Ana Sayfa Blog Sayfa 97

Kent(in) ve Kanal(ın) soru(n)ları / Sibel Özbudun-Temel Demirer

“Şehir bir söylemdir;
bu söylem de
gerçekten bir dildir.”

“Bizi gömen ya da süren toprak zehirleniyor. Hava yok, havasızlık var. Yağmur yok, asit yağmuru var. Parklar yok, park yerleri var. Eşler yok, ortaklar var. Uluslar yerine, şirketler var. Yurttaşlar yerine, tüketiciler var. Şehirler yerine, yığılmalar var. Bireyler yok, dinleyiciler var. Gerçekler yok, reklamlar var. Vizyonlar yok, televizyonlar var. Bir çiçeği övmek için, ‘plastik gibi’ deniyor,” diyor ve ekliyor Eduardo Galeano:
“Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar.
Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler, şimdi biz onlar için çalışıyoruz.
Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiklerimiz açlığı çoğaltıyor.
Kendimizi savunmak için icat ettiklerimiz bizi öldürüyor.
Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz kılıyor.
İletişim kurmak için icat ettiğimiz iletişim araçları, ne bizi dinliyor ne de bizi görüyor.
Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyor.”
Evet, şehirler bizi yalnızlaştırıyor; “Şehirlerimiz birer kâbusa döndü, şehirliler termitlere benziyor artık, her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapınaklar, saraylar ya da mezarlar, zafer alanları ya da amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. Her adımda gözümüze hakaret ediliyor, kulağımız sağıra çevriliyor ve koku duyumuz umutsuzluğa kapılıyor, yakında kendimize, düzen neye yarar diye sorar hâle geleceğiz,” ifadesindeki üzere Albert Caraco’nun…
Bu işin bir yanı, bir de kapitalist rantın yıkımı var!
Kent(ler)in sürdürülemez kapitalist kıskaçtaki yıkımıyladır ki Jean Paul Sartre, “Kentler insan türünün cehennemidir”; Charles Bukowski, “Kentler, insanları öldürmek için inşa edilirler”; Antonio Gramsci, “Şehir, yaratmaz; tüketir,” derlerken ekler Percy Bysshe Shelley de: “Cehennem, Londra gibi bir şehir”…
Kapitalist “Kent, insanların yaya olarak yürüdükleri, obje yığınlarının önünde ve içinde buluştukları, faaliyetlerinin sonuçlarını göremeyecek şekilde çaprazlama temas kurdukları, öngörülemeyen durumlar meydana getirecek şekilde kendi durumlarını karmaşık hâle getirdikleri yerdir.”
John Zerzan’ın, “İlk kentler, İ.Ö. 4000 civarında Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıktı; yeni bir tarımsal değerler sistemi tarafından yaratılan üretim fazlasını, hâkim bir azınlığın ellerine akıtmak için politik araçların tertip edildiği bir dönemde yaratıldı kentler,” ifadesindeki üzere “Bedensel ve zihinsel emek arasındaki en önemli bölünme kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasında barbarlıktan uygarlığa, kabileden devlete, yerellikten ulusa geçişle birlikte başlayan karşıtlık, uygarlık tarihi boyunca devam ederek günümüze kadar gelmiştir.
“Kentlerin ortaya çıkışı, aynı zamanda yönetim aygıtını, polisi, vergileri vb; kısacası belediye teşkilâtını, dolayısıyla da genel olarak siyaseti zorunlu kılar. Burada, ilk kez, nüfusun iki büyük sınıfa bölündüğü açıkça görülür ve bu bölünme doğrudan doğruya işin ve üretim araçlarının bölünmesine dayanır.
“Kent aslında zaten nüfusun, üretim araçlarının, sermayenin, zevklerin ve ihtiyaçların bir merkezde toplanması olgusudur. Oysa kır açısından bunun tam tersi söz konusudur: İzolasyon ve dağınıklık. Kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesi içinde var olabilir. Bu karşıtlık, bireyin iş bölümüne, kendisine dayatılan belirli bir faaliyete tabi kılınmasının en keskin ifadesidir.
“Birini sınırlı bir kent-hayvanına, diğerini sınırlı bir kır-hayvanına dönüştüren ve ikisinin çıkarlarının karşıtlığını her gün yeniden üreten bir tabi kılmadır bu. Burada emek yine en başta gelen şey, bireyler üzerindeki güçtür ve bu güç var olduğu sürece özel mülkiyet var olmak zorundadır.
“Kent ile kır arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılması, topluluğun ilk koşullarından biridir. Bu koşulun kendisi de, herkesin ilk bakışta görebileceği gibi, tek başına iradeyle yerine getirilmesi mümkün olmayan birçok maddi önkoşula bağlıdır (bu koşulların henüz geliştirilmesi gerekmektedir).
“Kent ile kırın ayrılması, sermaye ile toprak mülkiyetinin birbirinden ayrılması olarak, sermayenin toprak mülkiyetinden ayrı ve ondan bağımsız olarak gelişmesinin başlangıcı, yalnızca emeğe ve mübadeleye dayanan bir mülkiyetin başlangıcı- olarak da ele alınabilir.”
Tam da bu çerçevede “İşçi sınıfının en çalışkan tabakalarının çektiği açlık sancısı ile, zenginlerin kapitalist birikime dayanan, kaba ya da ince aşırı tüketimleri arasındaki yakın ilişki, ancak ekonomik yasalar bilinince kendini ortaya koyar. Ama ‘yoksulların barınması işinde’ durum böyle değildir. Üretim araçlarının bir merkezde toplanması ölçüsünde, emekçilerin belli bir yere üst üste yığıldıklarını, tarafsız her gözlemci rahatça görebilir; kapitalist birikimin hızı ne kadar büyük olursa, işçi nüfusun barındıkları yerler de o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb. için iş hanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb. için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü kenar mahallelere sürer.”
Hâl bu merkezdeyken; kent(ler)in politik iktidarı “mutlu azınlık”ın elinden alınıp, emeğe devredilmedikçe her şey Maksim Gorki’nin, “Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları… Size bu ölü yaşamı hazırlayan ‘sermaye sahibi egemen sınıftır’ bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir,” ifadesindeki üzere olmaya mahkûmdur.

KAPİTALİZM KISKACINDA KENT(LER)

Evet kentler, özellikle de metropoller sınıfsal çelişkilerin en yoğun hissedildiği, hiyerarşilerin en belirgin açığa çıktığı yerlerdir. Üretimin ağırlığının sanayiden hizmetlere kaymasıyla rant, sömürü, artık değere el koyma en yaygın biçimde kent merkezlerinde gerçekleşir.
Kapitalizmin kentleri pazarlamasına bağlantılı olarak büyük projelerin gündeme geldiğini ve “kentsel dönüşüm süreci” retoriğinin öne çıktığını görüyoruz.
Bununla paralel devreye giren “mutenalaştırma projeleri”yle yoksullar gibi kendi mahallelerinde “fazlalık” gibi görülmeye başlanıyor. Bu aynı zamanda kentin içinde de sürekli bir devinimi, yeniden üretiyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de sınıfsal çatışmanın/ayrışmanın temel dinamiklerinden birini oluşturuyor.
Bundan ötürüdür ki, Gezi/Haziran başkaldırısındaki üzere öfke ve tepki de küresel kapitalizmin sinir merkezlerinde yoğunlaşıyor. Üretim birimleri küçüldüğü için emekçiler ve ezilenler arasında ortak bir ruh hâli, dayanışma ilişkilerinin biçimlendirdiği mekânlara dönüşüyor kentler. O hâlde denilebilir ki, günümüzde kentler bir bütün olarak toplumsal yaşamı belirlemektedir.
Prof. Dr. Yeşeren Eliçin Arıkan’ın, “Neo-liberal kentleşme dünyanın pek çok coğrafyasında olduğu gibi Türkiye’de de kentlerin yapısını değiştirdi. Kentin değerli görünen bölgelerinde oturan yoksul insanlar yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılıyor ve bu insanların boşalttığı yerlerde yapılan yeni konutlar büyük paralara satılıyor,” notunu düştüğü tabloda görmeyen, bilmeyen yok gibi…
Hatırlayan vardır elbette: David Harvey, Türkiye’ye gelerek verdiği konferanslarda, kapitalizmin bugün ayakta kalma yolunda en çok “kentlere oynadığı”nın altını kalınca çizmişti. Kentsel dönüşüm projeleri, yani bizdeki yaygın-popüler kullanımıyla “TOKİ”lerin esbab-ı mucibesi ona göre esasen buydu.
Kriz dönemlerinde bu sistem, insanları kredi (yani borç) ile konut sahibi olmaya özendiriyor, böylece konut üretimi ile sermaye birikimini dengeliyordu. Bu şekilde halkın ihtiyaç ve arzularını karşılama kisvesi altında aslında sermayenin çıkarları gözetiliyor, tabii sonuçta kentler felaket bir görüntü kazanıyor, yaşanmaz hâle geliyor.
2000’lerin başında insanlığın vardığı metropolleşme düzeyi artık korkunç bir seviyeye ulaştı. Kırsal alanları yaşanmaz hâle getirip yoksullaştırarak insanları kentlere yığan sistem, muazzam nüfus birikmelerine yol açarak dünyayı yeni soru(n)larla karşı karşıya bırakıyor.
Örneğin trafik yoğunluğu, bazı mega kentlerin 20 milyonu aşan nüfuslarının en ciddi sorunu. Tokyo, Pekin, Yeni Delhi, Mumbai, İstanbul, Londra, New York, Mexico City gibi kentlerde sabah işe gidiş saatleri birçok insanın kâbusudur.
Türkiye’de toplamda 2020 itibarıyla 23 milyon 245 bin 409 araç var. Ortalama her ay Türkiye’de 85-95 bin arası araç trafiğe giriş yapıyor. Yerkürede ve coğrafyamızda artan araç sayısı aynı zamanda atmosfere salınan sera gazlarının yarattığı kirlilik ile ısınma ciddi bir soru(n) kaynağıdır.
Evet dünya nüfusunun büyük kentlere doğru yığılması, çözülmesi zor sorunları da beraberinde getirerek ekolojik sistemin çöküşüne zemin hazırlıyor.
Kolay mı? Birleşmiş Milletler’in (BM) tahminlerine göre dünya nüfusu, 2050’ye kadar 9 milyara ulaşacak ve bunların üçte ikisi şehirlerde yaşayacak. Bu nedenle şehirler altyapı, uygun fiyatlı konut, su, sanitasyon, istihdam, sağlık hizmetleri ve ulaşım gibi taleplerin yoğunlaşmasına sahne olacak ve soru(n)lar acilleşecek.
Dünyanın en kalabalık kentleri, Tokyo, Yeni Delhi, Shangai, Mumbai ve Sao Paulo’yken; BM, 2050’ye kadar Hindistan, Çin ve Nijerya’nın kırsal bölgelerinin büyük bölümünün kentleşeceği ve 2 buçuk milyar kişinin daha kentli nüfusa ekleneceğine dikkat çekiyor.
Yerküre nüfusunun yüzde 54’ünden fazlası kentlerde yaşıyorken; 1970’lerin başında bu oran yüzde 36 düzeyindeydi.
Yani kapitalist sermayenin yapısal krizi içinde merkezîleşme ve yoğunlaşma, ucuz iş gücü ararken tüketimi hızlandırma eğilimlerinin güçlenmesiyle kırlar boşalırken, kentsel nüfus büyüdü ve mega kentlerin sayısı 1990-2016 kesitinde ikiye katlandı.
Nüfusu 10 milyonu geçen kentlerin sayısı 1990’da 10’dan 2014’te 28’e; nüfusu 5-10 milyon arası kentlerin sayısı ise 293’ten 517’ye yükseldi, ama!
Bunun bir de “Ama”sı var ki, o da şöyle: ‘Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün (WRI) raporuna göre 1.2 milyar insan sürdürülebilir ve karşılanabilir barınma garantisinden mahrum. Önlem alınmazsa bu rakamın 2025’te yüzde 30 artarak 1.6 milyar insana ulaşacağı öngörülüyorken; “2050’ye gelindiğinde 2.5 milyar insan daha şehirlerde yaşayacak ve bu artışın yüzde 90’ı Asya ve Afrika kıtalarında gerçekleşecek,” uyarısını dillendiriyor WRI Global Direktörü Ani Dasgupta…
“Ya coğrafyamız” mı?
1950’de ülke nüfusunun yüzde 7.5’i megakentte yaşarken bu oran yüzde 18.3’e çıkmış durumda. Türkiye’deki her 4 işsizin birine ev sahipliği yapan İstanbul’da yaşamak yoksul için adeta çile…
Kentin, 2019 için tahmini nüfusu 15 milyon 232 bine yükselmiş durumdayken; uzmanlar İstanbul’un hafta içi nüfusunun 20 milyona dayandığı görüşünde birleşiyor. Böylece 81 ilin toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 25’i tek bir ile sığmaya çalışıyor. Bu durumun ilave maliyetleri ise trafik sıkışıklığı, hava kirliliği ve strese bağlı hastalıklar oluyor. Hükümet gelecekte ortaya çıkacak daha büyük sorunlardan habersiz görünüyor. Zira son olarak Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması ve “Kanal İstanbul” gibi çılgın projeler gündemde…

DURUM(UMUZ)

AKP nasıl Türkiye’yi yönetemez hâle geldiyse, Kadir Topbaş’ın Belediye Başkanı olduğu döneminde de İstanbul yönetilemez duruma gelmişti.
Topbaş döneminin genel özelliklerinden belki de en öne çıkanı “tepeden inmeci” yaklaşımdı. “Ben yaptım oldu” anlayışı, keyfiliği getirdiği gibi, kamusal müdahalelere de ket vuruyordu. Bu dönemde kentsel dönüşüm projeleri kapalı kapılar arkasında, AKP’ye yakın inşaat şirketlerine ihale edildi. İnşaat önceliğine teslim edilen şehirde, imar kuralları yok sayıldı, güç sahipleri kayırıldı, yoksul yurttaşlar dışlandı. Tarlabaşı örneği, bunun kanıtıdır. Yine bu dönemde eşsiz kültürel miras eserleri, kötü restorasyon çalışmalarına kurban edildi.
İstanbul, bu dönemde betonlaştırıldığı gibi aynı zamanda da ruhsuzlaştırıldı. Yönetimde, milyonlarca yurttaşın yaşamını kolaylaştırmak değil, ranttan daha fazla nemalanmak amaçlandı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin, “En büyük hırsızlıklar, kötülükler, belalar imardan geliyor,” sözlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 43 proje, 68 şirket ve 15 kamu kurumu paydaşı olduğunu ekleyerek düşününce, ortaya “büyük resim” çıkmış olur.
Topbaş; Kuzey Ormanları’nda havalimanı yapmak için başlatılan ağaç kıyımından kaçan yaban domuzlarının Boğaz’ı geçmeye çalışmasından da, artan inşaatların yarattığı titretişimden rahatsız olup kendilerine yeni yuva arayan kirpilerden de sorumlu. İstiklal Caddesi’nin yeni hâlinden de İstanbul’a bin 75 adet 47 metre veya daha uzun’ bina yapılmasından da sorumlu.
Topbaş döneminde işlenen kent suçlarını hatırlarsak: Yeşil alanlar ve deprem toplanma alanları rant nedeniyle imara açıldı. 17 Ağustos 1999’da on binlerce kişinin yaşamını yitirdiği Gölcük depreminin ardından ‘Afet Acil Eylem Planı’ çerçevesinden belirlenen toplanma alanlarının tamamına yakını peşkeş çekildi. 493’ten 77’ye düşen alanların birçoğuna AVM’ler ve gökdelenler inşa edildi.
İstanbul’da çeşitli projeler gerekçe gösterilerek milyonlarca ağaç yok edildi. Bu kıyımdan en fazla Kuzey Ormanları etkilendi. Tüm itirazlara rağmen, 3. Köprü’nün inşası için İstanbul’un doğasına, su kaynaklarına ve yaban hayatına geri dönüşü zor zararlar verildi. Kuzey Ormanları’ndaki talan, köprüyle sınırlı değildi. Bir ÇED’i bile olmayan Kuzey Marmara Otoyolu için yüzbinlerce ağaç kesildi. Bağlantı yollarıyla kentin kuzeyi yapılaşmaya açıldı.
Üçüncü Havalimanı için “doğa katliamı”na devam edildi. Üç devlet bankasının dört yılı ana para ödemesiz, toplam 16 yıl vadeli olmak üzere 3 milyar avro kredi açtığı proje, dünyanın en önemli kuş yollarından birinin ortasına yapıldı ki, bu milyonlarca kuşun ölmesi anlamına geliyordu. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, bir soru önergesine verdiği yanıtta, üçüncü havalimanı için 2 milyon 330 bin 12 ağacın kesileceğini açıklamıştı.
İstanbul’daki dolgu alanlarının büyüklüğü yüzölçümü 2 bin 34 kilometrekare olan Heybeliada’yı geçti. Boğaz’a yapılan kazıklı dolgularla da kıyılardaki beton yollar genişletildi. İstanbul Boğazı’na 7 proje yapıldı ve Boğaz’da 266 bin 100 metrekarelik dolgu alan oluştu. Örneğin Yenikapı sahilinde yaklaşık 90 futbol sahasına tekabül eden 546 dönümlük alana yapılan dolgu çalışmalarına 2013’te başlandı. Dolgu, Tarihî Yarımada’nın siluetini ve ekosistemini bozdu ve yaklaşık 40 milyon dolara mal oldu.
İBB’nin çılgın projelerinin bir diğeri de Maltepe Sahili’nin doldurulması oldu. Dolguyla birlikte sahile büyük zararlar verildi, ortaya devasa rant alanları çıktı.
İBB ile Üsküdar Belediyesi’nce yapılan Üsküdar Meydan Projesi kapsamında, denizi doldurmak için bölgede kazık çakma işlemi gerçekleştirildi. Kazıklar nedeniyle, Mimar Sinan tarafından inşa edilen 500 yıllık Şemsipaşa Camii (Kuşkonmaz Camii) duvarlarında çatlaklar oluştu.
Üsküdar’daki doğal SİT alanı Küçükçamlıca Korusu’na televizyon kulesi yapımına Topbaş döneminde başlandı. 369 metre yüksekliğe sahip kule İstanbul’un ve Boğaz’ın silüetine büyük zarar veriyor. Mimarlar Odası’nın tüm uyarı ve itirazlarına karşı inşa edilen kule, kentin tarihî dokusuna hançer niteliği taşıyor.
İstanbul’un “kültürel merkezi” olan Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi, AKP ile birlikte şantiyeye döndü. Tarihî binaların rant için yıkıldığı cadde, betonlaştırılmış durumda. Topbaş’ın İBB’sinin caddenin tarihî dokusuna ilk müdahalesi 2005’te ağaçların sökülmesi ile oldu. Bu zamandan caddenin ve Beyoğlu’nun çehresi değiştirildi.
İstanbul’un meydanları tahrip edildi.
İstanbul’da kişi başına düşen kent içi yeşil alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na göre 7.57, İBB’ye göreyse 8.41 metrekare. Rant projeleri nedeniyle İstanbul’daki en küçük yeşil alan dahi betonlaştırılıyor. Şehrin birçok noktasında bir biri ardına gökdelenler yükseliyor.
Topbaş’ın İmar ve Bayındırlık Komisyonu’na yaklaşık 20 bine yakın dosya havale ettiğini düşününce, azalan yeşil alanlardaki sorumluluğu da açığa çıkmış oluyor. Plansız, programsız kent politikaları şehri betonlaştırdığı gibi, bilimsellikten de uzaklaştırdı. En ufak yağışta sellerin yaşanmasının nedeni de budur.
Sözü edilen kesitte; İstanbul’daki 121 gökdelenden 117’si AKP dönemde yapılmıştı.
‘Cushman & Wakefield’in ‘Avrupa Alışveriş Merkezleri Geliştirme Raporu’nun sonuçlarına göre, 2018’de Avrupa’da 2.6 milyon metrekare genişliğinde AVM açıldı. Açılan AVM’lerin 525 bin metrekaresi Türkiye’dendi.
2014’te 111’i İstanbul’da olmak üzere Türkiye genelinde 361 AVM bulunuyordu. 2019 Temmuz’u itibariyle bu sayı 432’yi buldu. Toplam AVM alanı da yaklaşık 7 bin futbol sahasına eşdeğerdi.
Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “İhanet ettik, dikey yapılaşmadan yana değilim,” dediği İstanbul’da İBB ve bakanlıklar, kentteki 76 mega proje için imar planlarını değiştirdi; ayrıcalıklı imar hakları tanıdı. Bununla da yetinmeyen şirketler, ayrıcalıklı imar haklarının kat kat üstüne çıktı. Şehir genelinde 12 milyon 400 bin metrekare fazladan inşaat yapıldı. Fazladan yapılan bu inşaatlardan tam 240 milyar 234 milyon 265 bin lira haksız kazanç elde edildi.
Evet İBB ve bakanlıkların kentteki 76 mega proje için imar planlarını değiştirdi ve ayrıcalıklı imar hakları tanıdı!
Bu kadar değil; işte birkaç örnek daha!
i) İBB’ye bağlı şirket tarafından işletilen kafe 538 yıllık surları tahrip etti. Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surların dibinde, Gülhane Parkı’nın içinde, İBB’ye bağlı Beltur tarafından işletilen Kandil Kafe’nin 538 yıllık surlara zarar verdiği ortaya çıktı. İstanbul 4 No’lu Koruma Kurulu, alanda kaçak yapılaşma olduğuna dikkat çekerek suç duyurusu yapılması gerektiğini belirtti. Kurul, “Telgrafhane binasındaki tarihi dokuya aykırı uygulamalar eski hâline getirilmeli. Can güvenliği önlemleri de alınmalı,” dedi.
ii) İstanbul’da boş ve yeşil alanlar yok denilecek kadar azaldı. Şehirdeki en yeşil alanlar ise mezarlıklar. Herkesin gözü kentin elde kalan son boş alanları ve kamu arazilerinde. Değeri her geçen gün artan bu alanlar aynı zamanda kupon arazi niteliğinde. AKP hükümeti şehirdeki kamu kuruluşlarına ait bu arazileri ya bir bir satıyor ya da yapılaşmaya açıyor. Askerî alanların şehir dışına taşınması kararıyla da birçok değerli araziyi bekleyen gelecek merak konusu. Yeşil kalacağı söylenen askerî alanların bir kısmı imara açıldı bile.
iii) İBB’de AKP’li meclis üyelerinin oylarıyla kabul edilen teklife göre, arsası uygun okullar yıkılacak, otoparkla birlikte yeniden yapılacak.
iv) Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu üniversitenin kiraladığı binaya kimse dokunamıyor. İstanbul’da yaşayan yurttaşların binalarına bir çivi çakmasına izin verilmezken Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’nin Esenler’de kiraladığı binaya çıkılan kaçak kat bir türlü yıkılamıyor. Esenler Belediyesi, kaçak kat hakkında yıkım kararı verdi ancak yıkım yapılmadı. Mülk sahibine verilen para cezası da mahkeme tarafından iptal edildi. Esenler Kaymakamlığı da belediye yetkilileri hakkında soruşturma yapılmasına bile izin vermedi. Esenler Belediyesi’nin meclis üyesi Kemal Şahin, “Üstelik binanın tam karşısında zabıta noktası var,” dedi.

“KANAL” MI?!

“Tabuta çakılan son çivi” ya da “Marmara için beka sorunu” veya “Mega Rant ve Soygun”, “İhanet”, “Amerikan projesi,” vurgularıyla betimlenip; “Ya Kanal, Ya İstanbul!” ikilemi ile tanımlanan “Kanal İstanbul!” rantsal ekonomiye dayanarak iktidara tutunan AKP’nin yeni tezgâhı…
Ekonomik kriz ve inşaat stoklarının eritilememesiyle inşaatta rantın azalmasından ötürü devreye sokulup, inşaat sektörünü “şaha’” kaldıracağı var sayılan “Kanal İstanbul” insan(lık)a, doğaya, İstanbul’a rağmendir…
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul’u yapacağız, inadına yapacağız,” ifadesinde somutlanan dayatmanın; emekçilere yıllar boyu sürecek bir yük getireceği; bugüne dek yapılan müşteri garantili köprü, otoyol, havalimanı, şehir hastaneleri ve enerji üretimleri hatırlandığında bir “sır” değildir!
Kaldı ki TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun, “Başka bir İstanbul daha yok”; “Kanal İstanbul’u, istemeyin”; Milletvekili Abdüllatif Şener’in, “10 milyarlarca dolar masraf olacak bir projedir. Yapılmasının hiçbir mantığı yoktur”; Fikri Sağlar’ın, “Türkiye için ‘Kanal İstanbul’ gereksiz bir projedir,” diye mahkûm ettikleri “Kanal İstanbul”, doğanın ve doğal kaynakların ekonomik kazanç için, şirketlere ve şahıslara hizmet vermek amacıyla katledilmesi olarak betimleniyor. Çünkü “Kanal İstanbul”, tekno-politik ve sosyo-ekolojik alan ile çevre politikalarının kesişip birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği politik bir projedir ve nihai kertede de işlevsizdir!
Hatırlatalım: “Kanal İstanbul”un gündeme geldiği 2011’de “Bu, soygun düzenini çılgınca sürdürecek bir projedir. Daha akılcı bir yol bulabilirsin. İstihdam yaratan, işyeri sahiplerine, KOBİ’lere atölyelere, fabrika sahiplerine yeni yeni istihdam oluşturabilecek imkânları verebilir ve bir işsize, bir aç insanımıza bir ekmek kapısı bulabilirsin. Bunlara kafa yoracağın yerde, akılcı politikalar üreteceğin yerde, çıldırmış bir toplumu çılgınca projelerle niye kandırıyorsun Sayın Başbakan?” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli AKP ile ittifakı sonrasında Kanal İstanbul’a karşı çıkanları “şuursuz ve gayri milli” olarak “suçlamış”tı!
Tarık Şengül’ün, “Milli projenin çıkış noktası ABD, varış noktası Katar!” biçiminde formüle ettiği hakikâti “Kısaca özetlemek gerekirse; New York’ta bir Dernek 23 sayfalık raporuyla, Michigan Üniversitesi’nde iki mimar 16 kişilik yüksek lisans öğrenci projesiyle, İstanbul’un kuzeyini ve finansman modelini şekillendirdiler. Alıcıların ise Katarlı olduğu anlaşılıyor. Olay İstanbul’da geçiyor. Yerli ve milli projenin ortaya çıkış hikâyesi böyle…”
Elbette bu hikâyenin arka planında boylu boyunca sermaye talanı yatıyor!
Örneğin “Kanal İstanbul” güzergâhında mülkiyet tartışmaları sürerken, bölgede Kuveyt devleti vatandaşı iş insanı Wael N Y Alnusef’ın şirketinin 53 dönüm, Suudi Arabistanlı iş insanı Sulaıman Al Muhaıdıb’ın da 9 dönüm arazi aldığı ortaya çıktı.
İBB Meclis üyesi Nadir Ataman “Nerdeyse bir arap kantonu kuruluyor. Kanal İstanbul’un etrafı rant pazarına dönmüş” tepkisini gösterirken; İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, proje güzergâhında en büyük arazisi olan 3 şirketin de Arap şirketi olduğunu açıklayıp, “2011’den bu yana arsa hareketi tam 30 milyon metrekareyi bulmuştur. Tarım alanı olan bu alanlara bu ilgi niye? Bölgede en büyük arazisi olan ilk 3 şirket de Arap şirketi. Bizden detay isterlerse paylaşırız,” diye ekledi.
Meseleye ilişkin bir şey daha: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, “Kanal İstanbul” güzergâhında yaklaşık 13 dönümlük araziyi Erdoğan’ın projeyi duyurduğu 2011’den bir yıl sonra satın aldı. Hâlen tarla vasfında olan arazinin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından “Kanal İstanbul” için değişiklik yapılan planda “konut alanı” sınırları içinde kalması dikkat çekti!
Özetle AKP’nin coğrafyamızda yarattığı yıkımların bir “yeni” örneği olarak “Kanal İstanbul”un maliyeti bilim insanlarının raporlarda net biçimde ortaya konmuş bir cinayetten başka bir şey değildir.
“Kanal İstanbul” projesi İstanbul’un giderek yok edilen su havzalarını ve ormanlarını neredeyse tümüyle ortadan kaldıracak. Ayrıca Kanal açılmasıyla yüz binlerce yılda oluşmuş deniz ekosistemi de yerle bir olacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Hayalim”, uzmanların ise “Bölgenin ekolojik dengesini bozar” dediği “Kanal İstanbul”a dair açıklanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) mega projenin İstanbul’u susuz bırakacağına dair görüşü yer almadı. DSİ’nin görüşü yerine, konuyla alâkâsız görüşü raporda konuldu! Yani DSİ’nin, “Kanal İstanbul”un “Terkos Gölü ve Sazlıdere Barajı’nı devreden çıkaracağına” dair görüşü, ÇED raporunda dikkate alınmadı…
Jeofizik Mühendisi, Sismoloji Doktoru Savaş Karabulut’un, “Kanal İstanbul projesinin ÇED raporu bilimsel bir yöntemle değil, öznel değerlendirmeyle hazırlanmıştır,” notunu düştüğü şaibeli “Kanal İstanbul”un ÇED raporunu hazırlayan Çınar Mühendislik ve Müşavirlik Şirketi de tartışmalıdır!
Söz konusu “Kanal İstanbul” ÇED raporuyla ilgili olarak Yüksek Çevre Mühendisi Sezer Arslan’ın hazırladığı inceleme notunda şu noktalara dikkat çekildi:
i) Günde 850 bin metreküp kazı yapılacak: Proje alanı 13 milyon metrekare olarak belirlendi. Buna göre projenin tamamlanması için en kısa süre 4 yıl olarak hesaplanırken, bu sürenin 7 yıla kadar çıkabileceği belirtiliyor. Bu durumda yıl içerisinde çalışılmayan süreler dikkate alınırsa günde ortalama 800 bin 850 bin metre küp kazı, nakliye ve denizle depolama yapılması gerekiyor. Bu boyuttaki kazı çalışması için açık maden ocaklarında çalışan devasa kazıcı ve kamyonların kullanılması gerekecek.
ii) Tarım ve su alanları kaybolacak: Proje alanında yer alan tarım arazileri, mera, biyoçeşitlilik alanları, içme ve sulama suyu alanları, özel orman alanlarının tamamı özelliklerini kaybederek hem uluslaslararası sözleşmeleri (Biyoçeşitlilik Sözleşmesi) aykırı davranılmış olacak hem de ulusal mevzuata (Anayasa, Su Kanunu, Mera Kanunu, Çevre Kanunu) aykırı işlem yapılmış olacak. Projeyle Gala Gölü Milli Parkı, Sazlıdere Barajı, Terkos Gölü etkilenecek.
iii) Günde 10 bin 965 kilogram patlayıcı: Proje kapsamında sökülecek malzeme miktarının 41,5 milyon metreküp olacağı ve her gün patlama yapılacağı belirtilirken, 1 delik için 45 kilogram patlayıcı kullanılması gerekiyor. Toplam 255 delik için günde toplam 10 bin 965 kilogram patlayıcı kullanılacak. Bu durumun deprem etkisi yaratabileceği belirtilirken, taşocaklarında bile en fazla 40-50 delik 36 kilogram patlayıcı kullanıldığı hâlde ciddi sorunlar yaşandığına dikkat çekildi. 5 yıl boyunca 20 milyon kilogram patlayıcı kullanılacak olmasının ciddi güvenlik sorunlarına da neden olabileceğine işaret edildi.
iv) Yılda 1.5 milyon litre yakıt tüketilecek: Projenin inşaat aşamasında kamyonlarda dizel yakıt kullanılacağı ve yılda 1 milyon 504 bin litre dizel yakıt tüketilmesinin öngörüldüğü belirtildi. Bu durum 5 yılda yaklaşık 7.5 milyon litre dizel yakıt kullanılması anlamına gelecek.
v) Günde 4 bin 250 kamyon seferi: Günlük 850 bin metreküplük kazı malzemesinin 200 metreküplük 400 kamyonla taşınması günde en az 4 bin 250 sefer anlamına gelecek. Açığa çıkacak egzoz emisyonları, toz ve trafik yükü olumsuzluklara neden olacak.
vi) 30 milyon metreküp su heba olacak: Kanal dolayısıyla Sazlıdere Barajı iptal olacak ve 30 milyon metreküp su kullanılmayarak heba olacak. Kanal kara parçasını ikiye ayırdığı için tüm isale hatları, elektrik, telefon, yol gibi altyapılar iptal olacak ve yeniden yatırım maliyetlerine ihtiyaç duyulacak.
vii) Karadeniz ve Marmara’ya etki edecek: Projeyle birlikte Karadeniz konteynır limanı 2.8 milyon metrekare, Marmara konteynır limanı ise 631 bin metreküp olmak üzere toplam 3.43 milyon metreküp alan doldurularak Karadeniz ve Marmara denizlerinin kıyı kenar çizgisine ve yüzey alanına etki edilecek.
Devamla…
Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi yetkilileri, söz konusu projeyle birlikte İstanbul’un havasının, suyunun, toprağının kirleneceğini belirtip, Karadeniz’in dibindeki toksik maddenin zararına ilişkin, “1.5 milyar metreküp kazı malzemesinden bahsediyoruz. Kazıp depoladığınız, canlıların sağlığını tüm jeolojik süreçler boyunca etkileyecek bir bombayı nereye depolayacaksınız?” diye sordular.
Karadeniz’in dibindeki toksik maddelerin başta arsenik olmak üzere uranyum, nikel açısından çok yüksek elementler içerdiğine dikkati çeken uzmanlar, “Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği limit değerler vardır, bu toksikleri onun üzerinde solursanız kesinlikle kanser olursunuz,” diyerek, “Depolanacak yer bir saatli bomba gibi çalışacak ve etrafını kirletecek. Tıbbi jeoloji diye yeni bir bilim var. Burada tıbbi jeolojiyle ilgili hiçbir öngörü yok,” uyarısını dillendirdiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “çılgın proje” diye tanıttığı “Kanal İstanbul”un ÇED raporuna sunulmak üzere olası tehlike ve riskleri ortaya koyan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı’nın (TÜBİTAK) görüşleri 14 maddede özetlenirken; ÇED raporunun ne kadar yetersiz olduğu gözler önüne serildi. Çok sayıda uyarının yer aldığı yazıya göre proje hayata geçerse Marmara Denizi oksijenini yitirecek ve deniz tabanı ekosistemi tahrip olacak.
Ama bu kadar da değil: Kentin yeniden üretimi, kent mega projeleri sadece rant meselesi değildir, muhalefeti de dağıtmak, işçi sınıfını kent dışına itmek, hem görünmez kılmak hem de kent merkezinde söz söylemelerine engel olmak gibi işlevleri vardır. Ayrıca mahalle kültürünü, yan yana gelişleri minimuma düşürmek, insanı çitleyerek daha fazla kendine, emeğine, çevresine yabancılaştırmak bir diğer boyutudur…
“Kanal İstanbul” diye önümüzde duran talan projesi ekolojik yıkımdır; ama önemli bir diğer mesele de söz konusu projelerin planlamasının ilan edilmesi ile birlikte oluşan, demografik değişimdir. Bölgede emlak fiyatlarındaki artış ve bu bağlamda oluşan hareketlilik yerel halkın tümden oradan sürülmesi ile sonuçlanmıştır!
İş böyleyken “Kanal İstanbul”un, gelişmeler zaman zaman değişiklik gösterse de, uzun süre kâbus gibi üzerimize çökeceğini görmek güç değil. Deyim yerindeyse projenin “ekonomik fayda”sı, orta çaplı bir savaşla eşdeğerdir.
Dünyada mega projeler hakkında yazılmış rehber niteliğindeki önemli kitaplardan ‘Mega Projects and Risk: An Anatomy of Ambition/ Mega Projeler ve Risk: Hırsın Anatomisi’nin yazarı -Oxford Üniversitesi’nden ekonomi profesörü- Bent Flyvbjerg ile arkadaşları, yapıtta gösterilmeyen riskleri ve abartılan getirileri nedeniyle mega projeleri “genetik olarak felaket eğilimli” olarak nitelendirir.
Bu felaketler, doğayı tahrip ederken, iklim krizinin etkilerini artıran, pek çok canlının yaşam alanlarını yok eden, insanların ve diğer canlıların yerinden edilmelerini tetikleyen, devletleri ve şirketleri finansal krize sokan ya da bütçelerini sarsan felaketler olarak sıralanabilir.
Flyvbjerg’e göre, mega projeler öylesine büyük bir “sorgulanamama” kisvesi altına sokulur ki, projelerin görkeminden, büyüklüğünden, sağlayacağı iş imkânlarından, finansal kazançlar başta olmak üzere getireceği faydalardan bahsedilerek, sorgulanması neredeyse imkânsız hâle getirilir.
Nasıl bir hesaplamaya dayandığı bile belli olmayan bir argümanla, kanaldan gerçekleşecek gemi geçişlerinden yılda 8 milyar dolar kazanç elde edileceği gibi…
Bu projelerin gündemde olduğu sırada devreye giren lobicilik ve siyasi nüfuz ile muhalifler suçlu yerine konulurken, nepotizmle güçlü çıkar gruplarına imtiyazlar tanınır. Bu projelerin neden olduğu ciddi toplumsal muhalefetle ya da çatışmalarla karşı karşıya kalan iktidar, kapalı kapılar ardında kendi bildiği gibi iş görür, yurttaşların öneri ve itirazlarına kulaklarını tıkar.
Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin bu projelerden yararlanacağı yolundaki en büyük yalanın üstüne diğer yalanlar inşa edilir.
Projeden elde edilecek faydalar saymakla bitmezken, projelerin maliyetleri hep azımsanır, bu projeler, çok büyük oranda öngörülen maliyette ve zamanda bitirilemediği gibi, bitirildiğinde de öngörülen maliyetin çok üzerinde tamamlanmış olur.
İktidarın etkin biçimde kullandığı kamu-özel işbirliği ortaklığı ile yapılan yatırımlara Temmuz 2018’de “Kanal İstanbul” da eklenmişti. 75 milyar liraya mal olacağı söylenen ancak proje başladıktan sonra bunun iki üç katına çıkabileceği belirtilen proje için finansman nasıl bulunacak, akıllardaki soru bu.
Nitekim, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nda 2018’de hazırlanan resmî sunumda “Kanal İstanbul”un toplam maliyetinin 20 milyar dolar olarak göründüğü ortaya çıktı.
Elbette ekonomik olduğu kadar çevresel ve toplumsal maliyetler de hep azımsanır. Hatta öngörülen riskler azımsandığı ve olduğundan daha küçük gösterildiği gibi maalesef öngörülemeyen riskler de, hiç ama hiç hesaba katılmaz. Bu ötelenen, önemsenmeyen, hiç hesaba katılmayan riskler genellikle hem ekolojik hem de ekonomiktir.
Mesela, AFAD’ın bir anda “Kanal İstanbul” güzergâhından geçen deprem fay hattı olmadığını açıklaması gibi… Oysa Marmara’nın deniz tabanındaki fay hattına dair daha geçtiğimiz yaz onlarca açıklama yapıldı.
Ekonomik birtakım düzmece hesaplamalarla kâğıt üzerinde yaratılan mega projeler, gelecek nesillerin omuzlarına yük olarak bırakılıverir. Hazine garantileri verilen, kamu kaynakları devreye sokulan bu israf projeleri, vergi ödeyen yurttaşların parasını, yurttaşa hesap vermeden hortumlar.
XXI. yüzyılda mega projeler adı altındaki aşırılıklar, ilerlemenin, teknolojik gelişmenin, modernliğin, kalkınmanın aracı gibi sunulan istismar projeleridir.
“Kanal İstanbul” projesi, kanal güzergâhındaki arazi ve konutların ağırlıklı olarak Arap sermayesine peşkeş çekilmesinin ötesinde, iki denizi birleştiren kadim bir kentin kırsalındaki yurttaşların yerlerinden sürülerek nüfus yapısının değiştirilmesinin, simgesel yapılarla, konut projeleriyle İslâmîleştirilmesinin, ülkeye pazarlanacak arsa muamelesi yaparak tarihinin yok sayılmasının pratiğe geçirilme çabasıdır.
Geleceği tasarlayamama, geçmişle bağı koparma, akademik, bilimsel bilgiyi yok sayma, kenti tehlikeli bir yere doğru sürükleme hamlesidir.
Nitekim, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un “Kanal İstanbul” bölgesinde ranta izin vermediklerini ve bundan sonra da vermeyecekleri yönündeki açıklamasına kargalar bile güldü. Oysa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, kanalın güzergâhında bulunan 30 milyon metrekarelik arazinin el değiştirdiğini, en çok arsa satın alan ilk üç şirketin de Arap sermayeli olduğunu açıkladı… Özetle bu proje bir şekilde gerekli şartlar oluşturulsa, yatırımcı ve finansman bulunsa da, bulunmasa da bir “win-win/ kazan-kazan” değil, Erdoğan iktidarı ve çevresindeki inşaatçı rant ağaları için “lost-lost/ kayıp-kayıp” projesidir.
Ve nihayet dediklerimizi toparlarsak…
Jeoloji Mühendisleri Odası (JMO) İzmir Şubesi Başkanı Alim Murathan, projenin İstanbul’a zarar vereceğinin akademik araştırmalarla ortaya konduğu vurgusuyla; “Rant ekonomisi oluşturuldu ve çok derin yapısal kriz söz konusu. Bu kriz bugün saray rejiminin krizidir,” derken; jeoloji mühendisi Ali Esen Arpat da, Türkiye’nin doğayı koruma adına birçok uluslararası sözleşmeye imza attığını hatırlatarak, iktidara “İmza attığınız sözleşmelere göre suçlusunuz,” diye eklediği koordinatlarda; hatırlatmadan geçmek ol(a)maz: “Kanal İstanbul” sadece İstanbul halkının değil, gerek yaratacağı büyük çevre sorunu, gerek 110 milyarı aşan bütçesinin eninde sonunda emekçilerden çıkarılacağı hasebiyle ve yanı sıra Montrö’yü tartışılır hâle getirdiği için 82 milyonu doğrudan ilgilendiriyor.
Özetle “Kanal İstanbul” hepimizi ilgilendiren bir soru(n)dur ve yeni saflaşmaları gerektirecek kadar önemli sonuçlar doğuracak bir girişimdir. o
18 Mart 2021, İstanbul.

 

 

 

Market broşürü serbest, 1 Mayıs bildirisi yasak
“Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark!”

1 Mayıs’a 15 gün kala “pandemiyle savaş” adı altında yeni “uygulamalar” devreye konuldu.

İstanbul başta olmak üzere Denizli, Aydın, Artvin ve Kocaeli’nde sticker yapıştırmaktan pankart asmaya, basın açıklaması yapmaktan imza kampanyası yapmaya bir dizi eylem yasaklanarak “önlem” alındı virüsü önlemek için.

Covid-19 işçi sınıfı hastalığı hâline gelmiştir, o hâlde “pandemiyle savaş” sınıf savaşıdır.

Su götürmez gerçekleri tekrarı pahasına bir kez daha, bir kez daha vurgulayalım.

Ne bir maskeyi düzgün dağıtabildiler, ne aşıyı rantsız elde edebildiler. Dağıtacakları kolonyayı da yalnızca kendileri kokluyor gibidir.

Ne çarklar durdu milyonlarca insanın yaşaması için, ne futbolculardan önce öğretmenler aşılandı.

Ne sağlık emekçilerine düzgün ekipman verebildiler, ne esnafa “sadaka” dışında bir şey.

Açlık-hastalık cenderesinde nefes almaya çalışan milyonlara verdikleri “askıda ekmek”in ekmeği gitti askısı kaldı.

Alışveriş yaptıktan sonra aldıklarını evine sokmadan dezenfekte eden bile pandemiyle daha ciddi savaşıyor, annesini babasını bir yıldır kapı eşiğinden selâmlayan bile önlemlerini daha ciddiye alıyor.

“Bizim için alınan önlem yoksa; aşılanmamış kollarımızla çarkları durdururuz”

Yukarıdaki slogan bizim değil. Almanya’da en son Amazon depolarında çalışan işçiler artan vakalara karşı 48 saatlik “iyi ve sağlıklı çalışma grevi” yapmıştı, slogan Almanya işçi sınıfına aittir, katılıyoruz.

Sağlık emekçileri 28 gün tam kapanma önermektedir. Bunun dışındaki hiçbir önlemin “pandemi önlemi” olamayacağı kabul edilmelidir.

Eğer ki pandemiyle savaş ciddiyetle, disiplinle yürütülecekse, iş başa düşmektedir.

Büyük bir özveriyle bir yılı aşkındır emek harcayan sağlık emekçileri hastahaneleri kendi yönetimine almalıdırlar. Sendikalar gerçekten “hayatta kalmak değil yaşamak” istiyorlarsa genel grevi örgütlemelidir. “Yapamayız” bir bahane olmayı geçmiştir.

Disiplin isteyen, onların Bakan’ı molozların üstünde telefonla konuşurken, iğneyle kuyu açar gibi çalışan Somalı madencilere baksın.

Cesaret isteyen, sokağa; özel yasaklamalara rağmen “Çaldıklarınızı alacağız, korkun yine geleceğiz” diyen Migros depo işçilerine baksın.

İrade isteyen, memleketin her bir yerinde filizlenen direnişlere baksın, Newroz meydanlarına, 8 Mart’lara baksın.

Tüm coşkumuzla 1 Mayıs’ı örmeye, ne yapıyorsak üstüne koya koya daha fazlasını yapmaya!

Önümüzdeki 12 gün boyunca, kamu kurumları hariç her türlü toplantı yasak. Ticari bildiri, bülten, afiş dışında her türlü propaganda faaliyeti yasak. Yani ‘devlet erkanı’nın açılış yapması, toplantı yapması serbest, market broşürü, pideci el ilanı dağıtmak serbest ama 1 Mayıs bildirisi dağıtmak yasak, 1 Mayıs’a çağrı açıklaması yapmak, 1 Mayıs’ta meydanlara çıkmak yasak.

Pandemi önlemleri ya herkese vardır ya da yoktur. Bu durumda demek ki, herkesin uymak zorunda olduğu bir yasak da yoktur.

Saray için tehlikeli olanın Covid-19 olmadığı açıktır. 1001 odanız da olsa, TV’sinden muhalefetine hepsi de sizin olsa, bir kıvılcımdan korkan bir avuç asalaksınız hepi topu.

Öyle ya 1 Mayıs’tan 15 gün önce, balkonlardan sarkıtılan pankartları, duvara asılan afişi bile yasaklayacaksınız ama açık açık “128 milyar dolar nerede” diye sormayı, “İstanbul Sözleşmesi Bizimdir” demeyi “1 Mayıs’ı” yasaklıyorum bile diyemeyeceksiniz, bu, ne zavallı bir bünyeniz var demektir. Biz açıkça söyleyelim, hapı yutmuşsunuz, gidicisiniz.

İşçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar bu 1 Mayıs’ı coşkuyla örmeye başladılar, elbette onların yapamadığı kadar ciddiyetle önlemlerini de alarak.

Bizler bu 12 gün boyunca, pankartlarımızı asmaya, afişlerimizi yapıştırmaya, stickerlarımızla duvarları süslemeye, bildirilerimizle tüm emekçileri talepleriyle 1 Mayıs’a çağırmaya devam edeceğiz.

Yani her taraf kendi görevini, ne yapıyorsa onu yapmaya devam edecek.

1 Mayıs’ın çok coşkulu, kitlesel geçmesi mümkündür.

Üstelik Taksim Meydanı ve Gezi Parkı 1 Mayıs’a gelecek on binlerce kişinin “pandemi koşullarına uygun” bir şekilde bile sığabileceği kadar büyüktür.

Seslerimizi birleştirmeye, direnişi yaymaya ve büyütmeye, Birleşik Emek Cephesi’yle 1 Mayıs’a!

18 Nisan 2021

 

Kadınlar artık ön safta…*

“Korkularına boyun eğen

özgürlüğüne sırt çevirir!”[1]

Geçen gün sosyal medya hesabımda iki fotoğraf paylaştım. Biri 1968’den: polisle karşı karşıya gelen öğrenciler. Genellikle “Cesaret” hashtag’i ile paylaşılıyor. Fotoğrafta ön saflarda 68’in devrimci gençleri seçilebiliyor. Ellerinde coplarla dikilen polislere saldırmamak için kendilerini ve birbirlerini güç engelliyor görüntüsündeler.

Günümüzün devrimci gençleri fotoğraftaki eksikliği anında fark edeceklerdir. Göstericiler arasında hiç kadın yok…

Sevinerek belirteyim ki bu eksiklik artık giderildi. Paylaştığım ikinci fotoğraf 2020’li yıllardan. Sanırım geçen yılın 25 Kasım’ından: polis barikatını zorlayan kadınlar… Çoğu kadın olan polislerin kalkanlarını itekliyorlar. Bu kez polisin plastik mermi ve göz yaşartıcı gazla tahkimli olduğunu biliyoruz.

Evet, bu topraklardaki direnişin cinsiyet dengesi, sevindirici biçimde değişime uğruyor. 1970’lere dek çoğunlukla erkek olan direniş aktörlerinin yanısıra, artan sayıda kadın, hatta kadın yığınları, direnişin her yerinde, ajitasyonda, propagandada, barikatlarda, grevlerde, mitinglerde, sosyal medyada gövdelerini sürüyorlar ortaya.

Üstelik bu coğrafyamıza özgü bir durum değil sadece.

Pandemi öncesinde, 2019’un bir başkaldırı yılı olduğu sıkça vurgulandı. Pandemi nedeniyle ortalık kısmen durulmuş olsa da, 2019’da dünyanın dört bucağında milyonlarca insan sokaklardaydı: Paris’ten Lübnan’a, Hong Kong’dan Sudan’a…

Kadınlar bu direnişlerin ön saflarında yer aldılar; gözlemcileri şaşırtacak bir etkinlik sergilediler. Yanısıra, kendi gündemleri ve özgün talepleriyle doldurdular alanları, polis barikatlarını zorladılar.

Yakından baktığımızda kadınların taleplerinin üç bölgede üç alanda yoğunlaştığını görüyoruz: emek, beden, kimlik…

Emeğe ilişkin talepler, özellikle de neoliberal kapitalizm koşullarında Güney ülkelerini istila eden çokuluslu şirketlerin neredeyse boğaz tokluğuna dayanılmaz koşullarda çalışmaya mahkûm kıldığı Güneydoğu Asyalı kırsal kökenli genç kadın işçilerden yükseliyor… Bangladeş, Vietnam, Hindistan, Endonezya, Kamboçya gibi uluslararası giyim markalarının ucuz emek depolarında çoğu kırsal kökenli kadın işçiler, sefalet ücretleri, berbat çalışma koşulları, iş güvencesi (Güneydoğu Asya ülkelerinde kadın işgücünün yüzde 75’i informel sektörde çalışıyor) ve işyerlerinde hakaret ve tacizlere karşı birçok ülkede sokaklara döküldüler. Asya ülkelerinde formel işlerde çalışan işçiler için dahi asgarî ücretler asgarî bir geçim için gerekli olan gerçek ücretlerin kat be kat altında: örneğin Oxfam verilerine Bangladeş ve Sri Lanka’da bir kişinin asgarî koşullarda yaşayabilmesi için gerekli olan ücret 250 Euro dolaylarındayken asgarî ücret 50 Euro. Çin’de asgarî ücret 160-170 Euro dolaylarında seyrederken, asgarî geçim için gereken miktar 370 Euro dolaylarında. Güneydoğu Asyalı kadınların yüzde 75’inin asgarî ücretlerin de altında bir gelirle informel sektörde istihdam edildiğini düşündüğünüzde tablonun vahimliği de, Güneydoğu Asyalı kadın işçilerin ayaklanmasının nedenleri de açığa çıkar.

Bedene ilişkin talepler ve protestolar, her yıl binlerce kadının kırıma kurban gittiği Latin Amerika kıtasından yükseldi. Dünyada aile içi şiddet vakalarında en büyük pay, bu kıtanın: dünyadaki aile-içi şiddetin yüzde 81’i, altı Latin Amerika ülkesinde, Brezilya, Peru, Meksika, Arjantin, El Salvador ve Bolivya’da yaşanıyor.[2] Yalnızca 2019 yılında Brezilya’da bir yakını/partneri tarafından öldürülen kadın sayısı: 1326. İkinci sırada 943 kadın cinayetiyle Meksika yer alıyor; üçüncülük ise 571 cinayetle Kolombiya’da. İşin korkunç yanı, bu cinayetler nedeniyle pek az erkeğin cezaevine girmiş olması… Aile içi şiddet vakaları ise hemen tümüyle cezasız kalıyor. Pandemi koşullarında bu şiddetin katlandığı, kadın cinayetlerinin zirve yaptığı kaydediliyor. Kadınların öfkesi boşuna değil.

“Kimliğe ilişkin” olarak tanımlayabileceğimiz talepler ise, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan, büyük ölçüde İslâm coğrafyasından yükseliyor. İran’da, Sudan’da, Lübnan’da, Cezayir’de, Ürdün’de, Irak’ta, Tunus’ta onbinlerin katıldığı gösteriler iktidarları sarsarken kadınların ön saflarda olması dikkati çekiyordu.

İslâm coğrafyasının kadınları, kamusal alanda özgürce boy gösterebilecekleri, dört duvar arasına mahkûm kılınmayacakları, yaşamlarını kendi ellerinde biçimlendirebilecekleri seküler ve eşitlikçi siyasalar talebiyle ayaktalar. Geçtiğimiz 8 Mart’ta (2021) Cezayir’in başkenti Cezayir’de kadınlar ellerinde “Kutlamaya değil, rejimi değiştirmeye geldik,” pankartlarıyla sokaklardaydı, örneğin.

Dünyanın üç coğrafyasından kadınların yükselttikleri bu talepler, sınıf perspektifinden kalkınan bir kadın hareketi için iki bakımdan önemlidir. Bunlardan ilki, bu taleplerin, “kurumsal/resmî feminizm”in (BM, IMF, DB gibi uluslararası kurumların “feminizm”i) savladığı üzere “geri kalmışlık”la, “modernleşme eksikliği” ile alâkâsı olmadığı ve her birinin neoliberal kapitalizmin yol açtığı imha koşullarıyla doğrudan ilişkili olması.

Bu, ağırlıklı olarak Güneydoğu Asya’dan yükselen emeğe ilişkin talepler için yeterince açık: Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin getirdiği devinim kolaylığı içinde emeğin ucuz, bol ve örgütsüz olduğu güney ülkelerine yönelen ÇUŞ’lar “kadınlara istihdam yaratıyoruz” güzellemeleri ardında kırsal kökenli genç kadın emekçileri, ayda 30-40 dolar dolaylarındaki ücretlerle sefalet koşullarına mahkûm ederken, servetlerine servet katıyorlar.

Latin Amerika’daki kadın katliamlarının gerisinde, ülkeleri yoksullaştıran, sosyal politikaları tarumar ederek kaynakları yağmalayan, suçu, özellikle de uyuşturucu ticaretini uluslararası bir sektöre dönüştüren, zengin-yoksul uçurumunu derinleştiren ve kadınları desteksiz bırakan aynı politikalar yatıyor.

Ve nihayet, İslâm coğrafyasında, yükselen emperyal güçlerin nüfuz alanını genişletme, kaynaklar üzerindeki denetimi tekeline alma rekabetinde etnik ve dinsel çatışmaları körüklemesi, fırsattan istifade tırmanışa geçen İslâmi burjuvazilerin (İhvan tipi örgütlenmeler bunun tipik örneğidir) önlerinin bu yolla açılması, kadınların yaşamlarını cehenneme çeviren gelişmeler oldu. İhvan tipi örgütlenmeler güç ve mevzi kazandıkça kadınların kamusal varoluşları daraltıldı, yaşamları üzerindeki baskılar yoğunlaştı.

Kadınların bu üç küresel “Ya Basta”sı, bir şeye daha işaret ediyor. Kadınların arzuladıkları değişimin topyekûn toplumsal değişim tahayyülünün ayrılmaz bir parçası olduğunun ve mevcut sömürücü-tahakkümcü sistem yani kapitalizm değişmedikçe taleplerinin gerçekleşemeyeceğinin ayırdına giderek daha fazla varması. Bu nedenledir mücadelelerini giderek diğer muhalefet hareketleriyle entegre etme eğilimini sergiliyorlar artan ölçüde.

Gelelim coğrafyamıza… Bu ülkede 12 Eylül darbesinin emek temelli muhalefeti ezmesinin ardından kadınların mücadelesi, iki ana hattan ilerleyebildi: Emek temelli talepleri ikincilleştiren, kadın mücadelesini sınıfsal bağlamlardan soyutlanmış bir “patriyarka” hedefine yönelten ve kadınların ezilmesinden erkekleri sorumlu tutan ve daha çok kentli, eğitimli orta sınıf kadınlara seslenen ikinci dalga feminizm… Ve özellikle 90’lı yıllardaki düşük yoğunluklu iç savaşın itimiyle insan hakları mücadelesi alanını da temellük eden Kürt hareketi. Kürt hareketinin saflarına katıldıkça kadınlar hem Türk devletinin hem de iç gericiliğin baskılarına güçlü bir karşı koyma sergiler oldular. Böylelikle Kürt coğrafyasında etkileyici bir kadın özgürlüğü hareketi gelişti. 2000’li yıllarda feminizmle buluşan ve giderek kendini feminist terimlerle tanımlayan bir hareket…

(Kuşkusuz gerek feminizm gerekse Kürt hareketi “kimlik” vurgulu, tanınma talepli hareketler. Ya da en azından, postmodern yönelimin muhalif hareketleri etkisine almasından bu yana, böyle bir dönüşüm yaşadılar. Bu nedenle, aralarında kesişim alanları kadar, gerilim alanları da mevcut. Bir bakıma Kuzeyli versiyonlarda rastladığımız “ezen/ezilen feminizmleri” çelişkilerinin bu coğrafyada da yaşandığı öne sürülebilir: ABD’de “beyaz feminizmi”, “Latino feminizmi”, “Afro-feminizmi”, giderek “yerli feminizmi” gibi, özellikle ezilen grup mensubu kadınlarının kendi etnik aidiyetleri ile ezen grup aidiyetini ayırt etme ve muhalif de olsa, “beyaz” hegemonyaya teslim olmama tutumundan söz ediyorum…)

İşçi sınıfı hareketinin yer yer kımıldanmakla birlikte istikrar gösteremediği 90 ve 2000’li yıllarda kadın mücadeleleri böylelikle hem doğuda hem de batıda, feminizmin varyantları çerçevesinde gelişti. Batıda erkek şiddeti, doğuda devlet şiddeti başat devindiricilerdi.

2002’de iktidara gelen AKP’nin önceleri düşük profilde seyreden, ancak yıllar geçtikçe radikalleşen siyasal İslâmcılığı, bu coğrafyada kadın hareket(ler)i için hem yeni tehditleri, hem de yeni alanları temsil etmektedir.

Tehditleri: AKP iktidarının dünya görüşü kadınların emek, beden ve kimliklerinin sıkı bir eril denetime tabi olması gerektiğine yönelik İslâmcı kabullerden beslenmektedir. AKP aileci, ahlâkçı bir partidir. Onların indinde kadınların aile dışında müstakil bir varlık göstermeleri caiz değildir. Birincil görevleri kocalarına ve çocuklarına yöneliktir. Bir başka deyişle, esas olarak yeniden üretimle yükümlendirilmişlerdir, üretimdeki (ve tabii siyasetteki, toplumsal alandaki) varlıkları talidir.

Kadınların AKP gerçeğiyle ilk sert karşılaşmaları sanırım kürtaj tartışmalarında yaşandı. Roboskî katliamının dumanı tüterken, Tayyip Erdoğan’ın “Her kürtaj bir Roboskî’dir” vecizesiyle 2011’de başlattığı tartışmaları kürtajı fiilen uygulanamaz hâle getiren düzenlemeler izledi.

Ardından kötü şöhretli “kızlı-erkekli” tartışmaları, kadın ve erkek öğrencilerin aynı ev ya da yurtlarda kalmasına yönelik “ahlâksızlık” imaları güvenlik güçlerini birer ahlâk zabıtasına dönüştürürken, imam-hatip ya da cemaat çıkışlı her boyda bürokratın borularını öttürdükleri okullarda, devlet dairelerinde, sokaklarda kadınların giyim-kuşamlarına, eteklerinin boyuna, özel yaşamlarına daha fazla müdahil olduğu bir ortama doğru açıldı.

Kadın-erkek eşitliğini kabul etmediğini, kadının esas görevinin analık olduğunu her fırsatta dile getiren bir başbakan (ve devlet başkanı) döneminde kadın istihdamı, kadınların kamusal alandaki varlığı her geçen gün biraz daha daraltılır, kadına yönelik şiddet her geçen gün tırmanırken, iktidarın kadınlara vurduğu son darbe, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme oldu… Her gün birkaç kadının kocaları, babaları, sevgilileri, eski ya da mevcut partnerleri tarafından katledildiği ve devletin kadın cinayetlerini, tecavüz ve tacizleri kovuşturma ve cezalandırmadaki aşikâr gönülsüzlüğünün gözler önünde olduğu bir ortamda, bu pimi çekilerek kadınların arasına atılmış bir bomba oldu.

Öte yandan, AKP ricalinin Sözleşme’den çekilmeyi “haklı göstermek” için öne sürdüğü LGBTİ+ argümanları, farklı cinsel yönelimlerin bundan böyle bu ülkede yaşam hakkı olmadığını iktidarın ağzıyla tescillemiş oluyordu.

AKP siyasal İslâm’ının kadınların bedenlerine ve kimliklerine doğrultulmuş bir silah olduğunun yaşanarak anlaşılması, kadınların politizasyonunu hızlandırdı, cesaretlerini arttırdı, sokaktaki varlıklarını daha görünür ve daha kararlı kıldı…

Ancak bir şey daha oldu. AKP döneminde işçi sınıfı sömürüsünün sınır tanımaz hâle gelişi “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar”, özellikle de genç, taşeron işçileri hızla radikalleştirecekti. İmalat sektörüne inşaat, hizmet sektörleri eklendi; her yerden pıtrak gibi işçi direnişleri bitmeye başladı.

Ve bu genç, örgütsüz, düşük ücretli, güvencesiz, taşeron işçilerin direnişlerinde kadınlar öne atıldılar. Novamed’de yakılan ateşi diğerleri izledi: Tekel, Desa, Flormar, Paşabahçe, Sinbo…

Bir başka deyişle, neoliberal-İslâmcı AKP iktidarı, kadınların emek, beden ve kimliklerine topyekûn bir meydan okumaya denk düşmekte. Kadınların buna tepkisi ise, daha bütünlüklü ve sınıf mücadelelerinden soyutlanmamış bir karşı duruş sergilemek olmalı.

Kadın hareketinin, yakın döneme dek sınırlı olduğu “Batı’da orta sınıf, Doğu’da Kürt” makasını aşma olanakları artık ortada. Varoşlara, fabrikalara, atölyelere doğru açılan bir hareket ise, yeni aktörleri çağırıyor: kadın mücadelesiyle sınıf mücadelesi arasındaki çözülmez bağların bilincinde, devrimci, sosyalist kadınları.

Kadın hareketi bir kez daha dünyayı emekten yana dönüştürme savaşımıyla buluştuğunda, özgür, onurlu, insanca bir yaşamın tohumları serpilmiş olacak…

25 Mart 2021, İstanbul.

[*]    Sosyalist Kadın Hareketi’nin 28 Mart 2021 tarihinde zoom üzerinden düzenlediği “Kadınlar: Yetti Artık! Êdî Bese! Ya Basta!” başlıklı söyleşine yapılan sunum.

[1]    Horatius.

[2]    https://reliefweb.int/report/brazil/double-pandemic-gender-based-violence-latin-america-and-early-experience-women-during

 

Bir dalkavuğa kaç sultan düşer ya da “İnsan Hakları Eylem Planı” Saray Rejimi’ni kurtarır mı?

Magna Carta, 1215 yılında imzalanmıştı.

Bizim, Saray Rejimi altında, Mart 2021’in başında “insan hakları eylem planı” adlı bir belgemiz, Saray Rejimi’nin “başı”, her şeyin başı, cumhurbaşkanı, başbakan, Varlık Fonu başkanı, baş komutan, reis, hatta “allahın tüm sıfatlarını üzerinde taşıyan” adam, futbol federasyonu başkanı ve damadın kayınbabası tarafından, açıklandı.

Damadın kayınbabası, TV kameralarının zorunlu yayını içinde, adına “insan hakları eylem planı” denilen bir belge açıkladı.

Saray Rejimi çok yorulmuştur. Sadece “metal yorgunluğu” değil bu. Bu ruhlara kasvet çöktüren, ellerin ve ayakların işleyişi ile başın işleyişini birbirinden koparan bir “yeni tarz” yorgunluktur. Bu açıklamada da bu yeni tarz yorgunluk görünüyor.

Boğaziçi öğrencileri, üniversitelerine atanan kayyum rektörün, aslında intihal yaptığını, yani başkalarının ismini, kaynağını açıklayarak bildirmesi gereken görüşleri, “kopyala-yapıştır” metodu ile kendi çalışması olarak sunduğunu ortaya koydular. Ama bu, yani bu çalma işi, sadece Bulu’ya ait bir “buluş” değil.

Kopyala-yapıştır o kadar yaygınlaştı ki, Saray Rejimi’nde, herkes bu yolla iş yapıyor. Artık, Saray Rejimi’nde çalışmak yok. Onun yerine, bir çeşit dalkavukluk öndedir. Dalkavuk, sultanın hoşuna gidecek şekilde, o ne istiyorsa ona uygun davranır. Hoşuna gitmeyecek bir “gerçeği” reise söylemek, belki azarlanmak, belki rütbe kaybı, belki tutuklanmak, belki de dayak yemek anlamına gelmektedir. Bu durumda, dalkavuklar ordusu gelişir.

Çok sayıda dalkavuk, dalkavukluğun kendine has bir zekâsı olduğunu ispat ederek, hoşa gidecek şeyleri söylerler ve kopyala-yapıştır tarzında bir çalışma tuttururlar.

Dalkavuklarla sürekli ilişkide olmak, onlarla her gün muhattap olmak zordur. Damadın kayınbabasının da bir sınırı var. Bu nedenle, onun adına, bazıları, sultan temsilcisi, damadın kayınbabasının temsilcisi olarak devreye sokulurlar. Mesela Altun, mesela Yiğit Bulut, mesela Mehmet Uçum vb. Bunlar, aslında dalkavuklarla sultan arasında bir yerde konumlanırlar. Yani bir taraftan bakınca sultandırlar, bir taraftan bakınca dalkavuk. Sultan olmadıkları zaman dalkavuklukta çığır açarlar, ama dalkavuk olmadıkları zaman ise tam birer sultan hâline gelirler.

Diyelim ki bir yere rektör atanacak, ona listeyi getiren dalkavuk, az önce bu listeyi aldığı kişilerin karşısında sultan olmuştur ve listeyi böyle sunmuştur. Diyelim, yeni “Kânûn-ı Esâsî” yazılacak, bunun öncesinde bir Magna Carta gereklidir. Dalkavukların karşısına sultan olarak çıkmış olan baş dalkavuklar, sultanı memnun edecek metni yazın emrini verirler. Ama nerede? Böylesi bir sistem yok, kendi kelimelerini kullanarak bir metin yazacak adam yok. Çünkü ya sultan beğenmezse, alimallah falakaya bile çekebilir. O zaman bu metin, en iyi bildikleri metotla, hırsızlama ile yapılmalıdır. Öyle yaparlar. Magna Carta’dan kopyala-yapıştır, Kânûn-ı Esâsî’den (Osmanlı döneminde, Abdülhamid’in ilan ettiği anayasa) al yapıştır, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden al yapıştır. Diyelim, işler ters gitti ve beğenilmedi, “efendim Sultan Abdülhamid Kânûn-ı Esâsî’de böyle yazdırmıştı” diyebileceksin, efendim “Magna Carta’dan aldım bu satırları, İngilizlerin hoşuna gider diye” diyebileceksin.

Çok dalkavuk, bir sultan devri artık bitti. Sultanı temsilen sultanlar ve giderek sayıları azalan dalkavuklar var. Öyle ki, sultan adına daha çok sultan olanlar, daha az dalkavuk istiyorlar. Güvenilir dalkavuk bulmak artık zorlaşmıştır. Çan eğrisi gibi, önceleri dalkavuk sayısı, “hizmetinizdeyiz” diyerek artıyordu. Ama işler ters gitmeye başladı, Saray’a mart karı yağmaya başladı ve şimdi “beni sağlık sorunlarım nedeni ile görevden affedin efendim” dönemidir. Bu nedenle, Saray’da sultanların sayısı artmakta, dalkavuk, eskisi kadar bol bulunamamaktadır.

Saray’ın hâli budur.

Dönelim, “insan hakları eylem planı”na.

Bir iktidar, muktedir, 20 yıldır ülkeyi yönetmektedir ve sanki, iktidara adaymış gibi, sanki bir siyasal program sunarmış gibi, sanki eli kolu bağlı imiş ve bu söylediklerini yapmasının önünde engel varmış gibi, kamuoyuna bir “insan hakları eylem planı” niye sunar?

Saray’a girmesi gerçekleşmemiş, Saray kapısında el-etek öpmekle ünlü Barolar Birliği Başkanımıza sorarsanız, size dalkavukları utandıracak kadar rezil bir açıklama sunacaktır. Diyor ki, bu belge, “yıldızlara erişmemizi sağlayacak.” Feyzioğlu, bir taşla iki kuş vurmak isteyen cinsinden bir dalkavuk. Göze girebilmek için, damadın kayınpederine, “aya sert iniş yapacağız” programı ile, aynı zamanda, “insan hakları eylem planı”na destek verecek bir açıklama sunuyor. İhtimal ki, damadın kayınpederi, kendisinin de asla inanmadığı bu iki açıklamayı birleştirerek savunan bu dalkavuğu “aptal” diye nitelemeyecek. Zayıf ama ihtimal dahilindedir. Daha yüksek ihtimal ise, damadın kayınpederinin, çevresindeki sultan parçalarına dönüp, “bu adama bir sadaka verin, iyi çıkışlar yapıyor” demesidir.

Feyzioğlu, aslında, damat ile ilgili, son derece etkili bir savunma videosu yayınlasaydı, geleceği daha garantili olabilirdi. Ama ne yapsın, sultanın aşkı onu kör etmiştir ve bu körleşmenin tedavisi, bacakların arkadan birleştiği yerden bir tekme yiyene kadar, yoktur.

Sahi bu “insan hakları eylem planı” niye yayınlanmıştır?

Saray Rejimi, muhalif midir, yani iktidarda başkaları var da, Saray’dakiler bunlara karşı mıdırlar?

Sanıyorum ki hayır. Amaçladıkları bu değildir.

Peki, “bir sonraki seçimi kaybetmektedirler ve onu kazanmak için mi” bu belgeyi yayınlamışlardır? Böyle ya da buna yakın düşünenler olduğu için, tırnak içindekiler tam bir alıntı olmasa da tırnak içine alınmıştır. Bu soruya da “evet” diyemeyeceğim. Bir sonraki seçim, bugünden yolları belli olan bir durum değildir. Olup olmayacağı bile belli değildir. Kaldı ki, ülkemizde bugün yaşanan bir şeyin iki haftadan fazla gündemde kalması pek mümkün değildir.

Gündemi değiştirmek için mi yaptılar? Biraz belki. Biraz çünkü CHP ve İYİ Parti’nin “allah müstahakını versin” tarzındaki muhalefeti bir yeni anayasa hazırlığı içinde idi ve Ocak-Şubat aylarında halka sunulacaktı. Onlar bunu geciktirdiler. Çünkü Saray böyle istemiştir. Onların muhalefeti, Saray’a değil, Saray için muhalefettir. Böyle olduğundan, “insan hakları eylem planı”, bir gündem değiştirmeye yaramış, “muhalefet”in anayasa çalışmalarını açıklamasını önlemiş olabilir. Ama bu sadece nedenin “birazı”dır.

Elbette, yeni anayasa gibi bir konu da gündemlerinde yok. Mevcut anayasayı, yasaları iplemeyen bir iktidarın, “yeni” diyeceği anayasa ne olabilir ki?

Esas olarak bu çalışmanın yayınlanmasının amacı, devletin resmî sitelerine konulan İngilizce metinden de anlaşılacağı üzere, gazetecilerin AB yetkililerine “umudunuz var mı” diye bu yeni açıklama hakkında fikir sormasından da anlaşılacağı üzere, bu açıklamalar AB için yapılan açıklamalardır.

TC devleti, kendi anayasasını askıya almıştır. Bağlı olduğu uluslararası sözleşmeleri, son AİHM’in Demirtaş ve Kavala davalarına ilişkin kararlarında olduğu gibi kaale almamaktadır.

Kendi anayasasını rafa kaldırdığında AB, bir şey söylemeyebilir. Ama uluslararası sözleşmelere uyulmaması durumunda, AB, yaptırımları devreye sokacaktır. Mart ayının ikinci haftası, bu açıdan önemli bir tarihtir ve TC devletinin yeni Magna Carta’sı, bu nedenle Mart başında ilan edilmiştir. TC devleti, AB’ye bağlılık sözü vermektedir ve doğrusu AB, bunu açıkça istemiş olmalıdır.

AB, bir tek bu sözlerle “tutum” değiştirecek midir? Evet, bu sözler kadar. Bu sözler sahtedir onların tutumları da sahtedir. Bu sözler, onların duymak istedikleridir ve onlara da şimdilik bu lazımdır.

ABD ve AB arasında gelişmekte olan yeni “anlaşma” ile Rusya ve Çin’e karşı sert adımlar atılacaktır. Bunun için, ABD tetikçisi olarak iş gören Saray Rejimi’nin, şimdi AB-ABD ittifakı için, NATO için ilave görevler alması gereklidir.

Yani bu metin, AB ve ABD hattından gelen telkinlerle yazılmıştır. Ne isteyenler buna inanacak ne de kameralar karşısında okuyan. Her şeyi sahte olan bir metindir bu. Damadın kayınbabasının, bunu anlamadığını sanmak yanlış olur. Zaten, Damat, ilişkileri sayesinde, bu bilgilere çoktan ulaşmıştır.

Böyle olunca acaba Saray Rejimi kurtulur mu?

Hızlı gittik biraz, ilk soru, damadın kayınbabasının iktidarı daha yıllar yıllar sürecek duruma gelir mi?

Kanımızca gelmez. Damadın kayınbabası için yollar açık değil. Falcılara başvurmuş mudur bilmiyoruz. Bizim gördüğümüz, daha çok Bahçeli’ye başvurmaktadır. Bahçeli’nin evine gerçekleşen ziyaretler, damadın kayınbabasının falının iyi olmadığını gösterir.

Peki, ya Saray Rejimi kurtulur mu, bu “insan hakları eylem planı” Saray Rejimi’ni kurtarır mı?

Bu soruya da yanıtımız hayırdır.

Damadın kayınbabası ile Saray Rejimi’nin kaderi birbirinin içine girmiştir.

AB ve ABD, bir ortak planla hareket etmeye başlarsa, bu durumda TC devletinden alınacak olanlar bir hayli fazladır. Bunu yapmak için, AB ve ABD’nin, sakin davranmak istedikleri açıktır. Rusya’ya karşı savaş, Çin’e karşı savaş naraları atanların, TC devletine bu doğrultuda roller verecekleri bellidir. Ama bunun öncesinde, bir hamleleri olmaması düşünülemez.

Üstelik bizim görüşümüze göre, Saray Rejimi’nin kaderi, sadece AB ve ABD’nin elinde de değildir. Tersine, sokaklara taşan özgürlük arayışının, gelişen sınıf mücadelesinin bu konuda belirleyici söz hakkı olacağı kesindir.

Bu nedenle, Saray Rejimi, saldırılarına ara vermeyecek, hız verecektir. Bunu biliyoruz. Bunun için tekrar tecrübe etmeye ihtiyaç yoktur. Kürt devrimine ve Batı’daki işçi hareketine, devrimci harekete karşı saldırıları süreklidir. Ve tüm bu saldırılara rağmen, halkın tepkisi artmaktadır. İşçi ve emekçilerin, gençlerin ve kadınların tepkisi giderek gelişmektedir. Bu nedenle Gezi, kâbusları hâline gelmiştir.

Biz, işçi ve emekçiler, Kürtler ve diğer halklar, kadınlar ve gençler bu masalımsı açıklamalara inanmayacak kadar akla ve birikime sahibiz. Her gün coplanan, her eylemde kuşatılan, her gün TOMA’larla karşı karşıya kalan, her gün hakları yenilen, her açıklamasının karşısında devletin polisi, savcısı dikilenler ve tüm bunlara karşı direnişi sürekli sürdürenler, artık masallarla kandırılamazlar.

Sokakları özgürleştirmedikçe, haklarımızı ellerimizle koparıp almadıkça, cehennemde yaşayacağımızı biliyoruz.

Biz işçiler, biz emekçiler için, ekmek, adalet ve özgürlük, birbirinden kopmaz hâlde birleşmiş durumdadır. Biz işçi ve emekçilerin devletten herhangi bir beklentisi yoktur. Biliyoruz ki, kirli ellerini ne cebimizden ne soframızdan, ne canımızı almak üzere boğazımızdan çekmeyecekler. Tersine, o elleri ancak biz, ancak ve ancak zorla koparıp atabiliriz.

Yel ekiyorlar fırtına biçecekler

Saray Rejimi, Gergerlioğlu’nun milletvekilliğini düşürdü, ardından da, 21 Mart Pazar sabahında, Gergerlioğlu’nu, direnişini sürdürdüğü meclis odasından pijamaları ile gözaltına aldılar. Saray Rejimi, HDP saldırılarını, Bahçeli ayarı ile yapıyor. Bahçeli, Cumartesi tweet attı ve Meclis Başkanı, kendisinin de artık bir anlamı olmayan görevini yürütme işini Bahçeli’ye bıraktığını ispat edercesine, polisi içeriye davet etti. Polis, Gergerlioğlu’nu, vahşet sahneleri arasında meclisten götürdü.

Açıkça, şunu söylüyorlar: Eğer İslamcı bir geleneğin varsa, direnişe katılmayacaksın. Yağma, rant, savaş ekonomisinin bir parçası olacaksın. Müteahhitlere hizmet edeceksin, iktidarı eleştirmeyeceksin, mazlumun yanında olmayacaksın, haksızlıklara karşı çıkmayacaksın. Kısacası, insan olmayacaksın.

Gergerlioğlu, insan olmayı reddetmedi, bu nedenle direndi.

HDP’nin kapatılması davası da böyledir.

Açık olarak, Saray Rejimi, ABD ve AB onayı ile, Barzani eksenli bir Kürt hareketini kurabilmek için, katliam politikaları yürütüyor. Doğu’da ve Batı’da, direnen herkese “düşman” hukuku içinde azgınca saldırıyorlar.

Bizim liberallerimiz, bize masal okuyan liberal solcularımız, ABD ve AB’den “insan hakları” adına yardım beklemektedir. Oysa tüm bu saldırılar, onların izni ile gerçekleşmektedir. İsteyen, 12 Eylül ile ilgili belgelere baksın, Biden, 12 Eylül darbesinin ABD adına görevlilerinden biridir. Biden, Obama döneminin IŞİD’i yaratmaktan sorumlu adamıdır, yanında Bayan Clinton vardır. Bugün Suriye ve Irak’ta akan her kanda, her gözyaşında, Biden ve AB liderlerinin elleri vardır.

HDP’nin kapatılması davası, dünyanın gözü önünde gerçekleşmektedir. Ve öyle AB ya da NATO ya da Batı değerleri gelip kimseyi kurtarmayacaktır. O Batı değerleri, işte Bahçeli ve Erdoğan’dır. O Batı değerleri, işte dünyanın her yerindeki katliamlardır. O Batı değerleri, insanlığın yüzyıllardır çektiği acılardır. O Batı değerleri, sömürgeciliğin maskelenmiş hâlidir. Dünyanın her yerindeki katliamda, her yerindeki “terör” eyleminde parmakları vardır. Ellerini kirletmezler, IŞİD gibi çeteleri kullanırlar ve sonra karşılarında bir direnişçi gerilla grubu gördüklerinde, onu “demokratik” olmamakla suçlarlar. Yeryüzündeki tüm modern sorunların yaratıcısı, kaynağı, bu Batı ittifakıdır, emperyalist efendilerdir.

Bir yandan solcu-liberal “aydın”larımıza gelip, Erdoğan’ı eleştiren AB-ABD yetkilileri, gerçekte Erdoğan da dahil, Saray Rejimi’nin gerçek mimarlarıdır.

Binlerce insan içeride tutukludur. Birkaç tane daha olsa, bizim cephe ne kaybeder? Hiçbir şey. Ama bize her yeni saldırıdan sonra, “acınası” ve kurnaz gözlerle bakıp “allah sizi Erdoğan’ın elinden kurtarsın” zikirleri yapan Batı değerlerinin savunucularına her inandığımızda, elimizde, aklımızda ne varsa onu da kaybediyoruz.

TBMM, zaten anlamsız, gerçekte yok olan bir yerdir. Artık, burjuva egemenliğin apış arasını örten bir yaprak rolü bile görmemektedir. TBMM’den Gergerlioğlu’nu atmak, aslında, bu gerçeği, TBMM’nin bir iradesinin olmadığını, değil ki millet iradesinin merkezi olmak, kendine ait bir iradesinin olmadığını göstermektedir.

Burjuva muhalefet, CHP ve İYİ Parti ya da düzenden yana olup da Saray Rejimi’ne muhalif olan kim varsa, parlamentonun hiçbir hükmü olmadığını açıklamalıdır. Birazcık namusu olan bunu yapar.

Anayasa diye bir belge, kâğıt üzerinde vardır ve çoktan rafa kaldırılmıştır. O kadar ki, Saray Rejimi, kalkıp bize “yasalara uyacağız” anlamına gelen bir reform vaadi sunmaktadır ve AB-ABD bunu alkışlamaktadır. AB-ABD ile Saray Rejimi arasında bir yeni anlaşma vardır. “Ölmesine göz yumulamayacak kadar değerli” müttefik Türkiye, S-400’lerin ortadan kaldırılması, Libya ve Suriye’de yeni görevler üstlenmesi, İran’a karşı savaşa girmesi koşulu ile, “içeride her türlü şeyi yapmaya” yetkilidir. İşte anlaşma budur. Yeter ki göçmenler AB’ye gelmesin, yeter ki uluslararası sermayenin istekleri yerine gelsin, yeter ki borçlar ödenesin, yeter ki NATO görevlerini sorunsuz yerine getir, bunları yaptıktan sonra, ister Kürt katliamı yap, ister kadına şiddet uygula, ister Ayasofya’yı cami yap, ister kayyum politikası uygula.

Aynı anda, Saray Rejimi, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırdı. Bu sözleşmenin iptalinin “yasalara uygun” olup olmadığını tartışmak artık oyalanmaktır. Bu sözleşmenin ilk imzacısı Türkiye’dir ve bizzat Erdoğan’dır. Bugün bu sözleşmeyi ortadan kaldırınca, yasaları takmıyorsa, bu ilk kez olmuyordur herhâlde. Koca koca isimler TV kanallarına çıkıp, “aslında bu yok hükmündedir” diye buyuruyorlar. İyi de, bu ilk mi? İlk kez mi yasalar çiğneniyor? İlk kez mi hukuk dışına çıkılıyor?

KADEM, Cumhurbaşkanının kızının da yöneticisi olduğu dernek, şu açıklamayı yapmıştır: “İstanbul Sözleşmesi kadına şiddetle mücadele için önemli bir girişimdi. Geldiğimiz noktada zemininden koparılmış ve toplumsal bir gerilim öznesi haline dönüştürülmüş durumda. Verilen fesih kararını da bu gerilimin bir neticesi olarak görüyoruz.”

Yani KADEM diyor ki, aslında kadın eylemleri olmamış olsa idi, bu gerilim olmayacaktı. Yani, eğer Cumhurbaşkanı’na itaat ederseniz, eğer Saray Rejimi’nin önünde eğilirseniz, o zaman o sizi korur. İşte size tehdidin bir başka biçimi.

Demek, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasının nedeni, bu sözleşmenin uygulanmasını isteyenler imiş.

Aynı açıklamayı, Fatma Betül Sayan Kaya’nın açıklamalarında bulmak mümkün. Hanımefendi, İstanbul Sözleşmesi gerilime yol açtı, “Ankara sözleşmesi” yapalım, diyor. İstanbul Sözleşmesi bir AB belgesidir ve uluslararası hukuk açısından önemlidir. Zaten, kadına karşı şiddeti, normal olarak her ülkede bir suç olarak gören yasalar olmalıdır. İyi ama, konu da budur, cinayetler, ev içi şiddet, ev dışında şiddet ve bunların, devlet tarafından bizzat teşvik edilmesi söz konusudur. Kısacası, bu cinayetler politiktir.

İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını isteyenler gerilim yaratmıyor. Tersine, gerilimin kaynağı bizzat Saray’dır. Saray, devlet, açıkça kadına karşı her türlü saldırıyı teşvik etmektedir. Bu sadece tarikatların işi de değildir. Bu erkek egemen bir ideolojinin ürünüdür ve kökleri oldukça gerilere uzanır. Ama Saray Rejimi, açık olarak, kadına karşı her türlü şiddeti teşvik etmektedir.

Gerilimin kaynağı, bizzat bu şiddet ve bunun karşısında Soylu’sundan Bahçeli’sine, Ayasofya imamından İsmail Ağa tarikatına, Erdoğan’ından adalet bakanına, polisinden savcısına, hakimine kadar devletin aldığı tutumdur.

KADEM, utanmadan, İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını isteyenleri suçluyor. Tamam, korkuyorsunuz ve iktidarı, Saray’ı, devleti suçlayamıyorsunuz, bari susun.

Tüm bunlar göstermektedir ki, Saray Rejimi, tüm yönlerden, toplumsal muhalefetin tümüne azgınca saldırmaktadır. Bu saldırılarda, hukuk vb. gibi kaygıları yoktur. Yıllardır Kürt halkına karşı, kirli bir savaş yürütenler, yıllardır Suriye’de işgalci ve yağmacı olarak var olanlar, şimdi, Batı’da da bu savaşı devreye sokmuşlardır.

Yel ekmektedirler.

Fırtına biçeceklerdir.

Şimdi bu saldırganlığın ana nedenini doğru görmek gerekir. Saray Rejimi ayakta durmakta zorlanmaktadır. Saray Rejimi çürümenin itirafıdır. Saray Rejimi, bu ülkede sosyalist devrimin zamanının geldiğinin açık kanıtıdır.

Tüm halklar, mücadeleyi yükseltmelidir ve bunu yaparken, Balkanlardan Kafkaslara, Ortadoğu’ya kadar tüm bölgede mayalanmakta olan devrime gözünü dikmelidirler.

İşçi sınıfı, emekçiler, artık kendi örgütlenmelerini geliştirmeli, çetin mücadelelere hazırlıklı olmalıdır. Özgürlük, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hayali ne kadar güçlü bir hayal ise, bunun için mücadele de o kadar çetin olacaktır.

Kadınlar, bugüne kadar yarattıkları mücadelenin etkilerini görmelidirler. Bu etkiler, İstanbul Sözleşmesi’ni bir süs bitkisi olarak rafa kaldırmanın mümkün olmadığını göstermiştir. Siyasal iktidar, bu nedenle, sözleşmeyi uygulamak istemediği ve bu konudaki taleplerin önünü almak istediği için, sözleşmeyi feshetmiştir. Bu, AB’ye şikâyet edilerek çözülecek bir süreç değildir, değildir çünkü zaten onların gözü önünde olmaktadır ve AB, tüm emperyalist güçler, alacakları ile ilgilidir, kadınların, işçilerin, gençlerin hakları ile ilgili değildir. Birleşik, daha örgütlü, daha cesurca bir mücadele gereklidir. Kadınların kendilerini savunma hakkı, yasalarla bağlı değildir, olmayacaktır. Adaletleri, hukukları budur. Kadın cinayetleri karşısında “daha çok erkek ölmekte” diye bir açıklama yapan iktidara karşı, her yol ve araçla mücadele etmek meşrudur, zorunludur.

Gençler, artık kayyum rektörlerden bıkmıştır. Öyle ise, hiçbir yasaya bakmadan, hiçbir hukuk tartışmasına girmeden, kendi üniversite yönetimlerimizi kurmalıyız. Bunun devamı vardır: Sağlık emekçileri hastahanelere fiilî olarak el koymalı, işçiler fabrikalara el koymalıdır.

Artık, onların kanunları rafa kaldırdığını biliyoruz. Öyle ise, biz kendi kanunlarımızı yaratmalıyız.

Yel ekiyorlar.

Korkudan saldırıyorlar ve saldırıları artık azgıncadır.

Ama fırtına biçecekler.

Saray Rejimi; iktidarda kalma “ihtiyacı” ama hepsi bu değil

Biz Saray Rejimi diyoruz.

Saray Rejimi, sadece baskı ve şiddeti ifade etmiyor. Her burjuva devlette baskı ve şiddet vardır ve doğrusu, bunun “dozu”, sistemin oturmuşluğu/oturmamışlığı konusunda bir fikir verir. Yoksa “doz” arttı diye, burjuva devletin niteliği değişmez. Özetle, Saray Rejimi, baskı ve şiddetin artan ölçüsünü ifade etmekle sınırlı değildir.

Saray Rejimi, aynı zamanda, burjuva devlet çarkının “olağanüstü” koşullara göre ayarlanmasıdır da.

Buna, lütfen, sömürge bir ülke olduğumuzu ekleyin. Yani, “bağımsız” bir ülke olmadığımızı. Bu durum, gelişen ve giderek daha da fazla sıcak çatışmalara gebe hâle gelen emperyalist paylaşım savaşımını hatırda tutmamızı sağlamalıdır. Böyle olunca, emperyalist güçlerin her biri, kendine göre ve kendisi için alan açacak hamleler yapmaktadır. Ve bu demektir ki, devletin çözülmesi, “olağanüstü” hâl ile birleşmektedir.

Bu duruma elbette Kürt devrimini ve Gezi Direnişi ile başlayan devrimci arayışı koymanız gerekir.

TC devleti çözülmektedir.

Sistem, çürümüştür ve buna uygun olarak ayakta durmak için her şeyi yapmaktadır.

Emperyalist efendiler, elbette ki “cumhurbaşkanlığı-başkanlık” çorba sistemini istemişlerdir. Onlar onay vermeden, ABD ve AB anlaşmadan, NATO onay vermeden bunlar olmaz. Burada ABD’nin belirleyici olduğu kesin. Öyle ise, sanki tüm bu Saray Rejimi, Erdoğan ve onun etrafındaki oligarşinin kararı imiş gibi sunulamaz. En çok Saray Rejimi’nin savunusunu yapan Burhan Kuzu, tahminen ileride bizi şaşırtacak bir şekilde ölmüş bulunmaktadır. Kuzu’nun tasfiye edildiğini söylemek abartı olmaz.

Hepsi birbirine benziyor, Kuzu gidiyor Uçum geliyor ama konuşmalar aynı, mantıktan, iç tutarlılıktan yoksun, kara propaganda içerikli ve her anlamda tuhaf açıklamalar. Çünkü, Saray Rejimi, başka türlü savunulamaz, tek savunma yolu, kara propaganda, ele avuca sığmayan anlamsız cümleler, biri diğerini boşa çıkartan açıklamalar.

NATO onay verdi, ama bazı detaylar, elbette “Muslim Brothers” çerçevesinde, bazı detaylar ise müteahhit çetesi ile akçeli ilişkiler içinde vb. değişmiştir. O kadar da yetkisi olsun Şahsım ve çevresinin.

Bu rejime “tek adam rejimi” demek, elbette mümkündür, ama işin özünü yansıtmaz. Sadece ve sadece görüntüyü ifade eder ve aslında devletin karakteri hakkında hiçbir şey söylememiş oluruz. Ne NATO bağlarını, ne uluslararası sermayeyi, ne de her koşulda sisteme desteğini esirgemeyen tekelleri görmemizi sağlar. Tersine bunları örter. Oysa bu bir burjuva iktidardır ve çokça yazıldığı gibi, oy aldığı esnaf kitlesine bakarak “küçük esnafın partisi AK Parti” değerlendirmelerindeki gibi sığ bir yaklaşımla, bu burjuva iktidar olma özelliği örtülmemelidir.

Bu devlet, tekelci polis devletidir ve bugün Saray Rejimi, olağanüstü hâl ile ayakta duran bir rejimdir.

Devletin bu durumu bir “güçsüzlük”tür.

Ama bu, devlet gücünün ortadan kalktığı anlamında değildir. Birçok “okumuş yazmış” insan, devletin güçsüzlüğünden söz ettiğimiz zaman, hemen devletin “kendi kendine yıkılacağı” hissine kapılmaktadır. Bu doğru değildir. Hiçbir burjuva devlet, kendi kendine yıkılmaz. Onu, ancak ve ancak işçi sınıfı ve emekçiler yıkar.

Bu minvalde eklemek gerekir ki, hiçbir burjuva devlette “demokratikleşme”, öyle masa başında konuşarak, yeni anayasa vb. hazırlayarak sağlanmaz. “Demokratikleşme”, ancak işçi sınıfının iktidar kavgasının, zafere ulaşmamış, ama yenilmemiş hâli olabilir. Yani, o çok korktukları ve tüm burjuva partilerin kimyasını bozan Gezi Direnişi gibi direnişler, onun çok daha örgütlüleri olmadan, “demokratikleşme” diye bir şey olamaz. Efendileri, Erdoğan’ı oradan indirirse, onun yerine daha kötüsünü koyarlar.

“Gelen gideni aratır” sözü, aslında, halkın seyirci kaldığı, sadece izlediği değişiklikler için geçerlidir. İzleme ile “demokrasi” gelmez, izleme ile hak alınmaz. Sokağa çıkacaksın, örgütleneceksin, çatışacaksın, halkı yanına alacaksın, o zaman bir kazanım elde edilir.

Bugünkü rejimin nasıl bir rejim olduğu konusunda son dönemde arayışlar artmıştır. Yerindedir. Son olarak rejimin “patrimonyal sultanlık” olarak adlandırılmasına tanık olduk. Kesinlikle, “tek adam rejimi” değerlendirmelerinden çok daha iyidir. Ama aynı zaafları taşımaktadır.

Osmanlı sultanlarından Abdülhamid’e öykünmekte olan Erdoğan, tıpkı sultanlar gibi kural tanımamaktadır. Aklına eseni kanun diye ilan etmektedir. Ama galiba, bu bir tekerrür ise, şu sözü hatırlamak yeterli olacaktır: “Tarihte büyük olaylar ve kişiler iki kere oynarlar; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi.” Aslında burada olaylar tekerrür ediyor olabilir. Abdülhamid ile Osmanlı’nın dağılması bir trajedi ise, bugünkü bir komedidir.

Emperyalist paylaşım savaşımı, tüm coğrafyamızda, yani Kafkaslardan Balkanlara ve oradan Mısır’a kadar tüm coğrafyamızda, tarihi sanki 1900’lerin başına çekmiş gibidir. Elbette bunun ana nedeni, paylaşım savaşımıdır. İkinci Dünya Savaşı, “pür” paylaşım savaşımı değildir. Faşizme karşı direniştir ve eğer SSCB yenilmiş olsa idi, arkada bekleyen paylaşım savaşımını görmüş olacaktık.

Öyle ise, yeni paylaşım savaşı ile tarihin Birinci Paylaşım Savaşımı’na kadar yay gibi gerilmesi “normal” karşılanmalıdır.

Buradan hareketle, Cumhurbaşkanlığı sistemini, “patrimonyal sultanlık” olarak adlandırmak, iyi bir gönderme yapmak anlamında hoş bir kavramlaştırma olur. Ama yine, Türkiye’nin sömürge bir ülke olması, ABD’nin askerî kontrolüne rağmen AB’nin ekonomik gücünün önde olması gibi noktaları es geçer, bu bir. İki, bu “patrimonyal sultanlığın”, tekellere hizmet konusundaki maharetleri görmezlikten gelinir. Böylece, devletin içi boşaltılarak, salt teknik bir mekanizma olarak ele alınması durumu ortaya çıkar.

Kaldı ki, Abdülhamid’in başındaki taç, Osmanlı ailesinin “mülkiyet hakları”ndan gelmekteydi. Oysa yeni Sultan Erdoğan’ın başına geçirilen, uluslararası sermaye ve yerli tekeller tarafından geçirilen bu taç, öyle bir nesnelliğe sahip değildir, daha çok “oyuncak” sayılmalıdır. Sultan Abdülhamid bir despot idi, her şeyden korkmakla başladı, en son gölgesinden korkmaya başladı. Bu açıdan, Erdoğan, ona benzer. Ama Erdoğan’ın efendileri, Abdülhamid’inkilerden oldukça farklıdır. Erdoğan çok iyi biliyor ki, BOP eşbaşkanı olmak, o sahte tacı başına takmak, aslında köle olmaktır. Efendilerinin kölesinin, Türkiye toplumunda bir “peygamber” olarak sunulması, tekelci hakimiyet ilişkileri altında anlam kazanır. Abdülhamid’in Osmanlısını savaşta yenmeleri ve paylaşmaları gerekirdi, oysa Erdoğan’ın başına geçirildiği TC devletini paylaşmak için bir anlaşma yeterlidir, efendiler kendi aralarında henüz anlaşamadığı için bu paylaşım süre almaktadır.

Bu açıdan Erdoğan, eğer mutlaka birisine benzetilecekse, Saddam’a benzetilebilir. Ve emin olunuz ki, eğer halkın direnişi ile, bir devrimle Saray Rejimi yıkılmayacaksa, Erdoğan’ı en başta kendi destekçilerine yem ederler.

Bu nedenle Saray Rejimi kavramında ısrarcıyız.

Bu rejim, uluslararası tekellerin, ülkemizdeki sermayenin “yağma-rant-savaş ekonomisi”ne uygun olarak organize edilmiştir.

Emperyalist güçlerin arasındaki paylaşım savaşımı arttıkça, her biri, kendi çeteleri ile, parçalı bir iktidar oluşturmuşlardır. Bu nedenle, Erdoğan’ın ancak belli konularda bir rolü vardır. Bir bütün olarak Saray Rejimi, Erdoğan ile özdeş gibi görünse de, arada son derece kuvvetli bağlar olsa da, durum böyle değildir.

Şimdi bu rejim, ömrünü uzatmak istemektedir. Bu kesindir. Erdoğan’ın çıkarına uygundur. Onun etrafındaki, dar çetelerin çıkarına da uygundur, mesela müteahhitlerin vb. Ama tekellerin bugün çıkarına uygun olsa da, bu biçimde uzun bir yol yürünemeyeceği konusunda farklı düşündükleri açıktır.

Bu nedenle, Erdoğan, Biden ile başlayan sürece ayak uydurmaya çalışıyor.

Sanki, gizli bir IMF programı uygulanır gibi hareket ediyor ve böyle yaptıkça, tekellerden, sermayeden alkış alıyor. Zaten, sermayenin çıkarlarına, hiçbir biçimde dokunmamıştır. Tüm bunlar, ömrünü uzatmak içindir.

Ama diğer yandan, halka dönük baskı ve şiddet, karartma ve yalan politikası, artık sonuç vermiyor.

Erdoğan ve dahası Saray Rejimi, işin böyle süremeyeceği konusunda ciddi endişelere sahiptirler. Erdoğan iktidarını uzatmak istiyor, ama öte yandan, Saray Rejimi’nin de devam etmesi isteniyor. Burjuvazinin bir bölümü bunu açıkça istiyor. ABD, bunu açıkça istiyor. Ama bunun devamı olanaklı değildir. Erdoğan’ın cebini doldurma politikaları, artık işin sürekliliğine engeldir. Bölgemizdeki gelişmeler, işi zorlaştırmıştır. Dahası halkın tepkisi, düşürülebilir bir noktayı çoktan geçmiştir.

Burjuva muhalefet, muhalefet etmeye korkarak, “parlamenter sisteme” dönüşten söz ediyor. Ama bu konuda o kadar korkaktırlar ki, bunu yapmak için Erdoğan’ı, Saray’ı ikna etme peşindedirler. Yemin billah ederek, “vatan haini” olmadıklarını ispatlamak, “terörist” olmadıklarına Saray’ı inandırmak istiyorlar.

Saray’ın saldırılarının yeterince korku yaratamadığı dönemlerde CHP ve İYİ Parti devreye giriyor: Sokağa çıkmayın çünkü bunlara saldırı şansı vermiş olursunuz, eylem yapmayın çünkü size saldıracaklar vb.

Bu noktada, burjuva cephede farklı görüş ve arayışlar olduğu açık. Ama henüz bir sonuca, bir anlaşmaya varmış değildirler.

İktidar, Saray, bu koşullarda saldırılarını daha da artırmaya yöneliyor. Zira başka çareleri de yoktur.

Milletvekillerinin milletvekilliğinin düşürülmesini istiyorlar. Böylece, ara seçim yapacaklarmış vb. Aslında, hilekârın bugün ne hile ile meşgul olacağını anlamak üzerine kurulu bir “analiz” seferberliği var.

Saray Rejimi’nde, parlamento yoktur.

İster yenisini yapsınlar ister eskisi olsun, anayasa, yoktur.

Parlamento, apış arasını örten bir kurum bile değildir. Hiçbir işlevi kalmamıştır. Siyasi parti olarak AK Parti ya da MHP yoktur. Bunların da varlığı tartışmalıdır. Saray Rejimi bu yükleri taşımak istemiyor.

Saray Rejimi’nde yargı, polis kuvvetinin, kolluk kuvvetinin bir uzantısıdır. Mahkemeler, burjuva anlamda bile işlevli değildir.

Tekelci polis devletinde, devlet çarkının önemli bir uzantısı olan basın, sadece yönlendirme aracı değildir, sadece manipülasyon aracı değildir, aynı zamanda gözetleme, izleme ve infaz etme aracıdır da. Yargı, Saray basınının emirlerine göre hareket etmektedir.

Doğrusu, tüm bunların çıplak gözle görülebildiği rejimdir Saray Rejimi. Tekelci polis devleti, genel olarak bunları gizleyebilecek mekanizmalar üretebilir. Ama olağanüstü koşulların olağan hâle geldiği bugün, bu olanaklı değildir.

Şimdi, HDP milletvekillerini hapse atmaktan söz ediyorlar. Daha önce de yaptılar. Şimdi yeniden meclise fezlekeler getiriyorlar. Cumhurbaşkanı, “eller kalkar iner” diye fetva veriyor. Aslında, bir rolü de kalmamış meclise açık bir hakarettir bu, ama anlayan kim? İşte size “meclisin iradesi”! Ne irade ama, Erdoğan ne diyorsa onu yapan bir irade.

Tüm bunlar, Saray Rejimi’nin ayakta kalma manevralarıdır. Bilinmesi gerekir, tüm bunların ardında ABD ve AB vardır. Öyle, Erdoğan’ın despotluğunu ABD’den ve hatta AB’den ayrı tartışmak kolaycılığı artık işe yaramaz. ABD, açık olarak, Kürt hareketinin, “korunmak üzere kendisine teslim olmasını” istemektedir. Bunun için TC devletine “sen saldır” diyor, diğer yandan da “sığınma yollarını” açık tutuyor. Garê operasyonu da budur. Operasyon, çok net olarak ABD emri ile, NATO’nun göz yumması ile yapılmıştır.

Konumuza dönersek, mesele açıktır. Anayasayı takmayan bir Saray Rejimi var. Yasaların bu anlamda bir önemi de yoktur. Tekeller ve uluslararası sermaye, iş dünyasının korunması konusundaki hassasiyetin kendilerine yettiğini beyan etmiş durumdadır. Öyle ise, hangi “yasa” ya da hangi karar üzerinden tartışma yapılabilir ki?

Açıkça, biz işçiler, biz devrimciler ilan ediyoruz: Yasalarınızı takmayacağız. Yeridir, mesela evde elektronik kelepçe uygulamasına uymayacağız. Aldığınız hiçbir karar meşru değildir. İşçi ve emekçilerin yaşamlarını, çıkarlarını savunma hakları vardır ve bu sizin yasalarınızla bağlı değildir.

Yani, bundan böyle mesele açıktır: Saray Rejimi oradadır ve karanlık ve baskı ile saldırmaktadır.

İşçiler ve emekçiler, özgürlükten, adaletten yana olanlar, yağmaya, ranta, savaş ekonomisine karşı olanlar buradadır.

Her taraf, kendi yasalarını uygulayacaktır.

Saray Rejimi’ni korku sarmıştır.

CHP ve İYİ Parti, bu korkuyu halka bulaştırmak isteyen Saray Rejimi’nin payandalarıdır.

Bize gerekli olan birleşik emek cephesidir.

Tüm aydınları, tüm duyarlı insanları, tüm doğa dostlarını, özgürlükten yana olan herkesi, işçileri ve emekçileri, öğrencileri, köylüleri, kadınları ve gençleri, birleşik emek cephesi saflarında direnmeye çağırıyoruz.

Onlar, iktidarlarını uzatmaya çalıyorlar. Çünkü, bugünkü rejim, bu sistem onların cennetidir. Erdoğan’ın cennetidir, 5 müteahhidin cennetidir, Saray medyasının cennetidir, tekellerin cennetidir, parababalarının cennetidir, uluslararası sermayenin cennetidir. Bizim ise cehennemimizdir.

Bu cehennemden kurtuluşun tek gerçek yolu, devrimci bilinçle örgütlenmektir.

Örgütsüz zafer yoktur.

Direniş olmadan kazanmak mümkün değildir.

Görüntü ile gerçeği gizleme stratejisi

Belki de ABD’nin son yıllardaki stratejisine, özellikle de Biden ile yeniden öne çıkarılmaya başlanmış olan versiyonuna, “gerçeği gizleme stratejisi” diyebiliriz. Eğer bu uygun düşerse, demek oluyor ki, sorumuz şudur: “Ne ile gizliyorlar gerçeği?” En uygunu “görüntü ile” gizlemektir. Görüntü, çoğunlukla gerçeği eksik yansıtacağından, bu oldukça “akılcı” görünebilir.

Sanki Biden yönetimi bunu yapıyor. Sadece Biden yönetimi mi? Hayır. ABD aslında Obama ile de bunu denemişti, biraz daha farklı bir tonda. Ve bu aslında ABD başta tüm emperyalist güçler için “bilindik” bir yöntemdir, yaygındır.

Bizim ülkemizde, pandemi sürecini Saray Rejimi’nin ele alış tarzına, bazı doktorlar, son derece yerinde olarak “pandemi yönetimi değil, algı yönetimi” diyorlar. Son derece naif bir eleştiridir. Çünkü Saray Rejimi, akla durgunluk verecek bir duyarsızlıkla, herkesin gözlerinin içine baka baka, soğukkanlı bir yalan üretme merkezi hâline gelmiştir. Üst üste söylenen iki yalan birbirini ele verdiğinde, hemen üçüncü bir yalan devreye sokuyorlar. Medya ellerindedir ve hiçbir değerleri yoktur (daha doğrusu, tek değerleri paradır) ve bu nedenle, yalanları “başarı” olarak sunulabiliyor.

Böylece, gerçeğin yerine bir “görüntü” monte edilmiş oluyor.

Çürümedir.

Çürüyene maske takmak, çürüyen organa makyaj yapmak, çürüyenin kokusunu bastırmak, nihayet çürümüş olanı “en taze” olarak sunmak, dışkıyı besin olarak ambalajlamak, kapitalist dünya sisteminin ayakta durma yolu olmuştur.

Bu konuda ABD’nin de bizim Saray Rejimi’nden geri kalır yanı yoktur.

Biden’ın ya da Biden ile ABD’nin “yeni” stratejisi şöyle özetlenebilir: ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere arasındaki dünyayı yeniden paylaşmak üzere gelişen savaşın üzerini örtmek ve esas savaşın, bu beş ülke en başta Batı dünyası ile, Rusya ve Çin arasında olduğunu dünyaya kabul ettirmek. En başta, bu strateji etrafında, Batı dünyasını birleştirmek, böylece paylaşım savaşımını Rusya ve Çin’i imha ettikten sonraya bırakmak.

Aslında ABD bu konularda deneyimli bir emperyalist güçtür. Ama buna rağmen, bu strateji, sefil bir stratejidir. TC devletinin Suriye stratejisine benziyor ya da Libya. Ki bu her ikisi de ABD adına TC devletinin tetikçi görevi ile göbekleme içine daldığı ve şimdiden her tarafına bulaşmış “strateji”lerdir. Efendi böyle osurursa, tetikçi böyle pisler.

ABD, diğer dört emperyalist gücü buna inandırabilir mi? Elbette ki hayır. Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere, ABD’den tavizler kopartarak, bu yola girmiş gibi yapacaklardır. Böylece, hem ABD’den tavizler elde edecekler hem de başarılı olursa Rusya ve Çin’i yaralamış olacaklar.

Bu defa da soruyu tersten sormak lazım: ABD bu durumu görmez mi? Elbette görür. Ve tam da bu nedenle, bu yeni ittifak “Batı ittifakı”, aslında sağlam bir zemine sahip değildir.

Fotoğraf karesinde, hepsi birarada ve gülücükler içinde yer alabilirler, ama çelişkilerin canlılığı saklanabilir değildir.

Ve bu durumu, etkili iki güç olarak Rusya ve Çin de bilmektedir.

Trump döneminde Çin’e karşı saldırgan tutumu hatırlıyoruz. Çin, birkaç ay önce, bölgesindeki ülkelerle ekonomik anlaşmalar imzaladı. Bölge ülkelerinin hepsinin kazanmasına olanak verecek bir ticari anlaşma ile, aslında bölgedeki gerilimi azaltmaya yöneldi. Bu yolla, ABD’nin propagandalarını boşa çıkarmak istedi. Bu konuda da epeyce yol aldı.

Ama, ABD, Biden ile birlikte, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan ve Japonya ayaklarına dayanarak, anlaşmalar yapmaya başladı.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde de böyledir. Her gün yeni bir anlaşma ortaya çıkmaktaydı ve ertesi ay o anlaşmayı reddeden başka anlaşmalar ortaya çıkıyordu. Bugün de böyledir. Büyük savaşlar öncesinde bu anlaşmalar, geçicidir ve çok sık rastlanan anlaşmalardır.

Biden yönetimi, Çin ve Rusya’ya karşı saldırısını, “Batı değerleri” ve “demokrasi” yalanlarının ardına saklamak istiyor. 1945 sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde de aynısı yapıldı. ABD, “demokrasi havarisi” kesildi. Hitler’in tüm artıklarını alıp CIA’yı oluştururken, dünyaya kendini “demokrasi” savunucusu olarak sundu.

İyi ama, dünya artık o dünya değil.

1- SSCB yok ve soğuk savaş, ABD ne kadar istese de bu şansa sahip değil. Diğer emperyalist rakipleri, komünizm korkusu ile yatıp kalkmıyorlar. Almanya ve Japonya savaş sonunda tahrip olmuştu ve şimdi böyle bir şey yok. Japonya’nın tam, Almanya’nın yarım sessizliği durumu ABD için kolaylaştırmıyor.

2- O zamanlar Çin gibi bir dev ekonomik güç yoktu. Gerçekte Çin ekonomisi ABD’den daha da büyüktür. Birçok açıdan bunu iddia etmek mümkündür.

3- ABD askerî gücü “eşsiz” değil.

4- Ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmiş bir ABD var. Er ya da geç, siyasal ve askerî alanda da bu kayıp kendini gösterecektir.

5- Çin ve Rusya arasında böylesine bir sıkı işbirliği yoktu ve onların etrafında şekillenmekte olan ekonomik örgütler de artık mevcuttur.

Elbette bu gerçeği görüntü ile gizleme stratejisi tamamen de boş değildir. AB ülkeleri şimdiden “welcome Amerika” diye sevinç çığlıkları atmakta, “ittifaka inanç” tazelemektedir. ABD, AB ile daha tavizkâr bir ilişki kurdukça, bu elbette AB cephesinde ve Japonya’da sevinçle karşılanmaktadır. Daha şimdiden, AB, ABD’nin isteklerine uyarak, mesela Türkiye konusunda yaptırımlardan vazgeçme kararı alabilmektedir.

Biden “demokrasi” diye bağıracak.

Çin ile yaptıkları 18 Mart 2021 tarihli görüşmelerde, ABD ne kadar hoyrat tutum aldı ise, Çin de o denli açık ve net tutum aldı. ABD, “Uygur”, “Tibet”, “Tayland” ve “Hong Kong” meselelerini açıkça masaya koydu. Bu yolla, tüm Batı dünyasına, Çin’e karşı “demokrasi” savunucusu pozları ile çıkmak istedi. Adeta ABD, hiçbir ekonomik savaş yokmuş, hiçbir ambargo yokmuş, hiçbir biçimde ABD gemileri pasifikte volta atmıyormuş gibi tutum almak istedi. Sanki, Apple ve Huawei savaşı rafa kalktı, sanki ABD elektronik alandan, uzay alanından, iletişimden vb. geri çekilin “emirlerini” vermiyormuş gibi tutum aldı. Çin ile ABD’nin tek sorunu varmış gibi ve bu sorun da insan hakları sorunu, demokrasi sorunu imiş gibi.

İyi ama, ABD’de derisinin rengi yüzünden onlarca insan öldürülüyor, polis siyahlara karşı akılalmaz bir açık şiddet uyguluyor, dünyada ABD korsanlığı boy atıyor. Dünyanın her yerinde darbeler sahneliyor. Dünyanın birçok ülkesini işgal ediyor. Ve tüm bunlar ortada iken Çin’e demokrasi dersi vermeye kalkışıyor.

Bu kez Çin, sessizliğini bozdu ve açıkça tüm bunları dile getirmeye başladı. Dünyanın en hoyrat, haydut devleti, atom bombasını kullanmış tek ülkesi, ırkçılığın kol gezdiği bir ülke, dünyaya demokrasi dersi veriyor.

Sahi, tüm bunlar Çin üzerinde bir etkiye mi sahip olacak?

Biden’ın Putin’e “katil” demesi, sahiden de ABD’nin elini mi güçlendirecek?

Türkiye’de HDP’nin kapatılması, parlamentonun ortadan kaldırılması, katliamlar vb. sonu gelmez hukuksuzluklar konusunda çok ama çok anlayışlı olan AB, sahi, Çin’e karşı “insan hakları” bayrağı ile mi hücuma katılacak?

Krizin ve pandeminin ortasında, tüm gerici, anti-demokratik uygulamalara sahne olan Batı, pandeminin ortasında aşı üzerinden ilaç şirketlerinin tekelci savaşına sahne olan Batı dünyası, dünyaya “değerler sistemi” üzerinden ders mi verecek? Gerçekten bu durum, ABD ve AB’deki sınıf mücadelesini yatıştırmaya yetecek mi?

Yetmeyecek.

ABD, açıktan bir savaş kundaklamaktadır.

Bunun için, Biden, “efendi” pozlarında “sert” oyuncu olarak sahaya girdi. Ama daha ilk günde, “efendi”liğini rafa kaldırdı. Putin’e “katil” diyerek, Çin heyetine nezaketten yoksun davranarak, “sert” adam olduğunu göstermek istedi.

İyi ama bu açıktan bir savaşa evrilmediği sürece hiçbir sonuç veremeyecek kadar cılız bir politikadır.

Artık, durum ortadadır. Yani, dışarıdan da anlaşılmaktadır. Bu nedenle, hiçbir görüntü ve makyajlama durumu kurtarabilecek gibi değildir.

Öte yandan, ABD hegemonyasını kaybetme sürecine, bir seyirci olarak bakmakla da yetinmeyecektir.

Bu savaş, daha da derinleşecektir.

Kapitalist-emperyalist sistem, insanlığa artık bir yüktür. Bu her açıdan ortaya çıkmıştır. Kapitalizm, insanlığı yok ederek, her şeyi çürüterek ayakta durmaya çalışmaktadır. Ömrünü uzatma girişimleri, bu çürüme nedeniyledir. Artık bu çürüme, her yanı sarmıştır.

Mesele açıktır: Bu savaş dünyayı sarıp sarmalamadan, işçi sınıfı, dünya proletaryası kapitalist sistemi alaşağı edebilecek midir? İnsanlığın tek kurtuluş yolu budur. İnsan haklarından, gezegenin kurtarılmasından, çevrenin korunmasından vb. söz eden herkes, kapitalist sömürüye, emperyalist yağmaya, kapitalist-emperyalist egemenliğe son vermek üzere, işçi sınıfının iktidarı için savaşa atılmak zorundadır.

Artık çok fazla söze gerek yoktur. Açık olarak tüm sisteme, onun sadece “sorunlu” görünen bir parçasına karşı değil, tüm sisteme karşı radikal bir mücadele yürütmeden, insan olarak kalmak mümkün değildir.

Tüm bu savaş denklemlerinde seyirci kalmak artık büyük bir yüktür. Açık olarak dünyanın her ülkesindeki işçi ve emekçiler, savaş durumunda kendi hükümetlerine karşı saf tutmak, silahlarını kendi devletlerine karşı döndürmek zorundadır.

Devrim, bu hastalıklı duruma son vermek demektir.

Devrim, eşi görülmemiş acılara son vermek demektir.

Devrim, savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak demektir.

Devrim, bilimi ve aklı egemen kılmak demektir.

Devrim, insanlık tarihi ile köklü bir hesaplaşma demektir.

Devrim, insanlaşma demektir.

Belediyelerde TİS mücadelesi ve dersleri – Çınar Karayel

Belediye işçilerinin ocak-şubat aylarında yükselen eylem ve grevlerine sahne olan toplu sözleşme süreci, geride sınıf güçleri için bilince çıkartılması gereken birçok ders ve tartışma bırakırken; belediye işçisinin mücadelesine, sorun ve taleplerine, hareket eğilimlerine, zayıf ve güçlü yanları ile sendikalarının durumuna da ayna tuttu.

TİS sürecine gelirken:

2018 genel seçimleri öncesi “taşerondan kadroya geçiş” vaadi ve 1 Nisan’da yürürlüğe konan 696 sayılı KHK ile belediyeler bünyesindeki 497 bin taşeron işçisi belediye iktisadi teşekküllerine (BİT), yani belediye şirketlerine geçirilmişti.

Belediyelerdeki toplam istihdamın yüzde 87,2’sini, yani belediye çalışanlarının ana gövdesini oluşturan bu işçiler, KHK’nın getirdiği düzenlemeyle kadrolu statüde çalışan işçilerin ekonomik ve sosyal haklarından yararlanacaklarını düşünürken, üç sene süresince neredeyse taşeronu aratacak koşullara mahkûm edildiler. KHK’nın süresinin dolacağı 30 Haziran 2020 tarihine kadar TİS hakları askıya alındı. Ücretleri Yüksek Hakem Kurulu’nun bağıtladığı sözleşmelere endekslendi ve senelik yüzde 4+4 sabit zamma mecbur bırakıldılar. Taşerondayken yararlandıkları asgarî ücret zam farkından dahi yararlanamadılar. Bu işçilere enflasyon farkı ve ikramiye de verilmedi. Dolayısıyla üç sene süresince mali ve sosyal haklar açısından ciddi kayıplar yaşadılar.

Belediye şirketlerine geçirilmelerinin ardından, yaşadıkları mali kayıplara da bağlı olarak işçiler sendikal örgütlenmeye yöneldiler. KHK kapsamındaki 497 bin işçiden 50 bine yakını DİSK’e bağlı Genel-İş’te örgütlendi. AK Partili belediyelerde adrese teslim üyeliklerle Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş yetkilendirildi ve en az 80 bin işçi bu sendikaya üye oldu. Kimi CHP’li belediyelerde yetkili sendika olabilmek için Türk-İş’e bağlı Belediye-İş ile DİSK’e bağlı Genel-İş arasında kapışma yaşandı. CHP’li belediyelerin bazılarında ise öncü işçiler sendikal örgütlenmenin de kaldıracı olacak “işçi meclisleri” gibi taban örgütleri kurmaya yöneldiler. Kimi belediyelerde sendikanın yetki almasının ardından işçi meclisleri kurucuları tarafından dağıtıldı, kimilerinde ise varlığını sürdürdü.

2019 yerel seçimlerinde İstanbul başta olmak üzere 11 büyükşehir belediyesinde seçimleri kazanmasının ardından CHP’nin belediyelere dönük bir işveren örgütü kurmaya hazırlandığı dillendirilmeye başlandı. CHP’li belediyelerde işçisinin karşısına belediye bürokratlarının yanı sıra SODEMSEN’in (Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası) de çıkacağı anlaşıldı.

1 Temmuz 2020 itibariyle BİT’li işçiler için ilk kez “özgür” toplu sözleşme sürecinin başlamasıyla, belediye işçilerinin mücadelesi, 3 senelik ekonomik kayıpların telafi edilmesi, derinleşen ekonomik krizin yükü ve enflasyon karşısında eriyen maaş ve sosyal haklarda düzeltmeye gidilmesi, insanca çalışma koşulları elde edilmesi beklentisiyle ivmelenmeye başladı.

Tarafların konum alışı:

CHP’li belediyelerde ocak ayına kadarki altı aylık süreç boyunca belediye işverenleri pandemiyi de bahane ederek bir oyalama taktiği devreye soktu. Temmuzdan şubata kadar belediye işverenleri yalnızca iki-üç kere TİS masasına oturdu. Görüşmelerde idarî maddelerde dahi sorun çıkartıp ekonomik-sosyal maddelere dair görüşmeleri ötelediler. Daha önceki dönemlerde kazanılmış çalışma düzenine dair maddeleri dahi tartışmaya açtılar.

Resmî enflasyonun yüzde 14 olarak açıklandığı, gerçek enflasyonun ise asgarî yüzde 40’larda olduğu bir dönemde, işçiye yüzde 7-8 zam oranlarını dayattılar. Derinleşen ekonomik krizin faturasının işçilere ödetilmesi, ücretlerin baskılanmasında AK Parti ve CHP arasında bir yaklaşım farkı olmadığını ortaya koydular.

CHP’li belediye işverenleri, işçilerin ve sendikalarının karşısına; SODEMSEN’i, belediye bürokratları, sosyal medyada işçilerin taleplerini manipüle etmek üzere devreye soktukları trol orduları, Maltepe’de yaşandığı üzere grev gözcüsü işçilere saldıran otopark çeteleri, 100 kamyon ve 600 personelle grev kırıcılığına soyunan İBB, işçiye toplumsal desteği azaltmak için canhıraş bir çaba içine giren ilçe örgütü yöneticileri ve işçinin iradesini yok sayan sendika bürokratlarıyla topyekûn çıktılar.

Kadıköy, Maltepe, Ataşehir, Kartal Belediyeleri içinde TİS görüşmelerinin ilk başladığı, anlaşmazlık ve grev olasılığının da ilk ortaya çıkacağı Kadıköy Belediyesi’ndeki TİS sürecini, diğer belediyelere de düğümü atmanın, eşik oluşturmanın aracı olarak ele aldılar. Kadıköy Belediyesi’nde 16 Şubat’ta grev başlar başlamaz SODEMSEN diş göstermek için diğer tüm belediyelerde TİS masasından çekildi, görüşmeleri askıya aldı.

Bu belediyelerde yetkili sendika olan Genel-İş’in Anadolu Yakası 1 ve 2 No’lu Şubeleri, TİS süreci boyunca açıklamalarında dört belediyenin işçilerinin ortak mücadelesine vurgu yapsa da mücadeleyi parçalı ele aldılar. Belediye işçisinin gözü kulağı birbirine çevrilmiş, işçi diri ve eylemliyken ve ortak hareketinin nesnel zemini de oluşmuşken, Kadıköy grevi başlar başlamaz diğer belediyelerde de uyarı eylemleri, iş bırakma eylemleri örgütlemeli, mücadeleyi topyekûn yürütmeliydiler.

2019’da İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde yaşanan deneyim tam da bu konuda yol gösterici ve öğrenilmesi gereken bir deneyimdir. KHK ile taşerondan belediye şirketlerine geçirilen İZENERJİ işçilerinin örgütlendiği Genel-İş sendikasının yetkisine Büyükşehir Belediyesi tarafından itiraz edilmişti. Bunu protesto etmek için 11 Ocak 2019’da İBB önünde eylem yapmak isteyen Genel-İş İzmir 2 No’lu Şube üyesi işçilere ve sendikacılara polis saldırısı yaşanması üzerine, Genel-İş’in İzmir’deki bütün şubeleri iş bırakma kararı alarak üyelerini Büyükşehir Belediye binası önüne çağırmıştı. İşçiler otobüs hatları ana duraklarında kontak kapatarak, çöp arabaları ile şehrin farklı yerlerinde yol kapatarak başarılı bir iş bırakma eylemi gerçekleştirmiş, taleplerini şehrin gündemine taşımıştı. Aynı gün yapılan basın açıklamasında yetkiye itirazın çekilmediği koşullarda bütün belediyelerde önce 3 gün boyunca 2 saatlik, ardından yarım günlük, yetki davasının görüleceği gün ise tam gün iş bırakma eylemi yapacaklarını ilan ederek doğru zamanda doğru eylemle, örgütlü gücü devreye sokarak süreci kazanımla sonuçlandırmışlardı.

Kadıköy, Maltepe, Ataşehir, Kartal Belediyelerinde TİS süreci boyunca işçilerin eylemleri kitlesel, diri ve kararlı bir seyir izledi. Mücadelenin omurgasını oluşturan temizlik, park bahçeler gibi birimler dışındaki idarî vb. birimlerin işçileri de harekete geçti. Fakat belediye işçilerinin mücadele etme isteği ve kararlılığı örgütlülük düzeyinin zayıflığı tarafından sınırlandı. Mücadelenin sadece sendika üyeliğine sıkıştırılmadan yürütülmesi gerektiği, işçilerin özörgütleri olan sendikaları üzerinde söz-yetki-karar sahibi olabilmesi için işyeri komiteleri, meclisleri gibi taban örgütlerinin ne kadar hayatî olduğu, işçinin iradesini hâkim kılacak araçlara sahip olmadığı koşullarda kaderini AK Parti ya da CHP’nin aparatı hâline gelen sendika bürokratlarının insafına bırakmak zorunda kaldığı bir kez daha deneyimlendi.

10 bine yakın işçiyi kapsayan bu dört belediyenin TİS süreçlerinde Genel-İş şubeleri işçinin gücünü aktif devreye sokmak için tabana yayılmış TİS ve grev komiteleri kurmadı. Kadıköy ve Maltepe’de şube yöneticileri ve işyeri temsilcilerinden menkul komiteler oluşturuldu. İşçiler TİS ve grev eğitimleriyle sürece hazırlanmadı. Kadıköy Belediyesi’nde örgütlü Genel-İş 1 No’lu Şube yöneticileri grevin ilk günü belediye bahçesinde bekleyen işçileri “hepinizin burada beklemesine gerek yok, biz çağırınca gelirsiniz” diyerek evlerine dağıttı. İki gün süren Kadıköy grevi boyunca grev alanına bir çay ocağı dahi kurulmadı, kumanya dağıtılmadı, her ay işçinin aidatının yüzde 15’i kesilerek oluşturulan grev fonunun akıbetine dair dişe dokunur bir açıklama yapılamadı. İşçinin hareketini ileriye taşıyacak kanalların yaratılması gözetilmedi, taleplere toplumsal desteği arttırmak için Kadıköy’deki emek ve meslek örgütleri ile sol güçlere çağrı yapılmadı. Nihaî olarak grev üçüncü gününde sendika genel merkezinin müdahalesi ve toplu sözleşmeyi imzalamasıyla bitirildi.

Genel-İş 2 No’lu Şube’nin örgütlü olduğu Maltepe Belediyesi’nde ise 23 Şubat’ta greve çıkıldı ve grev 6 gün sürdü. Maltepe işçileri 2019’da bir önceki dönem imzalanan toplu sözleşmesinin belediye tarafından uygulanmaması üzerine uyarı eylemleri gerçekleştirmiş, belediye yönetiminin saldırıları tırmandırıp işyeri temsilcilerinden bazılarını işten atma kararı alması üzerine 8 gün süren bir grev örgütlemişti. Maltepe işçisi 2019’un grev deneyimi ve bilenmiş ruh hâliyle TİS mücadelesine avantajlı başladı. Maltepe’de grev kırıcılara dönük etkili müdahalelerde bulundu, grev kırıcıları, işçi düşmanlarını hem sokakta hem de sosyal medyada teşhir etti, halk pazarlarında bildiri dağıtarak belediye bürokratlarının yalanlarının aksine işçinin yaşam ve çalışma koşullarına dair gerçekleri halka taşıdı.

Kadıköy Belediyesi’nde toplu sözleşmenin genel merkez müdahalesiyle imzalanması ve Maltepe Belediyesi işvereninin Kadıköy’ün de gerisinde şartlar dayatması üzerine 2 No’lu Şube yönetimi grevin altıncı gününde gelen son teklife dair sandık kurup grevin devam edip etmemesini işçiye oylattı. İşçinin ezici çoğunluğu greve devam oyu vermesine rağmen grev bitirildi. Muhtemelen oylama devam ederken sendika genel merkezi anlaşmaya çoktan imza atmıştı.

Akabinde, Ataşehir ve Kartal Belediyelerinde de ilan edilmiş grev tarihleri yaklaşırken peş peşe anlaşmalar -bu sefer şube yönetimleri tarafından- imzalandı. Kadıköy’de açılan gedik, geri adım diğer belediyelerde Kadıköy’den daha geri toplu sözleşmelerin yapılmasına yol açtı. Kadıköy ve Maltepe’de sendika şubelerinin işçinin iradesi ve gücünü sürece hâkim kılacak mekanizmalar örmemesi, genel merkezin olası müdahalelerine önlem almaması, süreci yönetememelerine yol açtı. Ataşehir ve Kartal’da ise TİS’ler işçinin rızası alınmadan şubenin imzalamasıyla -hatta şubenin biz imzalamazsak genel merkez imzalayacak söylemiyle- sonuçlandırıldı.

İmzalan TİS’lerle Kadıköy Belediyesi’nde giydirilmiş en düşük ücret 5275 TL’ye, net ücret 3456 TL’ye, Maltepe Belediyesi’nde giydirilmiş ücret 4700 TL’ye, Ataşehir’de giydirilmiş ücret 4918 TL’ye, net ücret (AGİ hariç) 3175 TL’ye, Kartal Belediyesi’nde ise giydirilmiş ücret 4450 TL’ye çıktı. Kadıköy dışındaki belediyelerde yüzde 8 gibi zam oranlarıyla sözleşmelere imza atılmış oldu.

TİS sürecinin derslerini özetlersek:

– Adı ister “gönül belediyeciliği”, ister “halkçı belediyecilik” olsun, AK Parti ve CHP belediyelerinde işçilerin ekonomik-sosyal taleplerine yaklaşımda sergilenen tavır ortaktır. Görece daha yüksek ücret zammı ya da sosyal haklar elde edilen belediyelerde emin olunmalıdır ki, işçilerin dişe diş mücadelesi vardır. CHP Belediyelerinde işçi ücretlerinin AK Parti Belediyelerine göre çok daha yüksek olduğu fikri de bir şehir efsanesine dönüştürülmüştür. İşçilerin belli işyerlerinde elde ettikleri kazanımları bilince çıkartmak, aynı işkolunda çalışan işçilere emsal göstermek açısından üzerine çalışılmaya değer bir konudur. Fakat 2021 TİS’leri ücret aralıkları ve zam oranlarını incelediğimizde, belediyenin hangi partide olduğundan veya hangi sendikanın yetkili olduğundan bağımsız İstanbul’da ilçe belediyelerinde en düşük net (giydirilmemiş) maaşların 3500 TL-3900 TL aralığında tutulduğunu söylemek mümkündür.

İşçilerin örgütlülüklerine yaklaşımda da belediye işverenleri açısından sadece çok küçük farklardan bahsedilebilir. Sarıyer, Bakırköy gibi CHP belediyelerinde sendikal örgütlenmenin tanınmadığı, yetki itirazlarıyla işçilerin örgütlenme ve toplu sözleşme süreçlerinin önünün kesilmeye çalışıldığı unutulmamalıdır.

– TİS süreçlerinde izledikleri metotlarda da tüm belediye işverenlerinin birbirlerinden öğrendikleri kesindir. TİS mücadelesinin keskinleşmesi ve Kadıköy, Maltepe grevlerinin başlamasıyla birlikte CHP’li belediye işverenleri tarafından bir trol organizasyonu devreye sokulmuştur. On binlerce anonim sosyal medya hesabından eşgüdümlü bir şekilde işçilerin haklı taleplerini çarpıtmak ve toplumun desteğini zayıflatmak için bir yalan-manipülasyon ve kışkırtma operasyonu yürütülmüştür. CHP’li belediyeler tarafından SODEMSEN’e aktarıldığı iddia edilen 400 milyon lirayla acaba ilk iş olarak bu trol ordusu mu finanse edilmiştir?

– Belediye işverenlerinin sosyal medya üzerinden yürüttükleri saldırı ideolojiktir. “Pandemide greve mi çıkılır, halk sağlığını hiç mi düşünmüyorlar?”, “Diplomalı bu kadar işsizin olduğu yerde çöpçü bu kadar para mı alır?”, “CHP belediyesi olmasa grev yapamazlardı.”, “AKP belediyelerinde grev yapsanıza” gibi söylemlerle toplumla işçiler karşı karşıya getirilmek istenmiş, belediye işçisi savunma çizgisine çekilmeye çalışılmıştır.

Bizce tüm bu söylemlere karşı sorulması gereken doğru sorular şunlardır: “Ülkede Şişli’den sonra en fazla emlak vergisinin toplandığı ilçe olan Kadıköy’de işçiye 2700 TL ücret vererek halkçı belediyecilik mi yapılmaktadır?”, “Pandemi koşullarında en az 141 belediye işçisi semtlerimizi temizlerken, çöpümüzü toplarken Covid kaynaklı canından olmuşken, işçinin hakkını, taleplerini tartışmaya açmak işçi düşmanlığı değilse nedir?”, “Pandemide çalışırken ölmek serbest, hakların için grev yapmak mı yasaktır?”, “Greve çıkılan belediyelerde CHP’li belediye başkanlarının kamuoyunu yanıltmak için teklif ettikleri zam oranlarını çarpıtan açıklamalar yapması tesadüf müdür? Bu taktiği SODEMSEN’den mi, AK Parti’den mi, yoksa her ikisinden mi almışlardır?” Bu sorulara verilecek yanıtların tabloyu anlamamızı ve hangi cephede saf tutuğumuzu tarif etmemizi kolaylaştıracağı kanısındayız.

– Kadıköy ve Maltepe Belediyesi grevleri turnusol kâğıdı işlevi görmüş, işçilere dostu düşmanı göstermiştir. Genel-İş her iki grevde de süreci yönetemediği gibi işçileri yarı yolda bırakmıştır. Hem genel merkez hem de şubeler sürecin bir parçasıdır, kimse kendini sürecin dışında tutup yalıtarak tartışma yürütemez. İki belediyede de tabana yayılmış bir grev hazırlık süreci yürütülmemiştir; grev eğitimleri yapılmamış, grev komiteleri şube yöneticileri ve temsilcilerden menkul kurulmuştur. Yüz binden fazla üyesi olan sendikanın tüzüğünün 57. maddesine göre her ay işçinin aidatının yüzde 15’i kesilerek oluşturulan grev fonunun akıbeti belli değildir. Grevdeki işçilerin en temel yemek, çay gibi ihtiyaçları dahi organize edilememiştir. Bunlar basit gibi görünse de bir grevin ciddiyetini anlamak açısından oldukça önemlidir. Sözde sertlik değil, eylemde netlik kazandırıcı olacakken, bu tutumu ne Genel-İş genel merkezi ne de şubeleri ortaya koyamamıştır.

– Belediye işçilerinin direnme isteği, daha ileri adımlar atma isteği örgütlülük düzeyinin zayıflığı tarafından sınırlanmıştır. Açıktır ki, sendikalara üye olmak yeterli değildir, örgütlü bir şekilde sendikaların içinde olmak, her düzeyde örgütlülüğü geliştirmek ihtiyaçtır. İşçilerin “işyeri komiteleri, meclisleri” gibi taban örgütleri kurarak sendikalarını denetlemesi, iradesini sendikasına hâkim kılması, söz-yetki-karar hakkını elde etmesi gerekir.

– Belediye işçisi TİS mücadelesi ve grev deneyiminden öğrenmeli, dersler çıkartmalı, gücünü örgütleyerek iradesini sendikasına hâkim kılmalıdır. Doğru olan moral bozmak değil, mücadeleye devam etmektir. Doğru tutum, bugünden bir sonraki çarpışmanın hazırlıklarını yapmaktır.

Saray “meydan okuyor” ya da kibrin sarhoş hâli

Bugünlerde, Saray Rejimi sadece “bu nasıl bir rejimdir” yönü ile tartışılmıyor. Belki bu konuda da bir ilerleme sağlanmış gibidir. Saray Rejimi, liberal solun, özellikle de CHP’nin merkezinin sevmediği bir terim. Devlet cephesi, buna burjuva muhalefeti de ekleyelim, bu Saray Rejimi terimini sevmiyor. Ama buna rağmen Saray Rejimi doğrudur ve geniş bir kesim için artık kabul görmektedir. Bu açıdan meselenin bu yönü üzerine tartışma azalmıştır.

Fakat bugünlerde Saray Rejimi’nin, devletin (asla hükümet demek yeterli değildir) attığı bazı adımlar, oldukça ilgi çekici tartışmalara neden oluyor. Bu tartışmalar da genel olarak üç grupta toplanabilir.

Saray Rejimi ne adım atarsa atsın, içinde bulundukları zor durum nedeni ile, bu adımları “erken seçim” olarak yorumlayanlar oluyor. Adım ne olursa olsun, bu yorumları görebiliyoruz.

İkinci grup Saray’ın her adımını bir “gündem değiştirme” olarak ele alıyor.

Üçüncü bir grup ise, Saray’ın her adımını, AK Parti içi dengelere göre açıklamaya, bunu biraz daha genişletelim AK Parti ve MHP ilişkileri ve her ikisinin iç dengelerine göre yorumlamaya çalışıyor.

1- Her atılan adım, somut olarak ele alınmalıdır. Öyle yorumlanmalıdır. Somut olarak bir adım, bu üç gruptan biri veya ikisi içinde ele alınabilir elbette.

2- Aslında, tek bir adımı değil de, bir süreci, birden fazla adımı bir arada ele alarak değerlendirmek gerekir. Bu daha doğrudur.

3- Her gelişmeyi, devletin, Saray Rejimi’nin her adımını, (a) uluslararası alanda süren paylaşım savaşımını da düşünerek ele almak gerekir, (b) Kürt devrimini, Kürtlere karşı yürütülen özel savaşı göz önüne alarak ele almak gerekir ve nihayet (c) Gezi ile birlikte gelişmekte olan direnişi göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir.

Elbette, tüm bunlar, bir Saray Rejimi analizini gerekli kılar ve bu nedenle, Saray Rejimi’ni doğru anlamak çok önemlidir. Mesela bir tutuklamayı siz “aaa ülkede demokrasi yok” diye yorumluyorsanız, size en iyi ihtimalle “günaydın” dememiz gerekir. Mesela bir yargı kararını ele alıp, “aaa bakın ülkede hukuk yok, anayasa rafa kaldırılmış” derseniz, biz sizi dinlemeli mi, yoksa bu geç uyanışınıza üzülmeli mi diye düşünürüz.

15 Mart ile başlayan hafta, özellikle de Çarşamba-Perşembe-Cuma günleri, zamana daha fazla dikkat edenler “son 72 saat” diye ölçüyorlar, peş peşe ilginç olaylar ortaya çıktı. Bu olayları tek tek ele almak, elbette mümkündür. Ama bunların arasındaki bağlara da dikkat edersek, yerinde olacaktır.

I

İlki, HDP milletvekili, insan hakları eylemcisi Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesidir. Yayınlanmış bir haberi, bilmem kaç yıl önce tweetlediği için hakkında dava açılıyor ve elbette ceza alıyor.

Ceza alıyor çünkü, ülkede adalet, ülkede burjuva anlamda hukuk sistemi yoktur. Yani, bir işçi ile bir patron karşılıklı mahkemede davalı olarak biraraya gelirse, mahkemenin patrondan yana karar vermesi, mesela mülkiyet hakkı kutsaldır diye bir karara imza atması her kapitalist ülkede, her burjuva devlette mümkündür. Ama, burada burjuva hukukun taraflılığını aşan bir durum vardır. Mesela Gergerlioğlu’nun paylaşımına konu olan haber, yasaklı değildir. Yani, yasak olmayan bir şeyi paylaşmıştır. Ve karar, zamanlaması da ayarlanarak, mesela tam o güne getirilerek meclis kürsüsüne taşınmıştır. MHP, kongresinin öncesine denk getirilmiştir. Tüm yasal süreçler atlanmıştır vb.

Demek ki, Saray Rejimi, defalarca görüldüğü gibi, hukuku takmamaktadır. Zaten AYM’yi de
takmıyorlar, dahası AİHM’i de takmıyorlar. Bu artık “olağan”dır. Olağanüstü hâl, nasıl olağan ise, bu da öyledir.

Gergerlioğlu’nun bir milletvekili olarak bu davadan ceza yemesi hukuk ise, demek ki, ülkenin yarısından fazlası, her eyleme katılan, her slogan atan da ceza almalıdır. Almıyor. Neden diye sormalıyız. Çünkü, ülkede yaygınlaşmakta olan bir direniş vardır. Ve eğer direniş büyüyecekse, devlet, daha farklı kararları mahkemeler aracılığı ile alabiliyor. Ya da bir direnişi bitirmeye, bir çatlağı büyütmeye yarayacaksa, bu doğrultuda karar almaktan çekinmiyor.

Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürülmüştür. Belki de Anayasa Mahkemesi, bu kararı iptal
edecektir. Bu, iktidar için sorun değildir. Zira karar siyasaldır ve belli bir amaca hizmet etmektedir.

İşte tam da burası analiz gerektiriyor.

Bu karar, Gergerlioğlu’nun ceza alması ve milletvekilliğinin düşürülmesi, birkaç amaca hizmet etmektedir.

1- ABD ve TC devleti, ortaklaşa, Kürt hareketine karşı bir operasyon içindedir. Bu operasyonda TC devleti saldırganlaşmakta, şiddetle katliamlar devreye sokmaktadır ve ABD, buna karşılık, Kürtlerin “kendisine sığınmasını” istemektedir. Bunun bir tarafı Ortadoğu meselesi, Suriye savaşı vb.dir. Kürt hareketi içinde bir Barzani partisi oluşturma
girişimi, bu planın parçasıdır. Böylece, HDP’ye saldırı planlanmaktadır. Binlerce üyesi tutuklu
olan HDP’nin, sahada etkisinin azaltılması, bu yolla Barzani partisine yol açılması istenmektedir.

2- Buradan bakınca, Garê operasyonundaki başarısızlığın, bu hamlelerle bağı vardır.

3- Gergerlioğlu’nun hedef seçilmesi de planlıdır. Çünkü, bu yolla, İslamî kesimin direnişi seçenlerinin cezalandırılması istenmektedir. Yani seçmeli şiddet”, Saray Rejimi’nin kendine “yakın” ya da geçmişte kendisi ile bağ kurmuş kesimlerini hedef almaktadır.

Bu “seçmeli şiddet”, aynı zamanda, cumhur ittifakı karşısındaki kesimleri de dağıtmayı, “millet ittifakını” zora sokmayı hedeflemektedir. Eğer bunun “erken seçim” ile ilişkisi varsa,
bu “erken” seçime daha zaman var demektir.

Ve elbette Gergerlioğlu’nun meclisi terk etmemesi önemlidir. Meclis önemli olduğundan değil.

4- Eğer meclis devlet için Saray Rejimi için gerçekten önemli olsa idi, bu hamleye girişmezlerdi.

Tersine, hatırlatmak gerekir ki, aslında parlamento diye bir şey yoktur, eski anlamda yoktur.
Rejim değiştirilmiştir ve parlamento, artık apış arasını örten bir yaprak rolünü bile görmemektedir.

5- Elbette bu arada, cumhur ittifakı da kendini toparlamaktadır. İstenen budur. O sonucu verip vermemesinden bağımsız olarak, AK Parti saflarında bir tehdit olarak düşünülmelidir.

II

İkincisi hemen bu olayın ardından, HDP’nin kapatılması konusunda MHP eli ile yürütülen “kapatma” kampanyasının, bir davaya dönüştürülmesidir. Bu ikinci olay da birincisi ile bağlıdır, çok bağlıdır. Ve HDP’ye saldırı aslında, parlamentonun bitmiş olduğunun bir kere daha ilanıdır.

Unutmamak gerekir ki, Saray Rejimi’nin “seçmeli şiddeti” yeni değildir ve her zaman “zayıf”lıkları gözetmektedir. Diyelim ki siz tam bir direniş göstermekte eksik kalıyorsanız, o zaman daha fazla saldırı alanına giriyorsunuz, çünkü saldırının sonuç verme olanağı artıyor. Kürt hareketi içinde Barzani partisi eğiliminin yeniden gelişiyor olması, bu açıdan önemlidir. İktidar, bunu görerek saldırmaktadır. HDP’ye yapılan, “kendini gözden
geçir” çağrıları boşuna değildir.

Bu saldırı, hem HDP’yi etkisizleştirme saldırısıdır hem de “millet ittifakını” durdurma saldırısıdır.

Umutlarını, ABD ve AB’nin “insan hakları” nedeni ile Türkiye’ye baskı yapması ihtimaline
bağlayanlar, bu açıdan da yanılmaktadır. ABD, açık olarak, AB ülkelerine, “bu aralar yaptırımları uygulamayın” telkininde bulunmaktadır.

Rusya ve Çin’e karşı belli tavizlerle AB’yi yanına almaya çalışan ABD, elbette “insan hakları” meselesini bir örtü olarak kullanmaktadır. 12 Eylül darbesinin pişirildiği dönemde, TC devletine, Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına girişini onayla ve biz de “iç politikada” seni “serbest” bırakalım dendiğini artık herkes yazıyor.

Yani Batı değerlerinin, bizim liberal solcularımızın, liberal okur-yazarlarımızın sandığı gibi,
insanlığın kurtuluşu ile bir alâkâsı yoktur. Dünyaya atom bombasını kullanmış bir ülkenin, “demokrasi ve insan hakları” merkezi olarak sunulması ve bunun kabul görmesi, tekelci kapitalizmin propaganda aygıtının etkinliğinin göstergesinden başka bir şey değildir. Orada, Batı’da, “demokrasi ve insan hakları” yazılı bir can simidi yoktur, hele ki işçi ve emekçiler için.

Sadece “diktatörler” değil, ama aynı zamanda hiçbir emperyalist güç için, hiçbir sömürgeci
güç için, direniş hareketleri “sempatik” değildir, olamaz.

HDP’nin kapatılması girişimi, ister sonuçlansın isterse son anda vazgeçilecek bir adım olsun,
aslında “kayyum” politikasının, Kürt şehirlerindeki katliam politikalarının bir devamıdır.
Kaldı ki, HDP’yi kapatmayı başarsalar bile, buradan Kürt hareketini denetim altına alacakları
gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. İlk olmuyor bu kapatma. İspatlanmıştır ki, bu yolla bir sonuç elde etmeleri, direniş ruhu sürdüğü sürece olanaklı değildir. Bu açıdan, tüm toplumsal mücadele alanında direnişin geliştirilmesi, tüm bu hamlelerin boşa çıkarılmasında çok daha etkili olacaktır.

III

MB (Merkez Bankası) Başkanı Ağbal, görevinden alındı. Gece yarısı, Cumartesi sabaha
karşı bir kararla, Saray’ın başı muktedir, damadın kayınbabası tarafından görevden alınan Ağbal, “şükran” duygularını ifade etmiştir. Damat Instagram’dan “at izi it izi” açıklamalarıyla istifa etmiş ve “görevinden affedilmiş”ti. Bu kez MB Başkanı, şükran duyguları ile görevinden alınmıştır. Bu “şükran”, bu dertli işten kurtuldum “şükranı” değildir. Bu “şükran”, 18 Mart’ta faiz oranları 17’den 19’a çıkarılmasından sonra gelmiştir.

Kaldıraç’ın Mart sayısında “IMF ile gizli bir anlaşma mı var” diye sorulmuştur. Bu hamle, gizli
anlaşmayı örtmektedir.

1- Ama dahası, ABD-AB arasında, Türkiye’ye fazla yüklenmeyelim, tek bir şey isteyelim,
önce onu çözelim anlaşmasının verdiği cesaretle bu adımın bağı vardır. Bu nedenle, S-400’lerin Türkiye’den çıkarılması yönündeki ABD açıklamalarının ardından gelmiş olması daha anlamlıdır. Esas mesele, Türkiye’nin S-400 üzerinden Rusya ile ilişkilerine müdahale edilmesidir. Bunu Erdoğan’dan istiyorlar ve bunu yaptıktan sonra, diğer adımlar gelecektir.

2- Bu adım, Yeni Şafak’ın, Cuma günü Ağbal için “sen kimin adamısın” manşetini atmasından sonra gelmiştir. Bu manşet, yeni MB Başkanı’nın Yeni Şafak yazarı olması ile de bağlantılıdır.

Saray Rejimi, bir ekonomik yapıya da denk düşmektedir. Bu ekonomi, rant-yağma-savaş ekonomisidir. Bu ekonomi içinde iktidar çevresindeki, Saray çevresindeki gruplara para aktarılması da vardır. Bu ucuz faizli operasyonlar, %19 faiz ile olanaklı olmaktan çıkmaktadır.

Ağbal, faiz artırırken, işçi ve emekçilere sormuyor, piyasaya, en çok TÜSİAD ve MÜSİAD’a
soruyordu. Onlardan bağımsız, uluslararası finans çevrelerinin beklentilerinden bağımsız bir faiz artırımı söz konusu olamaz.

Saray Rejimi, açık destekçileri, ortakları, girift ve akçeli ilişkilerle Saray’a ve Erdoğan ailesine bağlı işadamlarının çıkarlarını görmezlikten gelemez. İşte bu adım, iş dünyasının farklı kesimleri arasında bir dengenin tutturulmasını hedeflemektedir. Hem faiz artırılmış hem de Ağbal görevinden alınmış ve rahatsız olanlar nefes alır hâle gelmiştir. Saray Rejimi’nin devamının sağlanması, işte tam da burada anlamlı olmaktadır.

Hem Erdoğan partisi hem Bahçeli partisi, birbirine yapışmış durumdadır ve bu yolla iktidarı sürdürmeye mecbur hâldedirler. Saldırganlık, karanlık, akçeli ilişkiler üzerine kurulu çeteler iktidarı devam ettirmek için son enerjilerini de kullanmaktadır.

Erdoğan, “görevden affettiği” damat eleştirilerinden bunalınca, başınıza damat kadar taş düşsün, demişti. Damat, 128 milyar dolarlık bir taş eder mi bilinmez, ama 128 milyarlık yağma, halk için yeterince ağır bir yük olarak yaşama yansımaktadır. Bu sıkışmışlık hâli, Damat’ın yeniden sahne almasına kadar giderse şaşmamak gerekir.

IV

Kanal İstanbul’a, devlet garantisi verilmiştir. Bu da Cumartesi sabahı, 20 Mart sabahı bir kararla sağlanmıştır. Bu karar da hukukî değildir. Ama iktidar zordadır ve hukuk raftadır.

Bu karar da, yine, Saraylı işadamlarının, girift ilişkilerle Erdoğan ailesine bağlanmış müteahhitlerin çıkarları içindir. Çetelerin kanun çıkarmaları artık çok kolaydır.

Osmanlı Sultanı Abdülhamid için, tüm topraklar, Osmanlı soyunun, ailenin toprakları idi.
Ama o dahi, bu kadar “cesur” kararlar alamıyordu. Sultan Abdülhamid’in kopyası olmaya çalışan Saray’ın muktediri, hem uluslararası tekellerin, özellikle ABD ve İsrail sermayesinin hem de Saraylı işadamlarının çıkarları için oldukça “cesur”dur. Yangından mal kaçırır gibi acelesi vardır.

Uygulansın ya da uygulanmasın, Saray Rejimi, bu kararlarla, ekonomik temelini ayakta tutma peşindedir.

V

Aynı gün, yani birçok gazetecinin vurguladığı gibi “son 72 saat” içinde, alınan kararlardan biri, İBB’nin mülkiyetinde olan Gezi Parkı’nın, “Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı”nın mülkiyetine devredilmesi de bu cinstendir.

Hem “benim asıl işim rant üretmektir” sözüne uygundur hem de iktidarı korumak için, tarikatlarla girilen girift ilişkilerin ruhuna uygundur.

Bu karar da, iktidar içinde çözülmeyi önlemeyi amaçlamaktadır.

VI

Aynı gün, İstanbul Sözleşmesi diye anılan sözleşmenin iptal edildiğinin duyurulması da son
olanıdır.

AB tarafından gündeme getirilmiş ve İstanbul’da karara bağlanmış bu sözleşme, Türkiye tarafından 2011 yılında imzalanmıştır. Kadına karşı şiddet konusunda bir uluslararası belge olduğundan, TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmiştir.

Uygulanmamıştır.

Son dönemde, “kadın-erkek eşit olmaz” tarzında Erdoğan’dan yükselen sesler, en son, Ayasofya’nın başimamı tarafından bir kere daha yükseltilmiştir.

Kadın hareketi, İstanbul Sözleşmesi’nin ölümleri önleme konusunda ciddi bir yasal çerçeve olduğunu ifade etmiştir ve sözleşmenin uygulanmasını talep etmiştir. Buna karşılık, tarikatlardan, hatta Saadet Partisi’nden de bu sözleşmenin iptali istemi dile getirilmiştir. İktidar, bizzat kendi imzasını taşıyan bu uluslararası sözleşmeyi, bir kararla iptal etmiştir.

Erdoğan, 2011 yılında, çok taze Twitter kullanıcısı olarak, sözleşmeyi şöyle duyurmuştu: “Kadına şiddet artık ‘insan hakkı ihlali’. Sözleşme, Türkiye’nin öncülüğünde hazırlandı.”
Bugün ise, Fuat Oktay, Soylu, Adalet Bakanı Gül, Fatma Betül Sayan Kaya, Ayasofya Başimamı, İsmailağa tarikatı ve daha başkaları, hep birlikte, sözleşmenin iptal edilmesini destekleyecek açıklamalar yapıyorlar.

Bu fesih kararı da yasal değildir.

Normalde meclisin bu kararı vermesi gerekir. Erdoğan ve Bahçeli arasında birkaç konuyu içeren bir anlaşma olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu da bu anlaşma maddelerinden biri gibidir.

Yasal olmadığı hâlde bu iptal, bir yandan tarikatları Saray Rejimi’ne bağlarken, diğer yandan AK Parti tabanında ciddi tepki çekecektir.

Mart ayının son haftasında AB ile Türkiye ilişkileri ele alınacak ve bu toplantının öncesinde de AK Parti kongresi vardır. Saray, ABD’nin AB’ye telkinlerini bilmektedir ve AB’den söz
dışında bir şey çıkma ihtimali zayıftır (Bu yazı yazıldığında henüz AK Parti kongresi ve AB toplantısı yapılmış değildir. Bu nedenle, sonuçlarını göreceğiz). Ama Saray Rejimi’nin AB’nin tepkisi konusunda bir fikri olacağı da kesindir. AK Parti kongresinden sonra, bu konuların gündeme alınması, gerekirse bir adım geri çekinilmesi de olanaklıdır.

Tüm bunlar bir raya getirildiğinde, iktidarın bir yandan açık olarak, tüm topluma “meydan
okuduğu” sonucu çıkmaktadır.

Ama aynı zamanda, tüm bu kararların, muktedir olmanın kibri ile birleşmiş bir sarhoşluk içinde alındığı da söylenebilir.

Artık, Saray Rejimi, çürümedir.

Her türlü kararı alabilecekleri fikri, halk nezdinde açıktır. Ancak bu bir boş vermişliğe yol açmamalıdır.

Bu çürüme, eğer mücadele yeterince gelişmezse, iktidar halkın iradesi ve eylemi ile, işçi
sınıfının, kadınların, gençlerin direnişi ile alaşağı edilmezse, kötü kokular yaymaya devam edecektir. Bunları seyretmek, bu çürüme hâline alışmak, bu kokuya alışmak demektir.

Evet, Saray saldırmaktadır.

Evet, Saray tam anlamı ile bir çürümedir.

Evet, iktidar sıkışmıştır.

Evet, pandemi sürecinde de gördüğümüz gibi, yalan söylemekten sarhoş hâle gelmişlerdir. Bu sarhoşluk, kibrin sarhoşluğudur.

Evet, kriz sürekli derinleşmektedir.

Ama bunların hiçbiri, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi olmadan, örgütlü mücadeleyi geliştirmeden, iktidarı deviremez. İşçi ve emekçiler, bugün, tam anlamı ile bir kurtuluş, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için, gözlerini iktidara dikmek zorundadırlar. CHP’nin, İYİ Parti’nin vb. muhalefeti ile Saray Rejimi’nin yıkılması olanaklı değildir. Onlar, aslında muhalif gibi görünerek, iktidarı ayakta tutmaya çalışmaktadır.

“Amerika geri döndü” Peki ne olacak?

Nereye gitmişti bilemiyoruz, ama Biden iktidarı alışının üzerinden bir ay geçmeden, Münih
Güvenlik Konferansı’nda konuştu: “Amerika geri döndü” dedi.

O demekle kalmadı, AB konseyi Başkanı Michel tarafından da, “welcome back” olarak karşılandı. AB Konseyi Başkanı’nın bu gözyaşartıcı sevinci, “hoşgeldin Amerika” sözlerinde yansımasını buldu.
Bu konuşma, neden AB içinde sevinçle karşılandı? Öyle ya, ABD, birçok AB ülkesine yaptırımlar uygulamaktadır ve bu aslında ABD ile ardılları olan emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının bir parçasıdır. “Ardılları”; Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’dır. Bugün dünya, bu beş emperyalist merkezin arasında süren yeni bir paylaşım savaşımına sahne olmaktadır ve bu paylaşım savaşımının “kışkırtıcı” gücü, hegemonyasını kaybetmekte olan ABD’dir.

Bu noktanın anlaşılmasının önemli olduğu kanısındayız.

Her paylaşım savaşımı bir dünya savaşı mıdır? Ya da her dünya savaşı mutlaka bir paylaşım savaşı mıdır? Bu sorular önemlidir. İlki, Birinci Dünya Savaşı, açık ve net bir paylaşım savaşı idi. İngiltere’nin liderliğini elinden almak isteyenler, daha çok Almanya, ABD, Japonya idi. Fransa sayılmadan olmaz elbette. Saymamış yapmamak için adını analım. Almanya, ABD ve Japonya, geç gelmişlerdir ve geç gelene yeterince sömürge kalmamıştır. Özellikle Almanya ve Japonya için bu daha fazla geçerlidir. Zira ABD, Latin Amerika’ya sarkmaktaydı, İspanyol sömürgelerini kendine bağlayabiliyordu. Hızlı gelişen Alman, Japon ve Amerikan endüstrisi, birikmiş sermayeyi yatırmak ve aynı zamanda yağmalamak için alanlar arıyordu. Öyle ya, henüz Ekim Devrimi olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı, sadece “dünya savaşı” olarak adlandırılırsa eksik olur, paylaşım savaşıdır da. Bu özelliği daha da önemlidir.

İkinci Dünya Savaşı, başlangıçta, kesinlikle SSCB’yi yok etmek, komünizmi yeryüzünden
silmek amacını taşıyordu. Almanya, bu göreve talipti, nedenleri belli ve elbette İngiltere, Fransa, ABD teşvikçi, Japonya ise aynı dertten muzdarip, Almanya gibi saldırmaya hevesli idi. Her biri, uygun anda savaşa katılmaya hazırdılar, dahası Almanya’yı, askerî ve teknik açıdan destekliyorlardı. Ford, acaba Hitler’e ne kadar yakındı? Hitler yenilince, neden Nazizmin tüm sistemi olduğu gibi ABD’ye teslim edildi?

Ama eğer Hitler başarılı olsa idi, muhtemelen Almanya, yeni düzenin lideri olacaktı, ki bunu,
yani “yeni düzen”i sık telaffuz ediyordu ve o zaman da “kanun”u o koyacaktı. İşte ABD, İngiltere ve diğerleri, bu arada pastadan pay almak için devrede olacaklardı. Demek ki, İkinci Dünya Savaşı’nı, önce sosyalizme karşı bir saldırı olarak ele almak gerekir.

Bugün, dünyanın bugünkü dengeleri açısından, 1990’larla başlar. Bugün denildi mi, SSCB
çözüldükten sonraki dönemdir. Bitmesi gereken ama bir açıdan bitmeyen Soğuk Savaş sonrası dönemdir. Yeryüzünde, Ekim Devrimi ile iktidara taşınmış olan sosyalizmin, yenilgiye uğratıldığı dönemden sonrasıdır. Bugün, SSCB’nin çözülmesi ile başlayan süreçtir.

1

Tüm emperyalist sistemin (NATO, IMF, GATT, Dünya Bankası vb. ile belirlenmiş sistemin) tepesine oturmuş olan ABD, aslında ekonomik alanda hegemonyasını ta 1970’lerde kaybetmeye başlamıştı. Ama buna çare buldular; petro-dolarlar, 1971 krizini aşmalarına yardımcı oldu. Ama bu petro-dolar mekanizması, aslında, Bretton Woods anlaşmasının açık ihlali demek olacaktı. 1980’lerde yeniden doların “sahte” basılmasının yarattığı sorunlar, aslında 1945 sonrası kurulan uluslararası kapitalist örgütlenmenin dağılmakta olduğunun, sistemin başına oturmuş olan ABD’nin ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmekte olduğunun ifadesidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya ve Japonya, silah “üretemez” hâlde idi. Bu nedenle Japonya, Toyota fabrikalarını bir günde tank üretebilecek hâle getirmek üzere, “sıfır stoklu” üretim modellerini geliştiriyordu ve yine bu nedenle Almanya, bir aşamaya kadar otomobil olarak üretilmiş olan ve Avusturya’ya gönderilen Leopar tanklarını Avusturya’da üretiyordu. İki ülkedeki otomobil sanayii, bu açıdan ilgiye değerdir. Öte yandan, “müttefik” ve komünizme karşı savaşın lideri ABD, elbette liderlikten doğan tüm avantajları kasasına indirmekte tereddüt etmiyordu. Bunun içine, kontrol mekanizmalarını da katmak
gerekir. Hemen hepsini dinliyordu, her verilerini alıyordu. Hemen hemen her ülkede kurulan “Gladio” adlı iç savaş aygıtları, komünizme karşı savaş kadar, ABD operasyonlarının uzantıları oluyordu.

SSCB var olduğu için, komünizme karşı geliştirilmiş örgütlenme ayakta tutulduğu sürece,
ABD, diğer emperyalist güçlerin zararına birçok ekonomik adımı atabiliyordu. Emperyalist güçler arasında süren savaş, komünizme karşı savaş naraları ile bastırılıyordu.

SSCB çözülünce, ABD hemen, bu durumu kullanarak, “dünya imparatorluğu” peşine düştü. Kissinger’in “dünya imparatorluğu” hedefi, Üçüncü Roma olarak da adlandırılmıştı. Bizim sol
cenahın yakînen tanıdığı isimlerden Dönek Negri, tam bu noktada, emperyalist tek bir dünya devleti fikrinin, barışın tek anahtarı olduğunu yumurtluyordu.

İlgi çekici bir fikirdir. Bir köyde herkes ağaya boyun eğerse, bir mahallede herkes mafyaya boyun eğerse, bir ülkede herkes kölece iktidara boyun eğerse, “barış sağlanır” mı tartışması, hem yerel hem de evrensel bir “tartışma” konusudur. Çok sayıda örnek vardır ki, direnen, boyun eğmeyen, “barış düşmanı” olarak nitelendirilmiştir. Ama buna rağmen, efendinin taleplerinin sonu gelmez. Herkes boyun eğse de, hayat bu ya, efendi başka bir şeye daha sahip olmak ister. Hani söyleniyor ya, “bu halk bu kadar tepkisiz olur mu” diye. Bu tek örnek değildir, daha fazlası olmuştur, daha çok boyun eğilmiştir, biat edilmiştir ama dedik ya hayat bu, diyalektik işliyor. Yine de efendiler doymak bilmezler ve sonunda er ya da geç yerle bir olurlar.

“İmparatorluk”, ABD planı olarak ortaya çıktı. Afganistan ve Irak işgali bunun ürünüdür.

Diğer emperyalist güçler, sosyalizmin boşalttığı Doğu Avrupa’da sessizce alan genişlettiler. İşten en kârlı Almanya çıktı. Almanya, Hitler önderliğinde savaşla ulaştığı sınırlara, savaşsız
ulaşmayı başardı. Elbette biraz da Fransa vb. ile. Ama durumu gören ABD, Balkanlarda, işi biraz daha sıkı tuttu. Ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmiş olan ABD, Sovyetler’in çözülmesi ile oluşan alanları doldurmakta, sadece askerî metotları devreye sokabiliyordu.

Japonya, gelişmiş ekonomisi ve sermaye fazlasına rağmen, daha çok ABD gölgesinde kalmayı, uzlaşı içinde görünmeyi tercih ediyor. Irak işgaline para verme karşılığında, Japonya’da bulunan ABD üslerinin bir bölümünün boşaltılmasını sağlıyor vb. Japonya daha alttan, daha ekonomik yönü önde, daha sessiz bir yol ile ilerlemek istiyor.

İngiltere ise, bir yandan ABD ile daha sıkı ilişkilere sahip olmanın avantajını kullanmak istiyor. Bu açıdan “dünyaya yön veren akıllı üretimin” merkezi olmaya çalışıyor. Öte yandan ise, AB ile yollarını ayırmanın onu daha tek başına lider hâline getirmeyeceğinin çelişkisini yaşıyor. ABD’ye görünüşte en yakın, ama aynı zamanda ABD denetiminden kurtulmak için en ince politikaları devreye sokmaktadır.

Fransa, elbette askerî ve siyasi açıdan daha “rahat”tır. Zamanında NATO’nun askerî kanadından çıkmış olmak gibi hamleleri gerçekleştirmenin avantajını taşıyor.

Sistemin eski hegemon gücü, hâlâ çözülmekte olsa da hegemon gücü tartışmalı olsa da
lideri olan ABD, askerî üstünlüğünü konuşturarak ayakta durabiliyor. Bu açıdan, ekonomik öncülük, kapitalist-emperyalist kampta Almanya ve Japonya’dadır.

Öyle görünüyor, ABD, hegemonyasını savaşsız teslim etmeyecektir. Bu durumda, kamplaşmanın birinde ABD olacaktır, diğerinde ise Almanya ve Japonya. İngiltere ve Fransa, duruma göre tutum alacaktır.

2

Afganistan ve Irak hamleleri, ABD’nin BOP projesi ile de bağlı idi. Ama işler istenildiği gibi
gitmiyordu. ABD, “kazandığı” hâlde “kaybetmeye” devam ediyordu. Ve Libya, böyle devreye
girdi. Libya, ABD’nin, Batılı ortaklarına, bir yem vermesi idi. Yoksa, “müttefikleri”ni kaybetme süreci daha da hızlanmakta idi. İtalya, Gladio’dan kurtuluyor, Almanya ve Japonya, ABD üslerini para ödeyerek boşalttırıyordu. İşte, Libya iyi bir yemleme olabilirdi. İngiltere ve Fransa hemen üzerine atladı, İtalya’yı şimdilik saymıyoruz. Böylece ABD, eski müttefiklerini, bir parça Libya vererek yanında tutmaya çalışıyordu.

Libya, ABD’nin saldırgan politikalarında bir yeni manevra demek idi. Obama dönemi budur.
Bush döneminin saldırgan ABD’si, saldırganlığını devam ettirmek için bir imaj değişikliğine ihtiyaç duyuyordu. Hepsi budur. Biden, oradan geliyor. Obama döneminden geliyor.

ABD, Almanya ile Rusya yakınlaşmasını önlemek için, Almanya’nın duyarsız kalamayacağı Ukrayna operasyonunu devreye soktu. Hitler’in yenilgisi ile Kanada’ya ve ABD’ye kaçan Nazi
artıkları, Ukrayna’ya getirildi ve ardından, uygun bir operasyon devreye sokuldu. Hem Rusya ile Ukrayna arasına ciddi bir ara konulmuş oldu hem de Almanya-Rusya yakınlaşması suya düştü. Rusya, her ne kadar Ukrayna’da kan dökülmemesi için uğraş verdi ise de, iki ülke arasına ciddi bir mesafe oturdu. Fransa, İngiltere, İtalya da yanlarında Libya’yı yutmakla meşgul iken, Almanya, Ukrayna sorunu ile uğraşta iken, Çin ile Japonya arasında sorunları öne çıkartacak birkaç hamle de geldi. Böylece ABD, yemlenmiş “eski ortakları”
yeni rakiplerini sessiz moda aldığını düşündü. “Sessiz mod”, yani çok duyarlı değil, çok da rahatsız edici değil. Haksız da sayılmazdı. Bu kez sıraya Suriye alındı. Suriye’yi İran’ın izleyeceği kesin idi.

Burada duralım. Adına “ulusalcı” denen eski devlet elitleri, ısrarla, aslında ABD’nin Türkiye’yi de parçalamak istediğini söylemektedir. İyi ama, TC devleti, baştan aşağıya, tüm bu politikalarda ABD’nin tetikçisidir. ABD, bunu istediği her zaman yapabilir. TC devleti, kendi “ulusal” çıkarı olarak tanımlayamayacağı pek çok süreçte, ABD çıkarlarının bekçisi olarak davrandı, hâlâ da davranıyor. Yani, TC, tam olarak ABD kontrolündedir. Bu gücü tetikçi olarak kullanmak istiyor. BOP projesi sonuçlandığında ne olacağı, elbette
ABD’nin umurunda olmaz.

ABD ile AB arasında, 2000’li yıllara gelmeden, 1990’ların ortalarında, bir “kalıcı olmayan”
anlaşma olması ihtimali yüksektir. Bu anlaşma, AB’nin Kıbrıs ve Türkiye’yi alması karşılığında, ABD’nin de Ortadoğu’yu alması şeklinde olabilir. Ama öyle idiyse dahi, anlaşma yürümemiştir. Kıbrıs tıkatılmış, İstanbul için kanal projesi devreye sokularak İstanbul’un bir çeşit Hong Kong tarzı şehir devlet hâline getirilmesi dillendirilmiştir. Böylece Ortadoğu konusundaki anlaşmalar da rafa kalkmış demektir.

Suriye savaşı, ABD’nin Uzak Asya’daki sert adımları, Rusya ve Çin’in sahaya inmesine neden oldu. Ya da şöyle diyelim, onları sahada o zaman gördük. Rusya, Suriye’de sahaya indiğinde, açık olarak Libya’da hata yaptıklarını kabul etti. BM’nin Libya kararını veto yetkilerini kullanarak engellemenin hata olduğunu söylediler. Rusya ve Çin sahaya inince, aslında ABD’nin, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya karşısında eşsiz diye sunulan askerî gücünün “sınırları” ortaya çıkmaya başladı. Böylece zaten çözülmekte olan ABD hegemonyası, ağır bir yara daha aldı.

Suriye ile birlikte, yeni savaş politikalarını devreye alan, Obama dönemi ABD yönetimindeki
iki isim çok önemli idi, biri Bayan Clinton, diğeri Biden’dır. Her ikisinin çevirdiği işler WikiLeaks belgelerinde ortaya serilmiştir.

Bu ikili olmadan, IŞİD anlatılamaz. Bu ikili olmadan, AB ülkelerinde patlayan bombalar
anlatılamaz. Bu ikilinin ortaya koyduğu politika, aslında eski müttefiklerine verilen tavizlerin
“havuç” olduğunu ortaya çıkardı ve AB ile ABD arasında daha açık olarak çelişkiler ifade edilmeye başlandı.

IŞİD, ABD’nin AB’yi de tehdididir. IŞİD, yeni bir “ortak düşman” yaratma projesidir ve bu
yolla ABD, eski ortaklarını yanına alacak, kanatları altına sığınmalarını sağlayacaktı. Fransa’da bombalar bu nedenle patladı. IŞİD ortaya çıktıktan sonra, NATO, “teröre karşı savaş” üzerinden kendi anlamsız varlığını meşrulaştırmaya yöneldi.

Ama görünüyor, bu da tutmadı.

3

Çin ve Rusya, kapitalist ülkeler olsalar da, sosyalizmden vazgeçmiş olsalar da (her ikisi de,
daha çok, sosyalist olmamaları gerçeği içinde ele alınabilir, kapitalistleşmeleri bulaşıktır, bu bulaşık kapitalist hâl, onları bağımsız ülkeler olarak tutmaktadır, ama sömürge olmamaları, emperyalist oldukları anlamına gelmez), serbest piyasaya bağlı hareket etmeye çalışsalar da, eski sosyalizm döneminde nasıl Batı tarafından dışlanıyordularsa, yine aynı durumla karşı karşıya kaldılar. Ne Çin ne Rusya, Batı basınında, gerçekçi, tek “olumlu” bir örnekle dahi anılmaz oldular. Oysa onlar, dünya kapitalist sisteminin içinde hareket etmeyi ilke
edinmişlerdi. Onlar sisteme entegre olmaya çalışıyorlar, ama uluslararası tekeller onları “pazar olarak” hakimiyet altına almak istiyor. Sorun burada çıkıyor.

Çin, Uzak Asya’da yaptığı anlaşmalarla, çevresindeki tüm ülkelere de kazandıracak bir birliktelik geliştirdi. Hatta Japonya dahi bu anlaşmalara imza attı.

Rusya ve Çin, Şangay örgütü ile ekonomik işbirliğini geliştirmeye çalıştı. Bu arada ise ABD, Trump ile, “kuralsız” bir adam imajı ile AB ve diğer emperyalist “ortak”larının üzerine yürümeye başladı. Had bildirme, sizi yalnız bırakırız tehdididir bu. AB’nin NATO’dan
istediği “hakları”, doların içinde bulunduğu durumda ihtiyaç duyulan yeni para sistemi anlaşmalarını tepeden reddetme girişimidir.

İşte “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözlerini Macron’a ettiren süreç böylesi bir
süreçtir. ABD, AB’yi “sizi korumam” diye tehdit etmeyi sürdürdü. Buna bağlı olarak IŞİD saldırıları Avrupa’ya taşındı. Erdoğan açıkça AB’yi, ABD emri ile, IŞİD ile tehdit etti vb.
Fakat, tüm bunlar ve Suriye savaşı, bırakın imparatorluğu, bırakın ABD’nin dünya egemenliğini, bırakın “tek kutuplu dünyayı”, birden fazla güç merkezinin ortaya çıkmasına neden oldu.

Bu durum ekonomik alanda, 1970’lerden beri çözülen, 1990’larda hız kazanan hegemonya kaybının, siyasal alanda, askerî alanda da yansıma bulması demektir. Böylece ABD’nin hegemonyasının kaybolmakta olduğu, gerçek anlamı ile varlık hâline geldi. ABD, bu sürece sessiz kalmayacaktır. Trump’ın “America first” sloganı, bunun ifadesidir. Trump’ın yerine Biden’ın gelmesi, aslında tarzda bir değişiklik, yolda bir farklılık dışında bir anlam ifade etmez.

4

İşte Biden dönemi, bu sürecin sonunda ortaya çıkıyor.

Münih Güvenlik Konferansı’nda Biden, “Amerika geri döndü, transatlantik ittifakı geri döndü” diye konuşuyor.

AB Konseyi Başkanı bunu alkışlıyor. Macron, hani “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyen Macron, “ittifaka inanıyorum” diyor.

Oysa NATO’nun beyni ABD idi.

Demek ABD, beyin ölümü gerçekleşmiş güç, şimdi geri dönüyor, öyle mi?

Biden, yeni bir saldırganlığı ifade edecektir. Bunu hep söylüyoruz. Çünkü, Rusya ve Çin’in
sahaya inmesi, ABD’yi, “eski müttefiklerine” ihtiyacı olduğu düşüncesine itmiştir. ABD, yeni
başkanının ağzından, “demokrasiyi savunuyoruz” planı ile geliyor.

“Demokrasiyi savunuyoruz” programı, genel başlıklarla şunlardan oluşuyor:

– Rusya’ya karşı saldırı: Biden, “Putin Avrupa’yı ve NATO ittifakını zayıflatmak istiyor” diyor. Ki doğrudur. Bu durumda NATO’nun Doğu sınırlarını genişletme programının devam edeceği
anlaşılıyor.
– Çin’e karşı yaptırımlar ve savaş devam edecek, diyor.
– Ve savaşın en kritik bölgesi hâline gelmiş olan Ortadoğu’da “ortak tutum” talep ediyor.

NATO’ya bağlıyız, işte bunları içeriyor.

ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, komünizme karşı savaş şemsiyesi altına, tüm emperyalist dünyayı toplarken, sloganları “demokrasiyi korumak” idi. Demek, ABD, “soğuk savaş” dönemini özlemektedir.

Yani, yeni politikalar da üretemiyor, sadece bozulan statükonun, kendi liderliği altında, hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini istiyor.
NATO Genel Sekreteri, hemen topa giriyor. Bu hıza bakarsanız, aceleleri var. Dünya savaşı çıkartmaktan korkmadıklarını ifade eder gibiler. Ve NATO şunları tehdit olarak sayıyor:

– Çin’in yükselişi. Ne ilginç, bir ülkenin, ki bu şu anda Çin, yükselişi açık olarak tehdit ilan ediliyor. Bu Hindistan olsa idi, yine tehdit olacaktı. Bu Endonezya olsa idi yine tehdit olacaktı.
– Gelişmiş siber saldırılar. NATO, bunu tehdit olarak görüyor. Siber saldırı yapma hakkı, sadece onlara ait olmalı, diye okuyabilirsiniz.
– Yıkıcı teknolojiler. Bu da ilginç bir başlık. Yıkıcı teknoloji hangisidir? Google değil mesela
TikTok mu? Apple değil mesela Huawei mi? Yıkıcı teknoloji, bir itiraftır. Batı, teknolojik önderliğin kendilerinden çıktığını itiraf etmektedir.
– İklim değişikliği. Bu da ilgiye değerdir. Dünyanın mahvolmasına neden olanlar, şimdi
Bill Gates’in önderliğinde “dünyayı kurtarma” işine soyunmuşlardır. Bill Gates, yeni alanlara
milyar dolarlık yatırımlar yapıyor. Bunu kendisi açıklıyor. Bu yatırımlar, kâr amaçlıdır. Kâr amaçlı değilse “yatırım” olmazlar. Bill Gates, gerçekten samimi ise, dünyaya bir dirhem olsun fayda sağlamak istiyorsa, kendini ortadan kaldırsın yeter.
– Rusya’nın istikrarsızlaştırıcı davranışları. ABD savaş naraları attığında istikrarsızlaştırıcı
olmuyor ama Rusya savunmaya başlayınca istikrarsızlaştırıcı oluyor.
– Terör tehdidi. Terör tehdidi en son maddedir. Çünkü, bizzat NATO en büyük terör organizasyonudur.

Tüm bu, geri döndük, hoşgeldiniz naraları, aslında, bir yeni anlaşmayı ifade etmektedir.
ABD-AB arasında bir yeni anlaşma. Bu anlaşmanın boyutlarını, ciddiyetini bilmiyoruz. Bir, uzun sürmeyeceğinden eminiz, iki esas olarak ABD’nin AB’yi ve eski müttefiklerini yanına alarak Rusya ve Çin’e karşı etkin bir saldırı planladıklarını biliyoruz.

Peki şimdi ne olacak?

Elbette biz çeşitli seçenekleri tartışabiliriz. Bazı soruları ele alabiliriz. Gerisini hayat gösterecek.

(a)

Acaba, NATO içindeki güçler, ABD’nin yeniden “ittifaka” uyum göstereceğini ilan etmesi
ile, kendi ülkelerinde ABD’nin at oynatmasına izin verecekler mi? Mesela İngiltere, ABD’nin ülkedeki laboratuarlara el koymasını kabul edecek mi ya da mesela İngiltere, ABD’nin her dediğini yapacak, Kraliçe’nin dinlenmesine izin verecek mi? Mesela Almanya, dün deşifre ettiği “Big Brother”, “Echelon” vb. dinleme sistemlerinin yeniden devreye girmesine onay mı verecek? Mesela Volkswagen’in ABD pazarında aldığı cezalara karşılık, Google’a ceza kesmekten vaz mı geçecek? Japonya, kendi topraklarındaki ABD üslerini, protesto gösterileri organize ederek ve ABD’ye para ödeyerek boşaltmaya başlamış iken, bundan
vaz mı geçecek? Acaba Japonya, Toyota’nın pazar payının ABD’de azaltılması için alınan önlemlere razı mı olacak? Acaba Fransa, “beyin ölümü gerçekleşmiş” dediği NATO’nun eski hâli ile devreye girmesine olanak mı verecek? Yoksa, bu eski “müttefikler”, yeni paylaşım savaşının tarafları, “kocamış kurdu” kandırmak için bir uzlaşı içinde görünmekle mi yetinecekler?

Başka bir boyutu da var.

Mesela Batı’nın devasa tekelleri, Çin’deki tüm yatırımlarını durduracak, Çin ile her türlü ticareti ortadan mı kaldıracak? Hepsi, üretim bantlarını ABD’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye geri mi taşıyacak? Buralarda işçileri, İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan, Japon işçilerini 500 dolar aylıkla mı çalıştıracaklar? Tekeller, Çin’i sarsmak için, tüm bu yatırımlarından elde ettikleri akıl almaz kârları feda mı edecek? Apple, mesela Huawei ile, bu kârlar olmadan rekabet edebilecek mi? Öyle ise neden iPhone 12’nin fiyatlarını üç kademe yapmaya yöneliyor?

(b)

ABD, bu yolla AB ülkelerini yanına alıp, Rusya ve Çin’e karşı savaş mı açacak? Görünen o
ki, bunu planlıyorlar. Mesela Biden, Merkel’e, gel sen şu yeni boru hattını, kuzey hattını kapat mı diyecek? Bu yolla Rusya’nın Avrupa’ya gaz satmasını mı önleyecek? Çin’e karşı vergileri artıracak ve sonunda Çin’den mal akışını mı kesecekler? Diyelim bunları yaptılar, karşı taraf, hiç önlem almayacak ve bu iki ülke, “boyun eğecek” öyle mi? AB’nin bundan çıkarları etkilenmeyecek mi? Mesela Volvo’nun bir Çin firması olmasını nasıl önleyecekler? Artık, kapitalist ekonomi geçersiz mi diyecekler?

İşte ABD’nin planladığı şey budur.

ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’ye diyor ki, gelin aramızdaki savaşı donduralım, geçici bir ateşkes yapalım, birlikte, Çin ve Rusya’yı “ham” edelim, bölüşelim ve sonra yolumuza bakarız, herkes refah içinde olur, sonra da birbirimizi boğazlarız. ABD’nin önerisi budur. Bu her büyük savaş öncesinde var olan geçici ittifaklara benzer tutumdur. Ve ABD’nin bu önerisini kabul etmeleri için eski müttefiklerine bazı tavizler vereceği açıktır. Yoksa “geri döndük” sözleri “welcome” diye karşılanmazdı.

“Demokrasi”, bu saldırıyı gizlemenin bir başka yoludur. Biden ile ya da ABD ile “demokrasi”nin hiçbir bağı yoktur. ABD veya Batı’nın, insanlık adına, devletler düzeyinde tek bir pozitif katkısı, tarih tarafından kaydedilmiş değildir.

Bill Gates gibilerin dünya kurtarıcısı, yeni İsa rolüne bürünmelerinin nedeni budur.

Bu seçenek uygulandığında, Rusya ve Çin pes ederse, hedefe ulaşmış olur ABD.

Peki ya pes etmezse? Ya onların da yapacakları şeyler varsa?

Bu durumda savaş büyüyecek, farklılaşacak mı?

Sadece ABD’nin elinde, tüm dünyayı birkaç kere yok edecek kadar imha silahı var. Aynısı Rusya’da, aynısı Çin’de, aynısı İngiltere’de, aynısı Fransa’da vb. var.

Yoksa, diğer dört emperyalist güç, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, ABD’nin planlarını kabul etmiş gözükecek ve bu arada, kendi yollarında mı ilerleyecekler? Bu geçici anlaşmalar, bu son yolu daha olası kılar. Elbette AB, ABD’den taviz kopardıkça, Çin ve Rusya’ya karşı kampanyaya katılmakta beis görmeyecektir. Zaten bu yola girmiş durumdadırlar. “Welcome ABD” tam da bu anlamdadır. Ama AB’nin kopardığı bu tavizler,
bugün tatmin edici olsa da, yarın tatminkâr olabilecek mi?

(c)

ABD ve AB arasında, geçici bir anlaşma olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlaşmaya göre, AB ve
diğer emperyalist güçler, Rusya ve Çin’e karşı ABD’yi destekleyecekler. Ve NATO, AB’nin denetim ve söz hakkının artacağı bir organizasyona dönecek, ama bu arada, birçok iş NATO adına yapılacaktır. Mesela Irak’taki NATO asker sayısı, 500’den 4 bine çıkarıldı. Böylece, Irak’ta NATO daha öne çıkacak. NATO’nun Karadeniz’e ve Doğu Avrupa’ya yayılması da bu planın parçasıdır.

Bu arada ABD, Irak-Suriye sınırını, İran yanlısı milisleri bombaladığını duyurdu. Yani bir yandan, Irak’ta ABD, diğer emperyalist güçlere pastadan daha fazla pay vermeyi kabul ederken, NATO şemsiyesini öne çıkarırken, diğer yandan, kendisi saldırılarını sürdüreceğini gösteriyor. Bu durumun kendisi de anlaşmanın “çok” geçici olduğunun kanıtıdır.

Muhtemeldir ki, ABD-AB arasında, bazı sorunların geçici olarak çözümü gündeme gelecektir. Her savaş öncesinde, böylesi geçici anlaşmalar yapılır. Burada da bunu görmekteyiz. Bu yolla ABD, Rusya ve Çin’e karşı, tüm Batı güçlerini yanına alma hevesindedir. Bunda hızlı bir yol alındığına bakılırsa, aslında görüşmelerin Trump döneminde de sürdüğü anlaşılmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ilk eylemler, bölgemizde gerçekleşmektedir. Suudi Arabistan Prensi’nin
Kaşıkçı’nın ölüm emrini verdiğinin duyurulması, Suriye sahasının bombalanması, İsrail’in Suriye sahasına yeni saldırılar gerçekleştirmesi, NATO’nun Irak’a daha fazla asker göndermesi, bunu doğrular niteliktedir. Rusya-İran ortak tatbikatı da, muhtemelen tüm bunlara yanıttır. Karadeniz ve Kafkaslar ile Ukrayna üzerinde oyunlar sahneye
sürülmesi muhtemeldir. Bir de elbette Çin’e karşı atılacak adımlar var.

Tüm bunlara Rusya ve Çin’in bir direniş göstereceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

(d)

Diyelim ki, bu plan tutmadı. Rusya ve Çin’i öcü ilan etme planı işlemedi ve ABD diğer emperyalist güçlerle, onlara karşı savaşa yeniden döndü Bu durumda, “demokrasi” savunusu ne olacak diye sormayın, çöpe gidecek. Ama savaş nasıl bir seyir izleyecek diye sorun, çünkü çok farklılaşacak.

Twitter, Trump’ı yasakladığı gibi başkalarını da yasaklayacak mı diye sormayın, çünkü zaten
bunu bir kere yaptılar mı arkasını getirecekler. Ama, savaş ABD içine ulaşacak mı, diye sorun.

(e)

Tabii bir de, hiçbir gücün hesaba katmadığı, dünya proletaryası var. Dünyanın her yanında işçiler, 20. yüzyılın başındaki kadar örgütlü değiller. Çok daha kalabalıklar, çok daha enternasyonal nesnelliğe sahipler, ama daha az örgütlüdürler.

Tüm bu savaş, tüm bu senaryolar, aslında, kapitalist sistemin krizde olduğunu unutturmamalıdır. Yani, sadece savaş yok, hem savaş hem de derinleşen bir kriz var. Kriz ve savaş birleşmiş durumdadır. Bu, durumu daha fazla devrime gebe
hâle getirmiştir, getirmektedir.

Evet dünya proletaryasının örgütlülüğü göreli olarak zayıftır. Bu da bir realitedir. Ama bu
zayıflık, ortadan kaldırılamaz bir zayıflık değildir. Tarihin tekerleği, bazı dönemler, olduğundan daha yavaş dönebildiği gibi, bazı dönemler olduğundan daha da hızlı dönebilir.

Ve bir devrim ne kadar imkânsız görünürse görünsün, dünyanın kurtuluşu, Bill Gates gibilerin reçetelerine değil, sosyalist devrime muhtaçtır. Kâr için üretim, insanoğlu için bitmiştir. Yolun sonu burasıdır. İnsanoğlu, kâr için üretime, özel mülkiyete, meta üretimine ve onun tüm sonuçlarına, her türden ayrımcılığa ve sömürüye son vermek zorundadır. Bu zorunludur. Başka türlü insanlığın bir geleceği olamaz. Ama bu sadece zorunlu değildir, aynı zamanda da olanaklıdır. Tüm bu olasılıklardan bin kat daha reel, bin kat daha
gerçekçi bir hayaldir bu.