Ana Sayfa Blog Sayfa 96

2021’e girerken, işçi sınıfının durumu üzerine notlar

Pandemili 2020 yılı geride kaldı ama pandemiyi alıp götürmedi. Pandemili 2021 yılına girmiş bulunuyoruz. Ve pandemili 2021 yılının da kısa bir yıl olmayacağı belli. Hem kriz derinleşecek hem pandemi etkisini en az ilk altı aylık sürede daha da artıracak. Ve elbette, bunlar da içinde, sınıf savaşımı keskinleşecek.

Sınıf savaşımı, giderek daha keskinleşiyor. Devletin artan terörü ve hiçbir hukuksal hakkı tanımaması, her hak arama eyleminin karşısında tüm devlet güçlerinin, basının, polisin, ordunun, MİT’in, yargının hep birlikte dikilmesi, işçi ve emekçilerin direnişlerinde yeni mücadele biçimleri geliştirmelerine neden olmaktadır. Başkası da düşünülemez.

Saray Rejimi, kendi korkusunu halka bulaştırmak, işçi ve emekçileri korku ile sinmeye zorlamak dışında yönetme yolu bulamaz durumdadır. Ve artık, bıçak kemiğe dayanmaktadır.

Ve elbette işçilerin yaşam koşulları dayanılmaz, insanî tüm kabullerin dışında bir hâl almaktadır. Çalışma saatleri uzamakta, ortalama 11 saat çalışma hayata geçmeye başlamakta, ücretler düşmekte, işçi ve emekçiler hayat pahalılığı koşullarında açlıkla yüz yüze kalmakta, işsizlik sürekli artmakta, birçok işçi ikinci bir ek iş için geceleri de çalışma yolları aramaktadır. İşçiler, adeta “köle” olarak görülmekte, hiçbir hukukî hakları dikkate alınmamaktadır. Ve elbette işçilerin, kaybedecek şeyleri kalmamıştır.

Biliniyor, TÜİK diye bir kurum var. İstatistikleri bunlar açıklamaktadır. TÜİK ile Anadolu Ajansı (AA) arasında bir yarışma yapılsa, kim en iyi yalan söyler diye, gerçekten sonucunu tahmin etmek oldukça zor olur. Ne TÜİK’in ne de AA’nın neden yalan makinası hâline geldiklerini tartışmayacağız. Nedeni açık: Saray Rejimi, ancak daha fazla karanlık ve karartma ile hayatta kalabiliyor. Yalan bunun yoludur.

Muhtemelen yakında bu yalan makinalarından yeni sürpriz hamleler göreceğiz. Mesela TÜİK kalkıp, bir anda, işsiz sayısı 2 milyona indi diyebilir. Mesela bir anda Saray’dan, enflasyon sıfır oldu açıklaması gelebilir. Mesela Sağlık Bakanlığı, 15 Şubat 2021’de “vaka sayısı binin altına düştü” derse şaşırmayız. Mesela AA, Erdoğan Pfizer-BioNTech aşısını yaptı ve artık rahatlıkla Almanca ve İngilizce konuşuyor, diyebilir.

Evet sonuçta halk, ne TÜİK’e ne Bakanlığa, ne basına ne Cumhurbaşkanı’na inanmıyor, ama yine de gerçek rakamlar bize lazım ise, bunları da kolaylıkla bilemiyoruz. Enflasyon acaba kaçtır, bilmiyoruz ve tahminlerimizle konuşuyoruz. Bildiğimiz TÜİK’in yalan söylediği ve muhtemelen bunun 2-3 katı bir enflasyonun olduğudur. Pandemi nedeni ile Sağlık Bakanı’nın yalan söylediğini biliyoruz, ama gerçekte günlük vaka ve ölüm sayısını tam bilemiyoruz. Tahminimiz vaka sayısının 80 bin civarında olduğudur ve bu vakaların %80’inin işçi olduğudur. Bu bilgileri, sağlık çalışanlarından topladığımız verilerden, bazı doktorların açıklamalarının üzerinden hesaplamalar yaparak ulaştığımız sonuçlara dayandırıyoruz. Günlük ölüm sayısının da açıklananın on katı olduğunu tahmin ediyoruz. Ediyoruz derken, sadece kendimizden söz etmiyoruz, hepimiz böylesi tahminler yapıyoruz.

Ama iş başında iken, Covid-19 hastası olduğu hâlde çalışmak zorunda tutulan ve ölen işçiler olduğunu biliyoruz. Pandemi boyunca, günlük işçi ölümlerinin en az 10 kişi olduğunu hesaplayabiliyoruz. Eskiden bu oran günde 3-4 kişi idi.

İşte bu güçlükleri de aşmak üzere, eldeki bazı verileri toplamaya, bazı verilerden gerçek duruma ilişkin notlara ulaşmaya çalışacağız. Bu elbette eksik olacaktır. Bunu yaparken TÜİK, SGK, Aile ve Çalışma Bakanlığı, DİSK-AR, bazı haber-yorumları kullanmak durumundayız. Elbette, tüm bunlara ek olarak bizim de yorumlayabileceğimiz noktalar olacaktır.

1-

İlki, her gün ölen işçi sayısıdır. İş cinayetleri adını hak ediyor. Bunların kaza olmadığını biliyoruz. İster Soma’da, ister Adapazarı’ndaki havai fişek fabrikasında. Ortada bir önlemsiz, güvenliksiz, en ucuza çalıştırma sistemi var ve bunun sonucudur ölümler. Bu nedenle cinayet diyoruz. İsterseniz Adapazarı’nda yakınlarını kaybedenlere sorun, isterseniz Soma’dakilerin hikâyesini dinleyin. İsterseniz tekstil fabrikasında Covid-19 olduğu hâlde çalışmaya zorlanan ve işbaşında ölen insanın ailesine sorun. Hemen hemen çoğu, çok küçük önlemler alınmış olsa idi gerçekleşmeyecek ölümlerdir bunlar. Mesela korona virüs almış, testi pozitif, hasta ve ateşi olan bir kişinin tekstilde çalıştığı fabrikada, çalışırken ölmesi gibi. Önlemi de açık.

Bu durum, hem iş cinayetlerindeki artışı ifade ediyor, hem de Covid-19 nedeni ile esas olarak işçilerin hastalandığını, ölümün işçilere düştüğünü gösteriyor. Tabipler Birliği’nin çeşitli açıklamalarında, hastaların %76’sının işçi olduğunun tahmin edildiği söylenmişti. Biz bu rakamın %80’i aştığını düşünüyoruz. İşsizleri de hesaba katarsanız, bu oranın daha da yüksek olduğu sonucuna varabiliriz.

Ölüm, işçi sınıfı içinde kol gezmektedir.

Ölüm hep işçilerin, hep emekçilerin payına düşmektedir. Savaş olduğunda da ölenler işçi emekçi çocuklarıdır, iş kazalarında ölenler de, pandemide ölenler de, açlıktan kıvranarak ölenler de, soğukta sokakta ölenler de. Ölüm, hep işçi ve emekçileri bulmaktadır.

2-

Çalışma süreleri uzamaktadır. Hem çalışma koşulları kötüleşmekte, günlük çalışma hayatı dayanılmaz hâle gelmektedir hem de çalışma saatleri uzatılmaktadır.

İşsizlik korkusu ile işçiler, mesai ücretlerini almadan, fazla çalışmaya zorlanmaktadırlar. Bu, çoğu durumda, işsizlik korkusu ile kabul edilen, meta-zoru bir durumdur. Çalışma saatleri 11 saati bulmaktadır.

Hekimsiz, denetimsiz, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmaksızın çalışmaya zorlanmaktadırlar. Doğrusu pek çok işçi bu durumun farkındadır ama sesini çıkartmamaktadır. Kargo işçilerini ele alın. Hem çalışma saatleri uzatılmakta hem servis yaptıkları insanlar tarafından aşağılanmakta ve tartaklanmaktadırlar hem de çalışma şartları kötüleşmektedir.

Çalışma ortamları, insanın yaşamayacağı, havasız, sağlıksız ortamlardır ve bu konuda hiçbir iyileşme yapılmamaktadır. Çalışma süreci içinde işçi sağlığı, tam anlamı ile hiçe sayılmaktadır. İş güvenliği ise Diyanet’in cuma fetvaları ile allahın takdiri hâline getirilmiştir.

Çalışma sürelerinin uzaması, işçinin yaşamını kökten değiştirmektedir.

3-

İşçilerin ücretleri düşmektedir. İşçi ücretleri hem ücret olarak düşmektedir hem de satın alma açısından düşmektedir.

DİSK-AR’ın “Salgın Günlerinde Asgari Ücret Gerçeği Araştırması-2021” çalışmasında verilen bilgi şöyledir: 3,3 milyon işçi, asgarî ücretin altında ücret almaktadır. Bu, işçilerin %17’sine denk geliyor diye hesaplanmıştır. Hesaplanmıştır diyorum, çünkü (1) sigortasız çalışanların durumunu bilmiyoruz, verileri yok, (2) bu nedenle de tam olarak işçi sayısını bilmiyoruz. Yine de bu rakam yüksektir. Ve asgarî ücret, makul bir ücret olmadığı için, onun altında olmak, tam anlamı ile durumun vahametini göstermektedir. DİSK-AR asgarî ücretin çok da anlamlı bir ücret düzeyi olmadığını kabul etmiş olmalı ki, onun %20 altında ve üstünde ücret alanlara da bakmış. Ve iyi etmiş. Asgarî ücretin %20 altında veya %20 üstünde ücret alanların toplamı ise 9,7 milyon işçi olarak hesaplanmaktadır. Toplam işçi sayısı ise 13 milyon 856 bin olarak verilmektedir. Yani işçilerin %70’i, asgarî ücretin %20 üstü veya %20 altı arasında ücret almaktadır.

Dahası var, çalışanların bir bölümü sigortasız çalışmaktadır. Bu sosyal güvenlikten yoksun çalışan işçilerin hemen hepsi asgarî ücretin altında ücret almaktadır.

Gündelikçi çalışanlar buna eklenmelidir.

Ayrıca part-time çalışan işçileri de buna eklemek gerekir.

Tarım işçilerinin de hesaba katılması gereklidir.

Dahası var. Pandemi sürecinde birçok işçi, ücretsiz izine çıkarılmıştır ve günlük 39 TL ile çalışmaktadırlar. Aylık olarak ellerine geçen ücret, 2020 asgarî ücretinin yarısı kadardır.

Öte yandan işçilerin ücretleri hayat pahalılığı karşısında erimektedir. Zamlı hâli ile asgarî ücret 375 dolar civarındadır. Bunun anlamı, asgarî ücretin son 2 yılda %25 eridiğidir. Kaldı ki, işçiler yeni ücretlerini Şubat ayında almış olacaklar. Yine, enflasyon baz alınırsa, hayat pahalılığının %100’lere vardığı iki yıl geride kalmıştır ve işçilerin ücretlerinin satın alma gücü yarı yarıya düşmüş demektir bu. Bunu her işçi kendi yaşamından bilir. Bakkala, markete, manava gittiğinde harcamaları, elektrik, su, doğalgaz faturaları, yeterince bilgi vericidir.

4-

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2019 yılı sonu itibari ile, 15 milyon 656 bin çalışan işçi vardır. Bunların işletme büyüklüklerine göre dağılımı şöyledir.

KOBİ, küçük ve orta ölçekli işletme anlamındadır. Bu tanımlar da Türkiye’de sık sık değişmektedir. Siyasal iktidar devlet desteği dağıtmak için, yakında “AK” işletmeler diye bir tanım yaparsa şaşırmamak gerekir. Mikro işletme, 10 ve daha az işçi çalıştıran işletmedir. Küçük işletme, eskiden var olan 30 ve daha az işçi çalıştıran işletme yerine artık 50 işçi ve daha az işçi çalıştıran işletmelerdir. Orta işletme ise 250 kişiden az çalışanı olan işletmelerdir. Bu üç işletmenin toplamına KOBİ denmektedir ve eskiden 40 milyon TL’den fazla ciro yapmayan işletmeleri içerirken, şimdi 125 milyon TL’den az ciro yapan işletmeleri içermektedir.

Bu toplam çalışan sayısı, acaba gerçek sayı mıdır? Elbette değildir. Bu işçilerin içine kayıtsız çalışan işçiler girmemektedir. Bu bilgiler firmaların verilerinden toplanmaktadır. Elbette firmalar, sigortasız çalıştırdıkları insanlara ait bilgi vermemektedir.

Kamuda çalışanlar ile ilgili veriler ise şöyledir (Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı verilerine göre)

Kamu çalışanlarını, işçi sayısına eklerseniz, 20 milyon 300 bin civarında bir rakama ulaşırız. Bu rakamın daha yüksek olduğu kesin. 21. yüzyılda, herkesi izleyen devlet çarkı, işçi sayısını neden bilemez? Bu işi Facebook’a versinler, belki oradan kaç işçi çalıştığını, sigortasız işçilerin sayısını bulabiliriz.

Çeşitli tartışmalarda sigortasız çalışan sayısı, çocuklar da dahil, 6 milyon ile 9 milyon arasında çıkmaktadır. Bunları da ilave ederseniz, yaklaşık 30 milyonluk bir kitledir Türkiye işçi sınıfının çalışan bölümü.

Bir de üzerine işsizleri eklemeniz gerekir. Bu sayı, 40 milyon civarındadır (Son 2021 yılında işsiz sayısı çok fazladır. Ama verilerin bir bölümü 2019, bir bölümü 2020’dendir. 2019’da çalışanların yaklaşık 2.4 milyonu işini kaybetmiştir. Bu rakam, çalışanlardan eksilirken işsiz sayısını artırmıştır).

Bu 40 milyon işçinin acaba, ne kadarı sendikalıdır?

Ülkemizde çalışan işçilerin sendikalı olanlarına ilişkin bilgiler ise şöyledir (www.ailevecalisma.gov.tr):

Sendikalı işçi oranı %13,8 olarak ortaya çıkmaktadır. Bu oran işçi sayısının 14,2 milyon olduğu hesabına dayanmaktadır oysa sendikalı işçi sayısı, kamuda çalışanları da kapsamaktadır. Hepsini değilse bile. Eğer 40 milyon üzerinden bu hesap yapılırsa (yani, işçiler, kamuda çalışanlar, sigortası olmayanlar ve işsizler birlikte, emekliler ise hariç) sendikalı işçi oranı %5’in altında çıkmaktadır. Sendikalı işçilerin daha iyi ücret alma ihtimali yüksektir. Buna rağmen, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı %7,8’dir. Aile ve Çalışma Bakanlığı Ocak 2020 verileridir bunlar ve bunlara göre toplam işçi sayısı 14,2 milyondur. Buna göre, 1 milyon 107 bin işçi toplu sözleşme kapsamındadır. Ücretleri biraz daha iyi olan kesim burada olabilir. Yine bu rakamı, 40 milyonluk kitle üzerinden hesaplarsanız, 40’ta bir yani, %2,5 demek olacaktır. Ülkede işçi sınıfının ancak %2,5’i toplu iş sözleşmesinden yararlanmaktadır. İşte size sermaye için bir cennet, ucuz işçi cenneti.

Öte yandan sosyal güvence ile çalışan sayısı Mayıs 2020’de 19 milyon 843 bin olarak açıklanmıştır. Bu rakamın kamu çalışanlarını da içerdiğini düşünmek gerekir. 2019’da bu rakam, 22 milyondan fazla idi.

2017 rakamlarına göre, çalışanların SSK (4/A) kapsamında olanlarının toplamı 14.127.524 idi.

Habertürk’ten Ahmet Kıvanç’ın haberine göre, kamuda çalışanlar yaklaşık 4 milyon 700 bin ve toplam çalışanlar 19 milyon 800 bindir. Buna göre, kamuda çalışanlar toplam sigortalıların %24’ünü oluşturmaktadır. Bu aynı habere göre 2020’de 2,4 milyon kişi istihdam azalmıştır, üstelik kamuya 197 bin ilave insan çalışmak için alındığı hâlde.

2020 Haziranı’nda, işsiz sayısı 4 milyon 101 bin olarak açıklanmıştır. Bu rakam elbette yalandır. 2,4 milyon işçinin işini kaybettiği bir yerde, hem istihdamın azalması, hem de işsizliğin azalması yalanı ile bu rakam verilmektedir.

DİSK-AR’a göre, geniş tabanlı işsiz sayısı 9,7 milyon kişidir ve bu, işgücünün %27’sini oluşturmaktadır.

Bu rakamlarda da hata olma ihtimali yüksektir. Yani, aslında işsizlik sayısı daha da yüksektir. Bizim tahminimiz bu rakamın 12 milyonu geçtiği yönündedir.

Ama bu rakamı temel alırsak, işsizler + sigortalı çalışanlar + sigortasız çalışanların toplamı 40 milyona yakındır.

Bir de emekliler söz konusudur.

2020 Nisan ayında 12.329 bin emekli vardır. DİSK-AR, bu rakamı, emekli olanlar ve pasif sigortalılar olarak birlikte vermektedir. Yani emeklilik, tek bir kategori değildir.

SGK, 2017 verileri şöyledir:

Demek ki yaklaşık 8 milyon emekli aylığı alan vardır ve bunların %28’i (DİSK-AR) asgarî ücretin altında bir gelir elde etmektedir. Vazife malullerini bir yana bırakırsak, sanırız ki, diğer kategorilerde asgarî ücretin altında gelir alanlar daha da yüksektir. DİSK-AR, bu düşük maaş durumunu anlatan bir veri de vermektedir: Emeklilerin 4 milyonu, ek iş aramaktadır.

Emeklilerin yaş dağılımı da şöyledir:

İş arayan emeklilerin nispeten 65 yaş ve altında olduğu düşünülürse, 4 milyon iş arayan emekli, oldukça ciddi bir rakamı ifade etmektedir. Çünkü 65+ yaş içindeki %31’in iş arama şansı bile yoktur.

Tüm bu veriler bize tabloyu, tam doğru rakamları ile olmasa da göstermeye yetmektedir. Daha detaylı bir çalışma elbette yapılabilir. Bizim arayıp da ulaşamadığımız bir veri, emeklilerin maaş aralıklarına göre dağılımıdır. Biliyoruz ki, %28’inin asgarî ücretin altında aylık alması bir veridir ama mesela 1500-3000 TL arasında aylık alanlar vb. gibi gruplamalar önemli olurdu.

Aynı şey işçilerin gelirleri ile de yapılmalıdır.

Şimdi, bu tablo bize neyi göstermektedir.

(i)

İşçi sınıfının yaşam koşulları, tıpkı çalışma koşulları gibi kötüdür ve giderek daha da kötüleşmektedir. Son yıllarda artan bir yoksullaşma, açlık ve işsizlik söz konusudur.

(ii)

İşçilerin çok düşük bir bölümü toplu iş sözleşmesinden yararlanmaktadır.

Sendikalaşma çok düşük düzeydedir.

Sendikalaşmanın düşme süreci, 1980 askerî cuntası ile başlamıştır. O günden bu yana sürekli yükselmektedir. Bunun ana nedeni, sendikaların, yani var olan sendikaların, işçi sendikası olmaktan çıkmasıdır. Sendika mafyası adını verdiğimiz bir örgütlenme ile devlet-patron, sendikaları işçi sendikası olmaktan çıkarmıştır. Bu sendikaların bir bölümü, ticari sendika gibi bir duruma evrilmektedir. Sendikaların devlet sendikası olması, sendikacıların işadamı kılıklı varlıklar hâline gelmesi, işçilerin sendikalara güvenini kırmaktadır ve işçiler sendikal örgütlenmeden uzak durmaktadırlar. Elbette bunun dışında da sendikalar vardır. İşçiler, nerede düzgün bir sendikal faaliyet içine girerlerse, orada devlet-patron-sendika bir araya geliyor ve işçilerin işine son veriyor. Sendikal çalışma, fiilî olarak “yasak” ya da “illegal” bir çalışma hâline gelmiştir.

Ama eninde sonunda bu durum işçilerin yaşamsal sorunudur. İşçiler, ne yapıp edip, mutlaka sendikal alanda güçlü örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. Kimse işçilerin ihtiyacı olan örgütlülüğü onlar adına kuramaz.

Burada işçi sınıfının en ileri unsurlarının devrimci hareketle kuracağı siyasal ilişki önem kazanmaktadır. Karakteri gereği bu siyasal bir ilişkidir ve sınırları kanunlara tabi değildir, olamaz. İşçi sınıfı, devrimci hareket ile ya da tersi, devrimci hareket işçi sınıfı ile onun en ileri unsurları ile sağlam ve sürekli bir ilişki kurmadıkça, siyasal örgütlenme gelişmedikçe, sendikal alanda büyük bir değişim olanaklı değildir. Yani, işçilerin kendi sendikalarını kurmaları ya da var olan sendikaları işçi sendikası olarak geri almaları, sıradan bir hedef değildir.

(iii)

Bu açıdan işçiler birçok ara örgütlenme geliştirmek zorundadırlar. Fabrika komiteleri, fabrika konseyleri vb. adına ne dersek diyelim, işçi hareketi için vazgeçilmezdir. İşçiler, her yasal sendikayı, fabrika komiteleri kurmaya ikna etmeli, bunları bizzat çalıştırmalıdırlar. Burada bir disiplinli örgütlenme şarttır.

Ama aynı zamanda işçiler, Birleşik İşçi Kurultayı gibi son derece önemli örgütlenmeler, bu tip ara örgütlenmelere yönelmek zorundadırlar. BİK tarzı örgütlenmeler, işçilerin kendi örgütlenme çalışmalarını “sendikalara teslim” edemeyeceklerinin de kanıtıdır.

Elbette bu örgütlenmeler, farklı görüş ve inanışta işçiye açık olmalıdır. Başkası düşünülemez. Bunlar siyasal parti yerine konulamaz.

(iv)

İşçi sınıfı son yıllarda, ciddi bir direniş geliştirmektedir. Bu direniş Gezi gibi, kitlesel ve bir merkezde toplanmaya dayalı bir şekilde gelişmiyor. Tersine, fabrika fabrika, işyeri bazlı, yerel alanlarda gelişiyor. Bu direniş çok kıymetlidir. Bu direnişin hem genişlemesi, hem de örgütlenerek kökleşmesi en önemli görevdir.

(v)

İşçi sınıfı içinde dayanışmayı artırmak, işçilerin bizzat kendi işyerlerinde var olan sorunlar dışında, işçi sınıfının ve hatta toplumun tüm kesimlerinin sorunlarına ilgisini artırmak önemlidir.

Hem her direnişte, her grevde işçiler birbirini desteklemeli hem de sadece kendi sorunu etrafında harekete geçme mantığından kurtulması gereklidir.

İşçilerin yasal sorunlarına karşı, örneğin avukatlar içinde gönüllü bir dayanışma grubunun devreye girmesi, işçilerin ve toplumsal mücadelenin her alanının birbiri ile dayanışmasının önemini kavramak ve kavratmak konusunda iyi bir adım olur. BİK, bizzat bunu yapmalıdır.

Dayanışmayı artırmak, yalnızlık psikolojisini parçalamak, sınıf bilincini ve sınıf kardeşliğini öne çıkartmak, örgütlülüğün önemini anlatmak ve anlamak önemli başlıklardır.

Bu nedenle, devrimci propaganda, işçilerin bir sınıf olduğu gerçeği üzerinden dayanışmayı artırmayı ve birleşik bir güç olmayı işlemek zorundadır.

Bu nedenle özellikle Birleşik Emek Cephesi son derece önemli bir hedeftir.

Sınıf savaşımının keskinleştiği, daha da keskinleşeceği bir sürecin içindeyiz. Bu sadece ülkemizde değil, tüm dünyada yaşanan bir süreçtir. İşçiler bu süreçte, daha örgütlü, daha bilinçli, daha birleşik bir güç olarak yer almak zorundadırlar. Bu hem kendi sınıf çıkarlarının gereğidir, hem ülke ve dünya insanlığı için bir gerekliliktir.

“Az” ciddi tartışmalar: HDP’yi kapatmak, erken seçim, reform, AB’de gelecek arayışları

Belki de her gün basında süren bu tartışmalara “az” ciddi dememiz okuyucuya tuhaf gelecektir. Çünkü HDP kapatılsın naraları ile Bahçeli, devletin bahçesindeki Deli Dumrul gibidir. Haklısınız, çok ciddi gibi durmaktadır. İşte tam da bu nedenle “az” ciddi diyoruz. Ne gariptir ki, bağırma ve gürültü ile sözler aynı anlama gelmiyor.

Bahçeli, tweet ile “püskevit” demiyor, doğrudan ağırlık verilmiş bir ciddiyetle konuşuyor: “Net olarak açıklıyorum, neye mal olursa olsun Cumhur İttifakı sonuna kadar yaşayacaktır” (14 Ocak 2021 tarihli basın). Bahçeli hep “ciddi” adamdır, gülmez ve hatta güldüğü anlaşılmasın diye dişlerini özellikle çıkartır, ısıracakmış gibi bir tutum alır. Ama bu açıklama, daha “ağırlıklı” ciddi açıklamadır.

“Sonuna kadar yaşayacaktır” cümlesi mi ağırdır?

Biliniyor, her canlı, her varlık, her ittifak, ancak ve ancak, sonuna kadar yaşar. Daha fazla yaşayamaz. Hiçbir şey “sonu”ndan sonra yaşamaz. Öyle değil mi? Öyle ise bu gürültülü yolla ağırlık verilmiş açıklamanın anlamı nedir? Püskevit daha ağırlık yüklüdür, bir madde olarak hafif olsa da.

“Net açıklıyorum” bölümü mü ağırdır?

Olabilir, belki bugüne kadar brüt açıkladığı için, bu kez “net” denmesi önemli görülür. Ama eğer “net” özel bir anlama sahip ise, demek ki, “sonuna kadar yaşayacak” bölümü, tam bir ters yönde açıklamadır. Öyle ya, sonu ne zaman? Açıklama “net” ise, demek sonu çok yakın olmalı.

Acaba, “neye mal olursa olsun” bölümü mü ağırdır?

Bu maliyet kime, Bahçeli’ye mi, işçi ve emekçilere olmadığı kesin, ama Erdoğan’a mı, devletin başka güçlerine mi? İttifakın sürmesinin bir maliyeti olduğu anlaşılıyor ve bu maliyet, Bahçeli tarafından biliniyor gibi bir anlam taşır. Bu durumda da “net” açıklamış olmuyor. Net konuşamıyor.

Her biri net olmamak koşulu ile, “ağır” açıklamalar yapıyor gibidir.

İşte size “az” ciddi, çok “brüt” bir açıklama.


HDP kapatılsın diye bir nakarat tutturmuş Bahçeli. Ve karşısında Erdoğan, buna tam yanaşmıyor. Arınç konusunda Erdoğan Bahçeli’den yana idi, ama Numan Kurtulmuş söz konusu olunca bu kez Numan’dan yana olmuştur.

Biliniyor, yeni ve devletle bağlı, bir Barzani partisi kurulmak isteniyor. Bu parti kurulursa, bu yolla HDP Kürtlerden daha az oy alır diye hesap yapılıyor. Soylu’nun dile getirdiği politika şöyle idi: “Beş yıl daha kayyumla yönetelim, bu halk bizden yana olur.” İşkenceci mantık böyledir: Adamı öyle döveceksin, adama öyle çektireceksin ki, o da pes edip senden yana olacak. Mesela kadına da böyle bakarlar: Her fırsatta kadını döv, sırtından sopayı eksik etme ki, sana itaat etsin. İşte bir halkı da böyle görüyorlar. Soylu’nun, Erdoğan’ın, Ergenekoncuların, Bahçeli’nin, ABD beslemeli İslamcıların “Kürt kardeşim” dedikleri zaman kastettikleri, tam da budur. Soylu bunu ifade etmiştir. Bu sözleri söyledikten bu yana, neredeyse iki yıl geçti. Ve daha şimdiden Bahçeli, devletin bahçesinde, deliler gibi “az” ciddi biçimde, HDP kapatılsın, diye dört dönüyor. Kürt halkının direnişi ise sürüyor. Bu nedenle, “yeni” ama eski Barzanici, devlete yakın bir Kürt partisi kurma hevesindedirler.

Ve aynı zamanda Erdoğan, Saray’ın içinden açıklamalar yapıyor: “Geleceğimiz AB ile birliktedir”, “reform, reform, reform.” Sanki Erdoğan muhalif, Kılıçdaroğlu ise Saray Rejimi’nin başıdır. Biz iktidara gelirsek eğer, “reform” yapacağız diyor. Ve hemen Demirtaş ve Kavala dosyaları hakkında Avrupa’dan gelen kararları reddediyor. Derneklere kayyum atama yasası çıkartılıyor, Boğaziçi öğrencilerinin protestolarına karşı, orduya ait araçların emniyetçe kullanılması için kararnameler yayınlıyor. Emin olun, Saray’ın her tarafı sarılmış, güvenlik dört katına çıkarılmış, gece Saray erkanının görebileceği kâbusları azaltmak için “Gezi” kelimesinin Saray içine girmesi yasaklanmıştır.

Şimdi tüm bunlardan sonra, bunları gösterge olarak ele alıp, olup biteni yorumlamak isteyenler, “acaba erken seçim” mi geliyor, diye tartışıyorlar.

Erdoğan, “2023 yılında seçimi zamanında yaparsa, aday olamayacak” deniyor. Bu konuda hukukî yorumlar, açıklamalar yayınlanıyor. Tüm bu tartışmaların göbeğine, “eğer daha erken bir seçim olursa aday olabiliyor” yorumlarına yol açma isteği var. Oysa iki kere cumhurbaşkanı olabiliyorsun ve bu süre doluyor. Anlaşılan Kılıçdaroğlu pısırıklığı, bu yolla Erdoğan’ı erken seçime ikna etme hazırlığındadır.

Dahası var, AK Parti’den görevlendirilmiş milletvekilleri, CHP ile, açıktan uzlaşı görüşmeleri yapıyor. Bu görüşmelerde “parlamenter sisteme geçiş” için Erdoğan başkanlığında çözümler aranıyor. Bir yandan bu ittifak görüşmeleri, el altından (ama “gizli” demek fazla olur) sürdürülüyor. Bir yandan ise, Erdoğan, kendi planlarını uygulamak için yollar arıyor.

Makamına yapışmış mıdır, yoksa makam ona yapıştırılmış mıdır? Hangisidir?

Erdoğan, sonuçta iktidarını uzatmak istiyor. Ama Erdoğan’ı oraya yapıştıranlar da bunu istiyor olmasın?

İşte Erdoğan’ın, Oğuzhan Asiltürk’ü ziyareti de, tam bu çerçevede erken seçim hazırlığı olarak yorumlanıyor. Bahçeli, bundan rahatsız olmadığını söylüyor ve “ittifak sonuna kadar yaşayacaktır” narasını atıyor. Zaten, her şey ancak sonuna kadar yaşar. Bir şeyin fizikî olarak sonu geldi ise, ancak anılarda yaşamaya devam edebilir.

Mesela Damat da “sonuna kadar görevinde kaldı” diyebiliriz. Ve bu doğrudur da.

Peki, gelin bu resmi büyütelim.

1- AK Parti iktidarı, “yeni Türkiye” olarak adlandırılan, Büyük Ortadoğu Projesi ile bağlı, bugün kısmen zarar görmüş bir ABD projesinin parçasıdır. Hem AK Parti öyledir, hem de Erdoğan. Öyle ise, Erdoğan’ın iktidara taşınması süreci planlıdır.

Bu sürecin başında, “sonuna kadar yaşayan” AB projesi vardı. AB projesi çerçevesinde Erdoğan, kendisine verilen görevleri yerine getirmek için roller aldı. Bunları yerine getirdi. Gülen ile “derin hasrete” dayalı dava arkadaşlığı da öyledir. “Sonuna kadar” yaşadılar, “sonuna kadar” bu yollarda birlikte yürüdüler. Yağmuru bilmeyiz ama “sonuna kadar” ceplerini doldurmaya devam edecekler.

2- ABD’nin Irak işgali, AK Partili iktidarın önemli desteği ile, BOP eşbaşkanı olarak oynadığı rolle gerçekleşmiştir. Ve bu sadece Erdoğan politikası değil, TC devletinin ABD tetikçisi olarak kolları sıvama hamlesidir. Ama Suriye savaşında durum değişmiştir. Suriye’nin direnci, Emevi Camii’nde öğlen namazı kılma hayallerini yok etti. Rusya sahaya indi. Aslında Rusya ve Çin demek yerinde olur.

3- Saray Rejimi, Türk tipi sultan-cumhurbaşkanı sistemi, aslında AB ve ABD’nin aralarındaki tüm çelişkilere rağmen ortak isteği idi. En azından ABD’nin isteğine AB karşı koymadı. O kadar karşı koymadılar ki, Erdoğan, onların istediklerini yaparken, kendini son derece serbest hissettiği alanlar yarattı. Hem cebini doldurmak için hem de önüne çıkan engelleri aşmak için. 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını kabul edip gitmeyen iktidar, ülkeyi kana bulamaktan çekinmedi, Demirtaş’ları hapse atarken doğrusu AB uykuda kalmayı, kör olmayı yeğliyordu.

Bu yolla, anayasa askıya alındı, partiler bitti, parlamento işlevsizleştirildi. Bu hem içeride tekellerin, parababalarının çıkarına idi hem de uluslararası sermayenin çıkarına idi. Ondan sessiz kaldılar, ondan dolayı onu teşvik ettiler.

4- Ama bu arada, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kimin sömürgesi olacağı kavgası büyüdü: Siyasal alanı denetleyen, NATO mekanizmaları ile tüm siyasal aktörleri (ordu, polis, yargı, basın vb.) elinde tutan ABD, ekonomik alanda da güçlerini artırmaya yöneldi. Kendi hegemonyası dünya ölçeğinde zayıfladığı hâlde bu hedeften vazgeçmedi. Katar sermayesi, İngiltere ve ABD onayı ile devreye sokuldu. AB ise ekonomik alandaki gücünü siyasal alana taşımakta hâlâ yetersiz ama kavgaya devam etmektedir. Türkiye’nin kimin sömürgesi olacağı, hâlâ bir savaş konusudur.

Yağma, rant ve savaş ekonomisine uygun bir siyasal iktidar organize edilmeye çalışıldı.

Ama Almanya başta olmak üzere AB, açıktan çatışmaya girmeden, kendi gücünü harekete geçirdi. ABD hegemonyası çözüldükçe, ABD’nin aldığı her yara, TC devletini daha da zora soktu. Rusya, TC devletinin deyim uygun düşerse kuyruğunu yakaladı. Başı ABD’nin kucağında, kuyruğu Rusya’nın elinde TC devleti debelenmeye başladı.

5- “Büyük siyaset”, işte böyle ortaya çıktı: ABD tetikçiliği. Suriye’de şunu yap Ege’de şunu, Kıbrıs’ta şöyle yap Libya’da böyle, Azerbaycan’da şöyle şeklinde yol aldı. TC devleti tüm bu hamleleri, ABD tetikçisi olarak yaparken, aslında yağma, rant ve savaş ekonomisinin de gereklerini yerine getiriyordu. Tekeller durumdan memnun, kârlarını katlıyorlar.

Ama bu arada, ABD hegemonyası çözülmeye devam ediyor.

Bu durum, elbette merkezdeki cismin hareketindeki düzensizlikler, ona bağlı uydularda sarsıntılar ortaya çıkarıyor. Bu aynı zamanda, uydu için, tetikçi için bazı hareket alanları da ortaya çıkarıyor. TC devleti de bu hareket alanlarını Osmanlı hayalleri ile İslamcı hayalleri birleştirerek kullanmak istedi, istiyor. Oysa bu “hareket alanları”, gerçekte, göründüğünden çok daha dardır. Ve merkez cismin hareketindeki düzensizlik, uydularda savrulmaya, depremlere yol açabilecek kadar şiddetli olabilirler.

Geriye Saray Rejimi’nin elinde kendini devam ettirebilmek, ömrünü daha fazla sürdürebilmek için, en iyi bildikleri baskı, yalan ve karanlık dışında bir şey kalmadı. İçeride “ağa” olan Erdoğan, dışarıda maskaraya dönmeye başladı. Bu dışarıdaki durum ise, daha çok, “büyük siyaset” olarak, ABD, Rusya ve AB arasında dans etmek şeklini aldı. Bu üçünü idare edecek şey ise; “üçü de bize muhtaçtır” söylemidir. Üçü de “bizi seviyor” avunması, bir kuzunun çaresizliğini yansıtmaktadır. Ve kuzu, kendine kurulan özel ayna sistemi ve görsel şölen sayesinde, kendini aslan gibi görmektedir. Eline tutuşturulan ateş ile tetikçi, kendini kurtarmak için, tüm çevresini ateşe vermektedir ve ateş artık kendisini de sarmaktadır. Kundakçı, kendisi tutuşunca, kendisinin kulağına yönlendiricilerince üflenen “deniz şu tarafta” sözünü duyar duymaz, toz duman içinde oraya koşmakta, ardından aynı ses deniz diğer tarafta demekte ve o da o diğer yöne koşmaktadır. Bu açmaz, onları daha çok gerçekleri gizlemek, algılara oynamak yönüne itmektedir.

Nasıl yağmada usta, nasıl rantta fırsatçı iseler, aynı biçimde ayakta kalabilmek için her türlü cambazlığı, hileyi yapmaya, yalan ve karartmaya başvurmaya o kadar eğilimlidirler. Buna da “kurnazlık” diye bakmaktadırlar.

Demek oluyor ki;

1- HDP’yi kapatmak, yeni Barzanici Kürt partisini kurdurmak isteyen ABD güçlerinin Saray’a söyleyeceklerine bağlıdır. Kapat derlerse kapatırlar. Ama bu Erdoğan ve Bahçeli’nin istediği sonucu asla vermez. Soylu’nun kayyum için öngördükleri, ABD’nin Kürtlere saldırın ki, belki Suriye’de, başka alanlarda bize sığınırlar stratejisidir.

2- Reform, uluslararası sermayenin ekonomik alanda öngörülebilirlik isteklerinin ifadesidir. Reformun halkla, liberal solun umut ettiği gibi hukukla, demokratikleşme ile falan ilişkisi yoktur. Reform dedikleri parabalalarının fazla ve dolaşan paralarını Türkiye’ye çekmek için gerekli güvencelerin oluşturulmasıdır.

3- Damat’ın gidişi, ABD’de Trump’ın gidişi sonrasına dönük hazırlıktır. Damat muhtemelen tüm suçları yıkacakları kişi olacaktır. Bir vezir kaybıdır, “fedası” değil. Hazine Bakanı’nı veren Sultan-Cumhurbaşkanı, kendisini de kaybedenler listesinin başında bulur. Dahası, AB, bu karara “saygılı”dır. Onların da, tüm tekellerin de işine gelmektedir. Acı reçete bu nedenle gündeme gelmektedir. Acı reçete, yeni IMF politikalarının uygulanmasıdır ve bunu bir süre IMF’siz IMF politikaları şeklinde yürütme niyetindedirler.

Tekeller, tıpkı ana merkezleri olan AB ve ABD sermayesi gibi Erdoğan’ı çok sevmişlerdir. Çok sevmek, çok desteklemek anlamına da gelir. Çok kârlı olmuştur. Ama şimdi bir uygun son aramaktadırlar. Bu sonu, AB ve ABD kavgası şekillendirecektir. Bu nedenle AB, Biden ile oluşacak yeni ABD yönetimini bekleyecektir. AB uzlaşı peşindedir.

İşte bu koşullarda Saray Rejimi, ömrünü uzatmak istemektedir. Bunun için Erdoğan’ın cumhur ittifakına destek arama çabalarına tanık oluyoruz. O fırsat arıyor, efendileri de bu durumun çok açık farkındadırlar. Bu adımlar, aslında toz duman arasında, onun korkularına uygun olarak ondan isteneni yapması için açılan yolların işaretleridir. Suriye’de, Libya’da, Ege’de vb. yeni adımlarla geri çekilecek olan TC devleti, bunun için bir formül aramaktadır. Müziğini bilmedikleri bir dansla, şaşkınlık içinde dans eden ve yorulmuş bir Saray Rejimi vardır. Ve bu birçok açıdan, efendilerin istediklerini almaları için uygun ortam da demektir.

Sorular şöyle sorulmalıdır: Seçim efendilerin gündeminde var mı, varsa ne zaman? AK Parti görevlilerinin CHP ile görüşmeleri, Akşener’in “millet masası” daveti, aslında bir “kurtarma programı” için ABD-AB arasında pazarlıkların yansımasıdır.

Ekonomik krizin yükünü bindirdikleri işçi ve emekçiler, bu krizin faturasını sessizce üstlenecekler mi? Sendikalara rağmen, baskılara rağmen, hukuksuzluğa rağmen saraylar barış içinde yaşayabilecek mi? Bu saltanat, bu yağma-rant ve savaş ekonomisi nasıl sürdürülebilecek? İşçi ve emekçiler, sessiz kalmayı kabul edecek mi? Sokaklar, parlamentonun boşluğunu doldurmaya aday olur mu?

İşte Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Akşener ve hepsi, bu ortak dert üzerinde birbirine destek olmaktadırlar.

Demokratik bir seçim olmasının hiçbir koşulunun olmadığı bugün, CHP ısrarla seçim üzerine bu nedenle durmaktadır.

Boğaziçili öğrencilerin kayyum-rektör atamasına karşı gelişen ve yayılan eylemlerinin Saray duvarlarının içine etkisi, yeniden Gezi sendromunun hortlamasıdır. Bu nedenle, Saray Rejimi, bir yandan sosyal medyayı kontrol altına almak için uğraşırken, diğer yandan ordunun araç ve gereçlerinin kayıtsız kuyutsuz polise ve MİT’e devri yasasını çıkarmaktadır. Anlaşılan, Saray’ın etrafını tanklarla, toplarla çevireceklerdir.

Korkuları boylarını aşmıştır.

Belki buradan bakınca, “az” ciddi tartışmaları farklı bir gözle görmek mümkün olacaktır.

İşçiler ve emekçiler, halkın büyük, ama çok büyük çoğunluğu için mesele, kendi iktidarını kurmaktır. Bu, sokaklardan başlayacaktır. İşçi ve emekçiler kendi yasalarını oluşturmak zorundadırlar. İşçi ve emekçiler, kendi iktidar araçlarını, kendi meclislerini oluşturmak zorundadırlar. İşçi ve emekçiler, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek zorundadırlar.

Bilim, sosyal bilimler, sosyalizm üzerine sorular, yanıtlar

“Şu düşündürücü çağımızda,

daha da düşündürücü olan bizim hâlen

düşünmüyor olmamızdır.”

Martin Heidegger

Bir grup genç arkadaş, antropolojiden kadınların mücadelesine, akıllarını kurcalayan bir dizi soruyla çıkageldiler, geçtiğimiz günlerde. Amaçları, tabir yerindeyse, bir “nehir-söyleşi” gerçekleştirmek, bunu da internet üzerinden yayınlamaktı. İtiraf etmeliyim ki soruları beni şaşırttı, heyecanlandırdı. Özellikle bilime ilişkin konulardaki merakları… Günün yakıcı soru(n)larından, siyasal İslâm’dan, pandemiden, kadın cinayetlerinden, ekonomik krizden, işten çıkartmalardan, Kürt coğrafyasındaki yerel yönetimlerden üniversitelere sıçrayan kayyum siyasalarından… biraz uzaklaşıp bilim, gerisindeki sınıfsal ilişkiler, sosyal bilimlerin niteliği vb. konulara yelken açmak, ufuk açıcı oldu benim için. Soruların bir kısmını ve yanıt teşebbüslerimi paylaşmak istedim…

Soruları soran, söyleşiyi kaydeden, teknik destek sağlayan tüm arkadaşlara teşekkür borçluyum.

21.yy ve 20. yy karşılaştırıldığında dünyada bilimsel çalışmalar hangi düzeyde? Bir ilerleme çizgisi mi izlemekte yoksa geçmişe göre bir yavaşlama ya da gerileme mi söz konusu?

Eğer bu soruda kastınız doğa bilimleriyse, bende bu sorunun cevabı yok. Dünyada bilimsel çalışmaların ne düzeyde olduğunu saptayabilecek durumda değilim. Ama bu soru vesilesiyle beni tedirgin eden bir durumun altını çizmeme izin verin, neredeyse tüm bir bilim alanının büyük şirketlerin istekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, bilimsel araştırmaların giderek daha yüksek maliyetlere ulaşması ve devletler ile şirketler, özellikle de çokuluslular arasındaki ilişkilerin daha da giriftleşmesi, bilimin sermaye karşısındaki göreli özerkliğini büyük ölçüde yitirmesine yol açtı. Örneğin bugün ABD’de AR-GE finansmanının yalnızca yüzde 23 kadarı hükümet kaynaklıyken, finansmanın yüzde 69’u özel şirketlerden geliyor. Şirketlerin bilimsel araştırmaları finanse etmesi, elbette “kamu yararı” amaçlı değil, rekabet ve kâr arayışıyla ilgili. Böyle olunca da bilimsel araştırmaların yönü, örneğin dünya nüfusunun beşte birini pençesinde tutan açlığın, yoksulluğun giderilmesi, tüm insanların temiz suya kavuşturulması vb. değil, finansörlerinin kazançlarının maksimizasyonu yönünde oluyor. Covid-19 karşısında ABD dâhil tüm gelişmiş kapitalist ülkelerin sağlık sistemlerinin çökmesi, bunun bir kanıtıdır. Doktorları yaşlı hastayla genç hasta arasında ölüm ve yaşam kararını içeren seçimler yapmak zorunda bırakan pandemiyle birlikte ortaya çıktı ki, bilimsel araştırmalar kârlı alanlarda yoğunlaşırken, halk sağlığına, kamu sağlığına, yani kâr getirisi düşük alanlarda bilimsel çalışmalar ihmal edilmiş.

Özellikle son 10 yıldır bilim, evrim, uygarlık tarihi konularına ilginin kamuoyunun, gençlerin ilgisinin ve güveninin arttığını görüyoruz. Bu durumun ortaya çıkmasında elbette gittikçe artan bilimsel gelişmeler, buluşlar, yayınların ve bunların hayatımıza olan etkilerinin gözlemlenmesinin payı var. Fakat bir taraftan da birçok konuda, bilim insanı sıfatıyla birbirinden çok farklı görüşler de çıkıp savunulabiliyor. Deyim yerindeyse ‘Hangisine inanacağımızı şaşırdık?’ durumu ortaya çıkıyor. Örnek vermek gerekirse beslenme konusunda: Ketojenik beslenme, yağlar aslında vücuda yararlıdır veya hayvansal gıdalar faydalıdır vb. Bu ikilemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sözünü ettiğiniz durum, daha çok “pop bilim” olarak tanımlayabileceğimiz, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, kamuoyu, özellikle de kentli orta sınıflar nezdinde hayatı “uzmanlar”ın kontrolünde, “bilimsel” olarak organize etme eğiliminin (hatta “zorunluluğunun”) pompalanması, sağlık başta olmak üzere yaşamın çeşitli veçhelerinin (çocuk doğurma-yetiştirme, yaşlanma, adet görme, cinsellik, stress, spor, hijyen, evcil hayvan sahibi olma…) giderek kârlı birer sektöre dönüşmesiyle bağlantılı gözüküyor. Bir kez talep yaratıldığında, örneğin “fit görünme/sağlıklı yaşam” gözde bir gündem maddesi hâline geldiğinde, bu alandan nemalanmak isteyen “işportacı-uzman”ların tezgâhlarını kapıp o alana koşması da kaçınılmaz oluyor. Bu bir çeşit “pazarlama” taktiği; herkesin kendi “bilgisi”ni satmaya çalıştığı bir pazar yeri. Sistemin bunu teşvik ettiği de ilave edilmeli: diş macunu, ped ya da deterjan reklamına çıkan “bilim insanları”.

Uzman olmayanların gerçek anlamıyla uzman (diyelim ki SCI-Expanded, SSCI veya AHCI indeksli) yayınları okuması, okusa da anlaması olanaksızdır. Örneğin “Gisela 6 ve SL 64 Anaçlarının İn vitro Koşullarda Çoğalma Performanslarının Belirlenmesi” ya da “Silikon İmplant Konmuş Sıçanlarda Aselüler Dermal Matriks Kullanımının Kapsül Kontraksiyonu Üzerine Etkisi” veya “Uluslararası ve Ulusal Mevzuat Hükümleri Çerçevesinde İklim Mültecisi Kavramı ve Türkiye Özelinde Yaratacağı Muhtemel Sorunlar” başlıklı bir makaleyi merak edip okuyacak “yurdum insanı” yoktur. İnsanlar bilimin karmaşık dehlizlerine, bu “bilim işportacıları” aracılığıyla erişiyorlar. Basitleştirilmiş argümanlar, hap hâline getirilmiş formüller aracılığıyla, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” bir güruh biçimleniyor böylelikle. Yukarıda andığım tipte bilimsel yayınların yanından geçemeyecek bilgi düzeyinde “yurdum insanları” da aşı olup olmama, beslenme, insanın “maymundan gelip gelmediği” ya da ne bileyim, ülkenin dış politikası vb. konularda “kesin” kanaatlere sahip oluyor.

Bilimin sadece merak ve öğrenme için gerekli olduğu savunusu yaygın. Bilim-insan ilişkilerini nasıl görüyorsunuz?

Bu soruya çok kısa bir yanıt vereyim mi? Bilim emek ve hayat eksenli olmalıdır. Yani sermaye güdümlü, kâr hedefli değil, insanı insan kılan temel özelliğe, emek eksenli olmalı ve yeryüzündeki yaşamı -yalnızca insan yaşamını değil, tüm bir bios’u- sürekli ve nitelikli kılmaya odaklanmalıdır. Merak elbette bilimi tetikleyen bir unsur, ama bilimin bulgularını kalıcı kılan, ihtiyaçtır. Yoksa merak saikiyle ulaşılmış, ancak döneminde herhangi bir ihtiyaca karşılık düşmediği için önemsenmeyip unutulmuş kim bilir kaç bilimsel buluş var. Örneğin ilk buhar makinası İskenderiyeli Heron tarafından M.S. I. yüzyılda bulundu ama herhangi bir ihtiyaca denk düşmediği için unutuluşa terk edildi. Buhar makinasının yeniden icat edilmesi için 17. yüzyılı beklemek gerekecekti. Ya da Bugün British Museum’da sergilenen Roma dönemine (IV. yy.) ait Lycurgus kupasının imalinde “nanoteknoloji” kullanılmış ve sonra da 20. yüzyıl sonlarına dek unutulmuştur!

Bir de ihtiyacın mevcut olmasına karşın, sistem tarafından rantabl bulunmadıkları için baskılanan, unutturulan buluşlar var. Akla gelen ilk örnek ABD’li mucit Buckminster Fuller. Fuller’ın 1930’ların başında tasarladığı üç tekerlekli gözyaşı biçimli aerodinamik otomobil hiç kullanılmadan unutuluşa terk edildi. Yeniden dönüştürülmüş ve atık malzemelerden üretilmiş, sürdürülebilir bir çevreyi hedefleyen diğer buluşları gibi… Çünkü Fuller’ın buluşları, tüketim hızını düşürmeye, enerji tasarrufuna yönelikti ve bu da şirketlerin “kâr, daha çok kâr” hedefine aykırıydı…

O zaman bilimin kapitalizmin, dev şirketlerin boyunduruğundan kurtarılarak insanlığın ve doğanın hizmetine verilmesi gerek. Fuller’ın deyişiyle, “bir ütopyanın işleyebilmesi için herkesi içermesi gerekir.”

Yapay zekânın ve tekniğin durdurulamaz bir şekilde yayılacağını ve bununla beraber emeğin karşı konulamaz bir şekilde özgürleşeceğini söylemek doğru olur mu? Özne olmadan sınıfsız bir dünyaya geçişin mümkünatı var mıdır?

Belki yaşım, belki bilincimin biçimlendiği çağ nedeniyle bu tür “fantastik kurgular”a oldum olası ısınamadım. Sorunuzu tersinden sormak da pekâlâ mümkün: yapay zekâ insanların çoğunun işsiz kalmasına, giderek bir “artık nüfus”a dönüşmesine yol açmaz mı? Sorun teknolojinin neye yol açabileceğinde değil, kimin, kimlerin denetiminde olduğunda. Başka türlüsü, düz mantık: binlerce yıldır yeryüzünü kana, gözyaşına boğan üretim ve mülkiyet ilişkilerini hiç hesaba katmayan cinsinden. Hangi servet sahibi, hangi kapitalist, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve kontrolün kendisine sağladığı ayrıcalık ve avantajlardan vazgeçer ki? Basit bir örnek vereyim: Dünyanın en zengin insanı, Amazon.com’un sahibi Jeff Bezos, öyle değil mi? Hani öyle insanlığa büyük bir katkısı filan da yok, nihayetinde internette bir alışveriş sitesi kurmuş. Jeff Bezos’un serveti 191 küsur milyar doları buluyor; tahayyülü zor bir servet. Dünyanın 2018 yılı gayrısafi hasılası 86 trilyon dolaylarında, yani Jeff Bezos tek başına dünya gayrısafi hasılasının kabaca 400’de biri tutarında. Jeff Bezos ve onu izleyen 3-4 kuşak torununun “normal”, insanca bir yaşam sürdürmesini sağlayacak bir miktarı ellerinde bırakıp, geri kalan miktara el koyduğunuzda dünyada açlık sorununu çözüyorsunuz örneğin. Jeffry Sachs’ın hesaplamasına göre Bezos gibi 20 dolar milyarderinin serveti yoksulluğu yeryüzünden silmeye yetiyor…

Şimdi gidip bu kişilere sorarsanız: “Yapay zekâ aracılığıyla emekçileri özgürleştirip komünizme geçmeyi düşünüyoruz; siz de şu servetlerinizden vazgeçin bir zahmet…” Yanıt ne olur, dersiniz?

Bu tür projelerin körlüğü, bilim kurgu filmlerindeki gibi bir dünya tahayyül etmeleri. Oysa bugün siber âlem dahi, küresel şirketlere ucuz emek sağlayan Hindistan, Pakistan vb.deki “siber emekçiler”in sırtında yükseliyor. Hayır, emek küresel ölçekte özgürleşecek, insanlık kapitalizm belasından kurtulacaksa eğer, bu yeryüzünün her köşesinde şiddetli sınıf çatışmaları ile olacak.

Celal Şengör Hegel’e “salak” demişti. İlber Ortaylı da “şarlatan” diye eklemişti. Ayrıca Şengör Marx’a “altın kalpli” Deniz Gezmiş’e “eşkıya”… Şengör’ün ve Ortaylı’nın vb.nin bu üslupları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kişinin isminin önünde Prof. Dr. eki olması onun istediği kişiye hakarete varan yakıştırmayı yapması hakkını doğal olarak ona verir mi? Toplumun belli bir kesiminin ne olursa olsun bu üslubu alkışlaması sizce kabul edilir bir durum mudur?

Celal Şengör ve İlber Ortaylı Hegel’i ne kadar okumuşlardır ki bu “hakaretler”i etme hakkını kendilerinde görürler, anlayamadım. Hoş, tabii allame-i cihan da olsalar, bilimsel tartışmalar “eleştiri”yle yapılır, küfürle değil. Bu ifadeleri nerede kullandıklarını bilmiyorum; ama “Beyefendi, Hegel’in hangi görüşlerini, hangi gerekçeyle ‘salakça’ ya da ‘şarlatanca’ buluyorsunuz?” sorusunu yönelten biri çıkmamış mıdır? Marx’ın “altın kalpliliği” gibi anlamsız bir yakıştırmayı bir yana bırakıyorum, Karl Marx hayır faaliyetleriyle tanınan biri değildir nihayetinde. “Altın kalpli” olarak nitelenmek, onun yapıtıyla ilişkinsizdir, ona ne bir şey ekler ne de eksiltir. Ama Deniz Gezmiş’e “eşkıya” demek, “devlet ağzı”yla konuşmaktır; 12 Eylül darbesine A’dan Z’ye sahip çıkıp, dönemin işkencelerinden söz ederken “dışkı yedirmek işkence değildir, ben bal gibi yerim” diyebilen bir kafadan başka bir şey beklemek de abes, zaten.

Bu gibi ifadelerin alkışlanmasına gelince… Bu toplum gündemdeki konulara futbol taraftarı gibi yaklaşmak gibi kötü bir huy edindi. Her alanda, öne çıkan her ismin fanatikleri var: siyasal liderlerin, köşe yazarlarının, artistlerin, futbolcuların, you-tuber’ların… ve “pop-bilimciler”in (Bakın “popüler bilimciler”, yani bilimi geniş kitlelere tanıtmak için çaba gösterenleri kast etmiyorum. Pop-bilimciler, farklı bir kategori. “Pop-starlar” gibi, örneğin).

Aslında bu gibi isimleri delalete sürükleyen de sanırım bu fanatikler kitlesi. Bu pop-kültür batağına sürüklendiğinizde hemen her konuda fikir serdetmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Mehmet Metiner örneğini çarpıcı bulurum; kendisi bir “pop-bilimci” olmasa da. Bir TV kanalının bir programında, hangi konu tartışılıyor olursa olsun, Mehmet Metiner’i hep ekranın sol üst köşesinde görürsünüz. Bir insan bu kadar mı her konuda fikir sahibi olur? Bir başka deyişle, bir jeolog ya da bir tarihçiden bir “guru” yaratan fanatikler de bu ego şişkinliğinden sorumlu, bence…

Özellikle Celal Şengör’ün tartışmaya başlatmasıyla ülkemizde gündeme getirilen Popper’in fikirlerini arkasına alarak sosyal bilimler ve Marksizm aleyhinde savlar yöneltmekte. İsterseniz biraz da bu konu üzerine konuşalım.

Örneğin Karl Popper’in bilim felsefesi alanında “yanlışlanabilirlik ilkesi” üzerinden bilimsel olanla bilimsel olmayan arasında bir ayrımlandırma yapmış. Ona göre bu yüzden doğa bilimleri bilimselken sosyal bilimler bilim değildir. Popper’in savunduğu yanlışlanabilirlik ilkesi bilimsel olanı bulmada belirleyici olabilir mi? Bu ilkenin artıları ve eksileri nelerdir? Sosyal bilimlerin bilim olabilmesi için sizce hangi ölçütler olmalıdır?

Buradan yola çıkarsak, doğa bilimleriyle karşılaştırarak; sosyal bilimlerin pozitif bilimler gibi salt deney sonuçlarına dayanmaması, sosyal bilimlerin bilim olmasına gölge düşürür mü? Özelde antropolojinin genelde sosyal bilimlerin sadece hipotezler sunabilen bir alan olduğu bilimsel teori ya da yasa seviyesinde (toplum yasaları) yaklaşımlara sahip olamadığı öne sürülebilir mi?

Öte yandan Marx’ın kuramlarının bilimdışı olduğuna yönelik çeşitli eleştiriler var. Bunu biraz açarsak şu gibi savlarla karşılaşmaktayız:

Mesela Şengör, Popper’den alıntılayarak:

“Marx kesinlikle her şeyi açıklayabiliyoruz demiştir. Popper bununla Marx hiçbir şeyi açıklayamıyor demektedir” diye aktarmış.

İşin aslı Marx gerçekten bunu söylemiş midir? Eğer öyleyse sizce neyi kastetmiştir? Popper’in cevabı hakkındaki görüşlerinizi de öğrenmek isteriz. Marx ve Engels’in görüşleri tümüyle bilim dışı mıdır?

İzninle bu sorulara toplu bir yanıt vermeye çalışayım. Öncelikle, sosyal bilimler, laboratuvarda, tam denetim altındaki koşullarda gerçekleştirilen gözlem ve deneylere tabi olamayacakları ölçüde, doğa bilimlerinden farklıdır. Dahası, sosyal bilimlerin öznesi de nesnesi de insandır. Duyan, düşünen ve davranışlarını öğrenme, deneyim edinme yetilerine bağlı olarak değiştirme kapasitesine sahip bir varlık. Bu nedenledir ki, sosyal bilimler doğa bilimlerinden farklı ve olasıdır ki çok daha karmaşık, etkileşimsel, inceltilmiş metodolojileri gereksinir. Ama bu durum, sosyal bilimleri doğa bilimlerinden daha “az” bilim kılmaz.

“Yanlışlanabilirlik” ilkesine gelince… Sosyal bilimlerin (bu arada Marksizmin) kuramlarının “yanlışlanabilirlik ilkesi”ne tabi olmadığını kim söylüyor? Engels’in Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm için yazdığı Önsöz’deki dictum’a müracaat edecek olursak, “çöreğin ispatı yenmesindedir.” Bir başka deyişle, kuramlar pratikte sınanır.

Bu anlamda Marksist teorinin bütünü yanlışlanabilir, dolayısıyla da Marksizm çürütülebilecek önermelerle yüklüdür. Örneğin, Marx’ın klasik iktisattan devralarak dönüştürdüğü “artı-değer kuramı”, yani kapitalizmde işçinin aldığı ücretin onun “emeğinin” değil de “işgücünün” fiyatı olduğu ve kapitalist birikimin kaynağını oluşturduğu, “yanlışlanabilir” bir kuramdır; bir iktisat bilimci kapitalist “kâr”ın kaynağının metanın içindeki işgücü miktarında değil de başka bir bileşende yattığını kanıtladığı an, Marx’ın kuramı “yanlışlanmış”/çürütülmüş olur.

“Yanlışlanabilirlik”ten kaçınıyor duruma düşmemek için Popper (ya da Şengör)’ın Marx’ın “her şeyi açıklayabiliyoruz” gibi bir cümleyi nerede, hangi bağlamda sarf ettiğini söylemesi gerek.

Marx’ın “determinist” olduğu, çok eski bir iddia. Bu, kısmen İkinci Dünya Savaşı sonrası SSCB’de Marksizm-Leninizm’i “resmî görüş” ilan eden tahrifattan, Sovyet Bilimler Akademisi’nin vulgarizasyonlarından, tarihin “ilkel komünal toplum”dan “komünist toplum”a doğru yol alan bir tren gibi tarif edilmesinden, kısmen (Althusser, ABD’li yeni evrimciler gibi) Batılı Marksist (ya da “quasi-Marxist”) entelektüellerin “ekonomik yapının belirleyiciliği” ya da “teknolojik determinizm” konusundaki abartılarından kaynaklanıyor. Kısmen de Batı Akademiası’nın soğuk savaş esinli anti-komünizminden…

Oysa determinizm, özellikle de mekanik/kaba determinizm, Marx’ın ciltler boyu eleştirdiği bir görüş. Feuerbach eleştirisi ortada. Marx (ile Engels)’ın söylediği, maddi koşulların son tahlilde maddi yaşam koşullarının bilinci belirlediğidir ve bu “son tahlilde/kertede” ifadesinin altını defaten çizmişlerdir. Ya da Alman İdeolojisi’ndeki terimlerle: “İnsanlar hayvanlardan bilinç, din, ya da herhangi başka bir şeyle ayırt edilebilirler. Onlar kendilerini hayvanlardan geçim araçlarını üretmeye başladıklarında ayırt etmeye başlarlar, bu fiziksel örgütlenişlerinin gerektirdiği bir adımdır. Geçim araçlarını üretmekle insanlar, dolaylı olarak bizatihi kendi maddi yaşamlarını üretirler.”

“Son kertede” ifadesi konusunda Engels’in J. Bloch’a 21 Eylül 1890 tarihli mektubu son derece açık. Anımsayalım:

“Tarihin maddeci kavrayışına göre gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimi, son tahlilde tarihin belirleyici faktörüdür. Ne Marx ne de ben, daha fazlasını ileri sürmedik. Şimdi biri çıkıp da bunu iktisadi faktörün tek belirleyici faktör olduğu şeklinde çarpıtacak olursa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve absürd bir cümleye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir, ama üstyapının pek çok etkeni -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları – zorlukla kazanılan muharebelerin ardından muzaffer sınıfların kurumsallaştırdığı anayasalar vb.- hukuksal biçimler ve hatta tüm bu gerçek mücadelelerin katılımcıların zihnindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi kuramlar, dinsel kavrayışlar ve bunların sistemli dogmalar hâlinde gelişmesi, tüm bunlar tarihsel mücadelelerin akışını etkiler ve pek çok durumda biçimlerini belirler. Tüm bu faktörler arasında iktisadi devinim, sonsuz bir olasılıklar dizilimi (yani birbirleriyle içsel bağıntıları gözardı edebileceğimiz ya da yok sayacağımız kertede uzak ya da kanıtlanamaz olan şeyler ve olaylar) aracılığıyla kendini zorunlu olarak dayatır. Bu böyle olmasaydı, tarihin verili bir döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu.

Kendi tarihimizi kendimiz yaparız, ama öncelikle son derece kesin önvarsayım ve koşullar altında. Bunlar arasında nihai kertede belirleyici olanlar, ekonomiktir. Ama siyasal vb. olanlar da vardır…”

Görüldüğü üzere, ikilinin determinizme daha yakını olan Engels dahi, “mutlak bir belirlenimcilik”ten söz etmemekte, hatta (sosyal) bilimin görevinin “son kertede” ifadesiyle ima edilen olasılıkların keşfi olduğunu vurgulamaktadır (eğer işimiz basit denklemleri çözmekten ibaret değilse…). Kaldı ki, Marx, “filozoflar bugüne dek, dünyayı yorumlamakla yetindiler; oysa sorun onu değiştirebilmektir” diyen bir eylem insanıydı. Bir başka deyişle Marx’ın felsefesinde nesnelliği bilmek, onu değiştirmeyi/dönüştürmeyi hedefleyen irade için gereklidir. Yani Marx’ın devrimci dönüşüm tasavvurunda determinizm ile volontarizm birlikte etkir.

Marksizm din midir? Bir inanç, inanma meselesi midir? Tarihsel olarak hangi dinamikler üzerine kurulmaktadır?

Marksizm ne “bilim-dışı”dır, ne de “din”dir. Ama öncelikle vurgulayalım, Marksizm bir “sosyal bilim”dir. Sosyal bilimlerin konularını laboratuvar koşullarında yeniden üretemedikleri ya da üzerlerinde denetim sağlayamadıkları ölçüde, doğa bilimlerinden “farklı” olduğu, aynı metodolojileri izleyemeyecekleri, sosyal bilimcilerin doğa bilimlerin yöntemlerinden olsa olsa bir “paradigma” (burada paradigma kavramını özgün anlamında, yani “örnek” karşılığında kullanıyorum) olarak ya da analojiler yapmak üzere yararlanabileceğini unutmamak gerek. Örneğin işlevselci sosyolog ya da antropologların toplumu bir “organizma”ya benzetmeleri, konuyu daha anlaşılabilir, tahayyül edilebilir kılmak için başvurulan bir örnektir yalnızca. Bu örneği fazla ciddiye alıp topluma biyoloğun kavram ve yöntemleriyle yaklaşmaya çalışırsanız, Spencer’in ya da sosyobiyologların durumuna düşersiniz.

Diyeceğim, Marksizm, toplumsal görüngüleri incelerken, maddi yaşamın üretiliş tarzını temel almayı öneren ve görüngülerin birbiriyle bağlantılı, etkileşim içinde, değişime tabi olduğunu ve değişimin çelişkiler, zıtlar arasındaki süregen çatışma aracılığıyla süregittiğini öne süren bir sosyal bilimsel yaklaşımdır. Buradaki zıtlar, örneğin Popper’ın başvurduğu Aristotelyen mantıktaki “X” ile “X-olmayan” değil (bu durağan bir çerçeveye içkin bir bakış açısıdır) dinamik bir süreç içerisinde, birbirleriyle mücadele hâlindeki ve bu mücadele ile tarihsel değişimi/dönüşümü sağlayan zıtlıklardır: toprağa dayalı servet ve yetke karşısında, onunla zıt çıkarları temsil eden ticari sermayenin birincisi aleyhine genleşmesinin, sonuçta burjuvazinin feodal soyluların sistemini yıkmasına yol açmasında olduğu gibi. Hiç kuşku yok ki bu süreç sosyal bilimcinin göz önünde bulundurulması gereken binlerce etkileşim hâlindeki ihtiva eder: köylü ayaklanmaları, barutun kullanıma girmesi, matbaanın bulunması, okur-yazarlığın yaygınlaşması, Rönesans ve Reformasyonun etkisi, düşüncenin sekülerleşmesi… Sınıflar mücadelesi, tüm bu varyantları anlamlı kılan omurgayı oluşturur.

Tam da bu nedenledir ki, Marksizm bir “din” de değildir; dinler “ilahi ya da doğaüstü buyrultular”a dayalı, tartışılmaz (ya da tartışılmalarının sınırları kendi içinde verili olan) dogmalardır. Tamlık/yetkinlik iddiasındadırlar; bir din tam/yetkin olmadığının kabulüyle çöker. Marksizm ise toplumları anlayabilmemizi ve toplumsal ilişkileri dönüştürebilmemizi sağlayabilecek yöntemler sunar bize. Tamamlanmışlık, yetkinlik iddiasının uzağındadır. Deyim yerindeyse, inşa hâlinde bir kuramdır.

“Sosyalist model geçersiz bir modeldir. Bu yüzden işleyemez hâle gelmiş ve yıkılmıştır. SSCB ve Çin buna en iyi örnek” denilmekte. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

Uygulanabildiği hâliyle sosyalizmi yapabildikleri ve yapamadıkları üzerinden değerlendirmenin daha doğru olduğu kanısındayım. Örneğin tüm yurttaşların eğitim, sağlık, barınma gibi temel gereksinimlerinin karşılanmasında, aç, işsiz, evsiz tek bir yurttaşın dahi bulunmamasında günümüzün en iddialı kapitalist ülkelerinden daha iyi durumda olduğu gerçeği bugün daha net bir biçimde ortaya çıkıyor. Yapamadıklarından ise sosyalistlerin, komünistlerin ve bugün genel olarak neoliberal kapitalizmin yarattığı cehennemden farklı bir dünyayı arzulayanların ders çıkartması elzem. Merkezî, bürokratik ve kendisine hedef olarak kapitalist sistemle yarışı koymuş, yönetimi tabana yayacak yerde devleti aşırı şişirmiş bir sosyalist pratiğin kalıcı olamayacağı görüldü. Ama bizzat tüketim toplumunun cazibesiyle sosyalizmin yıkılışına alkış tutan halkların bugün geçmişin özlemini çekmedikleri söylenebilir mi? Kitleler yoksullaştı, işsizlik ve pahalılığın pençesine düştü, temel hizmetlerin özelleştirilmesiyle baş edemez hâle geldiler; sermaye birikiminin mafyatik ve nepotik formları, rüşvet ve yolsuzluklar yaşamlarını daha bir çekilmez hâle getirdi.

Ancak geri çekilmek durumunda kalan, nihayetinde sosyalizmin ilk dalgasıydı. Tarihin cilvesi öyle ki, sosyalist sistemin yıkılması, dizginsiz ve kontrolsüz bıraktığı kapitalizmin de sonunu hızlandırmakta. Sosyalizm, yeryüzünde sömürüyü sınırlandıran, emekçilerin, yoksulların elini güçlendiren bir vakı’a idi; çöküşü, kapitalizmi 19. yüzyıl başlarındaki “vahşi” hâline geri döndürdü. Bugün Davos zirvelerinde bile, bu işin böyle gitmeyeceği konuşuluyor. Bir başka deyişle “Ya sosyalizm ya barbarlık!” sözü bugün bir sloganın ötesinde, bir gerçekliğe işaret ediyor.

Tekelcilik ve medya

Kaldıraç okurları, çok sıklıkla tekelci sisteme, tekelci kapitalizme bir vurgu yapıldığına şahit olmaktadır. Bu sıklık bile, konuyu anlatmaya yeterli midir, sorusu açıktadır.

Hatırlarsak biz, tekelci kapitalizmi, kapitalizmin olgunluk çağı, yani esas olarak kendini bulduğu, tüm özelliklerinin ve yasalarının daha net ortaya çıktığı dönemi olarak ele alıyoruz. Bu nedenle, 1870 öncesini “tekel öncesi kapitalizm” olarak ele alıyoruz. O ünlü “serbest rekabet dönemi”ni biz tam da tekel öncesi dönem olarak okuyoruz.

İkincisi, tekeller çağı, aynı zamanda kapitalizmin dünya sistemi hâline geldiği çağdır. Eğer, “tikel-özel-genel” kategorisi içinde bakarsak, kapitalizmin bir ülkede doğuşunu tikel, Avrupa’da yayılmasını “özel” olarak ele alırsak, tekeller çağı bunun genelleşerek bir dünya sistemi hâline gelmesi demek oluyor.

Üçüncüsü, tekeller çağı, aynı zamanda büyük çaplı üretimin egemen olduğu, kitlesel üretimin egemen olduğu çağdır. Fordizm ve Taylorizm olarak adlandırılan otomasyon sistemleri, emeğin sermayeye bağımlılığını artırmakla kalmadı, kitlesel üretimin boyutlarını da genişletti.

Bu durum bir yandan üretimin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki kapitalizmin temel çelişkisini keskinleştirirken, diğer yandan “kitlesel üretim”e bağlı olarak “tüketim toplumu” denilen olgunun ortaya çıkmasına eşlik etti.

Büyük çaplı kitlesel üretim, reklamcılığın bugünkü hâli ile temelidir (Bu konuda daha kapsamlı bir tartışma ve bu sürecin değişik etkileri için bakınız Deniz Adalı, “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem”, Kaldıraç Yayınevi). 1870’lerde hızlanan sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşması, yani tekelleşme, 1 milyon tirajlı gazeteleri doğurmuştu. 1929’a gelindiğinde ise, reklamcılık, artık tekelci rekabetin ve bir bütün olarak tekelciliğin en önemli alanlarından biri oldu.

Bugünkü medya, sadece TV, basın demek değil. Aynı zamanda eğlence sektörünü, mesela Netflix gibi portalları, müzik alanını ve en yenisi sosyal medyayı da içine almaktadır.

Ve tüm bu medya sektörü tekellerin elindedir.

Nasıl ki, maksimum kâr amaçlı üretim olmamış olsa, insan ihtiyaçları için üretim temel alınsa, enerji teknolojileri böyle olmayacaktı, doğa ile insan ilişkisi böyle olmayacaktı, aynı şekilde tekelcilik olmamış olsa medya araçları da böyle olmayacaktı. Belki haberleşme kanalları, belki iletişim kanalları bambaşka olacaktı. Belki TV’ler hem teknik olarak hem de içerik olarak bugünkü gibi olmayacaktı.

Tekelcilik pazar hâkimiyeti ile başlar. Ama orada kalmaz. Hâkimiyet ilişkileri tüm toplumsal ilişki ağını içine alır. Yatak odalarımız dahi bu hâkimiyet ilişkilerinin alanı içindedir.

Tekelcilik aynı zamanda, devlet organizasyonunda da bir değişime neden olmuştur. Tekeller çağı nasıl ki, “serbest rekabetçi dönemi” geri gelmemek üzere ortadan kaldırmıştır, aynı biçimde burjuva diktatörlüğü demek olduğundan bir Marksist’in asla şüphe duymadığı “burjuva demokrasisi”ni de geri gelmemek üzere ortadan kaldırmıştır. Tekeller çağında devlet, yeni döneme uygun olarak organize edilmiştir.

Kapitalist gelişimin her aşamasında, her anında, her gününde meta üretimi daha da gelişmiş, meta yaşamın daha çok alanını kapsamaya başlamıştır. Her ilişki bir anlamda “meta”laşmıştır. Buna “aşkı” da dahil edelim. Bu aynı zamanda kapitalist mülkiyet ilişkilerinde de bir gelişim demektir. Kapitalist mülkiyet, her gün alanını genişletmiştir. Yıllar önce su dediğimiz içeceğin alınıp satılması kolayca düşünülemez iken, bugün tersi düşünülemez durumdadır. Kimse “su” için neden para ödediğini bilmemektedir. “Su gibi aziz ol”, herhâlde bugün, “paran kadar aziz” olabilirsin anlamına gelir olmuştur. Toprağın, suyun, havanın mülk edinilmesi, “bilgi”nin de mülk edinilmesini beraberinde getirmiştir ve artan oranda.

Bugün, sosyal medya devleri, Facebook, Twitter, Instagram, WhatsApp (galiba bunların hepsi de aynı gruba ait) ve onların babası gibi konum alan Google, bilginin mülk edinilmesinde “sömürgelerin yağmalanması” gibi, insan yaşamının, toplumsal yaşamın yağmalanmasında akıl almaz bir hegemonya sahibidirler.

İşte günümüz kapitalist devletinin şekillenmesi, bunları da içine almaktadır.

Biz bu devlete, günümüz burjuva diktatörlüğüne, günümüz burjuva demokrasisine Tekelci Polis Devleti (TPD) diyoruz.

Yüzyılın başında, tekeller çağının başlamasının ardındaki on yıllarda başlayan emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının içinde Ekim Devrimi kapitalist zinciri parçaladı.

Bu durum, tüm burjuva cephede, tekeller cephesinde, kapitalist-emperyalist sitemde korkuyu artırdı. Ekim Devrimi, maalesef dünyaya yeterince güçlü yayılamadı. 1919’da Alman devriminin yenilgisi, karşı-devrim atağını daha güçlü hâle getirdi. 1929 krizi, kapitalist dünyanın korkularını daha da artırdı. Ve 1930’larda gelişen faşizm, aslında tekeller çağının devlet organizasyonu için, olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olarak ortaya çıktı.

İkinci Dünya Savaşı, sosyalizmin zaferi ile sonuçlandı. Onu Çin Devrimi ve ardından Küba Devrimi izledi.

Emperyalist dünya, hep birlikte destekçisi olduğu Hitler faşizminin yenilgisinin gözyaşları içinde, faşizmin tüm dişlilerini devletin yeni örgütlenmesine taşıdı.

Medya, bu süreçte çok özel bir rol oynamaya başladı. İkinci Dünya savaşı öncesinden gelir bu ve bugünün Procter & Gamble (P&G) firması, hani şu meşhur tekel, İkinci Dünya Savaşı döneminde ABD devleti adına savaş propaganda işlerini idare ediyordu (Daha fazla detay için bakınız Deniz Adalı, “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm”, Kaldıraç Yayınevi).

Tüm burjuva devletler, iç savaşa dönük örgütlenmeye başladı.

Tekelci polis devleti (TDP), hem tekeller çağının devletini hem de bu iç savaşa göre örgütlenmeyi ifade eder. Burada, iç savaş örgütlerinin gelişimi işin bir önemli yönü ise, diğer önemli yönü, medyanın “dördüncü kuvvet” olarak adlandırılarak devletin içine girmesidir.

Polis daha çok iç savaş kuvvetidir ve tekeller çağında tüm devlet makinası daha çok ve her yönden bu iç savaş örgütlenmesi olarak ortaya çıktı. McCarthycilik denilen komünist avı, en gelişmiş merkezlerde Gestapo tarzı yapıların oluşturulması ve medya ile kitlelerin alıklaştırılması, manipüle edilmesi, aslında devletin iç savaş örgütlenmesinin gelişimi olarak ele alınmalıdır. Bu durum, sadece ABD ile sınırlı da değildir. ABD, açıktan, Hitler’in tüm kalıntılarını devralmıştır.

Burada iç savaş örgütlenmesini ifade etmek için öne çıkardığımız “polis” kavramının, hukukçuların yaklaşımları ile karışmaması gerekir. Tekelci polis devlet, aslında işin niteliğini son derece güzel özetlemektedir.

Günümüz dünyasında “polis”, kolluk kuvveti ile de sınırlı bir işlem değildir. Bilgi toplanması, bilgi üzerine kapsamlı analizler, medya devlerinin işi olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında Google ya da Facebook, tekelci rekabetin gerektirdiği tarzda reklamcılık, tüketim toplumunun ihtiyaçlarına uygun olarak kitlesel ve ihtiyaç olmadan tüketim vb. amaçlar için iş görmektedirler. Ama mesele bununla sınırlı değildir. Tekel olmanın, hâkimiyet ilişkilerinin, sadece ekonomik sonuçları olmaz. Beraberinde şiddeti de getirir. Hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet üzerinden bakarsanız, aslında Google veya Facebook’un “medya terörü” kavramı içinde ne kadar etkili iş gördüklerini kavrayabilirsiniz. Google ve diğerleri devasa bilgi toplama ağıdırlar ve polis, açıktan esas “polis” olan bu merkezlerden bilgi istemektedir. Google veya Facebook ya da WhatsApp, bilgilerini devlete verir mi sorusu, oldukça safçadır. Saflığın bu kadarı da aptallık olarak ele alınabilir. Diyelim ki, sizin kullandığınız bir şampuan, sizde nasıl bir gerçeklikle bağı olmayan bir alışkanlık yaratıyorsa, Facebook için de bunu düşünüyor olmanız normal. Ama buradan sonra kalkıp da bu bilgileri “devlet” veya başkası ile paylaşırlar mı diye düşünmeniz saçmadır. Google veya Facebook, WhatsApp veya Instagram, bu bilgileri elbette devletlere verirler. Biri her devlete verir, biri ise sadece bir tanesine. Google veya Apple, bilgileri belki Türkiye’nin polis güçleri ile MİT ile paylaşmayabilirler. Ama CIA ile elbette paylaşırlar.

İşte sokakta kitlelere saldıran, mitinglerde komplolar kuran, TOMA’dan gaz fışkırtan, plastik veya gerçek mermilerle halka kurşun sıkan polis gücü, bu tekelci medya yanında, bilgi açısından çocuk kalır. Onlar, polis veya MİT, telefon dinlerler, operasyonel bilgi ile ilgilenirler. Oysa Google veya Facebook, kapsamlı operasyonlar yaparlar. Polis teşkilâtları, aslında, bu dev tekelci medyanın yönlendirmeleri ile hareket eden saha elemanları gibidir.

Demek artık, günümüzde, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, polis dediğimiz zaman, artık daha kapsamlı bir iç savaş örgütünü anlıyoruz. Öyle ise Google, Facebook, Twitter vb. aslında daha arkadaki devlet örgütlenmesinin bir parçasıdır. Önde polisin ve ordunun yürüttüğü işlerin önemi ortadan kalkmadan, devlet örgütlenmesinde bu yeni yön daha da gelişmiştir.

İşte tam da bu noktada, geçenlerde ABD’de ortaya çıkan Kongre binası baskınına bir kere daha bakmamız mümkündür.

Bizim tezimiz şudur: Devlet ile tekelci bir grup arasındaki çatışma, gerçekte tekeller arasındaki kanlı rekabetin bir yansımasıdır. Bu nettir burayı geçmek istiyorum.

Esas üzerinde durmak istediğim konu, Kongre binasının basılmasının ardından, Twitter tarafından Trump’ın sosyal medyasının “kalıcı olarak askıya alınması” meselesidir.

Elbette Trump’ı oraya sosyal medya ile taşıdılar. Facebook bu konuda özel bir rol oynadı. Trump’ın seçilmesini konu alan “The Great Hack” isimli belgesel film aslında bunu detaylı biçimde örneklemektedir. Demek ki Trump o tahta, başkanlık koltuğuna dev tekelci medya şirketlerinin manipülasyonları ile çıktı. Sadece o mu? Elbette değil. Uganda, 11 Ocak’ta bir açıklama yaptı. Bu açıklamada, “Facebook devlet başkanlığı seçimlerine müdahale ediyor” denmektedir. Ve bizim ülkemizde Erdoğan, aynı metotlarla beslenmiştir ve şimdi, sorun yaşadığının farkındadır. Hilal Kaplan onu uyarıyor.

Ve şimdi, Trump’a dönelim, tahta çıkarttılar ve çıkarken Twitter, Facebook destekçisi idi, oradan inişi konusunda sosyal medya tekelleri, Twitter, devreye sokulmuştur. Hesaplarını “kalıcı olarak askıya” alanlar demokratlık payesi almak istiyorlarsa, onu oraya çıkartırken hesaplarını “kalıcı olarak tepeye” çıkartırken yaptıkları manipülasyon için buyursun ceza çeksinler. Her zaman, hacıyatmaz gibi, bu dev medya tekelleri, “haklı” çıkıyorlar. Öyle bir hukuk ki, çıkartırken manipülasyon yapınca “haklı”, indirirken hesaplarını askıya almakta yine “haklı”.

Twitter, açıklamasında, “demokrasi kahramanı” payesi almak ister gibidir. Özetle biz, senden büyüğüz, seni seçtirdiğimiz gibi indiririz demek ister gibidir.

Google, Facebook, Twitter, Instagram, WhatsApp vb. ile hayatımızı “sosyalleşmek” adı altında kontrol edenler, aslında kendi güçlerini de ilan etmektedirler. Amerikan tekellerinin bir kanadı, açıkça, kendi çağlarını ilan eder gibidir.

Trump’ın ne olduğunu biliyoruz. Onu oraya çıkartanlar, şimdi de onun sosyal medyasını “kalıcı olarak askıya” alıyorlar.

Hukukçular dikkat etmelidir. “Kalıcı askıya almak” diye bir terim yenidir. Askıya almak, tanımı gereği geçicidir. Kapatmak, kalıcı olarak askıya almak anlamına gelir. Öyle ise kapatmak demelidirler. Öyle demiyorlar. Kendi hukukî terimlerini devreye soktular: “Kalıcı olarak askıya almak.” ABD’de bir yönetim krizinde medya tekelleri, kendi hukukî dillerini oluşturmaktadırlar. Ve bunu da ABD demokrasisi olarak bize sunmaktadırlar. Vietnam savaşını bize “demokrasi taşımak” olarak pazarladılar. Kızılderili yerlilerin katliamını bize “medeniyet taşımak” olarak pazarladılar. Irak işgaline “demokrasi taşımak” adını taktılar. Ve şimdi, kendilerinin ürünü olan bir soytarının iktidarda kalma isteğine karşı “hesaplarını kalıcı olarak askıya alma” işini bize demokratlık olarak pazarlıyorlar. Muhtemelen bu sayede, çok kârlar elde edecekler. İşte size günümüz demokrasisi. Tekelci demokrasi, tekellerin kârını artırmak anlamına gelir. Bu nedenle, bizim TPD tanımlamamızı sevmeyeniniz varsa, buna, “tekeller demokrasisi” de diyebilirsiniz.

Hilal Kaplan, Twitter’ın “kalıcı askıya alma” hamlesini, sadece Trump destekçisi olduğu için bu kadar ciddiye almadı, o aynı zamanda Türkiye’deki Saray Rejimi’nin iktidarda kalma planları açısından bugünden adımlar atması gerektiğini hissettiği için bu adımı çok ciddiye aldı. Yarın bizim başımıza da gelebilir diye uyarısının anlamı, Saray Rejimi’ne, şimdiden sosyal medya için önlem al, şimdiden “istenmeyen adam” olduğunda seni oraya çıkartanların indirmesine karşı önlem al demektedir. Haklıdır, çünkü kaybedince, o da kaybedecektir, cennetini kaybetme korkusudur bu.

Hilal Kaplan’ın gönlü rahat olsun. Saray Rejimi, tekeller arasındaki çatlaklar, uluslararası sermayenin kavgaları nedeni ile gitmeden önce, işçi ve emekçilerin sarayları yerle bir etmesi ile gidecektir. Bu nedenle Saray, ordunun silah ve araçlarının polise kayıtsız devrinden söz etmektedir.

Kaplan görüyor ki, Trump’ı oraya çıkartan manipülasyonların merkezlerini tutanlar, aslında onu indirmesini de bilmektedirler. Tekeller, ellerindeki hâkimiyet araçlarının ne demek olduğunun bilincindedirler. Bu gücü nasıl kullanacaklarını, yüzyıllardır yönetiyor olmalarının bilinci ile gayet iyi bilmektedirler. Ama tüm bu güçler, onların cennetlerinin, işçilerin cehennem hayatlarının üzerinde kurulu olduğu gerçeğini değiştiremezler.

Kapitalizm ve gelecek üzerine

Başlangıç tarihi 2008 krizi olarak alınabilir, o tarihten bu yana özellikle o tarihten bu yana kapitalizm ve gelecek üzerine birçok “ilginç” görüş ortaya çıkmaya başladı. Bunların bir bölümü oldukça yaygın söylense de, mesela “kapitalizmin sonu geldi” ya da mesela “dünyada fazla nüfus var”, bir bölümü daha “sofistike” ifadelerle dile getirilmektedir, mesela “batmasına göz yumulamayacak kadar büyük şirketler” ya da “bir çeşit kamulaştırma programı” vb. gibi. Aslında bu görüşlerin tümünde kapitalizm ve gelecek ya da kapitalizmin geleceği gibi konular tartışılmaktadır.

Başlangıç olarak 2008 krizini almak mümkün. Ama aslında bu görüşlerin kökleri eskidedir. Mesela aşırı nüfus, Malthus’tan beri bilinir ve oldukça vahşi sonuçları olan olaylar bu görüş etrafında savunulmuştur. Bu görüş, bir başka açıdan bakılırsa, “dünya nüfusunu besleyecek yeterince mal ve hizmet yok” diye de okunabilir ve bu hâli ile de oldukça eski sayılır.

Peki biz neden 2008 krizini bir başlangıç noktası alıyoruz? İki nedeni var: İlki, hâlen içinde yaşadığımız bu 2008 “finansal” krizi birçok tartışmayı yeniden gündeme getirdi. İkincisi, hâlâ içinde yaşadığımız bu kriz süreci, kapitalizme karşı yeni bir başkaldırı ve işçi sınıfının yeniden sahneye girmesi denilen devrimci yükseliş sürecinin önlenmesi için iktidarları alarme etmiş durumdadır. Demek oluyor ki, okuyucu, burada yer alacak tartışmaların köklerinin eskiye gidiyor olmasını, onların “yeni versiyonlarının” tartışılması sırasında, isterse eski tartışmalara daha fazlası ile dönebilir. Bizim yapmaya çalışacağımız ise, aslında bu görüşlerin, kapitalizmi kurtarmak için allanıp pullanması gerçeğini ortaya koymak, belki bizim cephenin daha dişe dokunur tartışmalara odaklanması için bir ayıklama yapmak olacaktır.

2008 krizi, kapitalist sistemin tüm tıkanıklıklarını, onun fazladan ömür sürmek için bulduğu palyatif çözümlerin krizini daha da ağırlaştırdığını ortaya koydu. Hâlâ bu krizin içindeyiz.

Öncelikle, krizlerin otomatik olarak sistemleri tarihe gömmediğini bilen, Marksist olarak öznel müdahalenin rolünü bilimsel olarak anlayan bir anlayışla baktığımızı vurgulamak isteriz. Dolayısıyla, 2008 krizi nedeni ile, Saray Ağzı (biliyorum, “sokak ağzı” denir ve dilde, bir şeyin derinlikten yoksun, yansıdığı gibi dile getirilmesini ifade eder, argo da içindedir. Sokak ağzı, argo olmasa da hisleri ifade eden anlamında kullanılmaktadır. Bunu biliyorum. Ama “sokak ağzı” yerine, Saray Ağzı terimini kullanmak istiyorum. “Saray Ağzı”, pespayeliğin daha da ilerisidir. Bizim burjuvalarımız da dahil, dünya burjuvaları, daha doğru söyleyeceksek tekeller ve onların kalemşörlerinin yuvası medya, topluma rol modeller olarak kimi sunacaklarsa, onu aptallığı ve belkemiği olmaması oranında seviyorlar. Ya da şekil verebildikleri, sonra tekrar ve tekrar, ihtiyaç duydukça şekil verebilecekleri “rol model”leri çok seviyorlar. Para dışında hiçbir değerleri olmadığı, sermayenin kişilik bulmuş hâlleri olarak sevgiyi aşağıladıkları için, aşağılanabilecek olanları rol model yapmayı seviyorlar. Bunun sonucudur, kültürel olarak yozlaşma, egemen sınıf içinde çok gelişkindir ve kendini siyasal aktörlerinde dolaysız olarak dışa vurmaktadır. Erdoğan ya da Trump, tam da bunun tiplemeleridir. Bunun sonucudur, Erdoğan, başlangıçta tekeller ve onların medyaları tarafından çok sevilmiştir. Ne kadar ‘idiot’ ve ne kadar “no-bones” ise o kadar makbuldür. Belkemiksiz ve aptallaştırma sürecinden geçenler, ellerine iktidar etme alanını bulunca, tüm sıradanlıklarını ortaya koyarlar. Hiçbir sokak, bu kadar pespaye, bu kadar sıradan olamaz. En “baba” argoların içinde dahi bir zekâ kırıntısı vardır. Ama muktedir olunca, bir tarz, iplerinin kimin elinde olduğunu da biliyorlar, halka karşı son derece kibirli ve hoyrat olabiliyorlar. Hiçbir kral bunlar kadar kibirli ve hoyrat, aynı anda ikisi birden olmamıştır. Muktedirdirler ve aynı zamanda köledirler, hırsızdırlar ama aynı zamanda ahlâk timsalidirler, peygamberdirler ve aynı zamanda mürittirler. Ve bunların hepsinin bir karışımıdırlar. Böyle olunca “rol” yapmıyorlar, kendilerini oynuyorlar, en az kendileri olarak. Saray Rejimi, tam da böyle kişilikler yaratmıştır ve bunun yarattığı dil, “sokak ağzı” diye tanımlanırsa, hem çok diplomatik kalır hem de sokak ağzında var olan güzelliklere büyük bir haksızlık anlamına gelir) ile “oh” olsun sevinci ile krizi ele almıyoruz. Hayır, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu, kapitalizmin devrilip yok edilmesi krizlere “oh” diyerek gerçekleşmez. Kapitalizmin ortadan kaldırılması, planlı ve örgütlü bir eylemdir, devrimle olur.

2008 krizi, her ne kadar “finansal kriz” olarak nitelense de, gerçekte sadece finansal kriz değildir. Öyle başlamıştır. Günümüz tekelci kapitalizminde krizler, elbette en hızlı koşan finansal alandan başlamaktadır. Bunda şaşıracak bir şey yoktur. Aşırı üretim krizi, örnek olsun, yine de finansal alandan başlayacaktır. Dünyada üretilen mal ve hizmetlerin yıllık toplamını kat be kat aşan bir borç sistemi işlediğine göre, krizlerin finansal alandan başlaması kadar doğal ne olabilir?

Kapitalist meta üretimi (meta üretimi kapitalizmden çok önce de vardır. Ama kapitalizm meta toplumudur. Hem meta hayatın her alanına girer, yaygınlaşır hem de emeğin metalaşmasına dayanır) gerçek anlamı ile metanın kendini her şeyi ile açığa vurabildiği ve tüm toplumsal ilişkilere hâkim olabildiği için, meta toplumu olarak da isimlendirilir. Metanın dolaşımı, paranın bulunması ile hızlanır, ama para, kapitalist toplumda, daha net, tüm yönleri ile ortaya çıkar. Para, hem dolaşım aracıdır hem de sermayenin büründüğü biçimlerden (para sermaye) biridir. Sermaye, para sermaye biçimine bürünmeden devrini tamamlayamaz. Para sermaye olarak sermaye, işgücü ve üretim araçlarına dönüşür. Bu işlemi yapabilmesi için para sermaye biçiminde olması gerekir. Paranın hem para sermaye hem de metalar için dolaşım aracı olması özelliği, parasal alanın çok farklı görünümler almasına, çok marifetli çözümler oluşturmasına olanak sağlar.

Hem artı-değerin üretilmesi sırasında zaman önemlidir hem de dolaşım alanında. Maksimum kâr amaçlı bir üretimin bu iki alanda da “etkin” önlemler alarak işlemesi demek, paranın hareket kabiliyetinin artması demektir. Kapitalist ekonominin parasallaşması, sadece dolaşım alanında paraya duyulan ihtiyaçtan değil, aynı zamanda sermayenin büründüğü biçimlerden biri olması nedeniyledir. Para, bir anlamda hız da demektir. Tüm kredi sistemi bu temellere dayanır. İşte bunlara dayanarak, kapitalizmin krizlerinin her seferinde daha fazla “finans krizi” olarak başlamasının zorunlu olduğunu söyleyebiliriz.

2008 krizi, salt bir finansal kriz değildi dediğimizde bunları vurgulamak isteriz. 2008 krizi üzerine yapılmış son derece değerli makaleler var. Bunları, kendi görüşlerimizle birlikte, birçok çalışmada ele aldık. “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” isimli çalışmamızda, konuya ilişkin birçok makalenin adı geçmektedir (D. A., Kaldıraç Yayınevi). Okuyucu, 2008 krizi ile ilgili oralarda daha geniş bilgilere ulaşabilir.

Ama 2008 krizi, aynı zamanda emperyalist paylaşım savaşımı içinde ele alınmalıdır. Çünkü, uzun süren Soğuk Savaş dönemi boyunca emperyalist güçler, en başta ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa beşlisi, kendi aralarındaki paylaşım savaşımını alttan alta, geride yürüttü. Öne çıkan, SSCB’ye karşı anti-komünist mücadele ya da tüm sistemin ayakta kalabilmesi için sosyalizmin dünya ölçeğinde yenilmesi, geriletilmesi idi.

Paylaşım savaşımı, elbette krizlerin de gelişim seyirlerine, derinliklerine vb. etki eder. Öyle olmuştur.

2008 krizi ile birlikte ABD, dünya imparatorluğu hedefleri için, öncelikle eski ortakları olan emperyalist rakiplerini kontrol altına alma yolunu tutmaya yöneldi. Elbette bunun da öncesi var. Ama 2008 krizi, özellikle Çin ve Rusya’ya karşı saldırıyı sivriltme gereksinimini ve öncesinde de bazı stratejik noktalarda, mesela Ortadoğu gibi, ABD’nin tam kontrol sağlama ihtiyacını gündeme getirdi.

2008 krizinin bir başka önemli yönü, birçok burjuva iktisatçısının da söylediği gibi, daha önceki krizlerde kâğıtların, hisse senetlerinin buharlaşmasının görülmesine ilave olarak, bu kez katı varlıkların da mesela binaların da buharlaşması oldu. Bu, çöküşü daha da derinleştirdi.

Yine 2008 krizinin bir özelliği, merkez üssü olan ABD’de, devlet olanakları ile, “batmasına göz yumulmayacak kadar büyük şirket”lerin kurtarılması oldu. Birçok finans devi, mesela CitiBank, içine zerkedilen milyarlarca dolarla ayakta kalabildi. 250 milyar değeri olan CitiBank, krizde 25 milyar dolara Çinlilere satılmakla karşı karşıya kaldı ve devlet 360 milyar dolar verdiği hâlde, yani aslında bankayı kamulaştırdığı hâlde, banka yine “özel” kaldı.

Bu aynı tarz “kamulaştırmayı” biz, pandemi sürecinde de gördük. Koca şirketler, devletlerin desteği ile kurtarıldı ama aslında “kamulaştırılmadı”.

Bu durum, aslında sermayenin kimin tarafından mülk edinilmiş olursa olsun, gerçekte toplumsal bir varlık olduğunu ortaya koydu. Sermaye, yani daha önceki üretimlerden gelen ve üretim araçları şeklinde maddeleşmiş olan emek, gerçekte kamuya ait olduğu hâlde, yani toplumsal karakterde olduğu hâlde, özel kişilerce mülk edinilmektedir. Şimdi bu “özel mülk” olan sermaye, ancak sahte bir kamulaştırma ile kurtulmaktadır.

Bu kamulaştırma sahtedir. Çünkü, bu kamulaştırmayı yapan devlet, tekellerin, burjuvazinin devletidir. Gerçek bir kamulaştırma, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin de ortadan kalktığı bir sistemde olabilir.

Bu hâli ile kamulaştırma, olsa olsa bize, gerçek anlamda kamulaştırmanın, yani kapitalizmin sonunun ve komünizmin gelişinin habercisi olarak ele alınabilir.

Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin toplumsallaşması ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Bu emek-sermaye çelişkisinin ifadesidir.

Kapitalist üretim, gerçekte sürekli toplumsallaşmaktadır. Büyük çaplı üretime neden ihtiyaç duyulduğu, tekelleşmenin ne olduğunu biliyorsak, bunu da anlayabiliriz (Elbette bu 1870’lerde Marx tarafından Kapital isimli çalışmasında detaylıca açıklanmıştır. Oradan kaynak alarak, biz, bunu günümüz kapitalizmi içinde tekrar ve tekrar ele almış bulunuyoruz. Okuyucuya, birbirini takip eden üç çalışmamızı okumasını önerebiliriz. İlki “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm”dir. İkincisi, “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem”dir. Üçüncüsü yukarıda da adı geçen “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” başlıklı çalışmadır). Fabrikada, sermaye üretken hâlde iken, yani para sermayeden işgücü ve üretim araçlarına dönüşmüş olarak yatırılmış iken üretilen artı-değer, pazarda, metaların paraya dönüşmesi sürecinde kâr hâline gelir. Kapitalistler, daha çok artı-değer üretmek için fabrikalarında işçilerin kanını emerler ve sonra pazarda bu artı-değeri içeren metaları paraya çevirip kâr hâline getirirken ise birbirlerini, diğer kapitalistleri boğazlarlar. Ve bu süreçte daha çok artı-değeri cebe indirmenin yolu, büyük çaplı üretimden geçer.

Büyük çaplı üretim, aynı zamanda üretimin toplumsallaşması demektir. Artık bir tek ayakkabı üretmek, bir işçinin işi değildir. Hatta bu sadece bir fabrikanın da işi değildir. Farklı sektörlerde, farklı fabrikalarda üretilmiş ara mallar, ayakkabı üretiminde bir araya getirilirler. Buna üretimin toplumsal karakteri diyoruz. Sermayenin uluslararasılaşması da bunun içindedir. Çin’in “dünyanın fabrikası” hâline gelmesine karşılık, mesela ABD merkezli firmanın sadece pazarlama, tasarım vb. alanlarında insan çalıştırıyor olması da bunun bir parçasıdır. Toplumsal karakter dedik mi, bunların tümünü anlarız. Toplumsal karakter, “ulusal sınır”lar ile ele alınabilecek bir durum değildir. Nasıl ki, insan toplumsal bir varlıktır ifadesinde biz “ulusal sınır” vb. tanımıyoruz, burada da durum budur. Yeri gelmişken, sermayenin uluslararasılaşması dediğimiz şey, daha çok finansal alan ile hızlanır. Para sermaye ve onun tüm biçimleri olmadan sermayenin uluslararasılaşması o kadar hızlı gerçekleşemezdi. Para, uluslararası alanda da hem dolaşım aracı hem de sermayenin büründüğü biçimlerden biridir. Ve tüm biçimleri ile birlikte bu parasal sermaye olmadan, hızlı bir gelişim olanaklı olmaz.

Bu yeterli değil.

Kapitalist üretim, emek üretkenliğini artırır. Emek üretkenliği, nihayetinde, bir birim değişen sermayenin (işgücüne yatırılan para sermayenin) ne kadar büyük miktarda değişmeyen sermayeyi (yani üretim araçlarına yatırılan sermaye) harekete geçirebildiği demektir. Bu da daha komplike makinalar demektir. Bu da daha büyük çaplı üretim demektir. Emeğin üretkenliğinde böylesi devasa bir artış olmadan, paradan para kazanmanın veya finansal alanda oluşan ve kaynağı artı-değer olan faizin bu kadar büyümesi söz konusu olamazdı.

Burada yeridir ve popüler yanılsamaya dayalı görüşlerden biri bu noktada karşımıza çıkmaktadır. “İşçi sınıfı artık bitmiştir, zaten gereksiz hâle gelmiştir. Robotlar, özellikle de pandemi sonrasında daha fazla devreye girecektir. Elveda proletarya.” Değişmeyen sermaye, yani makinalar, bunlarda bağlı duran sermaye artmaktadır. Emeğin verimliliği arttıkça, üretim araçları gelişmekte ve birçok alanda, daha az insan gücü kullanılarak, daha az canlı emek kullanılarak (nihayetinde üretim araçları da emek ürünüdür ve cansız emektirler) üretim yapabilmenin olanakları oluşmaktadır. Bu doğrudur, ama diğerleri doğru değildir.

Aslında kapitalist gelişme, daha 1860’larda, 1870’lerde, tekelleşme ile birlikte bu sürecin içinde, anonim şirketler diye bir yapılanma ortaya çıkardı. Hisse senetleri vb. o dönemden bu yana var. Elbette daha başka sanal (hayalî) sermaye biçimleri de oluştu. Ama daha o günlerde, kapitalist büyük çaplı üretim, kapitalist denilen varlığı gereksiz hâle getirmişti.

Bugün de öyledir.

İşçiye gerek var mı tartışması, kapitaliste gerek olmadığı gerçeğini örtmek için kullanılmaktadır. Her üretim sürecinde, az ya da çok canlı emeğe ihtiyaç vardır. Bunun kapitalizmdeki adı işçidir, yani işgücünün sahibi, onu meta olarak satmaya hazır, kendi emeğini değerlendirebilecek iş araçlarından yoksun kişi. Oysa üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu, yani karakteri gereği zaten toplumsal olan, toplumun daha önceki üretimlerinin sonucunda maddeleşmiş emek araçları olan bu üretim araçlarının ortak mülkiyette olduğu, bunların üzerinden özel mülkiyetin kalktığı, bunların kimsenin olmadığı (aynı anlama gelmek üzere herkesin olduğu) ve kâr amacı gütmeyen bir toplumda, yine canlı emeğe ihtiyaç vardır. Devasa sistemleri çalıştırmak üzere bir tek düğmeye basmak için bile olsa, günde sadece 1 saat aktif çalışmak anlamında da olsa canlı emeğe ihtiyaç vardır. Peki, kapitaliste neden ihtiyaç olsun?

Öyle ise bu kadar açık, bu kadar çıplak gerçeği neden sorgulamıyoruz da, “bilimsel tartışma” adı altında, önümüze “işçiye gerek var mı” sorusunu getiriyoruz. İşçiye gerek yoksa, hemen tüm işçileri bir kenara bırakın lütfen. Elinizi ne tutuyor?

Burjuva kalemşörler, neden işçiye gerek var sorusunu efendilerine, kapitalistlere sorsunlar, onların CEO’larına sorsunlar. Eğer işçiye gerek olmamış olaydı, tekeller bu teknoloji ile hayatın her alanında robotları devreye sokarlardı ve işçileri işlerinden etmekte bir saniye düşünmezlerdi. Onların işçilere ihtiyaç duymalarının nedeni, üretilen ve sahiplerinin kendileri olduğu kabul edilen malların satılması değildir. İşçi bir tüketici olarak vazgeçilmez değildir. Bundan önce işçi, artı-değerin üretimi için gereklidir.

Kapitaliste hiçbir biçimde ihtiyaç yoktur ve bu durum 1870’lerden beri böyledir. Şimdi, şu gerçeği bir kere daha anlamaya çalışın: Aslında kendileri tüm toplumsal üretim sürecinde gereksiz olan kapitalistler, tüm toplumu yönetmekte, devasa devlet çarkları oluşturmakta, insan ihtiyaçlarını temel alan bir üretim yöntemi yerine hiçbir zaman tüketemeyecekleri birikimleri için maksimum kâr amaçlı üretim yapmakta, bu yolda sahte ihtiyaçlar yaratmakta, doğayı tahrip etmekte, milyarlarca insanı köleleştirmektedir. İşte bir varlık, toplumsal açıdan ne kadar gereksiz ise, o kadar yoz, o kadar aşağılık, o kadar zalim olabilmektedir. Sermayedar, sermayenin kişiliğe bürünmüş hâlidir. Toplumun daha önceki üretimlerinin birikmiş ve maddeleşmiş hâli olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, tüm bu tahribin kaynağıdır. Kapitalizm, tüm insanlığı yok ederek yaşamını, ömrünü uzatmaktadır. İnsanlığın, komünizm dışında bir çıkışı yoktur.

Diyelim ki, bir x üretim alanında, kapitalistler, neden tüm işçileri işten kovup, o alanı, giderek tüm ekonomik üretimi robotlarla yapmaya yönelmiyorlar? Bunun tek bir yanıtı vardır; çünkü bunu kârlı görmüyorlar. Kapitalist üretim insanı temel alan, insan ihtiyaçlarını temel alan bir üretim tarzı değildir. Böyle olduğu için, kâr amaçlı bir üretim olduğu için, bilimsel gelişmelerin sonuçlarını üretime, kendi amaçları için, maksimum kâr için uygularlar. Bunun ötesine geçmezler.

Yani, kapitalist üretim ilişkileri, üretim araçlarının gelişimini engellemektedir. Üretimde robotların kullanılması, her durumda işsizliğe yol açmaz, ancak kapitalizm koşullarında işsizliğe yol açacağı kesin. İşsizlik, kapitalist için, yedek sanayi ordusudur ve daha düşük ücretle çalışacak adamlar demektir. Kapitalistler, bir noktaya kadar işsizliği isterler. Ama onların üretimde robot kullanmama nedeni, bunun birçok alanda henüz kârlı olmamasıdır. Diyelim ki, ev işlerini yapan bir emekçi olsun. Bu işçi için kapitalist yılda, 30 bin TL ödüyor olsun. Onun yerine bir robot bulduğunda, bu robotun ömrü 10 yıl ise, bu robot için 300 bin TL ödemez. İlk iş olarak kapitalist, yatakları temizleyen kişiyi işten çıkaracaksa, önce onun işini ahçıya yaptırmayı dener. O robot, mesela 60 bin TL olunca, onu alıp, temizlikçiyi işten çıkartabilir. Bunu mesela tekstil alanına uygulayalım. Bir tekstil atölyesinin robotlu üretime geçmesi, sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Robotlu üretim ile mesela 5 katı üretim yapabiliyorsa, pazardan da bu payı alıyor olması gerekir. Bu uzatılabilir.

Bugünkü dünyada, diyelim bir sosyalist ülke, madenlerde robot çalıştırmaya yönelebilir (Elbette, hangi madenin ne için lazım olduğu meselesi de bir sorudur. Mesela altın, para olarak lazım olan bir meta olmayacaktır. Belki bunun yerine süper iletken olarak iş görecektir). Ama mesela bir kapitalist bunun kârlı olup olmadığına bakacaktır. Kısacası, işçi sınıfının ortadan kalkmasının önündeki engel, kapitalizmin bizzat varlığıdır. Kapitalizm kalkınca, kapitalist sınıf yok olunca, üretim araçları toplumsal mülkiyete geçince, zaten işçi sınıfı da ortadan kalkacaktır.

Krizler, her seferinde daha büyük bir krizi tetiklemek üzere aşılıyor. Bu anlamda da aşılıyor eksik olur. Bu durum, her seferinde ölçüsü artmış şekilde piyasalara para sürülmesi ile sağlanıyor. 2008 krizinde piyasaya sürülen para toplamının 20 trilyon dolar, yani o dönem için dünya gayrisafi yurtiçi hasılasının (GSYH) üçte biri kadar olduğu biliniyor. Pandemi dönemi ile, bir o kadar daha piyasaya sürüleceği anlaşılıyor. 2019 yılı dünya GSYH 82 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Bunun 2020’de 75 trilyon dolar olması bekleniyor. Demek oluyor ki eğer 20 trilyon dolar sürerek süreci tamamlarlarsa dünya milli gelirinin 4’te biri kadar bir para piyasaya sürülecek. Bu piyasalarda hiç para olmadığını düşünmüyorsunuz herhâlde.

Fransa Fransız havayollarını, Almanya Lufthansa’yı ve daha birçok şirketi, “batmasına izin verilemeyecek kadar büyük” kategorisinde ele alıyor.

Böylece açık ama adı telaffuz edilmeyen bir kamulaştırma devreye sokuluyor.

Bu durum, kapitalizmin geleceği üzerinde bazı tartışmaları da gündeme taşıyor. ABD’de FED de dahil birçok yerden “kamulaştırma”, “devlet kapitalizmi”, “piyasa sosyalizmi”, “devlet sosyalizmi” gibi kavramlar kullanılarak açıklamalar yapılıyor. Bunların bir bölümü çıktığı ağızlarda “yeni bir dolap” olarak durmaktadır. Ama yine de bu tartışma, kapitalizmin geleceği üzerine bir tartışmadır.

Hemen, bizim sol çevrelerden, eskiden bu yana savundukları görüşlerini dillendirmek için bir enerjik tartışma yükseliyor. Özeti şudur: Acaba kapitalizm, bir devrim olmadan, bu biçimde, “mantıklı davranışlar sergileyen kapitalistlerin dirayeti ile”, daha makul bir düzene, sosyalizme değil ama daha makul bir düzene evrilebilir mi?

Temenni olarak bunlar ele alınabilir. Ama papazın veya imamın vaazından öte anlam taşımayacak temenniler.

Ama bu temelde bir savunu, istediği kadar kendine solcu diyen insanlar tarafından dile getiriliyor olsun, devrim ve işçi sınıfından, burjuvaziden daha fazla korkuyor olmanın bir ürünü olabilir.

Kamulaştırma, kapitalist bir devlet tarafından yapılıyorsa, o gerçek anlamda bir kamulaştırma değildir. Özelleştirme üzerine yükselen neoliberal saldırının sonlandığı bugünlerde, aslında bu kamulaştırmaların amaç olarak özelleştirmelerden başka bir anlamı olmadığı bilinmelidir. Tek bir farkı vardır, kamulaştırma ve toplumsal devrime olan ihtiyacı, nesnel olarak ortaya koymaktadır. Kapitalizm, nesnel olarak yıkılmanın, sosyalist devrimler nesnel olarak yeni bir yükselişin eşiğindedir.

Bu nesnellik, mücadele için işçi sınıfına bir olanak sunar, ama devrimler sadece nesnel temelleri var diye zafere ulaşmazlar. Devrimler, bir devrimci öncünün işçi sınıfının öncüsü olarak iktidara yürüyüşü ile zafere ulaşabilir.

Kapitalist sistemin şurasını, burasını tamamlayarak, eksiklerini gidererek bir düzeltme olanaklı değildir. Tüm mesele, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesidir ve bu kapitalist devletin alaşağı edilmesi, yıkılıp parçalanması ve sosyalist bir iktidarın kurulması ile başlar. Bugünün dünyası, Ekim Devrimi dönemine göre, işçi sınıfına sosyalist devrimden sınıfsız topluma, komünizme yürümek için daha büyük olanaklar sunmaktadır. Yani, kapitalizmden komünizme geçiş süreci nesnel olarak azalmıştır, sosyalizme ihtiyaç duyulan geçiş süreci kısalmaktadır.

Kapitalizme karşı mücadele, kapitalistlerin ruhsal bozukluklarının tedavi edilmesi ve onların mantıklı davranmalarının sağlanması ile gerçekleşmez.

Evet bir soru var: Bu kadar serveti, bu kadar varlığı nasıl yiyip bitirecekler? Soruya yanıt: Artık onlar da, insanlık için bir yol, bir çıkış yolu arayışında olacaktır, şekline bürünmektedir. Önerimiz, bir örgüt değil, bir psikologlar birliği ya da psikologlardan oluşan bir WhatsApp grubu kursunlar ve dertlerini kapitalistlere anlatsınlar. Soru bu ise, solculukları “bir gerçeklikten kaçma hâli” demektir.

İlkin o servet, onların değil, toplumundur, onlar buna kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde el koymaktadırlar, dün de böyle idi, bugün de. İkincisi servetlerini kapitalistler, nasıl harcarım diye ele almazlar. Kapitalistin derdi, ömrünün sonuna kadar bu üç günlük dünyada rahat yaşamak değildir. Kapitalist serveti olduğu için kapitalist değildir, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğine el koyduğu için, üretim araçlarının sahibi olduğu için kapitalisttir. Öyle ise soruyu en azından şöyle ifade etmeniz gerekir: Bu kapitalistler, artık üretim araçlarını topluma devretseler ve kendi yaşamlarını rahatça sürdürseler. Bu daha doğru bir ifade olur. Ama bu durumda, özel mülkiyet ortadan kalkınca, toplumsal mülkiyet kurulunca, kâr için üretim son bulunca, meta ve para da eninde sonunda ortadan kalkacaktır. Bu durumda onların bankalarındaki paraları, dahası servetleri ne işe yarayacaktır? Bir kapitalist bu durumun ne demek olduğunu, maalesef bizim bu tarz solcularımızdan daha iyi bilir.

Kapitalist, kişilik hâline bürünmüş sermayedir. Yani o sermayenin isteklerine göre davranır. Sermaye, özü gereği toplumsaldır. Daha önceki üretimlerde canlı insan emeğinin maddeleşmiş hâlidir. Bunun birileri tarafından mülk edinilmesi ve onların sermayesi hâline gelmesi, kapitalist üretimin başlangıç noktasıdır. Bundan, bir kapitalist vazgeçecekse, zaten o artık kapitalist olmaz. Muhtemelen, artık sosyalizm için savaşan bir savaşçı hâline bile gelebilir.

Tekeller çağında, devletin sahibi tekellerdir. Bunların yaptığı kamulaştırma, bir kapitalisti kurtarmaktan daha çok, zincirleme batışı önlemek içindir. Yani bu bir “kurtarma” operasyonudur, yani halkın vergilerinin bu şirketlere aktarılmasıdır, yani bu batışın maliyetinin halka yüklenmesidir. Yani, özelleştirmenin bir başka şeklidir.

Elbette, krizlerden çıkış için FED ya da Fransız MB gibi kuruluşların çözüm arayışları olacaktır. Ama bu çözüm arayışlarından hareketle, kapitalist sistem kendi kendini feshedecek ve siyasal erk işçi sınıfına devredilecek diye bir hayale kapılmak, bilim ve akıldan uzak olmak, mücadeleden korkmak demektir.

Krizler karşısında bulunan çözümler, kapitalist sistemi ayakta tutmak içindir. Sorun şudur; kapitalist sistem çoktan miadını doldurduğu hâlde hâlâ ayakta durmaktadır. Mesele budur.

1929 bunalımı sonrasında Keynes’in devlet harcamaları eli ile talep yaratılması girişimi gibi noktalar çoktan geri kalmıştır. Aşırı üretim sadece tüketim nesneleri ile ilgili bir sorun değildir. Daha kapsamlı bir sorundur ve üretim araçları için de geçerlidir. Kapitalizm, bir bütün olarak tıkanmış durumdadır. Ve insanlık için bu, devrimler çağı dışında bir kurtuluş olanağı sunmaz.

Pandemi sürecinde birçok devlet ya da hükümet, halka açıktan para dağıttı, paralar bastı. Ama sonuçta pandemi sürecinde birkaç zengin birkaç ayda inanılmaz bir servet birikimine ulaştı. Yani yine, sermaye daha az elde toplanmakta, yine yoksulluk ve açlık daha yaygın bir sorun hâline gelmektedir.

Dünya için, tüm kaynakların planlı kullanıldığı bir ekonomi şart ise, bunun yolu, tüm üretim araçlarının ortak mülkiyetinden ya da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermekten geçmektedir.

Devlet kapitalizmi, yani daha planlı bir ekonomi ama kapitalizm, bir seçenek bile değildir. Zira, bu daha çok altyapı yatırımları alanı için geçerlidir. Bugün sermayenin giremeyeceği pazar kalmamıştır. Devasa şirketler, dünya çapında pazar analizleri yapmakla kalmıyor, anlık olarak o pazara ulaşabiliyorlar.

Ve dahası, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımını, dünyanın yeniden paylaşılması savaşımını görmezden gelerek bir tartışma yapılamaz. Kapitalist sistem, bugün Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme kadar gerilmiş bir paylaşım savaşımı yayının gerilimi içindedir. Bu paylaşım savaşımını bir çözüm olarak dayatan, askerî açıdan daha güçlü olan ABD’dir, ama diğerleri bundan uzak değildir. İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa bu savaşın taraflarıdır. ABD, bugün, bu savaşı örtmek için diğerlerini eski müttefik kimliği altında Rusya ve Çin’e karşı savaşa kışkırtmaktadır. Krizden çıkış için bu yolun daha “akılcı” olduğunu savunanların yakında sesleri daha fazla çıkacaktır.

Belki son değildir ama bizim ele alacağımız son tartışma konusu şu başlıklarla ifade edilebilir: “Yeterince mal ve hizmet yok” bu nedenle dünyada açlık var, “nüfus fazla” ve bu fazla nüfus dünyayı zorlamaktadır ve ek olarak nihayet “çalışma süreleri” meselesi.

Bu üç nokta da kapitalizmin geleceği olmadığını göstermektedir.

Bir avuç zenginin serveti, dünya nüfusunun çoğunluğununkinden fazladır. Bu, eşitsiz dağılım ya da gelir dağılımındaki artan bozukluk olarak ortaya konmaktadır. Ve açlığın nedeni, aslında yeterince üretim olmamasından kaynaklanıyor diye bir görüş, çok eskidir ve bugünlerde yeniden elbiselerine bürünmüş ortalıkta dolaşmaktadır.

Türkiye’de bugün, üretilen maske miktarı, günlük ihtiyacın 1,5 katıdır. Oldukça kısa zamanda, maske üretimi, yeterinden fazlaya ulaşmıştır. Peki bu durumda neden maskelerin fiyatları düşmüyor? Bu kadar maske var, neden sağlık çalışanlarına bile ücretsiz maske dağıtılmıyor?

Açlığın nedeni, yeterince mal ve hizmet üretilememesi değildir.

Bu görüşü savunanlar, başka bir yerde, artık üretimin robotlarla yapılabileceğini ve işçiye gerek olmadığını da savunmaktadır. Dünyada hemen hemen her mal üretimi, ihtiyacın en az 2,5 katıdır. Bu hesaplamaların ne kadar doğru olduğu bir yana, ama bir gerçeği yansıttığı kesindir. Üretilen mal ve hizmette değil sorun, sorun, kapitalist üretim ilişkilerine, mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak şekillenen bölüşüm ilişkileridir.

Kapitalist üretim, zaten insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan bir üretim değildir. Kâr için üretimdir. Eğer kâr için üretim olmamış olsa idi, mesela temiz suyu herkese ulaştırmak için bir çaba olurdu ya da herkesin barınma sorununun çözülmesi için bir çaba. Böyle bir şey yoktur.

Açlığın nedeni, bizzat kapitalizmin kendisidir.

Bu görüş ile, nüfus fazlalığı görüşü birbirine çok yakındır. Eğer dünya üzerinde yaşayan nüfus mesela 7,8 milyar olmasa da, 5 milyar olsa, o zaman açlık olmayacak gibi bir görüşü ifade eder. Ya da bunun bir uzantısı olarak, yeryüzündeki kaynak israfı ve kirliliğin, doğa tahribatının kaynağını da bu aşırı nüfus olarak görmek.

Diyelim ki dünya nüfusu 5 milyar olsun, kapitalist mülkiyet ilişkileri ortadan kalkacak mı? İşçilerin ürettiği artı-değere kapitalist el koymayacak mı? Oysa çok uzun olmayan bir süre önce zaten nüfus 5 milyar idi ve dünyada açlık yine vardı. Ve dünya nüfusunun 5 milyar olduğu dönemden bu yana birçok insan, doğanın insafsızca tahribatından söz etmekteydi.

Dünyadaki tüm nüfus problemleri kapitalist üretim ilişkilerinin sonucudur. Buna göçler, buna katliamlar da dahildir. Hangi malın, ne kadar miktarda üretileceği ve nasıl dağıtılacağı, bugünün dünyasında hesaplanması oldukça kolay bir iştir. Ama insanlığın önünde böyle bir sorun güncel olarak durmuyor. Çünkü kapitalist, kâr getirecek tarzda, en kârlı olacak şekilde, bunlara uygun teknoloji ile üretimi gerçekleştirmektedir. Ve sorun kapitalizmin kendisidir. Çarpık kentleşme ya da kapitalist ilişkiler altında kentleşme, trafik sorunu vb. hepsi kapitalizmin sonucudur, insanların kargaşa sevmelerinin, insanların “eğitimsiz” olmalarının sonucu değildir. Kapitalist ilişkiler, kendine uygun eğitim sistemi yaratır. Bu nedenle eğitimsiz insan değil, kapitalist sistemde eğitilmiş insan mesele olabilir.

Bugün, acaba, dünyada mevcut teknoloji veri alınarak, ortak mülkiyet altında, insanların üretim için çalışma süreleri ne kadar olmalıdır? Yani, herkes çalışıyor, kâr için üretim yok, amaç insanların ihtiyaçlarının karşılanması, kimse kimsenin kölesi değil, dünya çapında bir merkezî planlama var ve bu planlama en uzak hücresine kadar insanlığın örgütlülüğüne dayanıyor, bu şartlar altında bir insanın en çok ne kadar çalışması gerekir?

Bunu nasıl hesaplayabiliriz? Nüfus belli, 7,8 milyar, diyelim ki 8 milyar. Bunların kaç barınmak için ev, kaç ekmek, kaç kilo pirinç vb. ihtiyacı olduğu bellidir. Bellidir, yani hesaplanabilir durumdadır. Çin’deki ekmek yemez, Türkiye’deki ekmek yer. Bunlar önemsiz ayrıntılardır, hesaplama açısından. Ne kadar çorap, ne kadar çocuk bezi, ne kadar t-shirt gerektiği bellidir. Daha çok satmak için modaya ihtiyaç yok, kürke ihtiyaç yok vb. Tüm bunları plastik bazlı kartlarla dağıtmak mümkündür. Yani paraya da gerek yoktur. Günde 4 milyar dolarlık bir döviz alışverişine, borsalara vb. de ihtiyaç yoktur. Yaşam bin kat daha sadeleşmektedir. Acaba ne kadar zaman çalışmak zorunlu olmalıdır? Diyelim ki günde 3 saat mi? Şimdi atıfta bulunamadığım ama okuduğum bir makalede, İngiltere’de böyle bir hesaplamanın 20 yıl kadar bir süre önce yapıldığını hatırlıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam 3 saat civarında idi. Dakikasını hatırlamıyorum. Bugün daha kısa olduğunu düşünüyorum.

Bugün, gelişmiş teknolojiye rağmen dünyanın birçok ülkesinde ortalama çalışma zamanı 8 saatin üzerindedir. Ülkemizde bunun 11 saat olduğu hesaplanmaktadır. 11 saatten günlük 10 milyon kişi çalıştırmak yerine, günlük 5,5 saatten 20 milyon insan çalıştırmak, işsizliğin bu boyutlarda olduğu bir ülkede neden mümkün değildir? Çünkü kapitalist üretim ilişkileri, kâr amaçlı üretim bunu gerektirmektedir de ondan.

Kapitalizm insanlığa bir gelecek vadedemez. Onun vadedeceği şey, en iyi ihtimalle bugünkü yaşamdır. En iyi ihtimalle. Çünkü, bir avuç insanın -giderek sayıları da azalmaktadır- cenneti, milyarlarca insanın cehennem hayatı üzerine kuruludur. Yıkılmazsa, yerle bir edilmezse, daha iyisi olamaz. Bu nedenle en iyi ihtimalle bugünkü yaşamdır.

İnsanoğlu bir gelecek arıyorsa, bunun yolu, ömrünü tüketmiş ve ömrünü tükettiği için insanı ve doğayı tüketmekte, tahrip etmekte olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmektir. Kapitalizmi yıkmak ve sosyalist bir dünyayı, insan emeği ile bir geleceği kurmaktır.

Bunun tüm teknik ve nesnel altyapısı vardır. Ekim Devrimi’nin günlerinden çok çok daha olumlu koşullardayız, nesnel olarak. Mesele, bu yıkıp kurmayı gerçekleştirecek olan insan eylemindedir. İnsanın en gelişmiş eylemi, örgüttür. Mesele yaratılacak olan devrimci örgüttedir.

Boğaziçi Geriden öne, direnişe!

Kayyum rektör, bahtsız çıktı.

Boğaziçi’ne rektör atandı, sevinecekti. Hem, ülkenin gözde bir üniversitesine rektör atanıp orayı da dize getiren adam olmanın manevi gururunu yaşayacaktı ve ilerde adı Saray’ın etkili defterlerine kayıtlanacaktı hem de belki Boğaziçi Üniversitesi’nin arazisini Erdoğan kontrolünde 5’li müteahhit çetesine kupon arazi olarak devredip dünyalığını dolduracaktı.

Yani hem manevi-maddi hem de çok maddi olarak gelecekteki zaferinin sevincini yaşamaktaydı.

Ama şu talihe bakın; öğrenciler, öğretim üyeleri, ardından tüm üniversiteler, onlarla birlikte tüm ülke, ona “kayyum rektör” dedi.

Kayyumluk, ülkemizde son yıllarda gözde bir “meslek”, anahtar bir “güven alameti” olarak ele alınmakta, Saray nezdinde de çok makbul bulunmakta, “sevilmekte”dir.

Ama gelin görün ki, Boğaziçi’ne rektör atanan Bulu, o kadar bahtsızdır ki, kaderinde “kayyum” sözcüğünü bir aşağılama, bir Saray yardakçısı olarak görülme anlamı ile “bulu”şturma kısmetsizliği vardı.

Bu kısmetsizlik, bula bula Bulu’yu buldu.

Boğaziçi Üniversitesi, kapısında kelepçe ile “tutuklanma”ya kalkışıldı, ama öğrenciler ve öğretim üyeleri, bu tutuklamayı aşmayı başardılar.

Ülkemizde bazı üniversiteler vardır ki, bunlara girebilenler, kendilerini ayrıcalıklı bulurlar. Bunu onlar istesin istemesin, yeğlesin yeğlemesin durum budur. Özel üniversitelerin mantar gibi çoğaldığı son 15 yılda, eğitimin kalitesinin hızla düştüğü bu son 30 yılda, her 3 gençten birinin işsiz olduğu bugünlerde, bazı üniversiteleri kazanmak ve oradan mezun olmak bir şans olarak görülmektedir. Boğaziçi, işte böyle, kazananın şanslı görüldüğü, “hayatını kurtardı” diye bakılan öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir üniversitedir. Belki bu nedenle, iktidarın üniversiteleri kayyum rektörler, polis rektörler ile doldurmaya başladığında ilk başa koymadığı üniversitelerden biri oldu. Saray Rejimi, direniş odağı hâline gelmiş üniversitelere saldırmayı öncelikli hâle getirdi ve Boğaziçi’ni en sona bıraktı.

Ama Boğaziçi, kapısına takılan kelepçelerin simgelediği kayyum rektör atamasına karşı ayağa kalkmayı bildi. Üniversite direnişinin en önünde değildi ama bu eylemle birlikte öne geçti, direnişe başladı.

Direniş, hem öğrencileri, hem de öğretim üyelerini içine aldı. Bu açıdan, öğrenci-öğretmen dayanışmasına güzel bir örnek oluşturdu.

Ve elbette Boğaziçi’nde başlayan direniş, hemen yayılmaya başladı.

Saray Rejimi, Erdoğan’ı, MİT’i, polisi, ordusu, Bahçeli’si, hepsi, hemen Gezi Direnişi’ni hatırladılar. Gezi Direnişi, Saray Rejimi’nin kimyasını bozmuştur. Gezi Direnişi, kâbusları hâline gelmiştir. Boğaziçi direnişi, aslında bu gerçeği bir kere daha ortaya koymuştur. Gezi Direnişi bitti diyenlerin düşünmesinde fayda vardır.

Üstelik, biz açıkça söylüyoruz. Artık, Gezi Direnişi kendini tekrar etmeyecektir. Çünkü biz devrimciler, toplumsal muhalefet, işçi ve emekçiler çok daha deneyimlidir. Artık, Saray Rejimi’nin ne olduğu çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle tekrar yok, ilerleme var.

Tüm üniversite rektörlerinin birer kayyum olduğu ortaya çıkmıştır.

Kayyum sözcüğü, Saray’dan “torpilli” anlamına gelmektedir, ama en çok “polis” anlamına gelmektedir.

Boğaziçi direnişi, bir kere daha gösterdi ki, dayanışma içinde direnişi büyütmek mümkündür ve dahası gereklidir.

Bir kere daha gördük ki, direniş güzelleştirmektedir.

Direniş, öğreticidir, ama bir o kadar da akıl açıcıdır.

Bir kere daha gördük ki, direnişin her aşamasında daha örgütlü olmak çok önemlidir. Örgüt, özgürlüktür. Örgütlü kitleler bir güçtür. Örgüt, disiplinli bir mücadelenin hayata geçmesi demektir. Örgüt, yaratıcı aklın maddeleşmesi demektir.

Direniş, hem katılanı güzelleştiriyor hem de çevresini.

Direniş, karmaşık gibi duran sorunları, meseleleri sade hâle getiriyor.

Boğaziçi direnişi, özgür ve bilimsel eğitimin önemini açıkça ortaya koymuştur.

Kayyum rektör, polis rektör atamaları, eğitimin bilimsel içeriğini tümden yok etmek içindir. Saray Rejimi, yaşamın her alanını kontrol etmek isteyen tekelci hâkimiyet ilişkilerinin yumağıdır.

Ve bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur.

Aşağıya değil birbirimize bakıyoruz!

Aşağıya değil birbirimize bakıyoruz!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektör Melih Bulut’un istifası talebiyle başlayan eylemleri, diğer üniversitelere de yayılarak, üniversite bileşenlerinin üniversiteleri birlikte yönetme fikrinin olgunlaşmaya başladığı bir direnişe dönüştü.

Yönetenler “Eyvah!” dediler. Ev baskınları, gözaltılarla öğrencileri susturamadılar. Direnişle baş edemeyince, tıpkı Gezi’de Kabataş yalanına sarıldıkları gibi, bu kez Boğaziçi Üniversitesi’nde sergideki bir resmi kullanarak öğrencileri ve özellikle de LGBTİ+’leri hedef gösterdiler. Bir linç kampanyasıyla beraber geçtiğimiz haftasonu iki öğrenciye tutuklama, iki öğrenciye de ev hapsi kararı çıkarttırdılar. “Evlerinde LGBT bayrakları ele geçirildi” diye açıklama yaparak direnişi hedef göstermeye ve yalnızlaştırmaya çalıştılar. Öğrencileri ve özel olarak da ezilen kesimlerin en çok ezileni olan LGBTİ+’ları hedef göstererek yeni bir saldırı dalgası başlattılar.

Her direniş sizi korkutuyor, biliyoruz.

Öğrenci hareketinin Boğaziçi Üniversitesi direnişiyle büyüyen ve tüm ülkeye yayılan direnişini susturamadınız. Direnen öğrencilere boyun eğdiremediniz. Bu kez “Kabe’mize, manevi değerlerimize saldırıyorlar” diyerek hedef gösterdiniz; ama Kabe şeklinde pastalar yaptırıp kesip yiyen sizlerdiniz. Sizin kutsalınız Kabe değil; sizin kutsalınız, dininiz, imanınız paradır. Milyonlarca emekçinin terini akıtarak, çalarak büyüttüğünüz servetlerinizdir. Sizi desteklemesini umduğunuz; açlıkla, yoksullukla, pandemi ve krizle boğuşan emekçi kesimlere ‘taşlanacak şeytan’ gösterip linç zemini hazırladınız.

Dün belki direnenleri ‘terörist’ diye adlandırarak, gözaltına alarak, tutuklayarak, direnişleri yalnızlaştırmaya çalışıyordunuz. Bugün ise kimse terörist olmakla suçlanmaktan korkmuyor artık.

Direnen işçiler de terörist size göre; öğrenciler de, LGBTİ+’lar da, kadınlar da, liseliler de, işsizler de, akademisyenler de, sanatçılar da, doktorlar da, gazeteciler de, madenlere, santrallere karşı direnen köylüler de terörist. Geriye kim kaldı? Bir avuç yardakçınız, bir avuç medya patronunuz, sanat çevrelerinin reddettiği birkaç soytarınız, onlar da kendi aranızdaki bir sonraki kavgaya kadar… Bir de kendi hassasiyetiniz yeşil dolardan başka bir şey olmasa da onların “hassasiyetini” yalanlarla kullanabildiğiniz açlık, yoksulluk arasına sıkışmış emekçi halkın hâlâ sizi destekleyen kesimi de terörist değil, şimdilik… Milyonlarca emekçi, başını avuçlarının arasına alıp kara kara yarınını düşünüyor. Onlara daha fazla sömürü, daha fazla borçtan başka vaat edecek hiçbir şeyiniz yok. Bu yüzden, onların da boyun eğmeden direnen işçiler gibi, tüm baskılara başkaldıran öğrenciler gibi başlarını kaldırmalarından korkuyorsunuz. Büyüyen ekonomik ve siyasal krizin, yaşam koşullarının yarattığı öfkenin iktidarınıza yönelmesini engellemek için, halkın bir bölümünü diğerine karşı düşmanlaştırmaya çalışıyorsunuz.

Başaramayacaksınız.

Aşağı bak dememiş de aşağıdan demiş, ne âlâ!

Her işçi direnişine saldırmak, her öğrenci eylemini hedef göstermek, kadınların direnişini kırmaya çalışmak, Yalova’da alevi evi işaretletip, Van’da helikopterden insan atmak; aşağı bak demektir. Direnen bunu böyle anlamış, yanıtını buradan vermiştir.

Direnen işçiler “Aşağı bakmayacağız” diyor. Öğrenciler, akademisyenler, kadınlar, LGBTİ+’lar, “Aşağı bakmayacağız” diyor.

Aşağı bakmayanlar, birbirlerinden güç alıyor.

“Aşağıdan” olan direnişin kendisidir, irili ufaklı onlarca direniş, çoğunlukla birbirinden kopuk, dağınık.

Ama işte o da gün yüzüne çıkıyor. Korkunuzu da bundan tanıyoruz.

Korkun.

Her direniş, birbirinden öğreniyor, birbiriyle daha da yakınlaşıyor. Tüm direnişler bir bütünün parçasıdır. Bugün direnen tüm toplumsal kesimlerin taleplerinin arkasında durmak hepimizin görevidir.

Direnen Boğaziçi öğrencilerinin talepleri, talebimizdir:

  1. Tutuklanan öğrenciler derhal serbest bırakılsın, ev hapsi uygulaması kaldırılsın!
  2. Polis, kampüsü ve çevresini bir an önce terk etsin!
  3. Kayyum Melih Bulu ve tüm kayyumlar derhal istifa etsin!
  4. Rektörlük seçimleri, üniversitelerin tüm bileşenlerinin katılımıyla demokratik bir biçimde yapılsın!
  5. LGBTİ+lara yönelik nefret söylemi suç kapsamına alınsın!

Bugün hepimize düşen, birbirimizle hareket etmek, başını avuçlarının arasına alıp kara kara geleceğini düşünenlerin de koluna girip, açılan ve gelişen bu yolu kararlılıkla yürümektir.

Saldırılar karşısında savunmayı savunmak – Seher Eriş / Mehmet Eroldu

Son 4-5 ay tüm toplumla birlikte özellikle avukatlar için oldukça sıra dışı ve hareketli geçti. Öncelikle yazın ilk günleri ile gündeme gelen “çoklu baro” yasa tasarısı, avukatlar ile başlayan ve Saray Rejimi’nin kendine tehdit olarak gördüğü tüm meslek örgütlerine yönelecek yeni bir saldırı dalgasının habercisi oldu. Nitekim ilerleyen zamanda TTB’yi kapatma çağrıları ve TMMOB yasasında planlanan değişikliklerle hiç vakit kaybetmediklerini de gözler önüne serdiler.

Bu süreç içerisinde TBB Başkanı Metin Feyzioğlu açıktan Saray’ın yanında tutum alırken, barolar arasında da gözle görülür bir yaklaşım farkı açığa çıktı. Bu yaklaşım farklılığı özellikle çoklu baro yasasına karşı ve baro genel kurullarının hukuka aykırı bir şekilde iptal edildiği süreçte gerçekleşen eylemlerde somut bir şekilde hissedildi. Çoklu baro eylemlerinde barolardan ve hukuk örgütlerinden bütünlüklü bir mücadele ortaya çıkamamış olsa da gerçekleşen eylemlerin daha örgütlü ve sürdürülen mücadelenin daha bütünlüklü olması gerekliliği ihtiyaç olarak hissedildi.

Avukatlar olarak bizlerin, özellikle mesleğimizi icra etmeye yönelik saldırıları göğüsleyebilecek, direngen tutum alabilecek meslek örgütlerine sahip olması önümüzdeki dönem için büyük önem arz etmektedir. Bu anlamda baroların da yaşananları iyi analiz ederek geri tutum aldıkları süreçlerde nerede ve hangi biçimde yer alacaklarına karar vermeleri önemli. Zira tam da avukatlara dönük saldırıların yoğun bir şekilde yaşandığı bu süreçlerde, baroların teslim olmak ya da mücadele etmek yollarından birini tercih etmesi gerekiyor.

Mücadele etme iradesini çekingen bir şekilde gösteren bir kısım baro, avukatların eylemlerini kontrol altında tutmak istercesine, yer yer avukatların önünü kesmeye dönük hamlelerde bulunmuştur. İstanbul Barosu’nun çoklu baro yasasına karşı Ankara’da gerçekleşecek merkezî eylem için İstanbul’dan kaldırılacak otobüsleri son anda iptal etmesi veya baro genel kurullarının iptal edilmesine karşı sadece yazılı açıklamalar yaparak avukatların eylemine destek vermemesi mücadele konusunda çekingenliğini göstermiştir.

Bir an için avukatlar olarak kendimizi yaşanan tüm bu saldırıların, olan bitenin dışına koyar ve özellikle bazı baroların yaptığı “muhalefeti” düşünürsek; avukatları dışlayan eylemliliklerin, özellikle kitleselleşmemesi için uğraşılan yürüyüşlerin yahut “uslu çocuk” algısını bozmamak için kelimesi kelimesine dikkat edilen açıklamaların ne denli zımni destek anlamına geldiğini kolayca kavrayabiliriz. Buna rağmen azımsanamayacak bir avukat kitlesi barolardan mücadeleye dair gerçek bir irade göstermesini bekledi desek yanlış olmaz. Beklentinin açığa çıkışını hem illerde gerçekleşen basın açıklamaları hem de çoklu baro eylemleri sürecinde Ankara’da yapılan merkezî eylemlilikler üzerinden tartışmak mümkün. Başta İstanbul Barosu olmak üzere tüm barolar dik durdukları takdirde yanlarında bir avukat ordusunun mücadele etmeye gönüllü olduklarını görecektir.

İzmir Barosu gibi bazı barolar ise saldırı dalgasında iyi bir tutum almış özellikle çoklu baro yasasına karşı eylemlerde belirgin bir şekilde yer almış, barosuna bağlı avukatlarla beraber eylemleri sürdürme irade ve cüreti göstermiştir.

“Çoklu baro” tasarısının kanunlaşmasının ardından bir başka kırılma noktası ise baro genel kurul ve seçimlerinin genelge marifetiyle engellenmesi oldu. Mevcut baro yönetimlerinden bir kısmı yine göstermelik tepkilerle sadece yazılı “kınamalar” ve idarî yargı başvurularıyla süreci ne yazık ki geçiştirmeyi tercih etti. İdarî yargıdan bir netice alınamayacağının aşikâr olması bir yana böyle tutum alan barolar nezdinde; iktidarın saldırısı karşısında çoklu baro sürecinde olduğu gibi örtülü destekte bulunma durumu meydana gelmiş oldu. Aralık ayı başında ise kimi barolar bu zımni desteği açığa çevirerek ikinci ertelemeyi kendiliğinden talep etti.

Bazı barolar ise bu hukuka aykırılıklar karşısında “yasaklarınıza rağmen avukatlarla kongre merkezlerinde olacağız, genel kurulumuzu yapacağız!” diyerek sesini yükseltti.

Baro olarak bu sürecin dışında kalındığı İstanbul’da, hukuk örgütleri ve seçim grupları ilk erteleme kararına karşı genel kurul yapmaya yönelik birlikte açıklamalar gerçekleştirdi. Gelinen noktada oluşturulan beraberliğin yetersiz ve kimi yerlerde temsilî düzeyde kalmış olduğu söylense de bu durum -İstanbul Barosuna olan eleştirilerimiz saklı kalmak kaydıyla- hukuk kurumlarının ortak hareket etmek yönünde önemli bir adımı olarak ele alınmalıdır. Ancak görüldüğü üzere saldırılar karşısında parçalı şekilde ilerleyen bir mücadele pratiğine tanık olduk.

Geçtiğimiz günlerde, “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklif” ismiyle duyurulan ancak karşılığı avukatlık faaliyetini ve temel hak ve özgürlükleri kısıtlama beyannamesi olarak pratiğe yansıyacak bir teklifle karşı karşıya kaldık.

Avukatlara, mesleğini ifa ederken; izleme, tanıma, şüpheli işlem bildirimi, şüpheli para muhafazası gibi yükümlülükler yükleyen bu düzenleme; avukatın muhbir hâline getirilmek istenmesinin ifadesidir. Bizleri, yapmış olduğumuz işlemler hakkında bilgi ve belge verme, şüpheli işlem ibrazı, muhafaza yükümlülüğü gibi fiillerle yükümlü kılan, avukatlık mesleğinin özüne ve ruhuna açıkça aykırı olarak sır saklama yükümlülüğünü yok eden söz konusu kanun teklifi saldırıların sürekli ve şiddetli bir şekilde yaşanacağının somut örneğidir.

Söz konusu düzenleme salt avukatlık mesleğinin değil bir bütün olarak işçi, ekoloji, kadın, çocuk, LGBTİ+ ve insan hakları konusunda faaliyet yürüten dernekler ve demokratik kitle örgütlerini hareket edemeyecek hâle getirmeyi hedeflemektedir. Zira derneklere kayyum atanması ve faaliyetlerinin İçişleri Bakanı kararıyla geçici olarak durdurulması da söz konusu teklifte yer almaktadır. Bu düzenlemenin bu kadarla sınırlı kalmayacağı, TTB ve TMMOB gibi meslek örgütleri, baro ve sendikaları da kapsayacağı aşikâr.

Bir yandan bu süreçler yaşanırken bir yandan da pandemi ve ekonomik kriz daha da yakıcı bir şekilde hissedilir oldu. Özellikle genç ve işçi avukatlar zorlaşan şartlara bağlı olarak krizin ve pandeminin sonuçlarını daha da yakıcı bir biçimde hissetmektedirler. Asgarî ücrete veya biraz üstünde bir ücrete çalışan işçi avukatlar ile kıt kanaat ay sonunu getirmeye uğraşan kendi işini yapan avukatlar hem (belki de şu an şehirlerin en kalabalık kapalı alanları olan) adliyelerde virüsle burun buruna çalışırken hem de büyük bir ekonomik sıkıntı ve belirsizlik içerisinde yaşamlarını idame ettirmeye çabalıyorlar. Avukatların kendi meslekî sorunları için pek çok baro bırakın mücadele etmeyi bu sorunlara gözlerini yummuş bir vaziyette neredeyse söz bile üretmiyor, yaşanılan sorunların gerçekliğinden uzak açıklamalarla kendini ortaya koymaya çabalıyorlar. Oysa avukatlık mesleğini icra ederken karşılaşılan sorunların ve mesleğe dönük saldırıların mücadeleye esas alınması ve ortak mücadele hattı geliştirmek acil bir ihtiyaç olarak düşünülmelidir.

Mevcut tablonun ortaya koyduğu durum, avukatlar açısından büyük bir sıkışmanın yaşandığıdır. Lakin sıkışmanın sadece avukatlara özgü olduğunu düşünürsek yanılmış oluruz. Her gün tanık olduğumuz ve hissettiğimiz haksızlıklara, adaletsizliğe, açlığa ve yoksulluğa karşı toplumun farklı farklı dinamikleri üzerinden mücadele alanları gelişmektedir. Özellikle işçi ve genç avukatlar hem mesleklerine dönük saldırılar hem de mesleğin icrasından kaynaklı sorunlar çerçevesinde bir arayış içindedirler. Görüyoruz ki mücadelenin gelişme kanalları bazı zamanlar ne yazık ki mevcut baro yönetimlerince tıkanmış hâldedir. Saray Rejimi ile belli başlı barolar arasında yaratılmış sahte bir karşıtlık söz konusudur. Fakat bu karşıtlığın tek işlevi avukatların saldırılara ve sorunlara karşı rahatsızlığını eylemsiz ve istikrarsız kılmaktır. Yine de buna rağmen mücadele etmek isteyen, ikinci bir yol arayan avukat ve baroların sayısı azımsanamaz.

Bugün, kendisini gerçekten avukatların örgütü olarak niteleyen ve mesleğine sahip çıkmayı arzulayan tüm baro ve avukatların önünde bir yol ayrımı durmaktadır. Eminiz ki Saray Rejimi’nin başlattığı saldırı henüz “buz dağının” sadece görünen yüzüdür. Biliyoruz ki ne zaman ağızlarını “hukuk reformu” diye açsalar daha fazla hukuksuzluk karşımıza çıkacaktır. Önümüzdeki yol ayrımı ya bütün bu zorluklar karşısında dağılmak ve Saray’ın istediği avukatlardan olmak ya da mesleğimize sahip çıkan, bizimle beraber hukuksuzluğu, adaletsizliği yaşayan tüm kesimlerin mücadelesine ortak olan bir örgütlülüğü yakalamaktır. Yaklaşan baro seçimleri bu örgütlülüğün adımlarını atmak için bir fırsat olarak önümüzde durmaktadır. Mücadeleyi ileri taşımak isteyen tüm kişi ve kurumlar için elini taşın altına koyma vakti gelmiştir. Toplumsal ve meslekî sorunları kendine esas alan bir birliktelik, mesleğe yönelen saldırıları göğüsleyebileceği gibi baro seçimlerini kazanmaya da aday olacaktır. Önümüzde avukatlar için olduğu kadar barolar ve toplumun bütünü için de çetin günler durmaktadır. Bu bağlamda bizlerin örgütlülüğü ve kararlılığı şüphesiz mesleğimizin kaderinde belirleyici, toplum için etkileyici olacaktır.

“Özgürlük ve demokrasi cennetinden” sevgilerle…

‘İktidar gizlemesini bilenindir’ denmiştir. Gizleme işi de her dönemde eğitimli-diplomalı kesimler tarafından kotarılıyor. Gizleme, yalan, tahrifat, yok sayma, adıyla çağırmamayla, mümkün oluyor. Resmî tarihe, resmî ideolojiye dayalı bir eğmen ideoloji üretiliyor ve peydahlanan egemen veya resmî ideoloji kitleler tarafından içselleştirildiğinde amaç hasıl oluyor. Dolayısıyla, egemenlik sadece kaba kuvvete, çıplak şiddete, devlet terörüne dayanmıyor… Başka türlü söylersek, iktidarın sürekliliği, ezilen ve sömürülen sınıflar nezdinde bir gönüllü kabullenme, gönüllü kulluk-ideolojik kölelik yaratmakla mümkün oluyor. Egemen/resmî ideoloji, olmayanı varmış gibi sunmayı başardığında da amaç hasıl oluyor… Bir inanç kategorisi hâline gelen egemenin söylemi, artık sorgulanmaktan da muaf oluyor…

Sadece Amerika’da yaşayanlar değil, dünyanın her yerindeki insanlar ABD’deki rejimin ‘demokrasi’ olduğunu sanıyor, öyle olduğuna inanıyor. Neden? Söylemin gücü sayesinde… Oraya, demokrasinin beşiği, “özgürlük ülkesi” [Land of the free] diyorlar… Oysa ABD kurulduğu 1783 yılından beri demokrasinin yanından bile geçmedi… Gerçi bir demokrasi vardı ama orada geçerli olan köle sahiplerinin demokrasisiydi… Devletin kuruluşunu izleyen ilk 34 yılın 32’sindeki devlet başkanları köle sahibiydi… Oradaki rejimin demokrasiyle, özgürlükle bir ilgisi yoktu ama şiddetin ve devlet terörünün merkezi olduğu kesindi… Ne demekse kıtanın yerli halkları vahşi jenositlerle (soykırımlarlarla) yok edildi… Milyonlarcası hunharca katledildi, katliam artıkları da rezervasyon denilen alanlara hapsedildi… Afrikalı Siyahlar hayvanlar gibi avlanıp gemilere yüklenerek yeni dünyaya taşındı… Devlet köle emeği üzerinde yükseldi… Yeni rejim Avrupalıların üstün saydıkları ırkçı kolonyalist kültür üzerine bina edilmişti… Demokrasi ve özgürlük şampiyonu ABD’nin yönetici elitinin Afrikalı kölelere reva gördüğü muamele, insan havsalasını zorlayacak boyutlardaydı… Zenci kölelerin maruz kaldığı vahşet ve kıyıcılığı -işkence, katil, aşağılama, ölesiye çalışmaya zorlama- anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalırdı… Birleşik Devletler sadece mülk sahibi Beyaz Hristiyanlar için ‘demokrasi ve özgürlük ‘ ülkesiydi… Sınırsız sömürme özgürlüğü densin…

ABD’yi köle sahiplerinin, kapitalistlerin kurduğu/kurdurduğu iki parti yönetiyor… İnsanlar her dört yılda sandığa gidip, oligarşinin iki partisinden birine oy veriyor… Oligarşinin bir partisine değil de diğerine oy vermekle şeylerin seyri değişir miydi? Lâkin bir işe yaradığı aşikâr: kitleleri aldatmaya/oyalamaya yarıyor… Esasen seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Ortada gerçek bir temsil ilişkisi yok… Zaten Kongre üyelerinin %39’u milyoner… Kendilerine oy verenlerle değil, başka şeylerle ilgileniyorlar… Zamanın çoğunu fon toplamakla geçiriyorlar… Geride kalan son 10 yılda federal hükümete güven %15’le %20 arasında seyrediyor… Başka kurumlara güven de daha yüksek değil.

Son seçimde Trump kaybetti ama 2016 seçimlerine göre oyunu 16 milyon artırdı… ABD tarihinde en çok oy alan Cumhuriyetçi başkan adayı oldu… Tutarsız, kaba, günde ortalama 7 kere yalan söyleyen, başkan seçilmeden önce defalarca hâkim karşısına çıkmış, 150 hileli iflasa adı karışmış, ırkçı hezeyanlarını gizlemeye bile gerek duymayan, Siyahlara, kadınlara, Latin kökenlilere, Müslümanlara sürekli saldıran bu adama onca insan neden hâlâ oy veriyor? Kitleler geleneksel siyaset tarzından memnun değil, sorunları ‘güçlü bir liderin çözebileceğini’ düşünüyorlar. Trump kendini alışılmışın dışında biri olarak sunuyor… İnsanların ona yönelmesi bu yüzden. Aksi hâlde ırkçı-faşizan eğilimlerini gizlemeyen bir lideri desteklemeleri mümkün olmazdı… En çok oyu ırkçı beyazlardan alıyor… Aslında Trump’a oy vermek, kendine karşı oy vermektir… Trump’ın korona virüsü (Covid-19) nasıl yönettiği ortada. Dünyada koronadan ölen her beş kişiden biri ABD’de, oysa nüfusu dünya toplam nüfusunun %4’ünden az… Buna rağmen oy verenlerin sayısının artması rahatsız edici değil mi?

Tüm politikaları zenginleri gözetiyordu ama düşük eğitimli kesimlerden hâlâ çok oy alabiliyor… İnsanların çoğu para babalarından daha çok vergi alınmasını isterken, Trump tam tersini yaptı… Açıkça cinsiyet ayrımcılığı yaptığı hâlde, Beyaz kadınlardan çok oy alması da düşündürücü… Yabancı düşmanlığını gizlemedi, ırkçı eğilimleri açık, Meksika sınırına duvar örme niyetini ilan ettiği, Latin kökenli binlerce çocuğu kamplara hapsedip, “legal yollardan” gelmeyenleri sınır dışı etmekle tehdit ettiği hâlde, Latinlerden aldığı oy 2016 seçimlerinden %6 daha fazla… Bunu umutsuz insanların ‘güçlü liderden medet ummaları’ olarak görmek mümkün… Bilincin manipülasyonunun doğrudan sonucu… Benzer durum başka yerlerde de öyle. Türkiye’de, Brezilya’da, Hindistan’da, Macaristan’da vb.

ABD dünyanın en zengin ülkesi [2019 yılında ‘kişi başına düşmeyen (milli) gelir 62 bin 606 dolardı…]. Buna rağmen nüfusun %58’i geçim sıkıntısı çekiyor. Birçoğu da birkaç işte çalışmadan ayın sonunu getiremiyor. 65 yaş üstü çok sayıda insan emekli maaşıyla geçinemediği için çalışmak sorunda. Amerikalıların %40’ının (yaklaşık 130 milyon kişi) acil durumlarda kullanabileceği bankada 400 doları bile yok… 80 milyon insan (nüfusun %25’i) önemli sağlık sorunuyla karşılaştığında tedavi masraflarını ödemekte zorlanıyor. Geride kalan 10 yılda 50 bin sağlıkçı kadrosu iptal edildi ve onlarca hastane ve sağlık kurumu kapandı… 1985 yılında orta düzeyde eğitimli 4 kişilik bir ailenin, temel ihtiyaçlarını (konut, beslenme, sağlık bakımı, ulaşım, eğitim…] karşılamak için 30 hafta çalışmak yetiyordu. Bugün 53 hafta çalışmak zorunda… Son yıllarda yetişkin nüfusta ölüm oranının yükselmekte oluşu da şaşırtıcı değil. Geride kalan 20 yılda sefalet ortamına sürüklenmenin sonucu 600.000 insan intihar etti…

Neoliberal gerici ekonomik ve sosyal politikaların doğrudan sonucu olarak, zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü… Esasen kapitalizm dahilinde başka türlü olamazdı… Nitekim en zengin binde bir [%0.1], %90’ınki kadar servete sahip. En zengin 3 kişi [işbitirici kapitalist] nüfusun yarısı kadar zenginliğin sahibi… Bundan 40 yıl kadar önce bir şirket yöneticisi [SİYO] ortalama işçi ücretinin 40 katını kazanırken, bugün fark 278… Ortalama bir beyaz aile bir siyah aileden 13 kat fazla kazanıyor… Tabii sosyal eşitsizlik de artan şiddetle birlikte yol alıyor… Her 15 dakikada bir kişi ateşli silahla öldürülüyor. Bu oran, diğer Batılı ülkelerin 25 katı… [ABD’de 100 kişiye 121 silah düştüğünü de unutmamak gerekir]. Her yıl 1 milyondan fazla cürüm (cinayet, ırza geçme, hırsızlık, her türden şiddet…] işleniyor. 6,7 milyon kişi cezai takip altında (hapis, ev hapsi, elektronik bilezik, şartlı tahliye vb.]. Dünyada hapisteki tüm kadın ve kızların üçtü biri ABD’de… İşte pek özenilen ve ileri demokrasi modeli olarak sunulan land of the free’nin gerçek manzarası böyle…

Joe Biden’a bağlanan umudun bir karşılığı yok!

Trump öncesine dönmek, onun aşırılıkları törpülemek, bir düzeltme operasyonu şeylerin seyrini değiştirmez. Elbette Trump gibi bir şahsiyetin sahneden çekilmesi ‘rahatlatıcı’ ama Amerikan toplumunun yüz yüze olduğu sorunlar ‘radikal’ önlemleri, politikaları varsayıyor. Toplum aşırı düzeyde kutuplaşmışken, üstelik Seneto’da Trumpçı çoğunluğu varken, iç politikada Biden’ın hareket alanı sınırlı… Mesela asgarî ücreti dişe dokunur oranda yükseltemez. Sağlık ve eğitim sisteminde radika bir iyileşme yapamaz, zenginlerden alınan vergileri yükseltemez, aşırı gelir adaletsizliğiyle yüzleşemez… Müesses nizam bunları yapmasına engel… Toplum iki düşman kampa bölünmüşken, kutuplaşma zirve yapmışken, popülizm ve aşırı sağın dayatması ortadayken, içeride kayda değer bir ‘yenilik’ mümkün görünmüyor. Dış politikada Biden’ın hareket alanı görece daha geniş. NATO’yu takviye edebilir, Avrupa’yla ilişkileri düzeltebilir ama Çin ve Rusya’ya yaklaşım daha da sertleşerek devam eder… İklim Anlaşmasına dönmek gibi, Birleşmiş Milletler Örgütüne daha yumuşak davranabilir ama mesela Orta Doğu politikası değişmez…

Umut gençlerde…

ABD’de son yıllarda gençlerin sosyalizme ilgisi artmakta. Sadece gençler de değil, toplumda sosyalist ideolojiye yönelimin büyüdüğü anlaşılıyor. Nitekim, Gallup Enstitüsü tarafından yapılan bir anket, 18-29 yaş aralığındaki gençlerin %51’inin sosyalizme olumlu baktığını gösteriyor. Aynı anket, toplumun tamamının %37’sinin de gençler gibi düşündüğünü gösteriyor. Aslında Bernie Sanders’in politik arenada görünmesiyle, siyaset algısının değişmekte olduğu anlaşılıyor. Sosyal kötülükler, ekolojik yıkım ve iklim krizi, siyaset algısını değiştiriyor… Bundan yüz yıl kadar önce Rosa Luxemburg ya sosyalizm ya barbarlık demişti. Şimdilerde insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmişken, artık ikilemi ya komünizm ya ölüm şeklinde ifade etmek gerekiyor…

Saray Rejimi ve 2021 bütçesi

Aralık ayı, 2021 bütçe görüşmeleri ile meclisin “şenlendiği” bir ay oldu. Aslında, bütçe görüşmeleri, meclisin gündem olmasına olanak sağladı. Mesela CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, kendini aşan bir tempo ile “Cumhurbaşkanı adayı olmadığımı nereden biliyorsunuz” dedi Öyle ya, eğer seçim olacaksa, Erdoğan’ın karşısına kim aday olursa kazanır. Hele seçim demokratik bir seçim olacaksa, Erdoğan’ın kazanma şansı da kalmaz. Sadece bu değildi “parlamentoyu” şenlik yerine çeviren. Bütçe için HDP’den gelen eleştiriler, Saray çevrelerini rahatsız etmiş olmalı. Soylu, böylesi rahatsızlıklar varsa, kendi yerini sağlamlaştırmak için hemen şova başlar. Öyle oldu. HDP milletvekillerine hakaretler yağdırdı. Üzeri çıplak koşan bir adamın, pantolonunda bombalar taşıdığını söyledi ve bu nedenle böylesi saldırılara devam edeceğiz dedi. Bu sözler, hem Bahçeli tarikatını, hem de Erdoğan tarikatının Saray bölümünü mutlaka keyiflendirir ve bu da Soylu’nun yerini sağlamlaştırır. İşte Soylu böyle düşünüyordur. Ama iyice bakabilse, Erdoğan’ın, Damat’ı koruyamadığını görebilecektir. Damat, Soylu ona vakti ile omuz attığı için götürülmedi. Soylu, Damat’ın gidişinden kendi yerinin sağlamlaştığını düşünüyor olabilir. Ama mümkün değildir. Damat işinde Biden’a hazırlığın büyük katkısı vardır ve Soylu’nun katkısı sıfırın bir dirhem dahi üzerinde değildir.

Soylu, HDP milletvekillerine hakaretler yağdırdı. Şimdi karşılık olarak yerini sağlamlaştırmayı bekliyor.

Ama bu arada, bütçe görüşmelerinde epeyce bilgi ortaya çıkmış durumdadır.

Belki de bu bilgiler, bize, Saray Rejimi hakkında da biraz daha fazla bilgi verecektir.

Bize göre Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Bütçe 2021, bunu doğrulamaktadır.

2021 yılı için Saray Rejimi’nin öngördüğü bütçe, 1 trilyon 346 milyar TL’dir. Bu rakam, devletin öngörülen harcamalarıdır. Saray bu bütçeyi hazırlıyor. TBMM diye var olduğu sanılan parlamento, aslında bu bütçeyi onaylıyor. Onaylamaktan başka bir şey de yapamaz. Bu arada bütçe görüşmeleri için, herkese konuşma hakkı veriliyor. İşte şenlik de böyle başlıyor. Bütçe, bir anlamda yok sayılan ve işlevsiz kılınan parlamentonun, ses verebilme olanağı olmuş. Bunun ana iki nedeni ise ekonomik krizin ağırlaşması ve pandemi süreci ile birleşmesidir. Bu nedenle, mızrak artık çuvala sığmıyor ve bütçe üzerindeki görüşmeler sonucu itibarı ile önemsiz olsa da, gündem oluşturmaya yarıyor.

Bahçeli tarikatı (MHP bir parti değildir, AK Parti bir parti değildir, tarikat uygun düşmektedir), hemen bir yasa hazırlamalı, “bundan böyle bütçe görüşmeleri olmamalıdır, bu güvenlik sorunu yaratmaktadır.” Ya da yasa şöyle de olabilir, “bütçe görüşmelerinde söz alıp konuşmak yasaktır.” Bu ikincisi daha yerinde olur. Böylece, ihtiyaç duyulan “yabancı sermayeye”, “bakın parlamento çalışıyor ve 2021 yılı bütçesini de kabul etti” denilebilir. Bu durum piyasaları rahatlatır. Eminiz ki, Bahçeli tarikatı bu öneriyi getirirse, Erdoğan tarikatı bunu hemen kabul eder. Böylece gelecek sefer, parlamentoda aykırı sözler de söylenmemiş olur. Dertlerine deva olur mu bilemeyiz. Çünkü, her geçen gün sayısız kişi, Erdoğan’a hakaret etmektedir. Erdoğan, yüksek kibir ile yoğrulmuş olduğundan, her alanda rekorun kendisinde olduğunu ispat etme gayretindedir. Her gün kendine hakaret edenleri saydırmaktadır. Dünya rekoru elindedir ve bunu mahkeme kararı ile tescillemek isteğindedir. O nedenle, her gün hakaret davası açmaktadır. Bu işin sonunda hakaretler azalmıyor, ama Erdoğan’ın tazminat gelirleri artıyor. Gelecekte, parası çok olanlar, hakaret edip parasını peşin ödeyecekler gibi görünüyor. Bu durumda mecliste konuşulmasının yasaklanması da tam bir çözüm olmayabilir.

Bütçeye bakalım.

2021 bütçesi, 1 trilyon 346 milyar TL.

Bütçenin, harcanacak olan bu paranın, 179,5 milyar TL’si faiz harcamalarıdır.

Faiz dışı harcama, 1,166 trilyon TL olacak.

Bütçe harcamaları, 3 ana başlıkta sınıflandırılıyor. 1- Kamu idareleri. Bunların harcaması 1 223,5 milyar TL. 2- Özel bütçeli idareler. Bunların planlanan harcaması 119,9 milyar TL ve nihayet 3- Düzenleyici ve denetleyici kurumlar. Bunların harcaması da 2,7 milyar TL.

Böyle bakarsanız, harcamaların detaylarını görebilmeniz zor olur. Ama daha detaylı bir bakış için, bakanlıkların harcamalarına bakabilirsiniz. Hani, sık rastlarsınız, Eğitime şu kadar bütçe ayrıldı, savunma sanayiine şu kadar diye.

Mesela Hazine Bakanlığının bütçesi 570 milyar TL. Bütçenin neredeyse yarısı gibi. Bu 570 milyar TL’nin, 384 milyarı “cari transferler” başlığını taşıyor, 179,5 milyar TL’si ise faiz ödemeleridir. 9,3 milyar TL tutarında da “sermaye transferleri” var.

Cari transfer, sermaye transferi, sermaye gideri gibi kavramlar önemli. Mesela Jandarma Genel Komutanlığı bütçesinde böylesi kalemler yok. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi 146,9 milyar ve bunun 119,6 milyar TL’si personel giderlerinden oluşuyor (bütçe rakamları sbb.gov.tr adresinde var. Burada hazırlanan bütçenin 33. sayfasında bir genel özet bulunur. Personel giderleri, personel ödemeleri ve sosyal güvenlik ödemeleri diye ayrılır. Muhtemelen kamuda çalışanların sosyal güvenlik ödemeleri, kurumlar arasında özel bir işlemle hâllediliyordur). Yani, MEB bütçesinde “sermaye transferleri”, “cari transferler” yok.

Ulaştırma Bakanlığının 49,1 milyar TL’lik bütçesinde, 19,5 milyar TL cari transferler, 15,2 milyar TL sermaye giderleri ve 14 milyar TL sermaye transferleridir. Sermaye transferleri, cari transferler vb. gerçekte, birkaç müteahhide, Saray işadamlarına aktarılan paraları göstermektedir.

Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesi 22,8 milyar TL’dir ve bunun 12,2 milyar TL’si “cari transferler”den oluşmaktadır. Hangi kulüplerin ne alacağı herhâlde buradan belirlenmektedir.

Mesela Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 155 milyar TL’lik bütçesinin 147,6 milyar TL’si, “cari transferler”den oluşmaktadır. Bu rakamlar aslında büyük oranda AK Parti adına dağıtılan paraların bir bölümüdür. Asgarî ücret tespit komisyonunun baş aktörü bu bakanlıktır ve işi, “ulufe” dağıtmaktır. Bakan Hanım, utanmadan, intihar eden bir kişinin ardından “yoksulluk” diye bir şey yok demektedir.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının 11,9 milyar TL bütçesi var ve bunun 6 milyar TL’si cari transferler, 4 milyar TL’si sermaye transferleridir. İşte iktidara yakın sermaye başta olmak üzere sermayenin en çok dikkat ettiği rakamlar, bu “cari transferler”, “sermaye transferleri” kalemleridir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün bütçesi 3 milyar TL civarındadır ve bunun 1,89 milyar TL’si “cari transferler”dir.

Eğer tabloya, 2021 bütçesine, gider kalemleri açısından bakacak olursak tablo şöyledir.

  • 380,1 milyar TL personel ödemeleri (sosyal güvenlik dahil).
  • 89 milyar TL mal ve hizmet alım giderleri. Mesela lüks arabalar bunun içindedir.
  • 179,5 milyar TL faiz giderleri.
  • 605 milyar TL cari transferler.
  • 103 milyar TL sermaye giderleri (bunun 18,5 milyarı Sağlık Bakanlığı, 15,5 milyar TL’si Ulaştırma Bakanlığı, 11,3 milyar TL’si Milli Eğitim Bakanlığı eli ile).
  • 49,4 milyar TL sermaye transferleri.
  • 37,9 milyar TL borç verme.
  • 9,8 milyar TL yedek ödenek.

Demek ki, “rant-yağma-savaş ekonomisi” derken tam da gerçeği söylüyoruz.

Saray Rejimi, en kolay şekilde rüşvet yenilecek alanlarda, betona dayalı soygun modellerini devam ettirecektir. Saray Rejimi, açık olarak, devlet kaynaklarını, devlet eli ile kamu kaynaklarını sermayeye transfer etmektedir. Bu, sermayenin Saray Rejimi ile daha fazla yakınlık kurma ihtiyacının da temelidir.

Elbette bu harcamaların, bir de gelirler bölümü vardır.

Bütçe gelirlerinin toplamı, 1 trilyon 101,1 milyar TL.

Gelirler, vergi gelirlerinden oluşuyor.

Gelir vergisi: 195,3 milyar TL

Kurumlar vergisi: 105,2 milyar TL

ÖTV: 213 milyar TL

KDV: Yurt içi 70,6 milyar TL ve ithalattan alınan KDV 194,9 milyar TL, toplam 265,5 milyar TL

Motorlu taşıtlar vergisi: 18,5 milyar TL

BSMV: 28,5 milyar TL

Damga vergisi: 23,8 milyar TL

Harçlar: 34,4 milyar TL

Diğer vergiler: 37,9 milyar TL

Vergi dışı gelirler ise 178,4 milyar TL

Böylece bütçe 2021, 245 milyar TL açık vermek üzerine planlanmış. 2020 bütçesi, 139 milyar TL açık ile planlanmıştı. Eylül sonunda, yani son üç ay hariç bu rakam, açık rakamı, 140 milyar TL olarak gerçekleşti. Yani, 2021 için planlanan 245 milyar TL açık, elbette daha fazla olacak.

Demek oluyor ki, Saray Rejimi, krize rağmen, pandemiye rağmen, aslında açığı azaltmaya yönelmiyor, sermaye transferinde hız kesmeye yanaşmıyor.

Vergilerin içinde sadece işverenlerin, şirketlerin verdiği, sadece onlara ait vergi türü Kurumlar Vergisidir. Gelir vergisinin çok büyük bölümü, ücretlerden kesilmektedir. KDV, ÖTV vb. dolaylı vergilerdir ve herkesten alınır. Gelirine göre vergi vermek diye bir sistem yoktur. Dahası, birçok yol ve yöntemle kapitalistler vergilerini vermemektedir. En son çıkan vergi affı ile, 20 milyar TL’den fazla bir devlet alacağı taksitlendirilmiştir.

Asgarî ücretli bir işçinin, bir maaşlı çalışan insanın, vergisini aksatması diye bir ihtimal yoktur. Çünkü onun vergisi, devlet kendisine güvenmediği için, maaşını almadan elinden alınmaktadır.

Bütçe aşağı yukarı böyledir.

Hazine, 2021’de özel tertip iç borçlanma senedi diye adlandırılan borçlanma türüne ilişkin yetkiyi %5’e çıkarmıştır. Bu yetki daha önce, mesela 2019’da %1 idi ve 2020’de %3’e çıkarılmıştı. Bu durum, devletin kendisinin borç bulmakta zorlandığının açık kabulü demektir. 2021 yılı için 270 milyar borçlanma yetkisi Hazine’ye verilmiştir. Bu da, açığın daha fazla olacağının ön kabulüdür.

Bir de işin içinde dış borçlar var.

Kasım 2020 itibarı ile toplam dış borç 421,8 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Bunun 238,8 milyar dolarlık bölümü özel sektöre aittir. Yani daha çok bankalara, büyük holdinglere. 182,9 milyar doları ise devlete aittir. Ve MB’de döviz rezervi olmadığı, hatta 55 milyar dolar para gökten düşse, MB’nin rezervlerinin sıfır düzeyine çıkacağı biliniyor.

421,8 milyar dış borç demek, tahmin edilen 2020 GSYH’sinin (tahminlere göre 650 milyar dolar olacak) %63’üdür.

Öyle ise 2021 bütçesi, daha çok vergi, daha çok zam, daha düşük ücretler demek olan bir bütçedir.

Saray Rejimi’nin karakterine uygun olarak, daha çok rant, daha çok yağma, savaş ekonomisine dayanarak var olma bütçesidir.

Bütçe, işçi ve emekçilere sadaka dışında bir şey vadetmemektedir.