Ana Sayfa Blog Sayfa 97

“Ordunun satılması” hikâyesi

Önce Akar, ardından Erdoğan, “orduyu sattınız” sözlerine karşı parladılar. Öyle ki, sanki birileri, onların istenmeyen bir yerini açığa çıkarmış gibi. Önce Akar başladı, en çok o bu sözden korkmaktadır “orduyu sattınız”.

CHP milletvekillerinden Ali Mahir Başarır, Mersin milletvekili, Sakarya’daki tank palet fabrikasının Katarlılara satışını eleştirirken, kendi ifadeleri ile dili sürçmüş ve “orduyu sattınız” demiştir. Konu büyüyünce, özür dilemiş ama olanlar olmuştu.

Akar, eski Genelkurmay Başkanı’dır ve şimdilerde tüm kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığına bağlandıktan sonra Milli Savunma Bakanı’dır. O, bakan olduktan sonra, hakkındaki hiçbir iddia tartışılmamıştır. Yani yeri sağlamdır. CHP Genel Başkanı’na karşı Çubuk’ta cenaze töreninde organize edilen saldırı ertesi tuhaf açıklamaları ile de tarihe geçmiştir. Sanki Akar, bilfiil olayı organize eden ekibin içinde gibidir.

2016’daki darbe tiyatrosunda da önemli bir aktördür. Sözüm ona direnmiş, ama nedense hiçbir tersi yönde emir vermemiştir. Darbeciler tarafından ikna edilmeye mi çalışılmış, yoksa boğazına mı sarılınmış, belli değildir. Ama öyle anlaşılıyor, Saray Rejimi’nin önemli aktörlerindendir. Eğer Saray Rejimi’nin bakanlarına bakacak olursak, kendinden fazla yer tutan üç bakan sayılabilir; ilki Damat idi. Şimdi yoktur. Damat, kendisinden büyük bir yere sahip idi. İkincisi Akar’dır. Ve üçüncüsü de Soylu.

Zaten Saray Rejimi için de diğer bakanlıkların önemi yoktur; Hazine demek paranın dağıtımı demektir, rant-yağma ve savaş ekonomisine uygun şekilde önemlidir. Milli Savunma Bakanlığı denildi mi, TC devletinin ABD’li efendilerinin tetikçisi olarak aldığı görevler akla gelmelidir. Suriye savaşı, Libya, Kıbrıs, Yunanistan ve Ege, Azerbaycan, tüm bu cephelerde TC devleti, ABD emri ile hareket etmektedir ve bu işin başında da Akar gereklidir. Üçüncüsü İçişleri Bakanlığıdır; her türlü saldırı, işçi sınıfının bastırılması, her türlü istek ve talebin düşman talebi olarak ele alınması, Kürtlere saldırı, adam kaçırmalar, saldırılar, sosyal medyanın izlenmesi vb. İçişleri Bakanlığı da bu nedenle bir Soylu gerektirmektedir. Diğer bakanlıkların Saray Rejimi’nde bir önemi yoktur. Milli eğitim ve sağlık alanına bakın, zaten bu görüşü anlamak mümkün olacaktır.

İşte bu üç bakanlık, Saray Rejimi’nin ana bakanlıklarıdır. Üçü de paylaşılmış olmalıdır. Damat, Erdoğan adına iş tutmaktaydı ve şimdi yoktur. Akar ve Soylu farklı farklı ittifak bileşenleridir ya da bizim deyimimizle ayrı ayrı çetelerdir. Bu çeteleri, paylaşım savaşımı ile bağlı düşünmek gerekir. Yoksa mafyaların devlet çarkına girme hamleleri olarak ele almamak gerekir. Mafyanın devlet çarkına sızması yeni değildir ve ayırt edici hiç değildir.

Biz, her zaman bu üç bakanın ve onların başında Reis’in, onun az gerisine yerleştirilmiş Bahçeli’nin ve hepsinin en arkasında saf tutmuş olan Diyanet’in ses yükseltmelerini, azarlayıcı konuşmalarını, tehditlerini görürüz. Üç bakan, üç bakmayan diyebiliriz, üç bakmayan Erdoğan, Bahçeli ve Diyanet İşleri Başkanı’dır. Bunların her birinin basında, yargıda ve poliste açık çeteleri vardır. Bu çetelerin her biri, beş emperyalist gücün her biri ile bağlıdır. ABD’nin güçlerine İsrail eklenmiş durumdadır.

TC devleti, ekonomik alanda, yağma, rant ve savaş ekonomisini uyguluyor. İçte baskı ve şiddeti, karartma ve yalanı sürekli egemen kılmak istiyorlar. Ne kadar karanlık varsa o kadar rahat ediyorlar. Karanlık olmadan yaşamaları mümkün değildir. Dış politikada ise, tam olarak ABD’ye bağlı bir büro gibi çalışmaktadırlar. Tetikçilik bunun yeni aşamasıdır. Yoksa TC devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hep ABD politikalarına uygun davranmıştır. Ama artık, hiçbir pürüz kalmadan işleyen bir mekanizma oluşturdular. Bugün TC devleti, ABD’nin tetikçisidir. Putin ile olan ilişkiler, a- zorunluluktandır, b- ABD emirleri doğrultusundadır. ABD, TC devletine, Erdoğan’a, Akar’a, açık olarak Suriye’de Rusya’yı oyalama görevi vermiştir ve TC devleti bunu yerine getirmektedir. Libya için aldıkları görev emrini açık etmek zorunda kalmışlardı. Azerbaycan, aynı şekildedir. Azerbaycan’da TC ile Rusya arasında bir yakınlık, bir paralellik vb. yoktur. Tersine, TC devleti ABD emirleri ile saldırıyor ve Rusya, bu saldırıları sessizce etkisiz hâle getiriyor, sorunun büyümesini önlemek istiyor. Bugün, Dağlık Karabağ bölgesine TC devleti cihatçıları yerleştirmek için uğraşıyor. TC devletinin bu savaştaki açık rolü biliniyor. Saray Rejimi’nin Abdülhamid’e benzemek için uğraşan lideri, Osmanlı hayallerini masaya sürmekte sakınca görmemektedir. Saray’da bir Abdülhamid komedisi varsa, bir Enver komedisi de mutlaka bulunur.

Soros yıllar önce, yine AK Parti iktidarı döneminde, Diyarbakır’da yanında eski Genelkurmay Başkanı Özkök ile birlikte, basına “sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir” demişti. Bunu TV kanalları yayınlamıştı. Yani isteyen herkes bulabilir.

İşte şimdi, TC devleti bir tetikçi hâline getirilerek, gerçekte bu ihraç malı da en ucuza kapatılmaktadır.

İşte, Akar, bu işin aktörlerindendir. Ve “orduyu sattınız” diye dili sürçen milletvekilinin sözleri ortaya çıkınca, Akar, “vay bu, bu kadar anlaşılıyor mu” diye düşünmüş olmalıdır. Hemen Akar gürledi. yarasına basılmış gibi bağırdı. Ve ardından, 3 şahsiyetten ilk ikisi konuştu, önce Erdoğan, “bühtan” diye inledi. Bahçeli ise CHP’nin ‘milli güvenlik sorunu’ olmasına vurgu yaptı. Henüz Diyanet İşleri konuşmamıştır. Oysa ordu satılmış ise, Diyanet İşlerinin de bu konuda bir diyeceği mutlaka olmalıdır.

Ama bunların hiçbiri, Soros’un laflarına karşı açıklama yapmamıştı.

CHP’li milletvekilinin dili bir sürçtü, tam sürçtü. Buyurun, şimdi ordunun satılmasını tartışıyoruz. Erdoğan, buna “bühtan” diyor. Yani diyor ki, “satmadık”, bu yalan. Ama demek istiyor ki, satılabilir elbette. Bu nedenle Milletvekili’nin özür açıklamalarını dikkate almıyorlar.

Akar dava açacakmış. Dava, muhtemelen mahkeme salonunda Milletvekili’nin linç edilmesi girişimleri ile devam edecektir. Akar bu konularda deneyimlidir. Tiyatro sahnelerinde boynundaki “boğulma izi” biraz abartılı kaçmış olsa ve inandırıcı olmasa da, Çubuk’ta sahne daha gerçekçi idi.

Peki acaba “ordu satılmış” mıdır?

Irak’ta askerin başına çuval geçirilmesinden söz ediyorlar. Bu durum ordunun satıldığının göstergesidir diyorlar. Olabilir mi?

Suriye savaşına bakalım, TC ordusu kim ile, kime karşı, kimin adına savaşmaktadır? Ya Libya’da? TC ordusu ile cihatçıların artan ilişkileri, acaba kimlerin emirleridir?

Peki acaba bunun daha başka kanıta ihtiyacı var mıdır?

Mesela 1 Mayıs 1977’de kendisi ile aynı dili konuşanların üzerine ateş açan bir ordu, satılmış olabilir mi?

Serkan Kurtuluş diye bir Türk, Arjantin’e kaçmış. Orada tutuklanmış. İzmir’de bir mafya yapılanmasının lideri imiş. Ama Arjantin’den yaptığı açıklamalar hiç de öyle olduğunu göstermiyor: MİT tarafından Suriye’ye gönderildiğini, El Nusra ve IŞİD’e silah yardımı organizasyonunda MİT adına yer aldığını söylüyor. Bazı cinayetlerde rol alan AK Partililerin isimlerini vermiş deniyor. Nuri Gökhan da var. Ukrayna’ya sığınmış. 2012-2015 arasında, yaptığı işleri anlatıyor. Katar’dan gelen paraların ve Suriye’ye giden silahların videolarını “strana” isimli bir haber portalında paylaşıyor. Sizce bunlar satılmış ordu olmanın göstergeleri midir?

Sivas’ta aydınları yakanları teşvik eden ve bu konuda yol veren bir ordu satılmış olabilir mi?

Acaba NATO mekanizması nedir?

Kore savaşını hatırlayan var mıdır? 1952 yılında NATO’ya girebilmemiz için Kore savaşına katılmamız istendi. TC devleti, bunu yaptı. Kore ile ne komşuluk ilişkisi vardı, ne de gelişmiş herhangi bir sorunu. ABD, Kore devrimine karşı, Kore’yi ikiye bölmeye karar verdi ve Kuzey’e karşı Güney’i destekledi. Savaşta en çok kayıp veren ülke ABD, ikincisi ise Türkiye oldu. Kore’ye 5 bini aşkın asker gönderildi. 896 asker kaybedildi, 234 esir verildi ve 2 binden fazla yaralı geri döndü. İşte NATO’ya girmek için ödenen bedel budur. Nâzım Hikmet, askerlerin kaç sente satılmış olduğunu şiirlerine kadar taşıdı. Sizce “ordu satılmış” mıdır?

Aslında, bu mesele dinî kurallar kadar yuvarlak değildir. Acaba sakız çiğnersem orucum bozulur mu, acaba kadının ayaklarına bakarsam orucum kaçar mı, acaba bu erkek ne kadar yakışıklı desem orucum biter mi, acaba yanlışlıkla su içsem ve pardon desem orucum bozulur mu? Sanki, ordu ile ilgili işler daha net gibi, daha az yoruma açık gibidir.

Diyelim ki, her asker başına belli bir miktar para aldığınız zaman, mesela Suriye’ye asker gönderip para alıyorsanız, mesela Libya’ya asker gönderip para alıyorsanız, mesela Azerbaycan’a asker gönderip para alıyorsanız, askerinizi satmış olmaz mısınız? Diyelim ki İHA’lar sattınız para aldınız, bu, askerî teçhizat satmak değil midir? Öyle ise, asker gönderip para aldığınızda da askerinizi satmış olursunuz.

Kore savaşında olan budur.

Bu kadarla da sınırlı değil. NATO mekanizması ile birlikte TC devletinin NATO’ya bağlı her ordu kolu, önce NATO’yu önceleyerek iş yapar. Bu durumda, sadece asker göndererek satma işlemi gerçekleşmiş olmaz, bir bütün olarak, ruhen ve aklen de ordunuz satılmış olur.

İşte bu nedenle, o ordu, 1 Mayıs meydanında hiç tanımadığı insanlar üzerine, ABD emri ile ateş açabilir, Sivas’ta katliama katılabilir vb.

CHP milletvekilinin ağzından çıkan bu sözler, her ne kadar o istemeden ağzından çıkmış olsa da, çok eski bir gerçeği ortaya koymaktadır. Akar’ı rahatsız eden şey, o çok eskiden beri gerçekleşmiş olan satış değil, onu rahatsız eden, son yıllarda kendisi eli ile gerçekleşen ilave satışlardır. Akar, durumun anlaşıldığından korktu. Onun için Erdoğan’dan erken tepki vermiştir. Yoksa o da bu satılmışlık hâlini kabul eder. İngiltere’de, muhtemelen bunun bir realite olduğunu kabulde zorluk çekmemiştir. 12 Eylül gerçekleştiğinde, “bizim çocuklar yaptı” demelerinin nedeni nedir? Acaba, ordu, ABD’nin “bizim çocuklar”ı oluyor da, mesela Demirel, mesela Erdoğan “bizim çocuklar”ı olmuyor mu? Kanımızca öyledir, esas dayanak, silahlı güçlerdir ve esas iktidar NATO ve ABD elindedir. Erdoğan, birkaç Kemalist’i iktidardan uzaklaştırmanın, kendi mutlak iktidarı için yeni bir sayfa olacağını sanmış olmalıdır. Bugünlerde yanıldığını çok iyi anlıyor. Yoksa Erdoğan’ın ordunun satılmasına bir itirazı da olmaz. Ona paradan haber verin yeterlidir.

Ülkenin satılmamış hiçbir yeri kalmadığı gibi, satılmamış hiçbir kurumu da kalmamıştır. Nasıl ki tarım politikalarını Cargill’in emirlerine göre ayarlıyorlar (Erdoğan, bizzat Cargill için birkaç dosya ile ABD’den dönmüş ve her isteklerini yerine getirmiştir), aynı şey elbette ordu için de geçerlidir.

Özgür Lise dergisinin 52. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Ocak 2021 tarihli 52. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere.

Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz Adalet halkların elleriyle gelecek

“Onunla manşetler, onunla konuşmalar, onunla yasaklar değişti. Onun için dokunulmazlar veya tabular yoktu. Büyük bir bedel ödedi. Bedellerin ödendiği gelecekler Hrant’ları severek, Hrant’lara inanarak olur.” –Rakel Dink’in bu sözü bize çok şey anlatır. Bedellerin ödendiği gelecekler…

Tarih boyunca üretilen hiçbir yalan, hiçbir yasak, geçmişle hesaplaşmaya cüret edenleri engelleyememiştir. Geçmişle hesaplaşma cüreti nereden gelir? Tüm tehditlere, tüm baskılara rağmen geçmişle hesaplaşmak isteyen insana bu cüreti bu sadelikle ve kuvvetle veren nedir? Cesaretin gerçekle kurulan bağdan geldiğini biliyoruz. Ve şunu çok iyi biliyoruz ki; insanca, onurlu bir yaşamı tüm işçiler için, tüm halklar için; geçmişin acılarını sırtında taşıyan herkes için isteyen insan; yani geleceği hayal eden insan geçmişle hesaplaşmada yüreğini ortaya koyabilir ancak.

Hrant bu geleceğin insanıdır. Rakel’in sözünü ettiği bedeli ödenmiş geleceğin… O, halkların tarihine bugün için ve yarın için eğildi. İnsanca, kardeşçe, onurla; halkların, kültürlerin topluma kattığı tüm zenginlikle beraber yaşayabilmenin, zorlu bir hesaplaşmayı gerektirdiğini gösterdi. Bu hesaplaşmadan vazgeçmedi. Topraklarımızda Hrant’ın yoldaşı olmaktan onur duyuyoruz.

Sözü ve tutumuyla, tüm yaşamıyla “insan nasıl bir bilinçle insan olur” gösterdi; onur duyuyoruz.

14 yıl önce halkların uyanışını, cesaret almasını, geçmişle hesaplaşmasını önlemek için Hrant Dink cinayetini planladılar ve onu aramızdan aldılar. Biz on binlerce insan bu cinayetin karşısında “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” dedik; bugün de söylüyoruz ve yineliyoruz: İnsanca ve onurlu bir yaşamı kazanana kadar mücadele edeceğiz.

Bu mücadelede Hrant omuz başımızdadır. Hrant’ı unutmayacağız, katillerini, affetmeyeceğiz!

Ve eminiz: Kendi gelecekleri için örgütlenen halklardan özgür bir yaşam filizlenecek.

AKA-DER KALDIRAÇ

19.01.2021

Covid-19 sınıf ayırır mı? Ya aşı ayırır mı?

Biliyorum, “hayır ayırmaz” diyeceksiniz ve ardından aslında biraz da içiniz rahat etmeyecek. Ve sonunda, “bu olaya böyle bakılmaz, sınıfsal bakış burada işlemez” diyeceksiniz.

Eğer böyle diyenlerden iseniz, size “bay doğru” madalyası verilmesini önereceğim. Yalnız madalya yarım olacak. Çünkü, “hatalı” bir şey söylemek istemediğiniz belli. Bu nedenle, “aklı olmayan, kendisi özne olmayan” bir virüsün sınıfsal ayrımlar yapmasının mümkün olmadığını bilimsel referanslarla ispat etmek isteyeceksiniz ama madalyanız tam olamaz, çünkü bu doğru değil.

Covid-19 sürecinde, ister ABD’de olsun ister Türkiye’de (zaten bu iki ülkeden başkasına bakmaya da gerek yok, çünkü Saray Rejimi için tek “örnek” vardır, o da efendinin ülkesi ABD’dir), zenginler, servetlerine servetler kattılar. Virüs onların zenginliğini bir hayli artırdı.

Bu sizi ikna etmedi. Peki.

İster ABD’de olsun ister Türkiye’de, Covid-19, işçileri işsiz bıraktı. Milyonlarca işçi işini kaybetti.

Ülkemizde işçilerin gelirleri azalırken, devlet zenginlere, şirketlere kaynaklar artırdı. Yasalara aykırı bir biçimde “ücretsiz-zorunlu izin” uygulamasını devreye soktu. Şirketlerin vergi borçlarını ertelerken, yoksulların elektrik faturalarını ertelemedi. Yüzbinlerce işçi işsiz hâle gelirken, “kısa çalışma ödeneği” adı altında, işsizlik fonundan, yani işçilerin kendi paralarından oluşan ve devlet eli ile sermayeye yağmalatılan fondan, sadaka niyetine işçilere ödeme verildi.

Şimdi belki biraz ikna oldunuz.

Ama yine de diyeceksiniz ki, “iyi ama, bunu virüs yapmıyor, devlet yapıyor.” Son derece haklısınız. Bunu devlet, sistem yapıyor. Çünkü devlet burjuvaların, tekellerin devleti. İşçilerin devleti değil ve dahası işçilerin bir devleti henüz olmadığı gibi bir gelişmiş örgütlenmeleri de yoktur.

Devlet bunu yapıyorsa, Covid-19’un ne suçu var, demeyin.

Zira sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplum, insanın insan tarafından sömürüldüğü bir toplumdur. Bu toplumda egemen sınıf, diğer sınıfları yönetmek için devlet çarkının sahibidir. Ve eğer sınıflı bir toplumda yaşamıyor olsaydık, dünyada sınıflar ortadan kalkmış olsa idi, virüs de olmazdı. Zaten o durumda da biz, virüs acaba sınıf ayrımı yapıyor mu, diye sormazdık.

Bugün ülkemizde sağlık sistemi, “parası olan için” olanaklar üreten, parası olmayan için ise “sürekli sağlıksız bir yaşam” yani sürekli ilaç tüketecek bir tüketici hâlinde yaşamak demek değil midir? Demek ki, sağlık sistemimiz sınıfsal ayrımlara göre ayarlanmıştır.

Covid-19, bundan azade olabilir mi? Elbette değil.

Devlet önlemler açıklıyor. Kalabalığa karışma, evde kal, sokağa çıkma, sağlıklı beslen vb. İyi ama bir işçi nasıl sağlıklı beslensin? Günde 5 çay + 5 simit ile ayakta durmaya çalışan bir insan nasıl sağlıklı beslensin? Her günün akşamından sabahına sağ salim çıktığı için üzülse mi sevinse mi bilmeyen bir insan nasıl sağlıklı beslensin? İşe gitmesin ve evde kalsın. İyi ama, aslında işçilerin evde kalması yasak.

Bir fabrikada virüs kapan bir işçi varsa, o fabrika kapanmıyor, sadece o kişi eve gönderiliyor. Ve eğer semptomlar yoksa eve bile gönderilmiyor. Bu insanın evde kalması yasak.

Önlemler işçiler için şöyle tercüme edilebilir: Hafta içi evde kalmaları yasak, hafta sonu sokağa çıkmaları yasak.

Virüs kapan insanların acaba yüzde kaçı işçi ve emekçidir?

Gizlenen, karanlıkta tutulan veriler nedeni ile bunu bilemiyoruz. Ama çeşitli tahminlerle ulaşabildiğimiz kadarı ile, hastalananların %76’sı işçidir. Bu rakamın daha da yüksek olduğu kanaatindeyiz. Ya ölenlerin ne kadarı yoksuldur?

Hastahanelerde yer yok.

Ama zenginler hastalandığı zaman, birkaç tanesini medyadan izleyebiliyoruz, hemen yer bulunuyor. Özel hastahaneler, parası olana açık. Ama yoksul isen, o özel hastahane “pandemi hastahanesi değil” yanıtını alıyorsun.

Sağlık emekçilerinin, doktoru, hemşiresi vb. istifa etmeleri yasak, ölmeleri serbest. Çocuklarını görmeleri yasak, video görüntü yayınlamaları yasak. Kahramanca çalışmaları zorunlu ama açıklama yapmaları yasak. Terörist ilan edilen sağlık çalışanları, yarın Covid’den ölenlerin failleri olarak mahkeme önüne çıkmayacak, ama açıklama yaptıkları, durumu açıkladıkları, “salgın yönetimi yok, algı yönetimi var” dedikleri için mahkeme önüne çıkacakları kesin.

Sağlık Bakanı, dalga geçiyor: “Kalabalık demeden otobüse binersek, işimize bir daha ulaşamayacağımız bir yolculuğa çıkabiliriz.” Cümleye bakın hele. Tehdit mi desek, korkutma mı desek, dalga geçme mi desek?

İşçiler, işe giderken, otobüse binerken “kalabalık demeden” binmemeli, “kalabalık” diyerek binmeli.

Edebî dile bakın: “İşimize bir daha ulaşamayacağımız bir yolculuğa çıkabiliriz.” Ne edebî bir cümle değil mi? Yani diyor ki, her otobüse bindiğinizde “tahtalı köye” doğru gidebilirsiniz. Öyle ise otobüse binmeyin. Peki ne yapalım? İşe gitmek zorunlu, otobüse binmek tahtalı köye yolculuk, işimize koşarak mı gidelim?

Sağlık Bakanı, mesela, ey patronlar, eğer işçileri işe gelmeye zorlarsanız, yarın çalıştıracak adam bulamazsınız, niye demiyor? Ya da mesela kapanma kararı verip, işçilerin ücretlerinin ödenmesini niye sağlamıyor? Devletin Saray’a, devletin özel araçlara, devletin “itibardan tasarruf edilmez” diyerek yaptığı harcamalara niye dokunmuyorlar? Köprülerden, hazine garantili-kâr garantili projelere para ödemeyi durdurarak o parayı neden işçilere aktarmıyor?

Çünkü işçinin canı önemsizdir.

İşçinin emeği, yok paraya satılmaktadır.

İşçinin düşüncesi yok hükmündedir.

İşçinin eylemi terör faaliyetidir.

İşçinin yaşamı ise değersizdir, önemsizdir.

Sizce bu koşullarda Covid-19 sınıf ayrımı yapmaz mı? Emin misiniz?

İşçilerin eylemleri kalabalık olacaksa, Covid-19 pandemisini önlemek adına yasaklanmalıdır. Ama Erdoğan miting yapmalı, bu mitinge katılmak zorunlu olmalı ve gelmeyenlere terörist muamelesi yapılmalıdır. Erdoğan, çay paketleri fırlatmalı, her mitingde halkı, işçi ve emekçileri aşağılamalıdır. Bu durumda Covid-19 tatildedir ve iş başında olmadığı için sorun yoktur. Sizce gerçekten bu korona virüs zengin-fakir ayrımı yapmıyor mu?

İşçi test olmak için hastahane kuyruklarında, bizzat pandeminin göbeğine dalarak saatlerce beklemek zorundadır. Ama parası olan, 250 TL, daha fazla parası olan 500 TL vererek test olabilmektedir, kuyruk yok, sıra yok. Sizce bu korona virüs, gerçekten adil midir?

Madem, bu korona virüs, bu kadar adildir ve sınıflar üstüdür, öyle ise Erdoğan, her Covid önlemlerini açıkladıktan sonra, neden “Gezi olayları” diye söze başlamaktadır? Yoksa MİT, kendisine, böyle giderse bir patlama olursa, işçiler, gençler, kadınlar sokaklara çıkarsa bu kez Gezi’den de beter olur diye rapor mu vermektedir?

Evet Gezi, Erdoğan’ın, devletin kimyasını bozmuştur. Sınıfsaldır ve egemen sınıfı korkutmuştur. Şimdi korona virüs, halkın, işçi ve emekçilerin yaşamlarını tehdit etmek için, işçi ve emekçileri tam olarak esir hâline getirmek için devlet tarafından azgınca kullanılmaktadır.

Bundan dolayı bunca ölüm bize düşmektedir.

Bundan dolayı hastahane kuyrukları bizim payımıza düşmektedir.

Bundan dolayı açlık bizim payımıza düşmektedir.

İşsizlik bundan dolayı bizim kapımızda dolanmaktadır.

Bundan dolayı ilaç bulamamak bizim payımıza düşmektedir.

Bundan dolayı biz evlerimizde ölüme terk ediliyoruz.

Bundan dolayı kışın soğukta itler gibi titriyoruz.

Bundan dolayı bizimle alay edilmektedir.

Bundan dolayı bize yalanlar söylenmektedir.

Ne hasta sayıları ne ölüm sayıları doğrudur. Ancak sağlık çalışanları eli ile, ancak açılan yeni mezarlıkların video görüntüleri ile durumdan haberdar hâle gelmekteyiz.

Türk Tabipleri Birliği, hani şu terörist ilan edilen hekim örgütü, günlük vaka sayısını Kasım 2020 sonu itibari ile günlük 60 bin olarak hesaplamaktadır. Bizim hesaplamalarımız ise bunun 80 binin üzerinde olduğunu göstermektedir. Bu konuda ABD ile yarışır durumdayız. Test kitlerinin %30-40 oranında yanlış çıktığı, pozitif vakaları tespit edemediği biliniyor. 60 binin üzerine bu rakamları koyarsanız, kendiliğinden 80 bine ulaşıyoruz.

Bu rakamlar, açıkça gizlenmiştir.

Mızrak çuvala sığmayınca, rakamların bir bölümü daha yayınlanmaya başlanmıştır. İstanbul Belediye Mezarlıklar Müdürlüğünün ölüm sayıları, ülke genelinde Bakanlıkça açıklanan ölüm rakamlarından fazladır.

Bu yalan, bu karartma, devletin insan sağlığına verdiği önemin açık kanıtıdır.

Virüsten çok devletin politikaları öldürmekte, virüsten çok devletin politikaları hasta etmektedir. Pandeminin bir kaynağı virüs ise, diğer kaynağı onu yaymak için çalışan devlet çarkının, Saray Rejimi’nin kendisidir.

İşin bir de aşı yönü var.

Ülkemizde, Doğu’dan gelen hiçbir şey sevilmez. Bu Batıcılık diye gelişen kendine güvensizlikle beslenen ve Batı’nın sömürgesi olma durumunun sonucudur. Bu nedenle, Rus aşısı zaten asla “doğru” olamaz, Çin aşısı ise olsa olsa kalitesiz olur. Aşı olsa olsa Alman, hele hele ABD kökenli olursa, işte o zaman makbul olur.

Dünyanın en büyük 500 şirketinin verilerine baktığımız zaman, 2020 yılında en çok Çinli şirketleri görüyoruz. Ama bunların arasında, bir tane ilaç şirketi yoktur. İlaç devleri, ABD kökenli, Alman, İsviçre ve İngiltere, Fransa kökenlidir. Bunun ana nedeni, Çin ve Rusya’da eski sosyalist kültürün izleridir. Hâlâ bu ülkelerde ilaçtan önce hasta olmama hâli gelir. Çin ve Rusya’da, bu eski sistemin kalıntıları hâlâ etkilidir. Batı’da, aslında sizi iyileştirmeyen, hatta sizi sürekli hasta eden ilaçlar pazarlanır. Mesela şeker hastasına verilen ilaçların pek çoğu, onu konforlu-sürekli hasta kılmak içindir. Kolesterol ilaçları da öyledir. Astım ilaçları, geçici rahatlama sağlar ama astımı iyileştirmez, tersine astım hastasını ilaçsız yaşayamaz hâle getirir. Pazar, sürekli ilaç satmayı gerektirir de ondan. Mesela tansiyon ilaçları, tansiyonunuzun neden yükseldiğini bulup da tedavi etmeyi hedeflemez. Tersine sizi ilaç bağımlısı yapar. Anti-depresanlar için de bunlar geçerlidir. İşte mesele böyle olunca, ilaç şirketi, mesela geçen yıl 1 milyon doz antibiyotik sattık, gelecek yıl 1,5 milyon satacağız diye hedef koyarlar. Bu artış, nüfus artışına dayalı değildir, bir yaygın hastalık haberi alındığı için konulmamaktadır. Ama ilaç şirketi ilaç satmalıdır. Bu nedenle, sürekli her şeyle oynarlar, sürekli ilaçları için pazar ararlar ve asla hastalıkların önlenmesini istemezler.

Elbette, Çin ve Rusya da, bir süre sonra, eski geleneklerini, sosyalizmin kalıntılarını yıkacak ve bu yolda ilerleyecek diyebilirsiniz. Kapitalistleşme böyle giderse olacak olan budur. Ama hâlâ, bunu başaramamış olmaları “iyi”ye işarettir.

Şimdi, bugünlerde aşı tartışmaları öne çıkmaktadır.

1- Rus ve Çin aşısını almayalım tartışması, gerçekten de sömürgeleşmiş kafaların ürünüdür.

2- Saray Rejimi, bir aşı planı, bir aşı programı dahi açıklamamaktadır. Öncelikli sağlık personelinin aşılanması, sonra hastalıkları nedeni ile riskli grupların vb. aşılanması gibi bir plana sahip değildirler.

3- Çin, aşı denemelerinin 10 Aralık’ta sona ereceğini, sonra üretime geçileceğini söylediği hâlde, TC devleti, utanmadan, 11 Aralık’ta aşıya başlayacaklarını duyurmuştur. Herhâlde, Çin’in deneme aşılarını devreye sokacaklar. Yoksa Çin, en erken Ocak 2021’de aşılamaya geçebileceğini duyurmuştur.

4-  Elbette, bizde öncelikle Saray çevresi vb. aşılanacaktır. Halktan ne kadar insanın öldüğü umurlarında değildir, olmamıştır, olmayacaktır.

Ama işin tüm bunları aşan bir yönü daha vardır.

Pandemi, gerçekte, kapitalizmin öldürdüğünü, yaşamak için kapitalizmi yıkmak gerektiğini gösteren yeni bir süreç olmuştur.

Aşıyı bulan 5-6 ülke-firma mevcut. Ama dünya halkları, bu aşının ticari süreçlerini beklemektedir. Oysa, bugün, sosyalist bir iktidar aşıyı bulsa, “fikrî mülkiyet hakları”nı ve patent vb. haklarını dert etmeden, aşının tüm formülünü dünya halklarına ücretsiz ulaştırırdı. Elbette bunu, ancak kâr amacı olmayan bir ülke yapabilir. Bu durumda, dünyanın hiçbir ülkesi, zenginlerin aşılanmasını bekleyip, sonra sıranın kendisine gelinceye kadar bilmem ne kadar canın daha toprağa verilmesini beklemek zorunda kalmazdı.

Yani, aşı da sınıf ayrımı yapmaktadır.

Gözle görülmeyen virüs sınıf ayrımı yaptığı gibi, gözle görülen kapitalist ilişki ağı da sınıf ayrımı yapmaktadır. Hatta, virüs ne kadar yayılır, korku ne kadar artarsa, aşı o kadar pahalıya satılacaktır.

Oysa tüm sağlık hizmetleri (a)- ücretsiz olmalı, (b)- herkesin ulaşabileceği basitlik/sadelikte organize edilmelidir. Sağlık politikalarının amacı, öncelikle hastalığı önlemek olmalı, sağlıklı bir toplum oluşturmak olmalıdır. Bu ise, elbette ilaç tekellerinin işine gelmez. Demek ki ilaç tekelleri ya da tekeller, insan sağlığına düşmandır. Bir ilaç tekelinin, bir silah tekeli ile çok iyi işbirliği yapmasının da temeli buradadır.

Tüm hekimler, tüm sağlık çalışanları, pandemi sürecinde aşının, ilaçların herkese, hızla ve ücretsiz, eşit şekilde ulaşmasını talep etmelidir. Tüm aşı çalışmaları, formülleri ile halka açıklanmalı, her ülkenin üretebileceği tarzda “fikrî mülkiyet”ten azade olmalıdır. Bu vesile ile mülkiyetin genişlemesi demek olan fikrî mülkiyetin, insanlığın ortak birikiminin tekellerin kasalarında kilitlenmesinin kabul edilemez olduğu da açığa çıkmaktadır.

Durum açıktır, kapitalist mülkiyetin tümüne, onunla birlikte özel mülkiyetin tarihine son vermeden, insanca yaşamak mümkün değildir.

Ya sosyalizm ya ölüm sloganı, bir kere daha anlam bulmaktadır.

Emperyalist paylaşım savaşı ve ABD saldırganlığı

ABD seçim sonuçları, Trump tarafından, henüz Trump’ın ifade ettiği şiddette bir itirazı ile karşılanmadı. İtiraz, seçim öncesinde Trump’ın verdiği imajın çok gerisindedir. Denilebilir ki, Trump, “elimden seçimi çaldılar” dedikleri güçlere karşı koyacak güce sahip değilmiş. Eğer bu doğru değil ise, o zaman “kolpacı” sayılmalıdır. Yani, konuşurken ocakta kül bırakmayan, ama işe sıra geldiğinde de geriye kaçan cinsinden. Seçimi mahkemeye götürdü, ama öncesinde karakola götüremedi ve mahkeme, işi çabucak karara bağladı. Şimdi, aşağı yukarı seçim sonuçları bellidir.

Aslında bu seçimin nasıl sonuçlanacağı üzerine kavga, gerçekte kişilerin kavgası değildir. Yani, Trump, böylesi bir karakter olduğundan seçimleri mutlaka kazanmak istemiş değildir. Böyle düşünmek işi hafife almak olur. Bir tek kişi, eğer sistemi bu denli tartıştırabiliyorsa, bu o kişinin gücünden çok, onun arkasındaki güçlerden kaynaklanabilir.

Zaten, kapitalist meta toplumu öyle bir toplumdur ki, yeniden üretim sürecinin unsurlarının hemen hepsi, kendilerine kişilikler bulurlar. Nasıl ki kapitalist, sermayenin kişilik bulmuş hâli ise, nasıl ki domateslerin sahibi onları çürümeden satmak için seyyar tezgâhında domatesler adına bağırıyorsa işte öyle, başkan adayları da bu kapitalist sistemin devamı için gerekli şeylerin kişilik bulmuş hâlleridirler.

ABD’de seçim sonuçları, biz bilelim ya da bilmeyelim, önceden bellidir. Tekelci polis devletini burjuva demokrasisinden ayıran budur. Tekelci polis devleti, günümüz kapitalist sisteminin devletidir ve “genel oy” sisteminin olası aksaklıklarını kontrol altına almış bir devlettir. Faşizm deneyimi, bunun daha “yumuşak” görünümlü yolları olduğunu öğretmiştir. Aslında genel oy sistemi ve temsilî “demokrasi” işlerken çıkabilecek hatalar konusunda İngilizler ve Almanların daha çok “kuramsal” çalışmaları vardır. Ama ABD’nin dünyaya demokrasi taşırken edindiği deneyim küçümsenir olamaz. ABD tekelleri, elbette kendileri için gereken şeyi bilirler. Fakat, eğer kendi aralarındaki kavga (rekabet demenizde sakınca yok) olağan sınırlarını aşarsa, işte o zaman güçler birbirini yoklamaya başlarlar. Görünen o ki, henüz ipler kopmamış olsa da, Trump-Biden arasındaki kavga, böylesi bir arka planın yansımasıdır. Trump bağırdı çağırdı ama tekeller zor olsa da anlaştılar.

Trump, ABD’nin içeride ekonomisini güçlendirmeyi, Çin ve Rusya’yı yeniden hedef tahtasına oturtmayı, NATO içindeki kardeşlerine daha açık bir baskı ile yüklenmeyi, onlardan ekonomik “sorumluluklarını” yerine getirmelerini istemeyi, içeride ırkçı bir yönelimle olası kalkışmaları önceden önlemeyi hedefliyordu. Temsil ettiği şeyler bunlardı. Bu nedenle, işadamlarından alınan vergileri kısmayı, Çin’deki yatırımları ABD’ye çekmeyi vb. hedefliyordu. Kardeşlerine yani Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya vb. karşı hiç de nazik değildi, çünkü tüm soğuk savaş dönemi boyunca “sizi koruduk”, “şimdi ekonomimizi yıkmayın” tutumunu sergiliyordu.

Acaba, bu politika, AB’yi ve Batı ittifakını, Çin başta olmak üzere Çin ve Rusya’ya karşı ABD’nin şemsiyesi altına toplamaya yeterli olur mu?

ABD, dünya çapındaki hegemonyasını kaybetmektedir. Bu epeyce zaman böyledir. Önce ekonomik olarak bu kayıp başlamıştır, Ardından, siyasal alanda bu kayıp ortaya çıkmaya başlamıştır. Suriye savaşı sürecinde gördük ki, aslında bu kayıp askerî alanda da yaşanmaktadır. Bir zamanlar sistemin hegemon gücü, toprakları üzerinden güneş batmayan imparatorluk olarak adlandırılan İngiltere idi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde başladı İngiliz hegemonyasının çözülüşü. Ve savaş sonrasında tam olarak açığa çıktı. Bugünlerde de ABD yüzyılının sonu gelmektedir ve ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu artık bir eğik düzlemdir. Burada hegemonyanın çözülüşünün yavaşlaması söz konusu olabilir, ama durdurulması artık olanaksızdır.

ABD saldırganlığının ardında, SSCB çözüldükten sonra, dünya hâkimi olmak, “üçüncü Roma” olmak, “imparatorluk” vb. hayalleri vardı. Ama, Afganistan ve Irak işgalleri sonrasında durumun pek de öyle olmadığı ortaya çıktı. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) “imparatorluk” hayallerinin hâkim olduğu dönemin ürünüdür. Ama artık, dünya eskisi gibi değil. Artık, 5 emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımı, kendini çeşitli yollarla dışa vuruyor.

ABD ise, bunu örtmek istiyor.

ABD “doktrinine” göre, Rusya ve Çin ana düşmandır ve tüm Batı dünyası bu düşmana karşı ABD şemsiyesi altında birleşmelidir.

Bunun için AB’yi biraz korkutmak gerekiyorsa IŞİD de yaratılabilir.

Obama döneminde durum bu biçimde ortaya kondu. Rusya’yı çevreleyecek operasyonlar, Rusya’nın tepkisi ile sonuçlandı.

Trump, Çin önde olmak üzere Rusya ve Çin’e karşı savaşı, içeride ekonomiyi güçlendirmek için Çin’deki yatırımların ABD’ye taşınması hedefi ile birleştirdi. Ve bu arada, kovboy, kaba bir üslupla, uluslararası kurumların yarattığı yüklerden kurtulacağını ilan etti.

Biden, Trump öncesi Obama döneminin etkili ismidir. Doğrusu, ABD tekelleri için son anda Trump ile devam edilemeyeceği uzlaşısı ortaya çıktığında Kamala Harris başkan yardımcısı olarak eklendi. Bayan Kamala, öyle anlaşılıyor “esas adam”dır. Obama döneminde nasıl ki “esas oğlan” Biden idi ise, şimdi de “esas kız” Kamala’dır.

Öyle anlaşılıyor, bu yeni dönemde birkaç makyaj dışında bir şey değişmeyecektir. İlkin sistem rayına oturtulmaya çalışılacak, Trump’ın işadamı pratikliği yerini “müesses nizam”ın kalıplarına bırakacak. Bunun ne kadar süreceği ise ABD tekelleri arasındaki çatışmaların derinliğine bağlı olacaktır. Hazine Bakanlığı, Savunma Bakanlığı bu açıdan önemli alanlardır. Elbette Biden, ABD denetiminde olan bazı uluslararası kurumları ayağa kaldırmaya çalışacaktır. Bunların başında da NATO gelmektedir. Macron’un “beyin ölümü gerçekleşmiştir” dediği NATO, acaba Biden ile ölü beyninin yerine nakil mi yapmaya çalışacaktır, bunu hep birlikte göreceğiz. Ama bu, Çin ve Rusya düşmanlığı içinde Rusya’ya karşı saldırıyı öne alan bir politika anlamına gelecektir. Öyle anlaşılıyor, Rusya’ya karşı hamleler, onu daha da içe kapatmayı hedefleyecektir.

Çin’e karşı savaş ise, daha alttan, daha ince taktiklerle devreye sokulacak gibidir. İstenen budur, ama hem Rusya hem de Çin için, bunlar bilinmez değildir. Ve dahası, 5 emperyalist güç arasındaki savaş, giderek daha da fazla su üstüne çıkacaktır. İşin doğası budur.

İşte tam bu noktada, Ortadoğu üzerinde ABD saldırganlığının artacağı anlaşılıyor.

İran’a karşı açık saldırganlıklar, Kasım Süleymani suikastı, ardından Muhsin Fahrizade (fizikçi) suikastı ile ortaya konduğu gibi, artacaktır.

Yani, ABD’nin Ortadoğu’ya hâkim olma, bu sahanın tam denetimini eline geçirme hamleleri bitmeyecektir.

Elbette ABD’de iktidar değişiklikleri, bölgemizde ABD ile ilişkilerde “fırsatlar” bekleyen her güç için ilgi noktası olacaktır. Bu nedenle, mesela Erdoğan, Biden dönemine hazırlık olsun diye Damat’ı bile feda etmiştir. Daha başkalarını da edecektir. Bunun gibi, her ABD’ye bağımlı güç, kendi durumunu ayarlamaya çalışacaktır. Doğrusu, bunun ne kadar işe yarayacağı konusu, Biden’ın politikalarından ayrı olarak bellidir, hiç işe yaramayacaktır. Örnek mi? Saddam, ABD için çok önemli olduğunu düşünüyor olmalı idi. Ama aslında pek bir önemi olmadığı ortaya çıktı. Bu noktada ABD politikalarının daha emredici hâl alacağı açıktır. Biden değil, Trump gelmiş olsa idi de, bu böyle olacaktı. Çünkü ABD hegemonyası için, Ortadoğu önemli bir alandır.

ABD, açık olarak, diğer 4 emperyalist güç ile bir savaş içindedir. Bu arada diğer dört emperyalist güç de, bir bütün değildir. Sadece Fransa ve Almanya arasında bir yakınlaşmadan söz etmek mümkündür. Bu dört emperyalist güç, “soğuk savaş” döneminden kalan ABD denetimini tamamen kırmak, ondan kurtulmak istemektedir. Yine bu dört emperyalist güç, savaşı daha arkaya almak, “rekabeti” daha öne almak isteğindedir. Onların çıkarlarına uygun olanı da budur. Ama askerî üstünlüğe sahip olan ABD, bunu beklemek niyetinde değildir. Öyle ise Trump döneminde açıktan ve diplomatik nezaket sınırlarının kalın olduğu bir üslup yerine Biden döneminde, daha arkadan, daha tehditkâr ama daha ince diplomatik nezaket çizgileri ile bir baskı devreye sokulacaktır.

Ortadoğu’da, İran’a karşı saldırganlık, geçiş dönemi boyunca hızla tırmandırılacaktır. Bu yolla, iki aylık sürece elde edilen kazanımlar üzerinden, hava yatıştırılmaya, İran ile pazarlıklar geliştirilmeye çalışılacaktır.

Fahrizade suikastı da bunun kanıtıdır. ABD yeni dönemde bu tarz saldırganlığı daha da artıracaktır.

ABD’nin politikalarında ciddi hiçbir değişiklik olmayacak, ama diplomatik nezaket çizgileri incelirken, saldırganlık ve tehdit daha ciddi hâle getirilecektir.

ABD’de, Biden’ın sağlık durumunun ne kadar yeterli olacağı, başkanlık dönemini tamamlayıp tamamlayamayacağı tartışılıyor. Aslında, bu politikanın, bir dört yıl daha işe yarayıp yaramayacağı tartışılmalıdır. ABD çıkarları açısından bu politika götürülebilir mi? Çünkü, bu sorunun yanıtı artık ABD’de değildir.

Giderek, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımı daha da su ütüne çıkacaktır.

ABD, Rusya ve Çin’e karşı bir cephe oluşturmak için, muhtemelen yeni tavizler verecektir.

Yani, ABD’deki değişimlere bakarak, dünyada barışın gelmesini beklemek hatalıdır.

Barış, ancak ve ancak, sosyalist devrimlerle, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele edenlerin zaferleri ile gelebilir.

Ortadoğu’da barış, şu ya da bu güce sığınma ile gelmeyecektir. Tersine, tüm bölgemiz halklarının, anti-emperyalist direnişi ile gelecektir.

“Paranın dini yoktur” Ya imanı var mıdır?

Başlığın yarısı Erdoğan’a aittir. “Paranın dini yoktur” demiştir. 30 Kasım olmalı, yeni korona virüs önlemlerini açıklarken, Katar meselesine girmiştir ve o bahiste, “paranın dini yoktur” demiştir.

Konu şudur: Katar Yatırım Otoritesi (QIA) Borsa İstanbul’un yüzde 10’unu satın aldı. Birçok çevre, bu arada CHP, bu satışın şeffaf olmadığını, neyin ne kadara satıldığının belli olmadığını vb. dile getirdi. Ama mesele Katar olunca, Erdoğan nasırına basılmış gibi ses verdi. “Çünkü paranın rengi dini yoktur. Para paradır.” dedi.

Sanki doğru söylemiş gibidir, öyle değil mi?

Parayı karşımıza alsak ve konuş desek, dinin var mı desek, muhtemelen konuşmayacaktır. Ama paranın temsilcileri olanlar vardır ve bunlar ister Soros tarzında simsarlar, ister QIA tarzında finansal güçler ister sanayici kimlikli kapitalistler olsun, hemen “dinim yoktur” diyecektir.

Rengi konusu daha farklı. Paranın bir rengi olmasa, Erdoğan, yeşil olduğu için doların yeşilinin her şeye yeteceğini düşünmezdi. Daha uzaktan yeşil doları ve onun sesini duyar duymaz, satılmadık şey bırakmayacak kadar kendinden geçmezdi.

Erdoğan bir müsriftir. O “itibardan tasarruf olmaz” derken, tam bir müsrif ve kibirli bir muktedir olarak konuşmuştur. Kâğıt üzerinde olduğu sürece, yani rengi ile canlı masanın üzerinde durmadığı, sesi işitilmediği sürece para onun için önemsizdir, harca gitsin, ver Diyanet İşleri’ne birkaç milyar. Ama parayı canlı gördüğü zaman, mesela Diyanet İşleri’nin parasını odada canlı, renkleri ile görmüş olsa, bir kuruşunu kimseye koklatmaz. Hem müsrif hem de cimri olduğundan değil, paranın sesini ve rengini özel olarak sevdiğinden.

Bazıları paranın sesini, daha para rüşvet hâlinde başka kasalardan yola çıkmak üzereyken bile duyarlar. Bazıları renklerin içinden en kıymetlisinin dolar yeşili olduğunu söylerler. Yani rengi var paranın. Mesela siyahları hiç sevmez bu dolar. Mesela yüzü açlıktan ve hastalıktan solmuş fakirlerin rengini de hiç sevmez bu para.

Demek dini yoktur bölümü doğru.

Para sahipleri yerine paranın bizzat kendisi konuşmuş olsa, elbette dinim yoktur diyecektir. Ama ekleyecektir: “Çünkü ben tapılanım, tanrıyım.” Para içinde yaşadığımız çağda tapılandır. Her şeyi satın alabilmenin aracı, her değerin ölçütü, her ilişkinin nesnesinin temsilcisidir.

Peki, acaba dini olmayan paranın imanı olur mu? Bunu, derin hocalara, tarikat liderlerine, Erdoğan’a, özellikle sormak gerekir.

Çünkü dinsiz para, tarikat liderleri için adeta kutsaldır. İnsanlar şeyhlere, şeyhler ise “badelemek”ten arta kalan zamanlarında paraya ibadet ederler.

En derin hocalar, paranın kokusunu önceden anlayabilenlerden çıkıyor.

İşte bu yüzden Erdoğan, ayakkabı kutularının içinde, Bilal oğlanın sıfırlamaya çalıştığı evde yığılmış paraları, yani koynunda yakalanmış olduğu paraları “AK”lamak için, AK Parti seçmeni olarak bilinen seçmenin en ileri gelenlerine “bu paralar İslam için kullanılacak” demekteydi. Buna göre, bu para, iman için iş görecekti.

Buna göre, İslam dünyasının eksiği sadece halife değil, aynı zamanda paradır. Halife, boşu boşuna vergi toplamamıştı. Diyeceksiniz ki, o zaman halifenin topladığı vergiler, devlet adına toplanıyordu. Şimdi ise hem devlet vergi topluyor, hem de Saray zenginleri. Evet, öyledir, çünkü, İslam ile yönetilmeyen bu yerde her türlü hırsızlık “helâl”dir.

Hırsızlığın en tatlısı, en helâli, ekmek kadayıfının üzerindeki kaymak gibisi, devletten çalınandır. Zira “devlet malı deniz, yemeyen keriz” diye bir gelenekselleşmiş sözümüz de var. Bu derinlikte bir edebî literatür yaratmış rüşvet ve hırsızlık sistemi, elbette “iman” sahiplerinin elinde işe yarayacaktır.

Yani, Erdoğan’a göre, yani onun pratiğine göre, dini olmayan paranın imanı vardır. İslam toplumları “parasızlık” yüzünden bu hâldedir ve “para” eğer Reis’in elinde olursa bu bahtsızlık aşılacaktır.

Aslında bu böyle ise, bunun kutsal kitabın bir yerinde de gösteriliyor olması muhtemeldir. Bu nedenle konu derin hocaların işidir. Bu nedenle Sayın Kahraman, Erdoğan’ın aldığı rüşvetler için “halife de %10 alırdı” diyerek bir “AK”lama fetvası vermiştir.

Bu “AK”lama fetvası, acaba her şeye muktedir olan paranın ne kadarlık niceliğine tekabül etmiştir? Biz Marksistler, paranın ortaya çıkışından sonra, aslında hiçbir değer içermeyen metaların da fiyatları olduğunu söyleriz. Örnek olarak toprağı, örnek olarak vicdanı veririz. Demek ki fetvalar da artık örneklerimiz arasına girmelidir. Toprak ne kadar güzel bir yerde, konumda ise o denli rant üretiyor. Dava ne kadar kritik ise hâkimin vicdanı o kadar çok paraya meylediyor. Fetva ne kadar kritik bir anda devreye giriyorsa o kadar çok paraya aşk simgeleri gönderiyor.

Buyurun işte, Katar işi bu denli derinlik kazandı!

Türkiye Varlık Fonu (TVF) var. Bu fon, aslında gizli bir özelleştirme idaresidir. Yiğit Bulut bunu anlatacak ama şimdi değil, hele bir Saray altüst olsun, o zaman.

Kamuya ait birçok gözde şirket satıldı. Ama bir bölümü hâlâ duruyor.

AK Parti iktidarına kadar 16 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştı. AK Partili yıllarda, hatta 16 yılında, 70 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Ama para yetmedi.

“Benim görevim rant üretmektir” diyen Türkiye AŞ CEO’su Erdoğan, özelleştirme bitince, bir yol bulmalı idi. Bu yol, birçok farklı kanaldan geldi ve TVF’de birleşti.

Hazine garantili projeler devreye sokuldu.

Hazine garantili projeler, otoyollar, köprüler, tüneller, havalimanları, şehir hastahaneleri vb. büyük rant kaynaklarıdır.

Bu rant kaynakları, “yeni burjuva sınıf”ın, yeni elitlerin yükselişinin temsilcileridir. Sağlık, yollar, inşaatlar vb. bunun bir parçasıdır. Bu alanlar, büyük ölçüde rüşvet; rantın bir biçimi olarak büyük ölçüde rüşvet, bu yolla üretilebilmektedir. Bu büyük çaplı rüşvet üretimi, hem Saray için, hem de ABD için büyük bir olanaktır. Bu nedenle, inşaat işlerinin ana planı McKinsey’den gelmiştir.

McKinsey, bu yatırımları, bir çeşit ABD sermayesinin ağırlık kazanması olarak organize etmiştir. Saray’a yakın bu şirketler, aslında taşerondur. Havalimanı, tünel, köprüler, otoyollar, şehir hastahaneleri, gerçekte, yabancı şirketlere aittir. Modern kapitülasyon denilebilir. Paylaşım, uluslararası tekeller arasında, bu noktada da vardır. Paylaşımın şekillerinden biridir bu. Ve bu anlaşmaların hemen hepsi, “dolar veya euro” bazlıdır ve hepsinde yetkili mahkemeler Londra mahkemeleri vb.dir. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın canla başla desteklediği bu projelerden elde ettiği kazanç, “imanlı” işlerde kullanılsın veya kullanılmasın, bu sermayenin sahipleri, kendilerinin ömrünü Erdoğan’ın iktidarda kalma süresine göre ayarlamamaktadır. Erdoğan gitse de onların çarkı sürecektir.

Üçüncü köprü yapıldığında, Hazine tarafından verilen kredi garantörlüğü yetmez, bir de kâr garantisi verilmiştir. Şu kadar araç geçecek garantisi gibi. Bu durum, mesela, diğer iki köprünün ücretlerinde 3 katı bir zamma neden olmuştur. Bu durum, yani üçüncü köprünün kâr etme meselesi, özel yasalar devreye sokmuş ve belli araçların üçüncü köprüden geçişi garanti altına alınmıştır. Bu durum, her türlü nakliye maliyetlerini artırmış ve sonuçta ürünlerin fiyatlarına yansımıştır. Avrasya tüneli, deniz otobüsü seferlerini değiştirmiştir. Şehir hastahaneleri, diğer hastahanelerin zorla kapatılmasını beraberinde getirmiştir.

Bunun nasıl bir “zorbalık” olduğunu anlatmaya gerek yok, herkes bunu her gün yaşamaktadır.

Modern kapitülasyon terimini bu nedenle kullanıyoruz.

İşte bu Hazine’nin kredilerine garantör olduğu projeler, yeni kredilerin bulunmasını da zora sokmuştur.

Tam bu noktada, McKinsey, TVF’yi önermiştir. Öneri ne kelime, emretmiştir. TVF, kamuya ait en gözde şirketleri bünyesinde toplamıştır. THY, Çaykur vb. gibi. Bu kârlı işletmeler, yeni rant üretme alanı olarak iş görmek üzere TVF aracılığı ile devreye sokulmuştur. TVF’nin başına Erdoğan oturmuştur. TVF, Cumhurbaşkanı’na bağlı, başkanı da kendisi. Bir general düşünün, ordu komutanı kendisi, alay komutanı kendisi, bölük komutanı o da kendisi. Bu “AK”çeli işler, AK Parti iktidarının ve AK Saray’ın en önemli marifet alanıdır.

İşte bu TVF, özel bir yasa ile, satışları ihale usulünden çıkartılmış bir özelleştirme idaresidir. Borsa İstanbul’un %90’ı, TVF’ye devredilmiştir. Oradan da QIA, Katar Yatırım Otoritesi’ne devredilmiştir. Tüm bu süreçlerde uyumayı tercih eden “muhalefet”, birdenbire uyanmış ve nasıl olur demeye başlamıştır.

Erdoğan, ha Katar ha AB ha ABD sermayesi, demek istiyor. Ne fark eder? Doğrudur. Aslında hiçbiri fark etmez. Bu özelleştirmelerin tümüne bugüne kadar sessiz kalan burjuva muhalefet, ses vermekte geç kalmıştır.

Yine de Katar ile ilişkiler, sanki tren katarı gibi peş peşe gitmektedir. Tank palet fabrikasının satılıp satılmadığı vb. bile belli değildir.

Katar’a limanlar satılmıştır. Katar’a AVM’ler satılmaktadır. Katar’a borsa satılmaktadır. Ve Katar’dan, 400 milyon dolarlık uçak alınmıştır. Parasının ödenmediği anlaşılıyor.

Malezya’da da bir AK parti var. İktidarda idi. Başkanı, o dönemin başbakanı, şimdi hapistedir. Orada da bir varlık fonu var. Bu fon, bizimkilerin Katar ile ilişkileri gibi, Suudi Arabistan ile ilişkili idi. Ve Başbakan, şimdi yargılanırken, kendisine sorulan milyonlarca dolarlık ödemeleri açıklarken “onlar bana verildi” demektedir.

Katar ile ilişkiler, bu nedenle kayıt dışıdır.

Katar, eski İngiliz sömürgesi, bir petrol kuyusu-devlettir. Ya da bir aile-devlettir diyebilirsiniz. Aile ve petrol kuyusu tarzı devlet olma hâli, Erdoğan ile Kral’ın ilişkisi için “fıtrat”a uygundur.

Katar, “resmî” olarak 1970 petrol krizi sonrasında, İngiliz sömürgesi olmaktan “çıkıp” devlet olmuştur. 1970 krizi, elbette ABD’nin dünya sistemini petro-dolarlarla domine etmeye başlamasının da başlangıcı sayılır. Daha sonraları, 1980’lerde gelecek “finansallaşma”nın temelleri buradadır.

Yine de Katar, İngiliz varlığının sıfırlandığı bir alan olmadı.

Ardından ABD, Katar’a büyük bir üs kurdu. 2 milyonu biraz geçen nüfusun 500 bini Arap’tır. Kalanları çoğunlukla yabancılardır. Hem işçi olarak yabancılar var, hem de asker olarak. ABD üssü oldukça büyük bir üstür ve ABD için de önemli olduğu anlaşılmaktadır.

Suriye savaşında, ABD, İngiltere, İsrail’in adının yanında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın adı anılmaktadır. Katar, oldukça aktif bir tarzda müdahalelerde bulunmaktadır. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşleri desteklemekten vazgeçtiği hâlde, Katar, tıpkı Türkiye gibi Müslüman Kardeşleri desteklemektedir.

Demek ki, petrol kuyusu Katar, aynı zamanda bir ABD askerî üssü gibidir. Ve aynı Katar’da Türkiye’nin de askeri vardır. Türk askerinin ne kadar olduğu konusunda rivayetler var, ama 2500’ün üzerinde olduğu sanılmaktadır.

Şimdi Katar Şeyhi ile Saray’ın yerlisi arasında bir anlaşma, bir aile bağları olduğu açık ama iş bu kadar mı sorusunun zamanıdır.

Ortaklaşa sömürge olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana varlığını sürdüren Türkiye, acaba ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin mi, yoksa siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi sömürgesi olarak kalacaktır? Bu soru, uzun bir paylaşım savaşı ile yanıtlanacak ve bu süre içinde, sadece Ortadoğu değil, Türkiye sahası da çetin çarpışmalara sahne olacaktır. İşler kendiliğindenliğe bırakılırsa, elbette ekonomiye hâkim olan, siyasal alana da hâkim olur. Ama ABD, işlerini akışına bırakmaz, bırakmayacak gibidir.

Şimdi, Türkiye’ye akmakta olan Katar sermayesi, acaba ABD ve İngiltere emri ile mi kaymaktadır? Hani, paranın dini yok da, yine de bu sermaye, Katar görünümlü ABD, ya da ABD-İngiltere sermayesi midir?

Meseleye biraz da buradan bakmak gerekir.

Petro-dolarlar, dün nasıl işlevler gördü ise, bugün de farklı işlevler görmek üzere sahaya mı sürülmektedir?

Saray etrafında toplanmış yeni zenginler, özellikle ABD sevdalısıdırlar ve Erdoğan ne çalmış ise ABD izni ile çalmıştır. Nasıl ki mahallelerde evlerinize giren hırsızlar polislerle birlikte çalışırlar. Bu işin raconudur. Türkiye’nin “güvenliği” de ABD’den sorulur ve burada hırsızlık yapacak olan kişi, bunu başarılı bir biçimde yapmaya devam edecekse, ABD izinlerini almış olmalıdır. Böyle olunca, ABD, bu paraların nerelerde olduğunu da bilir. Demek ki, Erdoğan’a, “mal varlığı araştırması” tehdidi geldi mi, parayı canlı hâlde çok seven bir yaratılıştaki Erdoğan’ın buna karşı koyması mümkün değildir. Konu da araştırma değil, el koymadır ve bunu en iyi kendisi bilmektedir.

Çevredeki yeni zenginler ise, artık doğrudan ABD ile temas hâline geçmiştir.

Tam bu noktada yeri gelmiştir, Erdoğan’ın hukuk ve ekonomik reformu, AB sermayesine saldırılmayacağı sözü verme girişimidir. AB sermayesinin bu saatten sonra, bu sözlerle iş yapabileceğini ise sanmıyorum. Çatışma artacaktır. Hazine iflas etmiş iken, Katar’dan gelen sermaye, ABD veya ABD-İngiltere adına kapitülasyonlar elde etmekte iken, Erdoğan’ı çok da düşünmeyecekleri varsayılmalıdır.

200-300 milyon dolar, Türkiye’yi ayağa kaldırmaz. Öyle olsa idi, elbette Erdoğan’a hediye olarak gelen Katar uçağının 400 milyon dolara satılması daha etkili bir hamle olurdu.

Aydın-Denizli arasında bir otoyol yapılmaktadır. Bu otoyol ihalesi 133 milyon euro yıllık gelir garantisi ile imzalanmıştır. Denizli ve Aydın’daki tüm araçlar, karşılıklı bu otoyolu kullansalar, her gün gidip gelseler, böylesi bir para toplanamaz. Bunu otoriteler söylüyor. Peki o hâlde bu neden yapılıyor? Çünkü sermayenin dini yok ama imanı var, para imanlı kişilere lazım.

Kütahya’da bir havalimanı yapıldı. Yıllık 1 milyon 232 bin yolcu garantilidir. Oysa havalimanını kullanan yolcu sayısı 82 bin kişidir. Kalanı Hazine garantili olarak ödenmektedir.

İşte bizim yağma- rant ve savaş ekonomisi dediğimiz şey, bir parçası ile budur. Buna HES’leri, Kaz Dağlarını, yanan ormanları, savaş ekonomisini eklemeniz gerekir.

Yani, 3 trilyonluk iç borç, 450 milyar dolarlık dış borç, 70 milyar dolarlık özelleştirme, MB’nin -49 milyar dolarlık rezervi, yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.

Her gün yoksullaşan milyonlar, artan işsizlik, artan açlık, artan vergiler, gelen örtülü vergiler, artan fiyatlar; işte yağma-rant-savaş ekonomisi budur.

Elbette kârlarına kâr katan tekeller, servetlerini şişiren rantiyeler ve soyguncular; işte yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.

Bu operasyonlaryağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulu çürümüş düzeninizikurtaramayacak!

Demokrasiniz diktatörlük, ekonominiz kölelik, geleceğiniz ise çöplüktür.

Saray Rejimi nafile operasyonlarına devam ediyor.

Dün gece İzmir merkezli olduğu söylenen bir operasyonla, başta İzmir olmak üzere birçok ilde gerçekleştirilen polis operasyonları ile ESP üyesi ve Kaldıraç Hareketi’nden devrimciler, evleri basılarak gözaltına alındı.

Bir kişinin verdiği söylenen yalan yanlış ifadelerle gerçekleştirilen operasyon ilk değil, elbette son da olmayacak.

Yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulmuş, tel tel çözülen bu çürümüş burjuva egemenlik, her türlü baskı ve zora rağmen durduramadığı direniş karşısında bir kez daha devrimcileri hedefe koyarak ömrünü uzatmaya çalışıyor.

Ayakta tutmaya, ömrünü uzatmaya çalıştıkları bu düzende neler var?

– Her ay 200’e yakın işçinin işçi cinayetlerinde katledilmesi var.

– Yine her ay yaklaşık 40 kadının katledildiği kadın cinayetleri var.

– Çocuklara, kadınlara taciz, tecavüz, şiddet var.

Bu düzende;

– Pandemide salgın ile açlık arasında sıkıştırılmış, çaresiz bırakılmış, ölümüne çalıştırılan işçiler var.

– Milyonlarca işçi-emekçinin salgınla birlikte işsiz kalması, açlığa terk edilmesi var.

– Aylardır kapalı olan işyerlerinin sahiplerine 500 ile 750 TL arasında kira yardımı var.

– Çocukların, gençlerin eğitim politikaları ile geleceklerinin çalınması var.

– Pandemi sürecinde önlenebilecekken önlenmeyen ölümler var.

– Bir avuç asalağa kredi teşvikleri, vergi afları, hibeler, yağma-talan var.

– Doğanın, yaşam alanlarının yağması, katliamı var.

– Halkların imhası, inkarı, asimilasyonu var.

Ve elbette, bir doğa kanunu olarak, eşyanın tabiatı gereği direniş var.

– Ülkenin dört bir yanında birer çoban ateşi olarak yayılan işçi direnişleri var,

– Kadınların inatla, ısrarla süren, geriletilemeyen mücadelesi var,

– Özgür bilimsel eğitim isteyen, üniversitelerine sahip çıkan öğrencilerin direnişi var,

– Doğasını, yaşam alanlarını savunan köylülerin direnişi var,

– Seçilmiş vekillerinin, belediye başkanlarının hapse atıldığı, iradesinin kayyumla gasp edilmeye çalışıldığı, her türlü katliamla sindirilmeye çalışılan Kürt halkının direnişi var,

– Gazetecilerin, avukatların, tabiplerin, mimar ve mühendislerin direnişi var,

Böyle aşağılık bir düzene kim boyun eğebilir?

İnsanı çürüterek ayakta kalmaya çalışan bu çürümüş sömürü ve zulüm düzenine karşı mücadele etmek, insan olmanın gereğidir.

Biz tüm bu saldırılara karşı süren direnişleri yayarak, birleştirerek mücadeleye devam edeceğiz.

Korkuyorsunuz, korkmaya devam edin. Korkularınızı gerçeğe çevireceğiz. Yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulu çürümüş düzeninizi bu operasyonlar kurtaramayacak.

KALDIRAÇ

14.01.2021

Polis operasyonlarına karşı basın açıklaması

Bugün sabaha karşı 12 şehirde gerçekleşen polis baskınlarında toplamda en az 50 ESP, SGDF üyesi ve Kaldıraç okuru gözaltına alındı. Kaldıraç ve Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) olarak bugün saat 16:00’da İzmir Türkan Saylan Kültür merkezi önünde, 18:00’da Kadıköy Süreyya Operası önünde ortak basın açıklaması gerçekleştireceğiz.

Bu operasyonlar yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulu çürümüş düzeninizi kurtaramayacak.

Gözaltına alınan devrimciler serbest bırakılsın!

İşçi sınıfı ve ezilen halkların Biden’dan beklentileri olmamalı – Derya Kızılova

“Bu yazı yazıldıktan sonra, ABD’nin Georgia eyaletindeki senato seçimleri tamamlanmış, ve Demokratlar senatoda çoğunluğu elde etmişlerdir.”

Seçiciler Kurulu Biden’ın zaferini onayladıktan sonra, ABD’de uzun ve tartışmalı bir seçim sürecinin sonuna gelindi. Trump her ne kadar hâlâ Twitter hesabı ve kendine yakın merkezlerden seçime karşı çıksa ve seçimin çalındığı söylemini sürdürse de, bu asılsız söylemleri de medyada artık gittikçe daha az dikkate alınıyor. Hatta, artık adı Trump ile özdeşleşmiş Fox News ile bile Trump’ın arasının açıldığını görüyoruz. Bu ayrışmanın ilk belirtisi de zaten daha oylar sayılırken Fox News’ın kritik bir eyalet olan Arizona’yı Biden’ın almış olduğunu açıklamasında görülmüştü.[1]

Biden’ın yeni ABD başkanı olacağı kesin gözükse de geçtiğimiz seçimin Demokrat Parti açısından çok da başarılı olduğunu söylememiz zor ve demokratların önünde birçok engel duruyor. Yine de Biden’ın şu ana kadar yaptıklarına ve seçimlere daha yakından bakarsak burjuvazinin gidişattan memnun olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.

Trump gitmiş olsa da bir yandan işçi sınıfı, diğer yandan da beyaz üstünlüğü sistemi[2] ve emperyalizm ile ezilen bütün dünya halkları açısından Biden ile gelenin de gideni pek aratmayacağını söyleyebiliriz. Biden döneminden ancak ABD ideolojisinin iyi/iki yüzlülüğünün yine öne çıkarıldığı, daha sürdürülebilir bir kapitalizm ve beyaz üstünlüğüne geçiş girişimi bekleyebiliriz.

Hem seçimi hem de Biden’ın temsil ettiği yeni hükümeti daha iyi anlayabilmek için, seçimin kendisine, Biden ve Trump arasındaki bazı farklara ve Biden’ın yeni kabine ve takım üyelerine daha yakından bakalım.

İlk olarak, Mike Davis’in New Left Review dergisinin en son sayısındaki “Siper Savaşları” yazısında vurguladığı gibi, 2020 seçimi bazı yönlerden 2016’dan pek farklı değil. Seçim öncesi Biden’ı açık ara önde göstermeyen bir anket bulmak neredeyse imkânsız olmuş olsa da Biden kritik birçok eyaleti, aynı Trump’ın 2016’da yaptığı gibi, çok az farklarla aldı ve Trump’ın seçici delege oyu olan 306 oy ile galip oldu. Biden aynı zamanda, Obama’dan sonra kaybedilen eski Demokrat eyaletlerden önemli bir kısmını geri kazanamadı. Aynı zamanda, Trump’ın yenilse de 2016’ya kıyasla toplam oyunu 8 milyon artırdığını da belirtmeliyiz. Yani Trumpçılık seçimi kaybetmesine karşın, popülaritesini arttırmış bulunuyor.[3]

1960’tan beri en yüksek katılımının yaşandığı seçimde Biden ise şu ana kadar bir ABD başkanının aldığı en yüksek oyu aldı. 1960’tan beri en yüksek katılım desek de bu yine de ABD için %63 demek oluyor. Yani oy verme hakkı olan Amerikalılardan %37’si oy kullanmayarak, bir kez daha oy vermeyenler partisini birinciliğe taşıdı. Biden ise Trump’tan beş milyon oy daha fazla almasına rağmen, ABD’nin anti-demokratik Seçiciler Kurulu sistemi nedeniyle ancak yakın bir zafer elde edebildi.[4]

Seçimden bazı diğer istatistikler de bize ABD siyasetinin önemli eğilimlerini gösteriyor. 45 yaş altı seçmenlerin büyük bir kısmının Biden’ı, 45 yaş üstü seçmenin de çoğunlukla Trump’ı tercih ettiği görüldü. Kadın seçmenler %55’e 45 Biden’a oy verirken, erkek seçmenler ise %46’ya 52 Trump taraftarı oldu. Fakat, demokrat medyanın seçimlerden önce 2016’dan farklı olmak üzere çoğunlukla Biden için oy kullanacağını tahmin ettiği beyaz kadınlar, 2016’ya göre daha bile yüksek bir çoğunlukla Trump’a oy verdiler. Oyların %11’ini oluşturan Siyahi seçmenler %90’lık bir oranla Biden’ı desteklerken, %10’unu oluşturan Hispanik, yani İspanyol kökenli seçmenler %63 oranla Biden’a oy verdi. Yani etnik ve ırksal azınlıklar Trump’ın yenilgisinde büyük rol oynamış oldu. Ekonomik olarak, yılda 50 bin dolardan az ve 100 bin dolardan fazla kazanan seçmenler Biden’a oy verirken, arada kalan ekonomik grup ise Trump’ı tercih etti.[5]

Demokrat partinin ilerici kanadı için ise seçim kötü geçmemiş gibi gözüküyor. Genelde Demokrat partinin ana çizgisinin “solunda” kalan adaylar yeniden seçilirken, aralarına yeni temsilciler de kattılar. Ancak Davis’in de üzerine bastığı gibi aktivist tabanın Demokrat partinin sola çekilebileceği stratejisine bağlılığı sağlam değil.[6]

İki parti sisteminin kendi dışındaki sol hareketleri baltalama ve emme işlevi devam ederken, ülkede geniş tabanlı ve bilinen bir devrimci örgütün olmamasının eksikliği en çok toplumsal hareketlerin yükseldiği zamanlarda hissediliyor. Black Lives Matter hareketi bile, seçimden sonra sosyal medyada yaptıkları bir paylaşımda, Biden yönetiminden görüşme talep ettiklerini ancak 32 gün geçmesine rağmen yanıt alamadıklarını bildirdi. Hatta Biden, ırkçılık karşıtı sivil toplum grupları ve liderleri ile bir toplantı ayarlamasına rağmen, Black Lives Matter’ı bu toplantıya davet etmedi.[7] Bu örnek ABD’deki sol hareketlerin iki parti sistemi dışında nasıl güçlü ve yapısal bir şekilde örgütlenemedikçe yönetimde hiçbir kozlarının olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Seçim öncesi Biden’a desteklerini onun sola daha kolay çekilebileceği çerçevesinde savunanların da bu gibi örneklere nasıl cevap vereceklerini görmeyi hâlâ bekliyoruz.

Biden başkanlığa gelecek olsa da Demokrat partinin önü pek açık gözükmüyor. Senato seçimleri uzamış olsa da beklenen yine Cumhuriyetçilerin, Demokratların bu amaç uğruna milyar dolarlar akıtmış olmasına rağmen, senatoda çoğunluğu sağlaması. Bu durumda Biden’ın seçimlerde vaat ettiği önemli reformları -sağlık sigortasını daha kamusal hâle getirmek ve vatandaşlık için farklı yollar yaratmak da dahil olmak üzere- getirmesinin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz.

Demokratlar için durumu daha vahim yapan başka bir şey ise, yakın zamanda yapılan bir atama ile Cumhuriyetçilerin Anayasa Mahkemesinde de muhafazakâr çoğunluğu yakalamış olmaları. ABD’de yaşam boyu olan bu Anayasa Mahkemesi hâkimi pozisyonlarından herhangi birinin Biden döneminde boşalması beklenmiyor. Buna ilaveten, Cumhuriyetçiler Trump döneminde federal yargı sisteminde çok sayıda yargıç atamayı başardılar ve 2020 seçimden sonra 23 eyalet hükümetinde “üçlü” sahibiler; bu eyaletlerde hem eyalet temsilciler meclisinde, hem de eyalet senatosunda çoğunluktalar ve vali de Cumhuriyetçi. Bütün bunlar dikkate alındığında, Biden döneminde Demokratların istedikleri değişimleri Cumhuriyetçilerden destek alamadıkları taktirde yapabilmelerin çok zor olduğu ve hatta gelecek 4 senede gündemin büyük ölçüde Cumhuriyetçiler tarafından belirlenebileceği gözüküyor.[8]

Peki ya sermaye açısından Biden’ın seçilmesi ne ifade ediyor? Bunu anlayabilmek için ABD iki parti sisteminden ve bu sistemin sermaye ile olan ilişkisinden biraz bahsedelim. Dylan Riley’ın yine New Left Review’deki “Fay Hatları” adlı makalesinde vurguladığı gibi ABD iki parti sisteminde, tarihsel olarak partiler farklı sermaye merkezlerini temsil ederler. Riley’e göre günümüzde iki partinin de bağlı olduğu üç ana sermaye kolu finans, sigortacılık ve emlakçılık. Bunun altında ise bir ikiye ayrım fark ediliyor. Bir taraf Cumhuriyetçilere güçlü destek veren “kirli” sanayi, yer altı kaynakları/fosil yakıt “ekstraktif” endüstriler, büyük perakende sanayii, yemek hizmetleri ve büyük aile şirketleri. Diğer taraf ise Demokratların destek aldığı silikon vadisi teknoloji devleri, eğitim, bilgi endüstrileri, sanat ve eğlence sektörleri.[9]

Sermaye kanatlarındaki bu güncel ayrışma, aynı zamanda Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin siyasi çizgileri ile örtüşüyor. Riley, Demokrat partinin siyasi çizgisini çok-kültürlü neoliberalizm, Cumhuriyetçi partinin siyasi çizgisini ise maço-milliyetçi neoticaretçilik olarak tanımlıyor. Çok-kültürlü neoliberalizmin ne olduğunu daha sonra Biden’ın kabine ve takım seçimlerine bakarken yakından anlayacağız, ama bunu kısaca neoliberalizmin, ana yapısının bozulmadan üst kademelere daha çok ezilmiş ırksal ve etnik kökenden insanların veya daha fazla kadının getirildiği biçimi diyebiliriz.[10]

Buna karşıt olarak, Cumhuriyetçi siyaset ise azalan iş olanakları ve sınırlanan kamu sektöründen yola çıksa bu durumlara göçmen karşıtı bir çizgi ve milliyetçi bir neoticaretçilikle karşılık veriyor. Bu tür siyaset bir taraftan kapitalizmin işçi sınıfına karşı getirdiği zorlukları göçmenlere yıkarken, diğer taraftan ise fosil yakıt endüstrisi ile enerji bağımsızlığı kazanma hayalleri, korumacı gümrük vergileri ve ticari savaşlar getiriyor. Biz bu genel ayrımları yapsak da aynı zamanda iki partinin içinde de bu çizgilerde siyaset yapan isimlerin bulunduğunu ve ayrıca iki partinin ve onların başkan adaylarının da sermayenin genelinden destek aldığını belirtmeliyiz.[11]

Bu genel bakış 2020 ABD seçimlerini daha yakından anlamamızı sağlasa da değinmemiz gereken bir nokta daha var, bu da Trump’ın da kendi içinde Cumhuriyetçi partiden farklarının olması. Siyasi bağlamda bu farklar 4 yılda Trump’ın Cumhuriyetçi partinin önde gelen isimleriyle yaşadığı polemiklerden, Trump karşıtı Cumhuriyetçi grupların ortaya çıkışından ve Trump hükümetinde önemli pozisyonların durmadan değişmesinden görüldü.

Ancak, belki de daha önemli olan ise sermaye açısından da Trump’ın yakın olduğu merkezlerin farklılığı. Mike Davis, Sam Farber’dan ödünç aldığı terimle, Trump’ın arkasında olan sermayeyi “lümpen kapitalistler” olarak adlandırıyor. Geleneksel ekonomik merkezlerin çoğunlukla sınırlarında kalan bu grup, Koch’lar gibi petrol zengini aile şirketlerinin yanı sıra, emlak, girişim sermaye (private equity), kasino, özel ordu ve savunma şirketleri ve profesyonel tefeci/faizcileri kapsayan “post-endüstriyel soygun baronları”ndan oluşuyor.[12]

Trump’ın hem öncelikle hitap ettiği sermayenin “lümpen”liğinden hem de normalde ABD başkanlarında gördüğümüz siyasi duruş ve söylemlerin dışında kalarak ülkeyi birçok krize sokmasından sermayenin genelinin rahatsız olduğunu, Biden’ın en büyük endüstrilerin neredeyse hepsinden (petrol ve doğalgaz endüstrisi dışında) Trump’tan daha çok bağış toplamasından görüyoruz.[13] Burjuvazinin Trump’a en son veda ve uyarı sinyali ise 23 Kasım’da, içinde General Motors, Mastercard, Goldman Sachs’ın da bulunduğu 166 şirket, uluslararası banka ve finans şirketlerinin CEO ve temsilcilerinin imzaladığı, Trump’ın bir an önce Biden hükümetine geçiş sürecine başlamasını talep eden bir mektup olmuştu. Bunun sonucunda, bu mektubun yayınlandığı aynı gün, o zamana kadar inatla iş birliği yapmayı reddeden Trump, Biden hükümetine geçiş sürecini harekete geçireceğini duyurmuştu.[14]

Biden da şu ana kadar açıkladığı kabine ve danışman seçimleri ile sermayenin yüzünü kara çıkartmamış gözüküyor. Bu seçimlere bakmadan, açıklanan kabine seçimlerinin senato tarafından onaylanana kadar sadece adaylık seviyesinde kaldığını önden belirtelim.

Biden, seçimden sonra, ona hükümet geçiş sürecinde ve kabine seçimlerinde yardım edecek, her devlet organı için ayrı oluşturulmuş danışman takımları açıklamıştı. Savunma Bakanlığı’nın takımındaki yirmi üç kişiden en az sekizinin, bu görevlerinden önce ya silah lobisinden para alan ya da direk bu lobinin parçası olan düşünce kuruluşları, organizasyonlar veya şirketlerde çalıştığı ortaya çıktı.[15]

Bu kişilerden üçü Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (SUÇM)[16] adlı düşünce kuruluşundan geliyorlar. Bu kuruluş, petrol ve silah sanayii tarafından finanse ediliyor. Finansörler arasında bilinen isimler Boeing;[17] savunma sanayii şirketi General Dynamics; Yemen savaşına bomba tedarikçilerinin en önemlilerinden olan Raytheon Technologies; ABD ordusunun Afganistan, Irak, Somali ve diğer yerlerde kullandığı droneları üreten Northrop Grumman; ve Yemen’de 2018’de bir okul otobüsünü vurarak yirmi altı çocuğun ölümüne sebep olan bombanın üreticisi Lockheed Martin var.[18] Bloomberg’e göre bu beş şirket beraber 2019’un en büyük 5 savunma sanayii şirketini oluşturuyor.[19] SUÇM aynı zamanda ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri dahil olmak üzere çeşitli devletlerden de destek alıyor.[20]

Biden’ın takımında ayrıca, başka bir düşünce kuruluşu olan ve Lockheed Martin, Raytheon ve ABD devletinden destek alan Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi’nden (YAGM)[21] de üyeler var. RAND şirketi de temsil edilen bir diğer düşünce kuruluşu. YAGM ve SUÇM ABD savunma sanayiinden en çok bağış alan ilk iki düşünce kuruluşu ve RAND ise ABD Savunma Bakanlığı’ndan en çok destek alan düşünce kuruluşu.[22]

Sermaye ilişkileri burada da bitmiyor. Biden’ın kabinesine çok önemli pozisyonlara WestExec adlı, çok bilinmeyen bir danışmanlık grubuna bağlı isimlerin seçilmesi dikkat topladı. Bu isimlerden biri, Devlet Bakanlığı’nın (Dışişleri Bakanlığı) başına getirilecek olan Anthony Blinken, diğeri Savunma Bakanlığı’nın başına gelecek Lloyd Austin,[23] bir başkası ise bütün ABD istihbaratını yöneten pozisyon olan Ulusal İstihbarat Direktörü yapılacak Avril Haines.[24]

Blinken, aslında Savunma Bakanlığı’na gelmesi beklenen ancak WestExec ve savunma sanayii ile bağlantıları gündem olunca gözden düşen bir diğer isim Michéle Flournoy ile WestExec’in yöneticisi. Haines de WestExec’den geliyorken, Austin ise WestExec ile partner olan başka bir organizasyonda bulunmasının yanında sıra aynı zamanda Raytheon silah şirketinin yönetim kurulunda yer alıyor. Yani ABD Savunma Bakanı seçilen isim aynı zamanda en büyük silah şirketlerinin birinin yönetim kurulunda.[25]

Peki nedir bu WestExec? Savunma sanayiinin yanı sıra, resmî istihbarat görevleri geçmişleri olan Flournoy ve Blinken tarafından 2018’de kurulan bu danışmanlık şirketi, Obama hükümetinden birçok kişiye ev sahipliği yapıyor. Örneğin Avril Haines, önceden Obama’nın drone programının kuruluşunda yer almıştı. Şirketin müşterileri gizli tutulsa da İsrail silah şirketi Windward ve Google’ın düşünce kuruluşu Jigsaw ile çalıştığı ortaya çıktı.[26]

WestExec gösteriyor ki ABD savunma ve silah sanayiinde, belli gruplardan isimler, hükümette olmasalar bile resmî pozisyonlardan kazandıkları tecrübeleri de kullanarak, sermayeye özel danışmanlıkla hizmet ediyorlar. Sonradan yine hükümete girip aynı çıkarları ilerletiyorlar. WestExec yöneticileri hükümete yeniden gireceklerine o kadar eminlerdi ki, Beyaz Saray’ın üç blok uzağında kiraladıkları ofislerinin kira sözleşmesine, aralarından biri hükümete girerse sözleşmeyi fes edebileceklerine dair bir madde bile eklemişler![27]

Gelelim Biden’ın ekonomi alanındaki seçimlerine. ABD hükümetinin üst kademelerinde Goldman Sachs ve diğer finans şirketlerinden insanlar görmek sıra dışı olmaktan çıkmıştı. Biden ise hem Hazine Sekreteri Yardımcısı’nı hem de en yüksek ekonomi danışmanı pozisyonu olan Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörü’nü finans devi Black Rock yönetiminden gelen isimlerden seçerek,[28] devlet ile finans arasında yeni ilişkilerin gelişimine işaret etti.

Adı çok yaygın olarak duyulmamış Black Rock, dünyanın en büyük yatırım ve varlık yönetim şirketi ve toplamda 7.8 trilyon değerinde varlığı kontrol ediyor. Evet, doğru okudunuz, 7.8 trilyon dolar, yani Türkiye ekonomisinin 10 katı. Black Rock’ın değerinin büyük çoğunluğu yatırım yönetiminden geliyor ve eskiden Obama hükümetinde çalışmış isimleri de içinde barındırıyor. Black Rock Aladdin teknoloji ve yatırım platformunda 21.6 trilyon dolarlık değer dönüyor.[29]

Black Rock S&P 500 endeksindeki şirketlerin neredeyse %98’inde -karar alımında etkili olmaya yeterli seviye olan- en az %5 civarında hisse senedine sahip. Bu şirketlerin arasına Apple, Microsoft, J. P. Morgan ve Wells Fargo da dahil. Bu kadar geniş bir yelpazede inanılmaz değerleri kontrol eden Black Rock neredeyse sermayenin genel çıkarlarıyla özdeşleşir duruma gelmiş ve artık Biden ile, ABD’nin hazine yönetiminde de yerini almış bulunuyor.[30]

Göçmenlik konusundaki gelişmelerde de Biden yüzleri karartıyor. Bu aslında çok da şaşırtıcı değil. Trump, dünya çapında zenofobiyi yeni boyutlara çıkaran ve göçmen karşıtı polis devletini kuran bir başkan olarak öne çıkarılıyor. Özellikle söylemleriyle ve aldığı birçok önemli kararla zenofobi sistemini Trump’ın önemli derecede geliştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Yine de, Trump’ın devraldığı göçmen karşıtı devletin zaten Obama tarafından görülmemiş noktalara getirildiğini[31] ve hatta Obama’nın Trump’tan daha fazla göçmeni sınır dışı ettiğini de unutmamalıyız,[32] (8 senelik döneminde neredeyse 3 milyon kişi).[33] Bu nedenle Obama, göçmenlik adaleti gruplarından “Baş-Sınırdışı-Edici” (Deporter-In-Chief) lakabını almıştı. Biden da Obama dönemi eğilimlerine döneceği sinyalini Obama’nın göçmenlik konusundaki önemli danışmanlarından olan Cecilia Muñoz’u göçmenlik geçiş takımına dahil ederek verdi. Muñoz 2011’de Obama’nın göçmen aileleri ayıran bir yasasını “bozuk yasalar bile uygulanmak zorunda” diye savunarak gündem olmuştu. Biden ayrıca Trump’ın getirdiği göçmenlik yasaları ve uygulamalarından bazılarını durduracağını söylese de bunları geri döndüreceği konusunda söz vermiş bile değil.[34]

Geri kalan bazı diğer kabine ve danışman seçimlerinin üstünden de hızlıca geçelim. Yönetim ve Bütçe Ofisi Direktörü olarak seçilen Neera Tanden, eskiden aktif bir şekilde sosyal sigorta kesintilerini savunmuş bir isim.[35] Beyaz Saray Halkla İlişkiler Ofisi Direktörü seçilen Cedric Richmond ise çevre örgütleri için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Biden seçim kampanyasını, özellikle genç ve ilerici seçmenler için ana sorunlardan olan iklim değişikliğinin hükümeti için birincil önceliklerden biri olduğu üzerine yürütmüştü. Ancak iklim değişikliği konusunda da hükümetin ana irtibatı olacak Richmond, Demokrat partide doğalgaz ve petrol endüstrilerinden en çok bağış alan temsilcilerden biri. Ayrıca geçmişte yapılan iklim değişikliği ile ilgili oylamalarda sıkça, Cumhuriyetçilerle birlikte sermaye yanlısı oy kullanmış.[36]

Biden ve Demokrat hükümetin işçi sınıfı için ne ifade edeceğini, şu anda geçirilmeye çalışılan yeni Covid-19 teşvik paketinin bir maddesi de çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Teşvik paketinde iki partinin de son zamanlar çok görülmeyen bir birleşme gösterip üstünde anlaştığı bir madde, şirketleri Covid-19 nedeniyle yaşanan işçi ölümlerinin sorumluluğundan korumayı amaçlıyor. Teşvik paketindeki birçok madde içine bizim torba yasalar misali sıkıştırılan maddeye göre, şirketler resmî yönetmeliklere uymaya “çalışıyor ise,” ve aşırı ihmalkarlık kanıtlamıyorsa (yani pratikte neredeyse her zaman), işverenler Covid-19 nedeniyle açılan davalarda dokunulmazlık sahibi olacaklar. Hatta, bu yasa geriye dönük olarak Aralık 2019’a kadar geçerli olacak![37]

Teşvik paketinde geçen metin ise New York’un nisan ayında geçirdiği, eyalette binlerce kişinin hayatını yitirdiği huzurevleri de dahil olmak üzere diğer sağlık kurumlarına da dokunulmazlık sağlayan yasadan kelime kelimesine kopyalandı. Geniş New York Hastane Birliği,[38] New York’taki yasayı taslak olarak hazırlamakla kalmamış, yasanın geçirilmesinden önce Demokrat eyalet hükümetine 1.2 milyon dolarlık bağış yapmıştı.[39] Aynı sağlık lobisi bununla da kalmayıp, şu anda federal seviyede çok daha geniş bir yelpazedeki işverenleri kapsayacak bu yasa için Demokrat partiye 11 milyon dolar akıttı.[40] New York’taki dokunulmazlık yasasının da, ana akım medyada Covid-19 krizi yönetimi için bir süper star seviyesine çıkarılan ve hatta günlük koronavirüs toplantıları için Emmy ödülü bile verilen Demokrat Vali Andrew Cuomo başkanlığında geçirildiğini de belirtmemiz lazım.

Biden’ın kabine seçimlerinin işçi sınıfı düşmanı ve sermaye taraftarı niteliklerinden daha çok gündem olan tarafı ise içinde birçok kadın ve farklı ırksal ve etnik kökenden insanlar barındırması açısından ne kadar çeşitlikçi/çok kültürlü (diverse) olması oldu. Bu tam da işte Riley’nin bahsettiği çok kültürlü neoliberalizm siyaseti. Biden’ın kendisi de zaten ABD tarihinin en çok kültürlü/çeşitlikçi kabinesini oluşturacağını duyurmuştu.[41] Liberal basın ve demokrat tabanının bir kısmı bu durumu ırkçılık veya ataerkiye karşı kazanılmış bir zafer olarak kutluyor.

Küresel beyaz üstünlüğü sisteminin ve emperyalizmin en büyük uygulayıcısı olan; ABD de dahil olmak üzere her yerde sayısız halkı ezen; askerleri dünyanın her yerinde kadınlara tecavüz eden; ataerkil sistemin sürdürülmesine yardım eden ve kadının özgürleşmesini bile bir emperyalist savaş ve istila bahanesine çeviren bir devletin üst kademelerine Siyahi bir insanın veya bir kadının gelmesini, ırkçılığa veya ataerkiye karşı gelişme olarak kutlanabilmesi gerçekten akıllara zarar. Bu şekilde kutlamalar uzun zamandır eğilimini gördüğümüz, sadece temsiliyetçi mantıkla çalışan ve temsil edilen pozisyonların yapısal niteliklerini sorgulamayan bir kimlik siyasetinin de neoliberal kapitalizm için nasıl bir ideolojik silah hâline geldiğinin çarpıcı bir örneği. Kapitalizmin bu ideolojik stratejisi sadece kendisini meşrulaştırmayı amaçlamıyor, aynı zamanda farklı mücadeleler arasından gerekli olan dayanışmaları da bulandırıyor.

Biden’ın zaferi açıklandığından beri, (özellikle beyaz) demokratların önemli bir kısmı, Trump dönemini istisnaî bir hata olarak geride bırakıp, ABD’nin yeniden Obama dönemi gibi harika ve “ırk-sonrası” toplum olduğu zamana geri döneceği hayaline kapılmış durumdalar. Biden’ın kendisinin 2019 yazında milyarderlere düzenliği bir toplantıda eğer seçilirse “hiçbir şey özünde değişmeyecek” ve “kimsenin yaşam standardı değişmeyecek” demesini[42] veya -Obama’nın Ferguson sırasında yaptığı gibi- George Floyd protestolarındaki şiddetli gösterilere sağcıların kullandığı aynı terimlerin kullanarak karşı çıkmasını,[43] ya unutuyorlar ya da görmezden geliyorlar.

Bu beyaz demokratların istediği, karşılarına Trump ile çıkan ABD’nin beyaz hakimiyeti sistemine dayanan özünü ve yozlaşmış toplum yapısını arkalarında bırakıp, ABD’nin dünya demokrasinin lideri bir fırsatlar ülkesi olduğu düşüne geri dönmek. Kendi orta sınıf tekil evlerinde, çoğunluğunu yine beyaz orta-üst sınıf ailelerin oluşturduğu şehir dışındaki mahallerinde (suburb) haberleri izlerken, başkanlarının profesyonel gözüküp ülkelerinde ve dünyada yaşanan zalimliklerin neden gerekli olduğunu düzgün ve mantıklı cümlelerle onlara anlatabilmesi, onlar için bu düzenin değişmesinden daha önemli. 

Bu grubu, biz ne desek, Martin Luther King’in bundan on yıllar önce yazdıklarından daha iyi anlatamayız: “Geçtiğimiz yıllarda ılımlı beyazlar tarafından ciddi bir hayal kırıklığına uğratıldığımı inkâr etmemeliyim. Hatta neredeyse Zencilerin özgürlüğe ilerleyişindeki muazzam engelin Beyaz Vatandaş Konseyi ya da Ku Klux Klan üyelerinin değil,[44] adalet yerine ‘düzen’e daha bağlı olan; gerginliğin olmaması olan negatif barışı adaletin var olduğu pozitif barışa tercih eden; durmadan ‘Senin peşinden gittiğin amaçlara katılıyorum ama direk eylem yöntemlerine katılamam’ diyen; küçümseyici biçimde başka bir insanın özgürlüğünün zaman çizelgesini belirleyebileceğine inanan; ve hep bu efsanevî ve hayalî zaman algısıyla yaşayıp Zencilere ‘daha uygun bir sezonu’ beklemesini öğütleyen ılımlı beyazların olduğu üzücü sonucuna vardım.”[45]

King’in dediklerinin hâlâ ne kadar geçerli olduğunu George Floyd protestolarına verilen birçok tepkide gördük. Şimdi de Trump döneminde radikalleşmiş demokrat beyazlardan yadsınamaz bir kısmının Biden’ın seçiminden sonra sokaklardan evlerine dönecekleri kesin. Trump onları sadece “Amerikan hayallerinden” uyandıran, rahatsız edici bir sıkıntıydı ve en çok istedikleri yeniden uykuya dönmek. Demokrat partinin tam istediği de zaten bu yaz protestolarda çıkan toplumsal tepkiyi seçime kanalize ederek, sistemde köklü bir değişiklik yapmadan iktidara gelmekti.

Ancak birçok Amerikalı için, Trump öncesi ABD’sine bir dönüş olmayacağı da doğru. Bu dönemde ABD’de -her ne kadar tartışmalı olsalar da- yükselen “sosyalist” veya “demokratik-sosyalist” hareketler ve gruplar, iki parti sisteminden umut aramadıkları ve normalleşmeye dönmeye çalışacak ABD ideolojisine karşı gelebilecekleri ölçüde başarılı olacaklar. Bernie Sanders’ın ikinci kez yenilmesinden sonra da solcuların artık iki parti sistemi ve bununla gelen kötünün iyisi mantığından çıkıp, Demokratlarda işçi sınıfı ve ezilen halklar için kurtuluş olmadığını görmeleri lazım. Aynı zamanda da hem var olan grupları daha devrimci bir çizgiye çekerken hem de gerektiğinde beraber hareket edebilecek tabansal, iki partinin dışında var olan bir güç oluşturmak şart.

Gelin o zaman yazımızı, ABD hükümeti Trump’tan Biden’a geçerken, işçi sınıfı ve ezilen halklar için neleri aklımızda tutmamız gerektiğini bize kısa ve net biçimde anlatan Siyahi devrimci Malcolm X’ten bir alıntıyla bitirelim:

“Beyaz muhafazakârlar da Zencinin arkadaşı değildir, ancak en azından onlar bunu saklamaya çalışmıyorlar. Kurt gibidirler; dişlerini zenciye, onlara karşı nasıl yaklaşması gerektiğini belirten bir biçimde gösterirler. Ama beyaz liberaller tilki gibidirler, onlar da Zencilere dişlerini gösterseler de gülüyor taklidi yaparlar. Beyaz liberaller muhafazakârlardan daha tehlikelidirler; Zenciyi cezbederler ve Zenci hırlayan kurttan kaçarken, ‘gülen’ tilkinin ağzının tam ortasına düşer… kurt ve tilki (aynı) aileye üye. İkisi de köpekgillerden…”[46]

Biz de o zaman Trump kurdundan kaçarken kendimizi Biden tilkisinin ağzında bulmayalım. Bundan sonra ne zaman Biden’ın o bildiğimiz sırıtmasını görürseniz Malcolm X’in bu sözlerini hatırlayabilir ve ne zaman Biden hükümetinden işçi sınıfı veya ezilen halklar için bir gelişme tiyatrosu izlerseniz, o perdenin arkasına da bir sermaye oyunu bulmayı bekleyebilirsiniz.


[1] Stusi Mishra, “Donald Trump calls Fox News ‘dead’ as he steps up feud with network,” Independent, 18 Aralık 2020, https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-election-2020/trump-fox-news-ratings-twitter-b1775380.html

[2] Beyaz üstünlüğü (white supremacy), beyaz insanların üstünlüğünü diğer bütün ırklara mensup insanların ezilmesi aracılığıyla hedefleyen, küresel bir ekonomik, siyasi, kültürel, toplumsal sistem. Bu kavramın detaylı tartışması için Charles Mills’in Irksal Sözleşme adlı kitabına veya Routledge Companion to Philosophy of Race adlı kitapta bulunan “Beyaz Üstünlüğü” adlı yazısına bakabilirsiniz.

[3] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[4] Michael Roberts, “The Social Composition of the Anti-Trump Vote,” 10 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-social-composition-of-the-anti-trump-vote?fbclid=IwAR0MFeE4m3l6Ti3ytts1N_IDDB3pWJ06ttEFjVG1VqRNH2t82rle6viFHoE

[5] İbid.

[6] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[7] Lia Eustachewich, “Black Lives Matter says Biden-Harris have been silent on meeting request,” New York Post, 11 Aralık 2020, https://nypost.com/2020/12/11/blm-says-biden-harris-have-been-silent-on-meeting-request/

[8] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[9] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[10] İbid.                                                                                                       

[11] İbid.

[12] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[13] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[14] Claudia Cinatti, “The Biden Era Begins,” Left Voice, 30 Aralık 2020, https://www.leftvoice.org/the-biden-era-begins?fbclid=IwAR0GH3MnFgz3pJszIy18osnDUd1WyQ4l4Xj9QANnapmd54nGMHFMnA37lAg

[15] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[16] The Center for Strategic and International Studies (CSIS)

[17] Center for Strategic & International Studies, “Corporation and Trade Association Donors,” (erişim 28 Aralık 2020), https://www.csis.org/corporation-and-trade-association-donors

[18] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[19] Bloomberg Government, “Top 10 Defense Contractors,” 26 Temmuz 2020, https://about.bgov.com/top-defense-contractors/

[20] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[21] Center for a New American Security (CNAS)

[22] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[23] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[24] Carey Howard, “First Female Director of National Intelligence is Not a Victory for Women,” Socialist Alternative, 4 Aralık 2020, https://www.socialistalternative.org/2020/12/04/first-female-director-of-national-intelligence-is-not-a-victory-for-women/?fbclid=IwAR1szmZGgbybDMi6dHlYvAOLzAf3fDvQAcqlLibMRIQBLdBwBqabU2VB7yM

[25] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[26] Julia Rock ve Andrew Perez, “Joe Biden’s New National Security Pcicks Are Very Troubling,” Jacobin, 23 Kaım 2020, https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-administration-national-security-picks-defense-department

[27] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet                                                                                            

[28] Franco Ordoñez, “Biden Names BlackRock’s Brian Deese as His Top Economic Aide,” NPR, 3 Aralık 2020, https://www.npr.org/sections/biden-transition-updates/2020/12/03/942205555/biden-names-blackrocks-brian-deese-as-his-top-economic-aide

[29] https://www.businessinsider.com/what-to-know-about-blackrock-larry-fink-biden-cabinet-facts-2020-12

[30] Meagan Day, “Joe Biden’s BlackRock Cabinet Picks Show the President-Elect Is Ready and Eager to Serve the Rich,” Jacobin, 3 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/wall-street-joe-biden-transition-cabinet-blackrock

[31] Tatiana Cozzarelli, “The Newest Member of Biden’s Transition Team: Defender of Obama Era Deportations and Family Separations,” Left Voice, 14 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-newest-member-of-bidens-transition-team-defender-of-obama-era-deportations-and-family-separations?fbclid=IwAR1syknjUTniPKonp-o1aiCnHQKNW5RO_Jh30yfsPK88ctyGzEZTCgFunUY

[32] Zack Budryk, “Deportations lower under Trump administration than Obama: report,” The Hill, 18 Kasım 2019, https://thehill.com/latino/470900-deportations-lower-under-trump-than-obama-report

[33] Alicia A. Caldwell ve Louise Radnofsky, “Why Trump Has Deported Lower Immigrants Than Obama,” The Wall Street Journal, 3 Ağustos 2019, https://www.wsj.com/articles/why-trump-has-deported-fewer-immigrants-than-obama-11564824601

[34] Branko Marcetic, “Biden’s Immigration Moves Are Making a Mockery of His Vow to ‘Heal the Nation’s Soul,’” Jacobin, 19 Kasım 2020https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-immigration-trump-wall-border/?fbclid=IwAR15H9waU7bm8xTM4rQE2zmU_XeAsb7ZAFJZYHULgvFqdRkBofDIus5YsME

[35] Walker Bragman, “Joe Biden’s Neera Tanden Pick is Worse Than You Thought,” Jacobin, 30 Kasım 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-neera-tanden-social-security-omb

[36] David Sirota, Julia Rock ve Andrew Perez, “Joe Biden Just Appointed His Climate Movement Liaison. It’s a Fossil-Fuel Industry Advocate,” Jacobin, 17 Kasım 2020, https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-climate-fossil-fuel-industry-cedric-richmond?fbclid=IwAR3z5Acc_h6llovW6sGi6e8T-Hvf7tAC0uCRDmyW8HEaaY5kKwUjJ9jzbNk

[37] Jake Johnson, “Relief Package Gives Retroactive Immunity to Corporations From COVID Lawsuits,” Truthout, 15 Aralık 2020, https://truthout.org/articles/relief-package-gives-retroactive-immunity-to-corporations-from-covid-lawsuits/

[38] Greater New York HospitalAssociation (GNYHA)

[39] David Sirota, “SCOOP: Senate GOP Copied & Pasted Cuomo’s Corporate Immunity Law Word-For-Word,” The Daily Poster, 28 Temmuz 2020, https://www.dailyposter.com/p/scoop-senate-gop-copied-and-pasted-25d             

[40] David Sirota and Julia Rock, “Tucked into the Covid-19 stimulus package? Protections for corporations,” The Guardian, 5 Aralık 2020, https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/dec/05/tucked-into-the-covid-19-stimulus-package-protection-for-corporations?fbclid=IwAR3pIs6fTXMqL0___gnFXANayFQPDHWafxrZbg6F2OO8GSS4X2GNNVOoZ0w

[41] Kate Sullivan, “Biden on nominating a diverse Cabinet: ‘I’m going to keep my commitment,’” CNN, 3 Aralık 2020, https://www.cnn.com/2020/12/03/politics/biden-diverse-cabinet-commitment/index.html

[42] Dominique Mosbergen, “Joe Biden Promises Rich Donors He Won’t ‘Demonize’ The Wealthy If Elected President,” HuffPost, 19 Haziran 2019, https://www.huffpost.com/entry/joe-biden-wont-demonize-the-rich_n_5d09ac63e4b0f7b74428e4c6

[43] Reuters Staff, “Fact check: Joe Biden has condemned violent protests in the last three months,” Reuters, 4 Eylül 2020, https://www.reuters.com/article/uk-factcheck-biden-condemn-violence/fact-check-joe-biden-has-condemned-violent-protests-in-the-last-three-months-idUSKBN25V2O1

[44] “White Citizen’s Council” ve Ku Klux Klan, beyaz ırk üstünlüğünü savunan ve korumayı amaçlayan gruplar. Daha şiddetli olan Ku Klux Klan, ABD tarihinin en kanlı gruplarından ve binlerce Siyahi insanın ölümünden sorumlu.

[45] DeNeen L. Brown, “Martin Luther King’s Scorn for ‘white moderates’ in his Birmingham fail letter,” The Washington Post, 15 Ocak 2018, https://www.washingtonpost.com/news/retropolis/wp/2018/01/15/martin-luther-king-jr-s-scathing-critique-of-white-moderates-from-the-birmingham-jail/

[46] “The Black Revolution,” malcolm-x.org, http://www.malcolm-x.org/speeches/spc_06__63.htm

TC devleti üzerine Tekelci polis devleti ve “Saray Rejimi”

Bugünlerde, TC devleti üzerine tartışmalar, biraz çekingen bir biçimde de olsa, hayli bir külliyat oluşturacak biçimde olmasa da, her tartışmanın içinde biraz olsun yer alıyor. Bunun bir nedeni, TC devletinin bugünkü durumu, yani bizim Saray Rejimi olarak nitelediğimiz “olağan olmayan” hâl, diğer nedeni ise devlette yaşanmakta olan çözülme ya da egemen sınıfların yönetememe durumudur. Bu iki etken, ülkemizde devlet tartışmalarını güncellemektedir. Ve tartışmalar, aslında her makalenin, her açıklamanın, her tartışmanın içinde, işin pratik bir yönü ile var oluyor. Maalesef, sadece “pratik” yönü ile ve pek çok durumda yanlışlar içererek.

Bu durumun, “devletin niteliği”nin anlaşılmasının önünde bir engel oluşturduğu kanısındayız. Bu nedenle, meseleyi biraz daha derli toplu tartışma niyetindeyiz.

Bu satırların yazarının bağlı olduğu hareket, Kaldıraç Hareketi, 1990’lı yıllardan beri, “Tekelci Polis Devleti” analizine sahip. Bu analiz, aslında, bir yandan, 12 Eylül askerî darbesi, diğer yandan ise modern tekeller çağı üzerindeki tartışmaların sonucudur. Bu analiz, Tekelci Polis Devleti adı ile, bir kitap olarak Kaldıraç’tan yayınlanmıştır ve hâlen satıştadır (2007, 4. basım). Kitap 7 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “Devlet ve sınıf savaşımı: Sorunun ortaya konuluşu” var. İkinci bölümde “Sınıf savaşımının sürekliliği ve devletin ‘evrimi’” ele alınmıştır. Sırasıyla, üçüncü-yedinci bölümler arasında, “Burjuva demokratik devlet”, “Faşizm ve burjuva devlet”, “Tekelci polis devleti” ve nihayet “TC devleti” bölümleri var. Başlıkları bilerek veriyorum ki, devlet tartışmalarına biraz daha ciddi ölçüde ihtiyaç hissedenler bu çalışmaya baksınlar. Devlet tartışmalarına ciddi bir tarzda eğilmeyen bir devrimci mücadelenin, mevcut güncel durumu kavraması ve doğru bir mücadele stratejisi geliştirebilmesi mümkün değildir.

Bugünlerde, ülkemiz solunda “demokrasi” vurgusunun artması, tam da böylesi bir eksiğin işaretidir. O günlerde biz, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelen bir devlet tartışmalarının içinde idik. Kabaca söylersek, baskı arttıkça, faşizm geliyor ve baskı azaldıkça ise faşizm biraz geri çekiliyordu. Bu, 12 Eylül öncesinden kalan bir mirastır. Örnek olsun MC hükümetleri olunca faşizm geliyordu, Ecevit hükümetleri oldukça demokrasiye geçiyorduk. Bu, devlet denilen örgütü, burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracını eksik, yanlış anlamak anlamına geliyordu. Biz de, -12 Eylül öncesinden arta kalan, ama o dönemde güncel olan, “Özallı demokrasi yılları” vurgularını hatırlayın- devletin faşizm ile demokrasi arasında git-gel yaşamasını ve elbette tekeller çağında devleti ele almıştık.

O günlerde “devlet baba” anlayışı değişik biçimlerde daha yaygındı.

Bugün gidip gelen faşizm şeklindeki devlet anlayışı hâlâ yaygındır. Ama o günden farklı olarak “devlet baba” o kadar yaygın değildir. Kökleri derinde olan bu devlet baba, bugünlerde gözden düşmüştür.

Son beş yıldır biz bu tartışmalara açıktan dahil olduk, kendi cephemizden müdahil olduk ama doğrusu kitabı yeniden yazmaya yönelmedik. Bugün de bunu yapmamız gerekli değil.

Geçen yıllar içinde, bizim kitapta öne sürdüğümüz birçok şey kabul görse de, “Tekelci Polis Devleti”, ancak bazı yönleri kırpılarak kullanıldı. Zaman zaman “polis devleti” dendi, ki bu eksik bir bakıştır, zaman zaman da “tekel devleti”, “kartel devlet” sözleri kullanıldı ki bu da eksiktir. Bizim solumuz da dahil bir toplumsal siyaset hastalığımız, bizden önce başkasının dile getirdiği şeyi, doğru da olsa kabul etmeye yanaşmamızdır. Böyle olunca, o şeyi biraz eğip bükmeyi seviyoruz. “Kartel devlet” ya da “polis devleti”, eksik anlamanın bir sonucu değilse, bu eğip-bükme alışkanlığının bir sonucudur. Kenevir dokumacılığının yaygın olduğu dönemde köylerde ya da çeliğin dövüldüğü küçük çaplı işletmelerde eğip-bükme, doğrusu pozitif bir anlama sahip idi. Oysa, bir şeyi kabul etmiş olmamak için onu eğip bükme, bilimle ilişkide sağlam olmamayı ifade eder ki, olumlu değildir.

Biz analizimizde, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet, devletin sınıf savaşımlarına göre şekilleniyor oluşu, Ekim Devrimi’nin ve ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletin geçirdiği evrimin üzerinde durduk. Modern burjuva demokrasisinin, faşizmin dişlilerini içermiş bir devlet olduğunu, bunun tekeller çağının devleti olduğunu, faşizmin bunun ilk biçimi olduğunu vurguladık. Aslında 1960’larda Çayan’ın sürekli faşizm tartışmaları, bu gidip gelen faşizm saçmalığına bir tepki olarak ele alınabilir. Demek ki, bu sorunu ilk biz fark etmemişiz.

Aslında bugün, bu makalede, biz yeniden bu konular üzerinde durmak istiyoruz.

Biz, 2015 7 Haziran tarihinde seçimlerde yenilgi alıp iktidarı kaybeden, ama iktidarı teslim etmeyen Erdoğan’ın ve elbette onun arkasındaki yerli ve yabancı tekellerin kapısını açtıkları yeni rejimi, Saray Rejimi olarak isimlendirdik. Bu isimlendirme, Tekelci Polis Devleti gibi “talihsiz” olmadı, kısa sürede sahiplenildi ve hatta sadece Saray Rejimi dediği için bazı CHP milletvekilleri itilip kalkıldı. Oysa isim tam oturduğu için onların ağzından çıkmıştı.

Biz, birkaç makalede, Saray Rejimi ile tekelci polis devleti olarak nitelediğimiz devletin bağını açıklamaya çalıştık.

Şimdi ise yeniden, biraz da Tekelci Polis Devleti kitabının zaten bulunabiliyor olmasının rahatlığı içinde, bazı temel noktaları tartışmak istiyoruz.

1-
Devlet, tarihin her döneminde, bir sınıfın egemenlik aracı olmuştur. Köle sahiplerinin devleti, köleci devlettir ve elbette onların sınıfsal çıkarlarını ifade eder. Her devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Adına demokrasi denmesi, işin özünü değiştirmez. Antik Yunan demokrasisi, köleler için elbette katışıksız bir diktatörlüktü. Üstelik antik Yunan demokrasisi, bugünkü gibi temsilî değil, doğrudan demokrasi idi. Bugün olduğu gibi sokakların, meydanların konuşmaya katılmaması söz konusu değildi, tersine meydanlarda tartışmalar yapılıyordu. Ve köleler, vatandaş olmadıkları için, konuşan alet olarak ele alındıkları için, bu “demokrasi”nin içinde yer almıyordu. Sosyalist demokrasi dediğimiz zaman, elbette tereddütsüzce proletarya diktatörlüğünden söz etmiş oluruz. Sadece proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin yok olması ile yok olacak, sönecek olan bir devlet olarak diğerlerinden ayrılır.

Devletin, daha çok “kişilerin devleti” gibi göründüğü zamanlarda da devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür, bir sınıfın makinası, bir sınıfın topluma egemen olma aracıdır. Osmanlı padişahı, ülkedeki “mülk”ün sahibi idi ama aslında o, tüm soyluların temsilcisi idi. Batı feodalitesinden farklı olarak bizdeki feodal devlet, daha merkezî idi. Yoksa İngiltere’de devlet feodal devlet idi ve bizdeki değildi denilemez, olmaz. Bizdeki de feodal devlet idi.

Tek adam rejimi, bir dikkat çekme aracı olarak kullanılabilir. Ama gerçekte, günümüz burjuva devletini ya da ülkemizdeki Saray Rejimi’ni anlatmaya yetmez. Sanki tüm kötülük o kişiye yüklenerek, sistem aklanmış olur. Bu doğru değildir. Bir vurgu olarak bile, bir yerden sonra, “burjuva demokrasisine” özlem ifade etmeye başlar ki, Erdoğan’dan öncesine “demokrasi” demek oldukça zor olsa gerek. Dahası, devletin sınıf karakterini gizler. Mesela neden Erdoğan döneminde tekellerin kârlarına kâr kattıkları anlaşılmaz. Devletin sınıf karakteri yerine, şeyin görüntüsü konur. Oysa görüntü, her zaman gerçeği bir miktar gizler. Bu nedenle deriz ki, “her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı.”

Erdoğan’ın 2002-2015 arasındaki dönemi, “demokrasi” mi idi? Ya da Erdoğan’dan öncesi demokrasi mi idi? Bu sorular havada kalır.

Ya da Erdoğan, acaba kimin temsilcisidir? Mesela “Anadolu burjuvazisi”nin mi? Elbette değil. Ya da acaba “küçük esnaf devrimi”nin mi? Kuşku yok ki değil. Ya da İslamcı ideolojisi ile İslamcı sermayenin mi? Elbette ki değil. Erdoğan, acaba, daha önceleri horlanmış dinci çevrelerin temsilcisi midir? Elbette hayır. Onları, aklınıza gelecek en küçük nakit paraya satar, yeter ki para canlı olsun. Hem Erdoğan’a bir ABD projesi diyeceksin, ki doğrudur hem de onu egemen sınıfların temsilcisi değil de “küçük esnaf devriminin” simgesi diye adlandıracaksın.

Devlet, kapitalist toplumda, her ülkede, burjuvazinin devletidir. Burjuva devletlerin her biri aynı değildir. Evet değildir. Sömürge bir ülkedeki devlet ile emperyalist bir ülkedeki devlet aynı değildir. Ya da 1910’daki devlet ile 2000’deki burjuva devletler aynı değildir. Ama her zaman burjuva devlet, burjuvazinin en gelişmiş kesimlerinin damgasını taşır. Tekeller çağında bu tekelci burjuvazidir. Tekeller, burjuva hukukuna büyük oranda bağlıdır. Elbette, bazı açılardan onu kendi istedikleri şekilde değiştirirler.

Ülkemizdeki devlet, her zaman uluslararası sermaye ile onların yerli temsilcilerinin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Bu Ecevit döneminde de böyledir, 12 Eylül’de de, bugün de. Elbette bunlar arasında bazı farklılıklar da vardır. Aşağıda bu farklılıkları tartışmış olacağız.

2-
Burjuva devlet, tüm burjuvaların ortak çıkarlarının temsilcisidir. Elbette, burjuvaların ya da egemen sınıfların çıkarları, bireysel kapitalistler açısından çelişkili karakter taşırlar. İşçi sınıfını boğazlamakta, işçilerin daha fazla artı-emeğine el koymakta hep birlik olan burjuvalar, bu artı-değeri kâra dönüştürürken, pazarda, birbiri ile rekabet hâlindedirler ve bu rekabet, özellikle tekelci aşamada son derece kanlıdır. Birbirlerini boğazlarlar. Tüm kriz dönemleri, istisnasız, kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirildiği, sermayenin daha az sayıda elde toplandığı dönemlerdir.

Tekel, pazar hâkimiyeti demektir. Hâkimiyet ilişkileri, kendine has bir şiddet gerektirir. Burjuva sınıf, tüm topluma hâkim olurken de bu geçerlidir. Ama tekelci hâkimiyette bu şiddet yeniden şekillenir. Modern mafya, modern reklamcılık tümü ile kitlesel üretim de demek olan tekeller çağına özgüdür. Medya, mafyadan daha az şiddet içeren bir organizasyon değildir. Medya, şiddetin daha farklı biçimlerini içerirken, mafya, ondan bin kat daha “temiz” bir biçimde silahlı şiddeti uygular. Tekeller, burjuva hukukunun “normal” işleyişini her zaman beklemezler.

Kapitalist devlet, bir yandan, sistemin devamını sağlamak üzere tüm burjuvazi adına iş görürken, diğer yandan, egemen sınıfın bazı kesimleri için daha özel bir mekanizma olur ve ona göre de iş görür. Tekeller, burjuva devleti, her yönü ile sararlar ve ona uygun olarak hareket ederler. Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi demek olan finans kapital, devlet çarkına her yönden sızar. Örneğin, Amerikan Hazine Bakanlığında kimlerin olacağı, hükümet kim olursa olsun, aslında tekellerin ortaklaşa, güçlerine göre oluşturdukları bir karar mekanizmasıdır (Bu konuda, güzel bir özet, “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” isimli çalışmamızda 152 ve 153. sayfalarda vardır. Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi). Tüm devlet organları, çoğunlukla tekellerin ortak ofisleri olarak iş görür.

Bu nedenle, bir tekelci grup ile devlet arasındaki kavga, çoğunlukla tekeller arasındaki kavganın yansımasıdır.

Ama olağanüstü dönemlerde devlet, daha çok sistemin devamını sağlamak üzere hareket eder. Tüm burjuvazinin çıkarı da bunu gerektirir. Bu dönemler toplumsal kalkışma dönemleridir, sınıf savaşımının kızıştığı dönemlerdir, buhran dönemleridir vb.

Sınıf savaşımının keskinleştiği bu olağanüstü dönemlerde, devletin baskı aygıtı daha fazla öne çıkar, yumruğun üzerindeki kadife eldiven ortadan kalkar.

3-
Devlet sadece egemen sınıfın yönetme aracı, tahakküm aracı değildir. Sadece onların “ortak komitesi” değildir. Aynı zamanda, sınıf savaşımına göre şekillenen bir mekanizmadır da. Yani canlı bir mekanizmadır.

Her şeyin bir tarihi vardır.
Toplumsal varlık, her madde gibi, zaman ve mekân içinde var olur. Hareket, zaman, mekân ayrılmazdır. Madde, hareket, zaman ve mekân, bunlar birlikte ele alınmalıdır.

Öyle ise bu ilkeler devlet söz konusu olunca da işlemektedir, her devletin de kendini şekillendirdiği bir tarihi vardır.

Devlet, sınıflı toplumlara aittir ve uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıfların varlığının da kanıtıdır. Sınıflı toplumların tarihi, bu sınıflar arasındaki savaşımların tarihidir. İşte devlet denilen egemen sınıfın aygıtı da, bu sınıf savaşımlarına bağlı olarak şekillenir.

Bu sınıf savaşımlarının alanı, o ülke olduğu kadar, dünyadır da. Düne göre bugün, dünya çapında sınıf savaşımının devletin şekillenmesi üzerindeki etkileri daha fazladır. Diyelim ki köleci devlet, mesela Isparta’da şekillendiğinde, bu şekillenmede Çin’deki köleci devlet ile köleler arasındaki sınıf savaşımının etkileri daha az bir yer tutardı. Bugün, kapitalizm, hele ki tekelci kapitalizm çağında, sınıf savaşımları tüm yeryüzündeki burjuva devletleri, farklı ölçülerde olsa da etkilemektedir. Devlet, sınıf savaşımlarından, egemen sınıf adına öğrenir. Öğrenmek, bunun gereklerine uygun olarak kendini yapılandırmak, yeniden örgütlemek demektir.

Yeridir, örgütlenmeye yansımayan öğrenme, eksik öğrenmedir. Bu nedenle günümüzde devrimci mücadelede öğrenme, geliştirilen örgütlenme ile anlamlandırılır. Hareket etmeyen, sadece seyreden, dış görünüşten öğrenendir. Oysa öğrenme, dış görünüşten başlayarak öze doğru bir yolculuktur. Öğrenme, öznesinin ve nesnesinin toplumsal bir varlık olduğu, eylemli bir toplumsal süreçtir. Burada öğrendiğimizin ölçütü eylem ise, en gelişmiş eylem de, geliştirilen örgüttür.

4-
Ekim Devrimi, kapitalist sisteme karşı dünya işçi sınıfının Sovyet proletaryası eli ile kazandığı büyük zaferdir. İlk kez işçi sınıfı, burjuvazinin elinden iktidarı almış ve kapitalist üretim ilişkilerini parçalamaya, yeni bir dünya kurmaya yönelmiştir. Bunun neden ve ne kadar başarılı olduğu ya da olmadığı, izninizle ayrı bir tartışma konusudur. Ama bu devrim, burjuva iktidarı sarstığında, Rus egemen sınıfları ile savaş hâlinde olan diğer emperyalist ülkeler, Rus Çarlığını diriltmek için akıl almaz, göz yaşartıcı “özveri”lerde bulunmuşlardır.

Biz Anadolu’dan biliriz. Ekim Devrimi olmamış olsa idi, Anadolu’da TC diye bir devlet kurulmayacaktı. Emperyalist işgalciler, devrimin bu topraklara yanaştığını gördükçe, geri çekilip, burada bir burjuva iktidar sağlamak için ellerinden geleni, göz yaşartıcı bir tutumla ortaya koydular. İşte burjuvazinin sınıf bilincinin gelişmişliğinin bir göstergesi.

Ekim Devrimi, Birinci Paylaşım Savaşımı’nı durdurdu.

Ve burjuva devletler, önce, kendi ülkelerine sıçrayan devrimi boğmak üzere hareket ettiler. 1919’da nihayet Almanya’da devrim yenildiğinde, Spartaküs hareketi yenildiğinde, Ekim Devrimi’nin yayılma hızı kesilmeye başladı. Ve burjuvazi, dünya çapında Ekim Devrimi’ni boğma planlarının, daha uzun vadeli olması gerektiğini kavrayama başladı.

1929 buhranını, Ekim Devrimi olmaksızın açıklamak eksik bir açıklama olur.

Faşizm, Ekim Devrimi’ne karşı, karşı-saldırıdır. Almanya’da en azgın tekellerin diktatörlüğü olarak adlandırılan faşizm tanımı, sanki bize ABD’de ya da İngiltere’de en azgın tekellerin egemenliğinin olmadığını mı söyler? Elbette söyleyemez. Faşizm, dünya tekellerinin Sovyet Devrimi’ni yok etmek, boğmak için, geliştirdikleri karşı-devrim saldırısıdır. Önce Ekim Devrimi’nin kendi ülkelerindeki etkilerini bastırmaya yöneldiler. Bunu başardıktan sonra ise, Sovyetler Birliği’ne karşı, Almanya’nın öncülüğünde bir saldırı organize ettiler. Sadece Paris’in düşüşünü hatırlayalım, işin bu yönünü anlamak kolaylaşacaktır. Yani, Alman faşizminin arkasında, dünya tekelleri hep birlikte vardılar.

İkinci Dünya Savaşı’nda, eğer Almanya Sovyetler’i yenmiş olsa idi, İngiltere ve ABD, Sovyetler’i paylaşmak için devreye girecekti. Ama tersi oldu. Kızılordu Avrupa’ya doğru Alman faşizmini püskürttü. Bu kez ABD ve İngiltere, Kızılordu’yu durdurma ve uzun soğuk savaşa razı olma yolunu tuttular. Alman faşizminin tüm birikimi, yeni emperyalist lider ya da sistemin yeni hegemon gücü Aylık Devrimci 48 Sosyalist Dergi ABD tarafından devralındı. Modern ABD devleti, Alman faşizminin tüm birikimini içselleştirmiştir, kendi birikimine eklemiştir. Tıpkı TC devletinin Osmanlı devletinin birikimini özümsemesi gibi.

Ekim Devrimi, tekeller çağında patladı. Gerisinde 1870 ve 1900 bunalımları var. İngiliz hegemonyasının Almanya ve ABD tarafından zorlanması süreci var. Birinci Dünya Savaşı, bu emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma savaşımıdır. Zira emperyalizm, yani tekelci kapitalizmin dünya sistemi hâline gelişi, zaten dünyanın paylaşımının tamamlanması ile eş anlıdır. Sömürgesiz, sermaye ihracı olmadan emperyalizm olmaz. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı, dünyanın emperyalistler arasında yeniden paylaşımı savaşımıdır.

Burjuvazi, bu dönemden başlayarak devleti yeniden örgütlemeye koyulmuştur. Artan sınıf savaşımına göre yeni mekanizmalar devreye girmiştir. Tekeller çağının ve kitlesel üretimin en önemli yansıması olan milyon adet tirajlı gazeteler bu dönemin ürünüdür. Sadece tekellerin büyük çaplı üretimlerini satmak için reklam kanalı değildi bu gazeteler, aynı zamanda burjuva egemen ideolojinin yayılmasının da kilise dönemi ile kıyaslanamayacak yeni araçlarıydı.

Bu dönemde başlayan devletin yeniden örgütlenmesi ya da burjuva demokrasisinin tarihe gömülmesi, Ekim Devrimi dahil gelişen sınıf savaşımlarının deneyimleri, faşizm ve İkinci Dünya Savaşı deneyimleri ile birleşti ve modern burjuva devlet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, şekillenmiş oldu. Elbette, bu da “statik” bir durum değildir. Yani, ondan sonra da burjuva devlet kendini “geliştirmekte”dir. Her devlet bir diktatörlüktür, en gelişmiş devlet, en gelişmiş diktatörlüktür. İşte bu devlet, kendini yeni döneme göre örgütlemiş burjuva egemenlik demektir.

Bizim “tekelci polis devleti” dediğimiz işte budur.

Bu devlet, iç savaşa göre örgütlenmiş, işçi sınıfına karşı gelecekte verilecek savaşı organize etmeye yönelmiş bir devlettir.

Bu devlet, parlamento, seçimler vb. eski “demokrasi” araçları olarak sunulan şeylere dayanmıyor, daha çok toplumu kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Bu konuda basın çok etkili kullanılmaktadır. Medya, sadece “yasama-yürütme-yargı” olarak adlandırılan mekanizmalar eklenmekle kalmaz, dahası bu eski mekanizmalar anlam değiştirir ve medya, kendisi de tekelci sermayenin bir aracı olarak, şiddeti yeniden örgütler.

Genel oy, faşizm döneminde ortadan kaldırılmıştı. Olağanüstü koşullara göre yeni bir örgütlenme ortaya çıkıyordu. Tekelci Polis Devleti, eskinin “olağanüstü” koşullarına özgü yapıları içselleştirerek, “normal”leştirir. Genel oy, artık sadece “toplumsal rızayı” üretme aracıdır ve sonuçları önceden bellidir. Parlamento, siyasal partiler vb. devlet çarklarını örten birer şaldır. Sınıf mücadelesi şiddetlenirse, bu şalın ortadan kalkması an meselesidir.

İdeoloji ve şiddet daha bütünlüklü olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle basın, yargı vb. adeta polis gücünün bir parçası olarak iş görmektedir. Üniversiteler ya da diğer ideolojik aygıtlar, tekellerle birleştirilmiş biçimde hareket etmektedir.

Ordu, polis, yargı ve bürokrasi, daha sıkı biçimde militanlaşmıştır ve burjuvazinin çıkarlarını savunmakta daha açık davranabilmektedir. Tekeller çağı, parlamento, siyasi partilerden oluşan sistemi tam anlamı ile kontrol edebilme olanaklarını geliştirmiştir. Yasama-yargı-yürütme gibi dengeler, ancak olağan dönemlerde bir görüntü olarak korunmakta, diğer dönemlerde baskı aygıtı tüm yüzü ile ortaya çıkabilmektedir. Bu noktada “görüntü” önemli bir vurgudur. Çünkü normal şartlarda da bu sadece bir görüntü işlevini görmektedir. Yürütmenin, yasamanın, yargının önemli kurumları, tekellerin ortak büroları olarak çalışmaktadır.

Tüm bu nedenlerle, “polis devleti” demek yetersizdir. Tekelci Polis Devleti denilmedi mi, devletin sınıfsal karakteri net biçimde ortaya konmuş olmaktadır. Tekelci Polis Devleti, tekeller çağında, Ekim Devrimi sonrasında, burjuva devletin yeniden şekillenmiş hâlidir. Tekeller çağının olağan olan devleti budur.

5-
Her burjuva devlet, bir pazarda (“coğrafya”da) egemendir. “Coğrafya’da egemendir” demek yanlış olur. Coğrafya, yeryüzü şekillenmesini anlatır ve bir tarihsel ve fizikî yönü olan bilimsel bir kavramdır. Devletlerin coğrafyaları olmaz. Belki de coğrafyaların devleti olur denilebilir. Mesela Ortadoğu devletleri gibi. Bunlar birbirine de birçok açıdan benzerlik gösterebilirler. Devletlerin “sınırları” olur ve bu sınırlar, fizikî ve moral olarak da ayrılır. ABD devletinin sınırları denildi mi, egemenlik alanı anlaşılacaksa, bu dar anlamda fizikî sınırlarıdır. Ama ABD devlet olarak bu fizikî (siyasal haritadaki anlamında) sınırlardan daha geniş alanda etkilidir. Tersinden söylersek, bazı devletler fizikî sınırları içinde dahi etkili değildirler. Yani, ABD bir devlet olarak bir’den çoktur ve örnek olsun Irak bir’den azdır.

Burjuva devletin egemen olduğu alanda, şekillenişi de diğerlerinden farklılıklar gösterebilmektedir. Bu, aynı zamanda o devletin bazı özellikleri ile de anlam kazanır.

Bugün dünya kapitalist sistemi dediğimiz zaman, hemen emperyalist ülkeler ile sömürgeler gibi ayrımlar aklımıza gelmelidir. İsteyen, başka bazı ölçülerle bu ikili ayrımı çoğaltabilir. Gelişmiş ülkeler, kalkınmakta olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler vb. bunun gibi, daha çok ekonomistçe ayrımlardır ve doğru da değildir.

Tüm dünya çapında süren sınıf savaşımı, birçok farklı görüntüsü ile bu devletleri etkilerler. Bu devletler, bir alanda, bir tarihsel süreç içinde şekillenirler. O nedenle hepsi burjuva devlet olmalarına rağmen, birbirinden farklılıklar gösterirler.

Örneğin TC devleti, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Ekim Devrimi sonrasında şekillenmiş bir sömürge devlettir. Bu devletin şekillenişinde Osmanlı’nın parçalanması ve sömürgeleşmesinin etkileri vardır. Osmanlı’nın çöküş dönemi içinde gelişmiş olan Fransız Devrimi’nin “uluslaşma” etkileri, Osmanlı’da yansımasını buldu. Bu yansıma da geçtir. Osmanlıcılık, sonra İslamcılık, sonra da Türkçülük akımları aslında bu sürecin de bir nevî özetidir, yansımasıdır. Çok milletli Osmanlı, Osmanlıcılık ile, çok milletli çok dinli yapısına bir çözüm aramıştır. Meşrutiyet isteği ve Osmanlı sultanlığının evrilmesi dönemin “ilerici” talebidir. Namık Kemal’in de içinde yer aldığı Osmanlı Cemiyeti, aslında halk hareketi değil, saray çevresi ile de sıkı ilişkiler kurmuş bir “elit” hareketi idi. Nihayet, hangi prensin padişah olması gerektiği üzerinde yoğunlaşan tartışmalara dayalı olarak meşrutiyetin ilanı istenmekteydi. Daha arkada ise Tanzimat ile kabul gördüğü tescillenen Batıcılık vardır. Osmanlıcılık, Balkanlarda yaşanan toprak kayıpları ile, değişmeye başlamıştır. Balkanların kaybı, büyük ölçüde Hıristiyan tebaanın kaybı olarak ele alınmış, devletin kurtuluşu, İslamcılıkta aranmıştır. Osmanlı sömürgeleşirken, hâlâ elinde olan toprakların Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölümündeki Müslüman halkları tutmak için İslamcılık, bir “çözüm” olarak bulunmuştur. Osmanlıcılık, elbette İslamcılığa göre daha pozitif olmuştur. İslamcılık daha devlet merkezlidir ve devletin kendisi için farklı halkların ve dinlerin varlığını bir tehdit gördüğü ölçüde katliamlar devreye sokulmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve içinde Ortadoğu ve Afrika’daki topraklar da kaybedilmiştir. Bu koşullarda, 1905 Rus Devrimi, yeni bir dalgaya neden olmuş ve Türkçülük küçük küçük öne çıkmaya başlamıştır. Bu akımların hiçbiri “ilerici” olmamıştır. Osmanlıcılık, diğer ikisinden daha “temiz” sayılabilir. Türkçülük daha da katliamcı olmuştur. Ermeni, Süryani, Pontus ve Rum katliamları bu döneme denk gelir. Osmanlı’dan kalan topraklarda “Türk unsurunun hâkim kılınması” Wilson Prensipleri ile bağıtlanınca, Türkçülük daha da öne çıkmıştır. Tüm bu siyasal akımlarda, devletin kurtarılması öndedir. “Bu devlete bir millet lazım” görüşü, ünlü Türkçü Ziya Gökalp’in sözüdür. Bu söz, aslında tüm bu arayış sürecinin, yaklaşık 60 yıllık sürecin anahtar sözüdür.

Ekim Devrimi’nin Kafkaslara yayılması, emperyalist efendilerin Osmanlı’dan kalan topraklarda yeni sömürge bir devletin kurulması fikrine ikna olmalarının ana nedenidir.

Halklar hapishanesi olan çarlık Rusya’sının yerine geçen Sovyetler Birliği, halkların özgürleşmesi ve sosyalizm etkilerini yaymaktaydı. Yeni TC devleti, halkları kendine düşman gören, işçi sınıfının varlığını en baştan kendi egemenliği için bir tehdit gören bir yapıda oluşmuştur. Anti-komünizm ve halkları kendine (devlete) düşman gören anlayış, TC devletinin genlerine yerleşmiştir.

Kurtuluş Savaşı, doğal bir anti-emperyalist halk hareketi olarak başlayan direniş, burjuva kadrolar önderliğinde, halk temsilcilerinin bertaraf edilmesi ile emperyalizme bağlanarak sonuçlanmıştır. Batı medeniyeti hedefi, Tanzimat’tan beri gelişmiş olan Batıcılık akımının emperyalizme boyun eğme hâlinin ifadesidir. Bu yolla bir yandan, Osmanlı’dan kalan bazı etkilerin azaltılması işlevini görmüş, bir yandan da emperyalizme bağlanmanın amentüsü olmuştur. Osmanlı’dan kalan düzenin modern bir cumhuriyete dönüşmesi için atılan adımlar, her zaman halkları düşman görme ve anti-komünizme sadık kalma ilkeleri ile sınırlı tutulmuştur.

Bazı noktalardan bu sınırları aşmış olan “devrim”, 1930’lardan başlayarak, restorasyon sürecine girmiştir. Bu dönem tam da Alman faşizminin yükseliş dönemine denk gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni hegemon ABD önderliğinde kapitalist-emperyalist dünya yeniden organize olmaya başlamıştır. TC devleti de bu organizasyonun içine girmiştir. SSCB’nin karnının altında Türkiye ve Yunanistan, Truman Doktrini ve Marshall Planları ile yeniden organize edilmiştir. Bugün ülkede etkin olan dinî tarikatlar, sadece 1950’lerde değil, daha öncesinde 1930’larda yeniden nefes almaya başlamıştı.

1950’lerde TC devleti, Kore’ye asker göndermek şartı ile NATO’ya dahil edilmiştir. Bu tarihten bu yana, TC devleti, NATO mekanizmaları ile siyasal olarak ABD sömürgesi hâline getirilmiştir. Uzun soğuk savaş dönemi boyunca, ekonomik olarak AB’nin, siyasal olarak ise ABD’nin sömürgesi olmuştur. Bu bir anlamda “ortaklaşa sömürge” olarak ele alınabilir.

NATO mekanizması, tüm dünyada devletin iç savaşa ve komünizme karşı savaşa göre örgütlenmesinde bir sıçrama demektir. Öyle olmuştur. Gladio örgütlenmesi İtalya’da ortaya çıkarılmıştı. 1990’larda SSCB çözülünce İtalyan burjuvazisi, ABD etkisini kontrol edebilmek için bu adımı atmıştır. Ülkemizde ise bu mekanizma, hâlâ etkindir, şekil değiştirmektedir. Okuyucunun bu konuda çok sayıda örnek bulacağı kanısındayım. Ama tekrar olsa da, Tekelci Polis Devleti (Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi) çalışmasına bakması bile yeterli olacaktır. İsteyen, çok daha fazla sayıda örnek bulabilir.

6-
Bugün, SSCB yok. Emperyalist ülkeler arasında bir paylaşım savaşımı var.

Bu savaş, başlıca beş emperyalist güç arasındadır. Bunlar, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dır.

Bugün, bir Üçüncü Paylaşım Savaşının içindeyiz. Bu savaş, farklı bir seyir izlemektedir ve bu doğaldır. Her savaşın bir önceki gibi bir seyir izlemesi beklenmez. SSCB çözüldükten sonra, ABD’nin, dünya imparatorluğunu, üçüncü Roma’yı kurmak için hareket ettiğini biliyoruz. Tek kutuplu dünya, eşyanın tabiatına aykırı bir durum idi ve tutmadı. Tek ise kutup da olmaz. Ama ABD tarafından zikredilen her şey, yazık ki, burjuva kalemşörlerin amentüsü oluyor ve bize de bilim olarak sunuluyor. Hangisi daha traji-komiktir, emperyalist efendilerin egemenlik hayallerinin sınır tanımaması mı yoksa bunun bize bilim olarak sunulması mı? ABD, saldırgan bir tutumla, imparatorluğunu kurmak istedi ama istediği sonucu alamadı. Afganistan ve Irak, bu durumu ortaya koydu.

Nihayetinde dünyada Çin ve Rusya gibi iki farklı güç de var. Bu güçler, daha aktif sahaya girmek durumunda kalmıştır. ABD, bugün, Batı dünyasını, bu iki güce karşı birleştirmek için hareket ediyor. Böylece, diğer 4 emperyalist gücün, kendi bayrağı altında yeniden toplanmasını, Rusya ve Çin’i hâlledene kadar bu güçleri kendi yanında tutmayı hedeflemektedir. Bugünlerde seçimleri kazanan Biden, aslında Trump’ın izlediği politikayı, biraz daha bu amaçla toparlamak için iktidara gelmiştir.

Rusya ve Çin’e karşı savaş, aslında, ardında emperyalist güçlerin kendi aralarındaki savaşı gizlemektedir.

Bu koşullarda TC devleti, AB ile ABD arasındaki savaşın etki alanındadır. ABD, siyasal alanın hâkimidir ve TC devleti onun açık tetikçisi olarak davranmaktadır. AB ise ülkedeki ekonomik varlığını korumak ve daha uzun bir yolla siyasal alanda egemen olmak istemektedir. Eğer bu güçlerin hiçbiri müdahale etmezse, ki bu akla aykırı bir kabul olur, ekonomik alana hâkim olan siyasal alana da hâkim hâle gelir. Ama bu müdahale etmeme durumu, mümkün değildir.

Savaşın bugünkü aşamasında ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu uzun bir süreçtir. Ama bugün, ABD hegemonyası eğik bir düzlemde kaymaktadır. Bu nedenle ABD çok daha saldırgandır. Biden yönetimi, bu saldırganlığı daha da artıracaktır. Hiçbir hegemon gücün, fiilî bir savaş olmadan, yeni durumu kabul etmesi düşünülemez.

Bu durum TC devletini çözücü bir etkiye sahiptir.

7-
Bu koşullarda, ABD’nin, “yeni cumhuriyet”, “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” vb. adlarla ele aldığı Türkiye politikası, özel bir proje olarak AK Parti-Erdoğan-Gülen projeleriyle yürütülmektedir. Bu, yakından bilinen bir süreçtir. Üzerinde fazla durmayalım.

Suriye savaşı, bu açıdan ABD politikalarında bir kırılma oluşturmuştur. Suriye savaşının bir aşamasında TC devleti, ABD tetikçisi olarak sahaya girmiş, doğrudan Suriye savaşında açık aktif bir rol almıştır. Hâlen, Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etmiş, ABD politikalarının aktif ve istekli bir savunucusu olarak IŞİD çeteleri ile içli dışlı olmuş durumdadır. Bu durum, TC devleti içinde, Türk-İslam sentezinin yeniden öne çıkarılması da demek olmuştur. Bu kez Türk-İslam sentezi, işgalci politikaları savunmak ve ABD tetikçiliğini örtmek için kullanılmıştır.

Suriye savaşında Rusya’nın sahaya inmesi ile bir yeni aşama başlamıştır. Bu durum ABD adına savaşta olan TC devleti ile Rusya’yı karşı karşıya getirmiş, son derece karmaşık ilişkiler oluşmasına yol açmıştır. Uçağın düşürülmesi sonrasında Rusya ile farklı ilişkiler gelişmiş, bu durum NATO açısından önemli bir mesele hâline gelmiştir.

Kürt devrimini bastırmak için TC devletinin yürüttüğü savaş, Kürt hareketinin Suriye savaşı sonrasında kazandığı konum nedeni ile daha da şiddetlenmiştir.

Bunların yanısıra, Gezi Direnişi ile, Türkiye içinde kitlesel bir patlama yaşanmış ve bu durum da TC devletinin çözülüşünü artırıcı bir etki yaratmıştır.

Özetle TC devletinin çözülüşü, emperyalist savaş ve bu savaşın bölgesel yansımalarının etkilerine, Kürt devriminin gelişimine ve Batı’da gelişen direnişe bağlı olarak gerçekleşmektedir.

Ekonomik alanda sürdürülen ve büyük ölçüde uluslararası sermayenin isteklerinin ifadesi olan politikalar, 2008 dünya kapitalist sisteminin krizi ile sınırına yaklaşmış ve ekonomik kriz katlanarak artmıştır.

Tüm bu süreç, ABD’nin Türkiye’yi bir savaş kundakçısı, bir tetikçi olarak kullanmasının hız alması ile yeni bir aşamaya gelmiştir.

İçten ve dıştan gelen bu etkiler, 2015 sonrasında, devletin yeni düzenlemelerle ayakta durması eğilimini devreye sokmuştur. Gezi Direnişi, Kürtlerle çözüm sürecinin sonlandırılması, devlet terörünün daha şiddetli sahaya sürülmesi, Suriye savaşı, ABD’nin yeni hamlelerine hazırlık, ordunun ABD emrinde savaşa sürülebilmesi gereği, egemen sınıfları Türk usulü başkanlık sistemini örgütlemeye itmiştir. Yağma-rant-savaş ekonomisi de bunun altyapısıdır. İşte Saray Rejimi dediğimiz şey böyle oluşmuştur.

Bu durum, devletin niteliğinde bir değişim değildir. Ama bu durum olağanüstü önlemlerin olağan hâle getirilmesi de demektir. Saray Rejimi budur. Devletin niteliğinde bir değişim değil, devletin tüm çıplak mekanizmaları ile sahaya çıkması demektir.

Saray Rejimi, fiilî olarak parlamentonun işlevlerine son verilmesi demektir. Gerçekte parlamento hiçbir zaman demokratik olmamıştır. Ama sürekli olağanüstü hâl uygulamaları için bir parlamentonun eski varlığı da bir engel idi. Bu yapılırken, sadece AK Parti ve Erdoğan değil, CHP, MHP vb. de dahil, devletin tüm güçleri hemfikir olmuşlardır. Uluslararası ve yerel tekeller bu konuda hemfikir idi. Yani bu süreç, egemen sınıflardan bağımsız gerçekleşmemiştir ve sadece Erdoğan’ın istek ve arzularının sonucu değildir. Yoksa referandumda o denli hile yapılabilmesi mümkün değildir. AB, ABD ve burjuvazi bu işin arkasındadır, halkın isteği değil, onların isteğidir bu.

Saray Rejimi, AK Parti, MHP, CHP vb. partilerin de bitirilmesi demektir. AK Parti, bir çeşit taraftar grubu, bir çeşit tarikat olarak vardır. Bir parti olarak yoktur.

Çözülmekte olan devlet çarkı, birçok kurumu işlevsiz hâle getirmiştir.

Bugün adına bakan denilen bakanlar, gerçekte hiçbir kararı alamaz niteliktedirler. Pandemi süreci başlı başına bir örnektir.

Bu aynı zamanda tekeller için yağma-rant ve savaş ekonomisinin pratik bir tarzda sürdürülmesi demektir.

Devlet, çeteleşmektedir. Tekeller, emperyalist güç odakları, tarikatlar kendilerine güç alanları açmakla kalmamaktadır. Bu hep vardır. Yani, çetelerin, mafyanın vb. devlete sızmasından söz etmiyoruz. Nasıl ki, bir çete olarak IŞİD’in devlet ilan etmesi gerçekleşiyor, bugün devlet mekanizması da çeteleşmektedir. Bunu İçişleri Bakanı’nda, bunu Ağar’da vb. görmek mümkündür. Bunun ana kaynaklarından biri, emperyalist merkezlerin arasındaki savaştır. Bu savaş, her kurumun içinde vardır. Bu durumu, çözülüşün, yönetememe durumunun savaşla birleşmiş hâli olarak ele alabiliriz. Yoksa eskiden de çeteler devletin içinde vardı. Tekeller çağında devlet zaten bu tekellerin etkili örgütlendiği bir alandır. Ama burada daha ileri bir durum yaşanmaktadır.

Tüm bunlardan sonra, tek adam diktatörlüğü vurguları, ancak burjuva cephenin eleştirileri olarak ele alınabilir. İşçi sınıfı için Saray Rejimi, tekellerin olağanüstü yöntemlerle iktidarını sürdürme durumudur ve bunun için Erdoğan’ın varlığı onlar açısından bir sorun değildir. ABD projesi olarak ele alındı mı AK Parti ve Erdoğan, Gülen ve tarikatlar, ılımlı İslam ve IŞİD, gerisini anlamak kolay olur kanısındayız. Her işçi, her emekçi, her kadın, her genç, Saray Rejimi’nin nasıl tekellerin, nasıl zenginlerin, nasıl emperyalist efendilerin hizmetinde olduğunu bizzat, her gün, her saat yaşamaktadır. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin, halkların Erdoğan’ın gitmesi ile yetinmeleri mümkün değildir. Devrimci mücadele, bu “yetinmeyi” önleyecek kararlılığı gösterecektir. Saray Rejimi, emperyalist efendilerin “tamam, görevin bitti” demesiyle değil, işçi sınıfı mücadelesi ile yıkılmalıdır.

Devletin çeteleşmesi ya da emperyalist merkezler arasındaki savaş, işçi ve emekçilerin, halkın seyretmesini gerektirecek bir tutumu beraberinde getirmemeli. Nasılsa çözülüyorlar diye bir tutum, seyirci tutumudur. Bunu en çok “muhalefet” yapmaktadır. Sakın bir şey yapmayın, sokağa çıkmayın, nasılsa Saray Rejimi çözülüyor demek, aslında Saray Rejimi’ni desteklemektir.

Ya da emperyalist merkezler birbiri ile savaşta bırakın birbirini yesinler diye beklemek, devrimci tutum almak değildir. Bir emperyalist güce karşı diğerine sığınmak, teslimiyetçi bir tutumdur.

Bir gerçek var. Bu gerçek karşısında devrimci tutum, halkın, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişinin ve örgütlü direnişinin geliştirilmesidir.

Saray Rejimi, ürünü olduğu koşulları değiştirememektedir, tersine kriz daha da ağırlaşmaktadır. Öyle ise, işçi sınıfının önderliğinde, tüm toplumsal muhalefetin birleşik emek cephesini örgütlemesi gereklidir. Doğru tutum budur.

Mesele sadece Erdoğan gitsin talebinde değildir. Mesele sistemin değiştirilmesi, devrim talebindedir. Sadece sağlık ve eğitim meselesini ele alalım. İşçi sınıfı, halk, kendisi ile baş başa bırakılmıştır. Bu koşullarda işçi sınıfının, halkın, kendi örgütlemesi ile kendi iradesini ortaya koyması gerekir. Bunun yerine bir sonraki seçimi beklemek, bunca hilenin olduğu bir sistemde, kaderciliktir. Belediye seçimlerini kazananların çoğu, yerlerini kayyumlara bırakmıştır. Bu koşullarda bir seçime çözüm olarak bakmak, seçimi beklemek, elimizi ayağımızı bağlamak demektir. Susuz kalmış bir insana, yanında akan suya girme çünkü ıslanırsın demek ve bekle 3 yıl sonra su gelecek demek, onu ölüme mahkûm etmektir.

Mücadele edenler için her şey olanaklıdır.

Örgütlenmek, bu olanakları görmenin, bu olanakları da örgütlemenin tek yoludur.

Ülkenin her yanından direnişler gelişmektedir. Bu direnişlerin, derelerin birleşerek nehre dönüşmesi gibi büyütülmesi olanaklıdır. Bize gerekli olan da budur. Halkın, işçi sınıfının örgütlenmesine, işçi sınıfının ve halkın direnişine dayanmadan bir demokratik gelişim sağlanamaz. Düzenin siyasal partilerinden bir yola gidilemez. Bu partiler, ağızları farklı söylese de, Saray Rejimi’nin birer parçası, payandasıdır. Esas olan işçi sınıfının, halkın kendi örgütlenmesidir. Mücadele etmeyeceksek, tüm bu analizlerin bir anlamı yoktur.

Daha çok sözün değil, daha çok işin zamanıdır. En büyük iş, örgütlenmektir. Birleşik Emek Cephesi, tüm direnişin ortak adresidir.

*Yazarımızın bu yazıda referans gösterdiği Tekelci Polis Devleti adlı kitabımızıa buradan ulaşabilirsiniz.