu sorunu çözebilecek teknik yeterlilikte olması sosyalizmde üretim planlamasının temel taşlarından bir tanesidir.

Sosyalizmde teknolojinin ve tekniğin örgütlenmesi de tam bu noktada önem kazanıyor. Yabancılaşma ortadan kalkarken bir yandan da kafa-kol emeği çelişkisinin de çözüldüğünü görüyoruz. Kafa-kol emeği çelişkisi, beden gücüyle mi akılla mı harcanan emeğin daha değerli olduğu sorusuyla ilgilidir. Günümüzdeki mavi ve beyaz yakalı ayrımı bu çelişkinin öne çıkmasından kaynaklanır. İkisi de emeği sömürülen işçiler olmasına rağmen beyaz yakalı, mavi yakalıya oranla, onun yöneticisi konumunda olduğu için, daha fazla maaş alabilmektedir. Kapitalizmin yarattığı ekonomik kriz git gide derinleşirken aradaki fark gittikçe azalsa da toplumdaki genel yargı kafa emeğini kol emeğinden daha değerli kabul eder. Teknik bilgiyi o iş yerindeki her işçinin öğrenmesiyle mavi ve beyaz yaka ayrımı da ortadan kalkar, kafa-kol emeği çelişkisi de çözülmüş olur. Bunun yanı sıra, teknolojik gelişimin kol emeğine olan ihtiyacı azaltması da bu çelişkinin çözülmesini hızlandırır. Teknolojinin örgütlenmesine gelecek olursak, kapitalist toplumdan farklı olarak teknoloji toplumun yararını sağlamak üzerine örgütlenir. Kapitalizm, üretimi arttırmak için teknolojinin gelişmesine bağlı olarak makinalaşmayı da arttırmayı hedefler. Fakat teknolojinin gelişimi, burjuvanın emek sömürüsünü arttırmasını engellediği noktada durmak zorundadır. Çünkü üretimi sağlayan makinanın ömrü bellidir ve bitince atılır, yeniden üretilmesi için yine hammadde ve emek harcanması gerekir. Makina yerine çalışacak işçinin ise ömrü bitse bile yerine iş gücü olarak milyonlarca insan dünyaya gelmiştir. Makinanın çalışması için gereken yağı vs. eksiksiz sağlamak gerekirken, işçinin kuru ekmekle karnı doysa yeterlidir hatta yağsız çalışmayan makinaya rağmen işçi karnı açken de çalışabilir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, kapitalizm teknolojik gelişimin önünde engel olarak durmaktadır ve ancak bu engel kalktığında burjuvanın cebine girecek para yerine toplum refahını arttıracak şekilde teknolojinin örgütlenmesi mümkün hâle gelir. Teknolojik gelişimle ilgili bir diğer nokta ise, üretilen ürünün kalitesidir. Günümüzde, ürünler kullanılıp eskiyecek ve yenisini alma ihtiyacı doğuracak şekilde üretilir. Aksi hâlde ürünü bir kez alan bir daha ihtiyaç duymayacak ve pazar satılmayan mallarla dolu kalacaktır. Öyle ki; suya ve ateşe dayanıklı, dışarıdan herhangi bir darbe aldığında kendi kendini tamir etme özelliğine sahip bir kumaş çeşidi 2017’de Michigan Üniversitesi laboratuvarlarında Doç. Dr. Anish Tuteja ve ekibi tarafından üretilebilmişken; bugün neden hâlâ tekstil sanayiinde kullanılmamaktadır? İşte sosyalizmde, kâr elde etme gibi bir amaç olmayacağı için insanın yaşam kalitesini yükseltecek kaliteli ürünler de üretilecektir.

Toparlamak gerekirse; insan, tarih boyunca emeğiyle ve üretimiyle var olmuştur. Sosyalist toplumla birlikte insanlık, sınıflı toplumların binlerce yıllık sömürü denkleminden çıkacak ve emek gücünü özgürleştirecek; bütün yaşamı üretimiyle, özgürce var edecektir. Sosyalizmde üretimi planlamak, toplumun yaşamını ve yaşam alanlarını planlamak demektir; işte bu sebeple, bugünden komünizm ufkundan bakmaya başlayarak sosyalizmde üretimin planlaması üzerine düşünmek ve çalışmak gereklidir.

Not: Sosyalizmde üretim planlamasına dair tartışmalarınızı bir sonraki sayıda okur mektubu olarak bekliyoruz.

Mücadele ve gelecek

Şöyle söylüyorlar, okumuşturlar, yazmıştırlar, 12 Eylül yenilgisini yaşamıştırlar, Marksizmden uzak durmak anlamında haberdardırlar, yaşları 50’nin üzerindedir: “Bu ülkede devrim olmaz.” Söyledikleri budur.

Onlara Nâzım Hikmet aracılığı ile diyoruz ki,

“Hastalar, kardeşlerim,
iyileşeceksiniz,
biraz sabır, biraz inat,
kapının arkasında bekleyen
ölüm değil hayat”

Neden bu ülkede devrim olmazmış? Dünyanın her ülkesinde işleyen diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasaları, bizim ülkemizde geçersiz midir?

Böyle düşünülünce, hep egemenlere bakılır.

Egemenleri anlamak, onların her günkü durumunu analiz etmek gereklidir, işçi sınıfı, düşmanını, egemenleri iyi tanımalıdır. Onları tanımadan onlara karşı savaşılamaz. Onları tanımak, iyi bir tarih bilincine de sahip olmak demektir. Çoluk çocuk demeden öldürün emrini verenler, halkları katledenler, her türlü hileyi devreye sokabilenler, her türlü yalanı söyleyebilenler, kendi egemenlikleri için her türlü katliama başvuranlar onlardır. Sivas katliamını hatırda tutan hiçbir işçi, IŞİD konusunda şaşırmaz. IŞİD insan yakıyormuş. Evet, bizde de Sivas’ta yaktılar, devlet yaktırdı ve bu konuda hiçbir tereddütleri olmadı. Demek ki, egemenler söz konusu oldu mu, hiçbir insanî değerden, insanlıktan söz etmemek gerekir. Düşmanı tanımak, işçi sınıfı için, olmazsa olmazdır.

Ama nasılsa bu halktan bir şey olmaz, bu ülkede devrim olmaz düşüncesi ile, sürekli düşmanın içine bakmak, başka hiçbir yere bakmamak, “görmek” değil de, körleşmektir. Belki de bu nedenle “bu halktan bir şey olmaz” diyorlardır. Onlara yeni bir halk ithal etmeyeceğiz. Çünkü eminiz, başka bir ülkede de olsalar, oradaki halktan bir şey olmaz diyecekler. Önderlik etme iradesini kaybetmiş olanlar, halkı suçlamakta çok mahir olurlar.

Dediğimiz gibi, hepiniz iyileşeceksiniz, biraz sabır biraz inat. Gelmekte olana bakın, sizi yerinizde sarsacak olana bakın, deneyimlerinizi insanların yüzlerini okumak için kullanın, hep baktığınız yere değil, az baktığınız yere bakın.

Ülkemizde, Gezi Direnişi’nden bu yana, hiç düşmeyen bir direniş sürmektedir. Geleceğe bu mücadele temelinde bakmayı önemsiyoruz.

Gezi Direnişi, elbette bazılarının bugün söylediği gibi, “bir sonuç verip, egemenleri alaşağı etmedi.” Edemezdi. Kendiliğinden bir halk hareketidir ve devrimci hareketin örgütlülüğü oldukça geri iken ortaya çıkmıştır. Kitlesel olarak 12 Eylül yenilgisi ile bir hesaplaşmanın başlangıcıdır. Yenilginin 1 Mayıs 1977’de başladığı yer olan Taksim’e dönüştür.

Gezi Direnişi, bugün hâlâ sürmektedir.

Gezi Direnişi ile başlayan direniş, o günlerdeki kadar görkemli şekilde değil ama, belli bir süreklilikle devam etmektedir.

Bugün ülkemizde, kadın eylemleri sürmektedir.

Bugün ülkemizde, üniversite gençliğinin eylemleri sürmektedir.

Bugün ülkemizde, her alanda, işçi eylemleri sürmektedir.

Ve ortaya çıkan eylemler, iktidarı, egemenleri rahatsız edecek bir süreklilik kazanmıştırlar. Bu nedenle her fırsatta saldırıyorlar, her yolla saldırıyorlar. Ama tüm şiddetli saldırılara rağmen, kitlesel eylemler durmuyor. Toplumsal hayatın her alanından, ülkenin her yanından, küçük veya büyük direniş haberleri gelmektedir.

Evet, bunu görmek “kolay” değil. Değil, çünkü, muhalif medya da dahil burjuva medya, sadece Saray medyası değil, tüm burjuva medya, bu eylemlere açık bir karartma uygulamaktadır. Saray Rejimi’nin karartma politikası, burjuva muhalefetin denetimindeki Halk TV ve TELE1 gibi kanalların “önce devleti korumak lazım” hassaslığı, bu eylemlerin gündeme gelmesini önlemektedir. Ancak, daha kitlesel, daha sokaklara taşmış eylemler, kesinlikle sınırlı bir biçimde yansıtılmaktadır. Bu karartma politikasına bakınca, CHP ve İYİ Parti’nin, tüm burjuva muhalefetin Saray Rejimi’nin dayanakları, uzantıları olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır.

Ama işçi basını, sol basın, devrimci basın, elindeki sınırlı olanaklarla bunlara yer vermektedir. Elbette eldeki olanaklar sınırlıdır. Bu basının geniş kitlelere ulaşmasında birçok maddi zorluklar vardır.

Tüm bunlar, gerçekte, görmek isteyen gözler için, direnişlerin sürdüğü gerçeğini değiştirmez. Egemenlerin basını, bu direnişleri haber yapmayacaktır elbette. Ama bu direnişler, sürekli olarak, hem büyümektedir hem de yayılmaktadır.

Geleceğe, işte bu mücadeleden, bu toplumsal mücadeleden bakmak gerekir.

Geleceğe, Saray Rejimi’nin Erdoğan sonrası yönetenlerinin kim olduğu-olacağı ya da CHP-İYİ Parti ekibinin adayının kim olacağı tartışması ile sınırlı bakmak, aslında bu toplumsal mücadeleyi görmemektir.

Toplumsal mücadeleye baktığımızda, belli bir süreklilik, belli bir gelişim görmek mümkündür. Ancak, ana sorun, örgütlülükteki eksikliktir. Kuşku yok ki, hayat bu konuda da diyalektik işler ve bu sorunu da çözecektir. Ancak, işçi sınıfının elinde, nesnel olarak Saray Rejimi’ni yıkmak ve kendi egemenliğini kurmak için olanak vardır. İşçi sınıfı ise henüz bu olgunlukta, bu bilinçte, bu örgütlülükte değildir.

İşçi sınıfı, 12 Eylül’den başlayarak kontrol altına alınmış, adeta esir hâle getirilmiştir. Bu esaret, sendika mafyası eli ile sağlanmakta, sürdürülmektedir. İşçi sınıfı, kendi sendikalarına, birer işçi sendikası olarak sahip değildir. O sendikaların büyük çoğunluğu, işçi sınıfını denetim ve kontrol altında tutmak için örgütlenmiş sendikalardır.

Nasıl ki, üniversite rektörleri polis teşkilâtının bir uzantısı gibi çalışıyorsa, aynı biçimde ve elbette ondan daha önce, sendika mafyası da polis gücünün, MİT’in, kısacası devletin bir uzantısı gibi çalışmaktadır.

Demek oluyor ki, sendikaları geri almak, işçi sınıfı için sıradan bir mücadele değildir. Kıyametin kopacağı alanlardan birisi budur. Bu nedenle, sendikaları geri almak da dahil, işçi sınıfının örgütlenmesi, içine sendikal örgütlenme de dahil, öyle “yasal güvence” sınırları içinde, akılsız yürütülemez. Yani, işçi sınıfı, devrimcileşmek, sadece günlük hakları için mücadele etmekle yetinmemek, daha ileri gitmek zorundadır.

Bu mücadeleyi kazanmanın yolu burasıdır.

Sokaklardaki kitle eylemleri, işin ikinci boyutudur. Kitle eylemlerinden, sokaklardan asla ve asla geri durmamak gerekir. Ve toplumsal mücadele, bunu her şart altında sürdürmektedir. Her şart altında sokaklarda olmaktan geri durmayanlara, bin selâm olsun. Bu mücadele, sokaklarda bir yeni tarih yazma mücadelesidir. Egemenler kendi yasalarını ayakları altında çiğnemektedirler. Bu yasaların tümünü, biz sokaklarda, kaldırımlara yapıştıracak kadar çiğneyeceğiz ve o aynı sokaklarda, işçi ve emekçiler kendi hukuklarını yazacaklardır. Mücadele budur, bunu gerektirir.

Direnişlerin yerel, işyerleri ile sınırlı olanlarının çok büyük önemi olduğunu da görüyoruz. İşçiler, bu yerel direnişlerinde, bu lokal direnişlerinde, sürekli daha ileri mücadele biçimleri geliştirmektedir.

Demek ki, örgütlenmek ve direniş çizgisini geliştirmek, devrim ve sosyalizm mücadelesinin ana gündemidir.

Gelmekte olan, bu direnişlerin, halkın, işçi sınıfının, kadınların, gençliğin eylemlerinin içinde saklıdır. Gelmekte olanı yakınlaştıracak, örgütlü direniştir. Hastalıklarınıza iyi gelecek tek ilaç, bu eylemleri seyretmekle yetinmeyip, bu eylemlere bizzat katılmanızdır. Biraz dayak yemekten, birkaç saat gözaltına alınmaktan bir zarar gelmez. Renkleri soluk hayatınıza bir renk gelir ve emin olun, o andan itibaren, aklınızın çalışma şekli değişmeye başlar. Geçmiş mücadele tarihine bakınca, hep “uzak dur” diyen olayları görmek yerine, başka olayları da görmeye başlarsınız, hep “bu halktan bir şey olmaz” için kanıtlar görmezsiniz, “bu iş olur”un kanıtlarını da görmeye başlarsınız. Ya bunu yapacaksınız ve kendi doktorunuz kendiniz olacaksınız ya da bekleyeceksiniz ilaç ayağınıza gelsin. İkisi de olur. Ama ilaç ayağınıza gelsin diye beklemeyi seçmişseniz, hiç değilse, ilacın geleceği yöne gözlerinizi dikin, kapıya bakın, evin duvarlarına değil, camdan dışarı bakın, TV kutusuna değil. o

Adalet arayışı ve avukat – Avukat Dayanışması

Toplumsal mücadele, doğası gereği eşitsiz bir gelişim izler. Farklı dönemlerde, farklı dinamikler üzerinden, farklı somut biçimlerle ortaya çıksa da hareketin temelinde belli başlı soyut kavramlar daima yer alır. Bu kavramlardan biri de adalettir. “Adalet”, genel ve havada bir kavram olduğu kadar aynı zamanda görecelidir. Kime göre ve neye göre adalet… Sahi, adaletin belli bir ölçüsü var mıdır? Hukukçuların çoğu için adaletin ölçüsü çoğu zaman yazılı normlara riayet üzerinden değerlendirilir. Oysa içinde yaşadığımız hayat bizleri bambaşka bir pratikle yüzleştirmektedir. Boğaziçi’ne atanan rektörü düşünelim mesela. Hem Melih Bulu’nun hem de Naci İnci’nin rektör olarak atanması bilindiği üzere şu anki mevzuata uygundur. Rektör atamaları sonrasında gerçekleşen çeşitli biçimdeki eylemlere polisin saldırmasının; öğrencilerin 2911 sayılı kanuna muhalefet, görevini yaptırmamak için direnme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik vb. isnatlarla yargılanmasının ise hiçbir hukukî dayanağı yoktur. Nitekim süreç boyunca çeşitli biçimlerde öğrencilere destek olan avukatlar da sadece polis şiddeti yahut haksız gözaltı sebebiyle öğrencilerin yanında durmamıştır. Aynı zamanda kayyum rektörün “adaletsiz” olduğunu düşünerek de tepkisini dile getirmiştir. O hâlde sadece yazılı hukuka riayet edilmesi adaletin tesisi için kâfi değildir. Yazılı hukukun ne olduğu, nasıl var edildiği de üzerine kafa yorulması gereken bir konudur.

Biz avukatların sık sık düştüğü bir hata, günlük hayatın koşuşturması içerisinde mesleği icra ederken faaliyet konumuz olan hukukun aslında ne olduğunu tartışmamak olmuştur. Elbette hepimiz hukukun, fakültede öğretildiği üzere halkın gerçek iradesini yansıtan, bir yasama organı tarafından oluşturulmuş düzenlemeler bütünü olmadığının içten içe farkına varıyoruz. Bildiğimiz anlamda hukuk, üretim ilişkileri bağlamında üst yapıya ait olgulardandır ve iki yönlü bir niteliğe sahiptir. Bunlardan ilki baskı aygıtı olarak kurgulanışıdır. İkinci yönü ise çok daha önemli ve inceliklidir. Hukuk, temel olarak devletin topluma karşı giriştiği her türlü eylem için rıza üretmesine yarayan ideolojik bir aygıttır. Bu rıza belli başlı fiillerin yasaklanmasından tutun da düzen için “tehlikeli” görünen bir kişinin hapsedilmesine yahut nerede nasıl giyinilmesi gerektiğinden kimin ne kadar maaş alıp, hangi oranda vergi ödemesi gerektiğine çok geniş bir yelpazeyi kapsar. Ancak söz konusu rızayı üretmek meşakkatli bir süreçtir; kitleler nezdinde işler gözüken bir yasama ve kamuoyu tartışmaları gerektirmektedir. Dolayısıyla hukuk, ideolojik işlevini gerçekleştirmek için zamana ve tabiri caizse sergilenecek bir tiyatroya ihtiyaç duyar.

Görüldüğü üzere hukukun kendisi tabiatı itibariyle taraflıdır. Nitekim Saray Rejimi; kendi burjuva hukukunu dahi uygulayamamaktadır. Artık hukukun şiddet dışında bir işlevi kalmamıştır. Adliyelerden başlayarak bürokrasi ve kolluk tam bir çürüme içerisindedir. Kanun mantığının özü önce torba yasalarla katledilmiş sonrasında tamamen rafa kaldırılarak genelgeler devreye sokulmuştur. Onlarca kadın katili adeta “cezasızlıkla” ödüllendirilirken hapishaneler siyasi tutuklularla dolup taşmaktadır. Söz konusu durumu fiilî hukuk hâli olarak nitelendirmek mümkündür. Gerçekten de bu ülkede kime hangi hukukun ne şekilde uygulanacağı kişiden kişiye, bağlamdan bağlama değişmektedir. Musa Orhan tutuksuz yargılanabilirken Selçuk Kozağaçlı 5 yılı aşkın süredir tutuklu kalabilmekte; vergi mevzuatı emekçiler için en sert hâliyle uygulanırken büyük şirketlerin vergi borçları bir kararnameyle silinmekte; bankalar, kredi kartı borçları için anında haciz koydurabilirken işçilik alacakları senelerce tahsil edilememektedir.

Saray Rejimi’nin kendi hukukunu bile uygulayamadığı günümüz koşullarında mevcut hukuku, özellikle de direnenler lehine, uygulatmaya çalışmanın pratik faydası elbette inkâr edilemez. Ancak avukatların ufku bu kadarıyla sınırlı kalmamalıdır. Çoklu baro süreci uzun yıllar sonra ilk defa avukatları bir direnişin doğal müttefiki olmaktan çıkarıp kendi direnişinin doğrudan öznesi hâline getirdi. Bugün işçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar ve daha birçok kesim somut olarak farklılaşan talepler olsa da bütünde insanca, adil ve onurlu bir yaşam için mücadele etmektedir. Bütünde ortak olan talepleri gerçeğe çevirmek mücadeleyi de ortak kılmaktan geçmektedir. Çoklu baro sürecinde ülkenin dört bir yanından avukatlar Ankara’ya giderken işçilerin, kadınların, öğrencilerin de yanlarında yürümüş olduğunu düşünün. O zaman gerçekten cesaret edebilirler miydi ikinci baroya? Elbette böyle bir yan yana geliş kendiliğinden gerçekleşemez. Avukatlar hukukî destek dışında da farklı toplumsal dinamiklerin direnişlerinin yanında olmalıdır. Örneğin bir işçi direnişi sadece polis saldırısına uğradığında avukatların konusu olmamalı, başından itibaren uğrak bir ziyaret noktası olarak değerlendirilmeli, işçilerin adalet istemi bizzat yanlarında olarak desteklenmelidir. Ancak böyle bir yaklaşımla toplumda var olan adalet arayışı ortaklaştırılıp beraber mücadele etmenin zemini var edilebilir.

Yaşanan herhangi bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı direnen her toplumsal kesim karşısında devleti bulmaktadır. Ekseriyetle bu karşı karşıya gelme hâli hukuka aykırılığı beraberinde getirerek (polis saldırısı, yalan yanlış bir ÇED raporu, usulsüz yargılama, kötü muamele vb.) biz avukatları konuya dahil etmekte ve direnen öznelerin doğal müttefiki yapmaktadır. Ancak bu ittifakta avukatların rolü her zaman “hukuka uygunluk” talep etmekle sınırlı kalmaktadır. Oysa direnenlerin talepleri genelde “hukuka uygunluğun” çok daha ötesindedir. Güncel bir örnek olması nedeniyle öğrenci hareketine geri dönelim. Öğrenciler kayyum rektörü protesto ederken aynı zamanda bir önermede bulunmuşlardır: “Üniversiteyi bileşenleri yönetsin.” Üniversiteyi gerçek bileşenlerinin yönetmesi mevcut mevzuata göre mümkün olmadığı gibi Anayasa’ya da aykırıdır. Hatta rektörün kendi yetkilerinden feragat etmesi dahi en iyi ihtimalle görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacaktır. Öğrenciler pekâlâ bu durumun farkındadır ve yine de taleplerinde ısrarcı olmaya devam etmişlerdir. Öğrencilerin sergilediği direniş toplumun büyük çoğunluğu tarafından meşru kabul edilmiştir. Böylece toplumca haklı görülen bir direnişin hedefleri/talepleri de meşru gelmektedir. Talebin kendisi siyasidir fakat pratiğe nasıl yansıyacağı, yani biçimi hukukî bir sorudur. Her direniş yeni bir hukuku beraberinde yaratmaktadır. Nitekim direnişin içinden doğan “yeni hukuk” bizzat toplumun adalet arayışının bir yansıması olup biz hukukçuların da fikirsel üretimini gerektirmektedir.

Avukatların salt “hukuka uygunluk” talep ederek bile direnişlerin yanında olması elbette çok kıymetlidir, ancak toplumun ihtiyaç duyduğu adaleti sağlamaktan uzaktır. Toplumsal davalarla haşır neşir olan her avukat 2911 sayılı kanuna muhalefet suçuna epey aşinadır. Gözaltı sürecinden başlayarak kovuşturma evresine kadar daima polis tarafından yapılan “müdahalenin” 2911’e aykırı olduğu vb. tartışılır. Halbuki 2911 sayılı kanun başlı başına bir adaletsizliktir. Eğer gerçek anlamda bir toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkından bahsedeceksek 2911’in bu hakkı kısıtlamaktan başka bir işlevi yoktur. Uygulanmasını/riayet edilmesini istediğimiz hukuk, egemenlerin hukukudur ve toplumsal olarak arzulanan adaletin vuku bulmasıyla bağdaşmamaktadır.

Avukatların, özellikle de devrimci avukatların, yaşanan her türlü haksızlık karşısında sergilediği direngen tutum bu toplumun hafızasında yer etmiştir. Avukatın, tüm saldırılara rağmen, toplum nezdindeki saygınlığı bu yüzden hâlâ yok edilememektedir. Yine bu sebeple herkesin derinden hissettiği adalet ihtiyacına yönelik avukatların toplumsal mücadele dinamiklerinin örgütlenmeleri birlikte üreteceği cevaplar toplumda çok daha büyük bir karşılık bulacaktır. Öte yandan mücadeleye konu siyasi taleplerin nasıl uygulamaya konulacağı yani işin hukuki biçimlendirilmesi hâlihazırda bizim mesleğimizin konusudur. Biz istesek de istemesek de mesleğimizin biçtiği rol, sahip olduğumuz bilgi bize bu ödevi yüklemektedir.

Bugünün ihtiyacı avukatların hem kendi hem de diğer direnenlerin mücadelesine teknik hukuk bilgisi ve emeğinin yanında fikrini de katmasıdır. Madem onlar baroları bölüyor; biz de barolarımızı mücadelenin odakları hâline getirelim. Madem öğrenciler ‘üniversiteleri bileşenleri yönetsin’ diyor; buna ilişkin mevzuatı hep beraber oluşturalım. Madem kadınlar ‘yasalar sokakta yazılır’ diyor; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilenlere yasa nasıl yapılır birlikte gösterelim.

Belki gerçekten adil bir dünyada ne avukata ne de hukukçuya ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak yine de birer hukukçu olarak görevimiz o dünyanın nüvelerini bugünden oluşturmaktır. Gören gözler için o nüveler büyüyen mücadelenin içerisinde saklıdır ve her daim hayali kurulan adil dünya hiç de uzak değildir.

Hâkimiyet ilişkileri, denetim ve şiddet, protokole bağlı yaşamlar

Yavaş yavaş ölürler
alışkanlıklarına esir olanlar,
ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler
….
bir yabancı ile konuşmayanlar,
yavaş yavaş ölürler
heyecanlardan kaçınanlar,

rüyalarını gerçekleştirmek için
risk almayanlar,
hayatlarında bir kez dahi
mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar.”

Pablo Neruda

Neruda böyle diyor. Yavaş yavaş ölüme, “her gün ölüm” diyebilir miyiz?

İnsan kaç kere ölür? Ya insanlık kaç kere ölür? İlk sorunun yanıtı, günlük bilincimiz sınırları içinde açık ve nettir; bir kere ölür. İkincisinin yanıtı ise o kadar kolay değil. İnsanlık, her gün, defalarca, milyonlarca kere, insanın insan tarafından sömürüsü sürdüğü sürece defalarca ölür, defalarca ve defalarca.

Soruyu genişletelim: Madem insanlık defalarca, neredeyse sonsuz kere, insanın insan tarafından sömürülmesi var olduğu sürece sonsuz kere ölebiliyor, öyle ise, tek başına insan, tek bir kişi olarak insan, nasıl sadece bir kere ölüyor? Bundan emin miyiz?

“Günlük bilinç”, henüz bilimsel ve sanatsal düzeye ulaşmamış, günlük pratik ve gözlemlere dayalı ortalama toplumsal bilinçtir. Bu “ortalama toplumsal”, matematiksel bir işlemle, herkesin bilincinin toplanıp ortalamasının alınması ile bulunmaz. “Ortalama toplumsal bilinç”, egemenin bilincidir, onun tarafından belirlenir. Egemen, egemenliğini sürdürmek için, devlet denilen bir mekanizmayı yarattığı andan itibaren, ortalama toplumsal bilinç, onun egemenliğinin damgasını taşır. Egemen kendi düzenini sürdürmek için, tüm gerçekliği kendine göre yeniden üretir, kendi geleceğini garanti altına almak için, uygun bir tarih yazımı işi de buna dahil.

Günlük bilince müdahale etmek, egemen için çok kolaydır. Çünkü, günlük bilinç, gerçekliğin bilincine varmaktan uzaktır. “Güneş doğudan doğar”, günlük bilinçtir. Size belli bir anda “doğu” yönünü gösterebilir de. Ama aslında güneş hiç batmadığı için doğmaz da. Sizin güneş ve dünya hakkındaki bilginizin yanlış yerleşmesine olanak sağlar.

Size bilimsel olarak hapşırmanın ne olduğunu anlatsalar da, siz “hapşırdım, birisi benim hakkımda konuşuyor” gibi bir “şeye” inanmayı sürdürürsünüz. Bunlara “batıl inançlar” dersiniz, ama nazar değmesin diye üç kere tahtaya vurursunuz. Karganın kaç kere öttüğü, sizin için iyi ve kötü haber habercisi olarak varlığını sürdürür. Bu size nesilden nesile geçerek gelip yerleşmiştir. Günlük bilincin kör inanlarla birleşmesi, her zaman olanaklıdır. Ve bu durum, her zaman egemen için bir avantajdır.

Tüm bu bilinç, aslında egemen için kolay yönetilebilir bir olanak yaratır.

Oysa görünen gerçeğin ötesinde, olaylar ve süreçlerin, şeylerin ve işleyişin gerçek bilgisini edinmeye başladık mı, günlük düşünme sınırlarını da aşmış oluruz. Böylece bilimsel (ve onun bir açıdan kardeşi olan sanatsal) bilinç, gerçek anlamı ile bilinçlenme ortaya çıkar. Egemen sınıf, tarih gösteriyor ki, asla ve asla bilimsel gelişimi istememiştir. Bilimsel gelişimi, daha çok kâr, daha kolay egemenlik araçları, daha gelişmiş gözetim araçları olarak sınırlamış, ötesini halka, geniş kitlelere kapatmıştır. Bu sınıfsal yaklaşımdır ve doğrusu egemenin, her çağdaki egemenin (sadece bugünkü çağda kapitalist egemeninin değil, onun geçmiş atası olarak ele alacağımız feodal soylunun da, onun eski çağdaki kardeşi köle sahibinin de) çıkarlarının gereğidir. Bilim, ancak günlük üretim, kâr, hâkimiyet vb. için faydalı ise “iyi”dir. Bu “faydalı” kavramı, 1800’lerin ortasında, sanayi devriminin sonuçları ortaya çıktığında, egemenler adına, icat edilmiştir. İngiltere kökenli “metafizik okulu”, egemenler adına bilimle dini yeniden karıştırıp çorba yapmak ve aydınlanmaya direnmek için “faydalı” mı sorusunu sormaya başlamışlardır. Faydalı mı, peki kimin için “faydalı”?

Bilimin bu kadar “geliştiği” bir çağda, hurafelerin bu kadar günlük yaşamı kaplaması başka nasıl açıklanabilir? Demek ki, egemen, bilimsel gelişmeye “teslim” olmamıştır. Bilimsel gelişmeyi, kendi sınıf çıkarları ve egemenliğinin sürmesi için kullanmaya yönelmiştir. Doğaldır, insanlık adına çirkindir ama doğaldır, sınıf çıkarları bunu gerektirmektedir. Demek ki, egemen sınıfın egemenliği ile “insanlığın” geleceği, çatışma hâlindedir. Onlar, egemenlikleri için insanlığı her gün defalarca katletmek, öldürmek zorundadırlar.

İzninizle günlük bilinci, tümü ile “bilimsel ve sanatsal” bilincin, yani gerçekliğin bilgisinin, öğrenmenin “karşıtı” olarak kullanmayı öneriyorum. Öneriyorum, zaten, egemen sömürücü sınıfların egemenliği altında böyledir. Ancak, sınıfsız bir toplumda, bilimsel bilinç (sanatsal da için de), günlük bilinç hâline gelebilir. O zaman, bilimsel bilinç ile günlük bilinç arasındaki “karşıtlık” ortadan kalkmış olur.

Günlük bilinç, sonuçta davranışlar üretir.

Diyelim ki bugün, bir toplumsal isyan etme hâli, yeni Gezi Direnişleri gibi günlük hayatın bir parçası değil ise, bunun nedeni, günlük bilinçtir. Yani, o hurafeler, o boş inanlar, o yanılgılı kabuller, çok ama çok etkilidir. Bu durum kişiyi, toplumsal gerçeklikten koparır, onun derin bir yalnızlık duygusuna gömülmesini sağlar ve onu kendine güvensiz hâle getirir. Böylece o da, sadece kendine sunulan sınırlar içinde günlük hayatını sürdürür.

Bugün bizim sol çevrelerdeki “örgütten uzak durma” eğilimi (buna örgüt kaçkınlığı dediğimiz zaman, dostlarımızdan bize “bu çok sert oldu” eleştirileri geldi. Örgüt kaçkınlığı, “bilinçli bir eylem” olarak ele alınıyor, oysa “örgüte bulaşmama” eğilimi var deniyor. Yani, örgüt kaçkınlığı dediğimiz zaman, onlara göre bu bir eylemdir, oysa örgütten uzak durma, bulaşmama dediğimiz zaman bu “eylem” değildir diyorlar. Oysa yanlıştır. Durmak işi de bir harekettir, bulaşmak nasıl bir eylem ise, bulaşmamak da bir eylemdir.) yaygındır. Bu, aslında 12 Eylül karşı-devriminin yarattığı ve yerleşik hâle gelen bir günlük bilinç hâlidir. Yoksa bilimsel olarak, devrim, işçi sınıfının öncülüğünde bir devrim, örgütsüz olmaz. Başsız gövde nasıl canlı değil ise, devrimci öncü partisi olmayan bir işçi sınıfı da, bilinçli bir işçi sınıfı değildir.

Örgütten uzak durma eğiliminin nedeni, korkudur. 12 Eylül yenilgisi, belki sokaklarda, barikat savaşları sonucu yaşanmış olsa idi, kimse bu kadar korkmazdı. Ama korkanlar, daha çok korkarlar. Korkma işinde süreklilik, korkmaktan bile korkmaya evrilir. O andan itibaren, bilinçli bir varlık olma durumu sona ermeye başlar.

Biliyoruz, insan nasıl yaşıyorsa öyle düşünüyor. Eğer siz, sürekli olarak korku altında devrimden, sizi siz yapan düşüncelerden uzak durmaya çalışırsanız, sonuçta ayçiçeği hâline gelirsiniz. Ayçiçeği, güneşe yüzünü döndüğünde eylemli değildir, hareketlidir ama eylemli değildir. Zira hareket ve eylem arasında bir bilinç faktörü var. Her şey hareket eder, devinir. Ama eylemli olan, önceden tasarlar ve eylemini gerçekleştirir. Ayçiçeğinin güneşe dönmesi, onun eylemi değildir, yansımadır ve onun hareketidir. Bu hareket, ayçiçeğinin yağının çıkarılmasını önlemez. Bizim eski solcularımız, devrim saflarından kaçarken, ayçiçeği tarzında hareket ettiler ve bunu da “yeni dönemin gerçekleri” olarak sundular. Bugün hepsinin kapitalist endüstri tarafından yağı çıkarılmaktadır ve rafine olmadıkları da kesin. Ayçiçeği olmayı kabul ettikleri hâlde, devletin hâlâ kendilerinin yaşam alanlarına saldırmalarını, “ayçiçeğinin yaşama hakkı” çerçevesinde savunmak istiyorlar. Yeter artık demiyorlar, eski mücadele günlerinin dayanaklarını hatırlamıyorlar, sadece yenilgiyi ve kötü anılarını hatırlıyorlar. Oysa, devrimci mücadelenin her anısı, kazanmak isteyenlerin ortak hafızasıdır.

Örgüt kaçkınlığı ya da daha az rahatsız edici tarzda söyleyelim örgütten uzak durma, bulaşmama eğilimi, günlük bilinçtir. Her günlük bilinçteki kadar “egemen ideolojinin” etkisi altındadır. Her günlük bilinçteki gibi, yanlışı doğrusundan daha fazladır ve her günlük bilinçteki gibi “cehalet” yüklüdür.

Korku, ufka bakmayı engelliyor. Hep önüne, hep gününe bakar hâle geliyorsun, hep kendine bakar hâle geliyorsun ve sonuçta, bilimsel üretimden kopuyorsun, aydınlanmaya veda edip, karanlığa sığınıyorsun. Hep önüne bakmak, ufka bakmamak, insanın omuzlarını düşürüyor, alnı dik olma durumunu ortadan kaldırıyor, kişiyi “ezik” hâle getiriyor. Uzun süre bu iklimde yaşamak, insanı değiştiriyor olmalıdır, tersi doğaya aykırı olur.

Bugün, bizim ülkemizde, diyelim ki, Saray içinde uzun süre yaşamak, kişinin zekâsını köreltir, karanlığa olan tutkusunu artırır, haz duygularını besler, gerçeklikle bağını kopartır. Bu, herkes için geçerlidir. Sadece, eğer bir kişi, başka bir örgütlü faaliyeti için Saray’da görünenden başka bir görevle bulunuyorsa, o, en az etkilenir.

Kişi sadece nasıl yaşıyorsa öyle düşünmekle kalmaz, giderek, kendi yaşamını realize edecek şekilde, kendi çevresine anlatacağı bir “teori” geliştirir. Biz, 12 Eylül’de, işkencehanelerde çözülenlerin çoğunda bunu gördük. Çözülenler, kendi durumlarını teorize edecek bir yol buluyorlardı. Bu nedenle, kendi “çektikleri”nin hesaplarını, çevrelerindeki insanların önüne koyarak, “ben elimden geleni yaptım” ama olmadı diyorlardı. Direnenlerin hikâyesini başkaları anlatırken, çözülenlerin hikâyelerini daha öncelikli olarak kendileri, “hayata tutunmak ve aklanmak” için kendileri anlatıyordu. Bu yaygınlaşınca, birçokları, devrim için neler verdiğinin hesabını tutmaya başladı, kimisi devrim için okulunu bırakmıştı, kimisi evlenirken düğünde takılan altınları örgüte vermişti. İyi ama hiç kimse, işkence altında işkencecilerini dahi korkutan direnişi gösterenlerin ödediği bedeli hesaba katmayacak mı? Direnenler, ölenler, onlar acaba nelerini verdiler? Peki hiçbiri, biz şuyumuzu, buyumuzu devrime verdik diye yakındı mı? İşte gerçeklikten kopma hâli, kendi gerçeğini gerçek yerine koyma hâli böyle gelişiyor. Gerisi, devrime sövmek için uygun anın gelmesine kalmıştır.

Dönekler bir yana. Devrime sövmeyi meslek edinenler bir yana. Onlarla hesaplaşma ayrı bir iştir.

Ama kendi hesaplaşmasını yaşayamayan ve hâlâ kendi hâlinden itiraf edemediği bir utanç duyanlar, bir şansa sahip olacaktır. Devrimci direniş destanları yazarak ölenler, bugün mücadele edenlerin ilerlemesi ile, bu kendisi ile barışık olma hâlini kaybedenlere usulca gelip, eğilip kulaklarına, “seni affettim” diyecekler, “haydi şimdi saf tut” diyecekler. Mezarlarından çıkıp, bunu sizlere, pek yakında, uzak olmayan bir gelecekte, söyleyecekler: Sizi affettik, artık kendine gel, mücadele için saf tut, ağlamaklı hâlin, omuzlarının bu düşmüş hâli artık bitsin, diyecekler.

İnsanlığın her gün öldüğünü gördüğümüz bu dünyada, ölümü bir kere yaşanacak bir şey olarak düşünmek, gerçekliği, kapitalist çağı eksik anlamaktan, günlük düşüncemizi gerçeklik olarak ele alma cehaletinden gelmektedir.

Tekeller çağı, 1870’lerden bu yana böyledir, kapitalizmin olgunluk çağıdır, kendini daha net ifade edebildiği, kendisi olduğu çağdır.

Tekelleşme, pazar hâkimiyeti de demektir.

Pazar hâkimiyeti, elbette tekelci ek kârdır.

Ama pazar hâkimiyeti, tekelci ek kârla sınırlı değildir.

Hâkimiyet ilişkileri, burjuva sınıfın devletini de etkiler. Tekeller, hâkimiyet ilişkilerini, devletleri aracılığı ile tüm toplumsal yaşama egemen kılmaya başlarlar. Devleti de buna uygun dönüştürürler. Bu devletteki değişim, sınıf savaşımı altında şekil alır. Yani sınıf savaşımı olmadan ya da hesaba katılmadan, devletteki değişimleri bir ekonomist mantıkla ele almak doğru değildir. Sanıyorum, bu konularda okuyucu ile anlaşıyoruz. Bu konuda yazılmış olanlara bakmaları, varsa ihtiyaç duyulan detayları yeniden hafızalarında canlandırmalarına yardımcı olacaktır. Bizim yazdıklarımız bile az değildir, başkaları da vardır.

Tekelcilik, aynı zamanda büyük çaplı, kitlesel üretim de demektir. Ve kitlesel üretim, kitlesel tüketimi şart koşar. Kitlesel tüketim ve pazar hâkimiyeti, modern reklamcılığın da temelidir. Burada artık, tüketim toplumu “ideolojisi” öne çıkmaya başlar. Tüketim toplumu, “ihtiyaç olmadan da tüketme”nin temelidir. Tükettikçe “mutlu” olan insan, bu çağın gerçeğidir ve insanoğluna ciddi bir müdahaledir. Eski dönemlerde insanlar, ne böyle çok sık “mutluluktan” söz ederlerdi ne de bu kadar ucuz bir ruh hâli değildi mutlu olma hâli, demek ne kadar çok paraya gerek duyuluyorsa o şey o kadar değersizleşiyor olmalı.

Ne tüketmek bu kadar “önemli” olmuştur ne de “mutluluk” bu kadar fuzulî bir kavram olarak var olabilmiştir.

Tekeller çağı, kapitalizmin fetih çağı olarak da nitelenebilir, sadece yeni yollarla ve sermaye ihracı gibi yeni araçlarla başka pazarların fethinden söz etmiyoruz, aynı zamanda insanın hâkimiyet altına alınmasında yeni durumlardan söz ediyoruz. İnsan, bir kere daha tüketim toplumu ve meta fetişizmi ile fethedilmektedir.

Tekelci hâkimiyet, meta ve mülkiyet ilişkilerini, hayatın en uç noktalarına, en el değmemiş alanlara (ister coğrafî anlamda alan, ister duygusal-düşünsel olarak alan) girmesini ve egemen olmasını sağlamıştır. Buna fetih ya da yağma demek mümkündür. Bu yağma, hâkimiyet ilişkileri altında olan alanlarda derinlik kazanırken, yatay olarak da yeni alanları hâkimiyet altına almaya olanak sağlamıştır.

Buna, Ekim Devrimi’ne karşı örgütlenmiş emperyalist cephenin karanlıklara sığınan ideolojik saldırılarını da eklemek gerekir. Bilim sürekli gelişirken, karanlık bu denli nasıl artabilir? Bunun yanıtı, tekelci hâkimiyet ilişkilerinde saklıdır.

Hâkimiyet ilişkileri, aklın ele geçirilmesi, her şeyin meta ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi için seferber edilmesi demektir.

Bu, hem ideolojik hem ekonomik ve hem de fizikî devlet şiddetinin kullanılması ile sağlanmaktadır.

Her gün ölerek yaşama durumunun temelinde bu vardır.

Bir kanser hastası, hastahaneye gittiğinde, hastalığın bulunduğu aşamaya uygun, bir protokol ile “tedavi” edilmeye başlanır. Diyelim ki dördüncü derecede (sanırım bu dördüncü derece kurtulma umudunun kalmadığı son aşama anlamındadır, bilgim yanlışsa şimdiden hekimlerden özür dilerim) hasta ise, ona uygulanacak “protokol” bellidir. Doktor, bu protokolü uygular. Zaten başka bir şey de yapmaz.

Bundan mesela 40 yıl önce, neoliberalizm öncesinde, hastahaneler bu kadar “özelleşmemiş” iken ve ilaç tekellerinin hâkimiyeti bu denli gelişmemiş iken, bu durumdaki bir hastaya, “ömrün şu kadar kaldı, git gönlünce yaşa” diyen doktorlar çıkardı. Kemal Sunal filmlerinde, tahlilleri karışmış hastaların birinin yanlışlıkla öleceği kendisine söylenip, git gönlünce yaşa denilince, kahramanın “normal” yaşamı nasıl dalgaya almaya başladığı örnekler hatırlanabilir. Adam ölecektir ve ölmeden önce, parası da olmadığından, alışılmış yaşam ilişkilerini yırtmaya başlar. Patronuna artık “efendim” demez ve saçma işleri yapmayı reddeder. Onun için formatlanmış yaşamı reddetmeye başlar. Kız arkadaşı ile ilişkileri değişir, paraya karşı davranışı değişir vb. Yani, bir anlamda, içinde bulunduğu hâl nedeni ile korkusu kalkar ve o da eski yaşamı, deyim uygun düşerse “hack”lemeye başlar. Çevresiyle ilişkileri “özgürleşmeye” başlar ve aslında toplumsal davranışların, günlük bilince yerleşmiş davranış kalıplarının saçmalığı gün ışığına çıkmaya başlar.

Bugünlerde ise, doktorlar, “git hayatını yaşa” demezler.

Hastanın yakınları, yani müşteri sıfatıyla hastahanenin muhatabı olanlar, ölümü kabul ederek, hastanın başında beklemeye başlarlar. “Çıkmayan candan ümit kesilmez” sözü, akıllarda dolaşır. Ama bilinir ki, ümit kesilmiştir. Hasta sahibi ya da müşteri, ne hastayı hastahaneden çıkarabilir ne de elinden bir şey gelir. Böylece hastahanede yatma süreci beklenir. Hastahane, yani işletme, para kazanmaktadır. Ölecek olan hastanın, o an orada bulunan doktorun ölçüsüzlüğüne bağlı olarak, ne kadar daha para kazandırabileceği hesaplanır. Eğer yoğun bakım cihazına bağlanırsa şu kadar para, eğer şu ilaç verilirse şu kadar para diye hesap yapılır. Hasta bırakın da öleyim demektedir, ama aldığı uyuşturucu ilaçların etkisi ile ruh gibidir ve ağzından saçma sözler dökülmektedir. Çünkü derin “hümanist” yaklaşım altında ölecek olan hastanın “bari acı çekmemesi” konusunda, hasta yakını-müşteri ile işveren temsilcisi doktor arasında anlaşmaya varılmıştır. Bu ikiyüzlü davranışı gördükçe, Marx’ın “insana dair her şey kabulümdür ama şu hümanizm hayır” demesini hatırlamamak elde değil. Hasta yakını, parayı ödeyecek olan müşteri ise, çaresizdir. Bir yandan parayı nasıl bulacağını düşünür, diğer yandan ise doktorun dediklerini yapmak üzere sürekli imza verir.

İşte buna “protokol” diyorlar.

Protokol, modern kapitalist dünyanın iş ilişkilerinden geliyor. İki taraf aralarında bir protokol yaparak iş yapmaya başlarlar. Bir yandan tarafları belirler bu protokol, bir taraftan da tarafların yükümlülüklerini ve işlerini belirler. Böylece herkesin iş anlaşmasından önce, işlerin nasıl yürütüleceği belgelenmiş olur.

Sağlık alanı da, bu iş dünyasının, bu kapitalist ilişkiler ağının içindedir. İlaç şirketleri nasıl ki aşı yaparken size bir anlaşma imzalatıyorsa, bu yolla kendini garantiye alıyorsa, bu yolla, kazandığı paranın başına bir iş gelmesini önlemiş oluyorsa, hastahane de sizinle hasta yakını olarak bir protokol imzalamaktadır. Hastaya uygulanan bu protokol, onun ölümü demek olsa da, bunun dışına çıkılmaz. Zaten siz, arabanızı tamir ettirirken gördüğünüz bu muameleye alışık durumdasınız. Burada artık personelin size müşteri olarak saygılı davranması dışında bir beklentiniz yoktur. “Çıkmayan candan ümit kesilmez”, sizin günlük bilinciniz olarak, size karşı kullanılmaktadır. Oysa herkes çoktan “ümit” kesmiştir ve doktorlar da bu fikirdedir. Sadece ümit edilen daha fazla para kazanmaktır. Bilim, bu uygulama şekli ile, neredeyse günü gününe olacakları bilmektedir.

Bu süreç, aslında tekelci hâkimiyet ilişkileri tarafından belirlenmiştir. İlaç şirketleri, bu süreci belirlemektedir.

Peki şiddet bunun neresindedir?

Şiddetin birçok biçimi olduğunu biliyoruz. Burada da “insanlık postuna” bürünmüş, bu yolla gizlenmiş bir şiddet karşınızdadır. Bu şiddet yolu ile sizden para sızdırılmaktadır. Görünüşe göre sizin “rıza”nız alınmıştır. Ama gerçekte, sizin başka da çareniz yoktur. Bu çaresiz hâliniz, müşteri olarak gittiğiniz hastahanede, sizden paranızın sızdırılmasının bir yolu olmuştur.

Diyelim ki sokaktasınız. Bir kişi karşınıza çıkıyor ve ya paranız ya canınız diyor. Siz de çaresiz, paranızı veriyorsunuz ve canınızı kurtarmak için son derece “efendi” davranmaya çalışıyorsunuz. Çünkü sizin durumunuz çaresizdir. Siz, elinde silah bulunan bu kişiye karşı direnemeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Paranız sizden “zor”la alınıyor. Siz buna bir soygun diyorsunuz.

Aslında, hastahanedeki durum ile karşılaştırırsanız, karşınıza silahı ile çıkan soyguncunun sizinle bir “protokol” yapmadığını söyleyebilirsiniz. Bu durumda bu soygun, hem zorla gerçekleşiyor hem de “yasal” değil. Çünkü soyan ve soyulan taraf olarak aranızda imzalanmış bir protokol yoktur.

Ama bu soyguncu (bilerek “hırsız” demiyorum) size silahını çıkartıp, önce bir imza istese, ardından da paranızı silah zoru ile almış olsa, siz buna “yasal”laşmış bir soygun diyeceksiniz.

Hastahanedeki “yasal”dır, çünkü siz çaresizsiniz. Üstelik size silah çıkarılmamış, size silah dayanmamıştır, ama hastanızın ölme riski bir silah hâline getirilmiştir ve siz, okumadan anlaşmayı imzalamak zorunda kalmışsınızdır. Bu durumda hastahane, soyguncu değil ve yasal bir iş yapmaktadır. Öyle mi?

Yoksa bu iki olay arasında, (1) silahlar değişiktir, (2) zor, şiddet değişik biçimlerde örtülmüştür diyemez misiniz? Birinde silah, tabanca veya bıçaktır, diğerinde silah hastanızın acil yardım alma ihtiyacıdır. Birinde silah çıplaktır, diğerinde ise sizin şiddet aracı olarak görmediğiniz bir protokol vardır. Birinde silahlı adam, soyguncu, yasadışı bir iş yapmaktadır, diğerindeki şiddet ise “yasallaşmış”tır.

Acil bir durum için, ölüm kalım meselesi olan bir şey için hastahaneye koştunuz ve size orada, “şunları yapacaksınız ve şu parayı ödeyeceksiniz” dediler. Paranız yok. Bu durumda size, hastahane, yasal olarak, “ya canınız ya paranız” demiş olmuyor mu?

İdeolojik zor, meta zoru, silahlı zor, fizikî zor diye şiddet ayrımları yaparsanız, bu durumu anlamak daha kolay olacaktır.

Adam evlenmiştir. Ortada, yasal olarak bir “evlilik” kurumu vardır. Bu yasal çerçeveye dayalı olarak erkek, kadını istediği gibi “kullanmakta”, “gerekirse” ona şiddet uygulamaktadır. Bu şiddet, psikolojik veya fizikî olabildiği gibi, silahlı bir şiddet olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bugünlerde kadına karşı şiddet meselesi, ölümle sonuçlanan olaylarda gündem olmaktadır. O kadar yaygındır ki, diğer hâlleri ile aile içi şiddet, mazur görülmektedir. Çünkü, aile kurumu bu şiddeti “yasal” hâle getirmiştir.

Sevgi ile başlayan ve aile kurumu içinde her türlü şiddetle yasallaştırılan bir ilişki, nasıl özgür olabilir? Belki de “yasadışı aşk”, bu yasal şiddetle birleşmiş aşkın yerine geçmelidir. Yasadışı aşk, evlenmeyi düşünmeyen bir aşk olarak günlük bilinçle reddedilen aşktır.

Bu durumda hastahanedeki protokolün “hack”lenmesi, yasal kılıfa bürünmüş kadına şiddet uygulamasının “hack”lenmesi uygun olmaz mı?

Yasalar, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddetin örtülmesi için yapılmaktadır. Ve bu durumda yasaların her birinin hacklenmesi gereklidir.

Bir işçi, görünüşe göre özgürdür. Emek gücünü istediğine satabilir. Satmak zorundadır. Çünkü emek gücünü, emek ürünlerine çevireceği üretim araçlarından yoksundur. Yaşamını devam ettirmek için çalışmak zorundadır. Emek gücünü kime satacağı konusunda özgürdür, ama satmama hakkı yoktur. Satmaması demek, açlıktan ölmesi demektir. Açlık ve bununla birlikte işsizlik, bir çeşit şiddettir. Ekonomik şiddettir ve fizikî sonuçları vardır. Kapitalistle bir iş sözleşmesi, protokol yapar. Bu protokol, elbette yasalar çerçevesinde kapitalist ile işçinin haklarını düzenler. Sanki eşit bir sözleşme gibidir. Ama çalışmak zorunda olan işçidir. Üretim araçlarına sahip olan kapitalist ise, bu toplumsal eşitsizlik nedeni ile, işçi çalıştırma olanağına, işçinin karşısına bir kapitalist olarak çıkma olanağına sahiptir. Çalışmasının kuralları iş kanunu ile düzenlenmiştir. Yasalar, onun işgücünü satmasının koşullarını düzenlemektedir. Bu işçi, çalıştığı işyerine bağlı olarak, zaman zaman psikolojik, zaman zaman fizikî şiddet görebilir ve hatta hayatını kaybedebilir. Tıpkı aile kurumu gibi.

Tekelcilik, bu hâkimiyet ilişkilerini hem dünyanın her yanına yayar hem de belli bir alanda daha da derinlere doğru işletir. Her iki durumda da soygun vardır. Modern dünyamızda yağma, bu tekelci hâkimiyet ilişkileri içinde işlemektedir. Biz, başka bir ülkedeki fizikî varlıkların (madenler, toprak, su vb.) yağmalanmasını daha net görüyoruz, ama mesela insanın yağmalanmasını, insanın köleleştirilmesini daha az dikkatle izliyoruz. Birine daha açıkça yağma, soygun derken, ikincisine daha kabul edilebilir bir şey olarak bakıyoruz.

Birinde açıktan ölümü görüyoruz ve bu ölüme, kişinin bir kere ölümü olarak bakıyoruz.

Oysa insanın birden çok kere ölümü, daha ağır olanıdır.

Tanrıların en ağır cezası, her gün ölüp, ertesi gün yeniden dirilmek ve yeniden öldürülmek olarak tarif ediliyor. Biz insanlar bu her gün bir kere daha ölmek üzere dirilmeyi, ağır bir işkence olarak görüyoruz.

Toplumsal bir varlık olarak insan, insanlığın bir parçasıdır. Yani, insanlık yoksa, insanlar yoksa, siz insan olarak da kalamıyorsunuz. Ve her gün insanlığın öldüğü, öldürüldüğü, taammüden katledildiği bir dünyada, bir defalık fizikî ölümü bu kadar korkulacak şey olarak görmek, olsa olsa günlük düşünce sınırlarına hapsolmak ile bağlı olabilir.

Dünyanın her yerinde katliamlar oluyor, her yerinde emperyalistlerin çıkarları için savaşlar oluyor ve her seferinde insanlık bir ağır yara alıyor. Bunu seyretmek, buna şahit olmak, her gün bir parça ölmek anlamına geliyor. Bir kerelik fizikî ölümden korkmak adına, bu ölümleri seyrederek her gün ölme pahasına, çizilmiş sınırlar içinde yaşamayı kabul etmek, aslında bu düzene boyun eğmektir.

Dahası, fizikî ölümlerden çok, bize daha az görünen ya da daha az dikkatimizi çeken ölüm biçimleri, bizi “yeni normal yaşam”a alıştırmaktadır. Protokole dayalı bir yaşam. Çaresizlik hissimizi üreten bir yaşam. İşte bu yaşamı hacklemek gerekir.

Böylesi bir yaşama razı olmamak gerekir.

Tekrar örgütlü mücadeleden uzak durmaya gelelim.

Örgütlü mücadeleden uzak durma eğilimi, bugün, şu yakınmalarla birlikte var: Örgüt lazım, gelişmiş ve güçlü bir örgüt, başka türlü bu düzen yıkılamaz.

Bir yandan, düzenin nasıl yıkılacağı konusunda “teorik” olarak netmiş gibi görünen bir bilinç varmış gibi görünüyor. Ama bu bilinç, her nasıl oluyorsa, “örgütten uzak durmalı, bulaşmamak lazım” tekerlemelerini ortadan kaldırmıyor. Ömrümüzü uzatmak için, “örgüte bulaşmamak lazım” mı diyoruz? Sahi, bu bir yol mudur? Bu yolla, uzatılan ömür, nasıl bir ömürdür? Buna yaşamak demek mümkün müdür? Ayçiçeğinin güneş ile olan ilişkisi, insan olarak kalmak için yeterli midir?

Ayçiçeğinin güneş ile olan ilişkisi, bir eylemlilik değildir.

Eylemsiz insan, bir özne olabilir mi?

Eylemsizlik, savunulabilir mi?

Eylemsizlik, belki hata yapmayı azaltır, çünkü en büyük hatadır, çürümektir.

Hangi korku, yavaş yavaş ölmeyi haklı çıkartabilir?

İnsan bilincinin en açık göstergesi, insanın eylemindedir. Eylemin kendisi, bilincin açık kanıtıdır. İşçiler, kendi hakları için greve gittiklerinde, bir bilince sahip olduklarını göstermiş olurlar. Ama aynı işçiler, grev yerine, birahanede bira içerek yakındıklarında, aynı bilincin sahibi değildirler. Konuşmalarına bakarsanız, onlar, grevdeki işçiler kadar bilinçlidirler. Hatta her biri, “bizim grevimiz yetmez, ülke çapında bir genel grev gerekir” der. Ama, kendisi eylemsiz dururken, ülke çapında bir genel grevin nasıl olacağını düşünmek bile istemezler. Birileri, onlar için, ülke çapında bir genel grev örgütleyecek ve onlar da buna katılma lütfunu gösterecek gibidirler. Bu durum, grevdeki işçiden daha çok laf eden ama daha geri bir bilincin yansımasıdır.

Ben örgüte bulaşmam, çünkü, örgütlü mücadelenin risklerini bilecek kadar zekiyim, akıllıyım ama böylesi bir güçlü örgüt de lazım demek, aslında yaşamının farkında olmayan bir “bilinç” durumunun yansımasıdır. Toplumsal mücadeleyi temel almak yerine, kendi risklerini çuvala toplamak, öyle teraziye koymak, aslında, kaçkınlıktır. Değil midir?

12 Eylül yenilgisinin yarattığı bir sonuçtur bu.

Yenilgi sonrasında bir seçim yapılır. Kimisi mücadeleye devam etmek ister, kimisi ise mücadeleye yüz çevirir. Tekrar olsun, döneklerden söz etmiyoruz. Mücadeleden yüz çevirenler, yenilgiden ders olarak, örgütten uzak durmayı, riske girmemeyi öğrenirler. Mücadeleye devam edenler ise, yenilginin nedenlerini bulur ve daha gelişmiş bir örgütlü mücadeleyi nasıl öreceklerini düşünmeye başlarlar. Mücadeleden uzak durma kararı alanlar, yenilginin hatalarını başkalarına atarlar, mücadeleye devam edenler ise, hatalardan sorumlu olanlar bizzat kendileri olsun olmasınlar, hataları kendi hataları olarak ele alırlar. Çünkü hataları aşmak, daha iyisini yapmak isterler. Mücadeleden uzak duranlar, kişi olarak kendilerini korumak isterler, ama bunu hâkimiyet ilişkileri altında yeniden teslim olmak olarak ele almazlar. Oysa mücadeleye devam etmek isteyenler, kendilerini değil, mücadeleyi, örgütü ve örgütsel değerleri korumak isterler. Mücadeleden uzak duranlar, “hatasız bir mücadele” aramak uğruna, ayçiçeği gibi davranırlar. Mücadeleye devam edenler ise, yeniden hata yapmayı göze alırlar. Ayçiçeği hata yapmaz, ama eylemli insanlar hatalar yaparlar, yapacaklardır da. Birisininki bitkisel hayattır, diğerininki ise hataları ve zayıflıkları ile insana ait bir hayattır.

Kapitalist egemenlik, tekeller çağı ile birlikte, hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet ile, toplumsal yaşamın her alanını denetlemeye başlar. Bu denetim, ille de polisiye bir denetim değildir. Bu denetim, şiddetin ideolojik, ekonomik, fizikî biçimlerini de kullanan bir denetimdir. Meta ilişkilerinin yaşamın tüm “özel” alanlarına hâkimiyet kurması, her ilişkinin kapitalist egemenliğin alanı hâline gelmesi kavranınca, devrimci mücadele dışında bir özgürleşme alanı kalmadığı açık hâle gelecektir.

Ve insan, mücadele ettikçe, sadece ve sadece mücadele ettikçe, devrimin mümkün olduğunu kavrayabilir. Okuyup anladığımız “devrimin zorunluluğu”, günlük mücadeleden uzak isek, binbir çeşit bahane ile bu uzaklığı sürdürüyorsak, bir anlam ifade etmez ve bilinç hâline gelmez. Bilgi olarak orada durur. Biz, devrimin uzak olduğuna inanmamız için sayısız kanıt bulmaya başlarız. Ama mücadeleye girdiğimiz zaman, kendimizi bu mücadelenin bir neferi olarak örgütlediğimiz zaman, bu kanıtlar tek tek yok olur ve “devrimin zorunlu olduğu” bilgisi, kitabî bir bilgi olmaktan çıkar, canlı bir şeye dönüşür, buna bilinç diyoruz.

Mesele nereden baktığımızla ilgilidir. Doğada, her türlü fikri destekleyecek yeterince kanıt bulunabilir. Önemli olan bakış açınızdır. Bilimsel çaba, sizin bakış açınıza göre verilerin nasıl anlam değiştirdiğini göstermiştir. Devrimci mücadele perspektifinden baktığınız zaman, kapitalist sistemin yıkılma olasılığını güncel bir durum olarak kavramanız mümkündür. Ama kendi eylemsizliğinizi haklı çıkarmak için bakarsanız, kapitalist hâkimiyet ilişkileri ve bunun getirdiği şiddet, size bu sistemin yıkılmaz olduğunu gösterecektir. Devrim ve sosyalizm perspektifinden baktığınız zaman, dünya sosyalist deneyiminin yenilgisini, gelecekteki zaferin kaldıracı olarak ele alabilirsiniz. Gelecek sosyalizmin üzerinde yükseleceği büyük bir miras olarak görebilirsiniz. Ama kendi eylemsizliğinizi, örgüt kaçkınlığınızı teorize etmek istiyorsanız, sosyalizmin yenilgisinin, sosyalist düşüncenin yanlışlığının kanıtı olarak görmeniz pekâlâ mümkündür.

Kaybetme, yeniden yenilme riski olsa da, dövüşülmeye değer bir şeyler için mücadeleye yeniden atılmayı, yaşamak olarak tanımlamak gerekir.

Diğeri, ölü numarası yaparak korunacağını sanma yanılgısıdır. Sizi bir düşman kurşunu öldürmezse bile, bu uzun ölü taklidi ile geçen yaşam, sizi teslim almaktadır. Azrail size bakıp, “yaşamıyor ki öldüreyim” diye gülmektedir.

Devrimci mücadele yaşamaktır.

Yaşamayı ciddiye alan, hatasız yaşam aramaz.

Egemenler, Saray, saray soytarılığı, gelecek

Sizin de gözünüze çarpmış mıdır? Adli yılın açılışından söz ediyorum. Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve yargıç cüppeli birisi (herhâlde ismi artık önemli değil), hep birlikte dua ediyorlardı ve dahası Erdoğan konuşurken, muhtemelen Suudi Arabistan’dan, değilse Taliban’dan, entarili temsilciler karşısında oturtulmuştu (Yanlış anlaşılmasın, hiçbir halkın ya da kişinin giyim kuşamı ile ilgili değiliz. İyi ama bu resmî bir açılış ise, o kişiler protokol içinde olmalı, değilseler, muhtemelen gösterinin bir parçasıdırlar ve işte biz de buna vurgu yapmak istiyoruz). Adli yılın açılışında, TC devletinin (T Türkiye anlamındadır, C Cumhuriyet) ruhuna fatiha mı okunuyordu, yoksa “egemenler”, Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne, “istediğini yapabilirsin” mi demişlerdi, yoksa “madem Saray Rejimi var ve madem soytarılık bu kadar ayağa düştü, öyle ise Erdoğan’dan da bir soytarılık izleyelim” mi dediler? Sahne, tam olarak bir soytarılık türü olarak organize edilmişti.

Yani size üç şık verdim. İstediğinizi seçebilirsiniz.

Biz ise, bu konuyu bahane edip, aslında egemenlik meselesini tartışmak istiyoruz. Bu arada var olan “yanlış” yorumlara da bir kenarından değinmiş oluruz.

* * *

Tarih boyunca egemenlik, her zaman zalimlik olmuştur. Öyledir, çünkü “egemen”, “yönetilen”in tersine, kendi kuralları ile yönetir. Üretim araçlarının sahibi olmak, başkalarının karşılıksız emeğine el koymak, sonuçta devlet denilen çarkın oluşumunun kaynağıdır. Egemen, devleti elinde tutan sınıf ve onun temsilcilerdir. Ve egemen, kendi egemenlik haklarından asla ve asla kendiliğinden vazgeçmemiştir. Demek oluyor ki, bundan böyle de “kendiliğinden” vazgeçmeyeceklerdir.

Yani, Saray Rejimi, seçimle değişmez.

Neden mi? Çünkü burjuva parlamenter seçim sisteminde, devlet değil, hükümetler değişir. Oysa Kılıçdaroğlu ve Akşener’in ısrarla pompaladığı gibi, Saray Rejimi bir hükümet değildir. Öyle ise, “yıkılması” gereklidir ve buna “yüreği dayanamayacak olan burjuva liberaller”, bundan böyle, gözlerini tamamen kapatsınlar, yoksa her gün yürekleri ağızlarına gelecektir.

Mesela bugün ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra perçinlediği, o zamanın (yani 1946’nın) “the great reset”i ile oluşturulmuş olan emperyalist kamp örgütlenmesinin hegemon gücü olma durumunu, kendiliğinden terk eder mi, buna razı olur mu? Olmadığı için, her yerde saldırgandır. Olmadığı için, birkaç ay önce NATO’yu ayağa kaldırmak için mesajlar verdiği ve Rusya ve Çin’e karşı arkasına topladığı müttefiklerinin itirazlarına rağmen, NATO güçlerini Afganistan’dan, kendi başına çekmezdi.

Egemen egemenliğini, allah rızası için terk etmez. Allahın izni ile almamıştır o egemenliği ve öyle dua ile de bırakıp gitmez. Tersine “dua” ile halkın aklını çelmeye çalışırlar. Demek ki, İslamî hareket içinde samimi inanmış olanlar, eğer zalimden yana değilseler, eğer mazlumdan yana iseler, isyan etmeyi, siyasal iktidara karşı mücadele etmeyi öğrenmelidirler.

Roma, hangi alandan “kalpleri okşayan” bir insanlık gösterisi ile çekilmiştir? Ya da hangi devlet bunu yapmıştır? Tarih boyunca hangi egemen, “yeter artık, insanlığa dönelim” diyerek egemenlik haklarından vazgeçmiştir?

Bunun örneği yoktur. Olmaz da.

Çünkü egemenlik, gerçekte toplumun diğer sınıf ve katmanlarının baskı ve şiddetle ezilmesi anlamına gelir. Çıkarları karşıt iki sınıf oluştuğunun, toplumun sınıflara bölünmüş olduğunun kanıtıdır bu. Bu nedenle egemen, diğer sınıfları ezerek o egemenliğini sürdürür.

Egemenin egemenliği, mülkiyet ilişkilerine, insanın insan tarafından sömürülmesini sağlayan üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanır. Mülk sahipleri, bunu sürdürebilmek için, şiddet ve zoru, kendi tekellerinde toplumu bastırma aracı hâline getirirler. Devlet de budur.

Devlet, günümüzde burjuvazinin, daha çok da burjuvazinin hegemon temsilcisi olan tekelci sermayenin devletidir. Bu önemli bir ayrım noktasıdır. Tekeller çağında, tekellerin egemenliği altında, eski “demokrasi” sözlerinin bir anlamı kalmaz. Yani, tekeller çağında, demek ki 1870’lerden başlayarak, dünyada burjuva demokrasisi adım adım tarihe karışmıştır. Tekeller, burjuvazi demek ise, tekellerin devleti de bir çeşit “tekeller demokrasisi”, bu anlamda burjuva demokrasisi olarak ele alınabilir. Tekeller demokrasisi, tekelci polis devletidir. Tekeller, egemenlerdir. Tekelci polis devleti, tekellerin hâkimiyet ilişkileri gibi, gözetmenlik meselesinin, iç savaş mantığı ile tüm toplumun kontrolüne doğru evriltilme isteğidir. Günümüz devleti, tekeller çağının devleti, iç savaş makinası olarak örgütlenmiştir. Fabrikada saniyelerin “verimli” kullanımı adına, kırbacın yerini almış olan gözetmenlik, toplumsal hayatta her şeyin meta ilişkileri ve zor yöntemleri ile denetlenmesi eğilimine dönüşmüştür. Pazarda pazar hâkimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet, tüm toplumun manipüle edilmesinin de teknik koşullarını hazırlar. Bu devlet, geleceğin sahibi olan, işçi sınıfına karşı örgütlenmiştir. Ve doğrusu egemenler, bu egemenliklerini ancak bu yolla sürdürebilmektedir.

Öylece, onların, insanlık belirtileri gösterip, bu iğrenç egemenliklerini terk edeceklerini sanmak, saflıktan öte bir anlama sahiptir. Zira saflıkta bir “temiz” yön vardır, oysa egemenleri böyle görmek, işçileri aldatmak üzere kurulmuş bir mekanizmanın parçasıdır, hiçbir biçimde temizliğin yanından geçmemiştir.

Baba İshak, Selçuklu’nun son dönemlerinde ayaklanmadan önce, uzun hazırlıklar yürütmeyi akıl ediyor. Yoldaşlarına, sürekli olarak sabırlı olmayı, anı beklemeyi öğütlüyor. Bir yandan, “yeni yaşam tarzı”nın kendi yoldaşlarınca benimsenmesini istiyor. Bu nedenle, “mülkiyet” ilişkilerini aşağılıyorlar. Bir hırka, bir avuç yiyecek yeter diyorlar. Diğer yandan ise, egemeninin egemenliğini yıkmak için, silahlı bir isyanı örgütlemeye çalışıyorlar.

Belki, devlet denilen örgütü, bugün olduğu kadar netlikle çözümlememiş olabilirler. Ama işin özünü anlamışlardır.

Bedreddin, aynı yoldan yürüyor. Bir yandan Börklüce liderliğinde “Ortaklar” kentini kuruyor ve “yârin yanağından gayri, her şeyde, her yerde, hep beraber” diyorlardı, ama diğer yandan da silahlı bir çatışmaya zorunlu olduklarını anlıyorlardı.

Her iki isyanda da, egemenin, egemenliğini kaybetmemek için neler yapabileceklerini anlayamadıkları anlaşılıyor. Börklüce, zalim dediği Osmanlı’nın, hiçbir suçu olmayan köylüleri, kadın ve çocukları katledeceğini, ormanları ateşe vereceğini düşünemiyor. Bugün Dersim dağlarını yakanlar, işte o egemenlerle aynı soydan gelmektedirler.

Demek, egemen, insan olmaktan çıkmış bir hâli ifade eder.

Nasıl ki, kapitalist “sermayenin kişilik bulmuş hâli” ise, aynı biçimde egemen, düzenin temsilcisidir, insan hâline girmiş egemenlik ilişkisidir. Hükümdarın oğluna daha çocukken “sen yönetmek için doğmuşsun” demesi bundandır. O insan değil, bir hükümdar, bir prenstir. Tabii bizim traji-komik Abdülhamid’imizin kendini seçilmiş olduğu konusunda telkin edenlere inanması biraz daha farklıdır, sadece şeklen değil, fıtrat olarak da. İlki hükümdardır, diğeri “efendilerinin” hizmetçisidir. Ama ikisi de insan şekline girmiş egemenlik ilişkilerinin yansımasıdır.

Demek ki, kendi iradeleri ve istekleri ile iktidarlarını terk etmezler.

Saray Rejimi, hükümetlerden farklı bir durumdur. Bu nedenle yapılmış seçimlerin sonuçlarını da tanımak istemezler. Kürt illerine, ilçelerine bakın. Hepsinde kayyum var. Hâlâ seçimden söz ediyor olmaları, aslında, “iki arada bir derede” diye ifade edilebilecek özel durumları nedeniyledir. Ne yeni Saray Rejimi’ni oturtabildiler ne de eskisi ile devam etmek istiyorlar. Meseleleri budur.

* * *

Resmi daha iyi görmek için, emperyalist efendiler arasındaki, sürmekte olan paylaşım savaşımını aklımızda tutmalıyız.

Türkiye, uzun süredir bir “ortaklaşa sömürge”dir.

Demek oluyor ki, sömürgedir, yarı-sömürge değildir.

Yarı-sömürge türü, başına “yarı” öneki gelmiş kavramlar, anlaşılacağı üzere, geçici bir durumu, süreci ifade ederler. Yani, bir ülkenin, çok uzun süre “yarı-sömürge” olarak kalması mümkün değildir. Ya sömürge olacaktır ya da kurtulup bu sömürge ilişkilerinden “bağımsız” bir ülke olacaktır.

Bağımsız bir ülke olmanın, çağımızda, Ekim Devrimi’nden beri, sosyalist bir ülke olmaya yönelmek dışında bir yolu yoktur. Bir kere sömürge oldunuz mu, zinciri parçalamanızın tek yolu devrimdir. Emperyalist efendilerin hizmetinde, kırıntıları tırtıklayarak “zengin” bir ülke olamazsınız.

Ekonomik olarak kalkınmak, gelişmek vb. bir ülkeyi bağımsız yapmaz. Tersine, bir ülke sömürge iken, tıpkı daha çok süt veren bir inek olma durumu gibi, daha çok üretebilir. Ama bu, onu bağımsız yapmaz. Devrim dışında bağımsızlık diye bir yol yoktur. Kalkınma iktisadı, çok açık olarak ortaya konduğu gibi, sömürge ilişkileri dışına çıkmayı ifade etmez.

“Ortaklaşa sömürge” hâli, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan anti-komünist ittifakın, buna bağlı olarak var olan emperyalist örgütlenmenin bir sonucu olmuştur. Türkiye, ekonomik olarak AB’ye, siyasal olarak ise ABD’ye bağlı bir ülke olmuştur. Bu durum, uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca sorun olmadı. Hem ABD hem de Almanya bu durumdan memnun idi. Ama SSCB çözüldükten ve emperyalist Batı ülkeleri arasında dünyanın yeniden paylaşılması savaşımı öne çıkmaya başladıktan sonra, durum değişmiştir. TC, ya siyasal olarak (yani askeri, siyasal partileri, parlamenter sistemi, bürokrasisi, polisi, yargısı vb. ile) bağlı olduğu ABD’nin sömürgesi mi olacak, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin bir sömürgesi mi olacak? Bu soru, bugün de geçerlidir. Hayatın “normal akışı”na bırakılmış olsa, ekonomik yapıya hâkim olanlar, siyasal alanı da ele geçirirler. Ama ABD bunu “hayatın olağan akışı”na bırakacak değildi, değildir.

İşte “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” modeli vb. bu koşullarda ABD politikası olarak, BOP’un bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır ve AK Parti ve Gülen hareketi, buna uygun projelerdir, her ikisi birden. Her ikisi de eski dönemde İslam’ın anti-komünist mücadele için kullanılmasına dayanan bu iki hareket, rastlantı sonucu “aynı yağmurda ıslanmadı.”

Elbette AB de, diğer emperyalist güçler de, bu “yeni proje” olarak ortaya çıkan güçlerin içinde yer etmeyi başaracaktır. Öyle olmuştur ve hâlâ öyledir. Bu nedenle, mesela bir adet Gülen hareketi yoktur, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın vb. ayrı ayrı Gülen hareketleri vardır. Aynı şey AK Parti için de geçerlidir, hatta aynı durum, devletin kurumları için de geçerlidir, mesela Milli Eğitim Bakanlığı vb. de böyledir. TC devletinin kendine ait mesela bir dışişleri bakanlığı yoktur. Kim bilir içinde kimler cirit atmaktadır? Paylaşım savaşımı sonuçlanana kadar bu güçler, nüfuz alanlarını korumak isteyeceklerdir.

Öte yandan, ABD, ekonominin daha çok yeni alanlarında kendi gücünü geliştirmek istemektedir. Katar-Türkiye ilişkilerini de bunun bir parçası olarak ele almak gerekir, yerden bitmiş ve devlet ihaleleri ile zenginleşmiş inşaat şirketlerini de böyle ele almak gerekir. Bir koşulla, ekonomik alan, daha uzun vadede sonuç verebilir. Ve tabii, ABD, hegemonyası çözülen bir güç olarak, çok da zamana sahip değildir.

Bunları aklımızda tutalım.

Şimdi, egemen sınıfın Saray Rejimi organizasyonu, olağanüstü hâl örgütlenmesidir. Bu örgütlenme, henüz tutmuş değildir. Bu nedenle egemen sınıf içinde, devlet içinde bir tartışma söz konusudur. Bir grup, Saray Rejimi’nin ne pahasına olursa olsun devamında kararlı gibidir. Gibidir, çünkü bu sadece Saray’ın kararı ile gerçekleşemez. Diğer yandan ise, Saray Rejimi’nin, giderek devletin tümden çözülmesi sürecine girdiğini düşünenler vardır ve bunlar, “parlamenter sisteme” dönüşü tartışmaktadır. Bu iki kesim arasında çatışma vardır.

Erdoğan sonrası tartışması çerçevesinde, her biri, kendi konumundan “gelecek” çözümü oluşturmak istemektedir. Ama bu arada ABD-AB ilişkileri ya da beş emperyalist gücün arasındaki paylaşım savaşımı ve güç dengeleri, daha büyük bir belirleyendir. Yani, bunlar arasındaki anlaşma, ya da çatışma ya da her ikisi, süreci farklı etkilemektedir. ABD, hem Erdoğan ile hem de Saray Rejimi ile devam etmeye ihtiyaç duymaktadır. Ortadoğu’daki durumu, kaybetmekte olduğu hegemonyası nedeni ile TC devletini tetikçi olarak kullanmak istiyor. Bugüne kadar yaptığını daha fazlası ile yapmak istiyor. Suriye, Libya, İran vb. alanlarda TC devletini ileri sürmek istiyor. Bu nedenle Erdoğan’a ihtiyaç duymaktadır. Ama Erdoğan, sürdürülebilir bir görünüme sahip değildir. Saray Rejimi organizasyonu, Erdoğan’ı öne çıkarmıştır ama bu hâl aynı zamanda “yönetme güçlükleri” içermektedir.

Soylu ve ekibi, bu koşullarda, Erdoğan sonrası için aday olduklarını ilan etmek zorunda kalmıştır. Sedat Peker’in açıklamaları, Soylu’yu zora sokmuş, deşifre etmiştir. Eski bakan Bayraktar’ın açıklamaları, Soylu cephesinin bir yanıtı olarak ele alınabilir.

Söylentilere bakılırsa, Akar ekibi de bir başka proje olarak Erdoğan sonrasına hazırlanmaktadır. Acaba bu durum, İngiliz kanadının bir atağı mıdır? Perinçek, bu işin içinde gibidir.

Öte yandan AB içinden de, Almanya ve Fransa’dan da başka arayışlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda bir “uzlaşma” olup olmayacağı ayrı bir konudur. Ama ne çözüm bulurlarsa bulsunlar, bu çözümün tutacağı da belirsizdir. Çünkü emperyalist efendiler arasındaki hiçbir anlaşma kalıcı olma şansına sahip değildir.

Eğer meseleye sadece içteki aktörlerle sınırlı bakarsanız, yanılma ihtimaliniz artar. Meselenin paylaşım savaşımı ile bağlarını da düşünmek gerekir.

ABD, kaybettiği yerlerde, savaşı daha da büyütme yolunu seçtiğini açıkça göstermiştir. Suriye böyledir, Libya böyledir, en son Afganistan’da yapmak istedikleri de budur. Bunun genel bir ABD politikası olduğu açıktır. “Ben yoksam, gerisi kaos” tutumudur bu. ABD hegemonyası çözüldükçe ve bunu durdurma olanakları azaldıkça, savaş daha da büyüyecektir. Bunu söylemek mümkündür.

* * *

Saray Rejimi, devletin kolluk güçlerinin bir parçası hâline getirilmiş olan yargının yeni dönemini açarken, sadece “dua” etmekle başlamadı. Diyanet İşleri Başkanı, önemli bir imaj olarak öne çıkartıldı. Bununla da yetinilmedi. Erbaş, bir adım daha attı; adalet mülkün, mülk ise allahındır, dedi. Burada “mülk” devlet anlamındadır. Adalet mülkün temelidir dendiğinde, aslında adalet devletin temelidir demek isterler. Şimdi ise, devletin allahın olduğu söylenmektedir.

Demek oluyor ki, Saray Rejimi, allahın rejimidir. Onun başında bulunan, ama sadece bugün ve hâlâ bulunan Erdoğan da kutsanmıştır. Erdoğan, tüm unutkanlığına rağmen bunu unutmaz, buna sevinir. İyi ama bunu sevinen, gelecekte de orada oturacak olanın, allahın iradesi ile orada olduğu sonucunu kabul etmiş olur.

Eski çağlarda, tüm Ortaçağ boyunca, kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi idi ve kilise bunu onaylardı. Böylece “dünyevî iktidar” aslında tanrının gölgesi olarak sunulmuş olurdu. İktidar ve onun sahibi olan egemenler adına kral, egemenliğinin kaynağını kutsallığa dayandırırdı, tanrının yeryüzündeki gölgesi olurdu.

Şimdi, İslamî bir iktidar olma hevesini artırmış olan Saray Rejimi, Erbaş tarafından, allahın isteğinin ürünü olarak ortaya konmuştur. Erdoğan, bunu kendi üstüne alsa da, mesele daha derindir.

İktidar sürdüğü oranda allahın isteğinin ürünü bir durum olarak sunulacaktır, ama olur da iktidar yıkılırsa işçi sınıfı iktidarı alırsa, bu yeni durum, dine karşı gelmek olarak ele alınacaktır. Çünkü Erbaş, mesela Erbaş, allahın isteklerini bilmektedir. Gelecek olan işçi iktidarının allahın iktidarı olmayacağını, her ne yolla ise açık olarak bilmektedir.

Egemen sınıf içinde “Erdoğan sonrası” tartışmaları yoğunlaşmış iken, kaosu büyütme politikasına uygun olarak Saray Rejimi, allahın iktidarı olarak ilan edilmiştir. ABD’nin politikalarına uygundur.

Nasıl ki Soylu, “Süslü Sülü”, ABD’deki karar vericilere kendini “ben buradayım” diye sunmakta ise, benzer biçimde Erbaş, kendini göstermektedir.

Burjuva liberaller, burjuva muhalefet, ülkenin laik yapısına, bu durumun aykırı olduğunu söylemektedir.

İyi ama, TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır ki. TC devleti, en başından beri, dini kendi denetiminde kullanmıştır, kullanmaktadır. Herkesin vergileri ile Diyanet İşleri’ni ayakta tutmak, laik anlayış açısından çarpık değil midir? Bu ülkede Diyanet İşleri için vergi veren Ermeni, Rum, Süryani ya da Aleviler yok mu? Kaldı ki, mesele onların varlığı da değil. Halk, dinî inanışları için diyanet işlerine gerek duymaz, buna egemenler gerek duyar. TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı, tek başına laiklik diye bir şeyin ülkemizde var olmadığını göstermektedir.

Ama yargının açılış töreninde olanlar, aslında bir yandan bir Saray soytarılığıdır da. Soytarılıktır, çünkü, dua ile yargıyı açmak, aslında yargının gereksizliğini ilan etmek de demektir. Zaten laik olmayan bir devlette, diyanet işleri başkanının yargı açılışında dua etmesi, bir gösteri ise, bu gösteri Saray soytarılığı olabilir. Yoksa “bak biz laikliği yok ederiz” anlamına da gelmez. Gelmez, çünkü zaten TC devleti laik değildir. Erdoğan’ın hamlesi ise, komiktir. Sahnede üç adam, biri şahsım, diğeri şahsımın dinî temsilcisi, üçüncüsü şahsımın yasal dünyevî koruyucusudur. Demek Erdoğan, 3 bin kişi ile korunmakla yetinemiyor. Artık Erdoğan’a, dünyevî ve ruhanî koruma da lazımdır. Ama Erbaş’tan değil, onun ruhanî koruyucuları tarikat liderlerinden seçilmelidir. Zira bu, daha kuvvetli bir koruma olur: Onlarca tarikat lideri ve yargı bir anda, çok işe yarardı. Bunun ardından daha büyük bir sahne gerekir, tarikat liderleri, artı ordunun temsilciler, artı basın, artı Bahçeli, artı Perinçek, artı yargı, artı MİT, artı rektörler ve diğerleri, hepsi sahneye çıkmalı ve Saray Rejimi’nin hem allahın hem de dünyevî ihtiyaçların isteğinin ürünü olan bir iktidar olduğu ilan edilmelidir. Bunlar hep birlikte dua etmeli, fatiha okumalı ve Erdoğan’ı ebedî lider ilan etmelidir. Ama dikkat edilmeli, bunca cemaat bir araya geldiğinde, havanın cenaze merasimi gibi olmaması için, sahne öncesinde toplu afyon alma seremonisi yapılmalıdır. İşte o zaman iktidar uçacaktır.

Ayrıca Diyanet İşleri, ekonominin düzelmesi için, “uçuyoruz kimse görmüyor” akımına uygun olarak düzenli dua törenleri organize etmelidir. Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar, beşli inşaat çetesi vb. hep birlikte okunup üflenmeli, içlerindeki cinler çıkartılmalı, nazara karşı kurşun dökülmeleri sağlanmalıdır.

Kılıçdaroğlu ve Akşener ise, bu ayinlerde şeytana kanmış liderler olarak taşlanmalıdır.

İşçiler, Saray Rejimi’nden yakınanlar, işsizler, gerçeği söyleyen herkes ise açık olarak şeytan ilan edilmelidir. Bunların tüm üretimleri haram ilan edilmelidir.

Tüm bu törenlerde, beyaz entari giymiş İslam âlemi temsilcileri, seyirci olarak sahnenin karşısına konumlandırılmalıdır. Böylece, amin diyecek bir kitle de her zaman sağlanmış olacaktır.

Tabii tüm bunlar yapıldığında, Saray ahalisinde de büyük değişikliğe gidilmelidir. Eski usul Saray soytarıları temizlenmeli ya da görevleri daha geçerli işler olarak değiştirilmelidir. Mesela Mehmet Uçum, kendini uçmaya uyduramadığı için görevden alınmalı, Saray’ın dış duvarlarında uçurtmalar için dua eder vaziyette tutulmalıdır. Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan’ın omuzlarına çıkarak, Saray duvarlarının üzerinden Saray’ın içine sufle yapmalıdır. Yani Ahmet Hakan kendisinde ahlâk aranmayan bir dibek taşı, Abdülkadir Selvi ise yeni ezberlediği dualar eşliğinde sufleci olmalıdır. Bu arada pudra şekeri kutsal ilan edilmeli, afyondan sonraki en kutsal şey olarak ele alınmalıdır. Allahın, bu kulları için, bir tesellisi de olacaktır elbette.

Yargının açılışında gördüğümüz şey, aslında var olan durumun ilanıdır, büyük bir maskaralıktır. Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için allahın da devreye sokulmuş olması, durumu değiştirmez.

Erbaş, bu sahneye yöneltilen eleştirilere karşı bir açıklama yapmıştır. Erdoğan’dan izin almadığı da açık bir açıklamadır bu. “Liderler olarak” hiçbir alan boş bırakılmamalıdır, diyor.

Demek ki, Erbaş, kendini lider olarak sunmaktadır. Saray’ın adalet mekanizmasının, okunup üflenmesi ise, boş bırakılmayacak bir alandır.

İyi ama, Erdoğan değil mi idi lider?

Dahası var, bugüne kadar dualı açılış yapmayan TC yargısı, liderler tarafından boş mu bırakılmıştı? İslam adaletsiz olur mu, diyor yeni “lider”. İslamî düşüncenin, inanışın adalet duygusundan söz etmiyor. Aslında, İslam’ın adalete egemenliğinden söz ediyor. Laik olmayan bir TC devletinin, laikmiş gibi görünmesinin canlarını sıktığını ilan ediyor. “Erdoğan sonrası” tartışmalarına, Erbaş’ın özgün katılımı, sahne alması böyle gerçekleşiyor.

Bundan böyle, borsa açılışları da Erbaş liderliğinde yapılmalıdır. Çünkü Erbaş diyor ki, öyle inanç tanrı ile kul arasında falan değildir. Boş alan bırakılmayacak ve dünyevî işlere el atılacak. Öyle de yapılıyor. Mesela afyon, kokain, eroin işi hayır dualarıyla başlatılıyor. Bu nedenle borsa da Erbaş ile birlikte açılmalı. Her sabah, gong vuruluşu hayır duaları ile başlatılmalıdır. Yeter mi? Elbette yetmez. Diyanet İşleri turizm alanında çalışan firmalarla hemhâl olmalı, onlar için yeni turizm sezonunu bizzat açmalıdır. Yeter mi? Yetmez. Hisarcıklıoğlu yerini hemen Erbaş’a bırakmalı ve odalar-borsalar Diyanet’e bağlanmalıdır. Yetmez, 5 müteahhit çetesi, din adına kılıç kuşanmayacaksa eğer, %10 da Erbaş için vermelidir. Yetmez, Koç ve Sabancı, her ay bilançoları ile birlikte Erbaş’ın yanına yüklü paralar götürmeli, bu bilançolar “helâl” bilançolar hâline dönüştürülmelidir. Merkez Bankası’nı da unutmamalı, bundan böyle MB başkanı, 5 vakit namaz kılarken pozlanmalı, faiz kararını ise doğrudan dualar eşliğinde Erbaş kutsamalıdır. Liderlerin hayatın hiçbir alanını boş bırakmaması gerekir. Bu nedenle Erbaş, genelev sektörüne de el atmalıdır, her yenisi mutlaka Erbaş’ın ziyareti ile açılmalıdır. Londra borsasında swap işlemleri için Erbaş, dua okumalı, ardından IMF programları halka açıklanmalıdır. Müteahhitler, her yeni konut projesinden bir “stüdyo” daireyi Erbaş liderliğine vermelidir. Gülen hareketi, her ne kadar bir terör örgütü ise de, onunla ilişkiler Erbaş tarafından dualara mazhar kılınmalıdır. Öyle 30 çocuğun cinsel saldırıya uğradığı kurslardan sonra “bir kereden bir şey olmaz” sözünü, artık sadece ve sadece lider Erbaş söylemelidir. Diyanet, her türlü ihalede bir kurum olarak yer almalıdır. MİT bundan böyle Diyanet’in kurallarına uygun olarak “görünmezlik” duası ile her sabah okunmalıdır. Covid-19 salgınına karşı diyanet hutbe okutmakla kalmamalı, Saray ve çevresinin aşılanması mutlaka yasaklanmalıdır. AB ile ilişkiler, Taliban’la ilişkiler Diyanet’e bırakılmalı, ABD ile ilişkiler ise sadece Erdoğan’a. Bundan böyle, her evlilik öncesinde Diyanet’in belirlediği usullerle zifaf gecesi ayarlanmalıdır. Ülkenin enerji alanındaki yatırımları, bizzat ruhanî liderliğe bırakılmalıdır. Cep telefonları gâvur icadı olarak mutlaka içindeki şeytandan kurtarılmalıdır. Yerli ve milli otomobili uçuracak dualar Erbaş liderliğinde yazılmalı ve okunmalıdır. Erbaş liderliğinde din, inanç, allah ile kul arasında bir ilişki olmaktan çıkarak, ticaret, adalet, hukuk, cinsel hayat ve bilcümle sanayi kollarını içermelidir.

Buna “çöküş” demek uygun olmaz mı?

* * *

Şimdi tekrar Saray Rejimi ve gelecek planlarına dönebiliriz.

Allahın iktidarı olarak ilan edilen ve kutsanan Saray Rejimi’nin geleceği konusunda emperyalistlerin, onların adayları olmak için çırpınanların planları işleyecektir.

Ama bir de halkın, işçi ve emekçilerin planları olmalıdır.

İşçi ve emekçiler, bu ülkenin sömürülen çoğunluğu, tüm mazlumlar, elbette kendi iktidarlarını kurma hakkına sahip olacaklardır. İster Müslüman olsunlar ister Hıristiyan. Mazluma dini sorulmaz denmiştir bir kere.

Madem sizin yasalarınız size göre ayarlanmaktadır, öyle ise halkın da kendi yasalarını, mücadele ile, sokakta, barikatlarda, direnişlerde oluşturma hakkı doğmuş demektir. Mademki, siz yasalarınızı çiğneyeceksiniz, öyle ise biz yönetilenler olarak daha büyük kalabalıklarla o yasaları asfaltlara gömme hakkına sahibiz demektir.

Madem bize açlık, bize işsizlik, bize yoksulluk kader olarak yazılmıştır, öyle ise bu kaderi size de bulaştırma, sizin iktidarınızı, sizin cennetinizi yıkma hakkına sahibiz demektir.

Cepheler nettir.

Sizin cennetiniz, bizim cehennemimiz üzerine kuruludur ve biz bu cehennemde yaşamayı artık reddediyoruz.

Burjuva egemenlik, çıplak hâle gelmektedir.

Bu, işçiler için geleceği kurma, kendi kaderlerini ellerine alma, tüm burjuva ve egemen sistem hurafelerinden kurtulma olanağının artması demektir.

Ve okur yazar takımı için bu durum bir dönüm noktası anlamına gelmektedir. Her yolla sistemi yeniden üretmek için kalem sallayanlar, artık iş göremez hâle gelecektir. En kötüsü ortada kalmaktır. Ortada kalanın top hâline geleceği bir süreçtir bu. Okur yazar olmak, bunu anlamaya olanak verir mi? Otomatik olarak değil. Bir bölümü, Saray’ın ve devletin merdivenlerinde “yararlı” işler arayacaktır. Ama ancak çok azı bu yeri bulabilecektir.

Gelmekte olan şey, bir devrimdir. Öyle nazlanarak gelmiyor. Tersine, ağır ağır dizlerinin üzerine doğrulan, üzerindeki toprağı silkelemeye başlayan bir işçi gibi geliyor, ağır ve kararlı.

Haramiler, uluslararası sermayenin Saray içi uzantıları, karanlık medyatörler, din taciri tarikatlar…

Hangisi en sondur, Ali Erbaş’ın dinî fetvalar vermesi mi? Bu yazı elinize geçtiğinde, kim bilir daha ne yenileri eklenecektir. Her bir yanından dökülen Saray Rejimi, Diyanet İşleri ile fetvalar vererek ayakta durmaya çalışıyor. Fetvalara bakın hele; karides günahmış, hele ‘günaydın’ hepten din dışıdır, din Allah ile kul arasında bir ilişki değilmiş, liderler boş alan bırakamazmış. Belki de Erbaş, Erdoğan’ın isteklerini yerine getiriyorum modundadır, iyi ama hafızası da mı yok; Bayraktar da Erdoğan’ın dediklerini yapmıştı. Durumu hiç de iç açıcı değildir.

Bir tartışmadır bu: Erdoğan sonrası ne olacak, kim çoban olacak, cumhur-başkan kim olacak?

Soylu aday olmuştu. Bunun için “anlayana” hamleler yapmış, mesaj göndermeye çalışmıştı. Anlaşılan mesajlar yanlış adrese gitmiş. Efendisi ABD, bu mesajları “erken öten horoz” olarak görmüş olmalı. Ben varım, diyen Soylu, “Süslü Süleyman” oldu. Yerindedir, süslüdür, eğer her davranışı gibi ismi de yalan değilse, Süleyman olduğu biliniyor. Artık, ondan bir şey olmaz. 1 Ekim tarihini bekleyip, Peker’in ne söyleyeceğini öğrenmeye gerek olmadan, Soylu’nun süslü hâli ile veda ettiğini söyleyebiliriz.

Peki, Erdoğan sonrasının, başka adayları yok mu? Var elbette. Eğer Ali Erbaş, “liderler boşluk bırakmaz” derken kendisinden söz ediyorsa, demek lider olmak isteğindedir. Demek, kendisine, ya İngiltere ya ABD ya da başka bir emperyalist güç, “sen seçilmiş bir adamsın, tanrı seni seçti” demiş gibidir. Eğer öyle ise, o da erken öten horoz demektir.

Akar’a bakar insan.

Bak ne kadar sinsi ilerliyor. Kendini, kendi olduğu şüpheli ya, tartıştırmak istemiyor. Yerin altından, Saray’ın üstünden yürüyor. İngiliz taktiklerine mi yatkındır, yoksa gerçekten ABD’ye övgüler düzmenin işe yarayacağını mı düşünmektedir, bilmiyoruz, ama ABD’ye övgüler düzmektedir. Belli ki, “bana evet derseniz efendi, sizi hayal kırıklığına uğratmam” demek istiyor. İyi ama ABD henüz onay vermiş midir? Bunun için ABD-İngiltere anlaşması gerekiyor mu acaba? Diyelim onlar anlaştı, Almanya, Fransa ne olacak?

Ama yine de Akar, sessizce Saray’a doğru akmaktadır. Erbaş, onu örnek alsa idi, biraz arkada durmayı başarsa idi, belki de işe yarardı.

Ya Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı-Akşener başbakan formülü? Bu da devrede midir? Yoksa, AB tarafı, İmamoğlu veya Yavaş için mi hazırlık yapmaktadır? Kılıçdaroğlu’na sanki bir el değmiş gibidir. Sanki Kılıçdaroğlu, tekerlemelerini biraz daha azaltmış ve daha uzun cümleleri kendinden eminmiş gibi kurmaktadır.

Demek ki, emperyalist efendiler ve onların onayını almak isteyen çobanlar, harekete geçmiştir ve Erdoğan sonrası üzerine tartışmaktadır.

Burası açık.

İyi ama, ortada bir Saray Rejimi var. Sadece Erdoğan yok. Bu durumda ne olacak?

Beş emperyalist güç arasında süren, dünyanın her yerinde kendini açık ve değişik biçimlerde hissettiren, ortaya koyan yeni paylaşım savaşımının konularından biri, Ortadoğu’nun paylaşılmasıdır ve içine “ortaklaşa sömürge” olan TC devletinin paylaşımını da almaktadır. Türkiye, ekonomik olarak hâkim güç olan AB’nin mi, yoksa askerî-siyasal kontrolünde olduğu ABD’nin mi sömürgesi olacaktır? Bu “ortaklaşa sömürge” hâli, Soğuk Savaş döneminde gelişmiştir ve böyle sürmesi mümkün değildir.

Demek ki, sadece “kim” gelecek değildir soru, aynı zamanda kimin adamı gelecektir soru. Elbette, bu, egemenlerin içindeki tartışmadır. Halkın, işçi ve emekçilerin sorunu bu değildir.

Öyle ise, resmi biraz daha genişletelim.

Saray Rejimi, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”ne dayanmaktadır. Bunu aklımızda tutmalıyız, unutmamalıyız.

Saray Rejimi, yönetme güçlüğü çeken egemenlerin, paylaşım savaşımına da bağlı olarak, şiddeti ve tetikçiliği, içeride şiddeti, dışarıda ABD tetikçiliğini öne çıkartarak organize ettikleri, olağanüstü bir rejimdir.

Saray Rejimi, emperyalist efendilerin doğrudan yönetmelerine olanak tanıyan, işlerini kolaylaştıran bir örgütlenmedir. TC devletinin, ABD emirleri dışında bir dış politikası yoktur.

Saray Rejimi, halka açıkça düşmandır. İşçi ve emekçilere karşı açık bir düşmanlık yürütmektedir. Yangınlara, sellere, afetlere bakmak bile bunu görmek için yeterlidir ama tüm pratiği budur, böyle davranmıştır, böyle davranacaktır.

Bunları aklımızda tutarak tartışmak gerekir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi egemen sınıf içinde bir “haramiler” tayfası oluşturmuştur. Bu mafyatik çeteler, Saray’dan beslenmişlerdir. Sadece Cengiz değildir bunlar, sadece 5’li çete değildir bu. Her biri bir çetedir, her birinin toplamı da ayrı bir çetedir. Her birinin uluslararası bağları vardır, her biri bu bağlarla birlikte mafyatik çetelerdir. Rant denilince sadece inşaat anlaşılmasın, yağma deyince sadece madenler, özelleştirmeler, döviz aklamalar akla gelmesin. Uyuşturucu da içine konmalıdır. Afganistan havalimanının işletmesine talip olmak, uyuşturucu işinden daha büyük pay istemek anlamına gelir. Saray, Erdoğan’ın ağzından “din kardeşliği” vurgusu ile bu talebi açık hâle getirmiştir. Savaş baronları, silah tekelleri, ilaç tekelleri bu işlerin açıkça içindedir.

Şimdi bu çeteler için, “Erdoğan sonrası” başka bir anlam ifade etmektedir. Onlara göre, Erdoğan, ilaçlarla ayakta tutulmalı ve böyle devam etmelidir. Zira Erdoğan sonrası, asla istedikleri gibi olamayacaktır.

Öte yandan, Erdoğan’la devam etmek, ABD için ne kadar “hoş” olsa da, çok mümkün değildir. Epilepsi nöbetlerini yönetmek, TC devletini yönetmekten daha güç hâle gelmiştir.

Dahası, her ne kadar “belkemiği olmayan” bir omurgasız olsa da Erdoğan’ın da kendine has “istekleri” vardır. “Seçilmiş adam” olarak ilan edilmiş Erdoğan’ın, buna inanmış olması bir problemdir artık. Erdoğan, hem can, daha çok da mal güvenliği ile ilgilidir. Mal güvenliği daha önde durmaktadır, zira, hem aile sorunudur hem de galiba Erbaş aracılığı ile öbür dünyaya servet aktarmanın bir yolunu bulmuş gibidir. Milyarlarca doları nasıl götürecek bilinmez, ama bu miktarda varlıktan vazgeçmesi de pek mümkün değildir. Ne yaparsın, “mal canın yongasıdır.” Söz konusu olan “seçilmiş lider” Erdoğan olunca, mal, candan da tatlıdır.

ABD’nin işi de kolay sayılmaz. Bir yandan, Ortadoğu’da her istediğini yapmaya can atan bir Erdoğan-Saray Rejimi var, diğer yandan bu rejim, bu devlet çökmektedir. “Ne seninle ne sensiz” şarkısı gündem olmaya adaydır.

Doğrusu ABD için dünyanın her yerinde savaşı büyütme taktiği, pratik bir seçenek olmuştur. Afganistan’da yaptıkları budur. Türkiye ve Ortadoğu’da da buna yatmaları mümkündür. Bu durumda ABD, Erdoğan’a nankörlük mü yapmış olur? Saddam’ı mezarından çıkartıp sorabilecek olsa Erdoğan, belki bunu da denerdi, ama nafile. ABD’nin böylesi bir “bağlılığı” olmaz, hiçbir emperyalist güç, kölesine, tetikçisine böyle bağlanmaz.

Bu durumu, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile kârlarına kâr katan çeteler, haramiler de bilmektedir. Bu durumda, Erdoğan sonrası için, onlar da en büyük payı alıp, hatta bu aldıklarını güvenli limanlara çıkartıp, ABD’li efendilerine yaklaşmak için yol arayacaklardır. Bu da, galiba onların “hakkı” diyelim. Bizim tanıdığımız hakları değil, ama çetecilikten gelen ve Erdoğan’ın “söke söke alırlar” dediği tarzda hakları.

Öyle ise, bu çeteler, bu işadamları, elbette Erdoğan sonrası için, farklı bağlar kurmaya yönelecektir. Buna şaşmamak gerekir.

Demek ki, Saray Rejimi’nin geleceği için savaş, bu çetelerin de doğrudan dahil olduğu bir savaş olmalıdır.

Bu savaşta, herkes yer tutmaktadır. Ama öyle anlaşılıyor ki, durum giderek çöküşü artırmakta, bu da alışılmadık görüntüler ortaya çıkarmaktadır.

Her güç, kendisi için, başka araçlar devreye sokmaktadır.

Erdoğan, Diyanet İşleri’ni devreye sokmaktadır. Belli ki, bu durumu kendisine üfleyenler vardır. Saray Rejimi, üflemelerle, suflelerle ayakta durmaktadır ve durumu komik hâle getiren de budur.

Acaba, Erdoğan, “varlık fonu başkanını çağırdım ve konuştum” derken, kendinin varlık fonu başkanı olduğunu unuttuğu gibi, Erbaş’ın da kendisinin sadık adamı olduğunu mu sanmaktadır? Diyelim ki “sanıyor”, acaba bu gerçekten öyle midir yoksa ona üfleyenlerin bir yol alış, mevzi ele geçirme biçimi midir?

Saray’da çöreklenmiş, birçok istihbarat örgütünün elemanları acaba Erdoğan için mi çalışmaktadır? Görüntü budur, ama acaba bunların hangisi “Damat Bakan” kadar sadıktır?

Bu durumda Erdoğan, bir veliaht belirlemiş olabilir mi? İki kızı veliaht olmazsa da, iki oğlu ve 1,5 damadı olduğu kesindir. Damatlardan biri, silahçı damat, basın tarafından acaba neden öne çıkarılmaktadır? Bilal oğlanın artan korumaları, gelecek kaygısının ifadesi midir?

Saray’da yerleşik hâl alan, “yerli” olduklarından çok uluslararası oldukları anlaşılan “danışmanlar”, acaba, bu süreçte ne rol oynamaktadırlar? Hukukçu Mehmet Uçum, acaba, sadece akçeli işlerden para kazanmakla mı meşguldür, yoksa, iş tuttuğu uluslararası güçlerin emirleri ile bir üfleyici hâline mi gelmiştir? Silahçı damat gibi, ödül almaması, bir dezavantaj mıdır?

En iyi sufleci ödülünü alması gereken Düşkün Abdülkadir, gazetecilik alanında ödül almıştır. Komiktir.

Saray’da görevli danışman ekonomistler, bu kavgada nasıl bir rol üstlenmektedirler? Bunlar, uluslararası sermayenin daha çok, Erdoğan’ın daha az danışmanı gibidir.

Aktörler bununla da sınırlı değildir.

Karanlık yaymakla görevli medyatörler unutulmamalıdır. Bunlar, acaba, daha çok para verenler için havlamak üzere fırsat mı kollamaktadırlar? Öyle ya, onlar da Erdoğan “sonrası” diye bir gündeme sahiptirler. Bu bilgiye sahip olan her satılık kalem, buna uygun bir görev almak için fırsat kollamaz mı?

Hilal Kaplan, en iyi kitap ödülünü almıştır. Sanki, bu ödül için bir bahane bulunmuş, bir neden yaratılmış gibidir. Ama aynı zamanda, bir “güç dizimi” söz konusu olmalıdır. Yeni para transferleri için bir fırsattır bu ödüller.

Medyanın başı olarak, iletişim başkanı Altun, büyük ödül almıştır. Böylece Erdoğan, basın ve iletişim için bir ayarlama peşindedir. İyi ama hepsi bu kadar mıdır? Bütün güç bu mudur? Mersin-Adana ziyaretine bakınca görülmekte olan şey, bu basın tarafından görülmüyor mu? Hem miting alanları boştur hem de konuşmalarda parlatılacak bir şey kalmamıştır. Karanlık medya, “yalan” makinası, metal yorgunluğu yaşamaktadır. Bu ödüller bir çeşit “doping” midir?

Daha bitmedi. Bir de tarikatlar vardır. Tarikatlara yaslanmış bir Saray Rejimi, Erdoğan’ın ömrünü uzatabilir mi?

Diyanet İşleri, “fahiş” fiyatlara karşı bir hutbe vermiştir.

İyi ama bu yağmur duası gibi, yağmur yağdırmaya muktedir midir? Diyanet’in fahiş fiyat hutbesi, fiyatları aşağıya mı çekecektir? Bu hutbede şunlar söylenmektedir: “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mümin, işinde ve ticaretinde harama ve gayr-ı meşru kazanç yollarına başvurmaz. Ölçü ve tartıda adaletsizlik yapmaz. Malını satmak için yemin etmez. Karaborsacılık yapmaz, fırsatçı davranmaz. Fahiş fiyatlarla insanları mağdur etmez. Alışverişte fiyatları kızıştırmaz, başkasının pazarlığını bozmaz. Hasılı, dünya hırsına kapılıp da harama bulaşmaz.”

İşte size önceden duyurulan hutbenin özü.

Buna göre Mehmet Cengiz suçludur, buna göre Rönesans, Kalyon İnşaat, Limak vb. suçludur. Buna göre Erdoğan suçludur. Buna göre, Saray suçludur. Hepsi harama, hepsi gayr-ı meşru yollara başvurmaktadır. Halk Bank, gece yarısı döviz satmıştır, suçludur.

Hele dünya hırsına kapılmak var ki, Diyanet İşleri Başkanı, bu işin en başından beri suçludur.

Sizce bu hutbe, ekonomiyi mi kurtaracaktır.

“Uçuyoruz” lafı, Saray’ın ekonomi başdanışmanlarının işi değil ise, yoksa diyanet işlerinin cuma namazlarındaki âlemler ötesi tutumunun sonucu mudur?

Acaba, Hazine Bakanı, dualarla mı hareket etmektedir? Dövize karşı fetva yok mudur? Doları düşüren bir dua yok mudur? Faize karşı bir hutbe gerekli değil midir? İşçi ücretlerinin düşmesi için “yoksulluk” kutsal bulunmaktadır ya, neden bunun için fetva çıkarılmamaktadır? Mesela Erbaş, ücret alınmasın, haramdır, her işçi patronuna bedava çalışacaktır, diyemez mi? Böylece, fiyatlar da aşağıya gelmez mi? Karidesi haram ilan eden anlayış, neden patates, soğan, kabak ve hıyar için bir fetva vermez, bunları düşman sebzeler olarak ilan etmez?

Tarikatlar, Saray Rejimi’nin din tüccarlığının zorunlu sonucu olarak, her alanda etki alanlarını genişletmektedir. Acaba, onların da Erdoğan sonrası için birer projeleri var mıdır? Hangi projeye destek vermektedirler?

Tüm bunlar, Saray Rejimi’nin çöküşünü engeller mi? Kuşkusuz hayır.

Bu yolla, Saray Rejimi’nin ömrü uzayabilir mi?

Saray Rejimi çöküş sürecindedir.

Yolun sonunu getirecek güç, burada sayılan güçler değildir.

Yolun sonu, işçi ve emekçiler tarafından getirilecektir.

İşçi sınıfı, kapitalist sistemin mezar kazıcısıdır.

Eksiklik, bu mezar kazıcının örgütlülüğündedir.

Eksiklik, işçi sınıfının bilincindedir.

Eksiklik, işçi sınıfın hayallerindedir.

Eksiklik, devrimci örgütlenmededir.

Saray Rejimi, tüm güçlerini sahaya sürmüştür.

Onun ideolojik birleştirici olarak sunduğu milliyetçilik, savaş politikaları ile duvara toslamıştır. Onun ideolojik birleştirici olarak sunduğu dincilik sonuna gelmiş, giderek komik bir hâl almaktadır. Din ve milliyetçilik etkisini kaybetmektedir, kaybedecektir.

İşçi sınıfı, savaşsız, sömürüsüz, eşit ve özgür bir dünya hayalini, yeniden şaha kaldırmak zorundadır.

İşçi sınıfı, Saray ve geniş halk kitlelerinin iki ayrı kutup olduğunu kavramak, buna uygun olarak, tüm halkın direnişinin önderi olmaya soyunmak, bunu bilinçle yapmak zorundadır. İşçi sınıfı gelişmekte olan toplumsal direnişe önderlik etmek zorundadır.

Bunun tek yolu, devrimci saflarda birleşmektir, sosyalizm bayrağına, devrim bayrağına sarılmaktır.

Gözümüzü gitmekte olana dikip, sadece onun üzerinden tartışmak eksik ve yanlıştır.

Gözümüzü gelmekte olana dikmek gerekir.

Gelmekte olan sosyalizmdir, direniş yolu budur. Tek tek çetelere karşı savaşmak değil, tüm çeteleri ile devlete karşı mücadele etmek, egemen sisteme karşı savaşmak gereklidir. Bunun zor olduğu açıktır. Ama bunun tek çıkış yolu olduğu, işçi sınıfının biricik kurtuluş yolu olduğu daha da açıktır.

Kaldıraç – Derya Yarıcı

Kaldıraç bir hayali kurmaktır.

Kaldıraç bir ideolojik bakıştır.

Kaldıraç bakış açısıdır.

Kaldıraç bir harekettir.

Kaldıraç bir mücadele yoludur.

Kaldıraç etkili bir dergidir. Politik açılımları, sorunlara yaklaşımları, öngörüleriyle ufuk açıcı, akıl açıcı bir dergidir. AMA… evet “ama”sı var. Tüm yukarıdaki cümleler kendi dergimizi kendimize övmek için yazılmıyor. Biliniyor, kendimizle övünmeyi doğru bulmaz hatta başkaları tarafından övülmekten de pek hoşlanmayız. Eleştirinin, eksiklerimizin altının çizilmesinin daha ilerletici daha faydalı olduğunu düşünürüz.

Kaldıraç etkili bir dergidir ama ulaştığı kişi sayısı azdır ve bu nedenle yeterince etkili değildir. Kaldıraç ufuk açıcıdır ama bu gücünden en az biz devrimci okurlar faydalanıyoruz. Bu yazı işte bu iki “ama”nın aşılması üzerine tartışmak için kaleme alınmıştır.

Kaldıraç’ın hem daha fazla dağıtım noktasında bulunmasını sağlamak hem elden satışını arttırmak olanaklıdır.

Dergimizin daha fazla sayıda insana ulaşması için neler yapabileceğimizi tartışmadan önce bunu yapmamızın önünde engel olan bazı sorular üzerine tartışmalıyız.

Birinci soru “dergi dağıtarak, okuyarak, tartışarak devrim olur mu” sorusudur. Bunu açıkça söyleyenlere ya da utangaçça ifade edenlere (okumayarak, tartışmayarak, dağıtmayarak) yanıtımız şudur: Haklısınız sadece bunları yaparak devrim olmaz. Ama bunları yapmadan da olmaz. Devrim bir aydınlanma, anlama, kavrama, bilinçlenme ve bilinçlendirme sürecidir. Bu süreç sadece okuyarak yürümez ama okumak, tartışmak bu sürecin bir parçasıdır. Üstelik sadece kavramanın ve kavratmanın aracı değildir dergi. Birbirini tanımayan, farklı şehirlerde, farklı alanlarda mücadele yürüten Kaldıraç hareketinden insanların, aynı bakış açısını geliştirmesinin, birlikte düşünmesinin, birlikte hareket etmesinin de aracıdır.

İkincisi “olayların bu kadar hızlı aktığı bir süreçte aylık bir dergi etkisiz olmaz mı” sorusudur. Doğrusu olaylar bırakın aylık bir dergiyi günlük bir gazete ile bile yetişilemeyecek hızda akmaktadır. Gündem bazen bir gün içinde birkaç kez değişmektedir. Gündeme yetişebilmek için gün içinde sürekli güncellenen internet sitelerine, sosyal medya kanallarına ihtiyaç vardır. Ve bunu hayata geçirmeyi başarmalıyız.

Ve olayların bu hızı nedeniyle Kaldıraç niteliğinde aylık periyotla çıkan bir dergi düne göre daha fazla önem kazanmıştır. Kaldıraç dergisi süreci bütünlüklü görmemizi, günlük olayların gürültüsünden uzaklaşarak akışı kavramamızı sağlar. Geri kalan tüm basın yayın faaliyetlerimize de aslında bu bütünlüklü yaklaşım yön verir. Günlük olaylara sosyal medyadan anlık müdahalelerin, doğru noktalardan yapılması bu akışın kavranmasıyla mümkündür.

Üçüncüsü, “artık günlük gazeteler bile internet gazeteciliğine dönmüşken dergiyi internetten takip etmek yetmez mi, dergiyi kağıda basmaya gerek var mı” sorusudur. Telefondan okuduğunuz bir makaleyi hızla unutmanız bir yana sanal ortamda haber-görünüm-yorumların, şiirlerin, makalelerin, okur mektuplarının hatta kapak resimlerinin bütünlüğünü kavramanız elinize aldığınız basılı bir dergi kadar kolay değildir. Ayrıca dergimiz sadece basılı olduğunda evinize gelen bir misafire verebilir, bir direnişe giderken yanınızda götürebilirsiniz. Dergi ancak basılı olduğunda almak, dağıtmak, bir kahvede açıp tartışmak, her ay bu işe para ayırmak, kentin sokaklarında dağıtıma çıkmak mümkün olur. Bunlar olmazsa dergi Kaldıraç hareketinin bir örgütçüsü olma işlevini yeterince yerine getiremez.

Belki başka sorular da vardır ama benim aklıma gelenler bunlar. Şimdi pratikte ne yapmalıyız tartışmasına geçebiliriz.

Dergimiz hemen hemen bütün şehirlerde ve büyük şehirlerin birçok ilçesinde bulunabilir olmalıdır. Bu sanıldığı kadar zor değildir. Birkaç kişinin işi de değildir. Kaldıraç hareketine gönül vermiş herkes bu noktada görev üstlenmelidir. Herkes bulunduğu ilde mutlaka bir dağıtım noktası bulmalıdır. Bir kitapçı, bir gazete büfesi, bir dernek, bir sendika, bir kahve, bir cafe vesaire. Gidip bu noktalarla görüşmeli, ısrarcı olmalı, ilgili yer dergimizi satmayı kabul ettiğinde dergi bürosu aranarak yeni dağıtım noktası, kaç adet istendiğiyle birlikte bildirilmelidir. Bu satış noktalarına satışın yüzde kaçının bırakılacağı vesaireyi dergi bürosuyla iletişim kurarak netleşmesi sağlanmalı ve özellikle yeni satış noktalarından tüm dergilerin alınması sağlanmalıdır. Bu satış noktalarında derginin ay boyunca olmasını sağlamaktan, eğer tükendiyse büroya haber vermekten, eğer ay sonu geldiğinde tükenmediyse kalanları alıp dağıtmaktan tüm okurlarımız sorumludur.

Bugün okurumuzun olmadığı il ve ilçelerde de dağıtım noktaları kurmak mümkündür. Her okurumuz derginin dağıtılmadığı illerdeki arkadaşlarını, akrabalarını vesaire arayarak, ziyaret ederek, dağıtım noktası bulmasını istemelidir, aynı şey yurtdışında dağıtım noktası kurmak için de geçerlidir. Dergimizin dağıtılmadığı herhangi bir ile herhangi bir nedenle (cenaze, düğün, tatil…) giden her okur, önce bir dağıtım noktası kurmaya çalışmalı sonra da dergilerin oradan satılmasını sağlayacak yollar geliştirmelidir.

Başka sol dergiler satan, sol kitaplar satan her yer potansiyel dağıtım noktasıdır. Bir iki ortak da bu konuda ayrıca görev üstlenip bir tarama yapmalı, ilgili yerlerle görüşmelidir. Tüm satış noktaları dergimizde ve sitelerimizde duyurulmaya devam etmelidir.

Bulunduğumuz şehirlerin merkezlerinde her ay aynı tarihte, aynı saatte aynı yerde elden sokak satışı organize etmeliyiz. Bu öylesine istikrarlı yapılmalıdır ki dergiye ulaşmak isteyen herkes o gün o saatte orada dergi bulabileceğini bilmelidir. Bu dağıtımlar da dergiden ve sosyal medya kanallarından duyurulmalıdır.

Dergi dağıtımını arttırmak için sadece dağıtım noktalarını arttırmak yeterli değildir. Sendikaların, odaların, baroların, sendikacıların, akademisyenlerin, gazetecilerin, aydınların, sanatçıların, toplumun ileri unsurlarının dergimize abone olması için her okurumuz görev üstlenmelidir. Derginin içine bir abone formu konmalı eğer mümkünse yıllık abonelikler yapılmalıdır. Abone formunu doldurarak yıllık abone olanların formları dergi bürosuna ulaştırılmalı buradan her ay kargolanmalı, çeşitli kaygılarla form doldurmayanlara dergileri abone yapan okurumuz tarafından her ay düzenli ulaştırılmalıdır. Her okurumuz yurtdışındaki tanıdıklarından da dergiye abone olmasını istemeli, okurlarımız bu dergilerin bürodan mı gönderileceğine yoksa kendisinin mi göndereceğine diğer okurlarla konuşarak karar vermelidir.

Grev ziyaretlerine, direnişlere dergimiz götürülmeli bir-iki adet ücretsiz bırakılsa da gerisi ücret karşılığı verilmelidir. Direnişçilere dergimizin düzenli ulaşması mutlaka sağlanmalıdır.

Gelelim ikinci konuya derginin okunması ve tartışılması meselesine. Aslında bu konuda söylenecek çok fazla söz yok. Elimizde böyle bir kaynak varken ondan en iyi biçimde yararlanmamak öncelikle her okurun büyük kaybıdır. Dergi çıktıktan sonra hızla okunmalıdır. Mesela en geç bir hafta içinde. Derneklerde, kahvelerde, sendikalarda dergi tartışmak için bir araya gelinmelidir. Bu tartışmalarla hem analizler kavranmalı hem de önümüzdeki süreçte bu perspektif ışığında neler yapmak gerektiği tartışılmalıdır. Eğer dergi okunmamışsa açılıp beraber okunmalıdır. Gittiğimiz evlerde, derneklerde, cafelerde dergiyi okumamış olan birine yüksek sesle bir yazı okumak ya da ona okutmak bir alışkanlık hâline gelmelidir.

Dergimizi okumak, okunurluğunu arttırmak, içeriğini tartışarak kavramak, dergiyi makale şiir, öykü, mektupla beslemek kendini Kaldıraç hareketinin bir parçası olarak gören herkesin görevidir.

Kaldıraç bir hayali kurmaktır; sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya hayali.

Kaldıraç bir ideolojidir; işçi sınıfının ideolojisi.

Kaldıraç bakış açısıdır; diyalektik ve tarihsel materyalist bir bakış.

Kaldıraç bir harekettir: Dünyayı değiştirecek güç işçi sınıfıdır; elinde Kaldıraç, nirengi noktası Marksizm.

Kaldıraç bir dergidir; hayalin, ideolojinin, bakış açısının, hareketin ve sloganın maddi taşıyıcısıdır.

“Bahar”(ın)dan “kaos”(un)a Tunus / Sibel Özbudun – Temel Demirer

“Her şey değişiyor.

Emin olabileceğimiz

tek gerçek bu.”[1]

“T

unus, Türkiye’ye çok benzer,”[2] vurgusuyla, aralarında tarihî olarak birçok paralellik, giderek benzerlik olduğu “iddia” edilen Tunus’ta, yine ve yeniden çok önemli şeyler oluyor. Evveliyatıyla doğrudan bağıntılı olan son çalkantının[3] devamı da mümkün gibi görünüyor…

“Bahardan kaosa,”[4] notu düşülen güzergâhta Hüseyin Baş’ın, “Tunus nereye?”;[5] Joseph Daher’in, “Tunus’un geleceği ne olacak?”[6] soruları bir kez daha gündeme gelirken; “Arap Baharı”nın başlangıç noktası Tunus, ılımlı İslâm ile sağduyulu[7] diyalogun, “demokratik geçiş”in test edilip tutmadığı bir coğrafya olarak sırat köprüsünden geçiyor.

Denilebilir ki “Ilımlı İslâm” ve “değişim” fantezisinin cazibesine kapılarak siyasal İslâm’a destek veren liberal entelijensiya ya da egemenlerin “yararlı salakları” Tunus’ta da büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar…

Oysa Muhammed Buazizi ile birlikte hemen her şey, her olay, her etkinlik, “Devrimden önce”… “Devrimden sonra”… sözleriyle başlayıp bitiyordu…

Ama her şey Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlamamıştı… Üniversite diplomalı işsiz sebze meyve satıcısı gencin kendini ateşe vermesiyle başlayan protestolar… IMF dayatmalarına karşı halk ayaklanması… Ülkeyi 23 yıldır yöneten Bin Ali’nin sonunda tası tarağı toplayıp ülkeyi terk etmesi…

Devrimci süreçler devasa birikimlerin sonucudur. Yokluk, yoksulluk, iktidarın çalıp çırpması ve despotluk… Tunus’ta (da) hepsi fazlasıyla birikmişti.

Muhafazakâr, İslâmcı En Nahda sonrasındaki gelgitler… Protestolar sonucu iktidarın teknokratlara devredilmesi… Vb.leri, vd.leri…

Kriz giderek ağırlaşırken; “Tarihsel yaşamlarının bir noktasında sosyal sınıflar geleneksel partilerinden koparlar. Bir başka deyişle, o tikel örgütsel biçimleri içinde, onları oluşturan, temsil eden ve yöneten tikel insanlarla geleneksel partiler sınıf (ya da sınıfın bir kesiti) tarafından kendi ifadesi olarak tanınmaz olur. Bu tür krizlerde durum kırılganlaşır ve tehlikeli bir hâl alır, çünkü alan, şiddetli çözümler, karizmatik ‘kader adamları’nın temsil ettiği bilinmeyen kuvvetlerin faaliyetlerine açık hâle gelir.”

Böylelikle “Kriz kısa erimde tehlikeli durumlar yaratır, çünkü nüfusun çeşitli katmanları yönlerini aynı hızda tayin edemez ya da aynı ritimde yeniden örgütlenmeyi başaramaz. Eğitimli kadrolara sahip geleneksel yönetici sınıf, insanları ve programları değiştirir ve madun sınıflardan daha hızlı biçimde elinden kaçmakta olan denetimi yeniden sağlar. Belki fedakârlıklar yapmak, demagojik vaatlerle kendini belirsiz bir geleceğe açmak zorunda kalabilir; ama iktidarı elde tutar, onu tahkim eder ve muarızını alt etmek ve çok sayıda ve iyi eğitimli olamayan kadrolarını dağıtmak için kullanır.”[8]

Khedija Arfaoul’un, “Tunus’ta yaza dönmeyen bahar,”[9] ironisiyle betimlediği; James Petras’ın, “Arap Baharı’ndan söz etmeye devam etmek saçmalık,”[10] uyarısını dillendirdiği tabloyu ‘The Guardian’dan Rachel Shabi şöyle özetliyor: “Tunus, artık Arap Baharı’nın simgesi değil”![11]

Neden mi?

Tunus hepimize “Siyasal İslâm özgürlükçü olabilir mi?”[12] sorusuna mündemiç bir ders verirken; Aralık 2010’da bu ülkede, “bir tek birey yozlaşmış bir otokrata karşı kitlesel bir devrim başlattı… Şimdilik, devrimin bitişini zorlayan taraf daha kuvvetli gibi gözüküyor. Ancak bu kaotik dünyada, yenilenmiş devrimci güçlerin üzerine perdeyi indirmek için henüz gerçekten çok erken,”[13] diye hatırlatıyor Immanuel Wallerstein…

Şimdi; William Shakespeare’in, “Aptalların körleri yönettiği ne feci bir çağ.” “Cehennem boşaldı, bütün şeytanlar burada,” betimlemesinden malûl; Antonio Gramsci’nin, “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği,” formülünden hareketle; geleceğin şimdiki zamanda yaratıldığı ve değişmeyen tek şeyin değişim olduğu gerçeğine sarılmak gerek; elbette, “Everything will be alright/ Her şey güzel olacak,” ucuzluğuna prim vermeden!

ZIRVA(LAYAN)LAR

“Arap Baharı” ve Tunus hakkında, “Zırva” demekten başka hiçbir seçeneğimizin olmadığı neler denmedi neler?

Öncelikle bunların altını çizip, ayıklamak gerek!

Mesela platonik varsayımlar; tek yanlı nafile beklentiler…

“Arap Mağrip ülkeleri Tunus ve Libya devrimlerinden, Fas’ın yaşadığı önemli dönüşümler ve Moritanya’nın yıllardır başladığı değişimlerden sonra çıkarların ve müştereklerin güçlendirilmesi, farklı şekil ve sahalardaki sorunlara toplu karşı konulması temelinde gönüllü demokratik birliğe varmaya daha yakın bir konumda görülüyor.”![14]

“Tunus’ta anayasayı hazırlayacak olan Kurucu Meclis’te sosyalist, komünist, İslâmcı, merkez sol ve sağdan müteşekkil bir yelpaze yer alabilir.”![15]

“Tunus’un daha epey işi var. Ama Türkiye 1923’te kurulurken böyle konferanslardan yararlanma imkânı yoktu; şimdi Tunus’un var. Ama bu ülkenin asıl şansı nerede biliyor musunuz, Şanlı Ordusu yok. Çok şanslı ülke. Asker yok, elhamdülillah!”![16]

“Araplar, kendileri için de bir Türkiye yaratmak niyetinde. Peki En Nahda’dan yeni bir AKP, Raşid Gannûşî’den de Arap bir Erdoğan çıkar mı?”[17] “Tunus’un AKP’si En Nahda, “Medeniyet İttifakı”nın farı olmaya hazırlanıyor”![18]

“Tunus’ta En Nahda devrim nöbeti tutuyor”;[19] “Gannûşî ‘Mısır’a devrim ihraç ettik, oradan darbe ithal etmeye hiç niyetimiz yok’ diyerek, Tunus’ta olağanüstü başarılı bir uzlaşı siyaseti yürüttü. Aksine Arap uyanışına kaynaklık etmiş olan Tunus, muhtemelen bu çizgiden hemen sapma eğilimi gösteren Mısır ve Suriye gibi ülkeler için ortaya koyduğu müzakereci demokrasi pratiğiyle çok sağlam bir model üretmiş oldu… En Nahda ve bilge lideri Gannûşî’nin siyasi çizgisi demokrasi için de İslâmî siyaset için de referans alınacak yeni bir örneklik ortaya koyuyorlar”![20]

“Tunus’ta AKP tarzı yumuşak siyasi İslâmcılığın merkez, radikallerin de çevre partiler kuracağı bir süreç başlayacak”![21]

“En Nahda yöneticileri, anayasa tartışmalarında seküler çevreleri rahatlatmak için, yeni anayasanın hazırlanmasında şeriatı kaynak olarak almayacaklarını açıkladı… Yöneticiler, tabanlarına göre demokratik zihniyete daha yatkın”![22]

“Gannûşî, Tunus için iyi bir başlangıç yaparak Müslüman bir toplumda çok partili demokrasinin yaşayabileceğine ilişkin yeni bir deneyimi başlatmış görünüyor”![23]

Altını çizdiğimiz hatırlatmaları ve Howard Zinn’in, “Tarihi bilmiyorsan dün doğmuşsun demektir. Dün doğmuşsan her lider sana istediği hikâyeyi anlatabilir,” uyarısı asla akıldan çıkartılmadan, bugüne geçmek için biraz da tarih bilgisine başvuralım!

TARİH BİLGİSİ

Uzun yıllar Osmanlı egemenliğindeki Tunus, Fransa tarafından, Tunuslu bir kabilenin Fransız sömürgesi Cezayir’e saldırıda bulunduğu gerekçesiyle işgal edildi. Tunus’un, 75 yıllık sömürge süreci böyle başladı.

İşgalin hemen ardından el-Hâdıra hareketini, Genç Tunus Partisi ve Düstûr Partisi’ni ezdi. Derin çalkantılar ardından Düstûr Partisi lideri Habib Burgiba, 11 yıllık hapisliğe rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. 20 Mart 1956’da Tunus Cumhuriyeti’nin kurucu devlet başkanı oldu.

Yeni Tunus Anayasası 1959 yılında yürürlüğe girdi. 78 maddeden oluşan anayasanın birinci maddesine göre Tunus; özgür, bağımsız ve “Temsilciler Meclisi” ve “Danışma Meclisi” olmak üzere iki meclisli cumhuriyet idi.

Ancak yine otoriter bir yönetim kuruldu. Parti-devlet bütünleşmesi ve partinin devlet organlarında tekeli başladı. Komünist Parti ve muhalif oluşumlar yasaklandı.

Dahası 27 Aralık 1974’te yapılan anayasa değişikliği ile Burgiba ömür boyu Cumhurbaşkanı ilan edildi!

Sonrasında Burgiba’yı 1987’de darbeyle yıkan Başbakan Zeynel Abidin Bin Ali otoriterliği sürdürdü. 12 Temmuz 1988, 29 Haziran 1999, 1 Haziran 2002, 13 Mayıs 2003 ve 28 Temmuz 2008’de salt iktidarının devamını sağlamak üzere Anayasa değişiklikleri gerçekleştirdi. Bunlar iktidarının sonunu getirmeyi durduramadı; müthiş bir toplumsal patlama ile Bin Ali 14 Ocak 2011’de Tunus’tan kaçmak zorunda kaldı.

Evet diplomalı işsiz Muhammed Buazizi isimli genç bir seyyar satıcının bedenini ateşe vermesiyle başlayan olaylar sonrasında 14 Ocak 2011’de 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali rejimi yıkıldı.

Ve bütün hikâye de bundan sonra başladı!

O ana kadar ortalıkta olmayan, kırk yıldır İngiliz istihbaratının gözetiminde Londra’yı mesken tutmuş Raşid Gannûşî adındaki İhvancı, Humeyni misali ülkeye geri döndü. Pusuda bekleyen siyasal İslâmcılar işsizliğe, yoksulluğa, otoriter yönetime karşı oluşan öfkenin üzerine konmaya başladılar.

İhvan’ın Tunus kolu olan Gannûşî liderliğindeki En Nahda, İngiltere ve ABD’nin desteğiyle hemen kendi gizli ajandasını hayata geçirmeye koyuldu. Dalga dalga büyüyen sokakların öfkesini çalarak, küresel efendileriyle birlikte “ılımlı İslâmcı” yeni rejim için kolları sıvadılar.

Bir tarafta uzlaşı, hoşgörüden bahsederlerken diğer tarafta olanca güçleriyle otoriter İslâmcı yeni düzen için, anayasa, yasalar, toplumsal yaşam değiştirilmeye başlandı.

Bu uğurda önüne çıkan herkesi, her şeyi ezdiler. Devletin bütün baskı mekanizmalarıyla toplum sindirilmeye çalışıldı. Toplu gözaltılar, tutuklamalar yapıldı. Yetmedi silaha da başvurdular. Laik seküler liderler suikasta uğradı. Sık sık Ankara’da da ağırlanan Gannûşî’nin neferleri pupa yelken yol alırken, kısa sürede şeriat anayasasının ilanına kalkışıldı. O güne kadarki tüm kazanımları yok ederek.

Kadın-erkek eşitliğinden sendikal kazanımlara, temel hak ve özgürlüklerden çalışma yaşamına her alanda büyük yıkım ve tahribat yarattılar. Bütün bunları yaparlarken de ülkeyi neo-liberal küresel sistemin açık bir pazarına dönüştürdüler. ABD ve İngiliz emperyalizmiyle askeri anlaşmalar yaptılar, bu güç odaklarına mavi boncuk dağıttılar.

Ancak Kartacalıların torunları pes etmedi. Yılmadan, korkmadan mücadele ettiler. Küçük ülkede milyonlarca kişiyi bulan eylemler yapıldı.[24]

TUNUS’UN “ARAP BAHARI”

Nilgün Cerrahoğlu’nun, “2011’deki ‘Yasemin Devrimi’ne kadar, ‘demokrasi’ tecrübesi hiç yok, olmamış.

“Bugün Müslüman dünyasına ‘ışık tutan’ ve ‘ufuk sunan bir yol’ olarak gösteriliyor.

“Tunus’un çiçeği burnunda ‘demokrasisinin sivil toplum uzlaşmasına’ Nobel ödülü verildi.

“Tunus örneğinden alınacak ders çok,”[25] güzellemesiyle tezgâhlanan Tunus’un “Arap Baharı”, hemen herkese Terry Eagleton’ın, “Çok uzun sürmemek oyunun doğasının gereğidir. Sonsuza kadar tiyatroda oturacak değiliz,” saptamasını hatırlattı!

Tunus başkaldırısı elbette bir halk hareketiydi; buna şüphe yok…

Mağrip’in küçük ülkesi Tunus’ta yanan ateş yayılarak bölgenin tümünü kapsayıp, ülkelerini demir yumrukla yöneten ve acımasızca soyup talan eden despot rejimleri tarihin çöp sepetini yolladı. Her şey de bundan sonra, yani “karikatür devrim”le sınırlanmakla başladı.

Tunus isyanı; Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan, Fas’a yayıldı. Bazı ülkelerde iktidarlar devrildi, bazı ülkelerde yönetimler reformlar yapmak zorunda kaldı. Bahreyn’de ise Suudi ordusu isyanı bastırdı. Suriye’de onlarca ülke proxy (vekalet) savaşına girdi.

Tunus’ta ise ılımlı İslâm piyonu ile halk hareketi pasifize edilip “Arap Baharı’nın sonuna doğru gidildi.”[26]

Kolay mı? 1986’da kurulan Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) (daha sonraki adıyla Tunus Emekçileri Partisi) genel sekreteri Hamma Hammami’nin, “Eski rejim artıklarının temizlenmesi veya yargılanmaları bakımından bir ilerleme var mı?” sorusunu “Hayır. Eski Destur Partisi (RCD) yeniden başka isimlerle yoluna devam ediyor. Sansür geri geldi, işkenceciler yargılanmadı, politik yargılamalar yapılamadı,”[27] diye yanıtladığı tabloda Buazizi’nin 17 Aralık 2010 günü kendisini yakmasıyla başlayan hareketlilik hep gündem maddesi oldu.

Tıpkı ayaklanmanın beşinci yılında Tunus’un yeniden ayağa kalkması gibi: Tunus’un Cezayir sınırındaki Kasrin kentinde işsizlik ve yoksulluğa karşı başlatılan eylemler, ülke genelinde hükümet karşıtı protestolara dönüştü. İşsiz bir adamın protesto amaçlı belediye binası yakınlarında bir elektrik direğine çıkıp hayatını kaybetmesi olayların fitilini ateşledi. Kamuda çalışan 28 yaşındaki Ridha Yahyaoui, işten çıkarılmasını protesto etmek için elektrik direğine çıktığı sırada, elektrik akımına kapıldı. Olayın ardından şiddetini artıran protestolar, güvenlik güçleriyle halkın çatışmasına dönüşürken, salı günü bir polis öldü. Tunus İçişleri Bakanlığı, şiddet olayları nedeniyle ülke genelinde “sokağa çıkma yasağı” ilan etti. Tunus medyası olayın “Arap Baharı”yla benzerliklerini vurgularken, Al-Shuruk gazetesi “2010-2011 yılına geri döndük” yorumunda bulundu.[28]

ESKİ(MEYEN) -BİN ALİ- REJİMİ

Tunus Meclis Başkanı Bin Cafer’in, “Bin Ali’yi patlama noktasına gelen halk devirdi,”[29] diye betimlediği hâl; J. K. Rowling’in, “Tiranların zulmettikleri insanlardan ne denli korktuklarına dair bir fikriniz var mı? Hepsi, günün birinde kurbanlarından birinin kendilerine karşı ayağa kalkıp karşı darbeyi indireceğini bilir!” biçiminde formüle ettiği tabloya denk düşüyordu; ama…

Kesintisiz olmayan ya da inkitaya uğrayan her devrimci girişim bir karikatür olmaya mahkûmdu ve Tunus’ta da eski(meyen) -Bin Ali- rejimi “yeni(lenen)” formatıyla mevcudiyetini sürdürdü.

Bağımsızlık günü için 20 Mart 2012’de Burgiba Bulvarı’nda toplanan kalabalık, “Tunus özgürdür, Halife’ye hayır, gericiliğe hayır” yazılı pankartlar taşırken;[30] “Tunus’ta 2011’de devrilen bin Ali diktatörlüğünün ardından İslâmcı ya da liberal eğilimlerin etrafında toplanarak iktidarını sürdürmeye çalışan burjuvazi” gerçeğine dikkat çeken Tunus Emekçileri Partisi yöneticilerinden Mortaza Labidi[31] çok önemli bir noktanın altını çiziyordu.

Örneğin Gilbert Achcar’ın, “Eski zorba cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali döneminde bir muhalif olarak Fransa’da sürgün hayatı yaşadığı zamanlardaki fikirleriyle Tunus’un geçiş dönemi cumhurbaşkanı Moncef Marzuki idi. Yaygın kanıya göre güç insanı bozar. Moncef Marzuki Tunus’un cumhurbaşkanı olduktan sonra, bir anda bu halkın reddediş ve ısrarlarını öyle nahoş buldu ki, zorbaların bildik argümanlarına başvurdu,”[32] saptamasındaki gibi…

Gerçekten de Bin Ali rejiminin her türlü muhalefeti baskı ve işkence ile bastıran İçişleri Bakanı, devrimden sonra işlenen siyasi cinayetlerin ve kötü gidişatın sorumlusu olan En Nahda hükümetinde ise danışman olan Habib Essid’in hükümeti kurmakla görevlendirilmesi UTICA gibi Tunus işveren örgütü ile ABD, Fransa, IMF ve Dünya Bankası tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğer yandan Halk Cephesi başta olmak üzere Halk Hareketi gibi sol örgütler ve grupları hayal kırıklığına uğrattı.[33]

Evet, Tunus Emekçileri Partisi Genel Sekreteri Hamma Hammami’nin, “Bin Ali’nin devrilmesinden sonra gelen hükümetler eski yapıyı, eski ekonomik ve siyasi yapıyı sürdürmeye devam etti ve emperyalizme bağımlılığını sürdürdü. O çizgide siyaset üretmeye ve ekonomik alanda siyaset yapmaya devam etti,”[34] tesbiti gerçeğin özetiydi!

“Nasıl” mı?

Ortadoğu’daki iktidarları değiştiren ilk isyanın başladığı Tunus’ta gençler işkenceyle susturulmaya çalışılıyor. İşkence dosyalarının ortaya çıktığı ülkede işkenceye maruz kalanların yüzde 72’sinin gençlerden oluştuğu açıklandı. Tunus İşkenceyle Mücadele Örgütü, 2015’te kendilerine 250’den fazla işkence dosyasının ulaştığını ifade edildi![35]

Nida Tunus ve Müslüman Kardeşlerin Tunus kolu En Nahda’nın kurduğu koalisyon hükümetinin, “terörle mücadele” adı altında çıkardığı yasa halk ayaklanmasıyla devrilen Bin Ali rejimi yasalarını hatırlattı. Herhangi bir eleştiri suç sayılıyor![36]

En Nahda (Müslüman Kardeşler)-Nida Tunus (Tunus Çağrısı) partilerinin oluşturduğu koalisyon hükümetinin aldığı karar, emek hareketini bastırmak için 1978’de çıkartılan bir kararnameye dayandırılıyordu![37]

Özetin özeti: ‘Tunus’u Kurtarmak-Çalınan Arap Baharı’ yapıtının yazarı Lütfi Maktuf’un deyişiyle “Tunus’ta Arap Baharı diye bir şey kalmadı artık”![38]

HÂL VE GİDİŞ

Tunus’ta “Arap Baharı” ile kurulan hükümetin Dışişleri Bakanı Refik Abdüsselam, “Biz ne şeriat ne de laiklik istiyoruz. Devlet tarafsız olmalı. Ne dini ne de laikliği zorla uygulamalı. Devletin görevi vatandaşların özgürlüklerini korumaktır,”[39] dese de “2011’in tek başarı öyküsü olarak anılan Tunus’ta da artık bölgedeki diğer ülkelerde olduğu gibi demokrasi çöküşe geçti. Bir kez daha bu kargaşanın ortasında işsiz gençler yer alıyor. Tunus’ta öfke yine patlıyor,”[40] diyordu Emma Graham-Harrison…

Elizia Volkmann’a göre, “Halk sistemden bıkmış durumda”yken;[41] “Ekonomi daha da batarsa, liberal demokrasi karşıtı güçler güç kazanacak. Devrimci gençler, yine öfkeye kapılabilir,”[42] uyarısını dillendiriyordu Joseph Stiglitz…

650 binden fazla kamu çalışanının, maaşlarına zam yapılması talebiyle greve gittiği[43] tabloda Tunus Genel Emek Sendikası (UGTT) Genel Sekreteri Nureddin Tabubi, “Büyük halk desteğiyle ülkenin siyasi pusulasını yeniden ayarlayacağız”;[44] Tunus Emekçileri Partisi ise “Tunus’ta devrimi yeniden kuralım,”[45] noktasındayken; Tunus’un önde gelen muhalefet liderlerinden Şükrü Beleyid 6 Şubat 2013’te evinin önünde uğradığı silahlı saldırıyla katledildi.

Şükrü Beleyid’e düzenlenen suikastın ardından büyük çapta protesto gösterileri patlak verdi. Koalisyonun büyük ortağı İslâmcı En Nahda’nın Tunus’taki merkezi saldırıya uğradı.

İki günlük genel greve karşı güvenlik önlemleri arttırılırken Beleyid’in ailesinin cinayetten sorumlu tuttuğu En Nahda’da çatlaklar belirdi. Başbakan Hamadi Cebali 6 Şubat 2013’te koalisyon hükümetini dağıtacağını açıklasa da En Nahda içerisinde dirençle karşılaştı. Çalışmalarını Fransa’da sürdüren Tunuslu sosyolog Choukri Hmed, Beleyid için şunları diyordu:

“Bin Ali döneminde önemli bir muhalifti. Arap milliyetçiliğini savunan solun liderlerinden biri olarak rejimin baskısına karşı mücadele veriyordu. Bin Ali’yi deviren gösterilerde sendikaları yönlendirmişti. Devrimden sonra ise aşırı solu temsil etti. Partisi Demokratik Vatanseverler Birliği’nin oy oranı yüksek olmasa da o karizmasıyla etkiliydi. İslâmcılara karşı çıkıyordu. Son zamanlarda daha geniş katılımlı bir muhalefet kurulması için yapılan tartışmaların içindeydi. Çok kritik bir dönemdeyiz. İki taraflı bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Birincisi, iktidarın içerisindeki bölünmüşlük su yüzüne çıktı.”[46]

Beleyid’in katliyle; giderek ağırlaşan ekonomik zeminde toplumsal hareketlilik yükseldi…

Ülkeyi sarsan gösterilerde polis güçleri, Tunus ve Tabarba gibi kentlerde sokağa dökülen kitleye karşı biber gazı kullandı. Kayrevan, Nabil, Susa, Kasrine gibi diğer vilayetlerde de polis ve göstericiler çatıştı, bazı kentlerde yine yağma olayları yaşandı. Tunus yönetimi, şimdiye kadar 50 polisin yaralandığı gösterilerde 237 protestocunun gözaltına alındığını açıkladı. 55 yaşındaki bir erkek göstericinin yaşamını yitirdiği Tabarba’da polis ekipleri bazı evlere baskınlar düzenledi ve yeni gözaltılar var. Ülkede önceki gün bir Yahudi okuluna molotofkokteylleri atılmıştı.[47]

Evet Tunus’ta 1984 ekmek isyanlarının 34., Arap isyanlarını başlatan 2011 “devrimin” 7. yılında, “İsyan etmek için… Daha ne bekliyoruz!” sloganıyla kitlesel protesto dalgası yükseldi.

L’Economist Maghrebin’de yayımlanan bir yoruma göre, “Özgürlükler alanında elde edilenleri, ekonomik alandaki başarılar izleyemedi. Tam aksine bugün ekonomi 2011’den daha kötü bir durumda.” Kitlesel gösterilerin düzenleyicilerinden Halk Cephesi’nin (Front Populaire) sözcüsü, Hamma Hamami de “Hayat daha pahalı, insanların alım gücü düştü, orta sınıf yoksullaştı”… “hükümettekiler durumun farkında değil” diyor.

Gerçekten de ekonomik büyüme OECD’ye göre 2016’da yüzde 1 oldu, 2017’de de yüzde 2 dolayındaydı. Tunus’un dış borçları ve cari açık sırasıyla GSMH’nin, yüzde 70 ve yüzde 10.2 düzeyine ulaşmıştı. Bankaların batık alacaklarının da toplam kredilere oranı yüzde 15.4. Enflasyon yüzde 5.6. Dinar 2011’den sonra sürekli değer kaybediyordu. Resmî verilere göre yüzde 15 dolayında olan işsizlik, ‘Radio France International’in aktardığına göre üniversite mezunları arasında yüzde 30 düzeyindeydi.

İktidarda, 2011’de devrilen Bin Ali yönetiminin devamı sayılabilecek Nidaa Tounis partisi ile, seçimleri kazandıktan sonra dinci (totaliter, bağnaz) politikalara yönelince, kadınların ve sendikaların protestolarının baskısıyla hükümeti bırakmak zorunda kalan, Müslüman Kardeşler’in Tunus kanadı En Nahda partisi arasında zar zor kurulmuş bir koalisyon var. Bu koalisyon IMF’nin dayattığı neo-liberal Finans Paketini, halk sınıflarının üzerindeki olası etkilerine aldırmadan kabul etmiş. Son protestolar bu paketi, 2018 Finans Yasasını hedef alıyor.

Henda Çennavi, “Ben bu hareketi 2011 devrimin devamı olarak görüyorum. Genel seçimlerin özgürce yapılmasına olanak veren bir siyasi dönüşüm oldu. Şimdi, başından beri talep ettiğimiz ekonomik dönüşümleri… Devrimin toplumsal adalet talebinin artık gerçekleşmesini bekliyoruz”. İktidardakilere “baskı yaparak güçler dengesini tersine çevirmeliyiz” diyordu.[48]

Nihayet süreç içinde Tunus’ta işsizlik ve yoksulluğa karşı öfke, hükümetin istifası talebiyle yapılan gece eylemlerine dönüştü. Sokaklarda olan eylemcilerden gözaltına alınanların sayısı bini aştı. Ülkede 12 sol parti eylemlerin desteklenmesi yönünde ortak karar aldı.[49]

“GÜLERYÜZLÜ” GANNÛŞÎ’NİN CEMAZİYÜLEVVELİ

Her ne kadar Hayrettin Karaman, “Gannûşî’yi doğru anlamak”[50] dersleri vermeye kalkışsa da; başlarda “yumuşak bir görünüm” veren En Nahda’lı İslâmcılar giderek sertleştiler, baskı ve şiddet eylemlerine yöneldiler.

Cumhurbaşkanı Marzuki “Enşar Şeriya” adındaki terör örgütünün temsilcilerini kabul ederken; dönüm noktası Halk Cephesi lideri Şükrü Belaid’in 6 Şubat 2013’te evinin önünde katledilmesi oldu. Belaid’in katlini Ekim 2013’te Nasırcı hareketin liderlerinden Brahimi cinayeti izledi.

Oysa partisinin dinî ve siyasi faaliyetlerini birbirinden ayıracağını söyleyen Müslüman Kardeşler bağlantılı En Nahda Hareketi’nin (Uyanış Hareketi) lideri Reşid Gannûşî, ‘Le Monde’ röportajında, “Arap Baharı sonrası Tunus’ta siyasal İslâm’a yer yok. Tunus artık bir demokrasi,” deyip;[51] “Siyasal İslâm’dan vazgeçtiklerini”[52] duyurmuştu.

“Modernite ile İslâm arasında bir denge kurmak mümkün,” deyip;[53] “Din devleti değil, demokratik devlet inşa edeceğiz,”[54] vurgusuyla “Ilımlı İslâm modeline” sadık kalma sözü vermişti.[55]

Gannûşî, Tunus’ta artık İslâmcı politikaya gerek kalmadığını, partinin Müslüman ve modern uygarlıkların değerlerine dayalı bir siyasi çizgi izleyeceğini açıklayıp; devlet sekülerizmi zor yoluyla dayatmadığına göre, dini siyasi etkinliğin merkezine koymak gerekli değilmiş; İslâmcı-seküler tartışması da artık geride kalmış. En Nahda siyasi İslâm’ı terk edecek, Demokratik İslâm’ı benimseyecek,”[56] demişti.

“En Nahda lideri Gannûşî de ‘Arap Baharı’na Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının Türkiye’deki deneyimini kopyalayan bir model sunabilir. Bu durum, Arap dünyasında yıkılan diktatör rejimlerin enkazı üzerine demokratik uygulamalara sahip İslâmî rejimler kurmak isteyen dünya ülkeleri için oldukça önemli,”[57] türünde spekülasyonlar çoğalırken; Ayşe Böhürler, “Şeyh Raşid Gannûşî güleryüzlü ve eşitlikçi lider,”[58] yalanına sarılsa da “AKP’yi model aldığını” söyleyen En Nahda, bir yandan da kendisini eleştiren kesimleri susturup, terörize ediyordu.

Örneğin iktidara geldiğinde ifade özgürlüğünü korumaya söz veren En Nahda Partisi “kutsal değerlere hakaret”e 4 yıla hapis öngören bir yasayı meclise sunuvermişti.[59]

Yine Abdurrahman El Raşid’in, “Gannûşî’nin partisinin Tunus’ta iktidara gelmesi hâlinde, içkiye ve kadınların bikini giymesine izin verecek derecede hoşgörülü olacaklarını ifade etme cesareti göstermesi sürpriz olmadı. Kadının saçının görünmesine dahi karşı çıkarken, kamusal alanda kadının bedeninin çıplak kalmasını kabul ederler mi? Gannûşî’nin böyle özgürlükçü bir açıklamayı Arap basınında yaptığını duymadık. Bu açıklama, Batılılara yönelik siyasi söylemin ötesine geçmeyebilir,”[60] uyarısına rağmen Gannûşî’nin İngiliz eğitim sistemiyle yetişen sözcüsü durumundaki kızı İntisar Gannûşî, “Değerlerimizin kaynağı tabii ki İslâm. Ancak modern dünyanın da bir parçasıyız. Biz dinî değil, siyasî bir partiyiz, tıpkı Almanya’daki Hıristiyan Demokratlar gibi,”[61] dese de; Olfa Khalil Arem, En Nahda’nın şeriatı anayasanın temeli yapmak istediğini vurgusuyla ekliyordu: “Amaçları diktatörlük”![62]

Kolay mı?

Bin Ali’nin devrilmesinden sonra yapılan seçimlerde iktidara gelen İslâmcı En Nahda Partisi lideri Raşid Gannûşî’nin bir video kaydı ortaya çıktı. İçki yasağı isteyen, sanat galerilerini talan eden radikal İslâmcı Selefîlerin liderlerini “takıyye yapmaya” çağıran Gannûşî, “Azınlıkta olsalar da laikler medyayı ve ekonomiyi kontrol ediyorlar. Genç Selefî dostlarıma diyorum ki, sabredin. Ordu ve polisten henüz emin değiliz. Neden acele ediyorsunuz ki? Bugün artık sadece bir camimiz yok. Din İşleri Bakanlığımız var. Sadece bir dükkânımız yok. Bir devletimiz var. Fakat ekonomi hâlâ onların elinde” ifadelerini kullanıyordu![63]

Ayrıca “En Nahda, çoğulcu, demokratik bir sistem propagandası yaparken, Tunus Devletinin dini İslâm’dır maddesini hazırlanan Anayasa’ya yazdı.”[64]

Bu kadar da değil!

Olfa Riahi adlı blog yazarının, aynı zamanda damadı olan Tunus Dışişleri Bakanı Refik Bin Abdüsselam’ı, devlet imkânlarıyla Sheraton Otel’de oda tutup, evli olmadığı bir kadınla birlikte olmakla suçlaması Gannûşî’yi kızdırdı. Gannûşî, münafıklıkla suçladığı Riahi için, “Şeriat yasalarınca yargılanmalı; 80 kırbaç cezasına çarptırılmalı” dedi ve söylenti yayan kişiler için “münafıklar” ifadesini kullandı![65]

İşte “güleryüzlü” Gannûşî’nin İslâmcı hareketinin cemaziyülevveli!

İSLÂMCILARIN TERÖRÜ

2014 tarihli ‘ABD State Department’in raporuna göre, yaklaşık 7 bin genç IŞİD’e katılmak için Suriye, Irak ve Libya’ya giderken;[66] IŞİD’e en çok katılım Tunus’tandı.[67]

İçişleri Bakanı Lütfi bin Cido’nun meclis kürsüsünden “Tunuslu kızlar 20, 30, 100 isyancı arasında dolaştırılıyor ve seks cihadı adına kurdukları ilişkilerin meyvelerini taşıyarak geri geliyorlar,” diyerek ülkesindeki kadınların “seks cihadı” için Suriye’ye gittiğini, orada İslâmcı savaşçılarla ilişkiye girdiğini ve hamile kalarak Tunus’a geri döndüğünü söylediği;[68] ve Tunuslu âlim Şeyh Ferid El Baci’nin de kızları bazı fetvalar ya da dinî tebliğlere uyarak “seks cihadı”na katılmış, Çambi dağlarına ya da Suriye’ye gitmiş aileler tanıdığını ifade ettiğinin[69] altını çizerek ilerlersek: “Arap Baharı”nın Müslüman Kardeşler’e ilaveten ortaya çıkardığı önemli siyasi unsurlardan biri Selefîler oldu.

Yani “Arap Baharı” bölgede “İhvan” kuşağı yanında, daha önceden esamisi pek de okunmayan, bir Selefî kuşağı da olduğunu ortaya koydu. Selefîler Tunus’ta sıklıkla anılmaya başlandı. ‘Le Monde’ Selefîlerin Tunus’ta etkin olmaya başladıklarını 30 Ekim 2012 tarihli manşetinde “Tunus Selefî baskısını kuşatmaya çalışıyor” başlığı ile haberleştirdi.

Örneğin Tunus’ta bin Ali’nin devrilmesinin ardından sokaktaki görünürlükleri birden bire artan Selefîler, İslâmcı En Nahda iktidarını zorladı. Ensar el Şeria hareketinin Kayravan kentinde yapmayı planladığı yıllık kongrenin yasaklanması üzerine Tunus’a yürüyen Selefîlerle polis arasında 19 Mayıs 2013’te çatışmalar çıktı.[70]

Burada siyasal İslâm’ın iki özelliğini vurgulamadan ilerleyemeyiz!

Çünkü liberaller, siyasal İslâm hareketinin şu iki özelliğini anlamakta büyük zorluk çekiyorlar; kendilerine sunulan yüzeysel açıklamaları, tembelce (bir teorik çaba harcamadan), kimi zaman da kısa dönemde işlerine geldiği için kabul ediyorlar: Siyasal İslâm parlamenter demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak değil, iktidara ulaşmanın aracı olarak görür. Onun yönetim paradigmasına, iktidardan seçimleri kaybederek gitmek esas olarak uymaz. Bu yüzden seçilmiş siyasiler, başbakan, hatta devlet başkanı bile olsalar, Mısır örneğinde gördüğümüz gibi, yasal partinin değil, hareketin yönetici kurumlarına ve karar mekanizmalarına bağımlıdırlar.

İkincisi, siyasal İslâm her zaman popülist (çok sınıflı ve akımlı) bir koalisyondur. Bu koalisyonun istikrarı, iktidara ulaşmanın, orada kalmanın olmazsa olmaz önkoşuludur. Bu yüzden “ılımlı” kanattan, radikal kanadı tasfiye etmesi beklenemez. Aksine, “ılımlı kanat” ortak ideolojik zemine dayanarak radikal kesimin muhalifleri sindirmeye, yok etmeye yönelik eylemlerine göz yumar, hatta yeşil ışık yakar.

Siyasal İslâm’ın koalisyonu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, Batı’ya uygun siyasi ekonomik biçimler sergileyen Müslüman Kardeşler, Kur’an’ı harfiyen uygulamaktan yana olan Selefî akım, Batı’ya karşı silahlı cihat ilan etmiş El Kaide tipi “terörist” gruplardan oluşuyor. Selefîler MK’ye ideolojik baskı uygulayarak kendi gündemlerini dayatmaya çalışıyorlar.

El Kaide tipi gruplar, bu yönetimlerin sunduğu iklimden, güvenlikli ortamdan örgüt, kadro inşa etmek, kaynak biriktirmek için yararlanıyor. Her üçü de modern, laik siyasi hareketlerin, düşüncelerin, kurumların toplumdan temizlenmesi, medyanın, sanatçıların, eğitimcilerin susturulması, kadınların burjuva kültür içinde elde ettikleri hakların yok edilmesi konularında birleşiyorlar. MK ve benzeri kanatlar, liberal kamuoyuna, Batı’ya ılımlı uyumlu, uzlaşmacı bir yüz sunarken diğer iki kanat her türlü muhalefeti imha etmek konusunda çok etkin olabiliyor.[71]

Bunlar kavranmadan En Nahda ile Selefîler ve diğerlerinin diyalektik iç içeliği anlaşılamaz.

O hâlde Tunus’ta En Nahda ile Selefîleri konuşurken; solcu milletvekili Muhammed Brahmi’nin 25 Temmuz 2013’te kurşun yağmuruna tutulmasını; Şükrü Belaid’in 6 Şubat 2013’te yine evinin önünde katliyle patlak veren protesto hareketlerine karşı İslâmcı En Nahda partisi yandaşlarını sokağa dökerek yanıtladığı[72] göz ardı edilmemelidir…

Ruze Cendeli, “Tunus İhvanı” olarak bilinen En Nahda partisinin gizli aygıtına dikkat çekerken; ortaya çıkardığı belgelerde “motosikletle adam katletme sanatı” başlığının ciddi bir şekilde tarif edildiğini ifade ederek ekledi: “Belge, suikastlarla ilgili ciddi veriler içeren 4 sayfadan oluşuyor. Belgede; Vespa marka motosiklette, sürücüde ve arkasında binen suikastçıda bulunması gereken özellikler belirtiliyor. Ayrıca motordan inme zamanı, nasıl hareket edeceği ve kendini korumak için giyeceği kask türü bile tarif ediliyor,”[73] dedi.

Bu kadar da değil; Tunus’ta Bardo Müzesi’ne giren silahlı saldırganların saldırısında 17’si turist, 21 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.[74]

MUHALEFETİN MÜCADELESİ

Her şeye karşın Tunus sokakları hâlâ hareketli. Çünkü Simón Cordall’ın ifadesiyle, “Geçmişte protesto gösterileri yılgınlık ve fakirleşmeden patlak verdi. Halk tekrar bunu yapacak çünkü başka bir seçeneği yok”![75]

Aslı sorulursa Arap coğrafyasındaki ayaklanmalar için başlangıç noktası olarak gösterilen Tunus ayaklanmasından çok önce madenlerde başlayan grev ve direnişler, başkaldırının anlık bir kıvılcımın sonucu olmadığını; uzun bir mücadelenin ürünü olduğunu göstermişti ve Tunus Emekçileri Partisi Genel Sekreteri Hamma Hammami deyişiyle, “Devrimin tek hedefi diktatörlük değildi.”[76] Hammami muhalefetin hükümeti devirme hedefinde birleşmesi gerektiğini söylüyordu![77]

Ve de “Tunus’taki direniş hareketi… neo-liberal ve yeni-sömürgeci saldırılara karşı kaynayan bir halk direnişi kazanı olduğunu gösteriyor”du.[78]

“Nasıl” mı?

Mesela… Tunus’un turizm merkezlerinden Cerbe adasında daha önce kapatılan çöp depolama alanının yeniden açılması halkı isyan ettirdi. Öfkeli protestocularla polis arasında çıkan çatışmada 50 polis yaralandı![79]

Mesela… Tunus’ta 17 Ocak 2016’da 28 yaşındaki üniversite mezunu Ridha Yahyaoui, başvurduğu işe alınmadığını öğrenince protesto için bir elektrik direğine tırmandı. Yahyaoui direkteki tellere dolanarak elektrik çarpmasıyla hayatını kaybetti. Yahyaoui’nin ölümü, beş yıl sonra Tunus’ta yine kitlesel bir isyan dalgasını tetikledi. Hikâyesi Yahyaoui’nin hikâyesinden farklı olmayan yüzbinlerce insan sokaklara indi, kamu kurumlarına saldırdı ve polisle sayısız çatışmaya girdi… Yeniden ortaya çıkan Tunus halk isyanının görünür nedeni, 2010’dakine benzer şekilde, aşırı enflasyon, aşırı yolsuzluk, genç nüfus arasında yüzde 40’a varan işsizlik ve benzeri ekonomik nedenler![80]

Mesela… Arap coğrafyasında, kamu emekçilerinin başlattığı ve Tunus tarihinin en büyüklerinden olan grev gündemin başköşesine oturdu… 22 Kasım 2018’de 700 bin kişinin katılımıyla tüm kamu kurumlarında grevi gerçekleştirdi![81]

Mesela… Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan eylemlerin yıldönümünde Buazizi’nin kardeşi “Mücadele devam etmeli” çağrısında bulunuyordu![82]

KADINLAR İSYANDA

Elbette sözünü ettiğimiz mücadelenin en ön safında kadınlar vardı; kadınlar ayaktaydı, isyandaydı, kazanılmış hakları yitirmemek, geri adım atmamak için savaş vermekteydiler Tunus’ta!

“Tunuslu kadınlar diktatörlüğe karşı giriştikleri mücadelede bir çok deneyim elde ettiler. Şimdilerde bu deneyimlere dayanarak mücadeleyi daha ileriye taşıyorlar,” vurgusuyla kadın mücadelesini şöyle özetliyordu -Uluslararası İnsan Hakları Derneği Başkan Yardımcısı, Tunus Demokrat Kadınlar Birliği yöneticisi ve Jeune Afrique Dergisi editörü- Sophie Bessis:

“Kadınlar bir değişim sürecindeler. Ve şu anda bulundukları konum neredeyse Arap dünyasında tek. Tunuslu kadınlar diğer Arap ülkelerindeki kadınlara oranla daha fazla haklara sahipler, örneğin Mısır’a, Fas’a göre… Fakat kadınlar anayasada bazı haklara sahip olmalarına rağmen eşit değiller. Erkeklerle eşit haklara sahip değiller. Örneğin bir erkek Tunus’ta Arap olmayan bir kadınla evlenebilirken, kadının böyle bir hakkı yok. Şu sıralarda ise Tunuslu kadınlar İslâmcı hükümetlerin dayatmalarıyla karşılaşıyorlar. İktidar, Tunus’ta kadınların bu zamana kadar kazandığı hakları İslâmî kurallara göre evirmeye çalışıyor… Kadınlar şimdilerde anayasada gerçek bir eşitliğin sağlanması için mücadele ediyorlar. Bu zamana kadar elde ettikleri kazanımlar kadınlara olanak sağlıyor. Kadınlar eski mücadele deneyimlerine yaslanarak, eşitlik mücadelesi veriyorlar.”[83]

Gerçekten de “Arap Baharı”nın ilk kıvılcım noktası Tunus’ta binlerce kişi kadın hakları için sokaklara dökülerek İslâmcı hükümeti protesto etti. Ülkede kadın kuruluşları başta olmak üzere birçok kesim, geçen yılki halk ayaklanmasıyla Bin Ali yönetimimin devrilmesinin ardından iktidara gelen En Nahda’nın anayasa çalışmaları çerçevesinde kadın haklarını tırpanlayacak yasalar geçirmesine karşı çıkıyorlar ve kadınların haklarına darbe vurmasından endişe ediyordu.[84]

Kolay mı?

Tunus’ta 1956 Anayasası, kadınlarla erkeklere eşit haklar tanımış, erkeğin dört kadınla evlenmesi yasaklanmış, resmî evlilik, resmî boşanmayı yürürlüğe koymuştu. En Handa’nın anayasasındaki 28. madde bardağı taşıran damla oldu.

Söz konusu madde kadınları “aile içinde erkeklerin tamamlayıcısı/bütünleyicisi” olarak tanımlıyordu. Yani aile dışında zaten kadın yok; kadın olmayınca herhangi bir hakkı da yok. Bekâr anneleri, evlilik dışı beraber yaşayanları, aile kurmamayı seçen kadınları yok sayan, onları aile içinde ise eşit haklara değil ancak “tamamlayıcı” rolüyle, erkeğe, çocuğuna, anne babasına tabi olan ve ancak o zaman hak sahibi olabilecek varlıklar olarak gören bir maddeydi bu![85]

Ayrıca Tunus Meclisi’nde kürsüye çıkan sağcı El Karama koalisyonu milletvekili Muhammed el Affas’ın “Evlilik dışı çocuk sahibi olan kadınlar” diye bir konu açarak hakarete varan ifadeler kullanması ve buna tepki gösteren kadın parlamenterleri darp etmesi de işim cabasıydı![86]

NAFİLE SEÇİM(SİZLİK)LER

Tunus’ta 2011’de Bin Ali diktatörlüğünün devrilmesinden 10 ay sonra seçime ilişkin, “13 Ocak gecesi Bin Ali’ye ‘Git’ diye meydana çıkanlardanım. Özgürlükten mutluyum ama yeni döneme ilişkin umudum giderek azalıyor. Sanki tüm partiler ve siyasetçiler birbirinin aynı gibi,”[87] diyen 25 yaşındaki Rania’nın umutları ta o günden yitmişti.

Ardından yapılan seçim(sizlik)lerde oyların yüzde 40’ını alan En Nahda hareketinin gücünün ortaya çıkmasıyla birlikte laikler seçimlerde şiddetli biçimde sarsıldı.”[88]

Seçimleri, İslâmcı En Nahda partisi kazandı. Gannûşî’nin liderliğindeki partinin seçim stratejileri ve kampanyasında AKP’nin kampanyalarını düzenleyen Erol Olçak, “Gönüllü hizmet verdim. En Nahda’yı geleceğe hazırladık,”[89] derken; 23 Ekim 2011’deki Ulusal Kurucu Meclis seçimlerinin ardından Tunus İşçileri Komünist Partisi, “Seçim sürecinde yapılan usulsüzlüklerin seçimlerin şeffaflığına gölge düşürdüğü”nü dile getirdi.[90]

Böylelikle Müslüman Kardeşler hareketinin Tunus uzantısı En Nahda Partisi, Ekim 2011’deki Kurucu Meclis seçimlerinden birinci parti olarak çıktı. İki merkez partisinin desteğini sağlayarak Başbakanlığı üstlendi. Önceki dönemde Bin Ali rejimi ile içli-dışlı olan Fransa ve ABD, “ılımlı İslâmcı” En Nahda’yı, halk ayaklanmasının özlemlerini frenleyecek seçenek olarak gördü ve desteklemeyi kararlaştırdı.

Ne var ki, En Nahda’nın ılımlı İslâmcılığı, çok daha radikal bir programın sadece dış görüntüsü idi. Giderek açığa çıkan bir işbölümü söz konusu idi: En Nahda, Anayasa görüşmelerine, kamu yönetimine hükmedecekti. Cihatçı köktendinciler ise “Tunus toplumunu yeniden İslâmîleştirme” işlevini üstlenecekti. “Devrimi Koruma Komiteleri” diye adlandırılan milis güçler, demokratik kitle örgütlerini yeniden biçimlendirmeye kalkıştı; film, resim, müzik, giyim-kuşam, eğitim, basın-yayın, ibadet alanlarında “İslâm’ın değerleriyle uzlaşmayan” sembollere, ürünlere, mekânlara, kişilere karşı ağır baskılar, giderek şiddet uyguladı.

Demokratik kitle örgütleri Bin Ali döneminde ayakta kalmıştı. Birleşik, güçlü, bağımsız niteliğini koruyabilmiş sendika hareketi (CGTT), İslâmcı sızmaları frenledi; parçalama girişimini etkisiz bıraktı. Marksist ve Nasırcı köklerden gelen sosyalist, ilerici akımlar canlandı; önemli bir bölümü bir “Halk Cephesi” içinde örgütlendi.

Daha sonraki seçimlerde “İki ana düşünce akımı ya da ideoloji yarıştı. Laikler ve siyasal İslâmcılar. Seçimi kazanan Nida Tunus (Tunus’un Çağrısı ya da Sesi) laikliği; iktidardaki En Nahda Hareketi de siyasal İslâmcı görüşü savunuyordu.”[91] Bu elbette düzen-içi bir dikotomiydi!

26 Ekim 2014’te parlamento seçimleri yapılmış, En Nahda hükümeti yenilirken “laik”, ancak devrik diktatör bin Ali’nin eski yol arkadaşlarını da içeren Nida Tunus sandıktan birinci parti çıkmıştı.[92]

“İslâm’la demokrasiyi birleştirme” iddiasıyla AKP’yi örnek alıp, seçim kampanyasında AKP’nin reklamlarını kopyalayan En Nahda 6 puan ve 21 vekil civarında kaybederek ikinci oldu.[93]

Sosyalistlerden oluşan Halk Cephesi ise yüzde 5.52 oy oranıyla kayda değer bir başarı elde ederken;[94] seçimden sandalye sayısını dörde katlayarak çıkan Halk Cephesi sözcülerinden Mounir Kachouk, “Cephe hem İslâmcı En Nahda’yla hem de mecliste çoğunluğu kazanan seküler sağ ile mücadele edecek,”[95] diyordu. Kuruluşundan iki buçuk yıl sonra, Nida Tunus (Tunus’un Sesi) Partisi parlamento seçimlerinde oyların çoğunluğunu alarak iktidara geldi. Eski rejimin unsurlarını içinde barındırsa da, halkın beklentilerine seslenen laik parti oyların yüzde 38.24’ünü toplamıştı.

Cumhurbaşkanlığı seçimini Nida Tunus’un adayı -laik ve liberallerin yanı sıra devrik Bin Ali taraftarlarınca da desteklenen- Baci Kaid Sibsi kazandı.[96]

Tüm bunlarla birlikte ezilenler için hiçbir şey değişmezken; CNN’e göre, “Tunus seçimleri Arap demokrasisi için umutları küresel çapta artırdı.” Lübnan’da çıkan liberal ‘The Daily Star’ gazetesinde Rami Khouri’nin yorumuna bakılırsa, Tunus seçimleri “Arap dünyasının modern tarihindeki en önemli olaydı.”

‘The New York Times’ın başyazısına göre, “Müslüman dünyasının Tunus’tan öğreneceği çok şey var”dı…[97] Fareed Zakaria, Huntington’un “Eğer bir ülkede iktidar, barışçı biçimde, üst üste iki genel seçimle iki kez değişebiliyorsa, demokrasi orada konsolide olmuştur” ölçütünden hareketle, Mısır’ın aksine, “Tunus’ta demokrasinin artık kök saldığını” savunuyordu![98]

Bir ‘The Daily Signal’daki yoruma göre, “Tunus Amerika’nın Arap dünyasındaki tek, gerçekten demokratik müttefiki olabilir”ken; ‘The Economist’, seçim sonuçları için “Seküler güçler kazandı”, “İslâmcılığın, cihatçı terörün, iç savaşların elindeki bir bölgede istisnai bir gelişme,” diyordu.

Tunus gazeteleri de iyimserdi! ‘Realité’nin bir yorumuna göre, “İkinci Cumhuriyet doğdu”; ‘Tunis Times’, “Arap dünyasında demokrasi güçlendi”; ‘L’Economist Maghrébin’, “Bir Tunus mucizesi” derlerken; ‘Asharq Al Awsat’ gibi Suudi yanlısı, ‘Al Ahram’ gibi Mısır gazeteleri de ‘Müslüman Kardeşler’in Tunus ayağının seçimleri kazanamamış olmasının keyfini çıkarıyorlar…

Ancak bu “mükemmele yakın”(?) “demokratikleşme”(!) resminin aslında çok kırılgan bir temeli vardı;[99] ve sonrası da kaçınılmazdı…

Yani Michel Chossudovski’nin, “Çağımız kapitalizminde demokrasi ilüzyonu ile kitleler yönetilir. Yerleşik toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece ‘muhalefet’, egemen elitlerin çıkarınadır. Amaç muhalefeti bastırmak değil muhalefetin sınırlarını belirlemek, muhalif hareketi şekillendirmek ve kalıba sokmaktır,” diye betimlediği “oyun”un Tunus’ta da bir “sonu” vardı, oldu da!

DARBE: “NE SAİD NE EN NAHDA”

Buse Zengin’in, “Siyasal İslâmcılığın demokrasi adı altında zehirlediği Arap Baharı’nın ilk vurduğu ülke olan Tunus, panzehirini buldu. Tunus’ta, AKP’yi model olarak aldığını söyleyen, iktidardaki İslâmcı Nahda partisine karşı, laik Nida hareketi bir seçim zaferi elde etti,”[100] kolaycılığını tarihin yerle yeksan ettiği koordinatlarda Bedri Baykam’ın da, “Tunus, dinci siyaseti nasıl alt etti?”[101] sorusuna verdiği “yanıt(sızlık)lar”ın kıymet-i harbiyesi yoktur! Çünkü…

Sibsi’nin Temmuz 2019’da ölmesi, egemenler arası dengeleri bir kez daha değiştirecekti. Ekim 2019’daki seçimleri, En Nahda’nın desteklediği, yolsuzluklara karşı mücadele ve seçim sistemini iyileştirme vaadlerine dayalı seçim kampanyasıyla dikkatleri çeken muhafazakâr bağımsız aday Kays Said, oyların yüzde 72.71’ini alarak yeni devlet başkanı oldu.

Ancak efendilerin özlediği istikrar, bir türlü sağlanamıyordu. Uzun süredir siyasal/toplumsal istikrarsızlığın kollarında sarsılan Tunus’ta açlık, yoksulluk ve Covid-19’un yol açtığı öfke selinin altında kalmaktan korkan egemenler, 2021’de Cumhurbaşkanı Kays Said’in darbesine yeşil ışık yaktı.

Başbakan görevden alındı, parlamentonun yetkileri donduruldu, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. En Nahda “parlamento darbesi”ni kendisine doğru yontsa da aslında orduyu arkasına alan muhafazakâr Said, halkın biriken öfkesine “darbe” vurdu, kitlelerin önüne set çekti.

Said, 25 Temmuz 2021’de “parlamentoyu bekleme odasına” aldı. Bunu yaparken; “Ulusun kurumlarını ve ülkenin güvenliğini ve bağımsızlığını tehdit eden, kamu kurumlarının düzenli işleyişini bozan açık bir tehlike durumunda, Cumhurbaşkanı, bu istisnai durumun gerekli kıldığı önlemleri, (…) alabilir. Bu önlemler, kamu kurumlarının düzenli işleyişine en kısa sürede dönüşü güvence altına alan amaçlara yönelik olmalıdır. Bu süre boyunca halkın temsilcileri Meclisi, sürekli toplantı hâlinde olur…” (md.80) maddesini usul ve esas bakımından ihlâl etti![102]

Ekonomik kriz, işsizlik, Covid-19 pandemisi ve hükümetteki yolsuzluk delilleri nedeniyle aylardır belli aralıklarla protestoların düzenlendiği Tunus’ta, Said’in ordu desteğiyle hükümeti dağıtması ile ülkede yeni bir siyasi dönem açmış oldu!

Gannûşî’nin başkanı olduğu Meclis’i 30 gün boyunca feshederek parlamento üyelerinin dokunulmazlıklarını askıya aldı. Başbakan Hişam el Meşişi’yi de görevden aldı. Gannûşî ile diğer 64 meclis üyesi hakkında da yurtdışına çıkma yasağı konuldu.

Gannûşî darbeye sessiz kalmadı. Said’in açıklamaları sonrasında taraftarlarını sokağa çağırıp, “Cumhurbaşkanının yasal bir dayanağı olmayan kararları bir darbedir, anayasayla yorumlamak yanlıştır. Halkı demokrasiyi yeniden tesis etmek için barışçıl mücadeleye çağırıyoruz,” dedi.

Gannûşî açıklamalarla yetinmeyip, gecenin ilerleyen saatlerinde Meclis’e gitti. Ancak Said’in talimatıyla ordu güçleri, Gannûşî ve beraberindeki heyetin içeri girmesini engelledi.

Hükümetin feshedilmesi kararı Tunus sokaklarında genel olarak “kutlama havasına” dönüşürken, bazı En Nahda binalarının da hedef alındığı görüntüler kamuoyuna yansıdı.

Munastır, Sfaks, El Kâf ve Susa gibi kentlerde sokağa çıkan eylemcilerin En Nahda binalarını bastığı ve baskın girişiminde bulunduğu belirtilirken, Tuzer kentinde ise En Nahda’nın bölge merkezinin ateşe verildiği görüntüler sosyal medyada paylaşıldı.

Öte yandan ülkede Emekçiler Hareketi, Demokrat Yurtseverler Partisi, Devrimci Sosyalist Parti, İşçi Bayrağı Hareketi ve Devrimci Marksistler’in aralarında bulunduğu 12 sol parti, sokak protestolarını ortak olarak destekleme kararı alarak “Tunus’un Kalbi ve En Nahda Hareketi’nin oluşturduğu koalisyon hükümeti halkın taleplerine cevap vermiyor. Mevcut yönetim değişene kadar halkı protestoları sürdürmeye çağırıyoruz,” açıklaması yaptı.[103]

Said, 2011’de “Arap Baharı”na yol açan gelişmeler öncesinde de yolsuzluk ve kaçakçılıkla suçlanan yaklaşık 450 üst düzey yetkilinin dosyasını gündeme getirmişti. Bu kişilerin en az 5 milyar dolar kaçakçılıkta bulunduğu öngörülüyordu.

Vatandaşın satın alım gücünü göz önünde bulundurarak tüccarlardan gıda fiyatlarını düşürmelerini de talep eden Said, 2011’den bu yana devlet bütçesinin dövizle finanse edildiği ülkedeki nadir doğal kaynaklardan olan fosfat üretiminin yeniden başlatılması çağrısı yaptı. Aynı zamanda üretimin durdurulması dosyasında yolsuzluk şüphelerinin çevrelediği, “dokunulmazlıktan yararlanan milletvekillerine,” değindi.[104]

İyi de neden ve darbeci Said kimdi?

Hatırlayın önce Mısır’da ABD tezgâhı darbe oldu; İhvan “ezildi”.

Şimdi de Tunus darbesi ile En Nahda “eziliyor”.

Yıllardır sola, ulusal hareketlere karşı “ılımlı” İslâmî hareketleri kullanan emperyalizm, şimdi kullanım tarihi geçenleri hedefine koydu.

“Örneğin… Rachida Ennaifer, ‘darbeci’ Cumhurbaşkanı Kays Said’in başkanlık ofisindeki iletişim başkanı bir gazeteci… Tunus’ta yayın yapan günlük Fransızca La Presse gazetesinin yöneticisi idi. Gazete, İhvan’a karşı kontr-terör mücadelesinden dolayı ABD’den fonlandı (Gazete, Tunuslu ve Fransız Yahudi doktor Henri Smadja tarafından 1934’de kurulmuştu. Kardeş gazetesi Arapça Assahafah.)

“Tunus’ta halkın ayaklanmasıyla gerçekleşen ‘Yasemin Devrimi’nin ardından başkan Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla birlikte ABD bu ülkeye bol keseden para akıtmaya başladı. 2011’de toplam para desteği 7.20 milyon dolar iken 2016’da bu rakam 134.4 milyon dolara ulaştı…

“ABD’nin Tunus kurumlarına yaptığı parasal yardımlar 517 sayfa tutuyor. Bilgiler gizli değil; www.foreignassistance.gov adresinden öğrenebilirsiniz.

“Para yardımlarının gerekçesini şöyle açıklıyorlar:

“i) ‘2014 ve 2015 ABD-Tunus Stratejik Diyalogları’ndan sonra başlatılan kritik programlara dayanmaktadır. ABD yardımı şunları amaçlamaktadır:

“ii) Demokratik süreçleri, iyi yönetişimi, şeffaflığı ve kapsayıcı katılımı kurumsallaştırmak…

“iii) Tunus polisi, jandarması ve ordusunun Tunus halkının güvenliğini sağlama ve bölgesel güvenliğe katkıda bulunma becerisini desteklemek…

“iv) Artan rekabet gücü, kapsayıcı fırsatlar ve iyileştirilmiş ekonomik yönelim temelinde sürdürülebilir ekonomik büyüme…’

“Fonların büyük çoğunluğunun güvenlik/terörle mücadele alanında verildiği görülüyor. Başka alanlara da veriyor. Örneğin: ABD ilk parasal yardımı 48 bin 129 dolar ile hukukun üstünlüğünü savunan kurumlara dağıttı. Benzeri fonların 159 bin 130 dolar vs. listesi uzayıp gidiyor. Hemen her sayfada ‘hukuk yardımları’ olması dikkat çekici. Çünkü: Nahda’ya karşı darbe yapan Cumhurbaşkanı Kays Said, hukukçu eski öğretim üyesi. 1995’den 2019 yılına kadar Tunus Anayasa Hukuku Derneği başkanlığını yaptı. Tunus anayasasını yazan ekipteydi.

“Peki, bu fonlama bilgisi Kays Said’in ‘darbeciliği’ konusunda bize yeterli bilgi sağlar mı?”[105]

Elbette; ancak bu noktada ABD palavralarına da itibar etmemekte fayda var!

“Nasıl” mı?

“Tunus’taki darbeye… Beyaz Saray’ın ilk tepkisi Basın Sekreteri Jen Psaki tarafından dillendirildi. Biden yönetiminin, ‘Tunus’taki gelişmelerden endişe duyduğu’, ‘durum hakkında daha fazla bilgi edinmeyi amaçladığı’, ve tüm taraflara sükûnet ve ‘demokratik ilkeler doğrultusunda ilerleme’ çağrısında bulunduğu ifade edildi,”[106] manipülasyonundaki gibi…

El özet: Kim ne derse, desin “Tunus’ta darbe halkın taleplerine yöneliktir.”[107]

Bu noktada yapılması gereken: “Ne darbe, ne En Nahda, çözüm halk demokrasisi için mücadele”dir…

Bilindiği gibi Tunus solu, “Ne Said ne En Nahda” diyerek çözümün ilerici güçlerin ortak mücadelesinden geçtiğini vurguladı sistemin bütününün değişmesi gerektiğini söyledi.

Tunus Emekçileri Partisi açıklamasında da “Ne darbe ne En Nahda, çözüm halk demokrasisi için mücadele” denildi. Said’in müdahalesini darbe olarak nitelediği, En Nahda hareketiyle bir ittifakın da reddedilmesi gerektiğinin altının çizildiği açıklamada, “Cumhurbaşkanı kendisinden bekleneni yaptı. İstisnai anti-demokratik önlemler, Said’in uzun süredir yürütme, yasama ve yargının yani tüm yetkileri tekeline alma çabasını somutlaştırmaktadır. Mutlak otokrasi sistemini yeniden kurmaya yönelik adımlar atıyor” denildi.[108]

YENİ DALGA

Tunus’ta tarihin gündem maddesine şimdi “Ne Said/Darbe ne En Nahda/İslâmcılık” diyen yeni bir dalga ihtiyacı damgasını vurmaktadır; tıpkı. Martin Luther King Jr.’un, “Özgürlüğün hiçbir zaman egemen tarafından gönüllüce verilmediğini, ezilenlerce talep edilmesi gerektiğini acılı deneyimler sonucu öğrendik,” haykırışındaki üzere…

2010’da yüzde 12 olan işsizliğin, 2015’te yüzde 15’in üzerine çıktığı Tunus’ta, işsizlerin en az üçte birini üniversite mezunları oluştururken;[109] emekçilerin ve gençlerin hiçbir temel sorunu çözülememişken; işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, pahalılık, geleceksizlik, despot yönetim devredeyken her şey mümkündür.

Mevcut sistemin hangi versiyonuyla olursa olsun köklü toplumsal sorunları çözmeleri mümkün değildir.

Evet, 14 Ocak 2011’de Bin Ali diktası yıkmasına yıkmıştı; ama burjuva üretim ilişkilerine dokunmadan aslî soru(n)lar asla çözülemezdi ve çözülemedi de. İşte Tunus tarihinin gündeminde “devrimi tamamlamak” var. 23 yıllık diktatör Bin Ali’nin kaçmasıyla ilk siyasi zaferini elde edilse de; yarım kalan başkaldırı ya tamamlanacak veya darbeci karikatürün sınırları devre dışı kalacaktır.

Sözünü ettiğimiz yönelime, kimileri -özellikle de liberaller- şüpheyle bakabilirler!

Ancak Raymond Aron’un, “Şüphecilik, devrim dilini konuşsa da devrimci olamaz,” uyarısı eşliğinde; V. İ. Lenin’in, “Gerçeklik her türlü kuramdan daha sinsidir,” saptaması kulaklara küpe edilmelidir.

Ayrıca hayat, onu yaşayarak yaratıp, değiştirebildiğimiz kadardır; ötesi ya beklentidir.

Mesele umutla yapmak, yaratmak, değiştirmektir. Bunlar olduğunda bir yol bulunur. Ancak belirtmeden geçmeyelim: Bedel ödemeden, hiçbir şey elde edilemezken; başarılar fedakârlıklarla, cesaretle elde edilir.

“Cesaret” dedik; o korkmamak değil, korkuya, tehditlere rağmen cürete edebilmektir.

Zaten sözünü ettiğimiz cüreti değerli kılan, yerküre mutsuzluk içinde kendilerini yiyip bitiren insanlarla doluyken; bunlara aldırmadan gerçeğe ulaşmak için göze alabildiği ısrardır/vazgeçilemezdir.

Malum; “Hayata değer vermeyen onu hak etmemiştir,” der Leonardo da Vinci…

O hâlde Turgut Uyar’ın, “Bir ihtimalken bile güzelsin,” diyen umuduyla; George Orwell’in, “Geleceğin resmini istiyorsan, insan yüzü üzerinde sonsuza dek tepinen bir çizme düşle,”[110] tespitine itibar etmeyenler olarak diyeceklerimizi noktalarsak:

Emek eksenli insan(lık) hareketi ya da kolektif proletarya hayal ettiği her şeyi yaratabilir.

Federico García Lorca’nın, “Yeryüzünde attığımız her adım bizi yeni bir dünyaya ulaştırır,” diye formüle ettiği bu güzergâhta kapitalist kötülüğün/düzensizliğin tedavisi, daha fazla özgürlüktür. Çünkü emeğin özgürlüğünden daha önemli bir şey yoktur.

23 Eylül 2021, Çeşme Köyü.

Dipnotlar…

[1]    Doris Lessing.

[2]    Hüsnü Mahalli, “Tunus Dersleri”, Yurt, 29 Ekim 2014, s. 8.

[3]    Bkz: Temel Demirer, “Tunus’tan Mısır’a İsyanın Öğrettiği”, Newroz, Yıl: 4, No: 162, 9 Şubat 2011; Newroz, Yıl: 4, No: 163, 16 Şubat 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 164, 23 Şubat 2011… Temel Demirer, “İkinci Perde: Tunus ile Mısır’dan Libya ile Suriye’ye”, Newroz, Yıl: 5, No: 195, 8 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 196, 15 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 197, 22 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 5, No: 198, 30 Aralık 2011; Newroz, Yıl: 6, No: 199, 12 Ocak 2012; Newroz, Yıl: 6, No: 200, 19 Ocak 2012…

[4]    “Bahardan Kaosa…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2013, s. 12.

[5]    Hüseyin Baş, “Tunus Nereye?”, Cumhuriyet, 12 Mart 2012, s. 8.

[6]    Joseph Daher, “Tunus’un Geleceği Ne Olacak?”, Gündem, 4 Kasım 2011, s. 12.

[7]    “Sağduyu dağınık kavramların kaotik bir toplamıdır, kişi burada işine gelen her şeyi bulabilir.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri (Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler), çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 1986).

[8]    Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri (Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler), çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 1986.

[9]    Alev Yıldırım, “Khedija Arfaoul: Tunus’ta Yaza Dönmeyen Bahar”, Evrensel, 16 Temmuz 2012, s. 8.

[10]  Murat Selenoğlu-Evrim Kepenek, “Tunus’ta İslâmcılar Kazandı Denemez”, Evrensel, 12 Kasım 2011, s. 8.

[11]  Rachel Shabi, “Tunus, Artık Arap Baharı’nın Simgesi Değil”, Radikal, 12 Şubat 2013, s. 17.

[12]  Orhan Bursalı, “Tunus Ders Veriyor: Siyasal İslâm Özgürlükçü Olabilir mi?”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2015, s. 6.

[13]  Immanuel Wallerstein, “Tunus ve Mısır’daki Çalkantılar Devrimlerin Başlangıcı mı, Sonu mu?”, Gündem, 26 Şubat 2013, s. 11.

[14]  Ureyb Errentavi, “Marzuki ve Birlik Yolunda ‘Beş Özgürlük’…”, Zaman, 17 Şubat 2012, s. 24.

[15]  Serge Halimi, “Tunus’ta Demokrasinin İlk Adımları Atılıyor”, Counter Punch, 9 Ekim 2011.

[16]  Baskın Oran, “Dertli Ama Şanslı: Tunus”, Radikal İki, 26 Haziran 2011, s. 12.

[17]  Abdurrahman Er Raşid, “Tunus Arapların Türkiye’si Olur mu?”, Şark ül Evsat, 28 Ekim 2011.

[18]  Nilgün Cerrahoğlu, “Ennahda’dan Laiklik Dersi”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2016, s. 7.

[19]  Yasin Aktay, “Tunus’ta Nahda’nın Devrim Nöbeti”, Yeni Şafak, 14 Kasım 2013, s. 10.

[20]  Yasin Aktay, “Devrim İhraç Eden Tunus Darbe İthal Etmiyor”, Yeni Şafak, 10 Şubat 2014, s. 8.

[21]  Koray Çalışkan, “Tunus’un Gözü AKP’de”, Radikal, 28 Ekim 2011, s. 16.

[22]  Yüksel Taşkın, “Tunus-Türkiye Benzerliği”, Radikal, 1 Mayıs 2012, s. 18.

[23]  Murat Yetkin, “Bravo Gannûşî, Yaşasın Cumhuriyet”, Radikal, 29 Ekim 2011, s. 12.

[24]  İbrahim Varlı, “Siyasal İslâm’a Karşı Tunus Dersleri”, Birgün, 15 Ocak 2019, s. 4.

[25]  Nilgün Cerrahoğlu, “Tunus Kadar Olamamak”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s. 10.

[26]  Hüseyin Hayatsever, “Hüseyin Pazarcı: Arap Baharı’nın Sonuna Doğru Gidiliyor”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2021, s. 8.

[27]  Rıza Saygılı-Mehmet Özer, “Ekmek, Özgürlük ve Ulusal Onur”, Evrensel Hayat, 31 Temmuz 2011, s. 9.

[28]  “Tunus, Arap Baharı Günlerine Döndü”, Milliyet, 23 Ocak 2016, s. 21.

[29]  Nur Batur, “Devrimi Zaten Bekliyorduk”, Sabah, 28 Ocak 2012, s. 17.

[30]  “Tunus’ta ‘Gericiliğe Hayır’…”, Cumhuriyet, 22 Mart 2012, s. 13.

[31]  Elif Görgü-Deniz Uztopal, “Mortaza Labidi: Burjuvaziye Karşı Halk İttifakı Tercih Değil Zorunluluktur”, Evrensel, 21 Kasım 2014, s. 9.

[32]  Gilbert Achcar, “Oportünistler ve Devrim Ana”, Gündem, 8 Şubat 2012, s. 11.

[33]  Hüseyin Saygılı, “Tunus’ta Eski Tas Yeni Hükümet”, Evrensel, 9 Ocak 2015, s. 11.

[34]  Rüya Yüksel, “Hamma Hammami: Devrim Yeni Bir Aşamaya Girebilir”, Birgün, 30 Ekim 2012, s. 10.

[35]  “Tunus’un İşkence Dosyası Kabarık”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s. 13.

[36]  “Tunus’ta Bin Ali’yi Hatırlatan Yasa Taslağı”, Evrensel, 8 Mayıs 2015, s. 10.

[37]  “Tunus Emekçileri Partisi’nden OHAL’e Tepki Bildirisi”, Evrensel, 13 Temmuz 2015, s. 11.

[38]  Sami Kohen, “Devrimden Üç Yıl Sonra Tunus”, Milliyet, 17 Aralık 2013, s. 12.

[39]  Nur Batur, “Model Türkiye Ama Yeni Anayasa Laik Olmayacak”, Sabah, 29 Ocak 2012, s. 19.

[40]  Emma Graham-Harrison, “Tunus’ta Öfke Yine Patlıyor”, Birgün, 22 Ocak 2018, s. 5.

[41]  Elizia Volkmann, “Halk Sistemden Bıkmış Durumda”, Birgün, 29 Temmuz 2021, s. 5.

[42]  Joseph Stiglitz, “Sağlıklı Demokrasi İçin Tunus’a Yardım Eli Uzatın”, The Financial Times, 25 Mayıs 2011.

[43]  “Tunus’ta 650 Bin Emekçi Hayatı Durdurdu”, Birgün, 18 Ocak 2019, s. 4.

[44]  “Genel Grev Hazırlığı: Tunus’un Pusulasını Yeniden Ayarlayacağız”, Evrensel, 9 Ocak 2019, s. 9.

[45]  Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “Tunus, Sudan, Lübnan: Yeni Halk Hareketine Doğru”, Evrensel, 21 Ocak 2019, s. 9.

[46]  Gülsin Harman, “Choukri Hmed: Ordu Darbe Yapabilir”, Milliyet, 8 Şubat 2013, s. 25.

[47]  “Tunus’ta Gösteriler Hız Kesmedi”, Birgün, 12 Ocak 2018, s. 4.

[48]  Ergin Yıldızoğlu, “Daha Ne Bekliyoruz!”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2018, s. 9.

[49]  “Dipten Gelen Dalga”, Birgün, 23 Ocak 2021, s. 5.

[50]  Hayrettin Karaman, “Gannûşî’yi Doğru Anlamak”, Yeni Şafak, 29 Temmuz 2012, s. 2.

[51]  “Dinin Siyasette Yeri Yok”, Hürriyet, 20 Mayıs 2016, s. 16.

[52]  Ceyda Karan, “Tek Adam Olmadılar… Seküler Damarın Zaferi”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2016, s. 7.

[53]  “Dünyanın Merak Ettiği Adam”, Hürriyet, 27 Ekim 2011, s. 11.

[54]  Nihal Bengisu Karaca, “Türkler Olmasaydı Bugünkü Gibi Bir Müslümanlık Olmayabilirdi”, Habertürk, 22 Ekim 2012.

[55]  “Arap Baharı Yeşillendi”, Hürriyet, 25 Ekim 2011, s. 14.

[56]  Le Monde, 19 Mayıs 2016, Foreign Affaires’in Eylül/ Ekim 2016.

[57]  Racih Elhuri, “Nahda’nın Tunus’u Nasıl Olur?”, Nehar, 29 Ekim 2011.

[58]  Ayşe Böhürler, “Güleryüzlü ve Eşitlikçi Lider”, Yeni Şafak, 3 Mart 2013, s. 17.

[59]  “Tunus’un İslâmcıları Liberalleri Kandırdı mı?”, Milliyet, 3 Ağustos 2012, s. 21.

[60]  Abdurrahman El Raşid, “Gannûşî’nin Vaatleri Gerçek mi?”, Şark ül Evsat, 18 Temmuz 2011.

[61]  Cumali Önal, “Tunus, Devrimden Sonra Bölgede Demokrasinin de Öncüsü Olmak İstiyor”, Zaman, 27 Ekim 2011, s. 21.

[62]  Leyla Tavşanoğlu, “Olfa Khalil Arem: Amacı Diktatörlük”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2012, s. 6.

[63]  Mehmet Y. Yılmaz, “Gannûşî de Dişini, Yumruğunu Sıkıp Bekliyormuş!”, Hürriyet, 16 Ekim 2012, s. 21.

[64]  Kamil Tekin Sürek, “Tunus’un AKP’si”, Evrensel, 27 Ekim 2012, s. 2.

[65]  “80 Kırbaç Yesin”, Hürriyet, 31 Aralık 2012, s. 17.

[66]  Ergin Yıldızoğlu, “Müzede Katliam”, Cumhuriyet, 23 Mart 2015, s. 9.

[67]  Mustafa K. Erdemol, “Tunus Halkı Farkını Gösterdi”, Birgün, 12 Ocak 2017, s. 4.

[68]  “Tunus İçişleri Bakanı’ndan ‘Cihad El Nikah’ Açıklaması”, Hürriyet, 20 Eylül 2013… http://www.hurriyet.com.tr/planet/24752382.asp

[69]  “Aileler ‘Seks Cihadı Yalan’ Diyor Ama…”, Radikal, 30 Ekim 2013, s. 25.

[70]  “Tunuslu Selefîler İslâmcı İktidara Meydan Okuyor”, Radikal, 20 Mayıs 2013, s. 20.

[71]  Ergin Yıldızoğlu, “Tunus’ta ‘Kırmızı Pazartesi’…”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2013, s. 11.

[72]  “Tunus’ta Bu Sefer İslâmcılar Sokakta”, Milliyet, 10 Şubat 2013, s. 27

[73]  Ali Karataş, “Tunus’ta Hükümet Krizi ve İhvan’ın İnfaz Timleri”, Evrensel, 15 Ekim 2018, s. 10.

[74]  “Tunus’ta Müzeye Kanlı Baskın: 21 Ölü”, Cumhuriyet, 19 Mart 2015, s. 17.

[75]  Ekin Akyaz, “Tunus’ta Sokaktan Başka Seçenek Yok”, Birgün, 14 Ocak 2019, s. 4.

[76]  Hüseyin Saygılı, “Hamma Hammami: Devrimin Tek Hedefi Diktatörlük Değildi”, Evrensel, 3 Ocak 2013, s. 11.

[77]  Yeşim Turan, “Tunus Solundan Birleşme Çağrısı”, Birgün, 5 Ocak 2019, s. 4.

[78]  Hamza Hamouchene, “Tunus: Kemer Sıkma Karşıtı Protesto ve Egemenlik Talebi”, 2 Mart 2018… http://sendika62.org/2018/03/tunus-kemer-sikma-karsiti-protesto-ve-egemenlik-talebi-hamza-hamouchene-478024/

[79]  “Tunus’ta Çöp İsyanı”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2012, s. 9.

[80]  Soner Torlak, “Tunus: Bir Bahar Denemesi, Yeniden!”, 19 Şubat 2016… http://sendika9.org/2016/02/tunus-bir-bahar-denemesi-yeniden-soner-torlak/

[81]  “Tunus’ta Genel Grevler Zamanı”, Evrensel, 26 Kasım 2018, s. 10.

[82]  Selin Asker, “Tunus Halkı İsyanda: Çaldığınız Devrimi Geri Verin”, Birgün, 18 Aralık 2020, s. 4.

[83]  Özlem Temena, “Kadınlar Gerçek Bir Eşitlik İçin Mücadele Ediyor”, Evrensel, 2 Haziran 2013, s. 2.

[84]  “Tunus’ta Kadınların İsyanı”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2012, s. 12.

[85]  Zeynep Oral, “Arap Baharı – Kadınların Sonbaharı…”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2012, s. 17.

[86]  “Gericiliğe ve Saldırılara Karşı Kadın Vekiller Açlık Grevinde”, Birgün, 15 Ocak 2021, s. 5.

[87]  Utku Çakırözer, “Tunus ‘Demokrasi’ Arıyor”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2011, s. 8.

[88]  Bater Muhammed Verdem, “AKP’nin Arap Modeli: Nahda”, Düstur, 27 Ekim 2011.

[89]  Utku Çakırözer, “Ennahda’ya Gönüllü Destek”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2011, s. 12.

[90]  “Seçimler Adil Değildi”, Evrensel, 5 Kasım 2011, s. 8.

[91]  Yakup Kepenek, “Tunus Sayıları”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s. 11.

[92]  Hüseyin Saygılı, “Tunus’ta Koalisyon Pazarlıkları Başladı”, Evrensel, 6 Kasım 2014, s. 11.

[93]  “AKP Kampanyası Ters Tepti”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2014, s. 15.

[94]  Noureddine Baltayeb, “Tunus’ta İslâmcılar Neden Kaybetti?”, 8 Kasım 2014… http://www.sendika.org/2014/11/tunusta-İslâmcilar-neden-kaybetti-noureddine-baltayeb/

[95]  Onur Erem, “Tunus Halk Cephesi: Mücadele Şimdi Başlıyor”, Birgün, 6 Kasım 2014, s. 13.

[96]  İbrahim Varlı, “Tunus’un Seçimi”, Birgün, 23 Aralık 2014, s. 11.

[97]  The New York Times, 30 Ekim 2014.

[98]  The Washington Post, 30 Ekim 2014.

[99]  Ergin Yıldızoğlu, “Yeni ‘Model’ Ülke”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s. 11.

[100] Buse Zengin, “AKP’nin Kopyası Tunus’ta Kaybetti”, Yurt, 29 Ekim 2014, s. 8.

[101] Bedri Baykam, “Tunus, Dinci Siyaseti Nasıl Alt Etti?”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2015, s. 13.

[102] İbrahim Ö. Kaboğlu, “AKP, Anayasa Darbesi, Ennahdha”, Birgün, 12 Ağustos 2021, s. 9.

[103] “Kılıçlar Çekildi”, Birgün, 27 Temmuz 2021, s. 4.

[104] “Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Ekonomik Çıkış Arayışında”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2021, s. 13.

[105] Soner Yalçın, “Tunus’un Fonlanması”, Sözcü, 28 Temmuz 2021, s. 12.

[106] Nader Hashemi, “Tunus’a Karşı Biden’ın Umursamazlığı”, Birgün, 4 Ağustos 2021, s. 5.

[107] “Tunus’ta Halkın Taleplerine Darbe”, Atılım, Yıl: 1, No: 22, 30 Temmuz 2021, s. 21.

[108] “Ne Said Ne Nahda Çare Halkın İktidarı”, Birgün, 28 Temmuz 2021, s. 4.

[109] “Tunus’ta Yeniden Başlayan İsyan, Tüm Ülkeye Yayılıyor”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2016, s. 8.

[110] “Tunus’ta Yeniden Başlayan İsyan, Tüm Ülkeye Yayılıyor”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2016, s. 8.

 

Karanlığa ve çürümeye karşı ekmek, adalet, özgürlük için ileri *

“Bir deli rüzgâr da benim ülkeme esse,

bunca acıyı, kederi,

kalp kırıklıklarını alıp götürse.”[2]

Biz yoksullar, ezilenler, ötekileştirilenler ya da işçiler, kadınlar, Kürtler, Alevîler veya yeryüzünün lanetlileri, yani Sarıgazi emekçileri… Biz bir kez daha ısrar ve umutla karanlığa ve çürümeye karşı ekmek, adalet, özgürlük talebiyle buradayız…

Dört yanımızı kara bulutlar sarıp, fırtınalar sarsıyorken ölüm ve acı karşımıza dikilse de; zulme ve zalime inat onlara “Hayır” demek, cesaret ve inançla itiraz etmek için buradayız.iz yoksullar, ezilenler, ötekileştirilenler ya da işçiler, kadınlar, Kürtler, Alevîler veya yeryüzünün lanetlileri, yani Sarıgazi emekçileri… Biz bir kez daha ısrar ve umutla karanlığa ve çürümeye karşı ekmek, adalet, özgürlük talebiyle buradayız…

Biz ekmek, adalet ve özgürlük mücadelesinde her gün, her saniye ölümlerle doğan halkız…

Gerçek(ler)in hayal olmadığını, ancak hayaller(imiz)in gerçek olacağı bilinciyle buradayız…

Evet, her şeyin hareket hâlinde olduğu ve hiçbir şey sonsuza dek kal(a)mayacağı bilinciyle hayata tutunan bizler, “Aç bırak itaat etsin, cahil bırak biat etsin,” diye haykıran egemen zorbalık karşısında; insan(lık)ın doğrudan eylem, düşünce ve itirazının en etkili silah olduğunu; bilginin onu pratiğe dökmediğimiz sürece bir değer taşımayacağını biliyoruz…

Albert Camus’nün, “Devrimci düşünce, tam anlamıyla insanın, insanlık durumuna karşı çıkışıdır,” uyarısı doğrultusunda, karanlıklardan korkmuyor ve on(lar)a meydan okuyoruz.

Şimdiye dek hiç kimsenin, doğru yolda kaybolmadığı, kaybolmayacağı indimizde aşikârken; “Çoğu zaman geceyi bir dinlenme vakti olarak düşünür ve anlatırsınız; oysa, gerçekte gece bir arayış ve buluş vaktidir,” diyen Halil Cibran’ı unutmuyoruz.

Bir de Gustave Flaubert’in, “Erdemin birinci ilkesi burjuvalardan nefret etmektir,” haykırışını…

* * * * *

Evet kapitalist sömürücülerden, aşımıza ekmeğimizi gasp edenlerden nefret ediyoruz!

Çünkü Eduardo Galeano, “Açlığı öldürmek yerine açları öldüren, ölüm musibetinden muzdarip bu dünya, bütün insanları doyurmaya fazlasıyla yetecek kadar yiyecek üretiyor… Mutlu azınlığın doyması için yığınların açlıktan ölmesi gerekir,” notunu düştüğü kapitalizmin vahşet dünyasında “Bazıları açlıktan ölüyor, bazılarıysa hazımsızlıktan. Emeğin gaspını garanti etmek için dünyada doktorlardan 25 kat fazla asker var,” diye ekliyor…

Örneğin Jeff Bezos’un, “8.4 milyar doları bir günde kazandığı”[3] cinnet tablosunun sorumluları burjuvalardır!

“Amazon’un CEO’su Jeff Bezos, dünyanın en zengin insanı unvanını Tesla CEO’su Elon Musk’tan geri aldı ve 191 milyar dolarla yeniden zirveye yerleşti. Tesla CEO’su Elon Musk ise 190 milyar dolarlık servetiyle ikinci sıraya geriledi. Dünyanın en zenginleri listesinde üçüncü sırada ise 137 milyar dolarlık servetiyle Microsoft’un patronu Bill Gates bulunuyor.”[4] Ve Bezos’ların, Musk’ların, Gates’lerin dünyasında  her yıl yirmi milyon çocuk açlık ve açlığın yol açtığı hastalıklardan dolayı ölüyor.

Bir buçuk milyar insan açlıktan dolayı ölümle yüz yüzedir.

‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre, dünya nüfusunun yüzde 53’ü yani 4.1 milyar insanın ulusal sosyal koruma sistemlerinden hiçbir gelir güvencesi yok.[5]

Yoksul Güney’de insanların yüzde 50’si için günlük ortalama kalori tüketimi, Nazi kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit hâle gelmiştir.

İki milyar insan temiz içme suyundan yoksundur.

Yaklaşık iki milyar insan hiç doktor yüzü görmemiştir.

Üretilen değerlerin yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan zenginlerce tüketilirken, nüfusun yüzde 80’ini oluşturan yoksullar toplam değerlerin yüzde 20’si ile yetinmek zorundadır.

Almanya’da kişi başına düşen gelir, Etiyopya’da kişi başına düşen gelirin yaklaşık 300 mislidir.

Etiyopya’da ortalama yaşam süresi 40, Almanya’da 78’dir.

Dünyadaki servetin önemli bir kesimi en zengin yüzde 1’in elinde birikmiş durumdayken; ‘Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, bölgesel açıdan servet eşitsizliğinin en çok olduğu Ortadoğu’nun en zengin yüzde 10’luk kesimi burada toplam servetin yüzde 61’ini elinde tutuyor.[6]

‘BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) raporuna göre dünya üzerinde 82 milyon 400 bin insan şiddet ve insan hakları ihlâlleri nedeniyle yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. 2020’de coronavirus nedeniyle getirilen seyahat kısıtlamalarına rağmen 2019’a göre yaklaşık üç milyon insan daha yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu rakam yüzde 4’lük artışa tekabül ediyorken;[7] üç yılda bir milyona yakın çocuk sürgünde doğdu![8]

Ayrıca üç yılda, 35’i bebek olmak üzere en az 440 mülteci ve göçmen çocuk Avrupa’ya giderken öldü. Bu sayının içinde 35 bebek ve 33 hamile kadın da var. Çocukların çoğu Fas, Libya ve Türkiye’den Avrupa anakarasına ulaşmaya çalışırken hayatını kaybetti![9]

Biz(ler) bu savaş, yıkım, açlık, zulüm ve ekolojik yıkım tablosuna “Hayır” demek, itiraz etmek için buradayız!

* * * * *

Evet, açız ekmek istiyoruz! Ekmeğimizi çalanlardan nefret ediyoruz…

“Neden” mi? Yoksulluk zirve yaptı.

Yoksul nüfus 16 milyonu geçti…

Her üç kişiden biri, “Durum daha kötüye gidiyor”, her dört kişiden üçü “Gelir gideri karşılamıyor,” derken!

Ayrıca her üç kişiden biri yoksulluk sınırında yaşıyorken;[10] Mart 2020’den Haziran 2021’e kadar pandemi koşulları altında geçen süreçte Türkiye’de yaklaşık 8 milyon çalışan yoksullaştı, milyoner sayısı 112 bin artışla 358 bin 760 kişiye ulaştı![11]

Aynı Türkiye’de sanayi devlerinin 2020 yılı kârı yüzde 50 artarak 92.5 milyar TL oldu![12]

Evet, işçi-emekçilerin yaşam şartları her geçen gün zorlaşırken holdingler kârlarına kâr katmaya devam ediyor. 2021’in ilk çeyreğinde Sabancı Holding kârını yüzde 47, Koç Holding yüzde 45 arttırdı![13]

Koç Holding’in 2021 ikinci çeyreğinde net kârı 3 milyar 201 milyon TL ile beklentilerin üzerinde gerçekleşirken;[14] Türkiye’deki en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46.3, en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 6.2 oldu ve aradaki fark ise 7.5 kat![15]

Özetle kapitalizmin adaletsizliği her geçen gün daha geniş kesimler için bilinir, daha çok hissedilir olmaya devam ediyorken; 2019’da net kâr 953 milyon lira olan Arçelik, 2020’de kârını yaklaşık 3 kat artırarak 2 milyar 879 milyon liraya çıkardı. Böylece Arçelik’in 2020 büyümesi yüzde 202 oldu. 2021’in ilk üç ayındaki kârı da yüzde 295 arttı.

Sarkuysan’ın 2019’da 88.8 milyon lira olan kârı, 2020’de 248 milyon lirayı aştı.

Koç Holding ve Ford Grubuna ait Ford Otosan ise 2020’de yüzde 114 kâr artışı sağlarken, 2021’in ilk 3 ayında artış yüzde 189’a tırmandı.[16]

Bunlar böyleyken; ‘Birleşik Metal İş Sendikası Araştırma Merkezi’nin (BİSAM) ‘Açlık ve Yoksulluk Sınırı Mart 2021’ araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 2 bin 716 TL, yoksulluk sınırı ise 9 bin 395 TL olarak hesaplandı. Yani açlık sınırı 18 yılda 6.51 kat arttı.[17]

Verili tabloda Metropoll’ün ‘Türkiye’nin Nabzı 2021 Nisan Ayı Araştırması’ sonuçlarına göre, halkın yüzde 26.6’sı şu anki gelirleri ile temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığını belirtirken;[18] bireysel kredi alanlar 1 yılda 2.3 milyon kişi artıp, 34.4 milyonu aştı.[19]

Ayrıca 2018 Haziranı’ndan 2021 Haziranı’na dek yurttaşların bankalara ve finansman şirketlerine toplam borcu 270 milyar lira artarak 894 milyar TL’ye yükseldi.[20]

Bireysel kredi borcunu 2021 Mayısı’nda 108 bin, 2021’in ilk 5 ayında 291 bin kişi ödeyemedi.[21]

Kişi başına düşen gelir 8 bin 599 dolara düşerek son 13 yılın en düşük seviyesine indi.[22]

Tüm bunlar böyle olunca da Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala, “Pandemi en çok yoksul kesimi vurdu, ekonomik krizler de vatandaşın sağlığında olumsuz sonuçlara neden oldu,”[23] diyor.

Özetle ‘Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre 2002’den bu yana 54 bine yakın insan yaşamına son verdi. 2002’de 2 bin 301 olan intihar sayısı 2019’da 3 bin 406’ya yükseldi. İntihar gerekçelerinin başında hastalık yer alırken onu aile geçimsizliği ve geçim zorluğu izliyor. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin raporuna göre ise 8 yılda en az 502 işçi intihara sürüklendi. Söz konusu intiharların gerekçelerinde borç, işsizlik gibi ekonomik nedenler başta geliyor.[24]

Örneğin 2021’in Mart ayında 112 kişi intihar etti, en dramatiği ise 18 yaş ve altında canına kıyan 13 çocuktan ikisi 14 yaşında, ikisi 15 ve altısı 18 yaşında.

Kocaeli Üniversitesi’nden psikiyatri Prof. Dr. Mustafa Yıldız, 2012’ye kadar intihar edenlerin sayısı yılda 2 binli sayılarla ifade ediliyordu. Ama 2012’den sonra 3 binli sayılara geçildi. TÜİK verilerine göre 2018’de 3 bin 161 kişi intihar etti. 2019’da yıllık intihar sayısı 3 bin 406. Yani günde 9 kişi.[25]

Mevcut hâli, “İçinde bulunulan durumdan kolay bir çıkış görünmüyor,”[26] vurgusuyla ifade eden Prof. Dr. Özgür Orhangazi’nin sözlerine; Prof. Dr Öner Günçaydı’nın, “Bu işin sonu felaket”;[27] Uğur Gürses’in, “Kralın çıplak olduğu bir noktaya gelindi,”[28] tespitlerini de eklemeden geçmeyelim…

Şimdi Nâzım Hikmet’in, “Eğer adalet istiyorsan, zenginlerin sözlerine değil, fakirlerin gözlerine bakacaksın,” sözlerinin altını çizerek Eduardo Galeano’ya kulak verme zamanıdır:

“Sessizleştirerek öldüren açlık, sesini çıkarmayanları öldürüyor… Bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. Sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı giydiriyor olmasın?”[29]

* * * * *

Yanıt, Bu zulmün bir sınıflı toplum klasiği ya da bozulması gereken egemen bir oyun olduğudur!

Karl Marx’ın Bonn Üniversitesindeki hocası Ludwig Gall’in ifadesiyle, “Zenginlerle çalışanların çıkarları taban tabana zıt birbirine; emekçiler sefalete düştükçe zenginlerin yüzü güler refahı artar”ken, ekler Max Horkheimer da: “İnsan ancak çalıştığı kadar değerlidir. Özgürlük kavramı tam da bu noktada devreye girer.”

Gerçekten de Mao Zedung’un, “Sınıflı bir toplumda, herkes belirli bir sınıf statüsü içinde yaşar ve sınıf izini taşımayan, hiç bir düşünce yoktur,” diye tarif ettiği tabloda -bugünümüzü anlatırcasına!- Karl Marx hepimize hatırlatır:

“Tükettiğinden daha fazla zenginlik üreten tek bir toplumsal sınıf vardır, o da işçi sınıfıdır ve tüketilen ile üretilen arasındaki bu fark, doğal kaynaklar, makineler, ulaşım araçları, finansal krediler gibi üretim araçlarının tek sahibi olma stratejik konumlarının sayesinde, başka insanlarca gasp edilir; işçiler üretim araçları olmadan bir şey yaratamazlar, oysa bunlara sahip olmak, insanlığın geri kalanını açlığa mahkûm etme ya da kendi istediği şartlarda teslim alma gücünü verir.”

Soruna coğrafyamız açısından bakacak olursak: Zor bela geçinmeye “çalışan” milyonlarca emekçi, özellikle asgari ücretliler, yalnız olduğunu düşünen ve ülkeyi terk etmek isteyen gençler, güvencesizliği hem sosyal konumlarından hem de kimliklerinden dolayı yaşayan kadınlar, 65 yaş ve üstü çalışmak zorunda yaşlılar, EYT’liler, işsizler ama belki de özellikle genç işsizler, borçlu öğrenciler, ev işçileri, kuryeler vd.leri… Her gün daha derin bir sömürüye maruz bırakılıyorlar!

Kolay mı?

Thomas More’un, “Mülk sahipliğini ortadan kaldırmak, memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf, yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır,”[30] diye tarif etti hâli şöyle açıklar Karl Marx:

“Kapitalist üretim amacı ürün değil, artı-değerdir.”[31]

“Toplum denilen şeyin devamlı çabası, üretken emekçiyi, kendi emeğinin ürününün elden geldiğince küçük bir kısmı karşılığında çalıştırmak için kandırmak, aldatmak, korkutmak ve zorlamak olmuştur.”[32]

“Emeğin toplumsal olarak gelişmesi ve böylece zenginlik ve kültür kaynağı hâline gelmesi ölçüsünde, çalışanlar arasında yoksulluk ve sefalet, çalışmayanlar arasında zenginlik ve kültür gelişir.”[33]

Yıkılarak aşılması gereken, tam da bu insanlık hâli/durumudur…

* * * * *

Hem de “Kapitalizmle birlikte burjuva siyasetinin de çöktüğü”[34] yerkürenin her yerinde ve elbette “Kapitalizm-Devlet-Mafya”[35] kıskacındaki coğrafyamızda da!

Coğrafyamız şu an 90’lardan bile çok daha geriye gitmiş hâlde. Artık mafya yeraltında değil herkesin gözleri önünde. İktidarın söylemlerine ve uygulamalarına, mahkemelerin kararlarına, seçimlere, Meclis’ten çıkan yasalara, bürokrasiye, kayyumlara mafyöz yönetim biçimi tamamen yerleşti.

Kolay mı? Mafya yasadışı kapitalizm; kapitalizm de yasal mafyayken ortada “Korkulan/Korkutan Bir Prens” vardır!

Siyasetbilimin kurucusu olarak anılan Niccolo Machiavelli’nin ‘Prens’ yapıtı, güçlü devleti yaratmak için “Prens”in sevilen değil, korkulan bir kişiliğe sahip olmasının zorunlu olduğuna değinir.

Korkulan bir “Prens” olmak, sevilen bir “Prens” olmaktan iyidir der. Sevgi, kişilerin kendinden kaynaklanan bir olgudur ve insanlar kendi özgür iradeleri ile severler, korku ise kaynağını kişilerin dışında yaratır. Prens korku yaratırsa bunun kaynağı kendisi olur.

Akıllı bir “Prens” ülke yönetiminde etkili olmak için kendisinden kaynaklanan araçları kullanırsa halkını denetim altında tutar ve egemenliğini tartışmasız sürdürür.[36]

Önemli olan halk değildir. Önemli olan güçlü devlet ve güçlü liderdir; tıpkı coğrafyamızdaki totaliter rejim gibi…

Söz konusu hâlde süreç olarak faşizmin “demokrasi”yi çürüterek yolunu açması yanında; “Faşist olduklarını bilmeyen ama zamanı geldiğinde bunu öğrenecek bir sürü insan var”;[37] Umberto Eco’nun, “XXI. yüzyıl insanın yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır,” saptamasıyla hepimize anlattığı üzeredir hemen her şey…

Verili çürüme tablosunda unutulmaması gereken çok önemli bir şey daha: “Marx’a göre çürümüşlük sokakları dolduran geçmişin kiri pası değildir yalnızca. Sınıfların bozulmasının ürünüdür ve iki karşıt biçim alabilir. Bir etkin çürümüşlük vardır, yani kastlar düzenine saldıran ve sınıfları ölüme götüren iyi bozulma. Bir de edilgin çürüme vardır, yani sınıfları olduklarından aşağı düşüren kötü bozulma. Bir sınıfın ‘lumpenleşmesi’, kendini sıkı sıkıya korumaya dönmesidir. Aynı zamanda bireyler toplamına indirgenerek bozulması demektir. Kötü bozulma ile iyi bozulma nasıl karşıtsa, lumpen-proletarya ile proletarya da öyle karşıttır: Biri sınıf bile olmayan bir sınıf, diğeri sınıf olmaktan çıkmış bir sınıf. Parasını burjuvazinin verdiği serseriler ordusu şeklindeki fantazmatik imge, daha korkulası olan şu sırrı barındırır: İşçi sınıfından işçi sınıfına karşı bir ordu toplamak her zaman mümkündür.”[38]

Yani süreç olarak “yeni” hâliyle faşizm, eskisinden çok daha sinsi ve tehlikelidir; yaşa(tıl)dığımız üzere…

* * * * *

İzaha gayret ettiğim tehlikeli gidişata “Dur” diyebilmek için itiraza, emek eksenli birleşik özgürlük ve adalet arayışına ihtiyacımız var…

Evet “Hayatta olmak bir tehlike, düşünmek bir günah, karnını doyurmaksa bir mucize”yken;[39] biliyoruz ki, “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor.”[40]

Örneğin 2017’de ‘Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 99’uncu sırada yer alan Türkiye, 2020’de 107’nci sıraya gerileyerek Nijerya, Mısır Kongo, Kamboçya gibi ülkelerle aynı kategoride yer alırken; 2018, 2019 ve 2020’de “özgür olmayan” ülkeler kategorisine geriledi.[41]

Aurelius Augustinus’un, “Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?” sorusunu hatırlatan tabloda hakikâti arayıp, itiraz eden kim olursa olsun zulüm görse de; özgürlük, zincire vurulmuş olmamaktır her zamanki gibi…

Ki bu da Karl Marx’ın,“İnsanlığın soyluluğu, çalışma ile sertleşmiş çehrelerde parlar”;[42] Henri Lefebvre’in, “İnsan, ancak insanca bir dünya yaratarak insanlaşır,”[43] ifadelerindeki üzere sosyalist olmakla mümkündür…

Elbette “Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir. Yenilen ordular iyi öğrenir,” diyen V. İ. Lenin’in, “Genellikle tarih, özellikle de devrim tarihi, en iyi partilerin, en bilinçli öncülerin ve en ilerici sınıfların düşündüklerinden daima, çok daha zengin içerikli, çok daha değişik görüntülü, çok daha çeşitli, daha canlı ve daha ‘kurnaz’dır,”[44] uyarısı ile birlikte “Kitleler ile yakın ol. Onlarla birlikte yaşa. Ruh hâllerini bil. Her şeyi bil. Kitleleri anla. Onlarla yakınlaş. Kesin olarak güvenlerini kazan. Önderler öncülük ettiği yığınlardan, öncü de emek ordusundan kopmamalıdır. Kitleleri pohpohlama ve onlardan kopma,”[45] tavsiyesini “es” geçmeden!

* * * * *

Bu uğurda emek eksenli örgütlerin ittifakını hayata geçirmek “olmazsa olmaz”ken; elbette birleşeceğiz. Lakin kiminle, ne için, neyi hedeflediğimizi unutmadan ve “Hiçbir noktada ilkesel taviz verme. Uzlaşma için sınıf çizgisinden ilk sapma yıkımının başlangıcıdır,” diyerek masada değil, mücadele içinde birleşeceğiz.

Özellikle de “AKP karşıtlığı” temelinde Kemalizm bir kez daha, “Ben ‘Atatürkçü’ değilim -Marksist’im. Böyle bir kavgada, doğal olarak ‘Atatürkçü’ dediğimiz kesime daha yakınım, çünkü benim Türkiye’nin ‘Batılılaşma’ kararıyla bir kavgam yok. Tayyip Erdoğan ve onun sözcüsü olduğu kesim Batı’dan nefret ediyor. Onların Atatürk’le kavgası bu kararı vermesi ve toplumu Batı’ya açmasına dayanıyor,”[46] diyen ‘Birikim’ci Murat Belge’den; liberal Hasan Cemal’in, “Erdoğan’ın 2023’te Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten intikam almasına izin vermeyeceğiz! İzin vermeyeceğiz, çünkü Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandıracağız, bir demokrasi ittifakıyla Erdoğan’a hadi güle güle diyeceğiz,”[47] hezeyanına dek Kemalizm rehabilite edilerek CHP-İYİ Parti ittifakını önü açılırken…

Veya “tam tersi”; “Tarih Kürt halkına, bir bakıma Ekim Devrimi esnasında Rus proletaryasına yüklediği misyona benzer bir misyon yükledi. Tüm insanlığın kurtuluşuna öncülük etmek,”[48] denilerek sınıf meselesi “ulusal soruna” bağlanmaya kalkışma açmazıyla…[49]

Mao Zedong’un, “Liberalizmin üstesinden gelmek için olumlu bir özü olan Marksizm’i kullanmalıyız,” uyarısı eşliğinde; “Sosyal Demokrat partileri, birlikte mücadele etmenin yollarını aramak, araçlarını yaratmak yerine, … yok saymak antifaşist güçlerin birlik olasılıklarını sabote ediyor, faşizmin değirmenine su taşıyor,”[50] teorisizmi yerine tavrımız her ne pahasına olursa olsun ittifaka değil; bağımsız sınıf çizgisini korumak, sınıfa dayanmak, emek eksenli duruşu gölgelememek kaydıyla “… ‘Ortak eylem ereğiyle güçleri birleştirmek’, örneğin Marksistlerin ve halkçıların güçleri konusunda bu kesin olarak zorunlu. Ama siyasal tavır almaları dışlamak şöyle dursun, onu gerektirir bu. Eylem birliği ancak belli bir eylemin zorunluluğu üzerinde gerçek bir kanı birliği olduğu zaman gerçekleşebilir. Gün gibi ortada bu. Rus demokratlar, demokrat olmayan liberallerle demokratik bir eylem ereğiyle ‘güçlerini birleştirmek’ istemiş oldukları için zarar gördüler.

Örneğin siyasal grev yandaşlarının ‘güçleri’ ile karşı düşüncede olanların ‘güçlerini birleştirmek’ için çalışın: Hiç kuşku yok ‘eylem’e zarar verecektir bu. Hayır, önce ‘konumlar’, platformlar ve programlar arasında seçik, açık, tam, iyice düşünülüp taşınılmış bir ayrım çizgisi ortaya koyun, sonra inançları ve toplumsal nitelikleri nedeniyle birlikte çalışabilecek güçleri birleştirin, tam birlik beklenebilecek bir eylem ereğiyle yalnızca onları birleştirin. Girişiminiz o zaman ve ancak o zaman verimli olacak.”[51]

O hâlde emek eksenli birleşik eylem için “Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak!”[52] diyen Antonio Gramsci’ye kulak verin…

Ya da Sarıgazi’deki etkinliğimizin ‘Tertip Komitesi’nin çağrısını hatırlayın: “Bizler reddediyoruz, seyirci olmayı, sessiz kalmayı, ötekileştirilmeyi, kolumuza ayağımıza bir pranga daha takılmasını, önümüze yeniden uyduruk bir ‘seçim’ sandığı konmasını, ‘Şu çete olmadı bu çeteden verelim’ aymazlığıyla gözümüzün içine baka baka pisliğe batmış sistemlerini, işçi, kadın, çocuk demeden katledilen, kardeşi kardeşe düşman eden, tecavüzcülerini, cinayetlerini, varlıklarını onaylamamızı isteyen bir sistemi topyekûn reddediyoruz. Sömürüsüz, özgür, eşit ve güzel günler görmek için seni de aramıza, bize dayatılan gerici kuşatmaya karşı direnmeye çağırıyoruz.”[53]

* * * * *

Şimdi(ler) ekmek, adalet ve özgürlük için itiraz, direniş, başkaldırı zamanıdır!

Geçmişinden önemli mücadelelerini devralan bugün(ümüz), çelişkilerin keskinleştiği toplumların bağrındaki mücadele dinamikleri nedeniyle sermayenin kâbusu özelliği kazanmaya adaydır.

Kim ne derse desin; inişli çıkışlı bir seyir izlese de sınıf hareketlerindeki yükseliş devam ediyor.

Hangi biçim altında olurlarsa olsunlar, kapitalist iktidarların işçi ve emekçi kesimlere layık gördükleri yaşam biçimleri bu kesimler için katlanılamaz olurken; işçiler, kapitalistlerin saldırılarına grev, genel grev, sokak gösterileri veya birçok ülkede tanık olduğumuz gibi genel bir isyana dönüşen eylemlerle yanıt veriyorlar.

Yerkürede ve coğrafyamızda ücretli/ya da modern kölelik denilen hâlin en ağır kareleri karşımızdayken; çareler tükendiğinde, kişiler ve kitleler için itaatsizlik, itiraz, başkaldırı bir hak olarak ortaya çıkar ve çıkmaktadır da…

Sistem çürüyerek çökerken; tarih sahnesine sosyalistleri çağırmaktadır…

* * * * *

Kimilerinin -Konfüçyüs’ün ifadesiyle-, “Kuyunun dibinde yaşayanlar, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görebilirler,” yanılgını yaşama ısrarına aldırmadan ve bazı şeyleri kaybederek kazanacağımızı bilerek; Anton Çehov’un, “Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek, bir sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada yaşanmaz!”

Desmond Tutu’nun, “Haksızlık karşısında tarafsızsan, o zaman zalimin safını seçmişsin demektir”!

Mahatma Gandhi’nin, “Tek kişilik bir azınlık bile olsan gerçek hâlâ gerçektir.” “Tarihin, yenilmez görünen tiranlarla ve katillerle dolu olduğunu unutmayın. Ama sonunda daima yenilirler”!

Che Guevara’nın, “Özgürlük sana gelmez sen ona yürüyeceksin”!

James Connolly’nin, “Devrim ancak dünyanın sıradan insanlarının, bizlerin, işçi sınıfının dizlerimizin üzerinden ayağa kalkıp hakkımız olanı aldığımızda gerçekleşir”!

Thomas Sankara’nın, “Devrimciler öldürülebilir ama fikirleri öldüremezsiniz”!

Henri Barbusse’ün, “Enternasyonalist olmadan, özgürlükten yana olunamaz,” saptamalarını Marksist-Leninistce hayata geçireceğiz…

Karl Marx’ın haklı olduğunu belirten “Tarihin Sonu” teorisyeni Francis Fukuyama’ya göre, “Tarihin yeni sonu, bağnazlığın ve eşitsizliğin yol açtığı sorunlarla gelecek”ken;[54] Étienne Balibar da, “Marx’ın döndüğü söyleniyor. Zaten hiç gitmedi ki! Ama gerçek olan kavranması ve kullanımının başkalaşmasıdır,”[55] diyor ve ekliyor “Marksizm, kesin karamsarlığın dışında olduğu kadar, kolaycı iyimserliğin de dışındadır,”[56] uyarısını da Henri Lefebvre…

Hayır! Karl Marx’ın teorilerinin “kusursuz” işleyişinden söz etmiyoruz, ancak varsa soru(n)ları aşmanın -hiçbir şey demeyen Jacques Derrida’vari!- post-modern “dil oyunları”nın harcı olamayacağını anımsatıyoruz…

Marshall Berman’ın, “Marx’ın ruhunun derinliklerinde kendi ruhumuzun gıdasını bulabiliriz”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Marksizm’i tanımazsanız halkın gerçek dostlarını düşman, düşmanlarını ise dost belletirler sizlere. Kontrgerillayı kahraman, halkın gerillalarını terörist zannedersiniz… Devleti benimser, özgürlüğü reddedersiniz… Bayrağı kutsar, emeği reddedersiniz… Size anlattıkları resmi tarihe inanır, halkların mücadele geçmişini görmezsiniz… Ulus kimliğinizi sahiplenir, kardeşliği, insanlığı unutursunuz…”

Önce Daniel Bensaid’in, “Geçen yüzyılın sarsıcı tarihi, meta dünyasından, onun kana susamış tanrılarından ve onların ‘tekrar döngüleri’nden o kadar kolay kaçamayacağımızı göstermektedir. Lenin’in zamansız geçerliliği, bu gözlemden zorunlu olarak çıkmaktadır. Eğer siyaset bugün hâlâ ekonominin doğallaştırılması ve tarihin kaderleştirilmesi gibi bir çifte tehlikeyi önleme şansına sahipse, bu şans, emperyal küreselleşme koşulları altında yeni bir Leninist eylemi gerektirmektedir. Lenin’in siyasal düşüncesi, strateji olarak siyaset, elverişli uğraklar ve zayıf halkalar düşüncesidir…”[57]

Sonra da Karl Marx’ın, “Merhamet duymuyoruz ve sizden de merhamet beklemiyoruz…”[58] uyarıları eşliğinde Tasos Lividatis’in şu dizelerini telaffuz edin:

“İnsan demelerini istiyorsan sana,

Vazgeçmeyeceksin bir an olsun barış ve hak için çalışmaktan.

Sokağa çıkacaksın, haykıracaksın, sesler dudaklarını kanatacak

Yüzünü kanatacak kurşunlar – geri çekilmeyeceksin bir adım bile.”

Kahrolsun kapitalizm! Yaşasın sosyalizm!

Kazanacağız…

4 Eylül 2021, Çeşme Köyü.

 

Dipnotlar…

*: 11 Eylül 2021’de Sarıgazi Halk Festivali’nde yapılan konuşma…

 

[2]    Ümit Yaşar Oğuzcan.

 

[3]    “Jeff Bezos: 8.4 Milyar Doları 1 Günde Kazandı”, Sözcü, 8 Temmuz 2021, s. 22.

 

[4]    “Elon Musk’ı Geçen Bezos Yeniden Zirvede”, Sözcü, 18 Şubat 2021, s. 20.

 

[5]    “4.1 Milyar İnsan Güvencesiz”, 2 Eylül 2021… https://www.avrupademokrat.com/41-milyar-insan-guvencesiz/

 

[6]    İpek Özbey, “Alphan Telek: 10 Yılda Onlarca Milyon Borçlu Yarattık Her Yaştan”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2021, s. 7.

 

[7]    “BM: 82 Milyon 400 Bin İnsan Yerini Yurdunu Terketti”, 18 Haziran 2021… https://www.avrupademokrat.com/bm-82-milyon-400-bin-insan-yerini-yurdunu-terketti/

 

[8]    “Son Üç Yılda Bir Milyona Yakın Çocuk Sürgünde Doğdu”, 20 Haziran 2021… https://www.avrupademokrat.com/son-uc-yilda-bir-milyona-yakin-cocuk-surgunde-dogdu/

 

[9]    “Üç Yılda 440 Çocuk Avrupa’ya Giderken Öldü”, 21 Haziran 2021… https://www.avrupademokrat.com/son-uc-yilda-440-cocuk-avrupaya-giderken-oldu/

 

[10]  Necati Doğru, “Boş Tencere Devirdi Şahları ve Padişahları”, Sözcü, 1 Şubat 2021, s. 3.

 

[11]  “Pandemide yaklaşık 8 milyon çalışan yoksullaştı, 12 bin yeni milyoner doğdu”, 21 Ağustos 2021… https://t24.com.tr/haber/pandemide-yaklasik-8-milyon-calisan-yoksullasti-12-bin-yeni-milyoner-dogdu,973495

 

[12]  “İSO 500’de Kâr Keyfi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2021, s. 14. “İSO 500’de Kâr Keyfi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2021, s. 14.

 

[13]  “Holdingler Büyüyor, Emekçiler Daha da Fakirleşiyor”, 14 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/holdingler-buyuyor-emekciler-daha-da-fakirlesiyor

 

[14]  “Koç Holding’in Kârı Beklentileri de Aştı”, 13 Ağustos 2021… https://haber.sol.org.tr/haber/koc-holdingin-kari-beklentileri-de-asti-311399

 

[15]  Saniye Yurdakul, “Pandemi Süreci Sanatı ve Sanatçıyı Nasıl Etkiledi?”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2021, s. 2.

 

[16]  “Zenginler, Yağmacılar ve Yoksullar”, 16 Temmuz 2021… https://direnisteyiz29.org/zenginler-yagmacilar-ve-yoksullar

 

[17]  “Açlık Sınırı Son 1 Yılda 375 Lira Arttı”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2021, s. 11.

 

[18]  “Metropoll Anketi: Türkiye’de Halkın Dörtte Birinin Geliri Gıda ve Kiraya Yetmiyor”, 3 Mayıs 2021… https://dokuz8haber.net/ekonomi/arastirma-turkiyede-halkin-dortte-birinin-geliri-gida-ve-kiraya-yetmiyor/

 

[19]  “Kredi Borçlusu Çığ Gibi”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2021, s. 13.

 

[20]  Erdem Sevgi, “Yurttaş Borca Battı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2021, s. 7.

 

[21]  “Batık Görünmeye Başladı”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2021, s. 11.

 

[22]  “Halkın Cebi Küçüldü Ekonomi Büyüdü”, Birgün, 2 Mart 2021, s. 13.

 

[23]  “Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala: Yoksulluk Toplumun Sağlığını Bozuyor”, 15 Temmuz 2021… https://artigercek.com/haberler/prof-dr-kayihan-pala-yoksulluk-toplumun-sagligini-bozuyor

 

[24]  Tuğba Özer, “8 Yılda 502 İşçi İntihara Sürüklendi”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2021, s. 10.

 

[25]  Orhan Bursalı, “Mart Ayında 13’ü Çocuk, 112 Kişi Neden İntihar Etti?”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2021, s. 6.

 

[26]  “Orhangazi: Ağır Bir Toplumsal Bunalıma Sürükleniyoruz”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2021, s. 10.

 

[27]  Şehriban Kıraç, “Öner Günçaydı: Bu İşin Sonu Felaket”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2021, s. 11.

 

[28]  İpek Özbey, “Uğur Gürses: Ülkenin Üstünden Battaniyesi Çekildi”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2021, s. 9.

 

[29]  Eduardo Galeano, Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.

 

[30]  Thomas More, Ütopya, çev: Vedat Günyol-Mina Urgan-Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2014, s. 163.

 

[31]  Karl Marx, Artı- Değer Teorileri-Birinci Kitap, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2013.

 

[32]  Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s. 316.

 

[33]  Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969, s. 22.

 

[34]  Fikret Başkaya, “Kapitalizmle Birlikte Burjuva Siyaseti de Çöküyor”, Kaldıraç, No: 241, Ağustos 2021, s. 60-61.

 

[35]  Fikret Başkaya, “Kapitalizm-Devlet-Mafya”, Kaldıraç, No: 239, Haziran 2021, s. 66-67.

 

[36]  Niccolo Machiavelli, The Prince, Mentor Books, 1962, s. 91.

 

[37]  Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, çev: Erol Mutlu, Bilgi Yay., 2006.

 

[38]  Jacques Ranciere, Filozof ve Yoksulları, çev: Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yay., 2009.

 

[39]  Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012, s. 78.

 

[40]  Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev Bülent Kale, Sel Yay., 2018, s. 75.

 

[41]  Erdem Sevgi, “Her Alanda Gerileme”, Cumhuriyet, 11 Mart 2021, s. 4.

 

[42]  Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993., s. 114.

 

[43]  Henri Lefebvre, Marksizm, çev: Vedat Günyol, Sel Yay., 2019.

 

[44]  V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.

 

[45]  V. İ. Lenin ‘Kitlelerle İlişki’, aktaran: Fedor Konstantinov, Marksist-Leninist Felsefenin Temelleri, s. 413, Tarihte Birey ve Kitlelerin Rolü, İngilizce Baskı.

 

[46]  Murat Belge, “30 Ağustos ve Atatürk”, 2 Eylül 2021… https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/30-agustos-ve-ataturk,32315

 

[47]  Hasan Cemal, “Erdoğan’ın 2023’te Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten İntikam Almasına İzin Vermeyeceğiz!”, 2 Eylül 2021… https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

 

[48]  Veysi Sarısözen, “Hem Türk Hem Sosyolog Hem Kürdün İç Meselesi”, Yeni Yaşam, 6 Ocak 2021, s. 10.

 

[49]  Unutulmasın: “Öcalan, genel olarak postmodern ve post-yapısalcı literatürden eklemlediği görüşleri, Türkiye’de ezilen bir ulusun, Kürt siyasal hareketinin güncel-politik ihtiyaçlarını merkeze koyarak, açıkçası zorlayıp uydurarak yeniden formüle ediyor. Örneğin, her türlü devleti kapitalist modernitenin bir parçası, bir zulüm aygıtı olarak tanımlamasına ve reddetmesine rağmen, kapitalist devletin varlığını korumasını ve ikna edici bir kanıt göstermeden ‘demokratik özerk’ toplulukla bir arada barış içinde yaşamasını savunuyor. Bu ‘çözüm süreci’nde Öcalan’ın savunduğu genel çizgidir… Sosyalizme alternatif bir model olarak sunulan… Demokratik Modernite’nin yaptığı; Marksizm eleştirisinden çok kapitalizm savunusudur.” (Arif Koşar, “Demokratik Modernite’nin ‘Marksizm Eleştirisi’nin Eleştirisi”, 1 Mart 2017… https://teoriveeylem.net/2017/03/demokratik-modernitenin-marksizm-elestirisinin-elestirisi/).

 

[50]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Yenilenme’ ve Sosyal Demokrasi”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2021, s. 11.

 

[51]  V. İ. Lenin, “Devrimci Atılım, 1912”, Gençlik Üzerine, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977, s. 175.

 

[52]  Franco Lombardi, Antonio Gramsci’nin Marksist Pedagojisi, çev: Başak Ekmen-Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2000.

 

[53]  “Geleneksel Sarıgazi Halk Festivali Bu Yıl 11 Eylül’de Yapılacak”, 29 Ağustos 2021… https://www.gazetepatika15.com/geleneksel-sarigazi-halk-festivali-bu-yil-11-eylulde-yapilacak-96596.html

 

[54]  George Eaton, “Francis Fukuyama: Sosyalizm Geri Gelmeli!”, 24 Ekim 2018… https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2018/10/24/francis-fukuyama-sosyalizm-geri-gelmeli

 

[55]  Étienne Balibar, “Başkalaşan Marx”, Yeni Yaşam, 8 Kasım 2018, s. 10.

 

[56]  Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s. 18.

 

[57]  Daniel Bensaid, “Sıçramalar! Sıçramalar! Sıçramalar!”, Yeniden Lenin, Kolektif, Otonom Yay., 2011.

 

[58]  Karl Marx, 19 Mayıs 1849, Mary Gabriel, Aşk ve Kapital: Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu, çev: Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2019.

 

“Terör, terörist, terörle mücadele…”

İstikrar: Amerika’nın düşmanıdır.” (Stability: America’s enemy)

Albay Ralph Peter

ABD, ikinci emperyalist savaş sonrasında tartışmasız hegemonik bir güç hâline geldi ve emperyalist hiyerarşinin tepesine oturdu. İngiliz hegemonyası 1910’lu yıllardan beri aşınmaktaydı; 1945 sonrasında hegemonya Atlantik’in ötesi yakasına geçti. ABD, savaş sonrasında dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını bir başına sağlıyordu… Emperyalist savaşın sonunda Almanya ve Japonya çökertilmiş, İngiltere ile Fransa büyük kan kaybetmişti. ABD’ye sorun yaratma istidadı olan iki odak vardı: Savaştan gücünü ve prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği ile o zamanlar Üçüncü Dünya da denilen, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler… Malum, kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, o ülkelerin beşerî ve doğal kaynaklarının sömürüsüne, yağmaya ve talana dayanıyordu.. Oysa ikinci emperyalist savaş sonrasında, Üçüncü Dünya ülkeleri, “Artık biz de varız ve yüzyıllardır uzak kaldığımız sofraya dahil olmak istiyoruz,” diyorlardı…

İşte, 1950’li yıllardan itibaren ‘Hür Dünyanın Timsali ABD’, söz konusu iki odağı etkisizleştirmek amacıyla her yola başvuracaktı… Başka türlü söylersek, bu amaçla, geride kalan yaklaşık yetmiş yılda aralıksız olarak insanlık suçu işledi ve işlemeye devam ediyor… Elbette insanlık suçunu tek başına işlemedi; savaş sonrasında oluşan kolektif emperyalizmin diğer bileşenleriyle (İngiltere, Fransa, Japonya) birlikte işledi.

Hâkim ideoloji, ABD’yi demokrasinin beşiği ve timsali sayarak dünyanın geri kalanını da o yalana inandırdı. Başını kaldıran ABD’ye bakar ama aslında neye, nereye baktığını bilmez… ABD’nin demokrasiyle hiçbir zaman uzaktan yakından ilgisi olmadı, olamazdı da… Esasen sorun, kavramların içeriğini kimin, nasıl doldurduğuyla ilgilidir. Bidayette Amerikan demokrasisi denilen şey, ‘köle ve plantasyon sahiplerinin demokrasisi’ idi… Bağımsızlığı izleyen ilk otuz dört yılın otuz ikisinde Amerikan başkanlarının köle sahibi olduğunu bilmek, bu konuda fikir verecektir.

Şimdilerde ‘Amerikan demokrasisi’ denilen şey ise, Amerikan kapitalist-emperyalist oligarşinin demokrasisidir. Aslında ABD Beyaz Saray’dan yönetilmez ama insanlar oradan yönetildiğini sanırlar. Gerçek demokratik bir rejim vahşete, insanlık suçuna tevessül eder miydi? Dünyanın her yerinde aralıksız olarak saldırı savaşları çıkarır, masum insanları hunharca katleder, katliamlar yapar, cinayetler işler miydi?

Kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, her zaman, dünyanın geri kalanının kaynaklarının sömürüsüne, yağmasına ve talanına dayandı… Bugün de hâlâ o kaynakları sudan ucuza kullanıyorlar ama bu gidişle yakında su da kalmayacak… Kapitalizm artık yeni değer, artı-değer üretmekte zorlanıyor. Değerlenme ‘sıkıntısı’ çekiyor. Yeteri kadar büyüyemiyor. Potansiyelini tüketti. Oysa kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyüyebilmek için çareyi canlıyı metalaştırmakta, doğayı yağmalamakta görüyor. Herhâlde hiçbir rejim, doğayı yağmalamada ve talan etmede bizim dinci AKP ile yarışamazdı. Bu yağma ve talan vakitlice durdurulamazsa, işimiz zor demektir…

ABD ve müttefikleri, sadece 1970’li yıllarda, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da 14 devrimci, anti-kolonyalist rejimi devirip, Batı yanlısı işbirlikçi-komprador unsurları iktidara taşıdılar… 1953’ten itibaren dini (İslamı) araçlaştırıp, Sovyetleri kuşatmanın (çevreleme stratejisi) ve Müslüman ülkelerdeki ilerici-kalkınmacı rejimleri etkisizleştirmenin bir aracı hâline getirdiler. 1980’lerin sonunda Sovyet sistemi çökünce, ABD ve müttefikleri düşmansız kaldılar. Bir süre ne yapacaklarını bilemediler. Yaklaşık on yıllık bocalamanın ardından, ‘Kaos stratejisini’ ve onun bir aracı olan ‘İslamcı terörü’ keşfettiler. Artık ‘Kaos stratejisiyle’ yola devam edebilir, terörle mücadele ederek, insanlığı bu ‘büyük beladan’ kurtarabilirlerdi. Tabii terörün ne olduğuna, teröristin kim olduğuna da kendileri karar vermek koşuluyla… Artık ‘kaos stratejisi’ ‘terörle mücadele’ retoriğiyle yol alacaktı… Amaç, Ortadoğu’dan başlayarak dünyayı Balkanlaştırmaktı…

Kaos stratejisi, önceki dönemlerin rejimleri çökertme stratejisinden farklı olarak, toplumları çökertmeyi amaçlıyor. Amaç toplumların dokusunu parçalamak, un ufak etmek, kendi ayakları üzerinde duramaz hâle getirmek. Nitekim 11 Eylül 2001 sonrasında başlatılan ‘çatışmaların’ hiçbiri hâlen sona ermiş değil. Bu bir tercih sorunu… Ne demek istediğimi görmek için; Somali, Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Libya vb. ülkelere bakmak yeter. Afganistan savaşı yirmi yıldır devam ediyor. Neden? ABD ve müttefiki emperyalistler savaşı kazanmayı değil, sürdürmeyi amaçladıkları için…

ABD ve müttefikleri, istedikleri ülkelerde iç çatışmaları körüklüyor, cihatçı katilleri sahaya sürüyorlar. Sonra da oraya müdahale ediyorlar. Gerekçe de malum: “Demokrasi götürmek, halkı zalim iktidarın zulmünden korumak…” Buna ‘koruma sorumluluğu’ deniyor. Hızlarını alamıyorlar, bir de ‘insanî müdahale’ diyorlar. 2001 sonrasında, Westfalya Barışından beri olagelen uluslararası hukuk baypas edilmiş durumda… Direnme hakkı da yok sayılıyor. Her kim ki hak, özgürlük, adalet, demokrasi talebiyle ortaya çıksa, terörist damgasını yemekten kurtulamıyor ve gereği yapılıyor. Aslında terörle mücadele retoriğiyle terörizm yeniden ve yeniden peydahlanıyor. Şimdilerde ABD (Pentagon) tam 85 ülkede, ne demekse, anti-terörist mücadele yürütüyor. 11 Eylül sonrası şiddetin faturası büyük: 800 binden fazla insan hayatını kaybetti -ki bunun yaklaşık yarısı sivil… Savaşların, çatışmaların sonunda 37 milyon insan da yerinden oldu. Lakin o rakamlar sadece rakam değil, onca insanın acısı, dramı, trajedisi…

11 Eylül sonrasında peydahlanan savaşların ABD’ye maliyeti 6.400 milyar dolar. Bu, yılda 320 milyar dolar demek. Bu kaynakla nelerin yapılabileceğini bir düşünün… Lakin Amerikan silah sanayicileri için savaşların sürdürülmesi son derecede kârlı. ABD Afganistan’a savaşı kazanmak için gitmedi. Aksi hâlde bu pis savaş yirmi yıl sürer miydi? Orada yapılan ve yapılmak istenen, George Bush’un sonsuz savaş dediği şeyin gereğini yapmaktı! Asıl amaç jeopolitik, jeostratejik, ekonomik, ticari çıkarları güvence altına almaktı. Afganistan toprağında 1000 milyar dolar değerinde kıymetli maden (demir, bakır, altın) ‘keşfedilmiş’… Ayrıca çok zengin lityum rezervleri de var, ki lityum bugünün ‘modern sanayilerinin’ vazgeçilmezi… Bolivya’nın lityum rezervlerine göz diken ABD’nin, Başkan Evo Morales’e darbe yapıp kendisini Meksika’ya ilticaya zorlaması hatırlanmalıdır. Tabii zengin petrol rezervleri de savaşın nedenlerinden biriydi. Savaşın ikinci önemli nedeni de hızlı bir yükseliş gösteren Çin’i durdurmaktı. Afganistan’ın Yeni İpek Yolu’nun yakınında oluşu da önemsiz değil…

Eski Amerikan Genelkurmay Başkanı Lawrence Wilkerson 2018’de şunları söylüyordu: “Biz Afganistan’dayız, tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da olduğumuz gibi… Mesele Kâbil’de olmak değil. Herhangi bir terör örgütüyle, Taliban’la vb. mücadele etmekle de ilgili değil. Başlıca üç temel amacımız var: Nükleer silaha sahip olan istikrarsız Pakistan’ı kontrol altına almak; Orta Asya’dan geçecek Yeni İpek Yolu’nu (Belt and Road) engellemek Afganistan’da olmamızı gerektiriyor. Üçüncü olarak, orada 20 milyon Uygur var. Eğer CIA Çin’i istikrarsızlaştırmak üzere Uygurları kullanarak bir operasyon yapmak isterse, aynı Erdoğan’ın Esad’a karşı yaptığı gibi, Pekin rejimini, Uygurlar aracılığıyla, dışardan değil de içerden istikrarsızlaştırmak mümkün olabilir…”

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Afganistan’da 18 milyon insanın hayatta kalabilmesi için acil yardıma ihtiyaç olduğunu, her üç Afgan’dan birinin bir sonraki öğününün nereden geleceğini bilmediğini, beş yaşın altındaki tüm çocukların yarısından fazlasının önümüzdeki yıl akut yetersiz beslenme yaşamasının beklendiğini,” söylüyor.

Velhasıl, asıl tehlike terör değil… Terörü peydahlayıp dünyayı cehenneme çeviren ABD ve müttefikleri… Daha doğrusu, kapitalizm, emperyalizm… Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Yalanla hesaplaşmadan da önümüzü görmek, yolumuzu bulmak mümkün olmayacak… o