Ana Sayfa Blog Sayfa 96

Gücümüzü kullanalım.Mayınlı bölgeye hoşgeldiler!

Aslında biz kadınlara sorsalar söylerdik; her an patlamaya hazır olduğumuzu. İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ettirmek için yola çıkanlar, kadınların geliştirdikleri eylemler sonrası ‘mayınlı bölgeye girdik çekiliyoruz’ itirafıyla geri adım attılar. Doğru bir tanımdır. Derinde duran, biriktiren ama her an patlamaya hazır.

Patlamaya hazır; çünkü tacize, tecavüze uğrayan, şiddet gören, öldürülen kadınların yüzleri aklımızda. Yarını var eden emeğiyle “görünmezken”, cinayetlerle görünür olmayı; her okuduğu haberde, her yaşamına dokunduğu dostunun anlattıklarında, bu tehdidi kendi yaşamında derinden hissetmeyi; tüm bunları biriktiriyor kadınlar.

Bu biriken öfke kendini sokaklarda var ettiğinde hüzünle karışık bir şarkı çalmaya başlıyor hepimizin kulaklarında. Bir yanımız bizden alınanlar, bir yanımız ‘biz varız ve bir adım daha atamazsınız’ gücü.

Bu güç, mücadele etmeye başladığında karşısında önce devleti buluyor. Katilleri savunan, koruyan, bulmayan, yargılamayan devleti. Hatta ileri gidip şiddete uğradığı, öldürüldüğü için kadınları suçlayan devleti. Nadira’nın, Yeldana’nın, Gülistan’nın, Rabia Naz’ın katilleri bellidir, her birinin adı vardır. Onlara katil demeyen, onları aklayan devlet, katillerin suç ortağıdır.

Yönetecek başka aracı kalmadığı için polisle, tomayla, bağıra çağıra yönetmeye çalışanlar, kadınların eylemleri karşısında diyorlar ki, mayınlı bölgeye girdik. Hoşgeldiniz!

Onlar gücümüzün farkında; neler yapabileceğimizin farkında; o zaman biz de gücümüzü kullanalım. 

Bu daha ne kadar böyle sürecek?

Daha kaç tane kadın öldürülüp, katilleri ‘iyi hal indirimi’yle dışarıda elini kolunu sallayarak gezmeye devam edecek?

Daha ne kadar? Bunu sen de soruyorsun biliyoruz.

Bir adım daha atalım. Nasıl ki öldürülen kadınlar sayılardan ibaret değil, her birinin bir yaşamı var; biz onlar için eylemlerde bir araya gelen kadınlar da yüzlerden, binlerden ibaret değiliz. Her birimizin bu çürümüşlüğü bitirmek için yapabileceği daha çok şey var. 

Biliyoruz ki ancak sürekliliği olan bir mücadele yürüterek, katillere, kadına şiddet uygulayanlara, onları kollayan burjuva iktidara geri adım attırabiliriz. Taleplerimiz etrafında örgütlendiğimizde, sokaklardaki gücümüzü; mahalle ve kent merkezlerindeki gücümüzü örgütlediğimizde, bizi susturmak isteyenlerin çaresiz kaldıklarını görüyoruz, göreceğiz.

Sadece onların yasaları tarafından korunarak ‘hayatta kalmak’ için değil yaşamak ve yaşatmak için, özgür olmak için bir araya gelelim. 

Hayatlarımızın öznesi olmak için, birlikte kararlar alıp eylemek için, tüm aşağılanmayı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için birlikte mücadele edelim.

Bizi ölümle kölece bir yaşam arasında seçime zorlayanların kurduğu ekonomik, sosyal, siyasal tüm ilişkileri yeryüzünden yok etmek için, bize mayın diyenlere, “üzerimize basmanızı beklemeyeceğiz” diyelim.

25 Kasım’da tüm sokaklardan, meydanlardan yükselen sesimizle haykırayacağız; biz kadınlar boyun eğmiyoruz, eğmeyeceğiz!

Yaşamak ve yaşatmak için;

Özgürlüğümüz için Taksim’deyiz!

Öfkemizi gücümüze katarak, mücadeleyi büyütmek için Taksim’deyiz!

TC devletinin tetikçiliği ABD’nin Kafkas cephesi hamlesi

TC devleti, onun bugünkü örgütlenmesi olarak Saray Rejimi, nur topu gibi bir cephe daha doğurdu. Efendisi ABD, “şahsım”ın en yetkili organları ve tüm devlet çeteleri ile Saray Rejimi’ne, “ileri, şimdi de Kafkasları yakacaksınız” dedi. Tutuşturmak için yer arayan savaş müptelaları, hemen Ermenistan cephesini açmak için, Azerbaycan’da epeyce zamandır hazırladıkları güçleri devreye soktular.

Veli Küçük ve çetesi midir, yoksa, devletin başka kanatları da içinde midir, ABD’nin uzantıları hâline gelmiş devlet güçleri midir, her ne ise, bunlar, Azerbaycan cephesinden Ermenistan cephesine doğru bir hamle yapıp, Dağlık Karabağ bölgesine saldırdılar.

Görünen o ki, ABD bunu istemekle kalmadı.

Dahası, plan içinde plan devreye soktu. Suriye’den taşınan IŞİD çeteleri, hem İran sınırına doğru hareket etmek üzere, hem de Rusya içlerini sızmak üzere hazırlanmış olmalıdırlar. Rusya, bunu, açık ve net söylüyor.

Böylece, ABD adına savaşmak için hazır bekleyen TC devletinin kuvvetleri, 5. cepheyi açmış gibidir.

Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Ege-Akdeniz’de ve şimdi de Kafkaslar’da, savaştan beslenenleri memnun etmek için, Anadolu’nun genç ve yoksul evlatlarını cepheye sürüyorlar.

TC devletinin her alandaki güçleri, CIA’ya bağlı kontr-gerilla çeteleri, eski gladio bu bir, IŞİD çeteleri bu iki ve askerlerden, bu da üç, oluşuyor. ABD, her alanda savaşı tetikleyen bir tetikçiyi çok seviyor olmalıdır. Daha iyisi henüz yok, öyle ise Erdoğan ile idare edilmelidir. Elbette ABD çıkarları için verilen bu kalpten mücadele, Saray Rejimi’nin ve Erdoğan ailesinin, inşaat firmalarının kârları ile de ilgilidir. Rant, yağma, savaş ekonomisi bunu gerektiriyor. Yani, bu savaş kundakçılığına ABD ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, ülkenin zenginleri de o kadar ihtiyaç duyuyorlar.

Azerbaycan-Ermenistan savaşı, öyle görünüyor ki, Türkiye’de daha çok konuşuluyor. Tüm unsurları ile Saray Rejimi, günlerdir bu savaşı anlatıyor. Bir yandan SİHA’ların reklamını yapmakla meşgul olanlar, diğer yandan biz bu savaşa müdahil olmadık diyorlar. Bir yandan IŞİD çeteleri orada yoktu diyorlar, diğer yandan Gence havalimanından neler yapabildiklerini anlatıyorlar.

ABD, bu sayede, Rusya’yı saracak bir savaş çemberine yeni bir halka daha eklemekle meşgul. Hem cephe açarak dikkat dağıtıyor, hem de IŞİD çetelerini İran ve Rusya içlerine göndermek için hazırlanıyor. Belarus’tan sonra Kafkas cephesi, Rusya’yı yeterince rahatsız etmeye yetecektir.

Ama bizce en ilgi çekici olanı, ülke içindeki tartışmadır.

Bir, Saray Rejimi’nin tüm bileşenleri, tüm devlet çeteleri, hemen Ermenistan’a karşı birlik ruhu pompalamaya başladılar. Sanki, her savaş bir yapıştırıcı olarak onları bir arada tutmaya yardımcı oluyor. Gerçekte böyle olduğu konusunda çok şüphelerimiz var. Ama bu görüntüyü vermek de onların ihtiyacıdır.

Ne çeteler arasındaki savaş ortadan kalkıyor, ne de halk artık eskisi gibi “milliyetçilik” zokasını yutuyor. Yutanlar zaten yutmuştur ve oradan ileriye gidemiyorlar.

İki, ama başarılı oldukları bir alan var. Liberal solcular, burjuva demokratlar, hepsi birden Ermenistan’a karşı savaş naraları atmaktan, Azerbaycan’a desteklerini sunmaktan geri durmuyorlar. Hiçbiri, kendine “aydın” demekten hoşlanan bu okur-yazar takımının hiçbiri, Kafkaslar’daki savaşın, aslında bir yeni Suriye, bir yeni Libya, bir yeni Yunanistan vb. olduğunu hatırına bile getirmiyor. Hiçbiri, “bu savaşa karşıyız” diyemiyor. Hiçbiri, giderek çevremizi saran bu savaş ateşine karşı barışın dilini konuşmaya yanaşmıyor.

Oysa kuraldır, önce kendi ülkene bakacaksın. Senin egemenlerinin giriştikleri savaş, gerçekte başka halkların kanını akıtmak için girişilen savaşın bir parçasıdır. Azerbaycan-Ermenistan savaşı, tıpkı Suriye savaşı gibi, emperyalist paylaşım savaşımının bir uvertürüdür. Ve her paylaşım savaşında devrimciler, silahlarını kendi egemenlerine çevirirler. Bunu her ülkenin devrimcileri yapmakla yükümlüdür.

Azerbaycan’da, Ermenistan’da, hatta Gürcistan’da, bu savaşı reddeden, birbirine kurşun sıkmayı reddeden insanlar var ve eylemleri ile, bildirileri ile bunu ilan etmekten çekinmiyorlar. Doğru tutum budur.

Üç, bu savaş naraları arasında, hemen Ermeni halkına karşı içeride saldırganlıklar ortaya konuyor. Birkaç yüz lira için ellerini kana bulamaya hazır güruhlar, Ermeni’ye saldırmanın kolaylığı ile harekete geçiyorlar. Bu utanılası tablo, hiçbir “okur-yazar”ın dikkatini çekmiyor.

Bu yolla, tüm toplumsal hava, yeniden zehirlenmeye başlanıyor.

Bir katliamı seyredenler, en çok kirlenenlerdir. Bir Kürt’ün helikopterden atılmasını duymak, yaşamak, insanı kirleten bir olaydır. Bu sadece bir halka, bu sadece bir grup insana karşı işlenmiş bir suç değildir. Bu, tüm insanlığa karşı bir saldırıdır, suçtur.

Doğrusu, bir yandan Saray Rejimi ayakta durmak için bu savaşçı politikalara ihtiyaç duyuyor. Bu yolla, rant, yağma ve savaş ekonomisine dayalı olarak yükselmiş olan Saray Rejimi’ni sürdürmek mümkün hâle geliyor. Diğer yandan, tümü ile kapatılmış olan burjuva muhalefet, tamamen devleti koruma refleksi ile, Saray Rejimi’ne biat ediyor. En ağırı da, “aydın” diye dolaşanların, kalemlerini bu biat için sallamak üzere fırsat bulmuş şekilde davranmalarıdır.

Ege’de ne oluyor, Akdeniz’de ne oluyor, Karadeniz’de ne oluyor, Kafkaslar’da ne oluyor, Irak’ta ne oluyor, Suriye’de ne oluyor, Libya’da ne oluyor diye soran yok. Tablonun tümüne bakan kalmadı. Burjuva aydınlar, karanlığın temsilcileri oldular. Saray Rejimi, karanlığa sığındıkça, bunlar da karanlık üreten mekanizmaların parçası olmaya başladılar.

ABD, bu işten elbette memnundur. Hem kendisi bir güç “sarf etmiyor”, hem de kendi “akıl veren” konumunu sürdürmeyi umuyor. Bunun için birkaç dolar vermek yeterli oluyor.

Dışarıda savaş hamleleri, içeride katliam hamlelerinin hazırlıkları anlamına geliyor. Savaşçı politikalar, içeride ırkçılık olarak ortaya çıkıyor, en azından burjuva basın, Saray medyası, bunu pompalamaya çalışıyor.

Çöküşe uygundur. Çökmekte olan Saray Rejimi, ABD adına savaş kundakçılığı yapmakla yaşayacağına inanıyor. Çaresizdirler ve ABD’den gelen kırıntılara inanmaya ihtiyaçları vardır.

Tüm bu savaş politikaları, geniş halk yığınlarında istedikleri karşılığı bulamıyor.

İşçiler ve emekçiler, kadınlar ve gençler, bu savaş çığırtkanlığına az da olsa sağır olmaya başlamıştır. Evet açıktan tepkilerini dile getirmiyor olsalar da, devletten yana da geçmiyorlar.

İşçi ve emekçilerin ana gündemi, direnişi örgütlemek, direnişi geliştirmek, yaşam hakkını savunabilmektir.

İşçi sınıfı, her gün sürmekte olan, parça parça gelişen direnişi, hem birleştirmek, hem yaymak, hem de kararlı hâle getirmek için, daha örgütlü olmak zorundadır. Biz devrimcilerin cephesi burasıdır. Hiçbir halk, bizim, işçi ve emekçilerin düşmanı değildir. İşçi ve emekçilerin düşmanı, Saray Rejimi’dir, bu topraklardaki burjuva egemenliktir, emperyalist ülkelerin tümüdür.

Barışın anahtarı, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ellerindedir. Birleşik ve topyekûn direnişi adım adım örmek, hiç şaşmamamız gereken ana yoldur.

V. İ. Lenin ve Ekim Devrimi

[1]“Kimsenin kuşkusu olmasın;

onları [kapitalizmi] mutlaka yeneceğiz!”[2]

Ekim Devrimi’ni mümkün (ve büyük) kılan: Devrimin güncelliğini fikrini hayata geçiren enternasyonalist sınıfsal devrimci bir praksis olması yanında; “Zamanın Ruhu”nun devrim ihtiyacını yanıtlamasıydı.

Bu bağlamda Ekim Devrimi’nden -hakkını vererek- söz etmek, güç olduğu kadar, büyük bir sorumluluk isteyen meseledir. Tıpkı V. İ. Lenin’in, “Büyük kelimeleri temkinle kullanmak gerek. Bunları büyük davalara dönüştürmenin güçlükleri de devasadır. Ama bu güçlüklerden laf salatasıyla kaçınmak, ciddi görevlerden hayalci uydurmalarla uzak durmak, bu zorlu görevlere sözüm ona ‘doğal geçişler’ üzerine tatlı uydurmaları gözlere sokmak, tam da bu yüzden affedilmezdir,” uyarısındaki titiz ciddiyetle…

Hayır! Ekim Devrimi, “Şöyle olsaydı, böyle olurdu veya olmazdı” biçimindeki gayrı ciddi teorisist lafazanlıklarla irdelenemeyeceği gibi, kavranıp sunulamaz da!

“Kleopatra’ nın burnu iki santim kısa, topçunun (Napolyon) da boyu on santim uzun olsaydı tarihin akışı değişirdi.”[3] “İddiaya göre Kleopatra’nın burnu çok alımlıymış, kendisi ise erkekleri çeken bir mıknatıs. O burun o kadar çekici olduğu için Sezar’dan Marcus Antonius’a nice kudretli erkeği kendine meftun etmeyi başarmış. Kleopatra’nın burnu biraz daha kısa ya da küt olsaydı, o dönemde ne bunca savaş olurdu, ne böyle kanlı iktidar ve aşk mücadeleleri,”[4] diyebilen öznellikle malûl tarih anlayış(sızlığ)ıyla kavranması mümkün olmayan sınıf savaşımları, Ekim Devrimi somut tarihi bir hakikâttir.

O hâlde Ekim Devrimi (ve elbette sınıf mücadeleleri) irdelenirken yöntem konusunda Marksist-Leninist bir tutuma sahip olmak zorunludur.

Konuya ilişkin olarak V. İ. Lenin, “Bir Marksist, bir durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan hareket eder,” derken; “reçete”lere, “ders”lere ya a benzeri “vaaz”lara, “zırva”lara inat “gerçek olandan hareket eder”. Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “Varolan, sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkiler”dir aslolan… Bunun içinde teoriye son şeklini veren sınıf savaşımıdır…

EKİM DEVRİMİ

Ekim Devrimi’ni yaratan proletarya, Paris Komünü’nden esinlenen “silahlı işçi demokrasi”sini, “devlet olmayan devlet”ini yani proletarya diktatörlüğü alternatifini yaratmaya yönelik tarihi adımını atmıştı.

İlhamını Paris Komünü’nden alan Ekim Devrimi, Sovyet’i onu yaratanların seçtiği, yönettiği, dağıttığı, koruduğu, yaşattığı örgütlenme ve yönetim modeli olarak devletin karşıtıydı.

Devlet yukarıdan, sovyet aşağıdandı. Devlet sömürülenlere baskı yapan, sovyet sömürenleri baskıdan kurtarandı.

Devlet merkez, sovyet yereldi.

Devlet kaskatı, sovyet dinamikti.

Devlet ayrıcalık, sovyet eşitlikti.

Devlet toplumun üstünde, sovyet toplumun içindeydi.

Devlet sınır çizen, sovyet sınır silendi.

Devlet yönetmeyi kalıcı hâle getiren, Sovyet yönetmeyi gereksizleştirme ümidiydi.

Devlet kendini ölümsüzleştirmek isteyen, Sovyet kendini söndürmeyi arzulayandı…[5]

Bu niteliğiyle biz(ler)e, sadece düşüncemizin çerçevesinin ne olması gerektiğini değil; bunun da ötesinde eylemlerimizin genel yönüne işaret eden Ekim Devrimi, işçi sınıfı omurgasına silahın ve siyasetin örgütlenmesidir.

Söz konusu özelliğiyle O, buzun kırılıp, yolun açılmasıdır.

Tıpkı “Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir,” vurgusuyla Rosa Luxemburg’un eklediği üzere:

“Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu.

Önemli olan, Bolşeviklerin politikalarında temel olanla olmayanı, özsel olanla kazara ortaya çıkan sivrilikleri ayırt edebilmektir. Bütün dünyada belirleyici nihai mücadelelerle yüz yüze olduğumuz bu dönemde, sosyalizmin en büyük sorunu zamanımızın en yakıcı sorunu hâline geldi ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor. Bu sorun, şu ya da bu ikincil taktik sorunlardan biri değil, fakat proletaryanın eyleme geçme kapasitesiyle, eylem gücüyle, sosyalist iktidarı gerçekleştirme iradesiyle ilgilidir. Bu bakımdan, Lenin ve arkadaşları dünya proletaryasına bir örnek oluşturarak ilk öne çıkanlar oldular; onlar şu ana kadar hâlâ Hutten’la birlikte şu şekilde haykırabilecek olan biricik örnek olmaya devam ediyorlar: ‘Ben buna cüret ettim!’

Bolşevik siyasette temel ve kalıcı olan budur. Bu anlamda Bolşevikler siyasal iktidarı feth etmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular.”[6]

Yani Hutten gibi, “Ben buna cüret ettim!” diyen Ekim Devrimi devlete karşı sovyet ile, özel mülkiyete karşı kolektif mülkiyetle, piyasaya karşı planla ve yabancılaşmaya karşı özgürleşimle mücadele ederken; insanlık, dünya proletaryası, sosyalizm ve Marksizm adına çok büyük kazanımlar elde etti.

Yeni ufuklar açtı ve eşsiz deneyimler biriktirdi.

Ancak “Beklenen dünya devrimin gelemeyişi, emperyalist kapitalizmin saldırıları, eski hâkimlerin direnişi, bunların yarattığı imkânsızlıklar, yoksunluklar, zorluklar ve bazı talihsizlikler ile büyük hatalar Ekim’in üstüne kara bulutlar çekti,”[7] Bertell Olman’ın notundaki üzere…

Ama bunda şaşırtıcı bir şey yoktu.

Çok önceleri, “Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler.

Ve benim daha önce de söylediğim gibi, burjuva toplumunun cesedi tabut içinde çivilenip mezara gömüldüğünde iş bitmez. Hâl edilmiş kapitalizmin cesedi bizim içimizde, ortamızda çürümeye başlar, havayı zehirler, varlığımızı zehirler ve yeni olanı, taze, genç, canlı olanı eskinin, çürümüşlüğün ve ölümün binlerce bağıyla bağlayıp boğmaya çalışır,” uyarısını dillendirmişti V. İ. Lenin.

“İyi de sosyalizmin soru(n)ları” mı?

Bunun yanıtını da 1921’de ‘Ulaşım İşçileri Kongresi’ndeki konuşmasında, “İşçiler ve köylüler var oldukça farklı sınıflar var demektir, dolayısıyla tam sosyalizm yoktur,” diye vermişti V. İ. Lenin.

O hâlde eklemeden geçmeyelim: “Tam sosyalizm” olmadığı sürece, dünya devrimine bağlanmamış bir sosyalizm inşası (“devlet olmaya devlet”) istikametinde ilerlemezse, geriler, çürür, likide olur!

Ayrıca bu kadar da değil; sözünü ettiğim sosyalizm sadece bir kalkınma modeli ya da rekabetçi bir yarışma falan da değildir. O yeni insanı yaratıp, toplumsallaştıran Sovyetik bir özgürleşmedir.

Yeni bir toplumun kurulması için V. İ. Lenin’in, “İnsanlık henüz gelişmedi ve biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz.”

“Yeni ve daha iyi bir toplumsal düzene kavuşmak istiyoruz. Bu yeni ve daha iyi toplumda ne zenginler ne de yoksullar olmalı; herkes çalışmalı. Tüm çalışanlar ortak emeklerinin meyvelerinden yararlanmalı; bir avuç zengin değil. Makine ve diğer gelişmeler herkesin işini kolaylaştırmaya hizmet etmeli, birkaç kişiyi milyonların, on milyonların pahasına zenginleştirmeye değil. Bu yeni ve daha iyi topluma sosyalist toplum denir.”

 “Tüm halk kitlesi toplumsal dönüşüm sürecinin içinde yer almalıdır. Sosyalizm bir düzine entelektüel tarafından birkaç resmî makam tarafından buyrularak kurulamaz. Halk denetimi zorunludur,” tarifindeki üzere!

Lakin şunun da altını çizmeden geçmeyelim: Ekim Devrimi, Komün’den ilham alan bir “Sovyet”ti elbette. Ancak sınıf mücadelesinin elverdiği kadar ve iç savaş koşullarında mümkün olabildiği ve ezenlere karşı bir proletarya diktatörlüğü olduğu unutulmadan…

Haziran 1919’da V. İ. Lenin’in, “Proletarya diktatörlüğü sınıflar savaşımının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proletarya diktatörlüğü, yenilmiş, ama direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yokolmamış, ortadan kalkmamış burjuvaziye karşı siyasal iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf savaşımıdır,”[8] biçiminde formüle ettiği türden…

Burada durup, Maximilien Robespierre’in, ‘Ulusal Konvansiyon’daki (1794) konuşmasından aktaralım: “Devrim devleti, özgürlüğün tiranlığa karşı despotizmidir.” “Hainlere yumuşaklık hepimizi yok edecek.”

1789 Fransız Devrimi’nden öğrenen Bolşeviklerin iç savaş uygulamaları ile Yuval Noah Harari’nin, “Eşitlik ancak daha iyi durumdakilerin özgürlüklerini kısıtlayarak sağlanabilir” ve Leo Huberman’ın, “Olağanüstü karışık koşullar olmadan devrim de olmazdı. Kurttan korkuyorsanız, ormana girmeyin,” deyişleri arasında bir paralellik olduğunu da inkâr etmek doğru ol(a)maz.

DEVRİMİN MİMARI V. İ. LENİN

“Sosyalizm teorisi mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisat teorilerinden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels’in kendileri de burjuva aydın katmanındandırlar”…[9]

“Şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ‘ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!”

“Sosyal-demokrasi [Komünizm] ‘halk’ sözcüğünün burjuva demokratça istismarına karşı savaşmıştır ve çok haklı olarak savaşmaktadır. Sosyal-demokrasi, bu sözcüğün, halk içerisindeki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının kavranmamasını örtbas etmek için kullanılmamasını ister. Proletarya partisinin tam bir sınıfsal bağımsızlığının gereği üzerinde kesin olarak direnir. Ancak, ileri sınıfın kendi içinde kapalı kalacağı, kendisini dar sınırlar içerisinde tutacağı ve dünyanın iktisadi efendilerinin yüz çevirecekleri korkusuyla, çalışmasını iğdiş edeceği biçimde, ‘halkı’, ‘sınıflara’ bölmez; bunu, ara sınıfların yarı gönüllülüğünden, yalpalamalarından ve kararsızlarından uzak bulunan ileri sınıf, bütün halkın başında, bütün halkın davası için en büyük enerji ve coşkuyla savaşsın diye yapar”…

“Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir”…

“Devrim; kadının mutfaktan çıkıp ülkeyi yönetmesidir”…

“İşçiler ve tüm emekçiler aç, çıplak, bitmiş ve tükenmiş bir durumda iken saf demokrasiden, genel olarak demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten söz etmek, emekçiler ve sömürülenler ile alay etmek demektir”…

“Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez”…

“Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir”…

“Kendileri ezen uluslara mensup olan ve ezilen ulusların ‘kendi kaderlerini tayin hakkı’ için savaşmayan kişilerin sosyalist bir siyaset izleyecekleri hayalini beslemek gülünçtür”…[10]

“Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. Nasıl ki, Marx 1869’da, İrlanda’nın ayrılmasını, İrlanda’yla Britanya, arasında bir bölünme olsun diye değil, ama onun ardından gelecek özgür bir birlik için istediyse, ‘İrlanda için adalet’i sağlamak üzere değil, ama Britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de aynı biçimde, Rus sosyalistlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, yukarıda belirttiğimiz anlamda, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayıyoruz”…

 “Ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz; ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş lafebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana ‘erteleyerek’ olmamalıdır”…

“Tam hak eşitliği ilkesi, ulusal azınlıkların haklarının güvence altına alınmasına sıkı sıkıya bağlıdır”…

“Ulusların ne türden olursa olsun ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler, asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar”…

“Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve ‘kendisinin’ olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğine karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, Marksistlerin arasında değil”…[11]

“Sınıf bilinçli işçiler bir erk olabilmek için çoğunluğu kendilerine kazanmak zorundadırlar: kitle üzerinde bir diktatörlük olmadığı sürece, başka bir iktidar yolu söz konusu olamaz. Biz Blangist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi yandaşı değiliz. Biz Marksistiz, küçük-burjuva sarhoşluğuna karşı, şövenist anavatan savunusuna karşı, lafazanlığa karşı, burjuvaziye bağımlılığa karşı proleter sınıf mücadelesinin yandaşlarıyız”…

“Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmek için bir tek araç vardır, savaş. Özel mülkiyetin ana ilkeleriyle çelişmez savaş, tam tersine özel mülkiyetin gelişiminin kaçınılmaz ve dolaysız ürünüdür. Kapitalist rejimde, çeşitli ekonomilerin ve türlü devletlerin eşit şekilde gelişmesi imkânsızdır. Kapitalist rejimde, durmadan bozulan dengeyi zaman zaman yeniden kurmanın yolu, sanayide krizler, politikada savaşlardır”…

“Biz, tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir. Ve bilimsel açıdan şu en önemli şeyi görmezlikten gelmek ya da önemsememek, son derece yanlış -ve devrimciye hiç de yakışmayan- sosyalizme geçişte bu en güç ve en büyük savaşımı gerektiren bir görevdir. ‘Sosyal’ vaizler ve oportünistler, geleceğin barışçıl sosyalizminin hayallerini kurmaya her zaman hazırdırlar. Ama bunları devrimci sosyal-demokratlardan ayıran şey, bu güzel geleceğe kavuşmak için gerekli çetin savaşımlar ve sınıf savaşları üzerine kafa yormaya yanaşmamalarıdır”…

“Eğer devlet; sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir iktidar ise açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır”…[12]

“Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından ve özellikle XX. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: Devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin, eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka şekilde şöyle ifade edebiliriz: (sömürüleni de sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilkönce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir (her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir),”[13] diyen Lenin… Vladimir İlyiç…

“Geniş bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri, ince bir sakalı, büyük bir burnu, parıltılı gözleri ve dudaklarında hafif bir gülümsemesi olan” kısa boylu bir adam…

Kırlarda gezmeyi, çiçek toplamayı, bisiklete binmeyi, Beethoven dinlemeyi, Tolstoy okumayı seven bir adam…

“Tarihin, tavan arası odalardan ve sürgün kütüphanelerinden çıkarıp dünya tarihinin girdabına oturttuğu adam…”

Zürih’te, ayda yirmi sekiz franka oturduğu dik bir sokaktaki tek odalı dairesinden yola çıkarak mühürlü bir vagon içinde Rusya’ya hareket eden ve yedi ay sonra “dünyayı sarsan on gün”ü başlatan adam…

“Herhangi birimiz gibi görünen ama gözleri bin kez daha keskin gerçek bir insan…”

“Benzeri yalnızca bin yılda bir kere dünyaya gelen tarihin devlerinden biri…”

Umarsız, umutsuz, çaresiz kalmış Avrupa için bir umut ışığı…

Açlık, soğuk, tifüs ve ölümlerle bitap düşmüş geri ve harap Rusya’da cesaretin doruğunu temsil eden adam…

Bir köylünün, tabutunun ardından, “İyi adamdı, biz köylüler için yalnızca o iyi şeyler yaptı” dediği insan…

İnsanların görmek için Kızıl Meydan’da uzun kuyruklar oluşturduğu, mozolenin koyu mermer derinliklerinde ölümsüz yüzü, huzurlu çehresi, ağzının dostça nazik edası ve mütevazı elbisesiyle yatan adam…

Pablo Neruda’nın, “Aklı hep ateşliydi, ama hiç kül olmadı,/ Ve ölüm, alev almış kalbini soğutamadı…” dediği insan…

Nâzım Hikmet’in, “Komünistler bir çift sözüm var size:/ ister devlet başında olun ister zindanda/ ister sıra neferi, ister parti kâtibi/ Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda/ işinize, evinize, bütün ömrünüze/ kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi”; Vladimir Mayakovski’nin, “İşte bu bayraktan/ bu bayrağın/ her kıvrımından/ her zamankinden/ canlı,/ Lenin bize/ seslenir her zaman/ ‘emekçiler, son saldırı için/ hazır olun!/ Köleler,/ başınızı dik tutun,/ belinizi doğrultun!/ Proleterler/ ordusu/ işte dimdik ayaktasın!’…” dizelerindeki önder…

Tarihin en unutulmaz simalarından birisiydi… İnsanlığa Ekim Devrimi’ni armağan etmiş muzaffer bir proletarya ile partinin önderiydi… İnsanlığın bir yarısının en iç açıcı umutlarla bağlandığı, diğer yarısının hayvani bir korkuyla andığı[14] “V. İ. Lenin gerçek bir siyaset dehasıydı; Geçmişe ve geleceğe bakışta kopuş ile sürekliliği bir bütünün parçası olarak ele alıp bütünlüklü yaşamıştı. Lenin Marksizm’i esas, temel alırken sürekliliği ve II. Enternasyonalle yollarını ayırırken de kopuşu güncelleştirmiş ve yaratıcı yeniden üretimle kopuş ile sürekliliğin köprüsü olabilmiştir. XXI. yüzyıl başında dünya komünist hareketi; artık belirleyici gücüyle yeni bir sosyal demokrat harekete evrilen XX. yüzyıl komünist hareketiyle yollarını ayırarak kopuşu gerçekleştirmeli ve Marksizm-Leninizm’i esas alıp ona yaratıcı yeniden katkı ile de sürekliliği sağlamalıdır.”[15]

BİR KAÇ SAPTAMA

“Parti olmayan parti” gibi öznesiz bir “mücadele mucitleri”nin, toplumsal/ sınıfsal pratikten ari -mesela Michel Foucault vari[16]– “itirazları” ya da “Karl ve eşi Roza kafaları darp edilerek bir kanala atılmış, Alman devrimi doğmadan ölmüştü,” gafıyla malûl bir kalemin “Bolşevikler” ve “Ekim Devrimi” hakkında “Yüz Yıl Sonra Sosyalizm”[17] başlığıyla “fikir” serdetmelerini ciddiye almak mümkün müdür?

Ya da “Dünyamızın yeni Lenin(ler) görmesi mümkündür; ama yeni bir Marx ortaya çıkması (dünya görüşü ve omurga) mümkün değildir,”[18] ibaresiyle Leninizm’siz bir Marksizm’den söz edenleri…

Veya kendisini; “Bir eski keskin Leninist olarak daha öncede belirtmiş olduğum gibi, varılmış olan bu yerin tek suçlusu elbette ki Lenin değildir. Ama esas yanlış olan Lenin ve Leninizm’dir,”[19] diye tanımlayıp; “Ekim Devrimi öldü, Rojava Devrimi doğdu, Ekim Devrimi’nin tetikleyemediği dünya devrim sürecini Rojava Devrimi, Afrin direnişi tetikleyeceğe benziyor. Bütün devrimcileri, bu olup bitenleri ‘şaka gibi’ değil, devrimler tarihinin bir gerçekliği olarak görüp, ‘Ekim Devrimi öldü, yaşasın Rojava Devrimi’ diyerek olanca enerjileri ile katkı yapmaya çağırıyorum,”[20] diyebilenleri!

Sovyetlerin likidasyonu, “devletçi bir iktidar yarattı” söylenceleriyle V. İ. Lenin’e bağlanamaz! (Hem iç savaşta ne yapılmasını isterdiniz ki?)

V. İ. Lenin’siz bir Karl Marx ile Frierich Engels mi? İmkânsız!

Onun görüşleri çağımızın Marksizmi’dir. V. İ. Lenin’siz bir Marksizm,1900 öncesi bir Marksizmi’dir. Eksik bir Marksizm’dir! Karl Marx ile V.İ. Lenin, et ve tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz… Ve nu üçlü, günümüzde devrim üzerine düşünmenin vazgeçilemez referansını oluşturur.

“Devlet olmamalıymış, komün olmalı”ymış; aksini iddia eden var mı? Ancak geçiş sürecinde proleter devleti/demokrasiyi (yani proletarya diktatörlüğünü) inkâr etmemek kaydıyla…

Bunu bize Karl Marx öğretti.

Ha bir de, “Ekim Devrimi gibi bir devrim olmaz” mı diyorsunuz?

Ekim Devrimi, neo-liberal “iddialar”daki üzere “bir anomali” görenleri tarihin tekzip ettiği üzere tüm devrimler özü itibariyle Ekim Devrimi’nin doğrulanmasıdır.

Karl Marx, Frierich Engels, V. İ. Lenin bir bütündür.

Bunları atlamadan; olup bit(mey)en açısından yaşanan deneyim açısından soru(n) olması gereken biçimde ideolojinin siyaseti biçimlendirmesi yerine; pragmatik biçimde siyasetin ideolojik hattı gütmesi oldu. (“Barış içinde bir arada yaşama”, “Konverjans teorisi”, “Halkın Devleti” vs… Bu hâle ilişkin çok eskilerde İttihat ve Terakki şefi Enver Paşa da, “Mefkûreler gerçekleşmeyince, gerçekleri mefkûreleştirmek gerekir,” dermiş; biz buna reel-politikerliğin pragmatizmi derdik!)

Bu kapsamda bir “Meydan Okuma” olarak Ekim Devrimi’nin “siyasal planda yenilmiş olduğu varsayımı”na, kesinlikle katılmıyorum!

Sektörel Reel Sosyalist Ülkeler Topluluğu’nun likidasyonu ile yenilen Ekim Devrimi’nin ülküleri ve pratiği değildi; başka bir şey, yani başkalaşan bürokratik deformasyonun kaçınamadığı sonuçlarıydı.

Ancak St. Petersbug Garı’ndaki “Benim adım Vassili Georgieviç Panin. Hiç benden söz edildiğini işitmedin mi?” diye haykıran kişiye bir Kızıl Muhafız’ın ağzından, “İki sınıf var. Biri proletarya, öbürü burjuvazi… Nasıl açıklanır bilemem orasını. Ama her şey bana olduğu gibi gözüküyor. Cahil olmasına cahilim. Yine de yalnız iki sınıf var galiba ortada. Proletarya ve burjuvazi. Birine karşı olan öbürüyle beraberdir,”[21] tarihsel yanıtı yaratan Ekim Devrimi’nin yok edilmesi mümkün müdür?

Sınıfların varlığının inkârı temelinde: “Eduardo Bernstein’in post-Marksist torunları Ernesto Laclau ile Chantal Mouffe”[22] patentli “sınıf mücadelesiz ve devrimsiz ‘radikal’lik”lerin ya da pişmanlıkların[23] veya Abdullah Öcalan’ın 2005 Nisan’ında Kandil’e İmralı’dan gönderdiği metinde, “Ben sınıfları reddetmiyorum ama sınıfa dayalı devrim teorisini reddediyorum.” “Demokratik Konfederalizm dünya çapında solun yeni açılımı olacaktır. Marks ve Lenin’i iki binlerde aşarak bunu yapacağız,”[24] deyişinden mülhem tutumlarla kapitalizmin aşılması mümkün değildir!

Tıpkı ne idüğü belirsiz, şu tür “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” söylenceleri gibi…

“Sosyalizm, XXI. yüzyıl dünyasında ve Türkiye’sinde kendini ‘başka şekillerde’ yeniden kurmak zorundadır…”[25]

“Çağımız insan toplumunun tek amacı sosyalizm değil… Mevcut mücadeleyi XX. yüzyılın devrim mücadelesine benzer bir biçimde yürütmeye kalkışmak mücadele sürecini büyük bir çıkmaza sokar…”[26]

“Şimdi başka bir yolu deneyelim; geçmişe referansları, bilmem kaç on yıl öncesinin politik kamplaşmalarını bir yana bırakarak “Türkiye için sosyalizmi” tartışalım: Türkiye için XXI. yüzyıl sosyalizmini…”[27]

Marksizmi (Devrimi) “XIX.”, “XX.”, “XXI.” yüzyıl diye bölümlemek, birbirleriyle ilintili, bütünsellik gerçeğine “sırt dönmek” riski içerir…

Şu gerçek “XIX.” yüzyıldaki Marksizm (Devrim); “XX.” yüzyılda nasıl Leninizm’siz düşünülemezse; “XXI.” yüzyıldaki gerçeklikte Marksizm-Leninizm’siz var olamayacaktır.

Altını çizdiğimiz bir “tekrar” veya “tamamlayıcılık” değil; süreklilik içindeki kopuşun sınıf mücadelesi zeminindeki/ inşa hâlindeki felsefi, teorik, ideolojik, politik üretimidir.

Bu çerçevede, eğer orta yerde “dokunulmaz doğrular” veya “tekrarlar” varsa; M-L’den söz edilemeyeceği gibi, bunun sorumlusu da M-L olamaz!

Mahkûm edilmesi gereken “XXI.” yüzyıla da (“XIX.”, “XX.” yüzyılda olduğu gibi) dogmatizm olmalıdır. (Hiç kuşku yok ki, Marksizm eleştiri-üstü/dışı değil. Ama Marksizm’in karikatürleştirilmiş versiyonunu ‘Marksizm diye’ eleştirmek, bir yere vardırmıyor.)

Dogmatizm yanında “Burjuva Aydınlanma”dan (yani “modernizm”den) da uzak durmasını bilen düşünce/ davranış düzlemine ilişkin olarak bunun aksini (“XIX.” ve “XX.” da dahil) “iddia” eden bir Marksist ve Leninist olmadı. Ancak sosyalizm, “XXI.” yüzyılda “Burjuva Aydınlanma”dan (yani “modernizm”den) öğrendiklerini “es” geçmeyecektir.

Kaldı ki soru(n) “Burjuva Aydınlanma”ya (yani “modernizm”e) mündemiç olmaktan çok, bizim meselemizin kapitalizmin biçimlendirdiği hâle içkindir.

Teorik ve soyut olarak “Burjuva Aydınlanma” (yani “modernizm”), “Eleştirel aklın, sorgulamanın, itirazın” somutlanmasıdır ki, devrimcilerin buna “Hayır” demeleri mümkün ve muhtemel değildir, olamaz da!

Yaşayan sosyalist sektörel deneyimin (yıkım) verilerinin özeleştirisi üzerinden yeni(den) sosyalist kuruluşa yol açacak kopuş: (Sovyet deneyimi “kopuş” ile “sonrası”na müteallik soru(n)ların kurbanı olmuşken!) “Parti” + “Sovyet/Şura” denklemi üzerine inşa edilen ve bundan sonrasının yolunu açacak olan “Devletin Sönümlendirilmesine Yönelik Genel Halk Silahlanması” + “Proleter Enternasyonalist Dünya Devrimi”dir.

Bu ise, Karl Marx’ın Paris Komünü ( “proletarya diktatörlüğü”) formülasyonuna dayandırılmalıdır.

Bu imkân dahilindedir. Çünkü sürdürülemez kapitalist yıkım; işçi sınıfı kolektivitesinin önünü açıyor; daha da açacak. Bunun böyle olduğunu yaşayanlar görecek. (Yıkımlar bireyi toplumsallaştırır/ kolektifleştirir.)

Devrim(ler)in itici gücü proletaryanın çeper kanatları (Güney Doğu Asya, Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika) olacak, ama bu devrim(ler) “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, yoksullaşmış-yoksunlaşmış (kimi sol entelektüellerin “prekarya”(!) dediği) çeper kolektif proletaryanın gövdesi üzerinde yükselecek. Yaşananlar, 20 yıldır birbiri ardına patlak veren ayaklanmalar buna işaret ediyor.

Burada aslolan “Sosyalizmin başarısızlığından bahsediyorlar. Peki kapitalizmin Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki başarısı nerede?” sorunu dilendiren Fidel Castro’nun, “Bir devrimden daha önemli bir şey yoktur. İnsanlığın diyalektik gerçeği budur. Emperyalizme karşı sadece sosyalizm durmaktadır,” yanıtını veren düşünce ve davranışını hayata geçirebilmektir.

ELBETTE YENİ(DEN)

Ekim Devrimi fikri ve zikri, tüm bastırılma, müdahale, unutturulma ya da çarpıtma ve tezviratlara rağmen birikerek, gelmekte olandır. Çünkü O, insan(lık)ın içinde debelendiği yabancılaşma, yozlaşmaya bataklığından kurtuluş yolunda işçi sınıfı mücadelesine mal edilmiş her şeydir!

Örneğin “Kapitalizm diğer sistemlerden daha iyi,” diyenlerin oranı 2018’de yüzde 61’den 2019’da yüzde 58’e gerileyen Amerikalıların yüzde 58’i kapitalizmin, yüzde 36’sı sosyalizmin, yüzde 19’u komünizmin, yüzde 18’i Marksizm’in tercih edilebilir bir sistem olduğunu düşünüyorken;[28] sosyalizmin hiçbir yere gitmediği ayan beyan orta yerdedir!

Kavranılması gereken mesele; Michael Löwy’in, “Kapitalizm sadece sürdürülemez bir sistem değildir: Gezegeni ve dolayısıyla insanlığı tarihte benzeri olmayan bir felakete iten yıkıcı bir sistemdir,”[29] diye betimlediği soru(n)lara, -devrimin güncelliği fikrine sırt dönmeden!- sınıf mücadelesi zemininde örgütlü, alternatif yanıtlar üretilmesidir.

Malum “Maddi bir güç ancak maddi bir güçle devrilebilir; ama teori de, kitleleri kavradığı zaman maddi bir güç hâline gelir”ken;[30] “Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Bugün düş kurmak, kendi uyanışını görmek her zamankinden daha fazla gerekli,” Eduardo Galeano’nun altını çizdiği gibi…

O hâlde şimdi Paris’in 68 Baharı’ndaki bir duvar afişinin, “Eğer hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyorsam ben bir alığım… Eğer düşünmek istemiyorsam bir korkak… Ve hiçbir şeyin değişmemesinin benim çıkarlarıma olacağını düşünüyorsam bir alçak…” uyarısına kulak vererek yüzümüzü geleceğe dönelim:

“Mümkünün son sınırına imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur. Öyleyse nesnel olarak imkânsızı istemek budala bir hayalcilik ya da kendini aldatmak anlamına gelmez,” diyen Karl Liebknecht gibi…

“İyi de çok zayıfız” mı dediniz?

O hâlde yürüyüşe hazır bir “nokta” olarak Paul Klee’nin, “Çizgi, yürüyüşe çıkmış noktadır,” betimlemesi ile Cornelius Castoriadis’in, “Gece, ancak, kendilerini geceye bırakanlar için gelmiştir, yaşayanlar için, ‘güneş her gün yeniden doğar’…” sözlerini anımsayın.

Karl Marx’ın, “Sınıf savaşımının, arzulanamaz ‘kaba’ bir fenomen olarak bir kenara itildiği yerde, sosyalizm için, ‘gerçek insanlık aşkı’ ve ‘adalet’ hakkında boş laf salatasından başka hiçbir temel kalmaz,” uyarısı eşliğinde…

19 Ekim 2020 19:02:51, İstanbul.

N O T L A R

[1] 17 Ekim 2020’de ‘Ekim Devrimi’nin XXI. Yüzyıla Etkileri’ başlığıyla Komün TV’de yayınlanan programında yapılan konuşma… “Özgür Bilimsel Eğitim için Özgür Üniversite”nin 7 Kasım 2020 tarihli oturumunda yapılan konuşma…

[2] V. İ. Lenin.

[3] İhsan Oktay Anar, Yedinci Gün, İletişim Yay., 2012, s.197.

[4] Elif Şafak, Firarperest, Doğan Kitap, 2010, s.208.

[5] Gökhan Atılgan, “Ekim’i Yeniden Kazanmak”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:560, 3 Aralık 2017, s.4-5.

[6] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yayınevi, 2018.

[7] Bertell Ollman, Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, çev: Ayşegül Kars, Yordam Kitap, 2015.

[8] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Haziran 1977.

[9] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 2011, s.38-39.

[10] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. baskı, 1993, s.227.

[11] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

[12] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[13] V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.

[14] Yazarların ve Sanatçıların Gözüyle Lenin, çev: Ceren Şenesen-Ümit Şenesen, Yordam Kitap, 2017.

[15] Sinan Çiftyürek, “Lenin Marx’a Nasıl Yaklaştıysa Lenin’e Öyle Yaklaşmalıyız!”, 19 Ekim 2006… http://www.sinanciftyurek.com/lenin-marxa-nasil-yaklastiysa-lenine-oyle-yaklasmaliyiz

[16] Michel Foucault, İktidarın Gözü Seçme Yazılar, çev: Işık Ergüen-Osman Akınhay, 5. Basım, Ayrıntı Yay., 2020, s.42-43.

[17] Hüseyin Aygün, “Yüz Yıl Sonra Sosyalizm”, Birgün, 10 Ağustos 2019, s.8.

[18] Metin Çulhaoğlu, “Hipertrofi ve Atrofi”, 29 Aralık 2018… https://ilerihaber.org/yazar/hipertrofi-ve-atrofi-92376.html

[19] Teslim Töre’den aktaran: Sinan Çiftyürek, “Teslim Töre’ye Zorunlu Yanıt”, 19 Temmuz 2007… http://www.sinanciftyurek.com/teslim-toreye-zorunlu-yanit/

[20] Teslim Töre, Afrin Direnişi Suriye Halklarını Birleştirdi, Karşı Devrimin Bütün Dengelerini Bozdu!”, 21 Şubat 2018… https://www.facebook.com/tslmtre/posts/2348510925375301/

[21] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, çev: Erdoğan Gürkan, Oda Yay., 1999.

[22] Yaşar Ayaşlı, “Bernstein’in Post-Marksist Torunları: Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe (1)”, 14 Mayıs 2020… https://sendika63.org/2020/05/bernsteinin-post-marksist-torunlari-ernesto-laclau-ve-chantal-mouffe-1-587313/#more

[23] Yalçın Ergündoğan, “Ekim Devrimi: Devleti Ele Geçirmenin Yetmediği Kanıtlandı…”, 6 Kasım 2017… https://www.artigercek.com/ekim-devrimi-devleti-ele-gecirmenin-yetmedigi-kanitlandi

[24] Şafak Mahsum (der.), PKK-Yeniden İnşa Kongre Belgeleri, İstanbul: Çetin Yay., 2005, s.144-120… Ayrıca https://www.birgun.net/haber/ocalan-in-ideolojik-seyir-defteri-47791

[25] Metin Çulhaoğlu, “Hakikât Sonrası Toplumda Sosyalizm”, 17 Eylül 2019… https://ilerihaber.org/yazar/hakikât-sonrasi-toplumda-sosyalizm-103596.html

[26] Teslim Töre, “Çağımız İnsan Toplumunun Tek Amacı Sosyalizm Değil”, 4 Kasım 2018… https://www.facebook.com/tslmtre/posts/2544134182479640?__tn__=K-R

[27] Metin Çulhaoğlu, “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi”, 19 Ekim 2019… https://sendika63.org/2019/10/21-yuzyil-sosyalizmi-metin-culhaoglu-ileri-haber-565945/

[28] Arif Çelebi, “Kriz ve Komünizmin Güncelliği”, 21 Ocak 2020… http://etha15.com/haberdetay/kriz-ve-komunizmin-guncelligi-109598

[29] “Michael Löwy: Kapitalizmin Demir Yasalarını Terk Eden Sistem Karşıtı Bir Devrime İhtiyacımız Var”, 9 Mayıs 2020… https://elyazmalari.com/2020/05/09/michael-lowy-kapitalizmin-demir-yasalarini-terk-eden-sistem-karsiti-bir-devrime-ihtiyacimiz-var/

[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

Topyekûn direniş için,Birleşik Emek Cephesi’nde birleş!

Saray Rejimi’nde hile bitmez.

Aile boyu hile cambazıdırlar ve parababaları, tekeller, uluslararası sermaye, bu cambazlıklarını, bu belkemiği olmayan hâllerini, bu bitmez tükenmez yalan uydurma yeteneklerini çok sevmektedir.

Saray Rejimi, halkın düşmanıdır.

Saray Rejimi, tekellerin, soyguncuların, uluslararası sermayenin, yağmacıların, savaş yandaşlarının iktidarıdır. Katıksız bir burjuva diktatörlüktür. Öyle “tek adam rejimi” de değildir, hayır, hepsinin rejimidir; tekellerin, parababalarının, rantçıların, yağmacıların, uluslararası sermayenin, savaş kundakçılarının, hepsinin rejimidir.

Pandemi sürecine bakın: Halka, işçi ve emekçilere, hastalık, hastahane kapılarından kovulmak, eğitim alabilmek için çatılardan düşmek, işsizlik, açlık, ölüm düşmektedir. Oysa zenginlere, milyarlarına milyar katmak düşmektedir.

“Ulusal çıkar” gerçekleri gizlemek, halkı ölüme mahkûm etmek, tekellere kaynak aktarmak, zenginleri daha da zengin kılmak demektir.

“Ulusal çıkar”, işçilere cop, kadınlara hapishane, gençlere TOMA ile saldırmak demektir. “Ulusal çıkar”, tüm halkın vergilerini, patronlara peşkeş çekmek, onlara aktarmak demektir. “Ulusal çıkar”, Kaz Dağlarını yağmalamak, ülkenin her bir yanını yakmak, HES’lere kaynak aktarmak, savaş ekonomisine tüm kaynakları aktarmak, diyanet işlerini semiz hâle getirmek demektir.

Ve “ulusal çıkar”, işçilerin kıdem tazminatı hakkına göz dikmek demektir.

Kurnaz muktedir, üçüncü kere deniyor. İlkinde bir süre durdu. İkincisinde barolara saldırı öncesinde kıdem tazminatına saldırdı. Tepkinin sert geldiğini anlayınca, utanmadan, “aranızda bir çözüm bulun” diyerek, topu Damat Bakan’a attı.

Damat Bakan, kendini cambaz sanıyor.

Parababalarının bu isteğini yerine getirebilirse, ülke sömürü için bir cennete dönecek.

Zaten, ücretler eridi. Asgarî ücret 300 doların altındadır.

Hayat pahalılığı, akıl almaz hızla yükselmektedir. Dolara bakmayan Damat, ne yapıp yapıp rakamlarla yalan söylüyor ve enflasyon %11 diyor. Ama elektriğe, gaza %50 zam yapmaktan geri durmuyorlar.

Ülkenin tüm kaynakları tekellere, inşaatlara, parababalarına, rantçılara, yağmacılara, uluslararası sermayeye, savaş baronlarına aktarılıyor. Halkın sırtına binen vergilerle şişirdikleri devlet kasasını zenginlere aktarıyorlar. Tüm devlet çarkı, tüm devlet çeteleri bu yağmadan, bu ranttan aldıkları pay ile ceplerini dolduruyorlar.

Ama gel gör ki, bu da yetmiyor.

23 Ekim’de meclise sunulan yeni “torba yasa” tasarısı ile, kıdem tazminatına yeniden göz dikiyorlar. Öyle olmadı, alın böyle olsun diyorlar.

Yeni yasa, işçi sınıfını uykuda bastırmayı hedefliyor. Açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, hastalıkla, eğitimsizlikle, ölümle boğuşan işçilerin boş anını yakalayıp, bu yasayı geçirmek istiyorlar.

Hazır pandemi koşulları var. İşçiler grev de yapamaz, yürüyüş de yapamaz, eylem de yapamaz diye düşünüyorlar.

İşte zamanlama bu nedenle bu tarihe getiriliyor.

Canı ile uğraşan işçinin elinden geleceğini almak için fırsat kollayan bu kurt sürüsü, işte böyle kurnazlıklarla efendilerinin gözlerine girmeye çalışıyor.

Zaten, işçi sendikaları çoktan işçi sendikası olmaktan çıkmıştır.

Öyle ise sahipsiz, örgütsüz kalmış işçileri, bu pandemi sürecinde, karanlıkta, tam da uçurumun kenarında boğazlamak mümkündür, diye düşünüyorlar.

Yasa diyor ki, 50 yaşının üzerinde olanlar ve 25 yaşının altında olanlar ile patron, “Belirli Süreli İş Sözleşmesi” imzalayacak. Bu durum, sözleşme bitince her türlü akdi bitirme olanağı yaratacak.

Sözleşme patrona, işçinin aleyhinde sözleşmeyi bitirme olanakları sunacak.

Bu, buldukları yeni yoldur.

İşçi sendikaları ayağa kalkmazsa, işçiler topyekûn direnişe yönelmezse, adım adım, ama kararlı bir direniş geliştirmezse, işte madencilere ne yaptılarsa, kıdem tazminatı konusunda da bunu yapacaklar.

Tek yol vardır: Genel grev-genel direniş.

Peki ama nasıl?

Adım adım, direnişi yaygınlaştıracağız.

Her işyerinde, her fabrikada, sendika dışında da olsa kendi örgütlerimizi, işyeri komitelerini kuracağız.

Sendikaları, en gerici sendika dahil, açıktan tutum almaya, tavır almaya çağıracağız.

Her iş yerinde, her saldırı karşısında direneceğiz.

Tüm toplumu, kadınları, gençleri, mahalleleri, üniversiteleri, liseleri direnişimize destek olmaya çağıracağız.

En başta biz işçiler, her direniş yerine gidip destek vereceğiz.

Direnişi yaymaya çalışacağız.

Direnişi daha örgütlü hâle getireceğiz.

Fabrikaları, işyerlerini, sokakları, mahalleleri, okulları direniş alanı hâline getireceğiz.

Her yerden, küçük büyük demeden direnişleri daha örgütlü hâle getireceğiz.

İşte böyle, adım adım, aylara sığacak bir örgütlenmeyi haftalara sığdıracağız.

Akan suyun önünde hiçbir bariyer duramaz.

Hepimizin ağzında, Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek olacak.

Hepimizin hedefi, genel greve, genel direnişe, örgütlü bir genel direnişe hazırlanmak olacak.

Her birimiz, içimizde, ölüme karşı yaşamı, hastalığa karşı dayanışmayı, tek kalmaya karşı ortakçı olmayı ve ortak davranmayı, suskunluğa karşı direnmeyi, kabul etmeye karşı öfkeyi, boyun eğmeye karşı başkaldırmayı, itaate karşı isyanı büyüteceğiz.

Her birimiz, her gün damla damla ölmektense, bir kere ayakta onurla ölmek üzere direnişi geliştireceğiz.

Ekmeğimizi, onurumuzu, alınterimizi, geleceğimizi, umudumuzu savunmanın başkaca yolu yoktur.

Onların topları, tankları, TOMA’ları, yalanları, TV kanalları, copları, biber gazları varsa, bizim de bir kez yola düştü mü durdurulamayacak irademiz var.

Biz, hayatı üreten işçi ve emekçileriz. Bizim çarkları durdurma, paletleri stop ettirme, şalterleri indirme gücümüz var.

Açlığa ve işsizliğe teslim olmayacağız.

Korkuya ve saldırganlığınıza boyun eğmeyeceğiz.

Onurumuzla, sonuna kadar direneceğiz. İnsan olmanın da tek yolu budur.

Haydi, Birleşik Emek Cephesi’ni birlikte örelim.

Haydi, adım adım, kararlılıkla genel grevi-genel direnişi örgütleyelim.

Yara kimdeyse, merhem ondadır

30 Ekim günü bir deprem yaşadık. Depremle birlikte, her katliamda, her “doğal” afette öğrendiklerimizi teker teker tekrar hatırlattılar.

Deprem, İzmir’i 14.51’de vurdu. Saat 15.16’da, yani depremden 25 dakika sonra,  yani Buca Seyfi Demirsoy Hastanesi’nde kolonlar patladığı için hastalar tahliye edildikten sonra, yani tüm İzmir artık birbirine ulaşmaya başlamışken, yani yollar araçlarla tıklım tıklım dolmaya başladıktan sonra, televizyonlarda yıkılmış binaların görüntülerini yorumlayan spikerin sesi titrerken, İzmir Valisi “Bize intikal eden can ve mal kaybıyla ilgili henüz bilgi yok.” diyordu.

25 dakikada herkesin gördüğünü göremeyenler, 4 gündür her fırsatta “tüm imkânları seferber ettik”lerinden bahsediyorlar.

Ama sistem böyle işliyor. Biliyoruz, Vali’ye “intikal” enkaz altında kalanların yakınlarından olmuyor, kaldı ki kendisinin üstünde durduğu fay da, bizimkiyle aynı değildir.

Pek tabii, görüntü ve söz uymayınca başka şeyler de uymayacaktır. İçişleri Bakanı’nın AFAD’ının 6.6’sıyla, Kandilli Rasathanesi’nin 6.9’u, USGS’nin 7.0’ı da birbiriyle ciddi bir uyumsuzluk içinde olmalı. En düşük verinin AFAD’ınki olmasının sebebi pandemi verilerindeki alışkanlıklarından mıdır, onu bilemiyoruz. Ancak anlaşılan odur ki, burada sağlanması gereken tek uyum haberlerde AFAD’ın verilerinin kullanılması üzerinedir. Bu uyum katliamdan hemen sonra “301’le kapatırız” açıklamalarıyla Soma’da da vardı, hatırlanmıştır.

Enkazlara arama kurtarma ekiplerinden önce polislerin gitmesini “mobilize ve çok” olmalarına bağlayanları, “provokasyon” yaratmayın açıklamalarının yanına koyalım. Zira, ola ki yaşadığı öfkeyle, üzüntüyle “devlet nerde” diye soran olursa, devletin orada olduğunu göstermenin açıklamasıdır bu. Bu konuda “tüm imkânları seferber ettik”lerinden şüphemiz yok.

Bir tarafta Tarım ve Orman Bakanı’nın enkaz üstündeki şovu, bir tarafta “birileri” gelecek diye hasar görmüş binanın diplerine sıkıştırılan insanlar, bir tarafta uzun konvoy ve koruma ordularıyla trafiği ve arama kurtarma çalışmalarındaki tahliye koridorlarını kilitleyenler, bir tarafta “yerine hemen yenisini yapacağız” diyenler, bir tarafta dükkanı genişletmek için kolonları kesilen binalarla ilgili “şikayet gelmeden inceleyemeyiz” diyenler, işte bize tüm imkanlarını seferber edenler!

Bu çürümüşlüğün dışında ise bambaşka bir zemin var

Can havliyle son anda binadan kendini atabilmiş insanların, hemen ardından enkazda kalanlara yardım etmeye çalışması Vali Bey’in 25 dakikasından daha hızlı intikal etti.

Yıkımdan çok sonra alana gelen arama kurtarma ekiplerinden önce, insanlar çalışmaya kendi elleriyle başladı.

Devlet Bahçeli kusura bakmasın, binlerce insan haber alamadıkları yakınlarını, Kızılay’a, AFAD’a, Belediye’ye bildirmek yerine, Twitter’a bildirdi. İnsanlar çözüm umutlarını, hiç tanımadığı insanlardan, belki de hiç üstüne vazife olmadığını düşündüğü insanlardan yana gösterdi. “Yönetenler” için ne acı bir tablo!

“Dayanışma Yaşatır”ın, depremden 3 dakika sonra IBAN numarası vererek para istemek olmadığını gösteren onlarca, yüzlerce insan, kendi yaralarını ya da kendi gibilerinin yaralarını sarmaya hızlıca başlamaya çalışmıştır.

Soma’lı madencilerin “biz bu acıyı biliriz” diyerek arama kurtarma çalışmalarına katılması, sınıfın duygularına tercüman olmakla kalmamış, eyleme dökerek bambaşka bir boyuta taşımıştır.

Toplumsal hafıza, haklarını almak için direnişte olan Soma’lı madencilerin, direniş ve dayanışma arasındaki bağı böylesine sıkı sıkıya bağlamasını unutmayacaktır. Ve elbette enkazın altındaki çalışmanın iyi sonuçlanacağı anlaşılınca, madencilerin alandan çıkarılıp fotoğraf vermek için AFAD ve İHH’nın alana alınmasını da!

Yardım malzemesini tribün gruplarının oluşturduğu alana getiren insanların “Kızılay’a güvenmediğimiz için size getirdik” demesi, ne denli büyük bir fayın kırıldığının göstergesidir.

Çürük olan binalar mı?

Bundan 6 sene önce bir kısmı herkese yansıyan planlarla, Bayraklı’nın 500 bin nüfuslu yeni kent merkezi olarak tasarlandığı, Alsancak Limanı’nın kurvaziyer limana dönüşeceği, bugünlerde de kullanılan şehir içinde kalan tek yeşil alan ve afet toplanma merkezi olan Kültürpark’ın yıkılacağı, Ege Mahallesi’nin parsellerinin Rönesans’ta mı yoksa Sancak’ta mı kalacağı konuşuluyordu.

Depremden en çok etkilenen bölgelerden biri olan Bayraklı, sahile doğru uzanan alanda silt, kum ve kil karışımı yani balçık zeminin olduğu, yeraltı su seviyesinin de yüksek olduğu bir alan. Üstelik bu bilgi depremden sonra edinilen bir bilgi de değil, 2014’te Bayraklı’nın gökdelen bölgesi olarak seçildiğinde de biliniyordu.

Bölgede bugün, Sancak Grubu’nun inşa ettiği Folkart Yapı’nın iki kulesi, Rönesans’ın Mistral Tower’ı, Kavuklar Grubu’nun Point Bornova’sı, Türkerler Grubu’nun Mahall Bomonti’si, İş Bankası’nın Ege Perla’sı bulunurken, enkazların çoğunda zemin katlarındaki işyerlerinin kolonlarının kesilerek genişletilmesi yüzünden çökme meydana geldi.

Ekonomideki yağma ve rant uygulamalarına “yürü ya kulum” diyenler, bugün aymazca “deprem değil, bina öldürür” gerçeğinin arkasına sığınıp, “hepsi yıkılsın, yenisini yapalım” diyor.

Sizin sisteminiz de binalarınıza benziyor pek sayın “yöneten”ler.

Ya da tam tersi.

Çürük!

Düştüğün yerde, derman sendedir!

En büyük salgın da, afet de devlettir. Her kritik konuda tekrar tekrar gördük ki, onların konusu bizler değiliz.

Sayıştay’ın TBMM’ne sunduğu rapora göre, Saray’ın günlük harcaması 10 milyon liradır.

İzmir’e depremden sonra 5 milyon lira ödenek ayrılmıştır, Bayraklı’daki herhangi bir gökdelenden üç daire alınamayacak bu “destek”le, depremden etkilenenlere “kendi başınasınız” denmiştir.

Durup da acaba bizi ne zaman düşünecekler diye beklemek, her geçen gün yaşamımızı daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramıyor.

Bizim canımızı düşünmeyenlere biz de canımızı emanet etmeyeceğiz. Onlara el açmayacağız.

Bizler artık her zamankinden daha fazla dayanışmayı örgütlemek zorundayız.

Dayanışma yardım dağıtmak değildir, ihtiyaçları örgütlemenin yoludur.

Çiğli Vansan fabrikasında 400 kiloluk dalgıç motorları deprem nedeniyle devrildikten sonra çalıştırılmaya devam eden işçiler için işi durdurmak, dayanışmadır.

Ortalama 6 yılda bir büyük depremin yaşandığı coğrafyamızda – öyle 100-200 de değil – resmi açıklamaya göre 17 enkazın olduğu, memleketin 3. büyük şehrinde, tek bir işi organize edemeyenlere karşı, “Deprem vergileri nerede?” diye sormak, dayanışmadır.

Kendini kaderine terk edilmiş hisseden herkes; bu dayanışmayı büyütmenin bir parçası olmalıdır.

Bu dayanışmanın açığa çıkardığı güç, hem yıkıcı hem yapıcı olacaktır.

Olsun.

O zaman enkazın altında kalanın, bizler olmayacağı kesindir!

Ekmek askıda, fatura askıda, eğitim-sağlık askıda Yağma-rant-yalan iktidarda

Sarayın ortağı, MHP başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı ‘askıda ekmek’ kampanyası, memleketin hali ve halkın durumunu net bir şekilde ortaya koydu. Bahçeli bu kampanya ile eve ekmek götüremeyen insanların varlığını birinci elden ilan etti.

Bu ‘yerli ve milli’ kampanyayı anlamayanlar, Bahçeli ve Sarayı, insanları ekmeğe muhtaç bırakmakla eleştirince elbette ‘vatan haini’ olmakla suçlandı.

Bunun üstüne bir de, Malatya’da bir servis şoförü, reise “eve ekmek götüremiyoruz” deyince kıyamet koptu. Reis, servisçiye “abartma” derken, içmesi için bir de keyif çayı fırlattı. Bir gün sonra ise, ‘askıda ekmek’ kampanyasını eleştiren ‘hainlere’ koz verdiği düşünülmüş olsa gerek, servis şoförü, ne kadar vatansever olduğunu vurgulayarak, sözlerinin çarpıtıldığını, yanlış anlaşıldığını bir kağıttan Anadolu Ajansı‘na okudu.

Ekonomi Bakanı olduğu söylenen Damat Berat Albayrak, ufukta yatırımların gözüktüğünü söyleyerek nurlu bir geleceğin müjdesini verdi. Bu arada, dolar kuru, 2023’te gelmesi gereken 8 TL’ye müjdelerden heyecanlanmış olacak ki 2020 bitmeden geldi.

Tabii ki Ekonomi Bakanının hiç yüz vermediği döviz kurlarının,maaşını dolarla almayan biz işçilerin, emekçilerin yoksullaşması ile hiçbir bağı yok!

Milli Eğitim Bakanı olduğu söylenen özel okul patronu Ziya Selçuk, uzaktan eğitim sistemi EBA’nın çökmesini sisteme duyulan ilgiye yorup gururla açıkladı.

Yüzbinlerce çocuk uzaktan eğitime ulaşamazken, ulaşanların da eğitim alıyormuş gibi gösterilmesi dışında hiçbir anlamı olmayan, kayıp bir dönem yaşanmasından zerrece rahatsızlık duymuyor bakan. Tek derdi, bir patron olarak, çocuklara bu koşullarda bir şeyler anlatmak için çırpınan öğretmenlerin maaşları oluyor. Milli Eğitim Bakanı olarak, bütçede eğitime ayrılan payın arttırılması için uğraşması gerektiği ise hiç aklına gelmiyor.

Yine özel hastaneler sahibi, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, vaka ile semptom göstermek arasındaki bağı açıklayarak, verdikleri rakamların vaka değil hasta sayısı olduğunu, rakamları gizlemelerinin ‘ulusal çıkarlar’ gereği olduğunu söyledi.

Rakamlar gerçeği yansıtmıyor diyen, salgının kontrolden çıktığını söyleyen, tükeniyoruz, ölüyoruz diyen sağlık çalışanları ise, tabii ki ‘yerli ve milli’ olmamakla, hainlikle suçlandı.

Uluslararası tarım ve gıda tekellerine danışmanlık gibi önemli bir kariyere sahip, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli ise, yanan ormanlar 10 hektarı geçmeden yangın helikopteri göndermesinin mümkün olmadığını söyleyerek madenci şirketlere alan açmakla meşgul olduğunu açıkça ilan etti.

Bu arada, patronlara vergi affından, İşsizlik fonunun yağmalanmasına kadar her türlü kolaylık sağlanırken, Eylül ayından itibaren asgari ücret vergi dilimine girdiği için aylıklarımız düştü. Salgında biz işçi-emekçilere verilen tek destek borç oldu. Alabilen ‘şanslılar’ 30 ay ödemeli kredi kullandı. Şimdi onların da geri ödemesi başlıyor.

İşte ‘yedi düvele ayar veren’, her açıklaması yalan olan Sarayın, biz alınteri ile geçinmeye çalışanları, yoksulları, halkı getirdiği yer burasıdır: Askıda ekmek, askıda fatura, askıda eğitim, askıda sağlık…

“İstanbullu hasta hasta işe gidiyor. Çünkü Covid’den korkuyor ama işten atılmaktan daha çok korkuyor”…

Böyle dedi İstanbul valisi. Tüm bu yalanlar içinde bir tane doğru şey söyleniyor ve biz biliyoruz ki bu korku sadece İstanbullu işçi-emekçilerle sınırlı değil.

Covid’den korkuyoruz, işten atılmaktan korkuyoruz, sarayın zulmünden korkuyoruz; kredilerimizi ödeyememekten korkuyoruz, çocuklarımızın geleceğinden korkuyoruz…

Onlar ise, cehenneme benzeyen, hiçbir gelecek umudu taşımadan çile doldurduğumuz bu hayata ‘artık yeter!’ dememizden korkuyorlar.

Yalanları da saldırıları da korkuları kadar büyük… Bir dakika olsun düşünmeyelim, bu cenderenin içinde debelenelim, çok öfkelendiğimizde birbirimize saldıralım ama asla tüm bunların sebebi olarak onları görmeyelim istiyorlar. Kürtler ne güne duruyor? Kadınlar, ‘Suriyeliler’, Ermeniler, Rumlar, Yunanlılar… Ne güne duruyor; eyy Fransa, eyy ABD, eyy Almanya, eyy Rusya, eyy Esed, eyy Sisi…

Bu tabloda hala yönetiyormuş gibi gözüküyorlarsa, bu onların yeteneği, gücü değil, bizim örgütsüzlüğümüzdür.

Ya kendi kaderimizi elimize alıp hayatımıza, geleceğimize sahip çıkacağız ya da yağmanın, rantın, savaşın ve yalanın iktidarının bize reva gördüğü cehenneme benzer bir hayatı, adına yaşamak denirse, yaşamaya devam edeceğiz.

İnsanca ve onurumuzla, kardeşçe yaşamak ellerimizde.

Ekonomik-sosyal hakları için direnen işçilerin, eşitlik isteyen, erkek şiddeti ile öldürülmek istemeyen kadınların, doğasını, yaşam alanlarını korumaya çalışan köylülerin, özgür-bilimsel bir eğitim ve özgür bir gelecek isteyen öğrencilerin direnişi, mücadelesi yapılması gerekeni gösteriyor.

Her alanda askıya alınan yaşamlarımıza sahip çıkmak için, geleceğimiz için, bu topyekün saldıraya karşı topyekün direnişi büyütmek için bir arada mücadele edelim.

Var olan tüm direnişleri yaygınlaştırmak, yan yana getirmek için, kaderimizi ellerimize almak için birleşik emek cephesinde bir araya gelelim. İnsanca ve onurulu bir hayatı birlikte örelim.

Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

İşçi Gazetesi’nin 184’nci sayısı çıktı

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Dersimiz: Komutan(ımız) Che veya Hasta Siempre, Commandante!

“Hadi gidelim dostum,
Öcünü almak için haksızlıkların.
Asi yıldızlar parlasın alnımızda.
Yenemezsek ölürüz ne çıkar…”[1]

3 Kasım 1966’da Adolfo Mena González adlı orta yaşlı Uruguaylı bir işadamı Bolivya’nın başkenti La Paz’da bir otel odası kiralamıştı. Şakakları kırlaşmış, saçları önden dökülmüş bu işadamı Küba devrimi sonrasında bakanlık yaptıktan sonra devrimi yaymak için kılık değiştirerek Bolivya’ya gelen Che’den başkası değildi. Arjantin doğumlu devrimci, Meksika’da Fidel Castro ve arkadaşlarıyla tanışarak onlara katılmış, Granma adlı tekneyle Küba’ya çıkartma yapan genç devrimciler, ilk çatışmada yoldaşlarının çoğunu kaybetseler de inatçı bir mücadeleyle köylüleri kazanmış, Küba Komünist Partisi’nin kentlerdeki örgütlenmesinin desteğini de alıp, ABD destekli diktatör Batista’yı devirerek, Latin Amerika’nın ilk sosyalist devrimine öncülük etmişti.

Devrimin üç önemli liderinden biri olan Che, devrim sonrasında da önemli görevler üstlenmiş, ancak bir süre sonra devrimi yaymak için önce Orta Afrika ülkesi Kongo’ya, daha sonra da kılık değiştirerek Bolivya’ya gitmişti. Ne var ki, La Paz’da bir otel odasında ağır makyajla orta yaşlı bir işadamına dönüşen görüntüsünün fotoğrafını aynadan çeken Che’nin 11 ay sonra başka bir görüntüsü tüm dünyaya servis edilecekti. Bu fotoğrafta Ernesto Che Guevara’nın üstü çıplak bedeni yara bere içinde bir sedyede yatıyor, gözleri açık, celladına bakıyordu.

Son sözleri şöyle olmuştu; “Haydi çek tetiği ödlek, alt tarafı bir insan öldüreceksin.” Sözlerin muhatabı yaralı yakalanan efsanevî gerilla liderinin infazı için gönüllü olan Bolivyalı genç bir çavuştu. Che’nin cansız bedeni gömülmeden önce üzerindeki kan ve kiri yıkayan şimdi 87 yaşında olan hemşire Susan Osinaga, “Bolivya’da bu fotoğraf yayıldıktan sonra insanlar ‘Tıpkı çarmıha gerilen İsa’ya benziyor’ dedi. Bugün hâlâ köylerdeki ayinlerde insanlar Aziz Ernesto’ya da dua eder, onun mucizeler yaratabileceğini vaaz ederler” diyor.

1997’de ‘Che Guevara: Devrimci Bir Hayat’ adlı biyografiyi yazan Britanyalı Jon Lee Anderson ise, “Bugünden bakıldığında Che’nin Kongo ve Bolivya’daki gerilla savaşları ayakları yere basmayan bir idealizm ya da düpedüz saflık olarak görülebilir oysa 1960’lar, devrimciler için her şeyin mümkün görüldüğü yıllardı,”[2] diyor.

 Che, “Her şeyin mümkün göründüğü bu yıllarda” kıtasal bir devrimi ateşlemek umuduyla 47 yoldaşıyla birlikte dağlara çıkmıştı.[3]

Jean Paul Sartre’ın, “Çağımızın eksiksiz insanı” vurgusuyla, “Che çağımızın en tamamlanmış insanıdır, yalnızca bir teorisyen değil, aynı zamanda bu teorilerini sahada uygulayan bir savaşçıdır,” diye tanımladığı o, insan(lık)ın bürünebileceği en kusursuz hâldi…

Sonsuz, sınırsız bir yüreklilikle yaşayan Che, iktidarın değil, halkın komutanıydı; devrimciydi, tüm ezilenlerin hekimiydi…

Haksızlığa boyun eğmemenin ve bir fikri yayabilmenin sürekli hareket hâlinde olmakla gerçekleştirilebileceğini kanıtlayan Marksist-Leninist bir kuramcı, kahraman bir gerillaydı…

Soluk soluğa yaşadı, yaşattı ütopyasıyla inançtı, dirençti Ernesto…

Fevkâlâde cesur, gözü kara birisiydi; idealin, mücadele azminin, vicdanın sesiydi…

Sevda ve kavga insanı; devrimin ruhu ve yeni insan, yani çocuk yürekli yenilmez gerilla idi…

“Devrim” sözcüğüyle eş anlamlı Che, halkların devrimci efsanesidir!

“İnsanlık”ın en güzel çocuğudur!

1964’te BM’deki konuşmasını, “Ya özgür bir vatan ya ölüm!” haykırışıyla sonlandıran o; katledilmesinin üzerinden onca yıl geçmiş olmasına karşın (emperyalist, kapitalist) katillerin uykularını hâlâ kaçırmaya devam ederken; bir türlü yok edilemiyor; ezilenlerin mücadelesiyle yeniden canlanıyor…

“Neden” mi?

“Che Guevara, tabir caizse, doğumundan evvel de vardı. Che Guevara, söylemesi caizse, ölümünden sonra da var olmaya devam etti. Çünkü Che Guevara insan ruhunda onurlu ve adil olan ne varsa onun adından başkası değildir,” yanıtındaki üzere José Saramago’nun…

SAVAŞ VE ZAFER HAYKIRIŞI

“Hayır, kendimin değil devrimin ölümsüzlüğünü düşünüyorum,” diye haykıran o, olmak istediğini seçmiş ve cüretle yaşamış “yeni sosyalist insan”dı…

Kolay mı?

“Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür”…

“Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi”…

“Savaşan kaybedebilir, savaşmayan çoktan kaybetmiştir”…

“Hayat korkakları affetmez. Kaybettiğin tek savaş, uğrunda savaşmaktan vazgeçtiğindir. Kaybetmekten korkma; bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin”…

“Peşinden gidecek cesaretin varsa, bütün hayaller gerçek olabilir”…

“Bir şeyi yapmak için onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için ona delice inanmalısınız”…

“En önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi koruyabilmenizdir. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir”…

“Hayat, ne aşk davasıdır, ne de ekmek kavgasıdır. Hayat, insan kalabilme mücadelesidir. Şerefinle, namusunla, onurunla”…

“Eğer her haksızlık karşısında titriyorsanız, benim yoldaşımsınız”…

“Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar”…

“Bir yalan, hangi amaç için söylenmiş olursa olsun, her zaman, en kötü gerçekten daha kötüdür”…[4]

“Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölmeyi tercih ederim”…

“Ne kadar farklı olursa olsun; sana ait olmayana tenezzül etme ve ne kadar basit olursa olsun senin olandan asla vazgeçme”…

“Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin”…

“Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamımdaki yenilgilerdir”…

“Düşmanın yoksa hayatta hiç başarılı olamadın demektir”…

“En kabul edilemez yönün ne biliyor musun? Hükmetmeye, hesap sormaya gücün var ama bunu kullanmıyorsun”…

“Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar”…

“Zor olan başarılır, imkânsız olan zaman alır”…

“Ben Ernesto’ydum sadece Ernesto, siz de sadece bir şey olarak var olursunuz. Che olmayı kendim istedim, siz de inanırsanız olursunuz, inanırsanız”…

“Bir çiçeği öldürebilirsiniz ama baharı öldüremezsiniz”…

“Dik dur ve gülümse. Bırak neden gülümsediğini merak etsinler”…

“Nerede ezilen bir halk varsa oralıyım”…

“Dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere birisinin suratına atılan tokadı kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim”…

“Ezilen halkı anlamak için komünist, sosyalist, solcu, sağcı, ateist ya da dindar olmak gerekmiyor… İnsan ol yeter!”

“İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı. Bunları taşımıyorsa benliğinde, gerçek bir devrimci değildir o”…

“Biliyorum, bu sözlerimi birileri yanlış yerlere çekecek hatta gülecekler lakin bu bir gerçektir; devrimci olabilmek için sevmesini bilmelisin!”

“Bir devrimciyi yöneten, kalbindeki eşsiz aşk duygularıdır”…

“Bir insanın yaşayıp yaşamadığını atan nabzından değil, onurlu duruşundan anlarsınız”…

“Eğer bir gün beni basım eğik görürsen, bil ki başım yere düşmüş birini kaldırmak için eğilmiştir”…

“Komünist ahlâk anlayışı olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor”…

“Ben kurtarıcı değilim, kurtarıcı diye bir şey yoktur, insanlar kendilerini kurtarır”…

“Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun”…

“Tek amacım, gittikçe soğuyan bu dünyada üşüyen halkların ısınabileceği, paylaşılan ateşler yakmaktı”…

“Yepyeni bir dünya kuracağız… Ve dört bir yana yazacağız; gerçekçi ol, imkânsızı işte”…

“Her şey çocuklara daha mutlu bir dünya bırakabilmek içindi”…

“Devrim, olgunlaştığında düşen bir elma değildir. Onu siz düşürmek zorundasınız”…

“Devrimcinin görevi devrim yapmaktır”…

“Devrimden başka bir hayat yoktur”…

“Devrimci olduğunu söyleyip devrimci gibi davranmayanlar soytarıdan başka bir şey değildir”…

“İstenilen yaşam mucizelerle değil, devrimlerle gerçekleşir”…

“Fikirler ve gelecek dimdik ayakta. Şüphesiz: Tam özgürlüğümüzün iskeleti kuruldu, tek eksik kanlı canlı bir vücut ve giysiler, onu da yaratacağız”…

“Kalkın Kadınlar! Ve unutmayın ki bizim size ihtiyacımız var. Çünkü biz inanıyoruz ki, Dünyanın yarısı siz iseniz, devrim kavgasının yarısı da siz olmalısınız”…

“İki şeye hakkım var: Özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim, çünkü kimse beni canlı tutsak edemez”…

“Yağmur komünisttir, çünkü herkese eşit yağar. Rüzgâr ise kapitalisttir, zayıf olanı yıkar”…

“Kapitalist sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar”…

“Siz bana din ile refaha ulaşmış bir toplum gösterin. Ben de size devrim ile geri kalmış toplum göstereyim”…

“Gerçek bir sosyalist dünyanın herhangi bir köşesinde bir insan katledildiği zaman acı, bir özgürlük bayrağı yükseltildiği zaman kıvanç duyan insandır”…

“Çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü sosyalist devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum”…

“Eğer dünyada ölümün kendi paylarına düşen kısmıyla ve müthiş trajedileriyle, her günkü kahramanlıklarıyla, emperyalizme bitmez tükenmez darbeler indirerek, dünya halklarının artan nefretiyle emperyalizmin güçlerini parçalamak için iki, üç daha fazla Vietnam gün ışığına çıksaydı, geleceğe daha güvenli bakabilirdik!”

“Dayanışma ezilenlerin inceliğidir”…

“Dünya ülkelerinin bağımsızlığı için hayatımı vermeye hazırım”…

“Sosyalist gelişim insan içindir. Belli bir yüksek düşünce için değildir. Amaç yalnızca insan mutluluğunu garantilemektir”…

“Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur”…

Deyip, dediği gibi de yaşayan savaş ve zafer haykırışıydı o…

ASLÎ ÖZELLİĞİ

Aralık 1964’te BM toplantısına gittiği New York’ta, bir gazetecinin “Sizce bir devrimcinin en önemli silahı nedir?” sorusunu, “Sevgi” diye yanıtlayan Che klasik anlamda “politikacı” ol(a)mamış bir ihtilalciydi; çocuk hekimiydi; futbolcuydu; şair ve müzisyendi; silah elde gerillaların en önde yürüyeniydi; Fulgencio Batista’yı alaşağı edenlerdendi; Küba Devrimi’nin ekonomi bakanıydı; Simón Bolívar’ın, José Martí’nin, José Carlos Mariategui’nin, Pablo Neruda’nın sıkı bir hayranıydı; müthiş bir enternasyonalist Marksist-Leninist’ti…

Ama en önemlisi ne yaşamında ne de katledilmesi ardından hiçbir kapitalist hamle karşısında yenik düşmemiş; değerinden hiçbir şey kaybetmemiş bir romantik devrimci, mert bir insan, “Gençken sosyalist olunmalı iyidir, sonra da realist olunmalı,” diyenleri tekzip eden hakikâtti…

O mücadelesiyle devrimciliğin, insanın hayatında bir dönem oynanması gereken “oyun” olmadığını; aksine bir yaşam biçimi ve ahlâk olduğunu kanıtlayan örnekti.

Bir deyişle, Che, bireyde başlayan devrimciliğin, toplumsallaşmasının toplumu derinden etkileyen kanıtıydı.

Evet, “bir pop ikonuna dönüş(türül)mek”(!) istenen Che buydu. Müthiş devrimci bir figürdü. Ve herkesi bu kadar etkiliyorsa, bu da yaptıkları ve yaşadıklarıylaydı.

Che’nin dünyadaki imgesi her şeyden önce eylem hâlinde bir militan anti-emperyalizminden, enternasyonalist perspektifinden, yani küreselleşme talanına/sefaletine başkaldıranların yenilmez mücadele sancağı olmasından kaynaklanır. Onun güncelliği ve parıltısı da anti-kapitalist isyanından beslenir.

O kapitalist yabancılaşmanın sinik, ahlâkını yitirmiş dünyasında, devrimci ahlâk ile politika arasında uyumun mümkün olduğunu ve politikanın ille de ahlâksız ya da ahlâkın da ille de apolitik olması gerekmediğini ve iki ucun birlikte tutulabileceğinin kanıtıdır.

Onun sahip olduğu saygınlık, iktidara değdikten sonra gücünü tekrar tek ülkede son bulamayacak bir mücadelenin hizmetine sunmak üzere onu terk etmeyi becerebilmiş; belki de yegâne devrimci örneği olmasından ileri geliyordu.

“O Latin Amerika’da devrimin olacağına, bunun dikenli yollarına ve geleceğine, sosyalizmin yaratacağı yeni insana yürekten inanıyordu…

‘Bir gün’ diye yazmıştı Fidel’e veda mektubunda, ‘bana savaşta ölürsek kime haber verilmesi gerektiğini sordular; ölüm düşüncesi hepimizi etkiledi. Sonraları bir devrimde -eğer gerçek bir devrim söz konusuysa- ya zafere ulaşılacağını ya da ölüneceğini kesinlikle biliyorduk.’ Küba’dan yeni zaferlere ya da ölüme doğru yola çıktı. ‘Başka ülkeler benim küçük çabalarımı bekliyor’, deniyordu mektupta, ‘yeni savaş meydanları…’ Gerçekten de, orada saldırı ve savaşın ortasında insan ya zafere ulaşır ya da ölür. ‘Haydi’ yeni eylemlere’…

Che Guevara masa başı adamı değildi. O devrimleri başlatan kişiydi, insan bunu ona baktığında anlıyordu…

O dağlardaki savaşı özlüyordu. Bununla silahların zaferini izleyen barış dönemindeki kuruluş çalışmalarına uygun olmadığını söylemek istemiyoruz. Tam tersine, Che Guevara bu açıdan da örnek bir devrimci ve üstlendiği tüm önemli görevlerde yorulmak bilmez bir emekçiydi. Küba’da onun -Fidel gibi- hiç uyumadığı söylentisi dolaşıyordu…

Güç bir görev olan Küba’da sosyalizmi kurma işinde -gerektiği gibi- tüm alanlara angaje olmuştu. Küba halkı Kübalı olmamakla birlikte kendini tüm varlığıyla büyük devrime adamış olan parlak Che Guevara örneğinde kendini görüyordu. Onun için düşünmek ve davranmak aynı şeydi; hepsi bunu biliyordu ve onu sevmekle kalmıyorlardı, ona hayrandılar…

‘Özgürlükleri uğruna savaşan halklar için tek yol olarak silahlı mücadeleye inanıyorum ve inançlarımda kararlıyım. Pek çok kişi bana serüvenci diyecektir, gerçekten de öyleyim, ancak ben farklı bir türdenim. Ben inançları uğruna yaşamlarını ortaya koyanlardanım. Belki de bu son mektubumdur, ölümü aramıyorum, ancak olasılıklar yasasına göre o da hesaba katılmalıdır. Haklı çıkacak olursam sizi son bir kez daha kucaklamak isterim. Sizleri çok sevdim, ne yazık ki duyarlılığımı dile getirmeyi başaramadım. Davranışlarım çok kaba olabiliyor ve sanırım zaman zaman anlaşılamadım. Ama öte yandan da beni anlamak kolay değildi, ancak bugün bana inanın, lütfen. Bugün bir sanatçı coşkusuyla bilediğim iradem bir çift bitkin bacakla bir çift tükenmiş ciğeri harekete geçiriyor. Bunu başaracağım… Ara sıra XX. yüzyılın bu küçük condottierosunu anımsayın’ diyordu.

Che Guevara’nın ailesine gönderdiği bu satırlar onun ortadan kayboluşundan kısa bir süre sonra Buenos Aires’e vardığında annesi Celia oğlunu görmeden ölmüştü bile. Tüm dünyayı duygulandıran bu son kucaklama, bu veda ona ulaşamadı. ‘Devrimci olarak zorla uğraşımızda ölüm ender bir olay değildir’ diye yazmıştı bir keresinde…

Bu kahramanın yaşam ve ölümünü, böylesine sürükleyici ve gizemli bir yaşam ve ölümü, sayısız efsane kuşatmıştır. Bunlardan birkaçı akbabalar gibi ölü Che’nin anısına saldıran kimi alçakların taşkın karalama eğilimlerinin ürünüdür; büyük çoğunlukta olan diğerlerini ise halkın şehit düşenin ölümsüzlüğünü Latin Amerika’nın sayısız, görünmez mihraplarında kutlayan büyük düş gücü yaratmıştır.

O kendine devrimin ilk ateş hattında bir yer seçti ve bu yeri kendine kararsızlığa düşme fırsatı ve geri dönme hakkı tanımaksızın sonuna dek seçti. Bu, bir yenisinde başı çekmek için daha önce bir avuç çılgınla birlikte gerçekleştirilmiş olduğu bir devrimi terk eden bir adamın akıl almaz olgusudur. O zafer için değil, mücadele için, hiç sonu gelmeyen bir savaş için yaşıyordu. O ardında yaktığı köprülerin görkemli ateşini izlemek için geri dönüp bakma sevincini bile kendinden esirgiyordu: Che’nin boşa harcanacak zamanı yoktu.”[5]

Dedik ya eksiksiz bir insan(lık)dı o…

Küba’ya ayak bastığında bir sandık ilaçla, bir tüfek arasındakini seçimini tüfekten yana yapıp; silaha sarılarak, bir sandık ilaçla kurtarabileceğinden daha fazla insanı kurtarandı…

Devrimcilerin bürokrata dönüştüğü bir tabloda, devrimin zaferinden sonra devrimci kalmanın imkânının hâlâ var olduğunu kanıtlayan bir örnekti…

“Bir kez daha, kadidi çıkmış Rozinante’min kaburgalarının bacaklarıma dokunuşunu hissediyorum. Gene kalkanımı omuzlayıp yolculuğa koyuluyorum…” vurgusuyla Bolivya dağlarında bir CIA operasyonu ile katledildiği 9 Ekim 1967’ye kadar sürecek son “yolculuğu”na çıkmadan, 1965 ortalarında ailesine yazdığı veda mektubunda kendini Cervantes’in kahramanı Don Quixote’a benzetmesinin bir nedeni, kıta ölçeğinde bir devrim tasarımına beslediği, kendisini alaya alacak ölçüdeki güveniyse, öbür neden Latin Amerika kıtasında bir devrimin imkânsızlığına inançlarından ötürü, Latin Amerika ölçeğinde bir devrim tasarımını “yeldeğirmenleriyle savaş”tan farksız bulmuş “resmî” görüşlere ironik bir eleştiriydi.

“İki, üç… Daha fazla Vietnam yaratın!”- sloganıyla dile getirilen projenin “stratejik hedefi”, “en sağlam kalesi ABD tarafından uygulanan baskıyı silahlı mücadeleyle ortadan kaldırarak emperyalizmin topyekûn çökertilmesi”ydi. Bu güzergâhta Che, “kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm”in “bir dünya sistemi olduğundan ötürü dünya ölçeğindeki bir kapışma ile yenilmesi gerektiği” noktasından hareket etmekteydi.

Che, aşamalı değil, kesintisiz bir devrim süreci öngörüyordu. Geleneksel komünist partilerin (KP) “demokratik” ve “anti-emperyalist” ittifaklar dolayımıyla, “milli burjuvaziler”in desteğini alarak önce demokratik bir devrim gerçekleştirme, daha sonra sosyalizme yönelme stratejilerine karşın, Küba Devrimi’nin de verdiği dersle ulusal kurtuluştan sosyalist devrime doğru kesintisiz bir devrim öngören stratejisiyle de yerleşik sosyalist politika pratiklerinden ayrılan bir çizgi kurar.

Che’nin hattında dikkati çeken bir diğer nokta “silahlı mücadele”nin gereğine yapılan ısrarlı vurgudur. Bu vurguda önemli olan yalnızca, iktidarın ele geçirilmesi bakımından burjuva devletlerinin yıkılması için başka hiçbir “makul yol”un kalmamış olması değildir. Che için silahlı mücadelenin gereği şurada yatar:

“Giderek, küçük silahlı çeteleri bastırmak için yeterli olan modası geçmiş silahların yerini modern silahlar ve ABD askerî yardımının yerini gerçek silahlı muharipler alır, ulusal kukla orduları gerillaların usandırıcı saldırıları altında dağılma emareleri gösteren hükümetlerin göreli istikrarı bozulmaya yüz tuttuğu anda gitgide artan sayılarda düzenli birlikler yollamak zorunda kalırlar.”

Böylelikle, “doğal çevresinden dışarı sürüklenmiş olan düşman”… “bozulan morali ile üst üste yenilgilere uğratılarak”, zafere giden yol açılmış olur. Burada, silahlı mücadelenin asıl amacı, yerel iktidarı fethetmekle yetinmek değil ABD’yi gerillalarla savaşa zorlamak ve “yerel işbirlikçileri”nin gerisinde duran emperyalizmi çökertmek ve böylece tüm halklar için bir kurtuluş yolu açmaktır.[6]

“CHE” DEYİNCE

ABD’deki Kübalı karşı-devrimci sürgünlerden, “La Cabaña Kasabı” diye söz ettiği için Nelson Mandela, onu “Özgürlüğü seven her insan için ilham kaynağı,” olarak nitelemişti.

O, “Bazı insanlar onurunu taşımaktan acizdir, bazıları da zar zor taşıyabilir. Bazılarıysa tüm insanlığın onurunu taşır,” saptamasının hakkını tam olarak verebilenlerdendi.

Katlinden 30 yıl sonra Che’nin mezarını tesadüfen bulan rehber Gonzalo Gúzman’ın, “Che’yi öldürseniz de onu asla alt edemezsiniz, o hâlâ bizim kahramanımız”;[7] oğlu Camilo Guevara March’ın, “Her bahsedildiğinde o geri dönüyor.”[8] “Che adaletsizliklere karşı duyarlılıktır,”[9] biçiminde tanımladığı onun hakkında; eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Che denen eşkıya benim gencimin yakasında, göğsünde olamaz!” sözlerini ka’le almak mümkün değildir.

Çünkü kendi cenahından Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın bile, “İsmail Kahraman, Che’nin çeyreği kadar yiğit olsaydı”[10] notunu düştüğü şahsın kim olduğunu bilmeyen var mı?

İsmail Kahraman’ı bilirsiniz! Meclis Başkanı. Eski ve namlı İslâmcılardan… Milli Türk Talebe Derneği başkanlığından, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden… Soğuk Savaş’ın ABD desteğiyle kurulmuş antikomünist derneklerinden yetişmiş biri. Hâliyle zihni de Soğuk Savaş’ın o senelerinde şekillenmiş. Kimliğini dönemin Amerikan çıkarlarını İslâmcılığıyla birleştirmesine borçlu. Amerikan 6. Filosu’nu kıble belleyip namaza duranlar gibi. 16 Şubat 1969’da, Taksim’de Kanlı Pazar’da.

Amerikan emperyalizmini protesto etmek için sokaklara dökülmüş silahsız gençlere polis nezaretinde bıçak ve sopalarla saldıranlar gibi. Öylesine yerli ve milli.

Amerikan firkateynlerinin küçük miçosu. Amerikan çıkarları için kurulmuş derneklerin gediklisi. Hakiki bir devlet İslâmcısı.

Che Guevara’yı görünce kendinden geçmesi bu sebeple. Beyninin önemli bir kısmı hâlâ Soğuk Savaş’ta yaşıyor. O vakit Amerikan mahreçli broşürlerde Che Guevara hakkında okuduklarını bugün papağan gibi tekrarlaması bu sebeple. Şartlı refleks. Latin Amerikalı devrimciyi görünce zannediyor ki efendisi hâlâ tehlikede. O günler geçti geçmesine, ama ne yapsın, bir defa bütün kariyerini ve zihin yapısını o günlerde nemalandıklarına borçlu.

Ne dedi? “Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz. Olmamalı.”

O gömlekleri giyenlerin göğüslerinde bir eşkıya resmi taşımak istemedikleri belli. Che Guevara’yı eşkıya olarak görmedikleri de. Şayet göğsünde bir eşkıya resmi taşımak isteyenler olursa kimin en devletlisinden eşkıya olduğu da ortada.

Ne demişti Kanlı Pazar’dan evvel MTTB Başkanı genç İsmail Kahraman: “Komünizme zemin hazırlayanlara yeter ve dur deme zamanı gelip geçmektedir.”

Netice, Taksim Meydanı’nda antiemperyalist öğrencilere saldıran ve iki kişiyi öldürüp yüzlerce kişiyi yaralayan eşkıya güruhu. Onları koruyup kollayan polis ve İçişleri Bakanı.

İsmail Kahraman. Peki, İsmail, kimin kahramanı?

İsmail, Soğuk Savaş zamanı Amerikan emperyalizminin kahramanı. İsmail, bugün kimin kahramanı?

Yerli ve milli maskesi takan devlet İslâmcıları, petro-dolar bekçileri, Amerikan firkateyn miçoları.

Soğuk Savaş zamanı ABD bayrağının gölgesinde serpilen MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği, Rabıta yetiştirmeleri bugün “yerli ve milli” edebiyatı yapmakta.[11]

Hadi canım sende!

Benzer salvolardan birisi de, -oğlu Camilo Guevara March’ın yalanladığı- Che’nin çantasından ‘Nutuk’ çıktığı “iddia”sıdır!

Bir başkası da “Che Guevara kendisini sosyalist olarak adlandırıyordu, emperyalizme öfkeliydi, ancak mücadelesinin ve teorisinin merkezine işçi sınıfını koyan bir Marksist değildi. Devrimi, kapitalizmin çelişkilerinin bağrında duran işçi sınıfının, geniş kitlelerin değil, devrimcilerin yapacağına inanıyordu. Ona göre hayatını mücadeleye adamış, disiplinli ve kararlı devrimciler, halk adına iktidarı alıp toplumu değiştirebilirdi,”[12] türünden saçmalıktır…

Küba Devrimi’nce KP’nin, kentlerdeki genel grevin, proletaryanın gerillalar (ve Che) için ne ifade ettiğini bilmiyor musunuz?!

 YAŞAMI

14 Haziran 1928’de Arjantin’in Rosario kentinde doğdu. Tam adı, Ernesto “Che” Guevara de la Serna idi.

Çocukluğunda astımla birlikte yaşamak zorunda kalan Che Guevara, evde geçirmek zorunda kaldığı uzun zamanlarda okuduğu pek çok kitaptan José Hernandez’in Martin Fierro’sundan derinden etkilenir. Bir gazeteci olan ancak uzun yıllar köyde yaşayarak sosyalist hareketin gelişimi için mücadele eden José Hernandez’in Martin Fierro’su (Demir Martin) elinde gitarı, başında şapkası ile köy köy dolaşarak doğaçlama şiirler söyleyen bir halk kahramanıdır. Che, Sierra Maestra’nın uzun yürüyüşlerinde ve sessiz gecelerinde çocukluğunda ezberlediği bu şiirleri okur. Gençlik yılarından itibaren, tıpkı Martin Fierro gibi, Latin Amerika’yı gezerek halkın acılarına tanıklık eder.[13]

1952’de Buenos Aires Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip doktor olduktan sonra motosikletle arkadaşı Alberto ile Güney Amerika turuna çıkarlar. Gezi sırasında kıtadaki yoksulluğu gören Guevara, çözüm arayışı sırasında Marksizm-Leninizm ile tanıştı. Arjantin, Bolivya ve Guetemala’da ilk devrimci politik faaliyetlerini yürüttü.

1954’te Kübalı devrimciler Fidel ve Raúl Castro ile Meksika’da tanıştı onların diktatör Batista’ya karşı mücadelesine katılmaya karar verdi.

Lakabı, -kabaca bir çeviriyle- “Hey, Sen” ya da Küba’da çok sık kullanılan “Ahbap, Arkadaş” anlamına gelen Che’ye bu lakabını takan Nico Lopez’di.

1958 yılı, İç Savaş yılları. 24 yaşında Kübalı devrimci öğretmen Aleida March, gönüllü olarak Che’nin savaştığı dağlara gidiyor. Üzerinde teslim etmesi gereken paralar var.

Paralar Aleida’nın tüm gövdesine bantlanmış. Che’nin yanına vardığında bantları sökemeyen Aleida, ondan yardım ister. Yıllar sonra Aleida’ya yazdığı mektupta, bantları sökerken tahriş olmuş tenini görünce neler hissettiğini, nasıl bocaladığını anlatır Che. Kamptan ayrılmayan Aleida, gerillalara hemşirelik yapar.

Bir gün yol kenarında, sırtında çantasıyla oturmuş dinlenirken Che cipiyle gelir durur önünde: “Hadi atla arabaya çarpışmaya gidiyoruz.” Arabaya biner ve giderler. “Biniş o biniş” der Aleida: “Bir daha hiç inmedim o cipten.”

Birlikte savaşır mücadele ederler. 1 Ocak 1959’da diktatör Batista’nın bir uçakla Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtığı gün, Che Guevara da Aleida’ya evlenme teklifi eder. 2 Haziran 1959’da evlenirler.

Che’nin önemli komutanları arasında yer aldığı Küba Devrimi’nin 1959’da başarıya ulaşmasıyla Che Küba’da önce Merkez Bankası Başkanlığı üç yıl sonra da Sanayi Bakanlığı görevlerini üstlendi.

Hikâye şöyleydi: Devrim yapılmış, silahla yürütülen mücadelenin ekonomik atak safhasına geçme gereği doğmuştur. Devlet bakanlıklarına ve ekonomik gidişata ilişkin toplantıda Fidel kürsüden “ekonomiyi düzeltmeliyiz, kaynakları etkin kullanmalıyız” yönünde söylev verirken “Aranızda iyi bir ekonomist var mıdır?” der. Koca salonda bir tek Che’nin eli havadadır. Fidel bunun üzerinde Che’ye “Senin ekonomiden anladığını bilmiyordum,” der. Che de, “Ben senin aranızda iyi bir komünist var mı? dediğini sanmıştım,” tarihî yanıtını verir.[14]

1965’te Küba’dan ayrılarak Kongo’da gerilla savaşı yürüttü.

1966’da Bolivya halkını Amerikancı hükümete karşı ayaklandırmak için 47 yoldaşıyla Bolivya dağlarında mücadele başlattı.

“Ailem İspanya’nın hangi bölgesinden geliyor, gerçekten bilmiyorum. Elbette atalarım çok önce çıktılar oradan. Bir ayakları geride kaldı, ötekisi ileride. Ama ben onlara ait bilgileri saklayamadıysam bu durumun gereksizliğindendir. Yakın akraba olduğumuzu sanmıyorum. Ama dünyadaki herhangi bir adaletsizlik karşısında eğer sen de öfkeyle titriyorsan, yoldaşız demektir ve bu çok daha önemlidir,” diyen Ernesto Che Guevara 9 Ekim 1967’de CIA, ABD Özel Kuvvetleri ve Bolivya Ordusu’nun ortak operasyonuyla canlı yakalandıktan sonra infaz edildi!

ÖLÜM(SÜZLÜĞ)Ü

İskoç özgürlük savaşçısı William Wallace’ın, “Evet, savaşırsanız ölebilirsiniz. Kaçarsanız biraz daha yaşayabilirsiniz. Ama bundan yıllar sonra yatağınızda ölümü beklerken, o yaşadığınız günleri bu günle değiştirmeyi hayal edeceksiniz. Bu fırsatı düşleyeceksiniz ve bu günlere dönüp şunu söylemek isteyeceksiniz. Hayatlarımızı alabilirler! Ama özgürlüğümüzü asla elimizden alamazlar!” vurgusuyla, “Herkes ölür, ama herkes gerçekten yaşamaz,” diye eklediği örnekteki üzere yaşayan Komutan(ımız)ın ölüm(süzlüğ)ü ya da “Che’nin öldürülmesi bir teslimiyetin değil, mücadelenin de miladı bir bakıma. Bolivya dağlarında süren amansız bir mücadelenin sonunda, ailesinden, sevdiklerinden uzakta bir yaşamı özgürlük uğruna feda eden bir devrimcinin ölümle biten macerası bize çok şey anlatır.”[15]

Örneğin esir tutulduğu yere Bolivya askerlerinden biri girer, belli bir süre ona baktıktan sonra Che’ye, “Tanrı’ya inanır mısın?” diye sorar. Ernesto’nun ona yanıtı, “Ben insanlığa inanırım”dır…

İnsanlığa, isyanına sonuna kadar inanıp, bilinçle bağlı kalan o, son nefesinde “Fidel’e söyleyin, bu başarısızlık devrimin sonu demek değil ve devrim başka bir yerlerde zaferine ulaşacak,” demişti…

Ve de yakalandığında, katledilmeden önce yanına gelip, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyen CIA ajanının yüzüne de tükürmüştü…

Kolay mı? “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, ve silahlarımız elden ele geçecekse, ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi,” diyendi…

Ve ABD emperyalizmine kuşun sıkan elleri kesilip, parçalanan Guevara için John Berger’in, “Ölümünden sonra cesedine yaptıklarına bakarak, eline düştüğü insanların kafa yapısı hakkında bir fikir edinebiliriz,” ifadesiyle betimlenen, emperyalist, kapitalist vahşetin Patrice Lumumba ya da Nazi zindanlarındaki Julius Fuçik’i anımsatan bir başka örneğidir!

Bu konuda Julius Fuçik’in dedikleri hâlâ güncel ve Komutan(ımız) Che’yi de anlatmaktadır; dikkatle okuyun…

“Ölümden daha güçlüdür yaşam”…

“Ölüm sandığınızdan daha kolaydır ve kahramanlığın başında defne yapraklarından bir taç yoktur”…

“Zaman gelecek, bugünlere ‘mazi’ denecek. Büyük bir dönemden, tarihi yaratan bir takım adsız kahramandan söz edilecek. Adsız kahraman diye bir şey olmadığını herkes bilse ne iyi olurdu”…

“Tarihin bu dönemini yaşamış olan sizlerden tek bir isteğim var: Bu mücadeleye katılmış olanları asla unutmayın. Yalnızca iyileri değil, kötüleri de anımsayın. Hem sizin yarınlarınız, hem de kendi yarınları uğruna hayatlarından olanlarla ilgili ne varsa öğrenin. Bugün önünde sonunda dün olacak; tarih yazan adsız kahramanlarıyla büyük bir çağ olarak anılacak. Ama hepsinin de adları, yüzleri, umutları ve özlemleri vardı, o yüzden büyük acılar çektikleri için unutulmayacak olanlar kadar daha az acı çekenler de önemsenmeli. Biricik dileğim, kendinizi onların hepsine yakın hissetmeniz; onları tanıyormuşsunuz gibi, kendi ailenizdenmişler gibi, hatta kendinizmişler gibi…”

“İnsanlar sahici insan olmadıkları sürece insan olmak kahramanlık gerektirecek”…

“İyimserlik, yalanlarla değil, ancak savaşın son bulabileceği biricik yolu görebilen gerçekle beslenebilir ve beslenmelidir. Gerçeğe duyulan temel inanç, insanın içindedir”…

“Yaşamımı boşa harcamadım, sonunu da rezil edecek değilim”…

“Burada sözcüklerini tartmazlar, senin içinde olanı tartarlar. Neden yapıldığına bakarlar”…

“Onların özel sözlüğünde akıllı olmak demek ihanet etmek demektir”…

“Celladın ipi ben bitirmeden boğazımı sıkıyorsa, geride filmin mutlu sonla yazacak milyonlarca insan var”…

“Yolcu, Lakedemonyalılara yasalar gereğince öldüğümüzü söyle”…[16]

Che’nin ölüm(süzlüğ)ünün taşıdığı anlam tam da buydu, böyleydi…

Ve bir şey daha eklenmeli: “Hamburg, Almanya, 1 Nisan 1971, sabah 09.40. Derin gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın, Bolivya konsolosluğuna girer ve hizmet için sabırla beklemeye başlar.

Kabul edilmeyi beklerken ofisi süsleyen tablolara kayıtsızca bakar. Koyu renk, yünlü şık bir takım elbise giyen Bolivya konsolosu Roberto Quintanilla, ofisine girer ve günler öncesinden röportaj talep eden, Avustralyalı olduğunu iddia eden bu kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar.

Kısacık bir an için yüz yüze gelirler. İntikam, bu çekici kadının yüzünde somutlaşır. Gözlerinin içine dik dik bakar ve konuşmaksızın bir silah çeker, üç el ateş eder. Ne direnme ne karşı koyma ne de mücadele olur. Atış hedefe ulaşır. Kaçarken çantasını, bir peruk, bir Colt Cobra 38 Special marka silah ve ‘Ya zafer ya ölüm – ELN’ yazılı bir kâğıt parçasını ardında bırakır.

Kimdir bu cesur kadın, ‘Toto’ Quintanilla’yı neden öldürür?

Guevarist milisler içinde kendisine, Quechua ve Aymara dilinde, kız-kız arkadaş ya da yerli genç kız (Niña o joven indígena) anlamlarına gelen ‘İmilla’ denilen bir kadın vardır. Gerçek adı: Mónica (Monika) Ertl. Doğuştan Alman. Dünya solu tarafından en nefret edilen kişi Roberto Quintanilla Pereira’yı öldürmek amacı ile kaybın (Che’nin) yaşandığı Bolivya’dan yedi bin millik bir yolculuk yapmıştı.”[17]

Ve  (yoldaşlarıyla) Che’nin kanı yerde kalmamıştı!

“SON” (MU?)

9 Ekim 1967’de Che Guevara’nın kaybı ardından 18 Ekim 1967 tarihli konuşmasında Fidel Castro’nun dedikleri asla unutulmamalıdır:

“Che’ye ilk kez 1955 Temmuz ya da Ağustosunda rastladım. Bir gece içinde, gelecekteki Granma yolcularına katılmaya karar verdiğini yazmıştır, oysa ki o anda yolculuk için ne gemi, ne silah, ne de insan vardı. İşte bu koşullar altında Raúl ile birlikte, Che, Granma listesinde yer alan ilk iki kişiden biri oldu,’ vurgusuyla ekler:

O günden beri on iki yıl geçti. Mücadele dolu ve tarihi bakımdan anlamlı günler bunlar. Bu zaman içinde, ölüm, pek çok mert ve değerli insanı aramızdan aldı. Fakat aynı zamanda, devrim yıllarında, olağanüstü insanlar ortaya çıktı. Bu kişiler devrimciler arasında çelikleşmişti. Bunlarla halk arasında anlatamayacağım derecede güçlü sevgi ve arkadaşlık bağları kuruldu… 

Che, sadeliğiyle, karakteriyle, doğallığıyla, arkadaşça tutumuyla, kişiliğiyle, kendine özgü nitelikleriyle, daha başka özellikleri ve eşi emsali bulunmaz erdemleri öğrenilmeden önce bile, hemen sevgi uyandıran kişilerdendi. 

İlk günlerde, birliğimiz doktoruydu. Daha sonraları arkadaşlık bağları ve onun için beslenen sıcak duygular daha da güçlendi. Emperyalizme karşı nefret ve kinle doluydu. Bunun nedeni yalnızca politik eğitiminin daha o zamanlarda oldukça gelişmiş olması değildi. Ayrıca, kısa bir zaman önce, Guatemala’da kiralık askerlerle devrimi bastıran katil emperyalizmin işgaline tanık olmuştu. 

Che gibi biri için, fazla araştırıp soruşturmaya, kanıt aramaya gerek yoktu. Bu duruma karşı silah elde savaşmaya hazır insanların var olduğunu bilmek ona yetiyordu. Bu insanların içten gelen devrimci ve yurtsever ideallerden esinlendiklerini bilmek onun için yeterliydi. Fazlasıyla yeterliydi… 

Che, eşi bulunmaz bir asker, eşi bulunmaz bir liderdi. Che, askeri görüş açısından, olağanüstü yetenekli, olağanüstü cesaretli, olağanüstü mücadeleci bir insandı. Gerilla olarak, bir tek Achille topuğu vardı, son derece mücadeleci karakterliydi ve tehlikeyi küçümserdi… 

Che’de bir araya gelen tüm erdemlere sahip bir insan bulmak kolay değildir. Bir kişinin, kendiliğinden onunkine benzer bir karakter geliştirmesi kolay değildir. Ona yetişmek zor, onu aşmaksa çok zordur. Ama onun gibi insanların oluşturduğu örneğin, o çapta kişilerin ortaya çıkmasında katkıda bulunacağını söylemek isterim. 

Che’de hayran olduğumuz yalnızca savaşçı kişi, büyük olayları gerçekleştirmeye yeterli insan değildir. Yaptıkları, yapmakta oldukları, bir avuç kişiyle, yankee emperyalizmince gönderilen, yankee danışmanlarının eğittiği, tüm komşu oligarşilerce desteklenen yönetici sınıflara ait orduya karşı savaş açması, bütün bunlar, başlı başına olağanüstü olaylardır. 

Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, bu kadar az adamla bu derece önemli görevlere atılan, bu kadar az adamla bu denli büyük güçlere karşı çarpışan bir başka lider bulamayız. Kendine böylesine güvenin, halka böylesine güvenin, insanın mücadele yeteneğine böylesine güvenin bir eşi tarih sayfalarında aranabilir -ama, asla bulunamaz.

Ve o öldü. 

Düşman böylelikle onun düşüncelerinin, gerilla kavramının, silahlı devrimci savaş görüşünün yenildiğine inanıyor. Şansları rast gitti de fiziksel varlığına son verebildiler yalnızca. Yalnızca, düşmanın savaşta her zaman kazanabileceği geçici bir avantaj elde edebildiler…

Devrimciler bu ağır kayba nasıl dayansınlar? Onun yokluğuna nasıl dayansınlar? Che bu konuda görüşünü açıklayacak olsaydı, ne derdi acaba? O, görüşünü daha önce belirtti, Latin-Amerika Dayanışma Konferansına gönderdiği mesajda, ‘ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi’ diye yazarken bu görüşü açıkça ortaya koydu. 

Onun savaş sloganı bir değil, milyonlarca kulağa ulaşacak. Silahları almak için bir değil, milyonlarca el uzanacak. Yeni liderler doğacak. Kulakları savaş sloganını duyan ve elleri silahlara uzanan halkın safları arasından çıkan önderlere ihtiyaç duyacak; yine, tüm devrimlerdeki gibi, önderler ortaya çıkacak. 

Che gibi olağanüstü deneyimli ve muazzam yetenekli bir öndere hemen ulaşamayacak bu eller. Liderler uzun mücadele süreçleri içinde oluşacak. Bu önderler, savaş sloganını kulağı duyan milyonlar arasından, elleri er geç silahlara uzanacak olan milyonlar arasından çıkacak. 

Onun ölümünün, zorunlu olarak, devrimci mücadele pratiği alanında derhâl yankı uyandıracağını, bu mücadelenin gelişiminin pratiği alanında derhâl etkili olacağını düşünmüyoruz. Che, yeniden silaha sarıldığında, derhâl zafere ulaşmayı beklemiyordu, oligarşi ve emperyalizmin güçleri karşısında hızla zafere koşacağını sanmıyordu. Deneyimli bir lider olarak, beş, on, on beş hatta yirmi yıllık bir savaşa hazırlanmıştı. Beş, on, on beş ya da yirmi yıllık bir savaşa, gerekirse ömrü boyunca savaşmaya hazırdı! Bu bakış açısından, ölümü -daha doğrusu örneği- muazzam bir etki yaratacaktır. Bu örneğin gücü yenilmez olacaktır.” 

Evet “Seamos realistas y hagamos lo imposible!” demişti Che; yani “Gerçekçi olalım ve imkânsız olanı yapalım!”

68’lilerin ağzında “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”ye dönüştü o slogan.

“İmkânsızı istemek” hep genç olmakla, hep genç kalmakla mümkündü ve sadece gerçekçi olmak yaşlılara, reel-politikerlere mahsustu.

Che de, yoldaşları da hiç yaşlanmadı, reel-politikerliğe prim vermedi!

Kolay mı?

Onun “sağ kolu” olarak anılan, “Kongo ile Bolivya seferlerinde de ön safta”ki[18] Harry Villegas’ın (Pombo), “Hepimiz o rüyaya inanmıştık”[19] vurgusuyla ve José Martí’nin, “Aynı yalınlıkla ölmek isterim…/ Kırda bir çiçek gibi,/ sakin ve gösterişsiz,” dizeleriyle tamamlıyoruz diyeceklerimizi…

28 Temmuz 1960’ta ‘Latin Amerika Gençliği Birinci Kongresi’ndeki konuşmasında, “… ‘Ilımlılık’ da sömürgecilik ajanlarının kullanmayı sevdiği kelimelerden biridir. Korkanlar ya da herhangi bir biçimde ihanet etmeyi düşünenler hep ılımlıdır. Halk ise, kesinlikle, hiçbir zaman ılımlı değildir,”[20] haykırışında cisimlenen hakikâtiyle Comandante Ernesto Che Guevara’yı unutmak, ihanettir.

Ondan öğrenmemek kapitalist esareti kabullenmektir.

O hâlde “Hasta Siempre, Comandante…” o

13 Eylül 2020, Çeşme Köyü. Sibel Özbudun, Temel Demirer.


[1]    Che Guevara.

[2]    Jon Lee Anderson, Che Guevara: Devrimci Bir Hayat, çev: Yavuz Alagon, İthaki Yay., 2007.

[3]    Meriç Şenyüz, “Sonsuza Kadar Commandante”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2017, s. 12.

[4]    Ernesto Che Guevara, Gerilla Savaşı, çev: Süleyman Doğru, Everest Yay., 2008.

[5]    Eduardo Galeano, “O Zafer İçin Değil, Mücadele İçin Yaşıyordu”, Birgün, 10 Ekim 2012, s. 7.

[6]    Ertuğrul Kürkçü, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay., 1988… http://www.bianet.org/2005/10/07/68249.htm

[7]    Meriç Şenyüz, “Sonsuza Kadar Commandante”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2017, s. 12.

[8]    Bedri Baykam, “Che’nin Oğlu Babasını Anlattı: Her Bahsedildiğinde O Geri Dönüyor”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2018, s. 7.

[9]    M. Ali Çelebi, “Che Adaletsizliklere Karşı Duyarlılıktır”, Demokrasi, 1 Kasım 2016, s. 5.

[10]  Ahmet Hakan, “İsmail Kahraman, Che’nin Çeyreği Kadar Yiğit Olsaydı”, Hürriyet, 31 Ağustos 2016, s. 4.

[11]  Özgür Mumcu, “Ahmak Değiliz”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2016, s. 3.

[12]  http://www.Marksist.org/…030-Che-Guevarayı-anıyoruz

[13]  Önder İşleyen, “Herkes Düşlerinin Büyüklüğü Kadar Özgürdür”, Birgün Pazar, No: 336, 18 Ağustos 2013, s. 18.

[14]  Jean Cormier, Che Guevara – Ölüm Nereden Nasıl Gelirse Gelsin, çev: Gülseren Devrim, Can Yay., 1997.

[15]  Uğur Biryol, “Herkesin Bir Che’si Var…”, Cumhuriyet Kitap, No: 1396, 17 Kasım 2016, s. 3.

[16]  Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s. 96-52-73-71-124-95-29-57-22-14-70.

[17]  Nina Ramon, “Che’nin İntikamını Alan Kadın: Monika Ertl”, Gündem, 11 Nisan 2013, s. 14.

[18]  Bedri Baykam, “Bolivya’da İhanet ve Yol Ayrımları”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2018, s. 8.

[19]  Bedri Baykam, “Diktatörün Kaçtığı Günler”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2018, s. 7.

[20]  Che Guevara, Politik Yazılar, çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 1991.

Irkçılık/faşizm suçu

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine!”[1]

Irkçılık, faşizm tartışmaya açık değildir; kapitalizmden mülhem, insan(lık)a karşı işlenmiş ve hâlâ işlenmekte olan bir suçtur. Dört yanımız ırkçılık, faşizm suçuyla kuşatılmışken; eski Zimbabwe Başkanı Robert Mugabe’nin şu uyarıları “es” geçilmemeli:

“Beyaz arabalar hâlâ siyah lastikler kullandıkları sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.

İnsanlar kötü şansı sembolize etmek için siyahı ve barışı sembolize etmek için beyazı kullandıkları sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.

İnsanlar hâlâ düğünlere beyaz kıyafetler ve cenazelere siyah kıyafetlerle gittikleri sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.

Irkçılık faturalarını ödemeyenlerin kara listeye alındığı, ancak beyaz liste diye bir şeyin olmadığı sürece asla bitmeyecektir.

Bilardo oynarken bile, siyah topu götürene kadar kazanamadığınız ve mutlaka beyaz topun masada kalması gerektiği sürece de!”

Hem de hepimiz Afrika’dan geliyorken; hepimiz Afrikalı ve Adobewale’nin torunlarıyken; ne yazıktır ki Catherine Clément’ın deyişiyle, “Görmek hiçbir gayret gerektirmez. Ama tatmak, koklamak başka bir uğraştır. Irkçılık kokularda mekân tutar.”[2]

IRKÇILIK VE FAŞİZMİN BUGÜNÜ

Farklılıkları zenginlik olarak görmek yerine, varlığı için bir tehdit saymak; içinde bulunduğu tüm olumsuzlukların sebebinin, “öteki” olarak nitelendirdiği insanlar olduğunu zannetmek; var oluşunu nefretle ön plana çıkarmak ve insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, etnik, kültürel özelliklerine indirgeyerek, ötekileştirdiğinden “üstün olduğu”nu öne sürmektir ırkçılık…

“Kibir”, ırkçılığın ontolojik kökenlerindendir; ama ırkçılığın bir diğer temeli dinciliktir[3] ve de onu var eden sisteme mündemiçtir.

Malcolm X’in, “Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalık hâlidir,” tanımından hareketle ırkçılığı psikolojik bir hastalık, ırkçıları birer ruh hastası olarak nitelendirmek, ırkçılığı hafife almak, hatta “aklamak” olur. Hayır, ırkçılık bir hastalık değil, tehlikeli, dogmatik bir ideolojidir.

Muhtelif örneklerine yakın siyasi tarihte de şahit olduğumuz üzere, bir devlet ideolojisine de dönüşebilen kapitalizmin ürünüdür; tıpkı faşizm gibi…

Irkçılık hastalık olarak nitelendirildiğinde esas neden görünmez olur. Nedir o görünmeyecek olan? Irkçılığın bizzat sistem eliyle/bilinciyle inşa edilebilen bir fikriyat olduğudur; hem de her gün milliyetçilik potasında yeniden üretilebilen cinsten…

Evet, “Hatırlamamız gereken ilk şey; ırkçılığın bireylerin yaşadığı bir tür ‘zihinsel tuhaflık’ ya da bir ‘psikolojik bozukluk’ olmadığını anlamaktır. Irkçılık, bir ırkın diğeri üzerine uyguladığı sistematik baskıdır,” James Boggs ile Grace Lee Boggs’un altını ısrarla çizdiği üzere!

Albert Einstein’ın, “Milliyetçilik çocuksu bir hastalık. İnsanlığın kızamığı”; Samuel Johnson’un, “Milliyetçilik, bayım, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır”; William Inge’nin, “Millet, ataları hakkındaki sanrıyla ve komşularına karşı ortak nefretle birleşmiş toplumdur,” diye tanımladıkları güncel soru(n), ırkçılığın döl yatağı milliyetçilik, hâlâ gündem maddesidir.

İngiliz yazar Charles Kingsley’i, XIX. yüzyılda İrlandalıları tarif ederken, “Beyaz şempanzeler görmek kaygılandırıcı, kara olsalar hadi neyse anladık insanın içi yanmaz öyle olsa ama derileri bir de aynı bizimki kadar beyaz,” deyişindeki zihniyetin; XXI. yüzyılda da gündemde olduğu varitken; Erwin Schrödinger’in, “Her ne kadar oldukça güçlü egoistler olsak da, birçoğumuz, milliyetçiliğin daha çok vazgeçmek zorunda olduğumuz bir ahlâksızlık olduğunu görmeye başladı”; Carl Sagan’ın, “Ne ırkçılık, ne de din eskisi gibi işlememeye başladı. Dünya’yı tek bir organizma olarak gören yeni bir bilinç gelişti,” tespitleri karşılıksız “iyimserlik”ten başka bir anlam taşımamaktadır.

Bu durumda gerici, totaliter ve/veya faşist bir sağ dalganın dünyanın her yerinde yükselişte olduğunu kim inkâr edebilir ki?

Söz konusu realite, yerkürenin yarısına hâkim olmuş durumda. En bilinen örnekler şunlar: Trump (ABD), Modi (Hindistan), Orbán (Macaristan), Erdoğan (Türkiye), IŞİD (İslâm Devleti), Salvini (İtalya), Duterte (Filipinler) ve Bolsonaro (Brezilya).

Ama bir sürü başka ülkede de, henüz bu kadar açık tanımlanamasalar da, bu trende yakın hükümetler var: Rusya (Putin), İsrail (Netanyahu), Japonya, Avusturya, Polonya, Burma, Kolombiya vs…

Bunları “popülizm” olarak nitelemek, faşist özelliklerini gölgelemekten başka bir işe yaramıyor!

Bu dalganın “düşman” -yani günah keçisi- olarak tanımladıkları ise, Müslümanlar ve/veya göçmenler; bazı Müslüman ülkelerde, dinî azınlıklar (Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzîdîler).

Bazı örneklerde yabancı düşmanı milliyetçilik ve ırkçılık ağırlıkta, diğerlerinde ise kökten dincilik ya da sol, kadın ve eşcinsel nefreti.

Görüldüğü gibi çeşitlilik söz konusu, ama hepsi değilse bile çoğunluğun paylaştığı bazı ortak özellikler de var: Otoriterlik, köktenci milliyetçilik- “Deutschland Über Alles/ Her şeyin Üstünde Almanya” ve onun yerel varyantları: “America First/ Önce Amerika”, “O Brasil Acima de Tudo/ Her Şeyden Önce Brezilya” vb…

Ayrıca dinî veya etnik (ırkçı) hoşgörüsüzlük, toplumsal sorunlara ve suça karşı tek yanıt olarak polis/ordu şiddeti…[4]

Bu tabloda kapitalizmin, kriz dönemlerinde faşizm, darbeler ve totaliter rejimleri sürekli ürettiği akıldan çıkartılmamalı.

Yani ırkçı, faşist eğilimlerin kökenleri sistemde yatıyor; buna alternatif de radikal, yani köklü, sistem karşıtı olmalıdır.

Çok önceleri, 1938’de Max Horkheimer, “Kapitalizm hakkında konuşmak istemiyorsanız, faşizm hakkında söyleyebilecek bir şeyiniz kalmaz,” diye hatırlatmamış mıydı?

O hâlde bugündeki hâli Enzo Traverso’nun, “Yeni sağ melez bir oluşum; faşizme dönebileceği gibi yeni bir muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi biçimine de evrilebilir,”[5] türünden “hayırhah” bir lafazanlıkla ele almak kabili mümkün değildir. Nihayetinde “muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi” ile faşizm arasındaki sınırların son derece muğlak ve kaygan olduğunu XX. yüzyıl faşizmlerinin tarihi bize göstermedi mi?

Bugün(ler)de faşizm(ler) de kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasındaki üzere eşitsiz gelişip, düz bir çizgi izlemiyor. Somuttaki biçimler incelendiğinde görüldüğü üzere, temel niteliği tekelci sermayenin gereksinimleri doğrultusunda biçimlenmesidir. Yani ırkçılık ve faşizm süreçleri kapitalist gereksinimin ürünüdür.

Mesela “Amerika Cumhurbaşkanı Theodor Roosevelt bir faşist olan Mussolini’yi ‘hayranlık uyandıran İtalyan beyefendisi’ şeklinde tanımlamıştı. Faşistler işçi hareketini, sosyal demokrasiyi ve komünist solu ezmekte başarılı oldu. Ve bu da Batılı düşüncenin hayli lehine bir durumdu. Batılı iş çevreleri ve ABD Dışişleri Bakanlığı 1937’de Hitler’i ılımlı olarak tanımlıyordu!”[6]

Ve yine örneğin, “Geçmişte, Almanya’da Hitler, iktidara gelebilmek için tekelci sermaye ile anlaşmış, desteğini almıştı. Bugün AfD (“Almanya için Seçenek” isimli faşist parti) benzer bir taktik izlemeye çalışıyor.”[7]

Nicos Poulantzas’ın, burjuvazinin saldırıya, işçi sınıfının savunmaya geçtiği durumlar olarak tanımladığı faşizm (ve ırkçılık), bugün(ler)de kitlelerin desteğini ırkçı, milliyetçi, seçkin düşmanı sloganlarla kültürel düzeye kilitleyip, düzen partilerinin liberal demokrasi söylemlerini aşamayı dener ve sınıflar mücadelesinin seyrine göre biçimlenirken; ideolojik harç olarak kullanılan öğeler de çeşitlilik gösteriyor.[8]

Milliyetçiliğin, ırkçılığın yanında etnik, dinî vb. farkların kaşınması, bu konuda toplumun kutuplaştırılması, faşizmin en yaygın biçimde karşılaşılan özelliklerindendir.

Mesela Macaristan’da 2010’da göreve gelen Viktor Orbán, ülkeyi otoriter bir yöne çekiyor. ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’ Orbán’ın hukukun üstünlüğünü ve temel insan haklarını çiğnemekle kalmadığını, ayrıca göçmen, Müslüman ve yabancı karşıtı politikalarla sivil toplumu hedef aldığını söylüyor;[9] bu arada Orbán’ın partisi FIDESZ seçim sistemini kendine göre değiştirdi. Medyaya ciddi bir sansür getirdi. Yaratılan yeni burjuvazi medya kuruluşlarını satın aldı. Başsavcılıktaki görevlerin hepsini parti üyelerine verdi. Haksız kazançlar off shore hesaplarına aktarıldı. Partinin eski finansörü Soros, şimdi yeni “düşman”![10]

Orbán’ın hikâyesi oldukça öğretici; bir de şunu ekleyelim: “İki milyonu gammazcı, seksen milyonu gammazlanan bir ülke olmuş vatanım. Yurdum suçlularla dolu. Baba oğluna gerçeği söyleyemez, tevkif ederler yoksa. Doktorlar ölüm nedenini gizlemek zorundadır raporlarında, tevkif edilirler yoksa.

Okuldaki öğretmen bile tarihi değiştirmek zorundadır.

Büyük ‘önder’i gerçeğe uygun anlatmazlar, tevkif edilirler.

Ya biz ozanlar? Kodesi boylamamak için zararsız mısra ararız. Nereye baksam, yurttaşlarımın ezildiğini, yok edilmek istendiğini görüyorum. Ne yapmak istiyor bu zorbalar?” diyen Bertolt Brecht’in uyardığı üzere:

“Faşizmi doğuran kapitalizme karşı tek sözcük bile söylemek istemeyen kişi, karşı olduğu faşizmin hakikâti üzerine nasıl konuşabilir? Bu konudaki hakikâti dile getirmek nasıl yararlı bir sonuç doğurabilir? Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme karşı çıkan kişiler, danadan kendilerine düşen payı büyük bir iştahla tıkman, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan insanları andırıyorlar.”[11]

Çünkü Georgi Dimitrov’un anlattığı gibidir her şey, hâlâ:

“Faşizm sermayenin emekçi halk kitlelerine yöneltebileceği en azgın saldırıdır;

Faşizm dizginlenmemiş bir şovenizm ve yağma savaşıdır.

Faşizm kudurmuş bir gericilik ve bir karşı devrim hareketidir;

Faşizm işçi sınıfının ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanıdır.”[12]

İşaret ettiklerimiz çerçevesinde toparlarsak: Eric J. Hobsbawm’ın, “Büyük çöküş olmasaydı faşizm dünya tarihinde bu kadar önemli hâle gelir miydi? Muhtemelen, hayır. (…) Hitler’i siyasetin kıyısında kalmış bir fenomenden ülkenin önce potansiyel sonra fiili efendisi hâline getiren, açıktır ki, Büyük Çöküş idi,”[13] notunu düştüğü faşizm, milleti ya da ırkı homojen, organik bir birlik olarak kültürel açıdan yüceltip diğer tüm kavramlardan üstün tutan aşırı sağ bir ideolojidir. Faşizm kavramı, genel anlamıyla baskıcı, otoriter, ırkçı ve antidemokratik özelliklerden hepsini ya da bazılarını taşıyan yönetimleri, sistemleri tanımlamak için kullanılır.

Kuşkusuzdur ki faşizmin ve her ırkçı, faşist gelişmenin bir amacı vardır. En genel anlamda bu amaç iktidar-devlet ve sermaye tekelinin tahkimatıyla sömürü sisteminin devamlılığının sağlanmasıdır.

Baskı, şiddet, savaş, işgal, soykırımlar vb. tüm ırkçı, faşizan uygulamalar amacın geliştirilmesinde birer araç konumundadırlar. Sömürü sistemi amaçlarını gerçekleştirmede zorlanma ve tıkanma yaşadığında faşizm dediğimiz yöntemler bütünlüğüne başvurur. Bu çerçevede ırkçılık ve faşizmi sadece baskı, şiddet vb. uygulamalar şeklinde ele almak yanlış ve yetersiz bir yaklaşım olmaktadır.

Umea Üniversitesi tarih doçenti Lena Berggren’ın, ‘Sahi Nedir Faşizm?’ başlıklı yapıtına göre, faşizm her zaman olumsuzlanmaz, arzu kitlesi yaratır ve son derece rasyonalize etmeye yatkındır. Bu süreç, zamana yayılan iknalar sürecidir.

Berggren, faşizmi 4 temel unsur üzerine kurar:

Birincisi, “yeniden doğuş” miti! Bu mit elbette ultra milliyetçi hezeyanlar üzerinden inşa oluyor.

İkinci unsur için Lena, “Faşistler 1800’lü, 1700’lü ya da 1600’lü yıllara geri dönmek istemez; faşizm liberal ve çağdaş olana bir reaksiyon olarak yine bunların üzerine inşa edilir ancak gelişmeler doğru yöne çekilecektir,” der.

Üçüncü unsuru: “Yeni bir toplum yapısı”dır. Bu temaların ilki, “milli birlik” denen şeydir… Kişinin mikro faşizm ölçeğine alınma aşamasıdır. Her şey kontrol edilir. Toplum karşıtı ne varsa yaşamsallaşır. 1984 romanında ana karakterin dediği gibi, “Bana itaat etmen yetmez, beni seveceksin, düşüncene koyacaksın!”

Dördüncü unsuru: “Yeni bir insan yaratmaktır”

Faşizmin diğer tipik özelliği, “Yasal ve parlamenter yoldan gerçekleşir. Önemli olan toplumun temelden değiştirilmesidir. Faşizme göre eski yapılar devrilince yeni bir düzen yaratılacaktır. Faşizm savaş ve şiddetin yeni insanı şekillendirdiğine inanır. Savaşın zorluklarına meydan okumak yeni faşist insanı yaratır,”[14] olmaktır…

Evet, “Dinci ve ırkçı paranoya, gerçekten kopmuş ideolojik sistemler üretiyor”ken; “Yeni Ortaçağlar”, “Yeni Karanlık Çağlar”, “Yeni Feodalizm” biçiminde adlandırılan tarihin sıkıştı(rıldı)ğı bir kesitten geçtiğimiz, doğrudur!

Bu durumda tarihi üretenin kötü yanı olduğu bir kez daha anımsanmalıdır!

TARİHİ ÜRETEN KÖTÜ(LÜK) YANI: IRKÇILIK

“… ‘Aşırı milliyetçilik’ diye bir şey yoktur, ‘Avrupa milliyetçiliği’ vardır. Avrupa’da bugün yükselen ise milliyetçilik değil, sağ popülizmdir,”[15] türünden (“anti-emperyalizm” taklidi) “ulusal solcu” zırvaya prim vermeden; her milliyetçiliğin ırkçılığa, faşizme kapı açtığının altını bir kez daha çizelim.

Yerkürede olduğu gibi, bizde de, Avrupa Birliği’nde (AB) de böyle bu…

Örnek mi? Merkez sağ ve merkez sol grubun gerileyip, aşırı sağın yükseldiği Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine göz atmak yeterlidir. İtalya’da Matteo Salvini’nin liderliğindeki Lig, Fransa’dan Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcı partilerin üye olduğu ‘Avrupa Uluslar ve Özgürlük Grubu’ (ENF) sandalye sayısındaki artış dikkat çekicidir.

Mesela “Franco hayaleti dönüyor”[16] uyarısı dillendirilen İspanya’daki sol partilerin, Endülüs özerk yönetiminde 36 yıllık sosyalist iktidarı yıkan sağ partilerin yükselişine ve yerel seçimlerde ilk kez parlamentoya giren aşırı sağ görüşlü Vox partisine karşı “aşırı sağı durdurun” çağrısı yapması[17] gibi…

Khaled Diab’ın, “Almanya’da gazetecilik yapan bir arkadaşım, ‘Burada yalnızca ırkçılığa değil, sağcı aşırılığa dair de müthiş bir körlük var’ diyor. ‘Almanya’da aşırı sağ uzun süredir problem. Bence Almanlar bundan rahatsız olmuyorlar, en azından İslâmcılardan rahatsız oldukları kadar değil – bu batı yarımkürenin her yerinde böyle,’ diyor.

Örneğin bir grup eğitimli askerin ‘X Günü’ adını verdikleri bir tarihte, Almanya’daki solcu ve Yeşil Partili siyasetçilere yönelik suikast planı yaptıkları ortaya çıktı. Bu teröristler cihatçı değil, Alman ordusunun eğitimli komandolarıydı. 1100 kişilik elit ‘Kommando Spezialkräfte’ (KSK) biriminden 200 asker, Yeşil Parti lideri Claudia Roth, Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’u öldürme planı yapmışlardı,”[18] diye resmettiği Almanya’da “Kamuoyu araştırmaları Alman seçmenlerin üçte birinin popülist (ırkçı) düşüncelere sahip olduğunu gösteriyor. Geriye kalan üçte iki için de ‘bunlar demokrat’ demek doğru değil. Temel sorun, AfD gibi nefret söylemini tüketen partiler için kullanılan ‘ideolojik oy’ oranlarının artıyor olması… Protestocu seçmenin oylarını toplayan konjonktürel bir siyasi oluşum aşamasını tamamlayarak, argümanlarıyla merkez siyasete yerleşen ideoloji partisi hâline dönüşüyor.”[19]

‘Bild’in haberine göre, AfD’nin 35 bin kayıtlı üyesinin 2 bin 100’ü profesyonel asker. Federal Meclis’te ve eyalet meclislerinde yer alan milletvekilleri arasında çok sayıda ‘ihtiyat’ subayının bulunduğu da biliniyor.[20]

Ve İngiltere’de İçişleri Bakanlığı’nın 2017-2018 raporunda “Irk” eksenli nefret suçları toplamın yüzde 71’i; Bunun içinde ten renginden milliyete, etnik kökene kadar her şey artı mülteci veya göçmenlikle ilgili durumların tamamı yer alıyor…[21]

Ve yine İngiltere’de beyazlarla, aynı işi yapan siyahlar, Asyalılar ve etnik azınlıklar arasında ciddi gelir adaletsizliği söz konusu.

Araştırmaya göre beyazlar, kendileriyle aynı işleri yapan diğer çalışanlardan yıllık olarak toplam 3 milyar 200 milyon sterlin daha fazla kazanıyor. İngiltere’de siyah, Hintli, Pakistanlı, Bangladeşli ve diğer etnik gruplardan 1.9 milyon çalışan bulunuyor.

‘Resolution Foundation’un farklı iş dallarındaki araştırmasına göre, aynı işi yapan üniversite mezunu bir siyah ile beyaz arasında saatlik ücret farkı 3.90 sterline kadar çıkabiliyor. Bu maaşlarda yüzde 17’lik bir fark olduğu anlamına geliyor. Pakistan ve Bangladeşli üniversite mezunlarına yüzde 12, yani saatte 2.67 sterlin daha az ödeme yapılıyor.

Ayrıca Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan’ın kentteki kamu çalışanlarının maaşları üzerinde yaptırdığı inceleme de siyah, Asyalı ve etnik azınlık gruplarından çalışanların maaşlarının ortalamanın yüzde 37 altında olduğunu, özellikle polis maaşlarında ciddi farklar bulunduğunu ortaya koymuştu.[22]

Ya ABD?!

Resmiyette “kölelik” müessesesinin 1862’de kaldırılmış olmasına karşın (Abraham Lincoln, Amerikan İç Savaşı, Özgürlük Bildirgesi), “Beyaz Adam” daha en az 100 yıl kadar “Siyahlar Giremez” tabelalarını canının istediği yere asmayı sürdürdü; bugün de George Floyd’un nefesini kestiği üzere…

Elbette bunun nedeni sistematik ırkçılığı besleyen kapitalist sistemdir. Hatırlanacak olursa XVII. yüzyılın başından itibaren köle tacirlerinin Afrika’da insanları avlayıp gemilerin sintinesinde Amerika’ya taşıdığı kesitte ihya oldu kapitalizm!

Ekonomisi köle emeğine dayalı Güney eyaletleriyle “sanayi devrimi”nin etkilerini yaşayan Kuzey eyaletleri arasında 1861’de başlayan iç savaş 1865’te Kuzey’in zaferiyle sona erdi.

Ancak savaştan sonra siyahîlerin özgürleşeceğini sananlar yanıldı. Kölecilik bitmişti güya! Ama iktidar siyahîlerin eşit haklara sahip yurttaşlığını kabul etmemek için direniyordu. Savaştan hemen sonra düzenlenen yazılı ve yazısız “ayrımcılık yasaları”nda (segregation) çok acayip maddeler vardı:

• Siyahlar işçi olarak çalışabilmek ve bir evde barınabilmek için yıllık kontrat yapmak zorundadır. Bir işverenle kontratı olmayan siyahîlerin başka bir işe başvuru hakkı da yoktur. Bir siyah eğer yılın ilk günü (1 Ocak) resmî kontrat çerçevesinde bir evde barınmıyorsa, herhangi bir eve kiracı ya da ev sahibi olarak giremez!

• Siyahlar işverenin izni olmadan yerleşim biriminin (kasaba, şehir vs.) dışına çıkamaz!

• Siyahlar işverenin veya belediyenin izni olmadan satış yapamaz!

• Siyahlar, yaşı ne olursa olsun beyazlara daima “Beyefendi”, “Hanımefendi”, “Genç efendi” ya da “Patron” şeklinde hitap etmek zorundadır. Beyazlar kendilerine hitap ettiğinde “Buyurun efendim” biçiminde yanıtlamak suçtu.

Kölelik zamanında olduğu gibi, güya özgür oldukları günlerde de siyahîler toplumun dibine itildi. Beyazlara yemek yapabiliyorlardı ama aynı masada oturmaları yasaktı.

Aynı otobüse binebilirlerdi ama hep arkada oturmak zorundaydılar.

Aynı mahallede yaşayamaz, aynı okul ve kiliseye gidemezlerdi.

Siyahîler en temel haklarına çok çabayla, çok acıyla, çok can kaybıyla ancak, 1960’larda ulaşabildiler.

Ve tüm bu tarihsel gerçeklere rağmen, üniversitede “zencilerin zekâ testleri” başlıklı çalışma yayımlanabiliyordu.

Bir de George Floyd’lar hep oldu!

Trump’lı ABD’nin, “Apartheid”ın Güney Afrika’sından pek farklı olduğunu söylemek mümkün değil…

“Irkçılık rejimine karşı kan pahasına mücadelelerle yeniden inşa edilen Güney Afrika Cumhuriyeti, yozlaşma ve çürüme süreçlerine battıkça ırkçılık da yeniden hortluyor”ken;[23] Ceyda Karan ekliyor:

“Güney Afrika Cumhuriyeti, kapitalizmin insanları özgürce emeklerini pazarlayabilecekleri işçilere bile dönüştüremeyip, ‘ötekinin’ lehine ‘renge boyadığı’ diyar… Kıtanın güney ucunda, beyaz Afrikaner azınlığın ırkçı apartheid rejiminin sonu, ancak XX. asır bitmekteyken, 1994’te gelebilmişti. ‘Gelişmekte olan’ BRICS ülkeleri arasında imrenilen Güney Afrika’nın hâli, pek çok meseleyi sorgulamak için fırsat. Şu günlerde uluslararası gündeme mal olan ‘toprak mülkiyeti’ tartışmaları, kör göze parmak misali…

Durum şu: Sömürge döneminden kalma 1913 yasası, siyahların yaşadıkları kent varoşları ve kırsal özel rezerv alanları dışında mülk sahibi olmasını yasaklıyordu. 1994’te apartheid bitince ‘gönüllü satıcı-gönüllü alıcı’ formülü ile çözüme çalışıldı, işe yaramadı. 24 senede beyaz çiftliklerin yüzde 10’dan azı siyahlara geçti. Zira beyazlar geniş topraklarını satmaya razı gelmezken, siyahların alacak parası yoktu.

Düşünün, 54 milyonluk ülkede toprakların sadece yüzde 10’u devletin elinde! Yüzde 90’ın yüzde 39’u özel şahısların, yüzde 31’i tröstlerin, yüzde 25’i şirketlerin, yüzde 4’ü kabilelerin, yüzde 1’i ise ortak mülkiyetin. Tarım alanları ve çiftliklerin yüzde 72’si, yüzde 7’lik beyaz Afrikanerlerin kontrolünde. Sadece yüzde 15’i renkli vatandaşların, yüzde 5’i Hint azınlığın, yüzde 5’i de Afrikalıların.

Güney Afrika yoksulluk ve eşitsizliğin tavan yaptığı ülke. Kamu hizmetleri zayıf, işsizlik yüzde 30’a yakın, gençlikte yüzde 68! Ülke adeta vasıfsız emek cenneti. Okuma-yazma oranı düşük. Yoksulluğun getirdiği suç oranları yüksek. HIV virüsüyle yaşayanlar cabası.”[24]

IRKÇIĞIN KAPİTALİZMLE BAĞI

Irkçılığın kapitalizmle ilişkisi, kapitalizmin şafağı merkantilist sömürgeci/korsanlığa kadar uzanır ki, kölecilik de buna mündemiçtir. Ve bugün yıkılan heykellerde öteki(leştirilen)lerin gerçeği kayıtlıdır.

Örneğin Nick Robins ‘Doğu Hindistan Kumpanyası’nı (DHK) anlattığı yapıtında, DHK’nın baş karargâhının vaktiyle bugünkü Londra Borsası’nın olduğu Leadenhall Sokağı’ndaki DHK’den geriye hiçbir iz kalmadığına dikkat çeker; tarih ve kültür mirasına önem atfeden bir kentte bunun acayipliğine işaret eder.

“DHK’nin tarihi Londra’dan neden silinmiş olabilir,” sorusunun peşine düşen Robins, Hindistan’ın Büyük Britanya İmparatorluğu tarafından fethinin temellerini atan bu şirketin “serbest ticaret” adına, nasıl yağma, yolsuzluk ve bir sömürü düzeni kurduğunu hikâye ediyor, Adam Smith, John Stuart Mill, David Hume, Edmund Burke gibi önemli düşünce insanlarının bu düzenle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyordu.[25]

DHK, özetle sadece bir şirketin değil, bir düzenin adıydı ve tarihin tüm çakıl taşlarını özenle muhafaza eden bir ülkede, kuşbakışı panoramadan ayıklanıp bir şekilde yok edilmişti.

Büyük Britanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik düzeniyle örtüşen DHK’nin evet bugün izi kalmamış, ama sömürgeciliği inşa eden bireylerin heykellerinden tasarruf edilmemiş.

Edward Colston, Henry Dundas, Robert Clive, Robert Milligan, James Penny… Bunların hepsi köle ticaretiyle nam salmış, adlarını şimdiye dek duymadığımız isimlerdi ve İngiltere’nin dört bucağına heykelleri konulmuş, isimleri sokaklara verilmişti.

Köle tüccarı James Penny, Beatles’ı çıkaran Liverpool kentinde örneğin ünlü müzik grubunun -aynı isimdeki bir sokağın adından- Penny Lane şarkısına ilham olmuştu. Düne kadar Beatles’la özdeşleşen Penny Lane Sokağı’nın üstünde “Irkçı Lane” yazıyor artık…

Edinburgh kentindeki Robert Clive’ın heykeli de yok artık, yıkıldı. Peki o kim? Doğu Hindistan Kumpanyası’nın lider bir yöneticisiydi.

Hemşerisi Clive gibi gene Kumpanyanın öncü isimlerinden olan Henry Dundas’ın Edinburg’a hâkim heykeli de “yıkılası heykeller” listesinde sayılıyor.

Ya Edward Colston kim? O da imparatorluğun Atlantik tarafında köle trafiğini yöneten bir tacir, XVIII. yüzyılda Amerika’ya 84 bin köle taşıyarak servetine servet katmış. Kazandığı paralarla kenti Bristol’u hastaneler, okullar, bakımevleri ile donatmış. Bristollular da bu hayırsever(!) yurttaşın heykelini inşa etmişler. Colston’un heykeli de yok şimdi. Geçenlerde vaktiyle Bristol Limanı’ndan köle ticareti yaptığı Atlantik Okyanusu’nun sularına terk edildi…

Bugüne değin sade İngiliz kamuoyunun tanıdığı bu isimlerin yanında Churchill ve Cecil Rhodes gibi tarihe yön veren şahısların heykelleri de keza sallanıyor.

Zambiya ve Zimbabwe’yi oluşturan eski Rodezya’nın mutlak hâkimi Cecil Rhodes’ın Oxford Üniversitesi’ndeki heykeli de bizzat, “alın şunu buradan!” baskısı altında.

Londra’nın Parlamento Meydanı’ndaki Churchill heykeli öyle ki polis çemberiyle korunuyor.[26]

Hatırlanacağı üzere: Bristol’daki XVII. yüzyıl köle taciri Edward Colston’un heykelinin yerinden sökülerek nehre atılmasına, Londra’da ise eski başbakan Winston Churchill’in heykeline “o bir ırkçıydı” ifadesinin yazılmasına tanık olunmuştu. Churchill, Muhafazakâr Parti Lideri, Bahriye Bakanı, Maliye Bakanı, Harbiye Bakanı koltuğundaydı, 1940-1945 ve 1951- 1955 arası iki dönem Başbakan idi. BBC Churchill ile ilgili derleme yayınladı.

Churchill, 1937’deki Filistin Kraliyet Komisyonu’nda yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Amerika’daki Kızılderililere ya da Avustralya’daki siyahlara (Aborjinlere) karşı büyük bir yanlış yapıldığını kabul etmiyorum. Daha güçlü bir ırkın, daha yüksek seviyeli bir ırkın, dünyevi olarak daha bilge bir ırkın gelip onları yerlerinden etmesi gerçeğiyle bu insanlara karşı yanlış yapıldığını kabul etmiyorum.”

Churchill, Kürtlere ve Afganlara karşı kimyasal silah kullanımını savunmakla eleştiriliyor. Irak’taki Kürtlerin üstünde İngiliz uçakları bomba yağdırdı. 1919’da Savaş Bakanı olarak görev yaparken, “Gaz kullanımı konusundaki bu çekingenliği anlayamıyorum” diye yazmıştı. “Medeniyetsiz kabilelere karşı zehirli gaz kullanımını kuvvetle destekliyorum. Büyük rahatsızlığa yol açıp terör yayacak, ama etkilenenlerin çoğu üzerinde ciddi bir kalıcı etki bırakmayacak gazlar kullanılabilir.” 1943’te hâlâ İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan’ın kuzey doğusundaki Bengal bölgesinde büyük bir açlık baş göstermişti. Bunu esas olarak 1942’de Japonya’nın Burma’yı (şimdiki Myanmar) işgalinin tetiklediği belirtiliyor.

En az 3 milyon kişinin ölümüne yol açan bu açlıkta Chruchill’in eylemlerinin ya da eylemsizliğinin rol oynadığı belirtilerek eleştiriliyor. ‘Churchill’s Secret War’ kitabının yazarı Madhusree Mukerjee, Churchill’in Hindistan’a buğday göndermeyi reddettiğini söylüyor. Churchill açlık nedeniyle Hintleri suçlamış, “tavşan gibi ürüyorlar” demişti. Churchill, Hindistan’ın bağımsızlık lideri Mahatma Gandhi için 1931’de şu ifadeleri kullanıyor: “Bu asi avukatın sarayın merdivenlerini yarı çıplak bir hâlde adımlaması ve şimdi bir Hint fakiri gibi poz vermesi endişe verici ve mide bulandırıcı.” Daha sonra bir kabine toplantısında ise “Gandhi, sadece açlık grevi tehdidi nedeniyle serbest bırakılmamalı. Ölürse kötü bir adamdan ve İmparatorluk düşmanından kurtulmuş oluruz” diyor. 1899’da yazdığı ‘The River War’ adlı kitapta Churchill şöyle diyor: “Muhammedciliğin ateşli taraftarlarına yüklediği lanetler ne korkunç! Bir insanda köpekteki kuduz kadar tehlikeli olan fanatik çılgınlığın yanı sıra, dehşetli bir kaderci umursamazlık da var.” Churchill Savaş-Havacılık Bakanıyken İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na (IRA) karşı savaşmak üzere oraya üniforma renkleriyle anılan ve aşırı şiddet kullanmalarıyla kötü ün yapan “Black and Tans” (Kara ve Taba) özel birliklerini gönderdi.

Martin Gilbert’in resmi Churchill biyografisinde de, “İki petrol şirketinin -Royal Dutch Shell ile Burmah AngloPersian Oil Company (BP)- birleşmek üzere hükümete yaptığı başvuruyu desteklemesi karşılığında 5000 sterlin aldığı” ifade ediliyordu![27]

O hâlde ırkçı olmayan bir kapitalizm yoktur. Kapitalizm en “liberal” gözüktüğü noktada dahi, ırkçılığın hedefi hâlindeki grupların işgücünü ucuza kapatmaktan, onları kölelik koşullarında çalıştırmaktan ve yaşamaktan geri durmaz. Ve de ırkçılık ve faşizm ne “zehir”, ne “hastalık”, ne de “münferit ideoloji” değilken; herhangi bir ırkın ya da etnisitenin başka toplumsal gruplar karşısında üstünlüğünü savunan, ırk ya da etnisite temelinde kurulan ortaklıkları esas alan kolektif çıkar tanımları yapan tüm görüş, düşünce ve yayınlar suç sayılmalıdır.

Çünkü genetik alanında yapılan araştırmalar gösteriyor ki, insan tek bir türdür. Farklı kıtalarda yaşayan insanların DNA’sı incelendiğinde, en fazla yüzde 0.5 oranında farklılık gösterdiği ortadadır. Daha ilginç olanıysa söz konusu farklılığın yüzde 86-90’ı aynı türden gelen insanlar arasında gözlemlenmesidir.

Yani farklı soylardan gelen insanları birbirinden ayıran genetik farklılıklar yüzde 0.5’lik farkın sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Örneğin bir siyahî ile bir Japon arasında ya da bir Hindu ile Kanadalı arasındaki genetik fark yalnızca yüzde 0.05, en fazla yüzde 0.07. Bu da demek oluyor ki “ırk”lar arasındaki farklılıklar, aynı “ırk” içindeki farklılıklardan daha azdır!

 “SONUÇ” YERİNE: MÜCADELE

Irkçılıktan, faşizmden söz edince, “Kapitalizmin iki yüzü/ Du aliyên kapîtalîzmê” hakikâtini, sakın ola “es” geçmeyin!

Alain Badiou’nun, “Liberal kapitalizm (…) vahşi, yıkıcı nihilizmin aracıdır”; Miguel D. Lewis’in, “Kapitalizm dindir. Bankalar kilise, bankacılar rahip, zenginlik cennet, fakirlik cehennem, mülkiyet kutsaldır. Para ise tanrı,” saptamaları ile Leo Huberman’ı kulağınıza küpe edin:

“Kapitalist ülkelerde bolluğun ortasında açlık, varlığın içinde kıtlık, zenginliğin hemen yanında yoksulluk vardır.” “Kapitalist sistem akıl dışıdır.” “Kapitalizmin en büyük israfı da savaştır.”

“Tekelci kapitalizm, mal ve sermaye fazlası için alan bulmak zorundadır ve tekelci kapitalizm var oldukça yeni savaşlar sürecektir.” “Emperyalizm savaşa yol açıyor.”

“Hiçbir emperyalist ulus masum değildir.” “Eli temiz kalmış tek emperyalist ulus yoktur.”

O hâlde George Bernard Shaw’ın, “Irkçılık, beyinsizliğin şeytani ve psikopatça bir formu,” dediği çılgınlık karşısında, “Gabriel Péri’nin Gestapo hapishanesinde dediği gibi, ‘Türkülü yarınlar’ düşüncesi”ni[28] diri tutmak için Charlie Chaplin’in sözlerini anımsayalım: “Bu hayatı olağanüstü bir mutluluk serüvenine çevirecek olan sizlersiniz. Öyleyse, insanlık ve demokrasi adına bu gücü kullanalım ve milliyetçilik hastalığına karşı birleştirelim. Din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım”!

Gerald Allen Cohen’in ifadesiyle, “Irkçılık, işçi sınıfını böler ve toplumsal denetimi kolaylaştırarak kapitalist sistemin devam etmesini sağlar”ken; “İyi de nasıl” mı?

Gayet basit: “Liberal demokrasi faşizmin yükselişini durduramaz. Dün, 1922’de The New York Times, ‘Bavyera eyaletinde popüler bir lider yükseliyor’ başlığıyla Hitler’in Yahudilere, komünistlere, ayrılıkçılığa, hayat pahalılığına karşı görüşlerini aktarıyor, sonra da Yahudi düşmanlığının aslında ciddi olmadığını savunuyordu. Bu, kitleleri heyecanlandırmak için kullanılan bir söylemmiş; Hitler iktidara gelince başka etkin politikalar uygulayacakmış. ‘Çok tecrübeli bir politikacı’ The Times’a ‘Bunlar kitleleri hareket geçirmek için. Onlar senin gerçek amacını anlayamaz ki’ diyormuş.

Benim de aklıma, bir zamanlar biri, ‘demokrasi tramvayından’ söz ederken, ‘ılımlısı olmaz’, ‘ben değişmedim’ derken, birilerinin de ‘merak etmeyin yönetmeye başlayınca…’ diye başlayan savlarıyla korkuları yatıştırma çabaları geldi.

Hitler’in saçma sapan, birbiriyle çelişen düşüncelerle dolu Kavgam kitabı 1925’te yayımlandı. Sonra, Nazi Partisi hızla iktidara yükseldi. Hitler de o kitapta yazdıklarını uygulamaya koydu.

Thomas Mann’in işaret ettiği, Victor Klemperer’in de Nazi iktidarı sırasında tuttuğu güncelere dayanarak hazırladığı çalışmasında sergilediği gibi, bu saçma sapan düşünceler tekrarlana tekrarlana, Alman dilini ve kültürünü değiştirmeye başlamış. Yeni dil ve kültür ortamında artık bunlar insanlara o kadar saçma sapan gelmiyor, çelişkileri kolaylıkla açıklanabiliyormuş. Faşizm karşısında, liberal demokrasinin işe yaramazlığı da burada ortaya çıkıyor. Bu saçma sapan, çelişkili görüşleri, bu özelliklerinden dolayı muhatap alarak çürütmeye heveslenmek, bu görüşlere platform sunuyor, yayılmalarını kolaylaştırıyor. Arendt’in işaret ettiği gibi bu saçma sapan görüşler, liberalizmin ikiyüzlülüğüne karşı oldukları müddetçe, içlerindeki şiddet halk arasında bir erdem, açıkça ifade edilen kaba saba, argo ifadeler, cesaret örneği olarak algılanıyor.[29]

Sonuç olarak, faşist hareketin toplumsal dinamiklerini anlamaya çalışmakla, faşist bireyi anlamaya çalışmak arasında büyük bir fark vardır. Faşistlerle konuşarak, onları kazanmaya çalıştıkça, faşizmin görüşlerinin kitlelere ulaşması hızlanıyor. Bu sırada, liberalizmin ‘insani’, ‘rasyonel’, ‘demokratik’ düşünce ve savları da halkın bir kulağından girip öbüründen çıkıyor, çoğu kez alaya alınıyor.

Faşistlerle de diyalog kurulabilir savı, tam anlamıyla liberal bir fantezidir. Jacques Ranciere’in ünlü örneğinde olduğu gibi, iki kişi bir duvara bakıp ‘beyaz’ diyorsa, aralarında ‘beyazın’ tonlarına ilişkin bir diyalog kurulabilir. Biri beyaz öbürü siyah diyorsa, diyaloğun, tartışmanın zemini yoktur. Bu durumda tartışmakta ısrar etmek zaman kaybının ötesinde, çok tehlikeli siyasi sonuçlar doğurabilir.

Faşizme karşı mücadele, bir güç sorunudur. Faşizmin cazibesine kapılmış olanları etkilemeye çalışmadan önce, faşizmi anlamış, karşı çıkmaya karar vermiş olanlar bir araya getirilerek, faşizmin simgesel ve fizikî şiddetine direnecek, faşizmi durduracak, giderek yok edecek bir gücün inşa edilmesi gerekir. Ne yazık ki bu güç liberal demokrasinin savlarıyla, fantezileriyle ve pratikleriyle inşa edilemez.”[30]

Dedim ya, gayet “basit”! o

21 Eylül 2020, Çeşme Köyü


[1]    Nâzım Hikmet.

[2]    Catherine Clément, Şeytanın Orospusu, çev: Rıfat Madenci, Yön Yay.,1997.

[3]    Mine G. Kırıkkanat, “Diriliş: Engizisyon”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2020, s. 12.

[4]    Michael Löwy, “Aşırı Sağ: Küresel Bir Fenomen”, Yeni Yaşam, 1 Şubat 2019, s. 10.

[5]    Enzo Traverso, “Faşizm, Aşırı Sağ ve Liberalizmin Çatışkıları”, 16 Mayıs 2019… http://siyasihaber4.org/fasizm-asiri-sag-ve-liberalizmin-catiskilari

[6]    “Chomsky: Faşizm Günümüzdeki Aşırı Sağı Tanımlamak İçin Doğru Kavram Olmayabilir”, 25 Temmuz 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/12620/Chomsky-Fasizm-gunumuzdeki-asiri-sagi-tanimlamak-icin-dogru-kavram-olmayabilir

[7]    Ergin Yıldızoğlu, “Yeşiller Baş Düşman”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2019, s. 11.

[8]    Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev: Ahmet İnsal, Birikim Yay., 1980.

[9]    Diren Deniz Sarı, “Trump ve Orbán’ın Nefret Kardeşliği”, Birgün, 15 Mayıs 2019, s. 5.

[10]  Gábor János Billay, “Tanıdık Hikâye: Orbán’ın Macaristan’ı”, Yeni Yaşam, 8 Ocak 2019, s. 8.

[11]  Bertolt Brecht, “Hakikâti Yazmada Beş Güçlük (1934)”, Karazin Edebiyat Dergisi, Şubat- Mart 2015, s. 4.

[12]  Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev: Ali Özer, Evrensel Basım Yayın, 2005.

[13]  Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.

[14]  Kalle Johansson-Lena Berggren, Sahi Nedir Faşizm?, çev: Murat Özsoy, Ginko Bilim Yay., 2019.

[15]  Sinan Baykent, “Avrupa Seçimleri ve Milliyetçilik”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2019, s. 2.

[16]  “Franco Hayaleti Dönüyor”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2019, s. 7.

[17]  “İspanya Solundan Çağrı”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2018, s. 7.

[18]  Khaled Diab, “Yerli Malı Aşırılıkçıların Yükselişi”, Birgün, 26 Kasım 2018, s. 5.

[19]  Özgür Çoban, “Halle Saldırısı ve Almanya Radikal Sağı”, Birgün, 12 Ekim 2019, s. 5.

[20]  Gürsel Köksal, “İkinci Bir NSU Daha mı Var?”, Birgün, 2 Mart 2020, s. 4.

[21]  İbrahim Sirkeci, “Nefret Suçlarında Artış”, Birgün, 4 Mart 2019, s. 4.

[22]  “İngiltere’de Siyahlar, Asyalılar ve Etnik Azınlıkların Maaşı Beyazlarınkinden Yüzde 10 Daha Az”, 28 Aralık 2018… https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-46689335

[23]  “Tarihin Büyük Trajedisi!”, Gündem, 3 Eylül 2015, s. 13.

[24]  Ceyda Karan, “Kapitalizm, Irkçılık ve Toprak Reformu”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2018, s. 11.

[25]  Nick Robins, Dünyayı Değiştiren Şirket, Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Modern Çokulusluluğu Şekillendirmesi, çev: M. İnanç Özekmekçi, H2O Yay., 2017.

[26]  Nilgün Cerrahoğlu, “Hortlayan Sömürgecilik Tarihinin Hayaleti”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2020, s. 6.

[27]  “Churchill’in Irkçılığı’nı Yazdı”, Yeni Yaşam, 16 Haziran 2020, s. 7.

[28]  Prof. Ladislaw Stoll, Önsöz’den, Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s. 6.

[29]  The Times’ın yorumunu ve Arendt’i anımsatan Adam Serwer, The Atlantic.

[30]  Ergin Yıldızoğlu, “Faşisti Anlamak ve Diğer Saçmalıklar”, Cumhuriyet, 25 Mart 2019, s. 11.

Maden işçileri verilmeyen hakları için Ankara’ya yürüyor Sınıf dayanışmasını yükseltelim!

“Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet, gücünü bizde sınayacak.
Öyle mi?
Öyle mi alay komutanı?
Şimdi bize güç göstereceksiniz ha!
Ve biz de bundan korkacağız.
Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden…”

Bu sözler verilmeyen haklarını almak için Ankara’ya yürüyüşe geçen maden işçilerinin ağzından döküldü.

Karaman Ermenek’te bir yılı aşkın süredir maaş ve tazminatlarını alamayan Cenne ve Seba Maden Ocağı işçileri ile Manisa Soma’da 8 yıldır tazminatları ödenmeyen Uyar Madencilik işçilerinin direnişi devam ediyor.

Direne Direne Öğreneceğiz, Örgütlü Güç İle Kazanacağız!

Patronlara milyonlarca liralık vergi affını getirenler, işyerlerimizi virüsün merkezi haline getirecek şekilde hiçbir önlemi almayanlar, açlık sınırının altında asgari ücreti bize reva görenler, çocuklarımızın eğitimi için parasız tek bir adım atmayanlar, işyerlerinde işçi için alınması gerekli iş güvenliği malzemelerini yük görenler, “işten atmalar yasaklandı” diyerek günde 39 lirayı önümüze koyanlar, şimdi Maden İşçileri’nin karşısına çıkıyor.

Patronların, sermayenin ortak örgütüdür devlet. Onu biz, maaş bordrolarında, işyerinde kaybedilen uzuvlarımızda, hakkımızı aramak için sokağa çıktığımızda, sendikalaşmak istediğimizde, affedilen vergilerde, bizden çalınan hayatlarımızda görüyoruz.

Maden işçilerinin yürüyüşü 10. gününde. 10 gündür her gün, maden işçileri karşılarında devleti görüyor.

Soma Uyar Madencilik’te çalışırken 14 yıl önce iki gözünü kaybeden ve hala tazminatını alamayan maden işçisi “Azim Uyar’ın bir lafı vardı bize. Ben istemediğim müddetçe, benden para alamazsınız derdi. Buna yıllarca inanmadım. Bütün arkadaşlarımız da inanmadı. Çünkü, neden? Türkiye Cumhuriyeti’nde bir adalet vardır derdik. Ben şimdi anlıyorum, adalet de Azim Uyar, devlet de Azim Uyar. Şimdi Azim Uyar’ın sözüne inanıyor muyum? Bir nevi inanıyorum. Ama biz bir yola çıktık. Azim Uyar’ın bu sefer davasını sona erdireceğiz. Onların A planı, B planı, C planı vardı. İlk defada bizi oyuna düşürdü, ikinci defada bizi oyuna düşürdü, bu sefer düşmek yok, kazanacağız!” diyor.

Soma Uyar Madencilik’te çalışırken 14 yıl önce iki ayağını kaybeden ve hala tazminatını alamayan maden işçisi; “Yüzlerce Polis ve Jandarma’yla karşımıza dikildiler. Çevik Kuvvet mi gelecek, TOMA mı gelecek, kim gelirse gelsin, bizi öldürsünler. Benim kopan bacağım geri gelmeyecek. Ama biz hakkımızı alacağız.” diyor.

Direniş öğretiyor.

Sınıf Dayanışmasını Yükseltelim!

Evet, milyonlarca insan örgütsüzdür. Ve maalesef ki bu örgütsüzlük, kirletir. “Her koyunun kendi bacağından asılacağı” safsataları ancak örgütsüz isek anlamlı gelebilir. İki ayağını, iki gözünü madende çalışırken yitirenlerin, 13 aydır maaşını alamayanların, 14 yıldır tazminatlarını alamayanların, ciğerleri çürütülenlerin bu direnişini yaymak, büyütmek, seslerine ses katmak, insanlaştıracaktır.

Onlar, jandarmasıyla, TOMA’sıyla, Enerji Bakanı’yla, TKİ’siyle, Azim Uyar’ıyla hep beraber hareket ediyorlar.

Kazanmanın biricik yolu olarak direniş, birçok alanda büyüyor. Ve eğer bizler, olan direnişlerin ortak bir potada buluşup, daha organize, diğer sınıf katmanlarını içene alabilecek, büyüyüp yayılmasını sağlayacak bir örgütlülüğü yaratabilirsek, kazanacağız.

Bu örgütlülüğü yaratabilmek için, örgütlü güç ile kazanabilmek için, Kaldıraç’a katıl!

MADEN İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR!
MADEN İŞÇİLERİNİN TALEPLERİ KABUL EDİLSİN!
YAŞASIN SINIF DAYANIŞMASI!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...