Ana Sayfa Blog Sayfa 98

“Reform” mu dediniz? “Saraylar” yıkılsın diyoruz

Saray Rejimi, onun başında yer alan Erdoğan’ın ağzından, 2020 sonunda birden bire “reform”lardan söz etmeye başladı.

Erdoğan ömrünü uzatmak, iktidarını uzatmak istiyor. Öyle anlaşılıyor, ömrü yettikçe iktidarda kalmak istiyor. İktidardan düşünce, gerisini tahmin bile etmek istemiyor. Egemen sınıflar, TC devleti ise, bu fikre yatkındır. Onlar için de Saray Rejimi’ni ayakta tutmak önceliklidir.

Ekonomik kriz, gittikçe derinleşiyor.

Damat, bu nedenle, suçlu ilan edildi ve tüm suç onun üzerine yıkılmaya başlandı. Damat gider gitmez “reform” çağrıları, muhalefetten değil iktidardan, Saray’dan yükselmeye başlandı. Sanki ellerini tutan varmış, sanki kendilerine engel olan varmış gibi.

Saray, ABD seçimleri sonrasında, TC devletine karşı yaptırımların ortaya çıkması ihtimaline karşı hazırlık yapıyor.

“Reform”u kim istiyor?

Elbette tekeller. Elbette, uluslararası sermaye ve onların yerli uzantıları. Elbette egemenler. İstedikleri de açıktır: Birincisi ekonomik alanda önlerinin açılmasını istiyorlar, ikincisi ise yatırımları için hukukî güvenceler istiyorlar. Onların talebi belli; Saray yasalara uysun. Erdoğan, iktidarını uzatmak için, buna “evet” diyor.

Bizim liberal aydınlarımız, liberalliğin karanlığında aydın olmanın anlamını unutmuş olanlar, “reform” kelimesini duyar duymaz, beklentilerini dile getiriyorlar.

Erdoğan reform diyor, onlar, Kavala ve Demirtaş serbest kalacak mı diye soruyor. Yasalara göre içeride tutulamayacak tanınmış kişilerin serbest bırakılması, “reform” olmuş oluyor. Rüşvetin, Saray işadamlarına para transferlerinin vb. sınırlandırılmasını istemek reform olmuş oluyor.

Yerli veya yabancı tekellerin istekleri, ihtiyaçları, yasalara uyulsun istekleri, bize Saray tarafından “reform” olarak sunulmakla kalmıyor, bu eli kalem tutan liberaller, “demokrasiye” geçiyoruz diye sevindirik oluyorlar.

Oysa aynı anda, Anayasa mahkemesi kararlarının kabul edilmediği, aynı anda AİHM kararlarının yok sayıldığı bir süreç yaşanıyor. Saray, hep birlikte HDP kapatılsın çağrıları yapıyor.

Saray, Biden dönemine hazırlanıyor. Kürtler için yeni bir Barzani partisi oluşturulmak isteniyor. Bu yeni Barzani partisi Erdoğan’ın 2023’ten önce olacak seçimlerde müttefiki olsun isteniyor.

Ama tüm bu “reform” paketlerinde, ne işçiye ne emekçiye ne Kürt halkına ne diğer halklara ne işsize ne emekliye bir şey çıkmıyor. Çıkmayacak.

Pandemi bahane edilerek engellenen işçi eylemleri nedeni ile ekonomik krizin sokak gösterilerine, eylemlere yansıması önleniyor. Pandemi yetmeyince, polis ve jandarma devreye giriyor. Madencilerin yürüyüşünü ele alın. Avukatların son derece sınırlı ve uzlaşmacı eylemlerini ele alın. Hepsinin karşısına polis gücü ile dikiliyorlar. Kocaeli’de Baldur fabrikasındaki grevci işçilere devletin saldırısını ele alın.

Tam da bu dönemde, Hindistan’da 250 milyon işçi greve çıkıyor. Bu eylemler bulaşıcıdır ve iktidar bunlardan korkuyor.

Ortada, derinleşen ekonomik, siyasal kriz vardır. Saray Rejimi, daha çok baskıya, daha çok yalana, daha çok karartmaya başvurarak saldırısını sürdürmek, bu yolla ayakta durmak istiyor. Bir “Olay TV”ye dahi tahammülleri yoktur. Olay TV, sadece CHP ve HDP grup toplantılarından görüntüler aktardığı için işi bitirilmiştir.

Burjuva muhalefet tükenmiştir. Tıpkı Saray Rejimi gibidirler. Öyle, bir ayaklarını devlete dayayarak, bir ayaklarını Saray’a dayayarak, Erdoğan’ın izni ile muhalefet yapmanın işe yaramadığı biliniyor. Olay TV’nin sahibi Çağlar idi.

İşçi sınıfından, devrimcilerden yana olmadan muhalefet yapılma dönemi artık sona ermiştir. Bir şeyi yarım ağız söylemek işe yaramaz. Sokaklardan uzak durmak, yasalara uymayan bir iktidara karşı parlamento içinde muhalefet etmeyi övmek işe yaramaz. Yargı sistemine, yasalara bağlılık için çağrı yapmak aslında Saray’a yardımcı olmaktır. Seçimlere kadar beklemeyi pompalamak Saray Rejimi’ne destek olmaktır. Devlet mekanizmasının hırsızlık ürettiği bir yerde, hırsızı polise şikâyet etmek iş yapmak değildir.

Reformlarınız sizin olsun.

Siz, liberal solcularınızı da yanınıza alın, gece gündüz reform çağrıları yapın. Artık, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının ve diğer halkların bunlara karnı toktur.

Bu ülkede 7 milyondan fazla işçi, sigortası çalışmaktadır. Ve asgarî ücret dahi alamamaktadır.

Bu ülkede 7 milyonu aşkın işçi asgarî ücretle çalışmaktadır. Bu, işçi sınıfının üçte biridir.

İşçilerin yaşam ve çalışma koşulları her geçen gün bozulmaktadır. Sadece sağlık çalışanlarına bakın, sadece kargo işçilerinin durumuna bakın,
sadece 1139 TL maaşla geçinmeye çalışan insanların durumuna bakın. Gerçekten ısınmak isteyen, gerçekten su kullanmak isteyen, gerçekten elektrik kullanan bir hanenin aylık masrafı 1200 TL’yi geçmektedir. Kirası, yiyeceği, ulaşımı, giyeceği, eğitimi bunun dışındadır. Ve aynı anda 2021 bütçesinden tekellere 650 milyar para aktarımı planlanmaktadır. Vergiyi ödeyen işçiler, emekçilerdir. Bütçeyi denetleme hakları bile yoktur. Korona
hastalarının %80’i işçi ve emekçiler, çalışanlar ve yoksullardır ama onların aşıya ulaşması bile mümkün olmayacaktır.

“Reform” mu dediniz?

Biz de devrim diyoruz.

Artık kaybedecek hiçbir şeyi olmayan milyonların, Saray Rejimi’ni alaşağı etmeleri, sarayları yıkmaları dışında yol yoktur.

Ülkenin kurtuluşunun tek yolu, işçi sınıfının ana gövdesi ile direnişinden geçmektedir. İşçi sınıfı, birleşik ve örgütlü bir mücadele ile, bu sömürüye, açlığa, işsizliğe, aşağılanmaya, her türden ayrımcılığa, baskıya son verebilir.

İşçi sınıfının ihtiyacı, birleşik emek cephesidir.

İşçi sınıfının ihtiyacı, devrimci birliğidir.

Ülkenin gerçek ihtiyacı, sarayların yıkılmasıdır.

Yiyin efendiler yiyin,bu han-ı iştiha sizin,Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!Bu harmanın gelir sonu,kapıştırın giderayak!

2021 asgari ücreti AGİ dahil net 2825,90 TL olarak belirlendi. Aylık 30-40 milyon TL kazananlar, kendi maaşlarına bir gecede zam yapanlar, yaklaşık 10 milyonu ilgilendiren asgari ücretle ilgili tam bir ay boyunca pazarlığa tutuştu. Memleketin en büyük toplu iş sözleşmesi olan asgari ücret görüşmeleri, işçilerin olmadığı bir masada, halktan gizli saklı bir şekilde yapıldı. Milyonlarca liralık vergi borçları silinen patronlar pandemi krizini bir kez daha fırsata çevirdi ve ekonomik krizin yükünü tekrar işçilere yükledi.

Günde 39 liraya yaşamaya (!) mahkum edilip ücretsiz izne gönderilen işçiler yetmemiş, kısa çalışma ödeneklerinden kar etmeleri yetmemiş, işsizlik fonlarını iç etmeleri yetmemiş, kaçırdıkları vergiler yetmemiş ki patron temsilcisi Akansel Koç, işletmelerin zor durumda kaldığını söylemiş, enflasyon üzerinde belirlenen asgari ücretin kayıt dışı işçiliği arttırdığını söyleyerek işçileri güvencesiz çalışmayla tehdit etmiştir.

Açlık sınırının 2517 TL, yoksulluk sınırının 8198 TL olduğu şartlarda asgari ücretle yaşayabilmek mümkün değildir. Her gün her şeye zam gelmektedir. Bu da yetmezmiş gibi “acı reçete” içmekten bahsediliyor. “Acı reçete”, işçilerin ceplerinden paralarının alınması, işçi ve emekçinin daha da fakirleşmesi, zamlar, yeni vergiler, var olan vergilerde artışlar demektir. Bu acı reçete, işçi sınıfı içindir.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu devlet, ezilenlerin, işçi-emekçilerin değil sermayenin devletidir. Günlük harcaması 10 milyon olan Saray bize kuru ekmeği bile çok görmektedir. AKP Denizli Milletvekili Şahin Tin mecliste utanmadan “Kuru ekmek yiyorlarsa o zaman aç değillerdir.” diyebilmektedir.

Samsun’da bir vatandaşın ellerine “iş” ve “aş” yazarak intihar ettiği gün Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk pişkince “Yoksulluk, özellikle aşırı yoksulluk, uluslararası dokümanlarda da ifade edildiği gibi artık Türkiye için sorun olmaktan kalktı” diyebilmektedir.

Yaşam, işçiler ve emekçiler için çekilmez hâle gelmiştir. Bizler salgın koşullarında “açlıktan veya hastalıktan ölüm” dayatmasını unutmayacağız. Bizler eline “iş” ve “aş” yazıp intihar eden kardeşimizi unutmayacağız. Bizler pandemide ölüme terk ettiğiniz sağlık emekçilerini unutmayacağız. Bizler Cengizlerden silinen 424,4 milyon TL vergi borcunu unutmayacağız. Bizler polisini, askerini işçilerin karşısına diken devleti unutmuyoruz.

Gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır zannedenler bilmelidir; hepsi tek tek akıllardadır. Biriktirdiklerinden korkmalıdırlar.

Bugün, işçi sınıfının örgütlü mücadele etmesinden başka bir çözümü kalmamıştır. Sınıfın içinden “Genel Grev Genel Direniş” sesleri yükselmektedir. Başta işçi sendikaları olmak üzere emekten yana her kesimin de kulak vermesi gereken bir sestir. “Genel Grev Genel Direniş”i örgütlemek artık bir seçenek değil zorunluluktur.

İşçi sınıfı, bu sömürüye, aşağılanmaya karşı kendi eylem cephesini oluşturmak zorundadır. Bu cephe geniştir. Tüm sol örgütler, tüm kitle örgütleri, kadın örgütleri, ekoloji hareketleri bu cephenin bir parçasıdır. Verilen her bir mücadele birbirine destektir, öğretmendir. Kuru ekmek reva görülen bir sınıfın kendi yollarını, çıkışlarını kurması demektir.

Bize, tüm bu çürümüşlüğü ortadan kaldırmak için, farklılıklarıyla fakat emekten yana tutumuyla da bir arada bir mücadele gereklidir. Biriken öfke ve isyan örgütlenecektir. Bu rüzgarı ekenler, bizim kararlı, disiplinli ve sürekliliği olan mücadelemizle fırtına biçeceklerdir. O fırtına devrimdir.

Working class and oppressed peoples should not have expectations from Biden – Derya Kızılova

Now that the Electoral College has validated Biden’s victory, a long and disputed election process has come to an end. However much Trump continues to oppose the election and perpetuate the narrative that the election was stolen, these unfounded claims are garnering less and less attention in mainstream media. We even see Fox News distancing themselves from Trump, with which his name had become synonymous. The first signs of this fracture was evident already on election night when Fox News called the critical state of Arizona for Biden.[1]

Even though it seems certain that Biden will be the next U.S. president, it is hard to say that the election in general was successful for Democrats. Many obstacles lie ahead of them. Nonetheless, looking closely at the election and at what Biden has done so far, it wouldn’t be wrong to say that the bourgeoisie is happy with the current course.

Despite the fact that Trump is (nearly) gone, we can’t say that his successor will be different either for the working class and or for the oppressed peoples of the world under the yoke of white supremacy and imperialism. We can only expect from the Biden era an attempt at a more sustainable capitalism and white supremacy in which the two faced nature of U.S. ideology will again be accentuated.

In order to understand the election and the new government that Biden represents, let us look closer at the election itself, the differences between Biden and Trump and the members of Biden’s team and cabinet.

Firstly, as Mike Davis emphasizes in his article “Trench Warfare” in the new issue of New Left Review, the 2020 elections are not dissimilar to the 2016 elections in many ways. Despite the fact that it was nearly impossible to find a poll that did not show Biden on a significant lead, Biden barely won many critical states, as Trump did in 2016, and won with the same 306 electoral college votes as Trump. Furthermore, Biden could not win back an important amount of the Democrat states that were lost after Obama. At the same time, we need to point out that even though Trump lost, he increased his total votes by 8 million compared to 2016. So, although it lost the election, Trumpism seems to have increased its popularity.[2]

In the election that garnered the highest turnout since 1960, Biden received the highest number of votes any U.S. president in history. Although it was the highest turnout since 1960, for the U.S. this only means that 63% of the population voted. So, 37% of Americans who were eligible to vote by not casting a ballot, once again carried the No-Vote Party to first place. Furthermore, despite gaining 5 million more votes than Trump, because of the undemocratic Electoral College system in the U.S., Biden could only achieve a close victory.[3]

Some other statistics from the election illustrate important tendencies of U.S. politics. A large proportion of voters below the age of 45 favored Biden, whereas those above 45 overwhelmingly favored Trump. Whereas women voted for Biden with a margin of 55% to 45%, men voted for Trump by 46% to 52%. However, white women, who before the election liberal-leaning media anticipated would vote for Biden in contrast to 2016, voted in favor of Trump even with a larger margin than in 2016. Black voters, who comprise 11% of total voters, favored Biden by 90% and Hispanic voters, comprising 10% of voters, favored Biden by 63%. So, racial and ethnic minorities had a large role in Trump’s defeat. Economically, where voters earning less than $50k yearly or above $100k voted for Biden, those in between voted for Trump.[4]

For the progressive wing of the Democratic Party, it looks like the election went well. Not only did the candidates that usually stand to the “left” of the Democratic Party got reelected, but other Congress members joined them. However, as Davis also underlines, the activist base is not too strongly tied to the idea that the Democratic Party can be swayed to the left.[5]

As the two-party system’s function of undermining and absorbing leftist movements continues, the absence of an established revolutionary organization with an extensive base is felt most in moments when social movements upsurge. Even Black Lives Matter, in a social media post shared after the election, announced that although they requested a meeting from the Biden administration, 32 days later their message was still unanswered. Furthermore, Biden arranged a meeting with civil rights groups and leaders and did not invite Black Lives Matter.[6] This example clearly illustrates that as long as left movements cannot organize in a strong and structural way outside the two-party system, they have no leverage whatsoever in the government. We are also still waiting to see how those who justified their support for Biden on the grounds that he can be more easily pressured towards the left will respond to these types of developments.

Even though Biden is assuming the presidency, the future does not look too bright for the Democratic Party. While the Senate race is going to runoffs, it is expected that Republicans will retain their majority, despite billions of dollars spent by Democrats. In this case, we can say that it will be impossible for Biden to pass many important reforms he promised, including the public option amendment to the Affordable Care Act, or opening new pathways for citizenship.

What makes the situation even worse for Democrats is that with the recent appointment of Amy Coney Barrett, Republicans have established conservative majority in the Supreme Court. It is not expected that during the Biden presidency there will be a vacancy for a Supreme Court Justice position, which are positions that have lifetime tenure in the U.S. Moreover, Republicans were successful in appointing numerous judges to federal courts, and after the 2020 elections they have trifectas in 23 states, meaning that they have majorities in state senates and congresses and in these states the governors are Republicans. In considering all of this, it seems not only likely that during the Biden era the Democrats will not be able to enact changes that are not also supported by Republicans but additionally that the agendas of the next four years could be largely determined by Republicans.[7]

What does Biden’s election mean for capital? In order to understand this, let’s talk about the U.S. two-party system and this system’s relationship with capital. As Dylan Riley emphasizes in his article “Faultlines” in New Left Review, in the U.S. two-party system, historically the parties represent different centers of capital. According to Riley, the main three branches of capital that the two parties are connected with are finance, insurance and real estate. Below this main level, we can notice a separation into two camps. On the one hand are “dirty” manufacturing, extractive fossil fuel industry, big retail, food service and large family businesses who overwhelmingly support Republicans. On the other hand are Silicon Valley tech giants, education, arts and entertainment sectors which tend to back Democrats.[8]       

This contemporary split in branches of capital also corresponds to the differences between political agendas of Democrats and Republicans. Riley identifies the Democratic Party’s political logic as multicultural neoliberalism and the Republican Party’s as macho-national  neomercantilism. We will see what multicultural neoliberalism means in more detail when we look at Biden’s picks for his team and cabinet, but in short we can say that this ideology entails allowing more women and people from oppressed racial and ethnic identities into positions of power without fundamentally changing oppressive structures.[9]

In contrast to this, even though Republican politics recognizes the declining job prospects and public services, it responds to this with an anti-immigrant position and a nationalist neomercantilism. On the one hand, this approach is weaponized to condemn immigrants for the adversities capitalism inflicts on the working class; on the other hand it is used to justify chasing energy sovereignty dreams via elevating the fossil fuel industry, and increased protectionist trade wars. Even though we are making these general distinctions, at the same time it is important to point out that both parties have representatives of these two political agendas, and that both parties and their presidential candidates receive overarching support from capital.[10]

While this general overview helps us understand the 2020 U.S. elections better, there is still one more topic that requires discussion: that Trump himself is distinct from the Republican Party. In the political context, this difference was revealed over the last four years in polemics between Trump and senior members of the Republican Party, the emergence of anti-Trump Republican groups, and the constant turnover in important positions in Trump’s administration.

However, perhaps the more important distinction is the difference of the centers of capital that Trump is close with. Mike Davis, using a term he borrows from Sam Farber, characterizes the capital that supports Trump as “lumpen capitalists.” This group remains on the periphery of traditional centers of economic power, and in addition to oil family dynasties like Kochs, is made up of “post-industrial robber barons” that gain wealth from real estate, private equity, casinos, private armies and chain usury.[11]

That Biden got more donations than Trump from almost all major industries (except the oil and gas industries) illustrate that capital in general wasn’t anymore happy with the “lumpenness” of the capital Trump appealed to primarily, nor with his detachment from the traditional narratives and political stance of U.S. presidents.[12] The final warning and farewell signal from the bourgeoisie for Trump was the letter signed on November 23rd by CEOs and representatives of international banks and finance companies (including General Motors, Mastercard, and Goldman Sachs), demanding that Trump immediately begin the transition process to the Biden administration. As a result, the same day that this letter was published, Trump, who until then had been stubbornly refusing cooperation, announced he would initiate the process of transition.[13]

            It seems like Biden has not disappointed capital with his team and cabinet picks he announced so far. Before we look at these, let us note that the announced cabinet picks will only remain at the level of candidacy until they are approved by the Senate.

            After the election, Biden announced agency review teams for different agencies that would help him with the transition process and cabinet picks. It has been revealed that at least eight of the twenty-three people in the Department of Defense agency review team are people who were working for think tanks, organizations of companies that are part of the weapons industry or receiving money from this industry.[14]

            Three of these people are from The Center for Strategic and International Studies (CSIS). This think tank is financed by the oil and weapons industries. The known names amongst their donors are Boeing;[15] the defense industry company General Dynamics; one of the main supplier of bombs for Yemen war Raytheon Technologies; the manufacturers of drones used by the U.S., including Afghanistan, Iraq and Somalia, Northrop Grumman; and the manufacturer of the bomb that killed twenty-two children in a school bus in Yemen in 2018, Lockheed Martin.[16] According to Bloomberg, these five companies are the 5 largest defense contractors of 2019.[17] CSIS at the same time receives donations from different governments including the United Arab Emirates and the U.S.[18]

            Biden’s team also includes members from the think tank Center for a New American Security (CNAS), which receives money from Lockheed Martin, Raytheon and the U.S. RAND Corporation is another think tank that is represented. CSIS and CNAS are the two think tanks receiving most money from U.S. defense contractors and RAND is the top recipient of Department of Defense funding amongst all think tanks.[19]

            The relations with capital does not end here either. It has drawn attention that many important positions in Biden’s cabinet are being filled with people with connections to a largely unknown consulting firm called WestExec. One of these people is Anthony Blinken, who will be Secretary of State; another is Lloyd Austin, who will be Secretary of Defense[20]; a third pick is Avril Haines, who will be Director of National Intelligence, which is the position responsible for overseeing all U.S. intelligence.[21]

             Blinken is the director of WestExec with Michéle Flournoy, who was expected to be named for Secretary of Defense before her connections with WestExec and the defense industry were revealed. Hanies is also from WestExec. Austin, in addition to coming from an organization that partners with WestExec, is also on the board of the weapons company Raytheon. So, the person who is selected to be the next U.S. Secretary of Defense is at the same time on the board of one of the biggest weapon companies.[22]

            So what is this WestExec? The company was founded in 2018 by Blinken and Flournoy, and not only has close ties to the defense industry but also held official intelligence roles. It also houses many prior members of the Obama administration. Avril Haines, for example, was part of the founding of Obama’s drone program. Even though the company keeps its clients secret, it was revealed that its clients include the Israeli weapons company Windward and Google’s think tank Jigsaw.[23]

            WestExec shows that individuals from certain groups in the U.S. defense and weapons industry, even if they are not in the government, use their connections from government positions to privately consult capital. Afterwards they get into the government again, and continue to serve the same interests. WestExec executives were so certain that they were going to get into the government again that in the lease for their office three blocks from the White House, they included an article stating they can break the lease if anyone from the company joins the administration.[24]

            Let’s now move to Biden’s choices for positions pertaining to the economy. It was already far from unusual to see people from finance companies such as Goldman Sachs in the high levels of the U.S. government. Biden pointed towards a new relation between the government and finance by selecting both the Deputy Treasury Secretary and National Economic Council (top economic advisor position) from the finance giant Black Rock.[25]

            Black Rock is the biggest investment and asset management company in the world, and manages a total of $7.8 trillion of assets. Yes, you read that correctly, $7.8 trillion, ten times the economy of Turkey. Black Rock’s wealth comes mostly from managing investments and it has in it people who worked in the Obama administration. Black Rock’s technology and investment platform Aladdin oversees $21.6 trillion.[26]

            Black Rock has at least 5% of stake (the amount that is necessary for major influence) in nearly 98% of all of the companies in the S&P 500 index. These companies include Apple, Microsoft, J.P. Morgan and Wells Fargo. Black Rock, which controls extraordinary values in such a vast array, has almost become identical with general interests of capital, and now it has also found its direct place in the management of the U.S. treasury.[27]

            Biden’s decisions with regards to immigration also have been a disappointment to many. This is in fact not too surprising. Trump has been known globally as a president who carried xenophobia to new lengths and established a brutal anti-immigrant police state. Especially with his discourse and some important legal decisions that he made, it wouldn’t be wrong to say that Trump indeed developed the system of xenophobia significantly.

            Nevertheless, we should not forget that the anti-immigrant state apparatus Trump inherited was already taken to unseen heights by Obama,[28] who in fact even deported more immigrants than Trump[29] (nearly 3 million people in 8 years).[30] This is why Obama received the nickname “Deporter-In-Chief” from immigration justice organizations. Biden has signaled a return back to Obama tendencies by including Cecilia Muñoz, an important Obama era immigration advisor, in his agency review team. Muñoz made headlines in 2011 by defending Obama’s immigrant family separation policy by saying “even broken laws have to be enforced.” In addition, even though Biden announced that he intends to stop some of the immigration policies Trump brought, he has not yet spoken about a reversal of them.[31]

            Let us quickly review some of the remaining cabinet and consultant choices. Neera Tanden, who was selected for the Director of the Office of Management and Budget, has in the past actively supported cuts to social security.[32] Cedric Richmond, who has been selected as the Director of Office of Public Engagement, was a disappointment for environmental groups. Biden campaigned by emphasizing that climate change will be one of the foremost priorities of his administration, a topic especially important for young progessive voters. However, Richmond, who will also be the administration’s liaison between climate change groups and businesses, is one of the Democratic Congressmen who receive the most donations from the oil and gas industry. Moreover, in important votes regarding climate change in the past, he has often voted in the interests of capital, siding with Republicans.[33]

            What the Biden administration will mean for the working class is also starkly revealed by one of the articles of the new Covid-19 stimulus package that the government is trying to pass. One article of the new stimulus package that both parties agreed on with a long unseen unity aims to provide immunity to corporations for the deaths of workers due to Covid-19. According to this article, if a company was “trying to conform to public health standards and guidance” and “gross negligence” cannot be proven (so in practice always), employers will be immune to Covid-19 lawsuits. Moreover, this law will cover cases retroactively as far back as December 2019![34]

            The text of this article in the new stimulus package was copied word for word from another law passed in New York in April that provided immunity for healthcare institutions, including nursing homes where thousands of people lost their lives. Greater New York Hospital Association (GNYHA) not only had donated $1.2 million to New York Democratic apparatus but also drafted the law itself.[35] GNYHA also donated the Democratic Party $11 million for the article in the stimulus package, which will carry the same law to a federal level and include a wider group of employers.[36] We should also note that the immunity law in New York was passed under the Democratic governor Andrew Cuomo, who has been elevated to the level of a super star for his management of Covid-19 crisis, and even awarded an Emmy for his daily briefings.

            Instead of the anti-working class and pro-capital characters of Biden’s new cabinet, what caught more attention has been its diverse and multicultural character. This is just the multicultural neoliberalism Riley talks about. Biden himself had announced that his cabinet will be the most diverse in U.S. history.[37] Liberal media and parts of the Democratic base sees this as a victory over white supremacy and patriarchy.

            It is mind-boggling that selection of a woman or a Black person to the high levels of a state that is the biggest enforcer of global imperialism and white supremacy; oppresses countless of peoples in every corner of the world, including those inside the U.S. itself; a state whose soldiers rape women around the globe; sustains patriarchy and degrades even the ideal women’s liberation to an excuse for imperial war and invasion, can be viewed as a victory against white supremacy or patriarchy. This approach is a striking example of empty identity politics that solely operates on a representational logic and does not question the structural characters of the represented positions and becomes an ideological weapon for neoliberal capitalism. With this ideological strategy, capitalism not only aims to legitimate itself but also undermines the necessary solidarities between different struggles.

            Since Biden’s victory was announced, a significant portion of Democrats (especially white Democrats) are already deluding themselves that they will leave behind the Trump era as an exception and that U.S. will return to being the amazing, “post-racial” society of the Obama era. They have either already forgotten or are ignoring that in a meeting with billionaires in the summer of 2019 Biden said that if he is elected “nothing would fundamentally change” and “no one’s standard of living will change.”[38] Similarly, it doesn’t matter to them that Biden responded to violence in the George Floyd protests, using right wing terminologies,[39] like Obama with Ferguson.

            What these white democrats want is to leave behind the corrupted social structure of the U.S. whose essence is rooted in white supremacy and go back to the dream that the U.S. is a land of opportunity that is the leader of world democracy. While they watch the news in their suburban homes, it is more important to them that their President look professional and explain the necessities of the cruelties of the world to them with coherent and rational sentences, than the transformation of this system itself.

            Whatever we say, we could hardly describe this group better than the way Martin Luther King did decades ago: “I must confess that over the past few years I have been gravely disappointed with the white moderate. I have almost reached the regrettable conclusion that the Negro’s great stumbling block in his stride toward freedom is not the White Citizen’s Council-er or the Ku Klux Klanner, but the white moderate, who is more devoted to “order” than to justice; who prefers a negative peace which is the absence of tension to a positive peace which is the presence of justice; who constantly says: ‘I agree with you in the goal you seek, but I cannot agree with your methods of direct action’; who paternalistically believes he can set the timetable for another man’s freedom; who lives by a mythical concept of time and who constantly advises the Negro to wait for a ‘more convenient season.’”[40]

            We saw how relevant King’s words still are in many of the responses given to the George Floyd protests. Now, it is certain that many white Democrats who were radicalized during the Trump era will go back to their homes from the streets. Trump was merely an inconvenience that woke them up from their “American dream,” and going back to sleep is what they want most. What Democratic Party just wanted was to channel the social response emerging from the protests this summer to the elections and gain power without enacting any fundamental change.

            However, it is also true that for many Americans there will not be a return to the U.S. before Trump. The “socialist” or “democratic-socialist” movements and groups developing in the U.S.—however flawed they are—will only be successful if they do not develop expectations around the two-party system and can resist the U.S. ideology which will try to enter into a normalization phase. After the second defeat of Bernie Sanders, leftists need to leave behind the two-party system and the better of two evils logic it brings, and understand that there is no liberation for the working class and oppressed peoples in the Democrats. At the same time, it is essential to both move the existing movements to a revolutionary agenda and establish a wide grassroots power that can act together when necessary and that exists outside the two parties.

            Then let’s finish our article with a quote from Malcolm X who, as the U.S. government transitions from Trump to Biden, reminds us succinctly and clearly what we should remember for working class and oppressed peoples:

“The white conservatives aren’t friends of the Negro either, but they at least don’t try to hide it. They are like wolves; they show their teeth in a snarl that keeps the Negro always aware of where he stands with them. But the white liberals are foxes, who also show their teeth to the Negro but pretend that they are smiling. The white liberals are more dangerous than the conservatives; they lure the Negro, and as the Negro runs from the growling wolf, he flees into the open jaws of the ‘smiling’ fox…wolf and the fox both belong to the (same) family. Both are canines.”[41]

            Let us then not find ourselves in the jaws of the Biden fox when we are fleeing from Trump wolf. From now on, whenever you see that smile of Biden we all know, you can remember these words by Malcolm X, and whenever you watch a theatre of positive change for working class or oppressed peoples put on by the Biden administration, you can expect to find a play of capital behind the curtain.


[1] Stusi Mishra, “Donald Trump calls Fox News ‘dead’ as he steps up feud with network,” Independent, 18 Aralık 2020, https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-election-2020/trump-fox-news-ratings-twitter-b1775380.html

[2] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[3] Michael Roberts, “The Social Composition of the Anti-Trump Vote,” 10 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-social-composition-of-the-anti-trump-vote

[4] İbid.

[5] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[6] Lia Eustachewich, “Black Lives Matter says Biden-Harris have been silent on meeting request,” New York Post, 11 Aralık 2020, https://nypost.com/2020/12/11/blm-says-biden-harris-have-been-silent-on-meeting-request/

[7] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[8] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[9] Ibid.

[10] Ibid.

[11] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[12] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[13] Claudia Cinatti, “The Biden Era Begins,” Left Voice, 30 Aralık 2020, https://www.leftvoice.org/the-biden-era-begins

[14] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-

[15] Center for Strategic & International Studies, “Corporation and Trade Association Donors,” (erişim 28 Aralık 2020), https://www.csis.org/corporation-and-trade-association-donors

[16] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/

[17] Bloomberg Government, “Top 10 Defense Contractors,” 26 Temmuz 2020, https://about.bgov.com/top-defense-contractors/

[18] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/iaepsc

[19] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/

[20] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[21] Carey Howard, “First Female Director of National Intelligence is Not a Victory for Women,” Socialist Alternative, 4 Aralık 2020, https://www.socialistalternative.org/2020/12/04/first-female-director-of-national-intelligence-is-not-a-victory-for-women/

[22] https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[23] https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-administration-national-security-picks-defense-department

[24] https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet              

[25] https://www.npr.org/sections/biden-transition-updates/2020/12/03/942205555/biden-names-blackrocks-brian-deese-as-his-top-economic-aide

[26] https://www.businessinsider.com/what-to-know-about-blackrock-larry-fink-biden-cabinet-facts-2020-12

[27] Meagan Day, “Joe Biden’s BlackRock Cabinet Picks Show the President-Elect Is Ready and Eager to Serve the Rich,” Jacobin, 3 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/wall-street-joe-biden-transition-cabinet-blackrock

[28] Tatiana Cozzarelli, “The Newest Member of Biden’s Transition Team: Defender of Obama Era Deportations and Family Separations,” Left Voice, 14 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-newest-member-of-bidens-transition-team-defender-of-obama-era-deportations-and-family-separations

[29] Zack Budryk, “Deportations lower under Trump administration than Obama: report,” The Hill, 18 Kasım 2019, https://thehill.com/latino/470900-deportations-lower-under-trump-than-obama-report

[30] Alicia A. Caldwell ve Louise Radnofsky, “Why Trump Has Deported Lower Immigrants Than Obama,” The Wall Street Journal, 3 Ağustos 2019, https://www.wsj.com/articles/why-trump-has-deported-fewer-immigrants-than-obama-11564824601

[31] Branko Marcetic, “Biden’s Immigration Moves Are Making a Mockery of His Vow to ‘Heal the Nation’s Soul,’” Jacobin, 19 Kasım 2020https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-immigration-trump-wall-border/

[32] Walker Bragman, “Joe Biden’s Neera Tanden Pick is Worse Than You Thought,” Jacobin, 30 Kasım 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-neera-tanden-social-security-omb

[33] David Sirota, Julia Rock ve Andrew Perez, “Joe Biden Just Appointed His Climate Movement Liaison. It’s a Fossil-Fuel Industry Advocate,” Jacobin, 17 Kasım 2020, https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-climate-fossil-fuel-industry-cedric-richmond

[34] Jake Johnson, “Relief Package Gives Retroactive Immunity to Corporations From COVID Lawsuits,” Truthout, 15 Aralık 2020, https://truthout.org/articles/relief-package-gives-retroactive-immunity-to-corporations-from-covid-lawsuits/

[35] David Sirota, “SCOOP: Senate GOP Copied & Pasted Cuomo’s Corporate Immunity Law Word-For-Word,” The Daily Poster, 28 Temmuz 2020, https://www.dailyposter.com/p/scoop-senate-gop-copied-and-pasted-25d

[36] David Sirota and Julia Rock, “Tucked into the Covid-19 stimulus package? Protections for corporations,” The Guardian, 5 Aralık 2020, https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/dec/05/tucked-into-the-covid-19-stimulus-package-protection-for-corporations

[37] Kate Sullivan, “Biden on nominating a diverse Cabinet: ‘I’m going to keep my commitment,’” CNN, 3 Aralık 2020, https://www.cnn.com/2020/12/03/politics/biden-diverse-cabinet-commitment/index.html

[38] Dominique Mosbergen, “Joe Biden Promises Rich Donors He Won’t ‘Demonize’ The Wealthy If Elected President,” HuffPost, 19 Haziran 2019, https://www.huffpost.com/entry/joe-biden-wont-demonize-the-rich_n_5d09ac63e4b0f7b74428e4c6

[39] Reuters Staff, “Fact check: Joe Biden has condemned violent protests in the last three months,” Reuters, 4 Eylül 2020, https://www.reuters.com/article/uk-factcheck-biden-condemn-violence/fact-check-joe-biden-has-condemned-violent-protests-in-the-last-three-months-idUSKBN25V2O1

[40] DeNeen L. Brown, “Martin Luther King’s Scorn for ‘white moderates’ in his Birmingham fail letter,” The Washington Post, 15 Ocak 2018, https://www.washingtonpost.com/news/retropolis/wp/2018/01/15/martin-luther-king-jr-s-scathing-critique-of-white-moderates-from-the-birmingham-jail/

[41] “Malcolm X Speech,” digitalhistory, https://www.digitalhistory.uh.edu/disp_textbook.cfm?smtid=3&psid=3619

“Eğer intihar olsaydı, onu hademe değil takip eden bulmalıydı” – Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’yla Röportaj

 

            Kaldıraç: Ali Serkan Eroğlu denilince aklına ilk olarak ne geliyor?

            DKTT : İlk öğrenci geliyor, gerçek anlamda bir öğrenci, yaşamayı öğrenmeye çalışan, örgütlü yaşamı öğrenmeye çalışan, sosyalizm kültürünü kendi yaşantısında nasıl yaparım diye yoğunlaşan, araştıran, okuyan, yazan ve praksis dediğimiz yani teori ile pratiği yaşamında birleştirmeye çalışan bir insan geliyor benim aklıma Serkan deyince.

 

            Kaldıraç: Ali Serkan’la kaç yılında ve nasıl tanıştınız?

            DKTT: Serkan’la 1995 yılında tanıştık. Bunun hikâyesi de şöyle: Biz 1993 yılında bir araya geldik. O zamanlar Ege Üniversitesi’nde tiyatro yapan insanlardık, daha doğrusu şiir-dramatize yapan insanlardık. O dönem 93 ile 94 yıllarında şiir grupları kurup, okulun içerisinde oyunlar oynuyorduk. 1995 yılında artık biz şiir değil de bir tiyatro oyunu çıkaralım dedik ve şiir grubu tiyatro grubuna evirildi. İsmi de Ege Ensemble’ydi. İşte Brecht ekolünü belirleyen, sosyalist gerçekçiliğin içerisindeki diyalektik gerçekçilik tanımıyla uğraşan, seyircinin düşünmesine yol açan ve bir yola iten bir tiyatro akımı en genelinden bakıldığında. O dönem içerisinde oyunlar oynuyorduk, ilk oyunlarımızdan biri de “Dışarıda Kapının Önünde” diye bir oyundu. O dönem ülkemizde olan bir iç savaşı konu alan ve askere gitmenin kötülüğü üzerinden bizim de tarafımızı belirlediğimiz bir oyundu. Oyunları tiyatro mekânlarında, üniversite içerisinde ve alternatif mekânlarda, Cafelerde çalışarak hazırlıyorduk. Bu kafelerden biri de bir şairin işlettiği Şiir Cafeydi. Genelde oyun oynadığımız, sürekli gittiğimiz bir mekândı. Oraya gittiğimizde orada köşede oturan bir tane çocuk vardı. Gözlüklü, saçlar biraz uzun, kıvırcık saçlı sürekli otururdu, oyunlarımızı seyrederdi,  hiç konuşmazdı, sürekli masasında notlar alırdı, ama notları nerdeyse bir kitap kalınlığına geliyordu, sürekli yazıyordu. Kişisel olarak merakımı çekti; “bu adam ne yapıyor diye?” Gittim, sohbet ettim, tanıştık tiyatro ekibimizden söz ettim, yeni bir oluşum diye anlattım. Kendimizi tanıştırdım. Tiyatro yapmak ister misin? diye sordum sonra bizle çalışmaya başladı Ali Serkan.

İlk başta tam böyle solcu demeyeyim de yani böyle bir anarşizme daha yakın duran bir öğrenciydi, sürekli okuyan ve kafasındaki güçsüz bilgileri doğru bir çizgiye çok tarif edemeyen bir şeydi. Zaten o zamanlar herhalde 17-18 yaşlarındaydı.

Sonra çalışmaya başladık beraber, ilk başlarda hep sessiz dururdu. Biz o sessizliğini, neden sessiz durduğu üzerinden onu konuşturmaya çalışırdık. Ama o içine gömülüyordu, konuşmuyordu. Belli bir birikimi vardı ama bu entelektüel birikimi hiç açmıyordu. Sonraları bizim çalışmalarımıza sürekli geldi,  o dönem üniversitelerde sorun yaşamaya başladık, üniversiteler bizi okullarında istemiyorlardı. Bu yüzden dışarıya çıkacağız, dışarıda bir yer tutacağız gibi tartışmalarımız vardı. Üniversiteden ayrıldığımız dönemde grup 40 kişi varsa bir ayrılma döneminde, biz 1. derecede önemli olan tiyatrodur ve tiyatro yapacağız dediğimizde sayımız 10 kişiye kadar düştü. Ve bu 10 kişi içerisinde Serkan da vardı. Bu tartışmaların yaşandığı bir toplantı da şimdiye kadar çok az konuşan Serkan ilk defa çok net bir tutum alarak bir konuşma yaptı ve dedi ki: “Burada sadece kararımızı sadece kendi adımıza veremeyiz. Bu karar halklarımız için, komşumuz için anne- babamız için, akrabalarımız için, tüm toplum için vereceğimiz bir karar olmalıdır. Bu yüzden kişisel açmazlıklar grubun önünde engel olmamalıdır.” dedi. Biz hepimiz şok olmuştuk, Serkan’dan ilk kez çok net konuşmalar dinliyorduk. O dönem hep sessizdi. Sonra yoğun bir döneme girdik. Haftanın 5-6 günü 3’er 4’er saatlik çalışmalar yapıyorduk. Yavaş yavaş kendi konumumuzu netleştirmeye çalışıyorduk ve grupta yavaş yavaş sosyalist görüş hakim olmaya başladı. Bu süreçte insanlar örgütlenmeye başladı. Kimisi ÖDP’ye, kimileri Kaldıraç’a, kimileri Yurtsever Hareket’e örgütlendi. Tüm yapılardan gelen ve sosyalist sanatı nasıl geliştirebilirime emek harcayan bir yere evrilmeye başladı Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu. Tüm etkinliklere çıkıyorduk, bulduğumuz her yerde tiyatro oynamaya çalışan bir ekiptik. Ve bu dönemde Serkan azimliydi, çalışkandı, bütün çalışmalara saatinde gelen, okuyan, hazırlanan biriydi. Serkan’ın gelişimi sosyalizmle tanışmasıyla, Kaldıraç’la tanışmasıyla, DKTT ile tanışmasıyla beraber hızlandı. Artık Serkan kendini ifade edebilen, tartışan bir yere evrilmişti ve bu gelişme bizim dikkatimizi çekiyordu. Yeni tanıştığımız bir arkadaşımızın olumlu yönde bu kadar değişmesi hepimizi motive ediyor ve bu değişim ve dönüşüm bizim doğru yolda olduğumuzu kanıtlıyordu.

O dönem içerisinde şöyle bir fikir gelişti, işte biz kendi içimizde bir 6-7 ay kapanalım ve yoğunlaşalım diye bir şey tanımlamıştık ve bir oyun çıkartalım diye konuşmuştuk. Ve bu oyun “Bir Tek Dağ” isminde Harold Pinter’in bir oyunuydu. Seksenlerde Türkiye gelmiş, Türkiye’deki işkenceyi konu alan bir tiyatro oyunuydu. Burada işte bunu oyunlaştırma kararı almıştık ve birazcık da gizli bir grup içinde kapanık bir şey yapmaya başladık. 5 tane oyuncusu vardı grubun,  günde 5 saat çalışıyorsak, oynayanlar 3 saat daha ekstra yapıyorlardı. Günde 8 saatlik bir çalışmasının içerisinde yer alıyorlardı. Ve yaklaşık 6-7 ay içerisinde bu oyunla geldiler. Oyunu Metin Tülü diye bir arkadaşımız yönetmişti. DKTT’nin kurucularından, Gürkan diye, şu anda bilgisayar mühendisi olan ve İstanbul’da olan bir arkadaş, Ece şuanda işte örgütlü feminist mücadelenin öncülerinden olan bir arkadaş, yine Sevgi bilgisayar mühendisi olan görüştüğümüz, sevdiğimiz, İstanbul’da yaşayan bir arkadaş ve Serkan oynadı. Ve oyun çıktı ve oyunda da şöyle bir şey vardı. Rastlantısal biçimde şöyle bir şey vardı, gözaltına alınan bir aydının yaşadıklarını anlatıyorlardı o dönem içerisinde. Aydın gözaltına alınıyor, aydını sürekli işkencede konuşturtmaya çalışıyorlar, aydın çözülmüyor işkencede de bir tanrıymış gibi davranıyor, buranın tanrısı benim istediğim her şeyi yapabilirim. Sonra karısına tecavüz ediyorlar, çocuğunu öldürüyorlar, aydını bir şekilde de çözmeye çalışıyorlar. Bunun üzerinden bir oyundu, Serkan orada aydını oynuyordu. Ve oyun o dönemim tiyatro anlayışı içinde iyi bir etki yarattı, ses getirdi. Çünkü koca sahnenin tamamını işkencehaneye döndürüyorduk, zifiri karanlıkta giriyorlardı sahneye ve seyirciler teker teker aranarak. İçeride gerçekten işkence yapılıyordu seyircilere ve oyucular yani sahne diye bir tanım yoktu. Düz mekânlarda oynuyorduk ve karanlığın içerisinde yanındaki birden oynamaya başlıyordu ve tüm salonun tamamını bir işkencehaneye çevirmiştik. Orda işte aydın rolünü oynuyordu Serkan.

            Kaldıraç: Serkan tiyatroya, sanata nasıl bakıyordu? Nasıl bir sanatsal anlayışa sahipti mutlaka DKTT ile gelişen bir süreç ama biraz anlatabilir misin?

            DKTT: Çok okumayı seven bir insandı, bu yüzden tüm akımları okuyordu. Sonra yani bizdeki kaynaktan da okuyordu. Bizde de Brechtiyen bir duruş vardı. Hep böyle Brecht üzerinden okumalarımız vardı o dönem içerisinde bir de akrobasi üzerinden çalışmalarımız vardı. Yani Grotocski’nin biçimini alıyorduk, Brecht’inde ideolojisini alıyorduk, harmanlaştırarak bir tiyatro kuramı bulmaya çalışıyorduk o dönemde içerisinde. Serkan da burdan şey yapıyordu. Bir de en sevdiği kitap mesela Brecht’in Me-ti diye bir kitabı vardı, onu çok seviyordu. Sürekli mesela ordan örnekler vardı, orda da işte normal küçük küçük öyküler vardı gene Brecht’in yazdığı. Onlar üzerinde kafa patlatırdı, yorardı ya da bilmem ne yapardı. Sonra işte gene Kaldıraç’tan o dönem Serkan’la aynı dönem ölen arkadaşın da kitabı çıkmıştı o dönem. Yani o zaman şeyi anlayabiliyorduk yani o da aynı yerdeydi Serkan’da aynı yerdeydi. Aynı metin içerisinde küçük küçük hikâyeler. İşçi bilmem kime soruyor vb. Gibi bir tarz üzerinden küçük küçük öyküler yazmayı çok severdi. Sosyalist sanatı nasıl geliştirebilirim üzerinden kafa yoruyordu ve o dönem içerisinde şöyle bir şey olmuştu grubumuzda 3-4 tane Kaldıraç’çı olmuştu o dönem içerisinde. Ve biz burada tiyatro yapacağız, örgütümüzle de tiyatro yapacağız. Bizim için öncelikli olan burdaki işte öğrenmemiz, gelişimimiz bilmem ne, örgütümüze aktaracağız gibi bir şey sundular. Bizim de hayatımız boyunca sahiplendiğimiz, kabul ettiğimiz bir şeydi. Gruptaki hemen hemen herkes bunun içinde çalışıyordu, Atılımcılar vardı işte BEKSAV işte şey yapıyordu. Bizde çalışıyordu bir müddet sonra BEKSAV’a alınıyordu. Yurtsever Kürt öğrenciler MKM üzerinden çalışmaya başlıyordu. Serkan’larda öyle bir şey yaptılar. Sokak oyunu oynayacağız diye bir hedef koydular. Bir çalışmaya çağırmışlardı o dönem sokak oyunu oynayacağız diye. Taylan vardı yine bizim grubumuzdan olan birazcık daha tiyatro deneyimi iyi olan bir arkadaştı. Yaşam duruşu anlamında da iyi bir arkadaştı. Daha çok Taylan’ın öncülüğünde Kaldıraç’ta bir tiyatro grubu kuruldu. Parya diye… YÖK üzerinden bir oyun yaptılar. Sonra üniversiteye gelmek üzerinden bir oyun yaptılar. Ve oralarda şeyi denediğini görüyorduk, yani yeni açılımlar oluyordu. Gene sokakta oynarken bilmem nerden geliyorum, Kars’tan geliyorum, Van’dan geliyorum, bilmem nerden geliyorum diyen öğrencilerin bulunduğu, umutla geldiği her şeyin çok güzel olacağını zannettiği bir ortamdan gelip, faşist hükümetle eğitim kurumlarına dınk diye çarpan oyunlar oynuyorlardı. Serkan’ın tiyatro bakışı böyleydi sadece salonların değil sokaklarında doldurulması gerektiği idi.

            Kaldıraç: Kaçırılma sürecini anlatabilir misin?

            DKTT: Tamamıyla öğrenciydi. Yaşamı öğrenmek istiyordu. Yavaş yavaş Kaldıraç’taki tiyatro grubuyla hareket ediyor ve DKTT’ye daha az gelmeye başladılar. O dönem öldürülmeden 1 ay önce grubunda da aktif çalışan, kafa yoran bir insandı. Şöyle duyuyorduk  “Ege Üniversitesi’nde bir arkadaşla birlikte işte yemekhaneye gitmişler ajitasyon çekmişler, tiyatro oynamışlar. Yani sürekli faaliyet içindeydi. Zaten dönemde çok hızlı bir dönemdi. Ve o dönem içinde Serkan’da çalışırdı. Tarihini çok iyi hatırlamasam da Kaldıraç 94-95’te ismini duyurmaya başlamıştı. 94’te Bekir’le tanıştım. İzmir’de bizim evde kalmışlardı. Sabaha kadar konuşmuştuk. Orada ilk defa duymuştum, 94’tü, Kaldıraç neden kuruldu vs. Yakın bir tarihti. Kaldıraç’ın, bir gelenekten gelmiyor olması, yeni bir oluşum olması… Birden sıçrama yarattı Kaldıraç. İzmir’de ilk başlarda üniversitede sadece 1 kişi vardı 95’te. Ama 96-97’de 40 kişi vardı. 45 tane öğrenci hareket edebilir bir hale gelmişti. Sıçramıştı. Ve ilk gözaltı süreci o dönemdeydi. Tam ayrıntısını hatırlamıyorum. Tek başına giderken alınıyor. Karşıyaka’dan sivil otomobille kaçırılıyor. İşkence görüyor. İşkencede öncünüz kim, nesiniz siz, ne yapıyorsunuz gibi sorular soruluyor. Buralarda bir çözülme yaşamıyor Serkan… Ve “beni öldüreceklerini düşündüm” demişti.

            Kaldıraç:  Ali Serkan’la gözaltından sonra neler konuştunuz?

            DKTT: Gözaltından çıktından sonra. DKTT’de bir ekibimiz vardı. Gözaltından çıkanları dinlendirirdik. Gönderirdik. Ama konuşmaya çalışırdık. Süreci nasıl atlatabiliriz diye. O dönem de Serkan’la konuşmuştuk. İşte öldürüleceği üzerinden tehditler almış. Arkada kürek var bak demişler üstüne gitmişler. Salındıktan 2-3 gün sonra okula gitmeye başladı, tekrar görüştük. “Sürekli beni takip ediyorlar” demişti. Bir oyundu bu. Gözaltından sonra sürekli takip ederler. “Biz peşindeyiz”in altını çizerler. Ve tarihini net hatırlamıyorum yine, yaklaşık 10-15 gün sonra evdeydik Bornova’da saat 3-4 gibi kapı çalındı. Kapıyı açtıktan sonra bizim arkadaşlardan Metin “Serkan öldü” dedi. Birden algılayamadım. Kapıyı kapattım evde durdum öyle. Anlamadım yani. O dönemde de bir sürü insan ölüyordu, o dönem Tansu Çiller vardı kaçırılma, işkence çoktu. Ev arkadaşım vardı mesela, 32 gün işkencede kaldı. Bir sürü hasar vardı. O dönem gözaltı demek kalıcı bir zayiatla çıkmak demekti. Sonra birden sokağa çıktım aramaya başladım insanları. Evleri tek tek dolaşıyordum. Herkese anlatıyordum, dinliyordum. Tuvalette asılı olarak bulunmuş dediler. Hademe miydi neydi bulan, onunla konuştuk. Nasıl oldu diye. Hayat dolu bir insandı, pratiği vardı. Kendini asma ihtimali hiç yoktu. Sürekli takip edildiğini söylüyordu. Eğer intihar olsaydı, onu hademe değil takip eden bulmalıydı. Bir de o dönem sürekli böyle şeyler yaşandığı için katiller belliydi ama ispatı yoktu. Sonra otopsi yapıldı. Belli oldu, asılmadan önce bayıldığı anlaşıldı. Bu cinayetti, intihar olmadığı belliydi yani. Asılması zordu. Saçmalıklarla doluydu. Avukatlarla görüştük, dava açalım diye. Avukatlar dedi ki “dava açarsak başka bir görüntü yok, sadece bayıldığı belli buradan bir sonuç çıkmaz. Eğer dava açmazsak dava düşer. Delil toplamamız lazım”. Bugüne kadar öyle bir delil yok, dava da düştü.

            Kaldıraç: Serkan öldürüldükten sonra sıkça eylemler oldu okullarda. O dönem ve bugün hala Serkan için “Serkan insan olmanın çığlığıdır” sloganı öne çıktı. Bu konuda neler düşünüyorsun?

            DKTT: Genellikle bir yoldaşımız öldüğünde direk kahramanlaştırılırdı. Serkan’da bilinen şey Serkan’ın herkesçe tanınması, kültür-sanat faaliyetiyle uğraşması, kimseyle hiçbir problemi olmaması, her şeye kafa yorması ve örgütlü yaşamdan gerçekten mutu olan bir yapısı vardı. Bu yüzden herkesçe benimsendi slogan. İnsan olmanın çığlığıdır, insandır yani, bizden bir insandır. Bu adamın yaptığı şey kültür ve sanatta yol açmaya çalışmaktı. Hem örgütünde hem burda. Önünü kestiler işte, hem DKTT’de hem Kaldıraç’ta. Evet, DKTT’de de bir oyuncuydu ama Serkan Kaldıraç okuru olduğu için öldürüldü. Ve Kaldıraç’ın önünü kesmek için öldürüldü. Bekir’de de aynı şey var. Onun için de intihar dediler. Devlet güç gösterisi yapıyordu.

Bir de bir sene sonra operasyon yedik, hem DKTT, hem Kaldıraç. Hemen hemen o zaman için herkesi topladılar bizden. Ve asılma olayının arkadaşları tarafından yapıldığını kanıtlamaya çalıştılar kendilerince. Herkese bu yönlü işkence yaptılar. Tabii ki yalandı, kimse de ağzını açıp bir şey demedi. Evlerimiz basıldı, çalıştığımız yerler basıldı. Hepimiz bir şekilde toparlandık, ya da tehditler edildik. Devletten doğru “Biz istediğimiz her şeyi yaparız” gibi bir hal vardı.

            Kaldıraç: Bizim sorularımız bitti. Senin eklemek istediğin var mı?

            DKTT: Yani dönem öyle bir dönem ki her şey unutmak üzerine kuruluyor. Modanın bu kadar yaşamımızda yer alması mesela gündemlerin sıkça değişmesi vs. Eskiye dair hiçbir şey hatırlamamaya başlıyoruz. Eskinin değerleri kayboluyor. Mesela AKP’den de önce her şey güzeldi gibi bir anlayış var. Kitaplar, gazeteler, televizyonlar, şarkılar unutturuluyor. Değerlerimiz önemli.  Tiyatromuzla, tarif ettiğimiz düşmanla, kendimizle, kendimizde devrimci olmayan unsurlarla ve en önemlisi hafızalarımızla savaşıyoruz. Biz Serkan’ı unutmadık, unutmayacağız. Ve Serkan’ın bıraktığı bayrağı taşımaya devam edeceğiz.

            Kaldıraç: Teşekkür ederiz.

            DKTT: Ben Teşekkür Ederim

15 Kasım 2014 günü Duvara Karşı Tiyatro Topluluğundan Vedat Kuşku  ile Ali Serkan Eroğlu üzerine yaptığımız röportaj, yayınevimizden çıkan İnsan Kirlenmesine Yanıt: Serkan kitabında bulunmaktadır.

What Should a Person Give Their Life To?

Our friend, let us tell you from the start in order to do away with any suspicions: this statement is written to “brainwash” you.

Of course, you are taking precautions against their indoctrinations, and you verify the news you follow from many sources. You never play “pro-regime” channels on your TVs at home, and when it’s appropriate, you do not hesitate to tweet your own ideas.

Perhaps you even prepared aid packages for those who suffered from the İzmir earthquake, you were excited by the march of the Soma miners, and you got so angry with the arrests of metal workers that you raised hell in a WhatsApp group.

Like everyone, you are trying to distribute the weight of the days and the news. When the festivity of the “thank God these bad days are over, now worse days are ahead” chats disperses and a somber wind takes its place, you feel lonely, we know.

Maybe you think that “the conditions of pandemic” force you into loneliness, you’re wrong.

You are still alive…

You are not yet a number in the turquoise table[1] that is published (!) every day.

You are not yet sharing the same fate with Hasan whose heart could not handle being forced to continue working despite being sick with Covid-19 at Galataport where Survivor’s final episode was being broadcasted, we didn’t read you on the same page as Emine who committed suicide by leaving the hair dryer on because she could not keep her children warm, and you haven’t died yet like 8 years old Çınar who fell from the roof after following his father who was trying to help him connect to EBA,[2] or like 50-year-old Aziz who had a heart attack after climbing a hill to broadcast a lesson to his students because he was having internet issues, or like health workers who we lost one after another and who were told after 9 months that their masks were not working.

So, you are still alive.

Apart from the fact that you survive in an open air prison just waiting for one day to be over after another, even though your chest tightens when you look around, that you are part of the “herd” who has gained immunity comes to your aid.

The unbearable lightness of staying alive…

Are you there?

Are you still reading?

Now we can meet.

We are those who are searching for ways to not cease being human, not those who are content with staying alive but those who want to live humanly.

You certainly saw, heard and knew.

Perhaps you too aspired to say without hesitation “solidarity keeps us alive” and stand amongst us, perhaps you turned your head away saying “a bunch of lunatics,” you moved away “with fear” when you watched us get beaten with batons after just one slogan.

We want to “live humanly” and this is not about eating or drinking as one might initially think.

No, our steps are not towards earning Euros instead of Turkish Liras when we get the first opportunity.

We do not feel obligated to give our smiles towards 64 megapixel cameras.

And we are not those who lie in bed at the end of the day and comfort themselves by saying “thank God today has also passed without an incident,” while being filled with fear of unemployment, fear of bosses, fear of the police, fear of one’s neighbour, and fear of the future.

We do not want the crumbs that are offered to us, we want the world.

You want it too, we know.

“…Hearts of millions are weighing like dark nights,

Not enough to smash faces of the bourgeoisie

Is the labor of thousands.

But we know of days

That not even a light wind blows

We know that with a blast of thunder splits

The face of the universe

A storm covers the earth…”

We are revolutionary socialists and we care calling for you to join us, to join our ranks.

To be on our “ship” in the coming storm.

Look around you.

The world is covered with a virus named capitalism.

Everywhere in the world the humiliation, exploitation and imprisonment of humanity ensues.

That which kills the smallest child, and that which unplugs an elderly person left to his fate because there weren’t enough rooms left in a health system plundered throughout years for profit is the same despicable system.

It continues to play the chants of plunder-profit-war everywhere.

Just because of this, war for better days also proceeds everywhere around the world.

“…Adept ears

listened to the wind,

and said,

‘The storm is close,

take care to blow the fire…”

The voices we hear are not imagined.

At times we listen to Soma miners who say “God knows we are not scared of you,” at others we walk with women saying “Let our anger surround the world” in Taksim, in Şili we write “it was not depression, it was capitalism” on the walls, we light up the sky in Guatemala by setting on fire the central bank against the anti-people budget planning, in India we are millions striking, and from French slums we take it to the streets shouting “Freedom, freedom, freedom.”

Are you hearing the voices?

We are living for beautiful days, fighting for beautiful days.

We are fighting for a world where work will not be a necessity for daily subsistence, for survival, and for being able to feed oneself; a world where the subjugation of humans by other humans and everything that comes with such subjugation will be eradicated, where all the possibilities of human beings will be developed freely, and where humanity will socially and once again be reborn, we are fighting for socialism, for communism.

And we will continue along this road until victory.

Because my friend, fighting against humiliation, exploitation, and oppression, not only for the future, but for today too, is the only way to live.

To get used to this humiliation, this system that stains and corrupts our humanity, not fighting against this exploitation, is the most painful of deaths. 

We are revolutionary socialists.

Revolutionarism is expressed through the attitude towards life.

Attitude taken towards death is a natural continuation of this.

When one cannot have a strong attitude towards life, when one does not live resolutely, death becomes both a refuge and a feared encounter. On the contrary, some deaths mean the transcendence of death.

“Those who defeat death for their faith

once again taught

that sometimes action

is the last breath given in the name of life

and that this breath

is worth tens of years

spent without meaning.”

It was 23 years ago.

We sent two of us to the sky.

Two revolutionaries, two comrades, to human beings, who defeated death, who stayed with their departure…

Burhanettin Akdoğdu was a student in Uludağ University. In Kaldıraç magazine, he wrote his poems and articles under the name of Bekir Kilerci.

He was a revolutionary theater actor, a poet.

Bekir joined the struggle during times when the wind was blowing from the opposite direction, when revolutionarism was being promoted as foolishness, when all kinds of ideological disinformation were being spread and turning away from socialism was being glorified, and he became the commander of the “ship.”

On the 13th of December 1997, in the same month that his poem for Erdal Eren[3] was going to be published, on the same day that Erdal Eren was immortalized, under torture in the Anti-Terrorism bureau in Ankara, Bekir was also immortalized without giving away anything.

“Those who cannot dare to fight for their ideals, die for the ideals of others,” wrote Bekir.

“If you ask me today, I am

neither Laz,

neither Arab,

neither Tatar,

nor Bosniak,

of course for reaching my roots

I am happy

but first of all, I am a man of my class.

I was born as a worker’s son,

I lived as a worker

and I will die as a fighter of my class,” he said. He lived as such, and he defeated death this way.

Ali Serkan Eroğlu was a student in Ege University.

He was 19 years old, his eyes were in the stars. He was a revolutionary theater actor, a poet.

He was the founder of Ege Ensemble (Theater Society Against the Wall). He was helping publish countless literary zines in his school. He read Kaldıraç magazine and fought for the free world he dreamt of. He was offered the chance to become an informer against his comrades, his answer cost him his life.

On the 24th of December 1997, he was hanged in his school’s bathroom. His departure was a scream, a Scream of Being Human.

“Whoever you are, die well!” wrote Serkan. To die well, you’d had to live well in the first place. That is how Serkan lived.

We commemorate our two heroes who fought and dreamt for a classless, free world without exploitation.

They continue to live everywhere in the world in workers’ and peoples’ rebellions against this despicable system.

They are amongst us, now and always!

While we remember them, while we tell of them, while we carry on their struggles, we invite everyone who wants to remain human, who wants a humanly and free life, to “live” like them.

“I searched for simple truths at first.

My head spun when I saw the realities.

How hard they were to grasp;

my brain couldn’t take it,

my hands started to work.

I started to change life.

How easy everything actually was

the whole issue was to

weave life

thread by thread.”

Join Kaldıraç to weave life thread by thread!


[1] The phrase is referring to the color of the daily coronavirus stats table government publishes.

[2] Turkish government’s online-learning platform.

[3] Anatolian revolutionary who was executed in 1980 at the age of 17. His age was officially taken a higher than 17 to allow the execution.

“Serkan Eroğlu” – C. Taylan Akdağ

Dünyanın birçok yerine gitmek isteyebilirim, gitmek için çaba harcayabilirim, gidebilirim. Bulunduğum bu yerden çok uzakta bir yere yerleşebilir, orayı tanımak isteyebilirim. Belki birçok yere insanoğlu veya kendimin oluşturduğu koşullar nedeniyle istesem de gidemeyebilirim. Tüm bunların yanı sıra, bir tek yere, hem de çok yakınımda bir yere gitmek istemiyorum, gidemedim.

Bu yer İzmir’in Tire ilçesidir.

Tire’de yaşayan insanları gücendirmek istemem. Eminim ki insanlarıyla, doğasıyla, yaşamıyla birçok güzelliği içinde barındıran bir yerdir. Serkan gibi güzel bir insanın doğduğu, yaşamının bir kısmını geçirdiği, zaman zaman ziyaret etmeyi sevdiği bir yer. Gitmeyişim, gidemeyişim benimle, Serkan’la ilgili bir şey. Ben Serkan’ı okulda, sahnede, kantinde nasıl gördüysem bende öyle kalsın istiyorum sanırım. Elbette Serkan’ı Tire’de ziyaret edişin bir anlamı olmadığından değil, gitmeyişin de benim için bir anlamı olduğundan gidemeyişim. Tabii ki bu yazıyla amacım kendimden söz etmek değil. Serkan’ın yakın bir dostu, bir yoldaşı olmuş biri olarak onunla sohbet etmiş, onunla yürümüş, onunla gülmüş biri olarak yaşanmışlıklarımızı, paylaşımlarımızı, duygularımı, tanıklığımı biraz olsun paylaşmak istiyorum.

Serkan ile ilk karşılaşmamız ikimiz için de anlamlı birçok düzlemden biri olan sanat düzleminde gerçekleşti. Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun ilk kurucuları ve ilk kursiyerlerinin buluşmasında karşılaştık Serkan Eroğlu ile. Sahnede öğrenen ve devinen birçok arkadaşımla birlikte geçirdiğimiz günler, aylar içerisinde kısa bir zamanda çok yakın dost olduk. Aynı üniversitede değil ama aynı kampüste okuyorduk. Bizim üniversitenin benim okuduğum bölümü Ege Üniversitesi kampüsünde misafirdi henüz. Üniversite yılları, meslek öğrenimi edinmenin yanında ve ötesinde hayatı ve kendini anlama, ona karşı konumlar alma, belirleme, şekillendirme yıllarıdır.

Bizim de hayata, kendimize, varoluşumuza, sorumluluklarımıza, öğrenme ve değiştirme isteğimize, gücümüze dair merakımız, sorumuz, çabamız vardı. Tüm bu nedenlerle yine öğrenciliğimiz döneminde oldukça devinim içinde olan öğrenci hareketinin içinde Kaldıraç ile birlikte Serkan ile beraberdik. O zaman nefes aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz yer üniversite idi ve hayatın birçok alanına dair anlama-değiştirme dinamiğinde bizim için üniversiteye müdahale etmek en anlamlı olanı idi. Bu anlamda yine kampüste ve Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nda bulunan birkaç arkadaşla birlikte üniversite mücadelesinde kendimizi sanatın dili ile ifade etmek istedik. Bu yöneliş bizim açımızdan oldukça olağan idi. Hepimiz sanat ile ifade etmeyi seviyor, yeteneklerimizi tanımaya ve geliştirmeye çalışıyor, sanatın gücünü hissediyorduk. Bu nedenle de birçok yeni fikir geliştiriyorduk. İlginç olabilir ama neredeyse hiç boş zamanımız yoktu. Hiç boş zamanımız yoktu çünkü tüm bunlarla birlikte başarılı öğrencilerdik. Amaçlarımıza ulaşmak için hummalı bir çalışma içerisinde hem zorlukları yükleniyor, çok yoruluyor, çok eğleniyor, çok öğreniyor, çok keyif alıyorduk. Bu anlamda özellikle diyebilirim ki Serkan çok üretken, çok meraklı, çok çalışkan, çok yaratıcı bir insandı.  Çok dikkatli ve özenli bir insandı. Bulunduğu bir ortamda mutlaka dikkat çekerdi. Bu dikkati öyle şov yaparak, büyük ve abartılı hareketlerle, yüksek tondan konuşarak, baskın ve otoriter bir tavırla değil, aksine durgun, dingin, sakin ama güçlü, özenli ve saygılı bir duruş ve konuşma ile çekerdi. Onunla iseniz dikkatli olmanın tedirginliğini asla yaşamazdınız. Çünkü o bir şey soruyorsa, bir şeyi merak ediyorsa, bir şey anlatıyorsa, bir şeyi öneriyorsa arkasında hiçbir strateji aramanıza gerek yoktu. Böylelikle, onunla bir arada iseniz, onunla bir şey yapıyorsanız samimiyetin rahatlığını yaşardınız. Çok çalışkan bir insan olarak çok okur, çok sorar ve çok merak ederdi.

Çok yönlü bir insandı. Müziğe hayrandı, gitar çalardı, oyun okur oyun oynardı, şiir okur şiir yazardı, edebiyat okur denemeler, öyküler yazardı.  Tutku ve samimiyetini en çok gözleri ele verirdi. Dupduru bir çift göz gözlerinize bakar, anlatır ve sorardı. Kafası hep meşguldü bir öyküyle, bir fikirle, bir soru ile. Onaylamadığı bir fikir olduğunda gülümserdi. Belki dinlemeye devam eder sonrasında kibar bir şekilde karşı fikrini dile getirirdi, belki hiç konuşmaz sadece dinlerdi.

Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’ndaki çalışmalarımızın yanı sıra üniversitedeki etkinliklerde faaliyet göstermek için sokak veya kampüs tiyatrosu diyebileceğimiz Parya Tiyatro Topluluğu’nu kurmuştuk. Hatırlıyorum, yeni öğrenim yılı açılışı kayıt döneminde yeni öğrencileri kampüste Parya Tiyatro Topluluğu’nun oyunu ile karşılamıştık. Yeni arkadaşlarımıza nasıl bir istek ve heyecanla geldikleri bu güzel olması gereken yerde onların heyecanını hüsrana uğratacak ne acemiliklerin, ne olmazların, ne bürokrasinin, ne donukluğun, ne soğukluğun, ne bilim dışılığın, ne otoriter anlayışın hâkim olduğunu göstermeye çalışmıştık. Oyunumuzu oynamaya oynamıştık ve gün içinde tekrarlamaya devam ediyorduk ama var olan gerçeklik bizi maalesef yine doğrulamış ve üniversitedeki özel güvenlik birimi tarafından oyunu oynamaya devam etmemiz engellenmişti. Bir keresinde korsan şiir okuma etkinliği yapmıştık. Öğrenciler arasında eczacılık kantini isimli bir kantin vardı. Adı öyleydi ama çok geniş, bodrum katta bir kantindi ve kış günlerinde sadece eczacılık fakültesinden değil birçok bölümden öğrenci o kantinde oturur, vakit geçirirdi. Kantinin bir bölümünde duvara monte edilmiş bir televizyon gün boyu açık olurdu. Birkaç kere gittik. O televizyonu kapatıp kantinin bir birinden uzak noktalarında sırasıyla masaların üzerinde belirip şiirler okuduk. Tabii ki ilk anda televizyonlarını kapattığımız arkadaşlarımız kızgın ve huzursuz bakışlarla bize baktılar. Muhakkak ki çok kibar bir davranış değildi. Ama biz onlara şiirler sunduk. Gerilimli bakışlar biraz azalırdı sonrasında. Şiirlerin ardından çağrımızı yapardık. “Bakın bu kantinin şurasında bir masamız var. Masamızda edebiyat ve tiyatro kitaplarımız var. Sizleri bekler ve sizlerle sohbet etmek isteriz” derdik. Gelirdi çok değil ama birkaç kişi. Ederdik hayata ve kitaplara dair sohbetimizi.

Bu kantin Serkan’ın okuduğu iletişim fakültesinin hemen alt katında olduğundan kitap standı ile Serkan özdeşleşmişti. Sohbet etmeyi zaten çok seven bir insandı.

Arkadaşlığımız, yoldaşlığımız uzun sohbetler içerdi. Özellikle Serkan’ın yazdığı denemeleri, öyküleri çay eşliğinde geceler boyu irdeler, değerlendirirdik. Yazdığını okur, ortaya sunardı. Kimi zaman cümle cümle değerlendirirdik. Eleştirilmekten asla çekinmezdi. Biz sohbet ettikçe notlarını alır, kimi acil düzeltmelerini yapardı. Yazılarını, üslubunu çok yaratıcı bulurdum, bulurum. Serkan bence gerçekten önemli bir yazar adayıydı. Bu dünyada önü kesilmiş, hikayesi başlarken nefessiz bırakılmış, düşüncesi ile eylemi arasında tutarlılık yakalamaya çalışan bir çok kayda değer yazar ve sanatçı adayından biriydi bence Serkan.

Bizim için öyleydi belki ama ortalama değerlerin hakim olduğu bu dünyada, ortalamanın hakim olduğu bu dünyada, ortalamanın üstünde değerlerleri arayan, oluşturmaya çalışan, üreten insanların engellenmesi, yok edilmeye çalışılması da ortalamanın hakimiyetinin devamı için gerekli kılındı ve Serkan’ın hayatı, hikayesi korkakça koparıldı.  

Aradan yılların geçtiğini söylemek acı. Bu yıllar içinde Serkan ile ilk tanıştığımız ve birlikte yer aldığımız tiyatro grubunda on yıl daha çalışmaya devam ettim. Yine bu yıllar içerisinde bilimsel çalışmalarla olan ilişkimi lisans eğitimi ile sınırlı bırakmayıp araştırma çalışmalarıma devam ettim.

Tüm bunlarla meşgul olurken, kendimi var ederken bir an durur Serkan’ın da düşlediği şeylerin gerçekliğine bir damla su veriyorum gibi hissederim. Bir oyunun başında sahneye çıkarken Serkan’a bir selam yollar “bu senin için Serkan” derim içimden. Bu yıllar içinde neredeyse ne zaman bir eyleme gitsem bir an durur ya insanlara, ya güneşe, ya bulutlara, ya gökyüzüne, ya denize bakar içimden bir kere “bu senin için Serkan” derim.   

Dünyanın hiçbir yerine gidilememesine ve düşlerin boğulmasına izin verilmemesi umudu ile.

Müsvettesini değil gerçeğini yaşamak umudu ile.

“Ali Serkan” – Murat Uyurkulak

Kantinlerde masa açardık. Şimdi de açılıyordur muhtemelen. Destekçisi olduğumuz siyasi teşkilatın dergilerini, gazetelerini koyardık elbet önce, sonra devrimci-Marksist kaynak eserleri, hatta sevdiğimiz yazarların, şairlerin kitaplarını da.

Ali Serkan’ı ilkin edebiyat fakültesinin kalabalık kantininde, öyle bir masanın başında gördüm. Kitap okuyordu. Hemen dikkatimi çekti. Ali Serkan dikkat çekiciydi çünkü. Yakışıklıydı, ışıklıydı, güzel gülüyordu, güzel bakıyordu.

Onun gibi yuvarlak tel çerçeve gözlüklü, onun gibi güzel ve aydınlık, genç bir kadın olurdu çoğunlukla yanında, masanın başında. Sanırım sevgilisiydi. Arkadaşlarla kantin masalarında otururken, ikisini kaç kez çaktırmadan birbirimize gösterip ne kadar hoş olduklarını konuştuğumuzu hatırlarım.

Uzaktan uzaktan tiyatro yaptığı, yazılar yazdığı haberlerini de almaya başlamıştım. Nasıl da yakıştırmıştım ona, öyle olmalıydı tabii. Ben de yazıp çizdiğimden, aramızdaki mesafenin yavaş yavaş kapanmaya başladığını hissediyordum. Öyle olur ya, ilgi alakalarınız yakın düşüyorsa, bir de aynı muhitteyseniz hele, bir yerlerde buluşursunuz.

Buluşacaktık, az kalmıştı.

Bir fanzin çıkaracaktım, Ali Serkan’ı da yazarlar arasında düşünüyordum, söylemeye fırsatım olmadı. Bir kez de aynı masada denk geldik. Genelde edebiyat, tiyatro, sinemayla uğraşan insanların toplaştığı kalabalık ve tabii çok gürültülü bir masaydı, konuşmaya fırsat bulamadık.

Sonra da zaten faşist katil sürüsü aldı Ali Serkan’ı aramızdan, buluşamadık.

Öldürüldükten sonra asıldığı tuvaletin önünde, daracık bir alanda eylem yapıyorduk.

Rektör yardımcısı açıklama yapmaya çalışıyordu, ama beceremiyordu, o da biliyordu çünkü ne olduğunu.

O saçmalarken insanların yüzüne baktım.

Koyu bir acı, açık bir öfke vardı yüzlerde.

Ali Serkan’ı hiç unutamadım.

İkinci romanımda onu kardeşi Uğur Kaymaz’ın yanında andım.

Ali Serkan’ın yokluğu sadece beni değil, çok insanı çok fazla etkiledi.

Onu tanımayanları bile…

Çünkü Ali Serkan Eroğlu, zarafetle cesareti kendi kişiliğinde birleştirmişti.

Çünkü kısacık ömründe, o eşsiz ışığını etrafındakilerin üzerine, cömertçe, yiğitçe düşürmüştü.

Aralık 2020

Thomas Sankara: Onurlu insanlar ülkesinin kurucusu, Afrika’nın Sankara’sı – Yusuf ALP

Devrimci tarihimizde maalesef az bildiğimiz bir önderi anlatmaya çalışacağım. Thomas Sankara Fransız kolonisi Yukarı Volta’nın yıkıcısı, ‘Onurlu insanlar ülkesi’ Burkina Faso’nun kurucusu, emperyalizme karşı Afrika’nın birliğinin savunucusu, Marksist-Leninist, radikal, romantik, gerçekçi, cesur, lider ve yoldaş…

21 Aralık Sankara’nın doğum günü. Bu vesileyle geç tanıdığım bir yoldaşı anlatmaya çabalayacağım. Afrika halkları için bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin ikonu olan ve genç ömrüne on yılları sığdıran Thomas İsidor Noel Sankara, 4 yıl gibi kısa bir süre için yönettiği Burkina Faso ve Kıta Afrikası için unutulmaz bir tarih ve inanç bıraktı.

O zamanki adıyla Yukarı Volta’nın kuzeyindeki Yako şehrinde doğdu. Yukarı Volta bir Fransız sömürgesiydi. İlk gençliğinde papaz okulunda eğitim alırken büyük bir papaz olacağı düşünülüyordu. Çok iyi notlar alan, parlak bir öğrenciydi.

Katıldığı bir seminer sonrası beklenenin tam aksine orduya katılmaya karar verdi. Karar verdiği gibi yapıp akademiye girdi. Orada, ilerici fikirleriyle akademideki en başarılı öğrencileri toplayıp gayrı resmi dersler veren Adama Toure ile, komünizm, Sovyet devrimi ve Çin devrimiyle tanıştı.

Akademideki eğitimi sırasında Madagaskar’da geçen günleri Marx ve Lenin okumasının önünü açmıştı. Eğitimini tamamlayıp askerî görevine başlayınca, sonrasında devrimin gelişiminde rol alacak olan askerlerle tanıştı. Aralarında en yakın olduğu kişi Blaise Compaore’ydi. Birlikte gizli bir hücre şeklinde örgütledikleri Komünist Subaylar Grubunu kurdular.

Asker î darbeye katılan Sankara, hükümette görev alırken, hükümetin yapısı ve yönetme biçiminden rahatsız olunca istifa etti. İstifa sonrası 1983 başında bazı yoldaşları ile ev hapsinde tutuluyorlardı. İlerleyen günlerde bu sefer kendi gerçekleştirdikleri darbeyle hükümeti devirdiler. 10 Ocak’ta henüz 33 yaşındayken devlet başkanlığına getirildi. O günden hayatını kaybettiği 1987’ye kadar ülkeyi yönetti.

Emperyalizme karşı Afrika’nın birliği

Emperyalizmin Afrika’yı sömürmesine karşı Afrika’nın birlik olması gerektiğini savunuyordu. Kıta içinde, kıtaya yetecek kadar üretimin, dağıtımın ve düzenlemenin yapılabileceğini belirtiyor hem ülkesinde hem de kıtada bunun başarılamamasının nedeninin örgütsüzlük olduğunu belirtiyordu. Başkanlığa gelmesine destek de veren Libya’nın o dönemdeki lideri Kaddafi ile ısrarlı çalışmalara giriştiler.

Bugün tamamen pasifize olup, emperyalizmin hizmetine giren Afrika Birliği’nin zamanında kuruluşunda önemli pay sahibi oldu. Şu an Sankara’nın hayal ettiğinin fersah fersah uzağında olan bu kuruluş, o dönem için bir kurtuluş, bağımsızlık ve özgürlük hayali olarak büyütülmeye çabalanıyordu.

‘Sizi kim besliyorsa, sizi o yönetir’ diyen Sankara, emperyalist güçlerden yardım alınmasına karşı çıkıyordu. Ancak bugün Afrika Birliği sadece toplantısını yapmak için bile Çin’den, Fransa’dan veya başka bir uluslararası güçten destek alıyor. Bugün, her şeye rağmen sömürgeciliğe karşı kıtanın birliğini savunanlar, Sankara’nın o gün attığı tohumu yeşertmeye çalışıyorlar.

Bir Fransız kolonisinden ‘onurlu insanlar ülkesi’ne

Sankara’nın devlet başkanlığına geldiği 1983’ün ilk kararlarından biri, ülkenin adını değiştirmek oldu. Yukarı Volta olan ismi; ülkenin iki yerli dilinde ‘onurlu (dik duran) insanlar ülkesi’ anlamına gelen Burkina Faso olarak değiştirdi. Bundan sonra 7 milyon Burkinable (onurlu insanın)’nin ülkesi kolonyalizmin kanlı tarihinden sıyrılmak için dümen kırmıştı.

Asker olmasının yanında, devrimci bir sanatçı da olan ve gitar çalan Sankara, ülkeye yeni bir marş yazdı, onu besteledi. Ve yeni bir bayrak tasarlandı.

Yazdığı marşta Küba devriminin açık etkisi görülecektir: “Bin yılın aşağılayıcı esaretine karşı/ Açgözlülük onlara boyun eğdirmek için yüz yıl boyunca uzaklardan geldi/ Neo-kolonyalizmin ve küçük yerel işbirlikçilerinin/ alaycı kötülüğüne karşı/ Birçok kişi pes ederken bazıları direndi/ Ama hayal kırıklıkları,  başarılar, ter ve kan…/ Cesur halkımızı güçlendirdi ve kahramanca mücadelesinin tohumunu attı.

“Ve bütün bir halkın tarihi/ bir tek gecede bir araya geldi/ Ve bir tek gece zafer yürüyüşünü başlattı/ Şansın ufkuna doğru/ tek bir gece halkımızı bir araya getirdi/ Özgürlük ve ilerleme için/ dünyanın tüm halkları ile /Ya vatan ya ölüm, fethedeceğiz.”

Ütopyasını kurmaya çabalayan, her bir Burkinable’ye uğruna mücadele edecekleri bir hayal veren bir liderdi. İyi bir sanatçıydı. Ustanın deyişiyle ‘münadi’lerden biriydi: “…sükûn yok, hareket var/ bugün yarına çıkar,/ yarın bugünü yıkar/ ve bu durmadan akar/ akar/ akar/ biz bugünün kahramanı,/ yarının münadisiyiz./ bu durmadan akan,/ yıkıp yapan/ akışın /çizgilenmiş sesiyiz. /biz, /adımlarını tarihin akışına uyduran/ temelleri çöken emperyalizme vuran,/ yarını kuranlarız/ o duvar /o duvarınız,/ vız gelir bize vız!..”

Ülkede hızlı bir değişim yaşanıyor

Thomas Sankara ve yoldaşlarının iktidara gelmesi en yoksul insanlar arasında sevinçle karşılandı. Bu bir başlangıçtı ve ülkede her şey hızla değişmeye başladı. Devlet yönetimi, eğitim, sağlık, hukuk ve kadın hakları konusunda hızlı bir ilerleme yaşandı.

Küba Devrimi, Fidel Castro ve Ernesto Guevara’dan ciddi biçimde etkilenen yeni yönetim bunu Burkina Faso’da uygulamaya çalıştı:

– Menenjit, sarı humma ve kızamık hastalıklarına karşı birkaç haftada 2,5 milyon çocuk aşılandı.

– Ulusal çapta okur-yazarlık kampanyası başlatılarak 4 yılda okur-yazarlık oranı %13’ten %73’e çıkarıldı.

– Çölleşmenin engellenmesi için 10 milyon ağaç dikildi.

– Yabancı yardım olmadan demiryolları ve inşa edilen yeni yollarla ülke bir ulaşım ağına kavuşturuldu.

– Kadınlar hükümette önemli pozisyonlar edinirken, yönetimde ve orduda görev ve sorumluluk almaları için teşvik edildi.

– Kadın sünneti, zorla evlilikler ve çok eşlilik yasaklanırken, doğum izni getirildi.

– Mercedes makam aracı filosu satılıp, bakanlara en ucuz olan Renault 5 kullanılmaya başlandı.

– Sankara, başta kendisi bütün yöneticilerin maaşını çok büyük bir oranda düşürdü ve şoför ve birinci sınıf uçak biletlerini yasakladı.

– Büyük toprak sahiplerinin toprakları doğrudan çiftçilere bölüştürüldü. Bununla hektar başına 1700 kg olan üretim 3800 kg’a çıktı ve ülke buğday üretiminde kendine yeter hâle geldi.

– Sankara, dış yardımların bağımsızlığa tehdit olacağını belirterek başta dünya bankası ve IMF olmak üzere tüm önerileri reddetti.

– Orduya ait mülklere ucuz marketler kuruldu.

– Yöneticilerin en az bir maaşının toplumsal projelere ayrılmasına karar verildi.

– Sankara, Burkinableler (Burkina Faso’da yaşayanlara Burkinable deniliyor) aynı lükse sahip olmadığı için makam odasındaki klimayı söktürdü. Kendi maaşını da 450 dolara düşürdü. Devlet dairelerine portrelerinin konulmasını “7 milyon Thomas Sankara var” diyerek yasakladı.

Bu gerçekleştirilenler Burkina Faso için marjinal bir değişim demekti. Yeni devlet başkanı ise bunu yapabilecek radikallikte idi.

Sankara devrimci ve ısrarcı bir liderdi

Fransız sömürüsü altında can çekişen, gericileştirilen Burkina Faso için o dönemde hayali kurulamayacak değişimlere öncülük eden bu genç devlet başkanı fikirlerinden taviz vermiyordu.

İktidara geldiğinde kadınların sünnet edildiği bir Yukarı Volta’dan kadın hakları için önemli bir programa sahip bir ülke yaratılmasına öncü oldu. Verdiği röportajlardan birinde “Devrim ve kadın kurtuluş mücadelesi birlikte ilerler. Kadınların özgürlüğünü onlara verilecek bir sadaka gibi görmüyoruz. Bu devrimin zaferinin temel bir prensibidir. Kadınlar gökyüzünün bir yarısıdır.” derken 1987’nin 8 Mart etkinliğinde yaptığı konuşmada “Eşitsizliğin yok edilmesi yeni bir toplum yaratma mücadelesidir. Bu yüzden kadınların statüsü yalnızca onları yok eden sistemin ortadan kalkmasıyla sağlanır… Patriyarkal aile yapısı babanın ailenin başı olması, şahsı ve şahsi mülkiyeti üzerine kurulmuştur.” demişti.

“Devrimciler bireysel olarak öldürülebilirler ama fikirleri öldüremezsiniz” onun sözüydü. “Borç, Afrika’nın başka bir biçimde yeniden fethidir. Her birimizi finansal köleye dönüştüren yeni bir fetih” diyen de oydu, “Belli bir miktar delilik olmadan köklü bir değişiklik yapamazsınız. Bu, eski formüllere sırtını dönme cesaretinden geleceği icat etme cesaretinden gelir.” diyen de…

Kendisinin nasıl hatırlanması gerektiğini onun sözlerinden duyarsak Sankara, “İnsanların beni, insanlığa yardımcı olmuş biri olarak hatırlamasını isterim.” demişti.

Küba Devrimi, Fidel ve Che’nin takipçisi

Küba Devrimi’nin önderlerinden olan ve Bolivya’da ölümsüzleşen, Arjantinli devrimci Ernesto Guevara’dan çok etkilenen, her konuşmasında ondan bahseden Sankara; Fidel Castro liderliğindeki Küba Devrimi’ni kendi fikrine yakın değerlendirmiş, devlet yönetimi ve devrimci sürecin ilerlemesinde deneyimlerinden faydalanmıştı.

Öldürülmeden bir hafta önce de Che’yi anmak için bir etkinlikte konuşmuştu.

Bu yüzden çokça, Afrika’nın Che’si olarak adlandırılsa da, kıtada yarattığı gelişim, mücadeleye verdiği katkı, onun değerini belirtmek için kendi isminin yeterli olduğunu da ortaya koyuyor. O, Ernesto’nun takipçisi ve yoldaşıyken, dünya devrimci tarihini değiştiren yoldaşlardan oldu.

Eğitim, sağlık vb. alanlarda bu deneyimleri hayata geçiren Sankara aynı zamanda Küba’daki deneyimi andıracak şekilde ‘Devrimi Savunma Komiteleri’ni kurdu.

Halka açık mahkemeler kurarak eski halk düşmanı rejimlerin üyelerinin burada yargılanmasını sağladı. Bu mahkemeler eleştiri alsa da, Sankara yönetimine yöneltilen eleştirilerin tamamının ABD’li “düşünce” kuruluşu Oxfam kaynaklı olması bu durumun kara propaganda olduğuna dair işaretti.

Ölümü: Bir ihanet, bir suikast, emperyalizmin intikamı…

4 yıllık iktidarından sonra 1987’de 12 yöneticiyle birlikte suikaste uğrayan devrimci, katledildi. Cesedi parçalandı, yakıldı ve bilinmeyen bir yerde defnedildi. Sınıflı toplumlar tarihinin tümünde olduğu gibi onun da cesedinden korktular. Bir mezarının bile olmamasının onun adını ve ideallerini yok edeceğini umdular.

Sankara’ya  darbe yapan ve onu suikastle katleden ihanetçi ise onunla yola çıkan, en yakın arkadaşı ve sağ kolu Compaore’ydi. Sonrasında darbe ve suikastte ABD, Frasa ve diğer istihbarat örgütlerinin payı ortaya çıktı.

Katledildikten sonra evinde bir araba, 4 bisiklet, 3 gitar, 1 buzdolabı ve bir bozuk dondurucu bulundu.

Onurlu insanların lideri, yaşadığı gibi ölmüş, miras olarak bir kıtaya hayal ve onur bırakmıştı. Onu darbeyle deviren Compaore, 27 yıllık iktidardan sonra 2014’te kitlesel bir isyanla devrildi. Bu isyandan sonra hem Burkina Faso’da, hem kıtada ve dünyada onlarca ülkede, onlarca şehirde anılmaya devam ediyor. İhanetçiler ise lanetle anılıyor.

Onurlu insanlar ülkesi ütopyası

33 yaşında devlet başkanı olup 37’sinde ölümsüzleşen komünist, devrimci, sanatçı ve serüvenci Sankara, kara kıtayla birlikte bize ilham ve moral katan bir miras bıraktı. Onun gözleriyle gördüğümüzden, beyniyle düşündüğümüzden, diliyle konuştuğumuzdan biliyoruz: Bu tersine dönmüş dünyayı, aşağılık düzeni yıkıp onurlu insanlar ülkesini, onurlu insanlar dünyasını kuracağız.

Bu mücadelede yaşayacak onlar.

Buralara da bakabilirsiniz:

Kaldıraç dergisinin 233. sayısı çıktı

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Aralık sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

“Şimdi, kararlı bir biçimde, madenci disiplini ile, fabrika kültürü ile örgütlenmek, direnişi büyütmek zamanıdır.

Gelmekte olan bir devrimdir.”

Perspektif – Sizin “acı reçete”niz var, bizim çözümümüz: Devrim

“TC devletinin efendilerinin başında gelen ABD, kendisi için bir dış politikaya ihtiyaç var mı sorusunu sorduğunda, 1990’lı yılların sonudur, TC devleti için de “dış politikanın” anlamı değişmeye başlamış demek olmalıydı.”

Deniz Adalı – TC devletinin “dış politika’sı ya da Saray Rejimi’nin “tetikçi” rolü

“Şimdi, maden işçilerinin “bu ülke sadece patronlara mı ait” sorusunun tam da yerine oturduğunu söylemek mümkündür.

Diyelim ki, bir sendikacı, “krizin faturasını işçi sınıfı olarak ödemeyeceğiz” dediği zaman, gerçekten samimi olsun, bunun yolu nedir?”

Fikret Soydan – Krizin tüm faturası işçi ve emekçilere

“Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının kendi alternatifinin öne çıkartılması demektir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, “devleti nasıl kurtarırız”, bu yasa tanımayan Saray Rejimi’nden nasıl bir “normal” burjuva düzene geçeriz değildir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmaktır.”

Deniz Adalı – İşçi sınıfının çözümü: Birleşik Emek Cephesi

“Diyelim ki, hırsıza hırsız demek suç sayılıyordu. Bir AK Parti mitinginde, cüzdanı çalınan bir kişi “hırsız var” diye bağırınca, dayak yemeye başlamış, linç olmaktan zor kurtulmuş. Bundan böyle, “hırsız var” demek serbest mi olacak?”

Fikret Soydan – Saray Rejimi ve Reform

“ABD’de olan her şey, Saray’ı doğrudan etkilemektedir. Zaten bu nedenle Trump taraftarı olarak tutum almışlar ve ABD seçimlerinde etkin olmaya çalışmışlardır. Trump seçilmiş olsa idi, Damat yerinde duruyor olacaktı.”

Aysun Sadıkoğlu – Süpürülmüş Damat, damatsız Saray

“Ülkenin anayasası, uzun dönemdir askıdadır. Hatta askıdan çıkıp, rafa kaldırılmıştır. Hoş halk için, halktan yana bir anayasa değildir hiçbir zaman. Ama ülkenin anayasasını askıya alanlar, sadece iktidardakiler değildir, aynı zamanda CHP, İyi Parti gibi muhalefet göreviyle iştigal edenlerdir de.”

Aysun Sadıkoğlu – Askıda ekmek, askıda anayasa, askıda insanlık, askıda iş
Yağma, yalan, hırsızlık iktidarda

“Bir madenci çocuğu hukuk fakültesini bitirip Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı, yargıcı olduğunda, içinden çıktığı sınıfa, onun sorunlarına çoktan yabancılaşmıştır. Elbette eğitimli-diplomalı olan pekâlâ radikal düşünceyi içselleştirmiş, içinden çıktığı sınıfın kurtuluşu için mücadele eden bir devrimci de olabilir… Bu ikisi arasında bir orta yol yoktur…”

Fikret Başkaya – Kapitalizm dahilinde ‘fırsat eşitliği’ mümkün değildir

“Yeraltına çekilen milliyetçi düşünce SSCB’nin zayıflaması ile birlikte kapitalist dünyanın kışkırtmalarının da etkisi ile filizlendi ve kısa sürede gelişti. SSCB’nin ortadan kalkması sonucu kurulan devletlerin ilk başkanları bu durumun kanıtı. Bir tarafta ırkçı görüşleri ve çalışmaları nedeni ile defalarca hapis yatmış azılı bir Sovyet düşmanı Ebulfeyz Elçibey, diğer tarafta ise Suriye doğumlu bir Ermeni olan ve Glasnost döneminde Sovyet Ermenistanı’nda illegal olarak örgütlenen Pan Ermeni ulusal hareketinin önderi Levon Ter Petrosyan.”

Hakkı Taşdemir – Karabağ sorununa tarih penceresinden bakış

Dergimizin temin noktalarına buraya tıklayarak ulaşabilir, [email protected]’a mail atarak abone olabilirsiniz.

Süpürülmüş Damat, damatsız Saray

Damat Berat, modern araçları kullanarak, kardeşinin yönettiği basın yerine Instagram’ı tercih ederek, istifasını ilan etti. Aslında “büyük bir olay”dır.

Saray damatsız kaldı, ki Saray Rejimi’nin fıtratına uygun değildir. Saray Rejimi, öyle yaratmış yüce yaratan, akçeli işlerin aile içinde döndüğü, rant-yağma ve savaş ekonomisinin üzerine yükselen bir fıtrata sahiptir. Böyle olunca, Saray’da, içeride bir damat hazineden sorumlu, dışarıdaki damat ise silah sanayiinden, oğul sıfırlama işini çok ama çok ileri taşımış durumdadır.

Eğer, aile içinde oğullar, kızlar kadar cevval olamamış ise, elbette damatlar öncelikli bir rol oynamaya başlarlar. Sonuçta ise, fark eder noktaya gelene kadar, tümü aile içindedir ve fark etmez.

Damat’ın istifası bu nedenle “büyük”tür.

Damat aslında Saray’dan süpürülmüştür. “Süpürme” sözünü, Zapsu’nun Erdoğan hakkında Amerikalılara verdiği referanslardan almış olalım. Ama, yine de burada tam yerine oturuyor. Hatta, başka ne dersek, eksik kalır. Damat, Saray’dan süpürülmüş, öyle atılmıştır. Kendisi, “şahsım” olmadığından, bunu kabul etmek zorunda kalmasına kızgın, elindeki Instagram hesabından, derdini kamuoyuna ilan etmiştir. O metinde dahi süpürüldüğünün izleri vardır. O metin, açıklama ya da istifa, Saray tarafından “görevden af talebi” olarak ilan edilmiştir. Öyle görülmüş olduğunu sanmıyorum, ama öyle gösterilmiştir. Saray, itibarından tasarruf edilmeyeceği için, özgül ağırlığı yüksek ama ağırlığı az olan bu metni, “af talebi” olarak okumuştur. Öyle ya, “isyan” diye okuyamazdı. Damat’ın isyanı, Saray için ters olurdu. İsyan, daha soylu bir sözdür, ciddidir, sadece özgül ağırlığa değil, iyi de bir kütleye sahiptir. Ama, “rant-yağma ve savaş ekonomisi” üzerine kurulu Saray sisteminde, “isyan” elbette karaktere sahip bir şey olarak var olamaz. Saray’da tek bir karakter vardır, o da kokunun arkasına saklanmış bir gölge gibidir.

Damat Berat, Hazine ve Maliye Bakanı’dır, ama aslında ondan daha çok şeydir. Hazine ile ilgisi paralarla ilgilidir, ama aslında daha önemli bir yere sahiptir. Erdoğan, damadını her ne kadar azarlasa da, aslında, her ne kadar aile içi durumların mecburî sonucu olarak Damat’ı oraya çıkarmış olsa da, ona daha büyük bir işlev vermişti. Saray, Damat’ın kayınpederinin “şahsım” olduğu yerdi ve o da orada önemli bir temsilci idi.

İşte böyle olunca, istifa olayı, tam bir süpürülmeye dönüşmüştür.

Süpürülen Damat, kayın babasının gölgesinden, babasının gölgesine doğru göç etmiştir. Bu mecburî göç, bir Instagram hesabından, “sağlık sorunlarım” nedeniyle yapılmış, “anneme, babama, eşime ve çocuklarıma zaman” ayıracağım cümlesinde tam bir kırıklık olarak ortaya konmuştur.

Davaya bağlılığı bilinen baba Albayrak, Erdoğan’a ihtiyacımız var diyerek, aslında bu göçü bir saldırının izlemeyeceğini ilan etmiştir. Böylece süpürülme operasyonu tamamlanmıştır.

Damat, Instagram’a mahkûm olmuş istifa ilanında, “hak ve batıl” ve “at izi iti izi” gibi ayrımları da dile getirmiştir. Bu, aslında Damat’ın ilk ideolojik tepkisidir. Süpürülme, burada da yerine oturmaktadır. İstifa etmemiştir, “af” istememiştir, süpürülerek uzaklaştırılmıştır.

Peki, bu istifa neyi gösterir?

Erdoğan, neden bu süpürme işlemini yapmıştır?

Saray medyası, aslında bu konuda haber verememiştir. Binlerce radyo ve TV kanalı içinde, sadece 5 tanesi haberi vermiştir. Aslında haber değeri olmadığından değil elbette. Sadece Saray medyası, Erdoğan’ın tepkisini beklemiştir. Öyle ya, Soylu istifa etti ama kabul edilmedi. Ya bu da kabul edilmezse ihtimali, Saray’dan bir açıklama beklemeyi “zorunlu” kılmıştır.

İstifa süreci, her şeyden önce, çürümenin en açık kanıtıdır.

Saray Rejimi, çürümüştür, kokuşmuş sistemin tam yansımasıdır.

İstifa ile, Saray Rejimi içinde sevinenler olmuştur. Öyle ya, Saray Rejimi, aynı zamanda devletin gelişmiş çeteleşmesinin de kanıtıdır. Bu durumda bir çetenin aldığı darbe, diğerlerini elbette sevindirir. AK Parti içinde sevinenleri saymaya gerek yok. Çünkü, sayıları ne olursa olsun, önemsizdirler. Saray Rejimi, AK Parti’nin bir parti olarak ortadan kalkması da demektir. Ama ulusalcı, Ergenekon’cu ve daha bilmem hangi çetelerin sevinmiş olması kayda değerdir. Ama bir önemi olmadığı kanısındayız. Saray Rejimi o denli çürümüştür ki, burada sevinçlerin de anlamı olamaz.

Bu nedenle, Erdoğan’ın Damat’ı süpürmesi işini, daha çok iç siyasete, Saray içi dengelere bağlayanların analizleri çok ama çok eksiktir.

Merkez Bankası’na (MB) Ağbal’ın getirilmesi, Ağbal ve Damat arasındaki sürtüşmeler vb. nedeni ile Albayrak’ın içine sindiremediği bir iştir vb. üzerinden yapılan analizler, olsa olsa görüntüde bir anlam taşır.

Bu analizlere göre, Ağbal, MB’nin -49 milyar rezerve sahip olduğunu Erdoğan’a raporlamıştır vb. Bu, çok safçadır. Bu, sürece bir “mantık” arama girişimidir. Ülkede yaşayan her insan, MB’nin eksi rezervlerinden haberdardır. Eksi 48 milyar yerine eksi 49 milyar olması vb. de anlamsızdır. Bunları zaten Erdoğan biliyordu. Bunları bilmemesi, Saray Rejimi dediğimiz şeyi hiç anlamamaktır. Damat eli ile yapılan uygulamalar, hemen tümü, bizzat Erdoğan’ın emirleridir. Eğer içlerinde emirleri olmayan birkaç şey varsa da, bilgisi dahilindedir. Erdoğan, ekonominin durumunu, o gün öğrenmiş değildir.

Mesele, Saray Rejimi’nin tam olarak ABD tetikçisi hâline gelmiş olması ile ilgilidir.

Trump’ın kazanması için Erdoğan ve ekibi, özel çalışmalar yapmışlardır. Ellerinden gelse, koşup ABD’de oy çalacaklar, sayıma müdahale edecekler vb. Ama sonuçta Trump, mahkemelik seçimle kaybetti.

ABD seçimleri, ülkemizde çok “önemli” hâle gelmişti. Bir taraf, Trump için aktif çalışırken, diğer taraf da, Biden kazansın diye duaya çıkacak hâlde idi. Bu saçma tutum, ancak TC devletinin ABD devletinin emirleri ile iş yapıyor olması ile ilgilidir. Her ABD sömürgesi bu durumda değildir. Ama bizde durum budur.

Şimdi şu soruyu soralım: Neden Damat, neden Damat’ın kardeşi tarafından yönetilen Saray medyası, Trump için açık taraftar hâline gelmiştir?

Trump’ın damadı ile Damat Berat arasındaki ilişkilerin boyutları, Saray için çok önemli idi. Trump’ın Erdoğan’a yazdığı ve diplomatik üslubu bir yana bırakmış tuhaf mektup, neden TC devleti tarafından “saygı” ile karşılanmıştır?

ABD’de bir Halkbank davası var. Bu dava, Erdoğan-Damat ile Trump ve damadı arasındaki ilişkilerce bir yerde tutulabildi. ABD basını, açık olarak Trump-Erdoğan ilişkilerinin “devlet” kayıtlarında olmadığını ilan etmişti. Bu “kişisel”leşmiş ilişkiler, elbette, yeni ABD yönetimi ile sürdürülemez.

Elbette Biden, Erdoğan’ın isteklerini dinleyecektir, ama bunları kayıt altına aldıracaktır.

Yoksa ABD politikalarında bir değişiklik, köklü bir “yenileşme” olmayacaktır.

ABD hegemonyası, eğik bir düzleme binmiştir ve aşağıya doğru kaymaktadır. Bu bir gerçektir. Trump, tıpkı Obama gibi, bu kayışı, bu hegemonya kaybını durdurmaya yönelmiştir. Yeni Biden yönetimi de bunu yapacak. “Amerika First” aslında, ABD ekonomisini güçlendirmek, soğuk savaş dönemindeki ittifaklarını “ittifaka bağlı kalmaya zorlamak” için geliştirilmiş bir strateji idi. Fakat, gelişen paylaşım savaşımı, ne Rusya ve Çin’i düşman ilan eden Trump’ın başarılar ortaya koymasına olanak verdi, ne de paylaşım savaşımının tarafları olan Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa nezdinde bir “bağlılık” geliştirebildi. NATO’nun beyin ölümünden söz eden Macron oldu. Trump’ın üslubu, çok da etkili olmadı. Şimdi, Biden eli ile yeni bir toparlama, ABD’nin içini toparlama dönemi yaratmak istiyorlar. Yoksa yine AB’yi, Japonya’yı, AB dışına çıkmış olan İngiltere’yi hizaya getirme politikası sürecektir, yine bu 4 rakibi Rusya ve Çin’e karşı daha etkili bir biçimde tutum almaya itme politikası sürecektir. Bush döneminde sürdürülen savaş politikası, Obama döneminde ortadan kalkmamıştı. Trump döneminde de. Biden döneminde de ortadan kalkmayacaktır. Ama daha çok, “tüccar Trump’ın pratikliği” yerine, Biden’ın etkili tehditleri ve hamleleri devreye girecektir. Yani politika aynı kalacaktır.

Türkiye, yine, ABD emirleri ile hareket etmeye devam edecektir.

Ama Erdoğan, bu yeni döneme hazırlanmak istemektedir.

Seçime kadar açıkça Trump yanlısı tutum alan Erdoğan, şimdi hızla, Biden yanlısı gibi davranacaktır. Belkemiği olmayan bir canlının şekil değiştirmesi gibi, hızla değişiklikler ortaya çıkacaktır.

Damat, işte bu nedenle süpürülmüştür.

Damat, kendisinden bu kadar hızla vazgeçilmesine kızgındır.

Damat, kendisinin neredeyse veliaht olduğu Saray’dan, “ahde vefa” kurallarının işe yaramadığı bu denli bir çabuklukla süpürülmüş olmasına kızgındır.

Şimdi, ne IMF’nin “Hazine’nin denetimi bizim atayacağımız bir kişide olmalı” sözleri sert görülecektir, ne de Halkbank davası hızlandığında Şahsım’a yönelik tehdit o kadar ileri olacaktır. Damat, şimdi, Halkbank davasının günah keçisi olmayı kabul etmelidir. Bu olası gelişmelere karşı bir önlem olarak, önceden verilmiş bir kurban olacaktır.

Piyasalar, daha şimdiden, damatsız bir Saray’ın alkışlanması gerektiğini kabul etmiştir. Bunu Damat’ın gidişinin kutlanması olarak da görmemek gerekir. Biden ile birlikte, değişecek şeylerin habercisi olarak gördükleri için bu tutum içindedirler.

ABD’de olan her şey, Saray’ı doğrudan etkilemektedir. Zaten bu nedenle Trump taraftarı olarak tutum almışlar ve ABD seçimlerinde etkin olmaya çalışmışlardır. Trump seçilmiş olsa idi, Damat yerinde duruyor olacaktı.

Hazine ve MB’nin başına yapılan atamalar, AB ülkelerini rahatlatmayı amaçlamaktadır. Böylece, AB ile ilişkilerin dengelenmesi için kapılar açılmak istenmektedir. Erdoğan, bu yolla, başka istekleri de yerine getirme ihtimaline kapıları aralamaktadır. Mesela şimdi, yeni hazine bakanı ve yeni MB başkanı ile IMF ile anlaşma masaya getirilebilir.

Elbette Damat’ın süpürülmesinin Saray içinde etkileri olacaktır.

Ama tüm bunlar Saray Rejimi’nin durumunu değiştirmeyecektir.

Saray Rejimi, yine ABD emirlerine uygun bir dış politika uygulayacaktır. Rusya’ya karşı daha açık bir saldırganlık, NATO’ya bağlılık için adımlar gelecektir. Bu ise aslında Saray Rejimi’nin çıkmazıdır. Bu açıdan, hem Suriye ve Kafkaslar’a dönük hamleler daha da sertleşecektir.

Ekonomik alanda, bugün yürüttükleri politika, krizin faturasını halka yıkmaktır, işçi ve emekçilere yıkmaktır. Buna devam edeceklerdir. İster IMF ile, ister IMF’siz. Elbette, Saray çevresinde çöreklenmiş bazı şirketlerin durumu fark ederek, sermayelerini yurtdışına çıkarma girişimleri, bugüne kadar olduğu gibi sürecektir.

Kürt devrimini bastırma politikaları olduğu gibi sürecektir. Elbette, Kürt devrimini bastırma politikası, her zaman, dün olduğu gibi yarın da, Kürt hareketi içinde Barzani güçlerinin desteklenmesi politikasının devamıdır. Yani, bunlar çelişkili değildir ve buna devam edecekleri açıktır.

İçeride, işçi sınıfına emekçilere karşı şiddet ve baskı politikası, devlet terörünün etkili kullanılması sürdürülecektir.

Erdoğan, kendi iktidarını sürdürebilmek için yollar aramaktadır. Trump döneminde bulduğu boşluklar, aslında alıştığı tarza uygundur. Yeni dönemde, bunun yolunu açmak için, hamleler yapmaktadır. Demek ki, bunun arkası gelecektir.

Damat, olsa olsa burada “kurban” olarak önden masaya sürülmesine kırgındır.

İşçi ve emekçilerin bakması gereken yer, Saray Rejimi’ne karşı yükselmekte olan tepkinin örgütlü bir direnişe çevrilmesidir. Sokakta bir vatandaş, “Erdoğan yargılanmalıdır” dediği zaman tutuklanıyorsa, bu, Saray’daki korkunun derinliğini gösterir. Zira, bu insan, binlercesi, yüz binlercesi, milyonlarcası gibi, evinde zaten bu dileğini söylemektedir. Bunu sokakta söylemesi, işin dayanılmaz bir noktaya geldiğinin göstergesidir. Bu, tek kişiden yükselen direniş sesidir.

Direniş, artık, hayatın her alanında kendini geliştirmektedir.

Direniş, örgütlülükle birleşerek büyüyecektir.

Bunun dışında bir kurtuluş yolu yoktur. Hiçbir emperyalist güç, hiçbir büyük güç vb. dünyadaki hiçbir halkı kurtarmaz. Böylesi bir kurtuluş olmaz.

İşçi sınıfı, ayakları üzerine doğrulmalıdır.

İşçi sınıfı devrimcileşmelidir.

Bunun yolu, direnişten, örgütlenmekten, kendi örgütlerine sahip çıkmaktan geçmektedir.

Trump’ın yerine Biden, Damat’ın yerine bilmem kim geçecek de buradan işçi ve emekçilere bir kurtuluş umudu çıkacak düşüncesi, safça, korkakça, kendine güvensizce bir tutumun göstergesidir.

Anadolu’nun her yerinde, bölgemizin ve dünyamızın her yerinde gelişmekte olan direnişlere bakmak, oradan umudumuzu beslemek gerekir.

Kendi eylemine, kendi iradene, kendi örgütlenmene güvenmek esas olandır.