Ana Sayfa Blog Sayfa 97

TC devleti ve tarikatlar

Uşşaki tarikatı şeyhi, bir genç kıza cinsel saldırıda bulunmuş. Ardından da utanmazca açıklamalar yaparak, işin ne kadar ileri gidip gitmediği konusunda “beyanlar”da bulunmuş.

Aslında bu taciz ve tecavüz olayları, tarikatlar söz konusu olduğunda istisna, az rastlanır olaylar değildir. Tersine, bunlar adeta kuraldır. Eski bir bakan, üstelik kadın, Ensar Vakfı olayı Karaman’da patlak verdiğinde, “bir kereden bir şey olmaz” demişti. Onlarca çocuğa yapılmış bu taciz, ailelerin para alması ile dava konusu bile olmadan kapatıldı. Şimdi, bu para alan ailelere sorsanız, “genelev”de çalışan bir kadını aşağılarlar. Kadın, bir emekçi olarak çalışmakta ve karşılığında ücret almaktadır. Muhtemelen 300-500 TL. Oysa Karaman’daki bu ailelerin para alanları, 10.000 TL almışlardır. Ve daha çok para aldıklarından olacak, kendi çocuklarının ırzına geçilmesine izin vermiş oldukları için, genelevde çalışan kadınlardan daha “namuslu” olduklarını düşünüyorlardır. Bu “namus”lu olma hâlinde, “bir kereden bir şey olmaz” diyen bakan ise en “üst” namuslu sayılmalıdır. İşte size Saray Rejimi’nin, tarikatların “namus” skalası.

Demek ki, tarikatlar söz konusu olduğu zaman, bu tecavüzler, kız ya da erkek çocuklara, istisna değildirler. Her gün yaşanmaktadır.

Hâl böyle olunca, Uşşaki tarikatının şeyhi de, her gün aşağı yukarı yaptığı şeyi yapmıştır. Ama bu kez olay patlamıştır. Neden?

Bu soruyu saçma bulmadan önce bir kere daha düşünün: Madem bunlar istisna değil, madem bu adamlar her gün bunu yapıyorlar, öyle ise, “olay” olan şey, tecavüzün olması değil, açığa çıkmış olmasıdır.

Acaba bu, tarikatlar arası kavganın bir sonucu mudur? Tarikatlar birbirine girer ve diğer tarikat, zaten her gün olmakta olan bir olayı, basına verir. Ya da, belki de MİT, devlet adına Uşşaki tarikatından bir “talepte” bulunmuştur ve kabul edilmeyince, olay basına verilmiştir.

Sanırım, sizlerin dikkatini çekmiş olmalıyım. Yoksa bu konuya ilişkin bir bilgimiz yok. Ama emin olun ki, her tarikatta, her allahın günü bu taciz ve tecavüzler gerçekleşmektedir. Tarikatlar ile devletin işleri de çok içli dışlıdır.

İşte bu vaka nedeniyle, biz işin, daha çok TC devleti-tarikatlar ilişkisi üzerinde durmak istiyoruz.

9 Eylül Üniversitesi’nde Prof. Dr. Esergül Balcı, bu konuda bir çalışma yaptı. 2018 tarihli bir çalışmadır ve sosyal medyada rahatlıkla bulunmaktadır. Balcı, Türkiye’de bugünkü durumu şöyle toparlıyor (özetleyerek alıyoruz):

– 30 tarikat silsilesi içinde alt kollara ayrılan tarikat sayısının 400’ü bulduğunu öne sürüyor.

– Sadece İstanbul’da 448 tekke, açıktan faaliyet sürdürüyor.

– 800 civarında medrese var.

– 1 milyon çocuk, tarikatların elinde eğitim görüyor.

– Tarikat üyesi olan veya faaliyetlere katılan kişi sayısı 1.1 milyon.

– Tarikatlara bağlı yurtlarda 210 bin öğrenci kayıtlı.

– Bu öğrenciler için, devlet, tarikatlara, öğrenci başına ayda 800 TL para ödüyor.

– 4 bini aşkın yurt var ve bunların yarısından fazlası, 2480 tanesi tarikatlarla bağlantılı.

– Medreseler, İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Adıyaman, Batman, Mardin, Van, Hakkari, Şırnak, Muş, Gaziantep, Urfa ve Bitlis’te yoğunlaşmış durumdadır.

Daha önce kamuoyunda konuşuldu, Kaldıraç sayfalarına da yansıdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, “Gizli” ibareli bir rapor yayınladı. Raporun adı şöyle: “Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler”. Rapor toplam 226 sayfadır. Rapor, tarikatlara, “belirli bir İslam” yorumu ile bakıyor ve aslında “devletin” gözünün bu olması gerektiğini hissettiriyor. Yani, Diyanet İşleri, aslında “esas İslam” otoritesi olduğunu hissettirmek istemektedir. Bunun da, birçok tarikatın “doğru olan benim” iddiasından daha ileri bir iddia olduğu düşünülmelidir. Zira, devlet adına aktif ve özerk davranma konusunda yol almış bir Diyanet İşleri ile karşı karşıyayız ve İslam alemine mesajlar vermek için Ayasofya’da kılıçla poz veren mantık, şeyhülislamlık kurumunun da peşinde demektir. Öyle ya, hilafet gerekli ise, şeyhülislam diye bir makam da olacaktır. Tüm İslamcı hareketlerin “makam” aşkı bilindiğine göre, bunun ne denli bir hırs yarattığını tahmin etmek mümkündür.

Rapor, hem tarikatları, dinî düşünceleri vb. kontrol etmekten yana, onları “formatlamaktan” yana, hem de onlara legal alan açılmasından yanadır. “Türkiye’nin bir an önce Tekke ve Zaviyeler kanunu ile yasakladığı dini yapıları legalleştirecek çözümler üretmesi ve ancak bu yolla şeffaf ve denetlenebilir yapılar olarak cemaatleri ahlaki/dini sorumluluk alanına döndürmesi bir zaruret haline gelmiştir.” (s. 15).

TC DEVLETİ LAİK OLMAMIŞTIR

Yukarıdaki satırlar, devletin, Diyanet İşleri denilen ve bugün çeteleşmiş olan bir yapı eli ile, dinî gruplara şekil verme iddiasını göstermektedir.

Yalnız bu sadece bugüne ait değildir.

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır.

Bizzat Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı, laik olunmadığının kanıtıdır.

Laik devlet denildi mi, devletin dine karışmadığı, dinin devlet yapısı dışında tutulduğu, kimsenin inancından dolayı bir aşağılanma yaşamadığı, inancın kişi ile tanrı arasında bir bağa dönüştüğü, herkesin ibadetini yapabildiği bir siyasal yapı anlaşılır. Bu durumda, ne devlet dine, ne de din devlete müdahale eder.

Mesela gösterge olacaksa, kimsenin nüfus cüzdanında “dini” nedir diye bir maddenin olmaması gerekir. Mesela okullarda, bir dinin öğretilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Dinler tarihi öğretilebilir.

TC devleti, her ne kadar “hilafeti” kaldırmışsa da, “eskimiş ve işlevsiz bir kurum” olduğunu tespit etmişse de, hiçbir zaman dini yönlendirmeyi, dini şekillendirmeyi, dini kullanmayı bir yana bırakmamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında tekke ve zaviyelere karşı tutum alınmış olsa da, aslında, TC devleti laik olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinden başlayarak, dine çeşitli serbestlikler tanınmaya başlanmış, 1950’li yıllarda bu ayrıcalıklar artırılmıştır.

Hiçbir zaman laik olmamış olan TC devletinin tarihinde, tarikatlara yol açan iki dönem yaşanmıştır. İlki, 1950’li yıllardır. Ve aslında ikincisi olan 1980 darbesi dönemi ile kıyaslanmayacak kadar zayıftır. 1980 darbesi ile, dinin kullanımı artmıştır. Kenan Evren, bu açıdan Erdoğan’ın öncüsüdür, ilk Kuran ile miting yapan Evren’dir. 12 Eylül, dinî hareketleri, komünizme karşı kullanma stratejisine uygun olarak, ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin hayata geçirilmesinde önemli iş görmüştür. Bugün, “ulusalcılık” ile Erdoğan’a ayar vereceklerini söyleyenler, aslında, ordunun “laik”liğe olan bağlılığını, en açık biçimde 12 Eylül’de ortaya koymuşlardır. Komünizme karşı, işçi ve emekçilere karşı, devrimci harekete karşı Kuran silahı ile hamle yapanlar, aslında bunun bir ABD projesi olduğunu o gün de biliyorlardı. Gülen de, Erdoğan da birer ABD projesidir, tıpkı Ergenekon gibi. “Mustafa Kemal”in askerleri olarak Balbay ve çevresi, ABD’ye gidip, görevi bize verin demekten geri durmamışlardır.

Laiklik, gün gelmiş, dinin aşağılanması biçiminde kullanılmış, gün gelmiş tarikatları komünizme karşı cihada çağırma şeklinde. Ama her birinde asla laiklik olmamıştır.

Raporda derli toplu bir çerçeve var. Elbette, devletin bakış açısından. Tarikatları ya da dinî oluşumları, 8 grupta toplamaktadır rapor. Her bir grubun lideri ve görüşleri hakkında bilgiler de vermektedir.

İlk grup “Kur’an İslamı” olarak ele alınmış. Beş alt gruba ayrılmış: İlki Abdülaziz Bayındır grubudur. Üzerine uzunca durmuştur. Bayındır, 1951 Erzurum Tortum doğumludur. 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurmuştur. Yani grup, 1980 sonrasında doğmuştur. İkincisi Ercümend Özkan ve İktibas Dergisi grubudur. Özkan, 1938 Kırşehir Mucur doğumludur. Hizbu’t-Tahrir ile tanışıp onunla hareket etmiş, 1967’de ondan kopmuş, 1970’te İslam Partisi’ni kurmuştur. 1980 sonrasında ise “1980 İhtilali’nin doğurduğu havanın da etkisi ile bu kez farklı bir çalışma tarzına yöneldi ve 1981 yılında İktibas Dergisi’ni çıkarmaya başladı.” (age, s. 53). Üçüncüsü, yani “Kur’an İslamı” başlığı altındaki üçüncü grup, Haksöz/Özgür-Der olarak verilmektedir. 1991 yılında kurulduğu kaydedilmiştir. İsim verilmiyor, İlahiyat Fakülteli bir grup genç deniliyor. Dördüncüsü, Mehmet Okuyan grubudur. Okuyan, Çaykara, 1965 doğumludur. Hareketin 1980 sonrasına denk geldiğini belirtmeye gerek yok. Bu grubun içinde sayılan beşinci isim Mustafa İslamoğlu’dur. 1960 Kayseri Develi doğumludur. Özkan grubu hariç, bu gruptaki dört grup, 1980 sonrası ortam ile büyümüştür.

İkinci ana grup, “Selefî Söylem” olarak ele alınıyor. Burada 7 grup var. 1- Abdullah Yolcu: 1958 Kerkük doğumlu. 2- Alparslan Kuytul (Furkan Vakfı). 1965 Adana doğumlu. 3- Feyzullah Birışık 1969 Malatya doğumlu. 4- Halis Bayancuk (Ebu Hanzala), 1984 Diyarbakır doğumlu, Hacı Bayancuk’un oğludur, Hacı Bayancuk, Türkiye Hizbullah örgütünün “ileri gelen isimlerinden biri”dir. 5- Kul Sadi Yüksel, 1957 Muş Varto doğumlu. 6- Mehmet Balcıoğlu (Ebu Said Yarpuzî), doğumu verilmemiş, Antalya’nın Yarpuz köyünden Yarpuzî ismini aldığı vurgulanmış. 7- Mehmet Emin Akın, 1954 Aksaray doğumlu. Buradaki 7 grup da 1980’in “yarattığı ortam” içinde boy atmıştır.

Üçüncü ana grup: “Mehdici ve Mesiyanik Söylem” olarak adlandırılmış ve üç isim sayılmış. 1- Adnan Oktar. 1956 Ankara doğumlu. 2- Ahmet Hulusi. 1945 İstanbul doğumlu. 3- İskender Evrenosoğlu. 1933 İznik doğumlu. Bu grupta, sadece Adnan Oktar, “1980 sonrası ortam” ile bağlı görünüyor.

Dördüncü ana grup: “Gelenekçi” olarak adlandırılmış. Üç alt gruba-isme ayrılmış: 1- İhsan Şenocak, 1974 Samsun doğumlu. 2- Nurettin Yıldız, 1960 Of doğumlu. 3- Şahımerdan Sarı (Vasat Grubu) 1960 Adıyaman doğumlu.

Beşinci ana Grup: “Dinî-Siyasî Teşekküller” diye adlandırılmış. Burada üç alt grup var. 1- Davet ve Kardeşlik Vakfı, “geçmişi 1980’li yılların başlarına dayanmaktadır.” (age, s. 117). 2- Hizbu’t-Tahrir, 1953’te Ürdün’de kurulmuş bu tarikatın, “Körfez savaşı gibi olayların meydana getirdiği radikalleşmenin etkisiyle Ürdün, Suriye, Kuzey Afrika, Türkiye ve Güney Orta Asya’ya yayılır.” (age s. 119). 3- Mustaz’aflar Hareketi (Hizbullah) “Cemaata Ulamaye İslamî (İslam Alimleri Cemaati) adıyla 1979 yılında Batman’da ortaya çıkan hareketin kurucusu, 1952 yılı Batman doğumlu Mülkiyeli Hüseyin Velioğlu’dur.” (age s. 122). Bu grupta yer alanların da, 12 Eylül sonrası ortam ile ya da ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin yarattığı ortam ile bağlı olduğu anlaşılır durumdadır.

Altıncı ana grup, “Risale-i Nur Grupları” olarak adlandırılmış. Bu grup içinde 7 alt grup sayılmıştır. Bu grubun tarihi, 1980 öncesi döneme gitmektedir. Said Nursi ile başlayan bir akımdır. 1- Kırkıncılar grubu (Mehmet Kırkıncı). Mehmet Kırkıncı, 1928 Erzurum doğumludur. 1955 yılında Said Nursi ile Isparta’da tanıştığı söyleniyor. 2- Med-Zehra Grubu (M. Sıddık Şeyhanzade). Şeyhanzade ile birlikte İzzeddin Yıldırım’ın başını çektiği grup, 1971’de Nurcuların ana gövdesinden ayrılmıştır. 3- Okuyucular Grubu (Zübeyir Gündüzalp). Gündüzalp, 1920’de Ermenek’te doğdu. 1946’da Nursi ile tanışmış. 4- Tahşiyeciler Grubu (Muhammed Doğan). Doğan, 1944 Varto doğumlu. 1960’lı yılların başında Risale-i Nur ile tanışmış. 5- Yazıcılar Grubu (Hüsrev Altınbaşak). Altınbaşak 1899 doğumlu, 1931’de Said Nursi ile tanışmış. 6- Yeni Asya Grubu (Mehmet Kutlular). 1938 Balıkesir doğumlu olan Kutlular, 1957’de askerlik döneminde Risale-i Nur ile tanışmış. 7- Zehra Grubu (İzzettin Yıldırım). Yıldırım 1961-81 arasında Nurcuların ana grubunda yer almış. Yıldırım, “Said Nursi’nin Kürt kimliğini ön planda tutmaları sebebiyle Doğu ve Güneydoğuda kabul görmüşlerdir.” Yıldırım, 12 Eylül darbesi döneminde aranmış, 2000 yılında öldürülmüş.

Yedinci grup, en geniş gruptur. “Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)” başlığını taşımaktadır. kendi içinde dört alt gruba, bu dört alt grup ise gruplara ayrılmaktadır.

Birinci alt grup Nakşibendîler başlığını taşıyor. İkincisi Halvetîler, üçüncüsü Rifailer ve dördüncüsü Kadiriler şeklindedir.

Birinci alt gruptaki Nakşibendiler, en kalabalık olandır, 13 gruba ayrılmıştır. 1- Erenköy Cemaati, “ismini şeyhleri Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun 1955’ten sonra İstanbul’da görev yaptığı Zihni Paşa Camii’nin bulunduğu Erenköy semtinden alır.” (s. 152). 2- Hazneviler grubu kurucusu Şeyh Ahmet el-Haznevi, 1949’da ölmüştür. 3- Işıkçılar Cemaati, kurucusu H. Hilmi Işık 1911 doğumludur. 4- İskenderpaşa Cemaati, M. Zahit Kotku (1897-1980), İskenderpaşa Camii’nde görev yapmış, onun ölümünden sonra damadı Mahmut Es’ad Coşan, ardından oğlu Nureddin Coşan cemaatin başına geçmiştir. 5- İsmail Hakkı Toprak Grubu/Somuncu Baba/Darende Cemaati. İsmail Hakkı Toprak’tan ismini alıyor. 1920’lerden öncesine dayanıyor. 6- İsmailağa Cemaati. Mahmud Ustaosmanoğlu, İsmailağa Camii’nde 1954’te göreve başladı. İsmini camiden alıyor. Ustaosmanoğlu’dan sonra öne çıkan iki lider, Hızır Ali Muratoğlu ve Bayram Ali Öztürk suikast sonucu öldürülmüşler. Bu bilgi 171. sayfada yer alıyor. 7- Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet) 1965 Fatih doğumlu. 8- Menzil/Semerkand Cemaati, kurucusu Abdülhakim Erol, 1902 Siirt doğumludur. Adıyaman, Kahta’nın Menzil köyüne yerleşmiştir. 9- Norşîn Dergâhı: “1924’te medreselerin kapatıldıktan sonra, doğu ve güneydoğu bölgesinde” kendi özel medreselerinde okutmaya devam etmişlerdir. 7 farklı kolunun olduğu kaydedilmiş. 10- Ömer Öngüt (Hakikat Grubu) 1927 Yugoslavya Yenipazar doğumlu. 11- Süleyman Hilmi Tunahan Cemaati. Süleymancılık da denilmektedir. Kurucusu Tunahan 1888-1959 arasında yaşamış. 12- Şeyh Seyda El-Cezerî Cemaati: Kurucu Şeyh Seyda, Cizre’de doğmuş. 1925’te Şeyh Said ayaklanmasının ardından, Musul’a, Şam’a gitmiş ve oradan 1928’de Cizre’ye gelmiş. 13- Yahyalı Cemaati, Erenköy cemaatinden çıkmış bir koldur.

İkinci alt grup “Halvetiyye Tarikatıdır. Bu tarikatın iki kolu var. Biri Uşşakıyye. İsmini kurucusu Uşşaki’den (1475-1593) alıyor. İç Anadolu’da etkin olan tarikatın şimdiki liderleri, kaynakta, İbrahim İpek ve Fatih Nurullah (son ırza geçme olayı nedeni ile tutuklanan) olarak veriliyor. İkincisi Cerrahiyye, 1703’te kurulduğu yazılıyor, tarikatın günümüzde ABD’ye kadar ulaştığı bilgisi verilmiş. Bugün, Ömer Tuğrul İnançer tarafından yönetiliyor.

Üçüncü alt grup, yani yedinci ana grubun üçüncü alt grubu, Kenan Rifai ve Kubbealtı Vakfı olarak adlandırılmış. Eski tarikatlardan biri. Irak, Mısır ve Anadolu’da etkili olmuş. El-Rifai 1118-1182 arasında yaşamış. Anadolu’daki en önemli temsilcisi olarak kaynak tarafından verilen isim Kenan Rifai, 1867 Selanik doğumlu. Bugün başında 1952 doğumlu Cemalnur Sargut var.

7. ana grubun dördüncü alt grubu ise Kadiriler, Haydar Baş olarak veriliyor. 1947 Trabzon doğumludur.

8. ana grup, “Diğerleri” adını almış. Bir yere koyamamışlar. İki alt isim yer alıyor: Nurettin Şirin, 1964 Trabzon doğumlu ve Recep İhsan Eliaçık 1961 Kayseri doğumlu.

MAZLUMA DİNİ SORULMAZ

Yukarıda görüldüğü gibi, Cumhuriyet öncesine ulaşan tarikatların çoğu, “Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)” başlığı altında toplanmış. Risale-i Nur Gruplarının daha çok 1940-50’lerde yol aldığını söylersek yanlış olmaz.

Hiçbir zaman “laik” olmamış Cumhuriyet, dini kullanmayı hedeflemiştir. Ama, 1930’lu yıllarda Cumhuriyet’te bir restorasyon başlamıştır. Bu restorasyon, İkinci Dünya Savaşı döneminde daha da gelişmiş ve 1950’lerde epeyce ileri taşınmıştır. Bu sadece din açısından böyle değildir. Her açıdan böyledir ama din açısından tartışıyoruz, ilk önemli tarikat serpilmesi, 1950’lerin ortamında gerçekleşmiştir. Bu aslında tarikatların devlete yerleşmesinin ilk adımlarıdır. Türk-İslam sentezi ve gladio örgütlenmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmış olan SSCB’nin etkisinin kırılması amacıyla, CIA tarafından, NATO kanalları ile Türkiye’ye taşınmıştır. Kontr-gerilla örgütlenmesi, bir yandan Ortaasya’daki Sovyet cumhuriyetlerine saldırı için gerekli idi, diğer yandan, Ortadoğu’da gelişme potansiyeli olan anti-emperyalist hareketleri boğmak için İslam gerekli idi. Zaten hiç laik olmamış bir devlet olarak TC devleti, buna adapte olmakta zorlanmadı.

12 Eylül, Yeşil Kuşak projesi ile bağlıdır ve İslamî hareketin önünü, onu ABD emperyalizmine bağlayacak şekilde açtı.

Rapor FETÖ değerlendirmesini şöyle yapıyor: “Çünkü FETO ihanet olayı bazı uluslararası istihbarat örgütlerinin bir devletin içinden manipüle edilmesi için buldukları işbirlikçileri kullanma problemidir.” (s. 15). Aslında bu değerlendirme ile rapor, diğer cemaatleri, FETÖ’den ayrı tutmayı öğütlemektedir.

Oysa, Yeşil Kuşak projesinin bizzat ürünü olan AK Parti ve Erdoğan çevresinin görüşü, tüm bu tarikatları kendi amaçları için kullanmaktır. Bilinen odur ki, “bazı uluslararası istihbarat örgütleri”, İslamî hareketin sadece Gülen bölümünün iplerini elinde tutmakla yetinmiyordu. Dün komünizme karşı mücadele adı altında aktif kullanılan dinci ve ülkücü hareket, aslında birçok kanaldan ABD’ye bağlıdır. Raporu yazanların da bundan azade olmadıkları gibi.

Tarikatlar ya da İslamî hareketler, devlet içinde yer edinmek, orada örgütlenmek, bu olanakları kullanarak akçeli işler tutmak gibi yollara girdiklerinde, sanırım çoğu böyledir, aslında dinî anlamda bir yol arayışı olmaktan çıkarlar. Bugün olan budur.

Bugün tarikatlar, daha çok mafya çeteleri gibidir. Çeteleşen devlet gibi, tarikatlar da çeteleşmiştir. Hemen hemen her tarikat, kendi akçeli işleri için, her türlü hile ve dolaba başvurmakta, yağmalamaktan geri durmamakta, rant peşine koşmakta ve buna uygun olarak da, mafya tarzı silahlı yapılar oluşturmaktadır.

Devlet, tarikatların, mafyalaşmasını, hatta para için her tür yola baş vurmasını, ranttan pay almasını, zenginlikle tanışmasını, bu yolla, “gırtlaklarını devlete bağlı” hâle getirmesini çok istemektedir. Böylece “İslam” adını kullanarak, devlet için her türlü katliamı yapmaya, her türlü suçu işlemeye hazır hâle geleceklerdir. Böylesi yapıların, hangi “uluslararası istihbarat” teşkilâtının elinde olacağı bilinmez midir? Ortada IŞİD gerçeği vardır.

Artık, masum dinî arayış ve inanç gruplarından söz etmek bile zordur. Belki birkaç tane kalmıştır. Dünya çapında bir paylaşım savaşının yürüdüğü bugün, bir Müslüman, emperyalizme karşı açık ve net bir mücadeleye girmiyorsa, kendini dahi koruyamaz.

Hep birlikte yaşadık ve biliyoruz ki, Gülen hareketi, tıpkı ortağı AK Parti gibi, bir ABD projesidir. Ama içinde hemen her emperyalist gücün de eli vardır. Bu AK Parti için de geçerlidir. Devletin tüm mekanizmaları birer çete hâline gelmiştir.

Uşşaki şeyhinin ırza tecavüzüne bu geniş perspektiften bakalım.

Şimdi, her gün bu tarikatlar, hatta dinî vakıflar, dinî okullar vb. içinde yaşanan bu taciz ve tecavüz olaylarının hangisi ortaya çıkıyorsa, bu durum, tarikat çeteleri (devleti de içerecek tarzda) içinde bir çatışmanın sonucudur. Olay değil, ortaya çıkması bu çatışmanın sonucudur. Yoksa, ülkedeki Saray Rejimi, istediği zaman, kapatmak istediği her olay için “ilgi çekici” kılıflar üretmektedir. Eşini ve kızını Erdoğan’a helâl gören anlayışların, tarikat yuvalarında çocuklara cinsel saldırısı elbette “sıradan” bir hâl almıştır.

Tüm bu kargaşa içinde samimi olarak dinini yaşamak isteyen emekçiler için mesele, egemenlere karşı, kapitalist zorbalığa karşı, Saray Rejimi’ne karşı mücadele etme meselesidir. Söz öyledir; mazluma dini sorulmaz. Savaş meydanı buradadır, safını doğru belirlemek, dinî değerler üzerinden manipüle edilmeye son vermek için anahtar bir sözdür, mazluma dini sorulmaz.

Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele, insan olarak kalabilmenin de mücadelesidir. Aşağılanmanın her türüne, ayrımcılığın her türüne karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin içindedir. Sınıfları ortadan kaldıracak bir sosyalist devrim, dünyaya yayılabildiği ölçüde, dünyayı cennete çevirmenin tek yoludur.

12 Eylül ile hesaplaşma ve devrimci hareket

Devrimci mücadele, aslında bir yandan insanın gerçek karşısındaki tutumu ile de bağlıdır. Devrimciler, halka, işçi ve emekçilere, birlikte kurtuluş için mücadele ettiği insanlara, gerçeği söylemekten asla geri durmazlar. Yalanlar üzerine kurulu bir yaklaşım, asla devrimci olamaz, ne bugün, ne dün, ne de insanlık tarihinin herhangi bir evresinde.

Gerçeği görebilmek, güç demektir, güçlü olmak demektir. Bu nedenle işçi ve emekçilere, kendi gerçekliğini olduğu gibi söylemek ilkesel bir tutumdur.

Gerçeği kabul edebilmek ise cesaret olarak ele alınabilir. Cesaret, bizim Anadolu kültürümüzde hemen hemen tüm halklara işlemiş olduğu gibi, göğsünü gerip yürümek ile ilgili değildir. Cesaret, gerçeği kabul edebilmek ile ilgili olarak ele alınırsa daha doğru bir yaklaşım ortaya çıkar. Elbette, pek çok durumda cesaret için farklı ölçüler karşımıza çıkar, Ama durumu, gerçeği kabullenebilmek, hepsinde içkin olarak var gibidir.

Gerçeği değiştirmek ise irade ister. Bu irade, bilgi, birikim de demektir. Ama nihayetinde iradedir. Demek ki, gerçeği kabullenme cesareti, onu değiştirmemek anlamında ele alınmıyor. Tersine, biz gerçeği olduğu gibi kabul edecek cesarete sahip oldukça, işte onu değiştirme iradesini de ortaya koyabiliriz.

Devrimci mücadele, bugün, kapitalist sistemi yıkmak, onu tarihten silmek ve işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirerek, sınıfsız bir toplumun inşasına başlamaktır. Bu mücadele içinde, birçok yenilgi vardır. Olmak zorundadır. Egemen sınıf, bugün burjuvazi, kendi cennetini gönül rızası ile bırakmaz, direnir. Ve egemen sınıf, yıllarca yönetme birikimine sahiptir ve elinde de ideoloji ve zor aygıtı, yani devlet vardır. Devlet, son derece açık biçimde, egemen sınıf adına, diğer sınıf ve katmanları bastırmakla görevlidir. İşte bu devlete karşı savaş, elbette birçok yenilgiyi tatmak da demektir.

Kişinin ciddiyeti, hataları karşısında aldığı tutumla ölçülebilir. Kendi hatalarından öğrenebilen, kendi hatalarındaki gerçekliği görebilme gücüne sahip olan, bunu kabul edebilecek cesareti gösteren, o hataları değiştirebilir, sonuçları ile birlikte.

Her devrimci, ister derinliğini kavramış olsun, isterse yüzeysel biliyor olsun, eleştiri ve özeleştirinin devrimci mücadelenin önemli bir silahı olduğunu bilir. Burada “bilmek”, pek de gerçek anlamda bilmek anlamına gelmeyebiliyor. Bu ilkeyi genel olarak kabul etmek ayrıdır, ama sıra eleştiri ve özeleştiriye geldi mi, ortaya konan pratik farklıdır. Eleştiri ve özeleştiride samimiyet, aslında, görme gücü, kabul etme cesareti ve değiştirme iradesi ile anlattığımız gerçek karşısındaki tutumun içselleştirilmiş olmasıdır.

Yoksa hep birlikte biliriz, eleştirirken “eleştiri özgürlüğü”, ama eleştirilirken “bana karşı saldırı” ifadeleri, Anadolu’da oldukça yaygındır. Devrimci hareket içinde de. Bugünkü toplumda bir sürücü, trafikte asla hatalı olmaz. Hata hep karşımızdakindedir. Hatanın sistemde, hatanın kendinde olacağı ihtimali bile ele alınmaz. Aile kavgalarında da durum böyledir, arkadaş ilişkilerinde de. Hep karşımızdaki hatalıdır. Bir öğrenci, varsa bir hata, hatayı öğretmende arar, sistemde veya kendinde değil.

Bu genel durum, devrimci insanların içinde yaşadığı toplumun hâlidir ve elbette devrimcileri de etkilemektedir. Oysa her devrimci hareket tarafından kabul edilen sözlerimiz vardır: Dost eleştirir, düşman eleştirmez; eleştiri hem haktır hem de ödev. Bu ve benzeri ilkeler, aslında doğrudurlar, yaşam tarafından yalanlanmamıştırlar. İkiyüzlülüğün alıp başını gittiği tüketim toplumlarında, insanlar “dost” bulamadıkları için, psikologlar dünya kadar para kazanmaktadır. Arkadaşsız, dostsuz insan, kendisi ile yüzleşme, kendisi ile hesaplaşma ve dolayısıyla kendisini tanıma olanağını da kaybetmektedir.

İşte ülkemiz devrimci hareketinin de, bir bütün olarak, 12 Eylül yenilgisi ile hesaplaşması gerekir.

Bu hesaplaşma, iki biçimde gerçekleşecektir: Birincisi, devrimci hareketin, burjuva devlete karşı giriştiği savaşımın yenilgi ile sonuçlanması üzerinden, ve ikincisi 12 Eylül ile ortaya konan karşı-devrimin, bu sayede yeniden örgütlenmiş olan burjuva devletin yenilmesi yolu ile hesaplaşma.

Bunlardan ilki olmadan, ikincisi olmaz.

Eğer bundan emin isek, bilim bunu söylüyorsa, demek ki, yenilgiler, onlardan ders çıkarıldığı sürece, büyük bir hazine de demektir. 12 Eylül ile hesaplaşmak, hücredeki işkencecinle hesaplaşmak değildir, daha kapsamlı bir iştir.

Hemen sözün başında belirtmek isterim ki, “12 Eylül ile hesaplaşılmıyor” cümlesi yanlıştır. Bu doğrultuda epeyce yol alınmıştır ve alınmaktadır. Ama yine de bu açıdan oldukça eksik olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.

12 Eylül’ün 40. yılı geride kaldı. Demek ki, birçok şeyi daha açık tartışma olanağımız olabilir, daha soğukkanlıca yaklaşabiliriz. Şu dört nokta önemli görünüyor. Kuşku yok ki, daha detaylı değerlendirmelere sahibiz. Ama sanırım, buradan başlamak, bugün önemlidir.

1-
Türkiye’de var olan devrimci hareket, 12 Eylül sabahına kadar, iktidarı alma hedefine sahip değildi. Yani, ister TKP’yi, ister Dev-Yol’u, ister TDKP’yi, ister TİKKO’yu, isterse daha küçük yapıları ele alalım, hiçbirinin aklında iktidar perspektifi yoktu. Devrim için hayal kurmak elbette vardı. Ama, mahalleleri yönetmek, üniversitelerin yönetimini almak, karakolları etkisiz hâle getirmek, halkın kendisini yönetme mekanizmalarını geliştirmek vb. yönünde bir pratik yoktu. Daha çok faşist çetelerle bir çatışma hâli ve sürekli kitlesel büyüme vardı. Kitlelerin iktidar için seferber edilmesi diye bir şey yoktu. Düşman, burjuva devlet analiz bile edilmiyordu desek yeridir. Analizler, daha günlük, daha yüzeysel idi. Örneğin, NATO üyesi bir ülkede devrim yapmak ne demektir, diye bir soru ortada yoktu. Diyelim ki, dönemin geniş kitleleri hareket ettiren örgütleri bir yana, dar ve küçük örgütlerinde bile bu iktidar perspektifi olsa idi, niceliğe âşık bir mücadele tarzı yerine iktidarı alma ışığını gören bir perspektif olsa idi, bu küçük hareketler dahi, geniş kitleleri hareket ettirebilirdi, mücadelenin kaderini değiştirebilirdi.

Bu arada biz burada bu adı geçen, geçmeyen hareketler üzerine bir değerlendirme yapma niyetinde değiliz. Daha çok, hepimizin, hepsinin ortak eksiği üzerinden tartışıyoruz.

Bu mücadele tarzı, kitleleri ve örgütlü insanları yoran, ufku daraltan bir tarz idi. Kalabalıklaşmanın verdiği memnuniyet, aslında bir tür ufuksuzluğun da sonucu idi.

Cunta liderleri dahi, darbenin bu denli “sessizlikle” karşılanacağına inanamamışlardı.

TC devleti ise tersine, tam da iktidar olma bilinci, sınıf bilinci ve gelişen mücadeleyi ezme yöntemleri konusunda ciddi hazırlıklara sahip idi. Yani, burjuvazi, tekeller, uluslararası sermaye, “strateji”ye sahip iken, devrimci cephe, stratejiden yoksun ve yönsüz hareket ediyordu.

Yenilginin ana nedeni budur.

İktidarı istemek, sayısal bir güç meselesi değildir. İktidar iddiası bir nitelik meselesidir.

1900’lerin başından beri, burjuva devlet, egemen sınıf, devrimci hareketin iktidar perspektifini bozmak için, en gerekli nokta olarak buraya vurdu.

2-
Bunun ideolojik nedenleri de vardır. Tarihsel nedenleri de vardır. Devrimci hareket, uzun bir süre, Kemalizm’i kendi içinde bir damar olarak taşıdı. Tüm radikal eylemlere rağmen bu bakış açısı, iktidar perspektifinin oluşumunu engeller. Kemalizm’den kopamamış bir devrimci hareketin, devleti tanıması da mümkün değildir. Ülkede burjuva devrimin gelişimi, bunun sömürgeleşme süreci ile bağı, gelişen burjuvazinin içeride yağmaya dışarıda ise yabancı sermayeye dayanması doğru analiz edilmemişti. Elbette, bu açıdan her bir hareketin farklı alanlarda ileri adımlar atmış olduğunu söylemek mümkündür. Kemalizm konusunda tüm hareketler, tamamen aynı değildi ama nihayetinde, bu Kemalist düşüncenin etkilerini devrimci hareket, yaşamın her alanında söküp atamamıştı. Ülkenin tarihine bakışta da bu var. Osmanlı döneminden başlayarak gelişen katliamları kavramayan, Ermeni, Pontus, Rum, Süryani vb. katliamlarını görmeyen mantık, elbette Dersim’e de “feodal kalıntıların temizlenmesi” demekten geri durmadı.

Ülke analizleri, burjuva demokrat aydınların tezlerini aşamamış hâlde idi. Birçok hareket, ülke analizlerini, bu burjuva aydınların tezlerine dayandırıyordu.

Böyle olunca, Maraş, 1 Mayıs, Çorum, 16 Mart gibi katliamları da anlamak mümkün olamazdı. Bu katliamları, devlet iradesinden bağımsız, faşist çetelerin suçu olarak gördü, en önemlisi kitlelerin öyle kabul etmesine müdahale etmedi, edemedi.

Bu açıdan bakılınca, mesele, devrimci hareketin, birçok fraksiyona ayrılmış olması değil idi. Bu, yanlış bir değerlendirmedir. Mesele, devrimcileşmekteki eksiklikti. Bu, militanca mücadele etme meselesi değildir. Mesele, devrimci kavrayış, gerçeği görebilmekten gelen güç, onu kabul etmekten gelen cesaret ve onu değiştirme iradesi anlamında devrimci kavrayış eksikliğidir. Bu böyle olunca, tüm bu yapılar, devrimci niyetlerine rağmen, devrimci yapılar hâline gelememişti.

3-
12 Eylül darbesi gerçekleşir gerçekleşmez, ciddi bir direniş ortaya konmamıştır. Bazı bölgelerde işçilerin direnişleri olsa da, bunlar, “yönsüz ve rotasız” kaldı. Bazı devrimciler, kişi veya gruplar hâlinde direnme yolları arasa da, merkezî yapıların hemen hepsi sessizliği seçti.

12 Eylül yenilgisinin bu denli uzun sürmesinin ana nedeni, 12 Eylül’ü karşılama şeklinde saklıdır. Aslında devrimci hareket, yenilgiyi hızla kabul etti. Böyle olunca, sokakta direniş gelişmedi. İşkencehanelerde gösterilen direniş ve kaybedilen devrimciler, gerçekte sokakta bu direnişi gösterebilseydi, açıktan sokakta bu çatışmalar ortaya çıksa idi, yenilgi ile hesaplaşma da bu kadar “bulutlu” bir yol izlemeyecekti. Daha açık, daha net bir yol ortaya çıkacaktı.

Böyle olunca, devrimci hareketin açık bir direnişi sokaklarda ortaya çıkmayınca, burjuva devlet, hemen ideolojik saldırılarını daha da artırdı; Ahmet Altan’lar, Latife Tekin’ler, o romana benzemeyen şeyleri yazma cesaretini gösterdiler. Devrimci hareketi akıl almaz bir karalama ile yok etmek için burjuvazi her yola başvurdu. Murat Belge’ler, devrimci harekete sövmek için her fırsatı değerlendirdi.

Yenilgi, ideolojik alanda bir çözülme ile birlikte ilerledi. Böyle olunca devrimci saflardan kaçış, bir tür “pişmaniye” olma hâli gelişmeye başladı.

Burjuvazi bu ortamda, ortaya çıkan şaşkınlık içinde devrimci harekete ve işçi hareketine ağır darbeler indirmeyi başardı. Ardından gelen devrimci direnişler için, zaman geçmiş sayılırdı. Artık, yıl 1983’e geldiğinde, direniş daha derinlikli bir planı gerektiriyordu. Deyim uygun düşerse, şapkayı masanın üzerine koyup, derinlikli bir değerlendirme yapılmalı ve yol buna göre çizilmeli idi.

Bu noktada, iki gelişme ortaya çıktı. Birincisi Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Devrimci hareket, içinde bulunduğu koşullarda, Kürt Devrimi’nin yükselişini, doğrulmak ve derine kök salmak için değerlendiremedi. Kürt Devrimi’ne karşı geliştirilen özel savaş, devrimci hareketin güçsüzleştiği koşullarda, daha çok milliyetçiliğin yeniden ve her düzeyde pompalanmasının önünü kesemedi. İkinci gelişme, SSCB’nin 1989’da çözülmesi oldu. Bu durum, “umutları” daha da yıktı ve ideolojik üstünlüğü büsbütün burjuvazinin eline bıraktı. Bu dönemlerde bazı devrimci yapıların geliştirdiği eylemlilikler, silahlı mücadele geliştirme girişimleri, kapsamlı ve gerçeklere dayalı analizlerle birleştirilemedi.

Elbette bu yeni durumu, tüm gerçekliği ile anlayabilirsek, bu ciddi bir olanak da olabilir. Kemalizm’in etkilerinin anlaşılması, SSCB’nin çözülmesi sonrasında teorinin tüm alanlarda gözden geçirilmesi avantaj hâline getirilebilir. Bu hâlâ mümkün ve gereklidir. Dahası bu yapılmadan, bunca yıllık mücadele deneyimi, değerli bir yenilgi pratiği harmanlanmış olmaz.

4-
Bugün sorun, solun ya da devrimci hareketin dağınıklığı değildir. Daha doğrusu, bu “dağınıklık” birleşme çağrıları ile aşılamaz. Elbette bir savaş arkadaşlığı, bir ortak mücadele pratiği ortaya konmaktadır ve bu gelişecektir de.

Dünün devrimci deneyimine, hepimizin ortak deneyimi olarak bakmak şarttır. Bu konuda samimi olmak, tüm devrimci birikimi ortak hazine olarak ele almak ayrıdır, buradan hareketle niyetlere dayalı “birlik” çağrıları ile oyalanmak ayrı. Son yıllarda ortaya konan ortak eylem pratikleri, bu sonu gelmez çağrılardan daha fazla sonuç vermeye eğilimlidir. Mücadele arkadaşlığının gelişmesi, son derece kıymetli bir kazanımdır.

Biz göre bugün, devrimci hareketin kitleler, en çok da işçi sınıfı içinde kök salması gereklidir. İşçi sınıfının devrimcileşmesi, devrimci hareket ile işçi hareketi arasında var olan kopukluğun ortadan kaldırılması, devrimin bugünkü aşamasının en önemli sorunudur.

Bize göre, bu açıdan örgütlenme ve direniş çizgisini geliştirmek, gelişmekte olan direnişi daha da kökleştirmek ileri bir adım olacaktır.

Bu nedenle, bugün, Birleşik Emek Cephesi ile, işçi sınıfının siyasal alanda hattını ortaya koymak önemli görünmektedir.

Gezi Direnişi, kitlelerin 12 Eylül ile hesaplaşmasının önemli adımlarından biridir. Bunun eriştiği kitlesellik, kendiliğinden eylem olmasına rağmen, çok kıymetlidir. Sistem, burjuva devlet, bu sürece Saray Rejimi ile yanıt vermiştir. Saray Rejimi, 12 Eylül’ü aşarak bu süreci durdurma girişimidir. İşte bu noktada, devrimci hareketin, daha gelişmiş örgütlenmeler yaratma zorunluluğu vardır.

Birleşik Emek Cephesi, devrimci hareketin dağınıklığına rağmen, kitlesel direnişi geliştirmenin önemli araçlarından biridir. İşçi sınıfının devrimci çizgisinin en genel hatları ile ortaya konması demektir, direnişin yönünün ortaya konması demektir.

Bugün bir yandan Saray Rejimi yönetemez durumdadır. Diğer yandan ise, emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşım savaşımı, bir üçüncü dünya savaşına evrilmektedir. Hatta bazı açılardan bu savaşın içinde olduğumuzu söylemek abartı olmaz.

Bu iki şey, işçi sınıfının devrimci çizgisinin en genel hatları ile mücadele alanında ortaya konması gereklidir. Birleşik Emek Cephesi, tam da budur.

Pratikte siyasal tartışma gündemine girmiş olan Saray Rejimi mi, yoksa “güçlendirilmiş parlamenter sistem” mi meselesine işçi sınıfının yanıtı Birleşik Emek Cephesi olmalıdır.

Elbette her devrimci hareket, kendi inandığı çizgisini geliştirmeye, örgütlenmesini pekiştirmeye çalışacaktır. Ama Birleşik Emek Cephesi, mücadele arkadaşlığının gelişiminde bir ilerleme demek olacaktır.

Saray Rejimi ve demokratik kitle örgütleri

Bahçeli, Erdoğan’ın gölgesi altında sıkıldıkça, her seferinde, “esas güç benim” der gibi uluyor. Hastalığı nedeni ile birkaç aylık ayrılığı sonrasında, muhtemelen, daha bir hassas oldu, Erdoğan’la olan ilişkilerini daha da “derinleştirdi”.

Sanırız, Bahçeli’yi yönetenler, mesela devletin bu işle ilgili görevlileri, Bahçeli’nin bahçesinde, yeni bir çeteleşmeye gitmiş olmalıdır. Bahçeli, “esas güç benim, Erdoğan da kimmiş, Saray Rejimi’nin savunucusu esas benim” havasında gidiyor gibidir. Ama öyle anlaşılıyor, onun adına tweet atanlar, olsa olsa başkalarıdır.

Tüm Saray Rejimi’ni sarmış bir hâl var: Her biri başka bir uyuşturucu alıyor olmalı. Afyon alımından sonra, “uçuyoruz kimse görmüyor” denilebilir muhtemelen. Ya da kuvvetli anti-depresan alıp, “Tabipler Birliği kapatılmalıdır” denilebilir. Muhtemelen extacy aldıktan sonra, “bu sene %5 büyüyeceğiz” demek mümkün olabilir. Ve kesinlikle çok fazla miktarda yeşil dolar aldıktan sonra, Akdeniz’de her gün bir zafer kazandık haberleri yapılabilir. Hangi ilaç veya uyuşturucunun Anayasa Mahkemesi Başkanı’na İçişleri Bakanı sıfatıyla “sen arabana yalnız binebiliyor musun” sorusunu sordurabildiğini tahmin edemiyoruz.

Ama biliyoruz, IŞİD çetelerine çoluk-çocuk, kadın-erkek katlettirmek için epeyce uyuşturucu taşıdıklarını biliyoruz.

Bu çöküş hâlidir.

Saray Rejimi, tüm kurumları ile çürümektedir. Ve bu çürümeyi topluma aşılamak, toplumu da her yönü ile çürütmek istiyorlar.

Yağma, rant, savaş ekonomisi ile toplumun her kesimine hırsızlığın âlâsını öğrettiklerini, bunu da din ile birleştirerek yaptıklarını biliyoruz. Cinsel tacizler, tarikatlar, rüşvet, hukuk ihlalleri vb. tamamı, aslında bu çürümeyi tüm topluma yansıtma yolları hâline gelmiştir. Artık, tüm bunlar “normal” hâle gelmiştir, normal ve sıradan.

İşte Bahçeli’nin tweet hesabından TTB’ye dönük yapılan açıklamalar da tam olarak bunu göstermektedir.

Gerçekte bu, demokratik kitle örgütlerine bir saldırıdır. Barolara dönük saldırı daha devam etmektedir ve Feyzioğlu, barolar birliği başkanı seçilebilmek için, içeriden “balta sapı” olarak iş görmüştür. Şimdi Türk Tabipleri Birliği (TBB)’ne sıra gelmiştir. Hedefleri budur.

Biliniyor ama tekrar edelim, biz “sivil toplum örgütlenmeleri” (STK) kavramını kabul etmiyoruz. Doğrusu demokratik kitle örgütleri (DKÖ) olmalıdır. Demokratik kitle örgütleri, bir insan grubunun, mesela bir meslek grubunun, bir toplumsal grubun, demokratik ve ekonomik, sosyal haklarını savunur ve bunun için örgütlenmelerini ifade eder. DKÖ’ler, bir “yardım” kuruluşu değildir. Tersine, toplumsal örgütlenmede, kendi sorunları etrafında bir örgütlenmeyi ifade ederler. Bu DKÖ’ler olmadan, burjuva anlamda bir “demokrasi” olamaz. Sendika bir DKÖ’dür, elbette TTB de. Tüzükleri açıktır, doktorların ekonomik, sosyal haklarını savunurlar ve bu doğrultuda, toplumsal bir yarar yerine getirirler. TTB, hekimlerin davranış kurallarını, etik değerlerini de geliştirir ve bu tüm sağlık hizmeti alanlar için önemli bir denetim gücü anlamına da gelir.

Elbette DKÖ’ler, yasal kurumlardır. Güçleri oranında bu yasaların daha demokratik olması için de mücadele yürütürler. Ama, hiçbir DKÖ, bir siyasal parti değildir. Bir DKÖ’nün, siyasal taleplerinin olması da mümkün ve gereklidir. Ama siyasal parti değildirler.

Bugüne kadar TTB’nin, siyasal bir parti gibi davrandığı görülmemiştir.

100 bin civarında doktorun üye olduğu TTB, demokratik bir mekanizmaya sahiptir. Yani seçimle bir yönetim örgütlerler ve bu yönetim, düzgün bir biçimde denetlenir.

Diyelim ki, bir tarikat, DKÖ değildir. Hem belli bir toplumsal kesimin sosyal haklarını savunmaz, hem de demokratik kurumlardan değildir. Eğer siz, “badeleme” işinin bir toplumsal hak olduğunu iddia etmiyorsanız, tarikatlara çete demekten başka yolunuz kalmaz. Bir şeyh vardır ve o şeyh “postu” en sevdiğine bırakır, yeni şeyh seçilmez. Böyle bir işleyişe sahip değildir.

Birçok kişi, tarikatları bir STK olarak ele alır. İktidarlar, tarikat oylarına, dini kullanmak için çeşitli araçlara ihtiyaç duyarlar ve bunları da bir güç odağı olmaları nedeni ile, mesela çete diye adlandırmak yerine, STK diye adlandırırlar. Eğer, STK kavramını sorgularsanız, onun yerine DKÖ kavramını koyarsanız, aslında bu kargaşaya da son vermiş olursunuz.

Saray Rejimi tüm toplumu bastırmak, her aykırı sesi boğmak, baskı ve şiddetle, devlet terörü ile yönetmek istiyor ve bu nedenle, tüm DKÖ’lerini zapturapt altına almak istiyor. Sendikaları sendika mafyası ile ele geçirme işi, 12 Eylül darbesi ile ayyuka çıktı. Şimdi, 12 Eylül’ün “komünist tehlike” olarak adlandırmadığı TTB, bugünlerde Bahçeli ve Saray Rejimi tarafından, bir tehlike olarak ilan ediliyor.

Nedeni de açık: TTB, pandemi konusunda devletin, Saray Rejimi’nin izlediği yalan ve gizleme politikasına artık tahammül edemiyor ve bunu, meslek ahlâkı, meslek onuru gereği, deşifre etmek zorunda kalıyor.

TTB, halkı doğrudan bilgilendiriyor.

İçinde TTB’nin, sağlık çalışanlarının olmadığı bir pandemi yönetimi, yapısı gereği iş yürütebilir, sorun çözebilir bir yönetim olamaz. Hekimler, bir yandan canla başla uğraş vermekte, diğer yandan ise, ölüm ile ilk elden yüz yüze kalmaktadırlar.

Bize göre TTB, ilk günden başlayarak, salgın konusunda halkın doğru ve ilk elden bilgi alması için uğraşmak zorunda idi. Ve doğrusu salgının başında bu konuda çok aktif olmadıklarını biliyoruz. Ahmet Saltuk hoca, belki TTB’nin bıraktığı boşluk nedeni ile, TV kameralarına çıkıp, olup biteni anlatmak zorunda kalmıştır. Yapılması gereken de en başından beri budur.

Tabipler Birliği, “savaş bir toplum sağlığı sorunudur” dediğinde de iktidarın hışmını üzerine çekmişti. Oysa dünyada her hekimin, savaş karşıtı olması kadar doğal bir şey olamaz. Aslında bu her insan için de geçerlidir.

TTB, iktidarın politikalarına destek vermek zorunda değildir, zaten bunu yaparsa, hekimlik mesleğine de ihanet etmiş olur. Dünyanın her yerinde sağlıkçılar, buna benzer tutum almaktadır ve bundan daha doğal bir şey de düşünülemez.

Sağlık çalışanları, gerçekten de hastahanelere el koymak, fiilî olarak hastahane yönetimlerini doğrudan iktidarın elinden almak zorundadır. Bu bizim görüşümüz ve önerimizdir. Çünkü siyasal iktidar pandemiyi, kitleleri korkutmak, bunalımı gizlemek, iktidar zafiyetlerini örtmek, baskıyı artırmak için bir araç olarak kullanmaktadır. Pandemi sürecinde, kitlelerin dikkatlerinin dağınık olmasını fırsat bilerek gerçekleştirdikleri ihaleler, çevre yağması vb. tek tek saymakla bitmeyecek boyutlardadır. Bu yapılırken, iktidarın amacı ortadadır. Bu koşullarda, pandemi ile mücadele için sağlık çalışanlarının hastahanelere el koyması gereklidir. Tüm özel hastahaneler, kamulaştırılmalıdır. Ankara’da, başka bazı illerde, doktorlar, hastaları hastahanelerde yer olmadığı için kabul edemez durumdadır. Şehir hastahanelerine “müşteri” garantisi veren iktidar, birçok işleyen hastahaneyi kapatmıştır. Ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek isteyen Saray Rejimi, hastahaneleri “kâr” peşinde koşan kuruluşlara çevirmiştir, hastaya müşteri gözü ile bakan bir mantık egemen kılınmıştır. Tüm sağlık çalışanlarının, elbette bu arada TTB’nin de buna karşı durması kaçınılmazdır, gereklidir.

TTB, gerçekte, eksik yaptıkları nedeni ile eleştirilebilir, yoksa bugünlerde yaptıkları ile değil.

Bugünlerde iktidarın hışmını çeken, saldırılara maruz kalan TTB, gerçekte, daha direngen, daha mücadeleci bir tutum almalıdır.

Barolar, yeterince direnmediği için, uzun süredir kendi üyelerine bile sahip çıkmadığı için, iktidar ile flörtleştiği için, yeterince direnç ve direniş göstermediği için, hukuk katledilirken yeterli tepkiyi vermediği için, işçilere saldırılırken, öğrencilere saldırılırken açık bir direniş tutumu almadığı için, kolaylıkla yeni kanuna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Sadece son eylemlerde Ankara girişinde yürüme isteklerine bakarsak bile, bunu binlerce avukatı oraya yığarak, oradan, doğrudan Saray’a yürüyerek yapmadıkları için kaybetmişlerdir. Ve gerçekte bu kayıp, tüm toplumun, toplumsal mücadelenin kaybıdır.

Şimdi, aynı şey, TTB’nin karşısına çıkarılmak istenmektedir. Bu nedenle, esas olarak TTB’nin eksik yaptıklarına, dünden başlayarak yapmadıklarına parmağı basmak gerekir.

Saldırı, bir bütündür ve tüm toplumu, işçi ve emekçiler başta olmak üzere, kadınları, gençleri, halkları, yoksulları, çalışan herkesi susturma, esir alma amacını gütmektedir. Saldırı, devletten gelmektedir ve hedefi, korkutmak, sindirmektir. Tüm toplumu, yaşamın her alanını hedef alan bu saldırıya karşı bir direniş gelişmektedir. Gezi, bu direnişin en kitlesel olanıdır. Gezi Direnişi, farklı biçimlerde sürmektedir. Bu direnişi büyütmek, korkmadan bu direnişin bir parçası olmak, bundan onur duymak gerekir.

Topyekûn bir direniş geliştirmenin yolu, direnişin her türünü, her biçimini geliştirmek, yaymak ve daha örgütlü hâle getirmektir.

Bu nedenle, mevcut toplumsal durum içinde, işçi ve emekçilerin ortak cephesini, birleşik emek cephesini örmek gerekir.

TTB, açık ve net olarak bu direnişin bir parçasıdır. Daha da kararlılıkla, açık ve net bir tutumla, Birleşik Emek Cephesi’nin nesnel bileşeni olmaktan, öznel bir bileşeni olmaya evrilmek zorundadır.

Bu durum, sadece TTB için geçerli değildir, barolar da bunun içindedir, TMMOB da bunun içindedir, sendikalar da bunun içindedir.

Artık en sıradan bir hakkı, yaşam hakkını, çalışma hakkını, adil yargılanma hakkını vb. savunmak, en sıradan bir hakkı istemek, doğrudan iktidarın saldırısına hedef olmak anlamına gelmektedir. Tren kazasında ölen yakınlarının hakkını arayanlara, copla, biber gazı ile TOMA ile saldıran bir iktidar söz konusudur. İster Kaz Dağlarının yağmasına karşı çıkın ister Artvin’in doğasının yağmalanmasına, ister çocukların tecavüze karşı çıkın ister kadın cinayetlerine, ister ödenmeyen ücretlerinizi almak için direnin ister adil yargılanma talebiniz için, siz artık, tüm toplumsal direnişin bir parçasısınız demektir. Buna gözünü kapatmamak gerekir.

Direniş, tüm toplumsal yaşamı sarmaktadır. Evet, yeterince güçlü değildir, yeterince örgütlü değildir. Ama bu direnişin bir parçası olmak, onurlu yaşamayı seçmek demektir. Bu nedenle örgütlenmek, örgütlerimize sahip çıkmak, onları daha sağlam direniş odakları hâline getirmek dışında kurtuluş yolu yoktur.

Savaş naraları: Akdeniz, Ege, Karadeniz. Ya “içerisi”?

Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de savaş naraları yeniden yükseliyor. Olup biteni anlamak için, biraz yakın geçmişe bakmakta fayda var.

Suriye savaşı, Libya’nın yerle bir edilip, Kaddafi’nin linç edilmesinden sonra ortaya çıktı. Öncesinde Irak işgali ve Afganistan işgali var. 11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler’in ABD’de yıkılması ile başlayan süreçte ABD, dünya “hegemonyasını” ilan etme yönünde adımlar atmaya başlar.

1989’da SSCB çözülmüştü. Ardından, Berlin Duvarı ortadan kalktı ve Almanya, takip eden 5-6 yıl içinde, Hitler Almanyası’nın silahlarla, savaşla ulaştığı sınırlara, savaşsız ulaşabildi. Eski Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri, daha çok Almanya’nın, genellersek AB’nin sömürgeleri olmaya başladılar. Bu durum, ABD’nin elini çabuk tutması gerektiğinin en önemli işareti idi. ABD, SSCB ortadan kalkınca, başında bulunduğu emperyalist örgütlenmenin dağılması sürecinden önce, diğer emperyalist “dost”larını bertaraf etmeli idi. Dünya hakimiyeti, imparatorluk, tek kutuplu dünyanın izlemesi gereken yollar idi. Tek kutuplu dünya, 1990’lara ait idi ve gerisi “imparatorluk” ile gelmeli, ABD dünyanın efendisi olmalı idi. Aksi hâlde Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere güçlenecekti ve ABD yüzyılı sona ermiş olacaktı.

Böylesi paylaşım savaşları, kapitalist sistemin doğasında vardır ve silahsız bir sonuca ulaştıkları da görülmemiştir. Deniz Adalı’nın yeni çıkan kitabında (“Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim”, Kaldıraç Yayınevi) bu paylaşım savaşlarının geçmişi ve bugünü üzerinde detaylıca durulmuştur. Bu nedenle oraya dönme niyetinde değiliz.

Ama vurgulamak isteriz ki, 11 Eylül saldırıları sonrasında başlayan Afganistan, Irak işgalleri öncesinde ABD, NATO’yu da yeniden organize etmek istedi. 11 Eylül’den bu yana, dünyaya 30 milyon insanın göç ettiği, yerlerinden olduğu, milyonlarca insanın öldüğü ve sakat kaldığı biliniyor. ABD, NATO’yu, “terörizme karşı savaş” için görevli bir kurum hâline dönüştürme iradesini ortaya koydu. Böylece, eski “dost”ları olan emperyalist ülkeleri, kendi amaçları için yapacağı savaş hamlelerine ortak edecekti. Amacı, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’yi, kendi peşinden ayrılmaz hâle getirmekti. Bu dört ülke, askerî açıdan toparlanmadan, ABD ile boy ölçüşebilir hâle gelmeden, ABD denetiminden çıkmadan, ABD yol almak istiyordu.

İşte bu ABD hegemonyasının eğik düzlem üzerinde inişe gitmesi sürecinde Suriye savaşı bir dönüm noktasıdır. Afganistan ve Irak işgalleri, diğer dört emperyalist güce ABD’nin ne yapmak istediğini gösterdi. Ve bu süre sonunda, bu güçler arasında paylaşım savaşımı daha da su üstüne çıkmaya başladı. Batı ittifakı, çözülme işaretleri vermeye başladı. Ve ABD, Libya hamlesi ile, bu müttefiklerine bir parmak bal vermek istedi. Libya petrolleri paylaştırıldı.

Türkiye, Libya işgalinde, ABD’nin yardımcı gücü oldu. İzmir’deki NATO üssü, Libya saldırısına karşı aktif olarak kullanıldı. Erdoğan, öncesinde “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyordu ki, ertesi gün, Libya’nın işgalini desteklediğini ilan etti.

Şimdi, Kaddafi’siz Libya’da, Trablus hükümeti ile anlaşmalar yapmaya çalışan TC devleti, aslında Kaddafi’nin Libyası ile iyi ilişkiler kurma şansına sahip idi. Bu ilişkileri bir anda, ABD emri ile feda eden TC devleti, şimdi, Libya’da “üs” edinmeye çalışmaktadır. Üstelik Libya’nın çok küçük bir bölümünü tutan “İhvancı” grupları ile iş tutarak.

ABD’nin Yugoslavya’yı da katarsak 5 saldırısında, TC devleti, açıktan yer almıştır. Ama Suriye savaşında, daha özel bir yer almayı seçmiştir.

TC devleti, Suriye’de işgalcidir ve bugün, bu işgal hareketini Irak topraklarında, Irak Kürdistanı’nda da hayata geçirme isteğindedir.

Suriye savaşı, ABD’nin hegemonyasının çözülmesinde bir adım oldu. Suriye yenilgisi, ABD’nin saldırganlığını daha da artırdı. Ve TC devleti, ABD’nin bölgedeki kirli işleri için bir tetikçi olarak kullanılmak üzere, Saray Rejimi biçiminde yeniden organize edildi.

TC devletinin, bir dış politikası yoktur.

Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de olup bitenlerin bir özeti, Suriye savaşında vardır. TC devleti, bir ABD tetikçisidir ve bir tetikçi olarak devleti bizzat yönetenler, bu savaş hamleleri içinde ceplerini doldurmakla meşguldür. Suriye savaşında TC devleti, ABD emirlerini yerine getirmiştir ve onun izin verdiği ölçüde de, Suriye topraklarında yer işgal etmişlerdir. Ama bu arada, ceplerini doldurmaktan da geri durmamışlardır. Suriye savaşında, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar birlikte devrede olmuşlardır. Ama aslında çekirdek ittifak, ABD ve İsrail ittifakıdır. Türkiye, sadık bir tetikçidir. Suriye savaşından Erdoğan ailesi ve Saray çevresi kazançlı çıkmış, ceplerini doldurmuştur. Saray Rejimi, “Osmanlıcılık” hayallerini beslediği radikal İslamcı hareketlerle iç içe geçmiştir. İslamcı hareket için Türkiye, büyük ölçüde bir Pakistan hâline getirilmiştir. Saray Rejimi, bu sayede “ömrünü” uzatmış, Erdoğan’ın iktidarı bırakmama niyeti beslenmiştir.

Şimdi, Akdeniz’de yaşanan gerilim, aynı sürecin bir başka boyutudur.

Suriye savaşı ile, Akdeniz’de önemli bir etkinlik kazanan Rusya’nın gücünü elimine etmek için, ABD, Akdeniz’i savaş alanına, gerilim alanına çevirmeye niyetlenmiştir. Bunu ise elbette TC eli ile yapmaya niyetlenmiştir. Libya ile anlaşmanın, Akdeniz’deki gerilim politikasının ABD-İsrail politikalarına, çıkarlarına açıktan hizmet ettiği ortadadır. TC devleti, Saray Rejimi de bununla görevlidir. Erdoğan, bu işi yaparak, iplerini tutan ABD devletine hizmet ederek, ömrünü uzatmak istemektedir. Hepsi budur.

Saray Rejimi, önde Erdoğan’ın görüldüğü bir rejimdir. Ama aslında bu rejim, çetelerin ortak koalisyonu gibidir. MHP’nin rolünden söz etmiyorum. Ergenekon olarak adlandırılan eski devlet yapısı, kendisine “ulusalcı” diyenler vb., İslamcı çeteler, tarikatlar, Gülen hareketinin bizzat kendisi, Erdoğan’ın çeteleri, hep birliktedirler. Erdoğan ismi etrafında bir koalisyon söz konusudur. Ve bu koalisyonun her açıdan ipleri, doğrudan emperyalist merkezlere çıkmaktadır.

Gülen hareketi, nasıl ki bir ABD projesi idi ise, aynı şekilde Erdoğan hareketi de bir ABD projesidir. Ergenekon projesi de öyledir. NATO örgütlenmesi içinde yer alan Gladio, bir ABD örgütlenmesidir. Şimdi bunların hepsi, Saray Rejimi içinde birliktedirler. Bunların her birinin içinde, ABD’nin, Almanya’nın, İsrail’in, İngiltere’nin, Fransa’nın vb. örgütlenmeleri vardır.

Bugün, Akdeniz’de ortaya konan politika göstermektedir ki, TC devletinin bir dış politikası yoktur. hatalı bir dış politikası vardır demek anlamsızdır. Bu “dış politika”, ABD emirlerinden ibarettir. Bunu Dışişleri Bakanı, Libya’da “ABD emri ile hareket ediyoruz” diyerek açıkça ortaya koymuştur.

TC devletinin Akdeniz’de ortaya koyduğu, bugünlerde bir başka NATO üyesi ülke olan Yunanistan ile savaşın eşiğine geliniyor izlenimini veren politikası, aslında ABD’nin Akdeniz, Ege ve Karadeniz’i karıştırma politikasının ortaya konuluş şeklidir.

ABD’nin bu politikası, bir yandan AB’ye karşı bir tehdittir, diğer yandan ise Rusya’ya karşı. ABD, “benim değil ise kimsenin olmayacak” tutumu ile bölgeden çekilmeyeceğini ilan etmektedir. Suriye savaşında aldığı yenilgi, gerçekte ağır bir yenilgidir. Ama pes ettiğini söylemek mümkün değildir.

Denilebilir ki, bugünlerde hiçbir yerel savaş, büyük savaş sonuçlanmadan sonuçlanmayacaktır. Suriye savaşı, bittiği hâlde bu nedenle sürmektedir.

ABD, hem AB’yi karıştırma olanaklarını kullanmaktadır, hem de Rusya’ya karşı tehdit işini artırmaktadır. Bu nedenle Akdeniz’de bağırtı artarken, ABD uçakları Karadeniz’de cirit atmakta, Rus uçakları ile itdalaşına girmektedir.

Demek oluyor ki, yakında eski Yugoslavya coğrafyasında, Polonya’da, Romanya’da, Ukrayna’da da adımlar atacaklardır.

Çin’e karşı girişilen hamleler, Rusya’ya karşı hamleler ile beslenmektedir. ABD, bu konularda kendisine yakınlık göstermekte tereddüt eden eski Avrupalı müttefiklerini, Rusya ve Çin’e karşı hamleler yapmaya “ikna” etmek istemektedir. Bu nedenle, Yunanistan-Türkiye gerginliği artırılmaktadır. Bu sayede Akdeniz’in her alanı, savaş bulutları ile doldurulmaktadır.

Acaba bu planlar nerede duracaktır?

Bunu söylemek mümkün değildir. Zira ABD hegemonyası çözülmektedir, ama ABD’nin bunu “bir yeni durum” olarak kabul edip, evinde oturmaya çekileceği söylenebilir mi? Bu olmayacaktır.

Geçen haftalarda ABD, İran’a karşı yeni yaptırımlar devreye sokmaya kalktığında, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın bu yaptırımları kabul etmeyeceklerini açıklamaları boşuna değildir.

Öyle anlaşılıyor, ABD, İran’a karşı saldırılardan da geri çekilmeyecektir. Belki, Süleymani suikasti gibi suikastleri devreye sokmaları, bunu tüm bölgeye yaymaları da mümkündür. Ama bugün görünen, Akdeniz’in Ege’ye, Ege’nin Karadeniz’e bağlanmak istendiğidir.

Türkiye ile Yunanistan’ın bir savaşa tutuşması zayıf bir ihtimaldir. ABD, bu gerilimi artırarak, belki de bölgeye yerleşmek için yeni fırsatlar peşindedir. Bunu bilemiyoruz. Ama bu gerilimin ABD’ye çok fırsatlar sunacağı da açıktır.

Türk gemisinin silah taşırken Libya açıklarından çevrilmesi süreci, Fransa’yı Akdeniz sürecine daha aktif tarzda devreye sokmuştur. ABD, bu kez Libya’ya BAE gemileri ile silah taşımaya çalışmaktadır. Bir gemi, Alman güçlerinde durdurulmuş ve limana çekilmiştir. ABD’nin bu işte ısrar edeceği açıktır. Avrupa’nın bu konuda ne kadar dirençli olacağı ise önümüzdeki dönemde belli olacaktır.

Ama Akdeniz’de savaş bulutlarının yoğunlaşmasının, ABD’nin Rusya ve Çin’e karşı planlarına AB’den destek alması için bir hamle olduğu da açıktır.

Saray Rejimi, ise tüm varlığını savaş ve gerilim politikalarına bağlamıştır. Savaş politikaları, aynı zamanda, içeride milliyetçi, ırkçı saldırıların artması için de bir fırsata dönüştürülmek istenmektedir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, İslamcılık ve ardından Türkçülük ile Rum ve Ermenilere karşı girişilen katliamlar hatırlanmalıdır. Bugün, savaş politikaları ile Ayasofya’nın camileştirilmesi adımları arasında bir bağ kurmak mümkündür.

TC devleti, her zaman savaş politikaları ile, içeride katliamları birbirine bağlı ele almıştır. Bu konuda geniş bilgi için, Kaldıraç’ın Eylül 2020 tarihli 230. sayısında, Sibel Özbudun-Temel Demirel’in son derece toparlayıcı, “Rumlara dair tarih (b)ilgisi” isimli çalışmasına bakılabilir.

Tarihleri katliamlarla doludur. Kürtlere karşı yürüttükleri savaş, bugün, bunun örnekleri ile doludur.

Tüm bunlara son vermenin tek yolu, işçi ve emekçilerin örgütlenmesidir. Örgütlü bir güç olmadan, cesaretle mücadele etmeden, bu katliam politikalarına, savaşa, bölgemizdeki emperyalist varlığa son vermek mümkün değildir. İşçi ve emekçiler, emperyalist güçlerin çıkarları için, bu güçlerin bölgemizdeki ortakları olan devletlerin çıkarları için bir savaşta yer almamalıdır. Bunu açık olarak reddetmelidir. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, burjuva egemenliğin her biçimine karşı mücadele etmek üzere, Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesine katılmalıdır.

Salgın, Saray Rejimi ve eğitim politikaları

İktidarın bir yönetememe hâli var.

Burjuva muhalefet ise, bu durumu, “bir yönetme tarzı” olarak sunmak istiyor.

Nasıl mı? Örnekleyelim.

Saray Rejimi, salgın nedeni ile, Cumhurbaşkanı’nın ağzından halka söz verdi ama maske dağıtamadı. Bu bir gerçek. Bilmeyen yok, bilmiyorum diyen de kendi kendisi ile birlikte kaldığında bildiğini fark ediyordur. Bu bir yönetememe hâlidir. Zira, Sağlık Bakanlığı Menzil tarikatına ait gibidir ve yeni Bakan, Esat Coşan tarikatındandır. Kendisinin Medipol diye hastahaneleri vardır, gerçekte bunlar Coşan tarikatına aittir. Çeteler, diyelim ki Coşan çetesi ile Menzil çetesi, bu işte birbirinin ayağını kaydırmak istemektedir. Menzil tarikatı üzerinden gelmeyen hiçbir mal, sağlık bakanlığına satılamaz desek yeridir. Ama diğerleri de bundan pay almak istemektedir. İşte size yönetememe meselesi. Sonunda Cumhurbaşkanı, şahsım olarak, işlerin çok da iyi yürüdüğünü söylemektedir. Bu bir özettir.

Okul meselesini ele almak istiyoruz. Esas konumuz budur.

Ülkede 18 milyondan fazla insan lise ve altı sınıflarda eğitim görmektedir. Yani üniversiteleri hariç tuttuk. Bu 18 milyon genç, artı göçmen çocuklar, 1 milyonu aşkın öğretmen tarafından okutulmaktadır. Bu 18 milyon öğrencinin, 1 milyon 400 bini (bu yıl kriz, pandemi nedeni ile bu rakam 1 milyona inmiştir), özel okullarda eğitim görmektedir.

Demek oluyor ki, %7-8 arasında bir ayrıcalıklı eğitim alan, gerçekte “kaliteli” anlamında değil, ama ayrıcalıklı eğitim alan bir kesim var.

Bu, fırsat eşitsizliği demektir.

Eğitim açısından, zengin ve yoksul açısından oluşan farklılık, fırsat eşitliği denilen şeyi tamamen ortadan kaldırır. Bu hukukî olabilir ama adaletli değildir. Fırsat eşitsizliği, sınav sistemlerine dayalı eğitim politikaları ile daha da artmaktadır. Bunu da üzerine koyun.

Ama Covid-19 salgını nedeni ile, bugünlerde okulların açılmaması, bu fırsat eşitsizliğini kat be kat artırmaktadır.

Salgın döneminde milyonerler, servetlerini katlayarak artırırken, işçi ve emekçiler daha büyük bir yoksulluğun pençesine itilmektedirler. Bunu biliyoruz. Bu durum, zaten sözü edilen fırsat eşitsizliğini daha da artırıyor.

Ama bir de hükümetin politikası var.

1- Okulları açamayan bir politika.

2- Öğretmen maaşlarını bir yük olarak gören politika.

Aslında bu, ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetme istek ve iradesinin, üzerine bir de kötü bir AŞ yöneticisi olma hâlinin binmesi ile oluşan bir durumdur.

Milli Eğitim Bakanı, kendisi, özel okul sahibi, yani patrondur. Bir eğitimci özelliği olamaz. Bir özel okul patronu, milli eğitim bakanı olursa, öğrenciye müşteri olarak bakan mantığı ülke eğitiminin her alanına yayar. Müşteri mantığı, fırsat eşitsizliğini bin kat daha artırır. Öyle ya, “money first” sisteme egemen olur, ne kadar paran varsa o kadar eğitim alırsın. Bu durumda devlet okullarında (izninizle bunlara kamu okulları da denilebileceğini vurgulayalım) eğitimin “kalitesi” ne kadar düşerse, özel okullara talep o kadar artar.

Covid-19 salgını bahane edilerek, Saray Rejimi’nin yönetememe hâli gizlenmek, örtülmek isteniyor.

Şöyle düşünün: Restoranlar açık. Gerekli önlemler “alındı” ve restoranlar açıldı. Cafeler ha keza. AVM’ler, gerekli önlemler “alındı” denilerek açıldı. Turizm sektörü, gerekli önlemler “alındı” denilerek faaliyete geçirildi. Ki, gerçekte hiçbir yabancının bu koşullarda ne bu yıl, ne de 2021’de turizm için ülkeye gelmeyeceği biline biline.

Ama sıra okullara gelince, “salgın nedeni ile” okullar açılmadı.

31 Ağustos’ta açılması beklenen okulların açılışı, 11 Ağustos günü, başka hiçbir önlem alınmadan, ertelendi. 21 Eylül’de okulların açılması kararı alındı. Yine hiçbir önlem alınmadı ve bu kez, okullar, sadece 1. sınıflar ve anaokulu öğrencileri için, haftada bir gün yüz yüze eğitim verilecek şekilde açıldı.

20 Eylül akşamı, velilere mesaj gönderilerek, online eğitimin “teknik arıza” nedeni ile yapılamayacağı, daha sonra yapılacağı açıklandı.

Bakanlar, interneti olmayan kırsal alanlarda, “çocukların kahvede eğitim görmesini” önerdi. Kahvede eğitim alırken “korona bulaşmıyor” mu? Virüs, okulda yüz yüze eğitim sırasında mı bulaşıyor? Başka yerlerde virüs bulaşmıyor. Kahvede bulaşmıyor, cafede bulamıyor, AVM’de bulaşmıyor, fabrikada bulaşmıyor, otobüste bulaşmıyor, restoranda bulaşmıyor, ama okulda, işte orada bulaşıyor.

Hiç sordunuz mu acaba, kuran kurslarında virüs bulaşıyor mu?

Acaba, medreselerde virüs bulaşıyor mu?

Virüs, Erdoğan miting yapıp, orada çay paketi atma oyunu oynarken bulaşmıyor.

Virüs, AK Parti toplantılarında bulaşmıyor.

Ama virüs, bir protesto eyleminde mutlaka bulaşıyor.

Virüs, işçiler polis tarafından coplanırken bulaşmıyor, ama işçiler kortej şeklinde yürüyüp slogan atarsa, işte o zaman bulaşıyor.

Biraz daha yakından bakalım okullar meselesine.

Devlet denilen çark, okullar için önlem aldı mı?

Mesela sınıflarda oturma düzeni, çocukların birbirlerine tükürük bulaştırmayacakları bir yöntemle ayarlandı mı? Okul içinde sınıf düzeni buna göre ayarlandı mı? Eğer okul binaları sayı ve alan olarak yetersiz ise, mesela AVM’ler okul hâline getirildi mi? Mesela camiler, okul hâline getirildi mi? Bunların yapılmadığını biliyoruz.

Acaba, devlet denilen makina, çocuklardan, hijyen malzemeleri alıp okula getirmelerini isterken, çocukları mı düşünüyor, yoksa ilave olarak ailelere, yoksullara yeni yükler mi yüklüyor?

Eğer her alanda, virüs bulaşmasın diye gerçekten önlem alabildiler ve bu alanları halka açık hâle getirdilerse, okullar için neden bunu yapmadılar?

Açıktır ki, aileler, çocukları için korkmaktadır. Bu korku altında, en azından bir yıl, eğitimden vazgeçmeleri sağlanmış durumdadır.

Bu durumda, öğretmenlerin yük hâline geldiği açıklanan maaşları, düşük oranlarda ödenerek, aslında, devlet bütçesine katkı yapmaları sağlanmaktadır. Oysa o öğretmenlerin maaşları yerine, mesela Saray’ın masrafları düşürülebilirdi. Mesela polislerin maaşlarının, askerlerin giderlerinin, silahlanma harcamalarının, diyanet işleri kadrolarının maaşlarının yük olduğu iddia edilebilirdi. Böylece okullar yüz yüze eğitime açılabilirdi.

Yüz yüze eğitim, ne olursa olsun, fırsat eşitsizliğini daha da artırmayı önleyebilecek bir önlemdir. Ama devlet, Saray Rejimi, bunu feda etmekte bir beis görmemektedir. İşçi ve emekçilerin çocuklarının kendi aileleri ile eğitim almaları mümkün değildir.

Oysa, öğretmen sendikaları aktif olarak işin içine katılarak, çocukların daha sağlıklı bir ortamda, eğitim alabilmelerinin yolu açılabilir.

Toplumda, “kendini düşünme” ve bundan başka da kimseyi umursamama halinin yaygınlaşması için her yolu deneyen pandemi yönetimi var. Bu pandemi yönetimi, her gün Saray çevresi ve üst düzey bürokrasiye, 30 bini aşkın test yapmakta, ama halkın test yapmasının önüne engel olmaktadır. Pandemi yönetimi, özel hastahaneleri pandemi hastası almayı zorunlu kılacak önlemler almaktan özenle uzak durmaktadır. Pandemi yönetimi, her gün yalan haberlerle halkı kandırmaktadır.

1 milyonu aşkın öğretmen kadrosunu artırmak için hiçbir çaba göstermeyen Saray Rejimi, bekçiler ordusu oluşturmakta, hızlı takviye kuvvetleri ile kontr-gerilla birlikleri organize etmektedir.

Şaşkınlık içinde ne yapacağını şaşırmış geniş kitleler ise, açlıkla boğuşurken, işsizlikle boğuşurken, çocuklarının eğitim hakkından mahrum kalmasına sessiz kalmakta, ne diyeceğini kestirememektedir.

Paran kadar sağlık, paran kadar eğitim, paran kadar ulaşım “hakkı” ile krizin tüm faturası işçi ve emekçilerin, geniş kitlelerin üzerine yıkılmaktadır.

Ülkeyi bir çiftlik olarak görüyorlar. Sahibi, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortakları olan tekellerin olduğu bu çiftlikte Saray Rejimi, tüm devlet kadroları, çeteleşmiş gruplar, keseleri, kasalarını doldurmak işi ile meşguldürler.

Eğitimde pandemiye hazır olmayan, yük olarak görülen öğretmenler, eğitim emekçileri değildir. Pandemiye hazır olmayan, okul binalarıdır, devlet yönetimidir, onun uzantısı olan MEB’dir.

Pandemi koşullarında işyerlerini, fabrikaları çalışma kampına çeviren, işçilerin sağlıklarını hiçe sayan iktidardır, devlet makinasıdır.

Kendi geleceği olmayan Saray Rejimi, tüm ülkenin, işçi ve emekçilerin geleceklerine göz dikmiştir. Kendi gelecekleri olmadığından, halkı bastırmak için her türlü yolu mübah saymakta, devlet terörü ile halkı sindirmeye çalışmaktadırlar. Eğitim politikası, tam olarak bunun ifadesidir. İflas etmiş bir devlet çarkının göstergesidir. Tıpkı sağlıkta olduğu gibi.

Saray ve ABD seçimleri

Kasım 2020’de, ABD’de başkanlık seçimleri var. Doğrusu, ABD’deki başkanlık seçimleri, son yıllarda, SSCB çözüldükten sonra, TC devleti için çok önemli olmuştur. Devlet içindeki bazı güçler, ABD seçimlerinde kazanma ihtimali olan güçlerle iyi ilişkiler kurmak için “uğraş” vermişlerdir. Bu sürecin “Soğuk Savaş” sonrası dönemde önem kazanması anlaşılırdır.

Bunun nedenleri var: İlk olarak, SSCB çözüldükten sonra, Batılı emperyalist güçler arasında su üstüne daha fazla çıkmaya başlayan paylaşım savaşımının ülkemizdeki etkileri sayılmalıdır. Tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca, NATO’nun, anti-komünist “ileri karakol”u olan TC devleti, bir “ortaklaşa sömürge” idi. Sömürge idi, ama ortaklaşa sömürge idi. Bu konumda bir başka ülke Yunanistan’dır, bir başkası ise Güney Kore’dir. Güney Kore, aslında Türkiye’nin konumuna daha fazla benzerdir. Ülkenin siyasal yönetimi (siyasal yönetim dedik mi, siyasal partiler, parlamento, ordu, polis, yargı vb. dahil tüm devlet çarkını kastetmiş oluruz. Bunun için en az önemlisi siyasal partiler ve parlamentodur.) NATO mekanizması ile veya başka mekanizmalarla doğrudan ABD’nin elindedir. Ama ülkenin ekonomik kaynaklarının denetimi, daha çok, mesela Türkiye için AB’nin, Kore için ise Japonya’nın elindedir. Soğuk Savaş döneminde, başında ABD’nin yer aldığı emperyalist örgütlenme, komünizme karşı savaş bayrağı altında, bu uygulamaya olanak veriyordu. SSCB dağıldıktan sonra, “kapitalizmin komünizme karşı zaferi”, emperyalist merkezler arasında paylaşım savaşımını yeniden gündeme getirdi. Böylece, Türkiye’de NATO mekanizması içinde, “dün” hepsi birlikte görülen güçler, kendi çıkarları için hareket etmeye başladılar. Böyle olunca, TC devletinin yönetenleri için ABD’ye bağlılık, daha da özel bir hâl aldı. Yani, dün yine bu bağlılık önemli idi, sonrasında, özellikle ABD’ye bağlılık daha da önemli oldu. Bu durum, TC elitlerinin, ABD’de seçilecek olan iktidara daha yakın olma arayışlarını artırdı.

İkincisi, ABD’nin Türkiye’deki siyasal alanı tam olarak kendi amaçlarına ve bu arada bölgesel çıkarlarına (BOP gibi) bağlı tutmak için örgütlenmelerini daha da yoğunlaştırdı. Siyasal alanı elinde tutan ABD, Türkiye’nin ekonomik olarak bağlı olduğu AB’ye kalmaması için, siyasal alanı etkili olarak kullanmak istedi. Hem Gülen örgütlenmesi, hem AK Parti örgütlenmesi, aynı anda, ABD adına önemli iş görmek üzere devreye sokuldu. AK Parti ve FETÖ ilişkisi, aslında bu “ortak amaca” hizmet etmiştir. İlgili düzenlemeler gerçekleştirildikten sonra, belli “yetenekleri” olan Gülen’ci güçlerin İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin etkinlikleri nedeni ile hizaya çekilmesi gerekli idi ve Erdoğan’ın eski yol arkadaşlarına karşı hücum etmesi, doğrudan ABD organizasyonu olarak devreye sokuldu. Hikâyenin bu kısmını daha fazla tartışmak mümkün. Ama bizi ilgilendiren ABD seçimlerine TC devletinin ilgisi olduğundan, bu kadarı yeterli olmalıdır. Gülen teşkilâtı, aslında, ABD adına, TC devletinin doğrudan desteği ile, özellikle eski Sovyet ülkelerinde etkili olmak için de kullanıldı. Hem Gülen’in bağları, hem AK Parti’nin ABD bağları, ABD seçimlerine olan ilgiyi artırdı. Zira tüm TC devleti iktidarı, daha çok Washington hattına taşındı. TC içinde güç olmanın yolları Washington’dan, Türkiye’deki ABD elçiliğinden daha fazla geçmeye başladı. TC devleti, ABD’nin yeni eyaleti gibi davranmaya başladı. Elbette yeni eyalet Türkiye ile ABD’nin bilinen eyaletleri arasında bazı farklılıklar oldu: ABD eyalet yönetimleri, iç işlerinde daha net belirlenmiş (yasal) çerçeve içinde hareket ederken dış ilişkilerinde merkezî ABD hükümetine bağlı idi. TC devleti ise “dış işlerinde” bir ABD tetikçisi, iç işlerinde ise, “kuralları bile olmayan” bir “özerklikle” hareket eder hâle geldi. İç işlerinde ABD, bir “yasa”ya bağlı hareket etmedi ve bu nedenle TC anayasası, aslında uygulamada değildir.

Üçüncüsü, bu iki etken, başka etkenlerle de birleşerek TC devletinin çeteleşmesi, bugünkü Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasına neden oldu. Çetelerin her biri, Washington olarak adlandırabileceğimiz merkezle, doğrudan ilişki kurmaya heves etti. Bunu hâlâ sürdürdükleri de açık. Bu sadece iktidar ya da AK Parti, Gülen hareketi ve Ergenekon gibi yapılanmalar için geçerli değil, muhalefet partilerini de içerecek tarzda, bazı tarikatları, ekonomik çıkar gruplarını da kapsayacak tarzda genişledi. Bunların tümü için ABD seçimleri önemli oldu.

Dördüncüsü, TC devleti ile İsrail arasında, ABD’nin emperyalist planlarının bir parçası olan BOP çerçevesinde kurulan ilişkiler (iki ülke BOP’un eşbaşkanlarıdır) ABD seçimlerine olan ilgiyi daha da artırdı. İsrail’in ABD seçimlerine “özel” ilgisi olduğu bilinir. TC devlet elitleri de bu sürecin içine daha fazla girmeye, en azından ilgi düzeyinde daha fazla girmeye yöneldi. TC devletinin ABD seçimlerinde bir “etkisi” olmadığı açıktır. Ama bu sıfır etkiye rağmen aşırı ilgi, bir çelişki oluşturmuyor. Zaten mesele TC’nin ABD seçimlerine etkisi değil, ABD seçimlerine, artan özel ilgisidir. Bu aynı zamanda TC devletinin daha çok ABD-İsrail hattına bağlı olmasının da yansımasıdır.

Saray Rejimi, Türkiye egemen çevreleri içinde hem İsrail’in, hem de ABD’nin artan etkisinin de ifadesidir.

Aynı çerçeve içinde TC devletinin kendine ait dış politikasının olmaması, tüm dış politikanın ABD tetikçiliğine indirgenmiş olması da anılmalıdır. ABD tetikçiliği, TC devletinin dış politikada başarıları olarak sunduğu her adımın, bir bir ABD çıkarlarına hizmet ettiğinin sabitlenmesi ile daha da ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın Kudüs ziyaretinde Kudüs’ü İsrail başkenti olarak kabul etmesi görüntülerini hatırlayanlar, bugünlerde, TC devletinin “etkin” olduğu Kosova’nın Kudüs’te konsolosluk açmasına şaşırmamış olmalıdır. Demek ki, TC devletinin “başarılı Kosova” politikası, aslında ABD tetikçiliğinin bir başka göstergesi imiş. TC devletinin ABD tetikçiliği, eski Sovyet ülkelerinde, Balkanlar’da, Ortadoğu’dan daha önce ortaya çıkmıştı.

Kasım 2020’de gerçekleşecek olan ABD başkanlık seçimleri, bugün, TC devleti için çok önemli olmaya başladı. Saray Rejimi, adeta, ABD başkanlık seçimlerinde Trump’ın taraftarıdır. O kadar ki, G. Floyd’un boğazına basılarak öldürülmesinde TC devleti, en yüksek düzeyde, Trump yanlısı bir kampanyayı TC içinde yürütmüştür. Bu göz yaşartıcı dayanışma, aslında ABD devletine ve Trump’a bir destekten çok, Trump’ın kazanması sonrasına dönük bir bağlılık ilan etme adımıdır. Bu sadece Erdoğan ailesinin iplerinin Trump’ın elinde olması ile açıklanamaz. Onun kadar, tüm TC devlet merkezinin Washington’a “taşınmasının” da sonucudur.

Şimdi, ABD seçimlerinde Trump’ın kazanması için TC devleti çok isteklidir.

Belki de Erdoğan, İslam dünyasına bir çağrı yaparak, mesela tarikatlar bu açıdan işe yarar, Trump’ın desteklenmesini isteyebilir. Müslüman dünyanın Erdoğan’ın çağrısını ne kadar dinleyeceğini biliyoruz. Bu amaçla, belki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın el altından destek istemesi daha uygun bir yol olabilir. Ayasofya’yı cami yapma işinde Trump’ın onayı anlatılarak, bu açıdan kullanılabilir. Ama ne yazık ki, Türkiye’deki İslamî çevreler, ABD seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip değildir.

Trump, kendi destekçilerinin iki kere oy kullanmasını, hem mektupla, hem de bizzat oy atmalarını talep etmiştir. Bu durum ABD yasalarına uygun mu diye bakma gereği de duymamaktadır.

Trump kazanacak umudu ile tüm “yatırımını” Trump’a yapan TC devleti, bugünlerde, bir Biden zaferi olasılığı için de hazırlıklar yapmakta, bu açıdan da hamleler yapmaya çalışmaktadır. Saray basını, Erdoğan-Biden arkadaşlığını da küçük küçük işleme yanlısıdır. Bir yandan Trump-Erdoğan dostluğu işlenmekte, diğer taraftan ise, ibrenin Biden’den yana dönmesi işaretleri arttıkça, Biden ile Erdoğan arasındaki iyi ilişkiler için hazırlık yapılmaktadır.

Değil mi ki, artık kapitalist dünyada “gerçek”in önemi yoktur, tüm olay imaj, tüm olay “algı” hâline gelmiştir. Öyle ise Saray Rejimi de algı üzerinden hazırlık yapmaktadır. Ama bunun, içeride kamuoyunu manipüle etmede iş görmesi ile, ABD nezdinde iş görmesi aynı şey değildir.

İkinci Dünya Savaşı’nda, dünya devrimci hareketinin direnişinin ve en başta Kızıl Ordu’nun müthiş direnişinin sonucunda Hitler’in yenilmesi emperyalist dünyada bir “tedirginlik” uyandırmıştı. İngiltere ve ABD, dünya kapitalist sistemini kurtarmak için, Kızıl Ordu’yu durdurmak için çok yönlü bir politikayı devreye soktular. ABD, atom bombasını kullandı. Fizikî olarak Japonya’ya atılan atom bombaları, aslında Kızıl Ordu’ya, Sovyetler Birliği’ne bir mesaj idi. Yine ABD’nin Hitler’in sağ kalan tüm yönetici kadrosunu kendi devlet çarkı içinde örgütlemesi bu politikanın bir başka boyutu idi. Marshall Planı, işin ekonomik boyutu idi. İdeolojik alanda ise bu emperyalist saldırı, kendini “demokrasi” savunuculuğu ile ifade etti. Faşizmin yenilmesi sonrasında artan Sovyet etkisini, komünizm etkisini durdurmak için, “demokrasi” saldırısı öne çıkartıldı. Giderek Hitler’in yanına Stalin eklendi. Faşizm ve komünizm aynı anda anılmaya başlandı. O kadar ki, 1960’ların sonuna gelindiğinde, tek başına Hitler’e karşı tutum açıklamak, kapitalist dünyada “alarm” olarak algılanmaya başlandı ve “komünizme karşı savaş” daha da öne çıkartıldı. Adeta Hitler’i yenenin ABD olduğu anlatılmaya başlandı. Avrupa’nın kurtarıcısı ABD ordusu imiş gibi lanse edildi ve böylece Avrupa başta olmak üzere ABD güçlerinin dünyanın her alanına yerleşmesi, “demokrasinin” gereği hâline sokuldu. NATO, demokrasi için kurulmuş idi. Demokrasi, “komünizme karşı olmak” ile özdeşleştirildi. İşte bu “algı” tüm kapitalist dünyanın egemen algısı hâline geldi. Vietnam savaşı, bu durumu bir epeyce bozdu. Ama sistemi parçalamaya, yeni bir devrimler dalgasına olanak tanımadı.

SSCB’nin çözülmesi ile “soğuk savaş” bitti, ama aradan geçen bunca yıla rağmen, Soğuk Savaş’ın anti-komünist yapısı tüm gerçekliği ile devam etmektedir.

Fakat bazı şeyler de değişmeye başlamıştır.

İlki, emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşım savaşımının öne çıkmasıdır. Bu savaşta, bu yeniden paylaşım savaşında, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya öne çıkmaktadır. Esas olarak savaş, bu beş güç arasındadır.

Ama ABD, eskiye ait iki şeyi kaybetmeye başlamıştır: Birincisi askerî alandaki hakimiyeti, ikincisi diğer emperyalist güçler üzerindeki, Soğuk Savaş döneminde var olan hegemonyası. Bunlardan askerî üstünlüğünü, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’ya karşı sürdürmektedir. Bu nedenle, paylaşım savaşımında çok daha atak davranmaktadır. Afganistan işgali, Irak işgali, Yugoslavya’nın parçalanması, Libya savaşı, Suriye savaşı, aslında bu avantajı kullanma girişimleridir. Ama Suriye savaşı, bu durumu değiştirmiştir. Rusya ve Çin, doğrudan devreye girmiştir ve bu iki güç karşısında askerî üstünlük, çok da işe yarar durumda değildir.

Öte yandan ise diğer 4 emperyalist güç üzerindeki eski kontrolünü ve sistemin hegemon gücü olma durumunu kaybetmektedir.

Bu durum, ABD’yi, açıktan, Çin ve Rusya’ya karşı, diğer 4 emperyalist ortağı ile işbirliği yolları aramaya itmiştir. Ama işler ABD’nin istediği gibi de yürümemektedir.

Bu yeniden paylaşım savaşımı, SSCB’nin yokluğu, ekonomik olarak işçi ve emekçilere karşı dünya burjuvazisinin saldırısını artırmıştır. İşçilerin dünyanın her yerinde sosyal hakları, ücretleri vb. tırpanlanmaktadır. Sömürü daha da yoğunlaşmaktadır. Kapitalizmin derinleşen krizi, bu saldırıları daha da artırmaktadır. Sistem, krizin tüm yükünü işçi ve emekçilere yıkmak istemektedir. Neoliberal politikalarla işçi haklarının tırpanlanması, işçi sınıfının örgütlenmelerinin etkisizleştirilmesi bir noktaya getirilmiştir.

Hem işçi sınıfına saldırı, hem de emperyalist paylaşım savaşımı, tüm kapitalist dünyada, daha otoriter iktidarların iş başına gelmesinin kaynağıdır. Artık dünya tekelleri, dünyanın hiçbir yerinde “demokrasi” savunuculuğu ile iş görme “inceliğine” bağlı kalmayı sürdürmek istemiyor. Hem komünizm korkusu önde değildir, dolayısıyla buna ihtiyaçları yoktur, hem de içinde yer aldıkları kriz + paylaşım savaşımı, daha “güçlü” iktidarlar oluşturmayı gerektirmektedir.

Bu süreç ABD’de de işlemektedir.

ABD’de, işçi sınıfına karşı artan saldırı, artan ırkçı saldırılar bunun işaretleridir. ABD “demokrasisi”ne övgüler artık önde değildir. ABD, gerçekte asla kendisine atfedilen bir “demokrasi”ye sahip olmamıştır. Burjuva egemenler için, tekeller için, her kapitalist ülkede olduğu gibi bir ABD demokrasisinden söz edebiliriz. Hitler faşizmi de tekeller için bir “demokrasi” idi.

Artık, tüm kapitalist dünya, demokrasi şalını indirmekte, kriz ve savaşa bağlı olarak, tekelci polis devletinin tüm dişlileri ortaya çıkmakta, baskı aygıtı tüm yönleri ile çıplak hâle gelmekte, bunlara bağlı olarak “demokrasi” oyunu terk edilmektedir. ABD’de ırkçı saldırıların mağdurları için geçerli yasalar yoktur, bunlar işe yaramamaktadır. İşçi ve emekçiler için yasalar ile, burjuvalar için yasaların aynı yasalar olmadığı ortaya çıkmaktadır. Kâğıt üzerindeki yasaların, her dönem ve her sınıfsal kesim için ayrı anlamları olduğu gün ışığına çıkmaktadır.

Trump’ın ilk seçiminin nasıl olduğu, nasıl manipüle edildiği, ABD demokrasinin ne demek olduğu artık açıktır. Facebook ve Google’ın ne demek olduğu artık bilinmektedir. Gerçek yerine “algı” konularak imal edilen demokrasinin ne demek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bugünlerde, yaklaşan ABD seçimlerinin pratiği, bize ABD hegemonyasının sona ermekte olduğunu da göstermektedir, kapitalist-emperyalist dünyadaki “demokrasi”nin bir algıdan ibaret olduğunu da.

Trump eli ile ABD tekellerinin ilan ettiği “Amerika First” politikasının ihtiyaçlarını acaba Trump’ın uygulamaları yerine getirebilir mi? Aslında ABD seçimlerinin sonuçları bu soruya verilecek yanıta bağlıdır. Biden’in, yeni ilan ettiği başkan yardımcısı, “Amerika First” politikasının Biden eli ile de uygulanabileceğinin işareti midir?

Çözülmekte olan ABD hegemonyasının çözülüşünün nasıl durdurulabileceği, bunun savaş dışında bir çözümünün olup olmayacağı, ABD tekellerinin, ABD egemenlerinin temel tartışma konusudur. Bu seçimlerin sonuçları, kim kazanırsa kazansın, bazı değişikliklerle, bu savaş yanlısı politikanın devam ettirileceği anlamına gelmektedir. Trump, hem pandemi sürecinde, hem de ırkçı saldırılar karşısında ABD tekellerinin isteklerine uygun tutum almıştır. Ama bu tutum, kendisini de yıpratmış görünmektedir. Biden’in yeni başkan yardımcısı ilanı, tekellerin bu durumu gördüğünün kanıtıdır.

Trump ve Biden arasındaki fark, hız farkı olacak gibidir. Trump seçildiğinde daha saldırgan bir politika, daha hızlı biçimde ya da hız kesmeden devrede olacaktır. Ama Biden seçilirse, bu saldırgan politika önce hız keser gibi olacak (gerçekte bir yeni hazırlık anlamında hız kesilecek) ardından ise tekrar bu saldırgan politika ortaya çıkacaktır.

Saray Rejimi’nin Trump’ı desteklemesi, kurulan “akçeli” ilişkilerin gereğidir. Erdoğan ailesi, kendini kurtarmak için, iktidardaki ömrünü uzatmak için Trump’ın kazanmasını istemektedir. Oysa, ABD politikaları açısından bu bir garanti değildir, olamaz. ABD, işi bittiğinde Erdoğan için bir son hazırlamakta tereddüt etmeyecektir. Bu durumu zaten bilen Erdoğan için, artık mesele daha çok günlük politikalardır. Yeni ABD başkanı 2021-2025 arasında iş başında olacaktır. Erdoğan, Türkiye’deki seçimleri de buna göre ayarlama hevesinde görünmektedir. Ama zamanın hızlı aktığı, dünyanın emperyalist güçler arasında paylaşılmak üzere yeni bir paylaşım savaşının içinde bulunduğu, Türkiye’nin ise açıktan bir ABD tetikçisi olarak iradesini teslim etmiş olduğu, tüm kapitalist dünyada işçi sınıfının direnişlerinin yükselme eğilimi gösterdiği bir dünyada, Erdoğan komisyonculuğunun aritmetiği soluksuz kalmaya mahkûmdur.

ESP’ye saldırı hepimizedir, dayanışmayı büyütelim!

11 Eylül’de 17 ESP’li yoldaşımız İstanbul merkezli bir operasyonla tutuklanmıştı.
Hemen ardından ise HDP ve İsimsizler Hareketi kapsamında “Bir nafile operasyonlar silsilesi” devam ettirilmişti.
Bugün yine İstanbul’da şu ana kadar 19 ESP’li yoldaşımız sabah saatlerinde yapılan operasyonlarda gözaltına alındılar.
Biz işçiler için, biz halklar için, biz kadınlar için, biz gençler için sömürü ve zulüm dışında bir seçeneği olmayan Saray Rejimi’ne karşı mücadele, bizler için suç değil onurdur.
ESP’li yoldaşlarımız bu sefer polis fezlekelerinde devrimcilerin anmalarından suçlanmaktadır.
Bu aşağılık düzeni yıkıp, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir dünya için düşen, dövüşen tüm devrim kahramanları, yoldaşlarımızdır.
Saldırılara, devrimci savaş arkadaşlığı ile yanıt vermek bize Kızıldere’den emanettir.
ESP’Lİ YOLDAŞLARIMIZ, SERBEST BIRAKILSIN!
YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA!

10 Ekim: Sınıf savaşını büyüt!

“…Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin,
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar:

Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya kadar…”

Pablo Neruda

Kanlı Cumartesi’nin faili ve bu faillerin hedefledikleri bellidir.

Üst üste yaşadığımız, 12 Eylül ve Sovyetlerin dağılması; yaşadığımız bu yenilgiler, devrimci/direnişçi güçleri dağıtmış, egemen sınıfa karşı halkı, işçi ve emekçileri silahsız bırakmıştı. Aradan geçen yıllarda bu büyük yenilgilere rağmen ellerini toprağa bastırıp doğrulanlar mücadele bayrağını tekrar yükseltmeye başlamış; derlenip toparlanıyor.

Sürekli yükselmekte olan mücadele, kapitalizmin 2008’deki krizinden sonra ivme kazandı.

İşte bu gelişme dünyada isyanlar ve halk örgütlenmeleri yarattı: Yunanistan, Mısır, Brezilya, İspanya, Tunus, Mısır, Bahreyn… ve Gezi Direnişi’miz.

Gezi Direnişi yılların ölü toprağını dağıtırken, parlak zihinler ve mücadeleci güçler açığa çıkardı. Irkçılığın karşısında halkların kardeşleşmesinin yolunu açtı. Bu yüzdendir ki, Rojava Anadolu halkları tarafından desteklenmeye başladı. Gezi Direnişi’ndeki kardeşleşme 7 Haziran’a yansıdı.

İşte bu gelişen mücadeleyi, egemenler ancak katliamlarla bastırabileceklerini düşündüler. Adana ve Mersin’de HDP binalarına bomba gönderilirken; Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da eşik atlatılan saldırıyla, katliam konsepti devreye sokuldu.

Tıpkı aynı dönemlerde Meksika’da büyüyen öğrenci hareketine; Filistin direnişine; Kolombiya’da kitleselleşen mücadeleye; Sudan’da serpilen devrime gösterilen refleks gibi; TC egemenleri aynı refleksi gösterdiler. Yani onlar ve kardeşleri, biz ve kardeşlerimizi katlettiler.

Bizden aldığınız hiçbir kardeşimizi unutmadık: Norte de Santander, Ayotzinapa, Gazze, Ankara…

Ama unutmadığımız bir şey daha var: Tek tek bütün egemenlerin ve paralı uşaklarının, tek tek bütün suçlarını kaydediyoruz:

Canlı bombaları ortamıza yollayanları, onlara yol verenleri, şahit olanları, engellemeyenleri de…

Patlamanın hemen ardından yaralıların ortasına gaz atma emri verenleri, emri uygulayanları, engellemeyenleri de…

Can havliyle, kaçışan insanlara demir çubuklarla saldıran, yoldaşlarımızı yaralayanları da…

Oluk oluk kan akıtacağız diyen mafyayı ve türevlerini de…

Ölümümüze alkış tutanları da…

“İstifa edecek misiniz?”sorusuna sırıtarak cevap veren “Adalet” bakanı Kenan İpek’i de…

İslam Devleti çetesi için öfkeli gençler diyen Davutoğlu’nu da…

Şu an muhalifmiş gibi davranan bütün kardeşlerini; Gül’ü de, Babacan’ı da, diğerlerini de…

Bütün saraylıların, sultanların, vezirlerin, kapı kullarının, tamamının teker teker bütün suçlarını kaydediyoruz.

Sadece 10 Ekim günü, 50’den fazla şehre cenaze taşıdık. Minicik çocuklar göğsüne arkadaşlarının resmini astı, gözlerinden yaşlar aktı. Kaydettik.

Burjuvazi halka karşı savaşmadan cennetini sürdüremez. Bu savaşın adı sınıf savaşıdır. Biri varlığını emeğine borçlu olan, diğeri emeğin sömürüsüne dayalı olan iki sınıfın savaşı. Egemenler, işçilere, emekçilere, halklara düşman olanlar, aramıza bombayı güçlü oldukları için değil; cennetlerini kaybetme korkusundan; katliam dışında seçenekleri kalmadığından, güçsüzlüklerinden koydular.

Korktukları, yıllardır büyüttüğümüz mücadeledir; onların sonlarını getirecek olan işçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin mücadelesidir. 1977 1 Mayıs’ında yaptıkları gibi, büyüyen ve engel olamadıkları mücadeleyi kırmak için saldırıyorlar. Bu hedeflerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise bizim mücadelemiz belirleyecek.

Sen istersen kurtuluş yakındır. Kendileriyle birlikte; savaşlarının, saldırılarının, neden oldukları salgınların, yağma ve rantlarının alaşağı olması, senin yumruğunla olacak.

Çabaları nafiledir, çürümüş düzenleriyle birlikte yıkılacaklar:

Onlarda çürüme ve çözülme derindir; fakat bugün emekçi kitleler örgütsüzdür, onların ömürlerini uzatan budur.

Özgürlük, insanca ve onurlu bir yaşam, beklemekle gelmeyecek. Fabrikada, işyeri komitelerinde örgütlenerek; mahalle meclisi, dayanışma ağı oluşturup örgütlenerek; mücadele eden devrimci sosyalistlerin saflarına katılarak; omuz omuza mücadeleyi birlikte büyütmek için emek vererek özgürlüğümüzü, adaleti, barışı kazanacağız.

Çare budur. İnsanca bir yaşamı, barış içinde kardeşçe bir yaşamı kurmanın yolu, bu kanlı egemenliğe karşı her alanda örgütlülüğü yükseltmekten geçiyor.

Yasını tutmayacağız düşenlerimizin, örgütleneceğiz.

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Direnişi yaymak ve güçlendirmek

Artık her yerde, mevcut Saray Rejimi’nin böyle gidemeyeceği konuşuluyor. Bunu Erdoğan da söylüyor, değiştireceğimiz bir şey varsa değiştirelim diyor. Yakın bir gelecekte seçim tartışmalarını bir yana bırakalım. Elbette iktidar, kazanma şansını gördüğü an, her türlü şiddet ve hile ile seçimi gündeme getirebilir. Zaten bunu Bahçeli ve Erdoğan dışında birisi de yapamaz. Ama bugünün konusu değildir.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için yollar aramaktadır. Bir yandan baskı ve şiddeti tırmandırmakta, bir yandan yalanı pompalamaktadır. Ama buna rağmen, seçim meselesinden bağımsız olarak, iktidarı sürdürme olanakları yoktur. Bu, egemen sınıf için bir yönetme güçlüğüdür. İktidar içinde dahi, bunun böyle gitmeyeceği fikri yaygındır. Zaten iktidar dediğimiz şey, çetelerin ittifakıdır. Burada artık her çete, ipi kendine çekmektedir. Her çete, kendini kurtarma peşindedir. Her çete, torbasını doldurma, yağmadan daha fazla pay alma derdindedir.

Muhalefet olarak adlandırılan partiler, gerçekte muhalefet yapmamaktadır. CHP, İyi Parti ve diğer burjuva partiler, bir muhalefet yapmadan, şu ya da bu oranda “devleti kurtarmak” fikri etrafında, Saray Rejimi’nin destekçileridir. Buradan çıkan görüşler ise üç noktada toplanmaktadır

– Erdoğan gitsin de ne olursa olsun bir görüş olarak vardır. Bu görüş, aslında Saray Rejimi’nin, değişik bir tarzda sürmesinden yanadır. Mesela Muharrem İnce bu görüşten yanadır. Bu görüşün, AK Parti içinden bile destekçileri vardır.

– Muhalif kanattan çıkan ikinci ana görüş, “hem Erdoğan gitsin, hem de Saray Rejimi” değişsin. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçelim ama bu arada devleti kurtarmak için, şiddet ve baskı politikaları, daha “akılcı” bir tarzda devreye sokulsun.

– Muhalefetten çıkan üçüncü görüş, Erdoğan gitsin, parlamenter sisteme geçelim ve bunu “demokrasiye dönüş” olarak ele alalım. Bu görüş, belli koşullar dayatarak HDP’nin de bu süreçte olmasından yanadır. Böylece, “demokrasi” önde bir görüş olarak ortaya çıkmakta gibi görünmektedir. Aslında bu üçüncü görüş, ikinci görüşün, biraz daha sola açık hâlidir. Sanki, Erdoğan döneminin başında, sanki 2000 öncesinde Türkiye’de demokrasi varmış gibi bir algı ile, parlamenter sistem ve anayasa üzerinde durmaktadırlar. Bu kesimler, kendilerine, daha demokratik bir anayasa denildi mi, buna da kapıları kapatmadıklarını söylemektedirler.

Tüm bunlar, burjuva devletin, devlete bağlı muhalefetin önerileri olarak da ele alınabilir. Hepsinin ortak noktası, “bu böyle gidemez” şeklinde özetlenebilir.

İşçi sınıfı ve emekçilerin, toplumun en geniş kesimini kapsayan işçi sınıfının kendi cephesinden bir çözüm önerisi daha ayrıntılı dile getirilmelidir. Elbette, işçi sınıfının kurtuluşu, tüm adaletsizliğin ortadan kaldırılmasının yolu, özgürleşmenin ve halkların kardeşliğinin yolu sosyalizmden geçiyor. Ama bugün Saray Rejimi’nin sürdürülemez hâli konusunda sosyalizmi, işçi sınıfının iktidarına giden yolu, nasıl ortaya koyabiliriz?

Bu yol, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Birincisi, tüm direnen kesimlerin; işçilerin, kadınların, gençlerin, ekoloji hareketinin, ister belli bir örgütlülükle isterse daha küçük gruplarla, isterse bireysel olarak direnen herkesin ortak mücadelesini geliştirme görevi ortadadır.

Bu direnişi yaymak, büyütmek gereklidir. İktidarın topyekûn saldırısına karşı, yaşamın her alanından genel bir saldırı ile karşılık vermek zorunluluktur. Genel grev ve genel direnişi örgütlemenin yolu buradan geçmektedir.

Ve ikincisi, bu direnişi örgütlemek, dayanıklı hâle getirmek gerekir. Sadece direnişi yaymak yeterli değildir, aynı zamanda direnişe sağlam bir yapı, direngen bir karakter vermek gerekir. İlk saldırıda dağılmayacak, direnişe devam edebilecek bir yapı, ancak örgütlülükle olur. Bu ister sendika olsun ister bir oda, ister bir ekoloji aktivistleri topluluğu olsun ister bir dernek, tüm hareketin örgütlülüğünün daha da sağlamlaştırılması gerektiği anlamına gelmektedir.

Birleşik emek cephesi, sol muhalefetin, devrimci muhalefetin, tüm bu toplumsal muhalefetle birlikte, tüm demokratik kitle örgütleri ile birlikte, daha kararlılıkla birlikte mücadele etmek üzere bir araya gelmesi demektir. Bunu, herhangi bir iş konusunda geliştirilen ortak eylem platformlarından daha geniş ve uzun soluklu bir yoldaşlık olarak ele almak gerekir. Bunu, farklı fikirlere sahip olan muhalif güçlerin ortak irade geliştirmesinin yolu olarak anlamak gerekir. Bunu, işçi sınıfı cephesinden, toplumsal duruma müdahale olarak ele almak gerekir.

Şimdi bunun zamanıdır.

Birleşik emek cephesi, direnişleri buluşturmak, birbiri ile bağlı hâle getirmek ve giderek bir genel grev ve genel direniş örgütlemek için mücadele etmelidir.

Paylaşım savaşı, Azerbaycan-Ermenistan ve tetikçilik

Azerbaycan ve Ermenistan arasında yaklaşık 30 yıldır süregelen çatışma ve gerilim, Temmuz ayında TC’nin örgütlediği provokatif eylem ve Ağustos ayında yapılan ortak tatbikattan sonra Eylül’de çatışmaya dönüştü.

Temmuz ayında gerçekleştirilen provokasyon sonrasında yaşanan kısa süren çatışmanın ardından Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev, “Devletimizin ve ordumuzun arkasındayız” eylemine yanıt olarak, “Bunlar Ermenilerden beter” diyerek savaş kışkırtıcılığının popülizm olduğunu söylemişti.

Bu gerilimin üstüne, Ağustos ayında Türkiye’yle yapılan ortak tatbikat sonrasında artık Aliyev ikna olmuş, ifadelerini “Nahçıvan’daki Azerbaycan-Ermenistan sınırından Erivan’a yaklaşık 80 kilometre mesafe var. Ermenistan yönetimi bunu biliyor ve bu onları korkutuyor.” şeklinde “güncellemiştir”.

Şu an yaşanan çatışmalarda Rusya ve Avrupa’nın tavrı, bir an önce ateşkesin sağlanıp, sorunun masada çözülmesi için çağrı yapmak olurken, Türkiye’nin tutumu savaş kışkırtıcılığı ve bizzat Ermenistan’ın muhatabıymış gibi davranmak şeklindedir. ABD yaptığı “Bu savaşı durdurabilir miyiz, bakacağız” açıklamasıyla, bu gerilimin ve çatışmanın sürmesinden rahatsız olmadığını göstermiştir.

Bir paylaşım savaşının içindeyiz.

SSCB’nin çözülüşü ile birlikte, başını ABD’nin çektiği emperyalist kutup, sosyalizmli bir dünyada göze alamadıkları dünyanın yeniden paylaşılmasını hızlıca yeniden organize etmeye başlamıştır.

SSCB çözülür çözülmez, eski Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri yağmalanmaya başlamıştır.

SSCB çözülür çözülmez, NATO’nun ve anti-komünist kampın hamisi ABD, “tek kutuplu dünya”nın jandarmalığını almış, imparatorluğunu ilan etmiştir.

Ama ne var ki, artık dünya sosyalizmden yoksundur ve komünizm hayaleti karşısında ABD yorganı altında birleşen emperyalist blok için, ABD planları artık o kadar da kabul edilesi değildir.

Anti-komünizm şemsiyesinin altına sığınan Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi güçler için Afganistan ve Irak’ın ABD tarafından işgali, ortada SSCB yoksa pazar paylaşımından başka bir şey değildi. NATO’nun ve emperyalizmin güçlü tutkalı dağılmış, bu ittifak çatırdamaya başlamıştı.

Tam da bu noktada Libya, ABD tarafından bu güçlere sus payı olarak verilmiştir. Libya, ABD’nin daha önceki operasyonlarında yanında olan ve artık ayrışmaya başlayan Fransa ve İngiltere’ye ödenmiş harcırah bedelidir. Libya; BP, Shell, Total, M Oil gibi şirketler arasında bölüştürülmüştür.

TC devleti, Libya’nın paylaşılmasında ABD tetikçisi olarak rol oynamıştır. Saray Rejimi’nin emperyalistler arası savaştaki rolü budur, ABD adına tetikçilik.

Dahası TC Devleti, Saray Rejimi olarak bizzat bunun için örgütlenmiştir. “Dünya 5’ten büyüktür” naralarının yağma-savaş-rant ekonomisinin çarklarının gizlenmesi dışında bir anlamı yoktur. Dışarıda ABD savaşı nereye yaymak istiyorsa oranın tetikçisidir. Bunun adı Libya’da “Mavi Vatan”dır, Suriye’de “Hudut Güvenliği, Azerbaycan’da “Soydaşlık”. Gerçekte ise Türkiye’nin dış politikası yoktur, ABD’nin paylaşım savaşındaki çıkarları vardır.

Ve ABD hâlâ avantajlıyken, savaşı kendi lehine yaymak istemektedir. Suriye yenilgisi ABD’nin dünya hegemonyası imajına, “imparatorluk” rüyalarına ağır bir darbedir. Ancak ABD’nin durması mümkün değildir.

Suriye savaşı ile birlikte daha fazla açığa çıkmıştır ki, hiçbir yerel savaş, yerel değildir. Emperyalistler arası paylaşım savaşının yansımalarıdır.

ABD, Ege’de Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerilimle AB’yi karıştırmayı Rusya ve Çin’e karşı hamlede yanında daha aktif yer almaya “ikna”ya çalışırken, Doğu Akdeniz’de Türkiye eliyle Rusya’ya karşı faaliyetini arttırmaktadır. Azerbaycan ve Ermenistan arasında 30 yıllık gerilim ve çatışma Türkiye’nin tetikçiliğiyle yeniden tırmandırıldığında, Karadeniz’de ABD uçakları, Rus uçaklarını taciz ediyordu.

Saray Rejimi, varlığını Almanya, ABD, Fransa, İsrail, Japonya, İngiltere gibi emperyalistler arasında yaşanan bu savaşa borçludur. Savaşın doğurduğu sonuçlar Saray eşrafına rant olarak dönerken aynı zamanda içeride, her türlü hakkın gaspı ve ırkçı saldırıların artması için de fırsat olarak görülmektedir.

Bölgemize emperyalistler adına halklar arasında nefret tohumları ekilmektedir.

Bu savaş, biz halkların, işçilerin, emekçilerin savaşı değildir.

Yağma-savaş-rant ekonomisi üzerine var olmuş, emperyalistler adına savaş tetikçiliği yapan Saray Rejimi’ne karşı, halkların bir arada ortak mücadele etmekten başka bir yolu yoktur.

Azerbaycan ve Ermenistan arasında çatışmanın yaşandığı coğrafyada Ekim Devrimi, dünyayı değiştirme işini sonuca ulaştıramamış olsa dahi, kardeşliğin kapısını aralamıştı. Halklar; savaşsız, sömürüsüz, kardeşçe bir yaşamın olabilirliğini görmüştü.

Birinci Paylaşım Savaşı sırasında Ekim Devrimi, emperyalist güçler arasında dünyanın paylaşılmasına nasıl son verdi ise, bugün de, dünyanın bölüşülmesi savaşına son vermek, aynı yolla, bir sosyalist devrimler silsilesi ile olanaklıdır.

Bölgemize eşitlik, kardeşlik, özgürlük sosyalizmle gelecek!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...