Ana Sayfa Blog Sayfa 161

İşsiz sayısında yeni rekor

Açıklamaya göre; Türkiye geneli 15 ve daha yukarı yaşta olan işsiz sayısı 2016 senesi Ağustos dönemi içinde geçen yılın aynı dönemlerine göre 435 bin kişi artarak 3 milyon 493 bin kişiye çıktı.

İşsizlik oranı da 1,2 puanlık artış ile yüzde 10,1’den yüzde 11,3 düzeyine tırmandı.

Aynı dönemde; tüm gelişmiş ülkelerde temel işsizlik verisi olarak kabul edilen tarım dışı işsizlik oranı 1,3 puanlık artış ile yüzde 13,7 düzeyine çıktı.

Bu dönemde 15-24 yaş grubunda yer alan genç nüfus işsizlik oranı 1,6 puan gibi yüksek oranlı artış ile yüzde 19,9 düzeyine çıkarak yüzde 20,0’ye dayandı.

İşsizlik oranı, 15-64 yaş grubunda ise 1,2 puanlık artış ile yüzde 11,5 olarak gerçekleşti.

İstihdam edilenlerin sayısı 2016 yılı Ağustos döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 323 bin kişi artarak 27 milyon 473 bin kişi, istihdam oranı ise 0,1 puanlık azalış ile yüzde 46,7 oldu.

Hizmet sektörünün payı arttı

Bu dönemde, tarım sektöründe çalışan sayısı 257 bin kişi azalırken, tarım dışı sektörlerde çalışan sayısı 579 bin kişi arttı. İstihdam edilenlerin yüzde 21’i tarım, yüzde 19’u sanayi, yüzde 7,4’ü inşaat, yüzde 52,6’sı ise hizmetler sektöründe yer aldı.

Önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında tarım sektörünün istihdam edilenler içindeki payı 1,2 puan, sanayi sektörünün payı 0,3 puan, inşaat sektörünün payı 0,1 puan azalırken, hizmet sektörünün payı ise 1,6 puan arttı.

İşgücü 30 milyon 967 bin, istihdam oranı yüzde 52,6

İşgücü 2016 yılı Ağustos döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 759 bin kişi artarak 30 milyon  967 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,5 puan artarak yüzde 52,6 olarak gerçekleşti.

Aynı dönemler için yapılan kıyaslamalara göre; erkeklerde işgücüne katılma oranı değişim göstermeyerek yüzde 72,6, kadınlarda ise 1 puanlık artışla yüzde 33,1’e çıktı.

TÜİK geniş tanımlı gerçek işsizlik verilerini saklıyor

TÜİK tarafından açıklanan dar tanımlı genel işsizlik oranı işsizliğin gerçek boyutunu ifade etmiyor. Açıklanan verilere; iş bulmaktan ümidini kestiği için iş aramayanlar, çalışmaya hazır olup çeşitli nedenlerle iş aramayanlar, belli aylarda çalışıp yılın büyük bölümünde işsiz kalan mevsimlik işçiler ve diğer eksik istihdam dahil edildiğinde geniş, yani gerçek işsizlik oranına ulaşılıyor.

TÜİK’in bir önceki Temmuz ayı dönemi verileriyle hesaplandığında gerçek işsiz sayısı 6 milyon 342 bin, geniş tanımlı işsizlik oranı ise 18,9 olarak gerçekleşmişti.

Kaynak: İşçi Gazetesi, 15 Kasım 2016

 

Cinsel saldırı ve aşağılama Ya da kişiye ve duruma “özel” hukuk

Aslında, bunun bir kısa yolu vardı: Cumhurbaşkanı emreder ve KHK ile bu gerçekleştirilirdi. Ve doğrusu bu ya, üniversitede rektörlük seçimlerini iptal eden bir KHK çıkarmayı düşünenler, bu konuda da bu yolu deneyebilirlerdi.

Ama öyle yapmadılar.

Meclis’in çalışmasını istediler! Ve meclis, bir gece yarısı, cinsel taciz yasası denilen yasayı ele aldı. Adalet bakanı, bu konuda mağduriyetler var, aslında bir toplumsal yaraya merhem buluyoruz cinsenden sözler sarfetti.

Adalet bakanının, bu “ulvi” düşüncelerle, toplumsal yaraları sarma merakı çok bilinen bir gerçektir. Amerikaya gidip, Gülen’i isteyeceğine, Gülen’in hapse atılmasını, ama Zarrab’ın iadesini istemiştir. Demek ki, Saray, böylesi küçük düşürücü işleri, Adalet Bakanına vermiştir. Demek ki, Adalet Bakanının yakında işi kalmayacak, yerine başkası geçecektir. Bunu bir erken emeklilik olarak okumak mümkündür.

Ama Adalet Bakanı, çocuklara tecavüzde bulunmuş olanların aklanmasını, hele hele “sadece bir kereye mahsus” aklanmasını savunmaktan geri durmayınca, durum daha da düşündürücü hal aldı.

Sosyal yara denildi mi, mesela kadın cinayetleri ele alınabilirdi. Bu konuda adalet sessizdir. Mesela eğitimsiz çocuklar ele alınabilirdi ki, bu konuda devlet sessizdir. Mesela sosyal bir yara olarak, çocuk yaşta evlendirmeler ele alınır ve buna hiç bir koşulda izin verilmeyeceği üzerine durulabilir, “yüce meclis” bu konuda mesai harcayabilirdi.

Mesela anadilde eğitim meselesi bir sosyal sorun olarak ele alınabilirdi.

Ama hayır, Adalet Bakanı, başka yönden bakıyor, bir sosyal yara var, çocuğa tecavüz edilmiş, eden adam hapiste, bunu affedelim ve çocukla evlensin diyor.

Sosyal yara ne: çocuğa tecavüz mü, adamın hapiste olması mı? Çocuğa tacavüz ise, tecavüzcü ile evlenmek, nasıl bir yara kapatıcı olabiliyor? Diyelim ki, bunu savunan kişinin yakınına tecavüz edilmiş olsa, tedavi edici olarak tecavüz eden ile evlenmesini mi önereceğiz? Haydi önerdik, kendisi bunu bir tedavi olarak mı kabul edecek.

Akla mantığa sığmayacak bu yasa, nasıl gündeme gelebiliyor?

Şıklar şöyledir:

Bir, Saray veya hükümet gündem değiştirmek istiyor. İçerdeki savaş, milletvekillerinin tutuklanması, Suriye savaşının hissedilen etkileri, ekonomik kriz vb bu yolla unutulmuş olacak.

İki, çocuğa tecavüzden hapse atılmış bir kaç “önemli” kişi var. Bunların kurtarılması gerekiyor ve Cumhurbaşkanı, bu işi doğrudan halletmek istemiyor. Halledilmesini istiyor ama kendisi karışmadan.

Üç, ülke zaten karışık, devlet çözülmekte, fırsat bu fırsat, bu konuyu halledelim diyen milletvekilleri var ve bu da sorun olarak görünmüyor.

Belki bizim burada aklımıza gelmeyen bir kaç şık da siz eklersiniz. Ama her biri bir ötekinden daha beterdir.

Adalet Bakanının açıklaması, ya da savunması, özrü kabahatından büyük sözüne az bulunur cinsten bir örnektir. Adalet bakanı, saldırıya uğrayanı değil, tecavüzcüyü mağdur olarak görmektedir.

İşte, bu noktada bir miktar durmalıyız.

Daha öteye bakmalıyız.

Acaba, seçilmiş milletvekillerinin hapse atılması nasıl bir uygulamadır?

Acaba, “ben Kürt sorununu çözeceğim” deyip de, bugün, Kürtlere karşı yok etme savaşı uygulayan mantık nasıl bir mantıktır?

Acaba, belediye başkanlarını tutuklayan, ve onların yerine kayyum atayan mantık, nasıl bir hukuk sistemi ile açıklanabilir?

Acaba, bir üniversitede rektör seçiminde %86 oy alan bir adayı atamayıp, tüm üniversitelerde seçim sistemini ortadan kaldıran “demokrasi” mantığı nasıl bir mantıktır?

FETÖ operasyonlarına bakalım, dün ben bunları destekledim, size bunun okulları iyidir, burada öğretmen olun, burada ahlaklı nesiller yetişir çocuklarınızı buraya verin diyen bir kişi, bugün bu okullara çocuklarını gönderen, bu okullarda öğretmen olan herkesi terör örgütüne yardım ve yataklıktan nasıl suçlayabilir? Önce kendisini yargıya teslim etmesi gerekmez mi? FETÖ bir terör örgütüdür , ben buna yardım ettim, milletim beni affetsin diyen biri, belediyeler terör örgütüne yardım ve yataklık etti, yerlerine kayyum atıyorum nasıl diyebilir? Önce kendi yerine kayyum ataması gerekmez mi?

Tüm bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama artık gerekli değil.

Bu ülkede, burjuva anlamda hukuk bitmiştir. Burjuva anlamda hukuk, esas olarak düzeni korur ve işçi ve emekçilerin sırtlarında boza pişirir. Ama bunu düzgün yapabilmek için, halka adalet varmış gibi gösterilir. Bu nedenle belli bir çerçeve ortaya koyar ve herkese karşı “eşit” olma görüntüsünü verir. Oysa bugün, böyle bir durum yoktur.

Kişiye özel, duruma özel hukuk devreye sokulmaktadır. Bu OHAL’den daha ileri bir aşamadır, tam bir hukuksuzluk halidir.

Boğaziçi Üniversitesinde Saray’ın isteğine uygun bir rektör adayı seçilemedi. %86 oyla bir aday seçildi. Seçilen aday, kapitalist düzeni yıkıp sosyalizmi kurmaktan söz etmiyor. Seçilen aday devrim çağrıları yapmıyor. Olsa olsa, her zaman Sarayı dinlemeyecek, olsa olsa bilimin gereklerine asgari düzeyde bağlı kalacak, olsa olsa akademik  etiğe uygun davranacak vb. Kısacası Saray’ın emir kulu olmayacak. Ve bu kişi aylarca atanmıyor. Sonra, duruma uygun, bu olaya özgü bir KHK çıkarılıyor. İşte size duruma özel hukuk.

Biz 17-25 Aralıkta, kişiye özel hukuk kurallarını da görmüştük.

Şimdi, tekrar cinsel taciz ve aşağılama yasasına bakalım. Şu sonuca varabiliriz: Demek ki, affedilmek istenen bazı isimler var. Bu kesin. Bu affedilmek istenen isimler, hükümet için, ya da başkanlık sistemi için çok önemliler. Bunlar tıpkı Hüseyin Üzmez gibi, “nefislerine kırgınlar”. Muhtemelen islami kurallar içinde de tövbe etmişlerdir. Ve bu tövbenin pozitif hukukta bir karşılığı olmasa da işe yaraması gereklidir. Muhtemelen bunlar hatırlı kişilerdir. Bunları affetmek için, özel bir yasa çıkarılmak istenmektedir.

Bu yasa eğer KHK olarak çıkarsa, yarın OHAL kalkınca, tersine çevrilme ihtimali vardır. Bu nedenle meclisten çıkması daha uygun bulunmuştur.

Anlaşılan bu hatırlı kişiler, büyük paralara ve güçlere sahiptirler. Ve bunların affı için, özel yasa devreye sokulmak istenmektedir.

Son yıllarda çocuk yaşta evliliklerde bir haylı yükseliş olduğu, çocuk yaşta evlenenlerin sayısının son 10 yılda 400 bini geçtiği biliniyor. Tecavüzün resmileşmesi, hukuk ile aklanması  devrededir.

Tecavüz eden kişi, ceza olarak tecavüz ettiği ile evlendirilmektedir. Peki ya tecavüze uğrayanın durumu nedir?

Bu yasanın kendisi, Adalet Bakanı dahil bu yasayı savunmak için konuşanları hemen her sözü, bir saldırıdır, aşağılamadır, ayrımcılıktır. Ve bu saldırı, nüfuzlu adamlar için, devlet eli ile yapılmaktadır. Kim bilir hangi parababası, kim bilir hangi din adamı, kim bilir hangi yüksek mertebeli kişi, kim bilir hangi aşiret lideri bu suçu işlemiştir ve şimdi affedilmesi beklenmektedir.

Bu yasanın bizzat kendisi, tüm toplumsal akla bir tecavüzdür, insan onuruna bir saldırıdır, yaşam hakkına bir saldırıdır. Bu tasanın bizzat kendisi, tecavüzcüye methiyedir, övgüdür. Bu yasanın bizzat kendisi, kadını aşağılamak, kız çocukları hor görmek, çocuklara sapık gözlerle bakmak demektir.

Ve artık, TC devleti, tümü ile, duruma ve kişiye özel hukuk kuralları ile yönetilmektedir.

Aslında buna da gerek yoktur.

Madem her durum için, madem her kişi için ayrı ve geçici bir hukuk devreye sokacaksınız, öyle ise, tüm yasaları kaldırın, tüm kuralları kaldırın, duruma göre, kişiye göre karar vermenize de gerek kalmaz.

Bakan’dan alaycı asgari ücret yanıtı: İstemenin sonu yok!

Denizli’de gazetecilerin sorularını yanıtlayan Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, Türk-İş’in 2017 yılı için asgari ücretin 1600 liraya yükseltilmesi talebiyle ilgili soruya alaycı bir ifadeyle yanıt verdi; “Şimdi aslında sendikalarımız bunu talep edebilir, bunda bir mahsur da yok. İstemenin sonu yok biliyorsunuz. Ama ekonominin realitelerini de unutmamak lazım. Zeytini silkelerken dikkat etmek gerekiyor. Dalını, budağını kırmamak lazım ki, seneye de zeytin verebilsin. Alanı da korumak lazım, o anlamda.”

Her yolla sermayenin ve sömürünün önünü açan, sermayeden dalı budağı esirgemeyen Bakan Zeybekci konuşmasında, Türkiye’nin asgari ücretin en yüksek olduğu ülkelerden biri olduğunu da iddia etti.

Hükümetin iddialarının aksine Türkiye düşük asgari ücretli ülkeler arasında

Asgari ücretin rakamsal olarak karşılaştırmasının emekçiler açısından anlamı yoktur. Önemli olan asgari ücretin alım gücünün karşılaştırılmasıdır. OECD 2015 verilerine göre asgari ücretin satın alma gücü açısından Türkiye 26 OECD ülkesi içinde 20. sırada yer almaktadır. Yine satın alma gücüne göre bir değerlendirme yapıldığında AB ülkeleri ortalama Türkiye’nin 2 ile 2,5 kat daha yüksek asgari ücrete sahiptir.

İşverenlerin iddialarının aksine Türkiye’de işgücü maliyetleri düşüyor

2000 yılında 100 olan işgücü maliyeti, 2015 yılında 27 puanlık düşüşle 73’e gerilemiştir. Oysa aynı dönem içinde AB ülkelerinde işgücü maliyetlerinde sadece üç puanlık düşüş yaşanmıştır.

Asgari ücret artışlarının gerçek maliyeti işverenler tarafından üstlenilmemektedir. İşverenler, teşvikler ve verimlilik artışı yoluyla, yük olarak ifade ettikleri işgücü maliyetlerinden sürekli olarak tasarruf etmektedir. Yani, ücret ve verimlilik arasındaki makas açılmakta, uzun çalışma saatleri ve yoğun/ağır çalışma koşulları da işgücü maliyetinin düşmesine yol açmaktadır.

Asgari ücretin işverene maliyeti azalıyor

Sermaye, özellikle 2016’daki yüzde 30’luk asgari ücret artışını bahane ederek, maliyetlerinin çok arttığından dem vurmaktadırlar. Ancak bu yakınmaları gerçeği yansıtmıyor. Asgari ücretin işverene maliyeti bir yandan Asgari Geçim İndirimi (AGİ), öte yandan 5 puanlık SGK prim indirimi nedeniyle önemli ölçüde düşmektedir. 2016 itibariyle AGİ hariç asgari ücret 1300 TL değil, 1177 TL’dir. İşveren tarafından işçiye ödenen net asgari ücret budur.

Asgari ücreti “yük” olarak göstermek isteyen işverenlere yönelik yüzde 5’lik SGK prim desteğinin bütçeye getirdiği yük, 2010-2016 arasında 63 Milyar TL’dir. Asgari ücret artışının çok önemli bir bölümü kamu kaynaklarından sağlanmaktadır. Böylece işverenin yükümlülüklerinin bir bölümü, halkın/emekçilerin sırtına yüklenmektedir. Halkın/emekçilerin vergileriyle işverenler finanse edilmekte, işverenlere bütçenin neredeyse yüzde 4’ü aktarılmaktadır.

Asgari ücret dolar karşısında eriyor

2008 yılı başında 414 dolar olan asgari ücret 2016 Kasım ayı itibariyle 377 dolara geriledi. Döviz kurlarındaki erime asgari ücreti de aşındırmaktadır. Dövizdeki artış nedeniyle enflasyonun yükselmesi, reel olarak geriletecektir.

Taleplerimiz sadece asgari ücretin artışıyla sınırlı değildir

Ekonomi Bakanı Zeybekci’ye emekçilerin ve emek örgütlerinin taleplerini hatırlatmak isteriz:

  1. Asgari ücret tespit komisyonunun görüşmeleri ve tutanakları halka açık yürütülmelidir.
  2. İşçi-memur ayrımı yapmadan tüm çalışanlar için tek asgari ücret belirlenmelidir.
  3. Asgari ücret AGİ hariç net olarak hesaplanmalı ve vergi dışı bırakılmalıdır.
  4. Asgari ücret, işçinin ailesi ile beraber (4 kişilik bir ailenin) asgari ihtiyaçlarının tespiti ile belirlenmelidir.
  5. Asgari ücret net 2000 TL olmalıdır.

Kaynak: DİSK, 29 Kasım 2016

 

Biraz ekonomi politik

Onlar, adına ekonomi dedikleri bir ders koyarlar ve buradan, ekonominin çok da gerekli olmayan bir şey olduğunu açıklamaya başlarlar. Zaten, “ekonomi- politik” reddeildi mi, geriye ekonomi bilimi adına, bazı istatistiksel analizler dışında hiç bir şey kalmaz.

Borsada dönen hokkabazlıkları anlamak için, ekonomi bilgisinden çok, piyasa bilgisi gereklidir ve kumarhane işletmeciliği bunu rahatlıkla öğretir. Biraz para sayabilecek bir “yetenek”, biraz hırs, biraz paraya tapınma, biraz rakamları eğip bükme ve bol hile ve dolap bilme önemlidir.

Ve kapitalist sistem, bugünlerde borsa da dönen kumardan anlamayana, ekonomist demiyor.

Bir üniversitede öğrettikleri kadarı ile ekonomi bilgisi, mesela bize, 11 Eylül saldırılarını anlama olanağı vermez. Çünkü bu, tamamen bir saldırıdır ve ekonomiden tamamen ayrıdır. Zaten, her şey birbirinden ayrıdır. Bir kumarhane sistemi ile milyonlarca insanı açlığa itmek ile, kilisede ya da camide ibadet etmek birbirine karıştırılmaması gereken tamamen ayrı konulardır.  Hiç bir şey, bir diğeri ile bağlı, bağlantılı değildir. İşte size açıklama metotları. 11 Eylül saldırısı ile, mesela onu takip eden 5 yıl içinde, dev silah şirketlerinin cirolarında ve karlılığında meydana gelen artış arasında asla ilişki olamaz. Haşa. Hatta, silah sanayinin bu denli desteklenmesi ve savunma harcamalarındaki astronomik artışlar, kapitalist sistemin krizine çare aramak da değildir.  İşte size günümüzün cilalı ekonomisti.

Oysa hayatın gerçeği böyle değildir. Nasıl ki, bir montaj hattında, sadece vida sıkan bir işçi, ne ürettiği ile ilgili değildir ve bunu sağlayan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir, aynı şekilde borsadaki hisseler üzerine ekonomik-istatistiki analizler yapan bir kravatlı uzman da, ekonomik sistemin farkında bile değildir ve bunu sağlayan, üretim araçları ve bilgi üzerindeki özel mülkiyettir.

Bugün, bir ekonomiste Türkiye ekonomisi hakkında sorular sorarsanız, size bir çok laf edecek, ama gerçekte, bir tek anlamlı söz söylemeyecektir. Ekonomi-politik biliminden uzaklaşınca durum bu olur.

Mesela, doların neden yükseldiğini, ya da neden yükselmediğini tartışanlara bakın, hepsi, yalan söylüyor veya söylenen yalanları tekrarlıyorlar. Trump gelince böyle oldu, tüm dünyada dolar yükseliyor vb. Bunlar elbette açık yalanlardır.

Mesela doların yükselmesinde, çökmekte olan ekonominin, çökmekte olan inşaata dayalı sistemin, büyük rant ekonomisinin payı yok mudur? Mesela, Suriye savaşının ve bu savaşta Türkiye’nin kaybeden tarafta olmasının, bu arada da yaptığı savaş harcamalarının payı yok mudur? Mesela, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın maliyetleri bunda etkili değil midir? Mesela burjuva anlamda dahi, hukukun ortadan kaldırılmasının bunda payı yok mudur?

Eğer ekonomistimiz bu alanlara girer, bu alanlar üzerinden analizler yapmaya başlarsa, kendisine “konuşma yasağı”, “susma mecburiyeti” getirilecektir. Elbette, hala “özgür” olmaya devam da edecektir.

***

Diyelim ki ekonomistimize, ülke ekonomisinin durumunu soralım. Size pembe bir tablo çizecektir, yoksa zaten kendisi “ateşte kızartılma” cezasına maruz kalacağını bilmektedir.

Efendim, ne kadar otoyol, ne kadar köprü, ne kadar havalimanı yaptıklarını anlatacaktır. Ama bu arada kapanan fabrikaları söylemeyecektir.  Özelleştirmeleri, bir başarı olarak sunacaktır.

Mesela özelleştirmelerden gelen 62 milyar doların, 2002 yılından bu yana, acaba, örtülü ödenek harcamaları ile bağını kuracak bir ilişkiden söz etmeyecektir. Örtülü ödeneğin ise ne için kullanıldığı hakkında hiç bir şey söylemeyecektir.  Şeffalıktan söz edecekler ama örtülü ödenek harcamaları hakkında bilgi vermeyeceklerdir. Burada az buz bir miktardan söz etmiyoruz. Bu paralar ile, örtülü ödenek harcamaları arasında acaba bağ var mıdır?

***

Üçüncü köprünün, ne demek olduğu üzerine konuşmayacaktır. Üçüncü köprü, ihaleye  ilk çıktığında, kamulaştırma harcamaları ne kadar idi, ikinci kere çıktığında ne kadar idi? İkinci kere ihaleye çıktığında, o zamanın ulaştırma bakanı, bugünün Başbakanıdır ve 2 milyar dolarlık kamulaştırma harcamasının kime yapıldığını biliyor olmalıdır.

Köprünün, hangi ulaşım sorununu çözdüğünü, İstanbul’da günlük trafiğin ne kadar da rahatladığını bize kim anlatacaktır?

Köprünün geçiş ücretlerini, bu ücretlerin dolar cinsinden deklere edilmesini bize anlatmayacaktır. Devletin, her gün köprüden belli sayıda aracın geçişini garanti ettiğini söylemeyecektir. Ve utanmadan bize, aslında köprü için devletin para vermediğini söyleyecektir. Yalan, kuruklu yalan olmadan yoluna devam edemez.

***

Neden üretime dönük yatırımlar yok ediliyor da, ranta dayalı bir ekonomi yaşatılıyor? Bu konuda bize bir şey söyleyecek bir ekonomi-politik karşıtı ekonomist var mıdır?  Tüm otoyollar, tüm köprüler, tüm havalimanları birer rant kapısıdır ve böyle planlanmıştır. Bu aynı zamanda, her açıdan bir yağma ekonomisidir. Doğa yağmalanmaktadır, tüm ülke kaynakları yağmalanmaktadır, vergi gelirleri yağmalanmaktadır. Hem de öyle bir hızla yağmalanmaktadır ki, görünüşe göre, ülkeyi yönetenler, kendilerine çok kısa bir iktidar ömrü biçmektedirler ve bu nedenle alabildiğine hızlı bir yağma hareketi yürütmektedirler.

Bugün, Kasım sonu itibari ile, ülkede var olan ekonomik kriz, sanıldığı ya da gösterildiğinden daha derindir. Elbette bunun bir yanı, dünya kapitalist sisteminin krizinin etkileridir. Ama daha önemlisi, Suriye savaşı ve içerde süren savaş halidir. Bu iki savaş atlanarak, kriz anlaşılamaz.

Kriz, ancak dolar kuru yükseldiğinde anılmaya başlanmaktadır. Oysa konu sadece bu değildir. Ülkede, büyük ölçüde bir yağma ekonomisi vardır ve bu dünya çapında süren paylaşım savaşımı ile de bağlıdır. Bu yağma büyük karlar, yeni süper zenginler demektir. Ama aynı zamanda büyük yoksulluk, büyük fakirleşme de demektir. Gelirin yeniden dağılımı demektir.

Bugün, ülkedeki hemen herkes, gelecek gelirini harcamaktadır. Kredi kartlarına, bireysel kredilere, konut kredilerine büyük oranda gömülmüş bir gelecek sözkonudur. Ve çok küçük bir kırılma, zincirleme reaksiyonlara gebedir.

Bugün, işsizlik rakamlarının yükselmesi, doların yükseleşinin geliri azaltıcı etkileri vb, büyük ölçüde kırılmalara neden olacaktır. Krediler ödenemez hale gelecektir. Bankaların elinde şimdiden biriken konutlar, giderek düşük fiyatlara pazara sunulacaktır. Büyük çaplı islafla devreye girecektir. Devlet, süreci toparlamak için, mutlaka faiz artışına gidecek, zaten çok düşük olan doviz rezervlerini tüketecektir. Konut alanında bir çökme, rant ekonomisinin zorunlu sonucudur. Başkası mümkün değildir.

Krizin faturası halkın üzerine yıkılacaktır. İlk iş olarak ücreleri aşağıya çekici bir sistem devreye girecektir.  Ücretlerin satın alma gücü düşecektir.

İkinci olarak, zorunlu tasarruf fonu gibi fonlar, işsizlik sigortası gibi fonlar kurulacak, ve tamamen yağmalanmaya açılacaktır. Bu elbette işçi ve emekçilerin gelirlerinin gasp edilmesidir. Daha şimdiden Bireysel zorunlu emeklilik sistemi oluşturma çabaları biliniyor.

Elbette, üçüncü olarak, sendikalara karşı bir saldırı devreye sokulacak, sendikaların ses çıkarması önlenmeye çalışılacaktır.

Dördüncü olarak, küçük esnaftan, küçük burjuvaziden, değişik adlarla, kelle vergisine benzer vergiler yolu ile paralar toplanmaya başlanacaktır. Vergiler artırılacak vb.

Tüm bunlar, büyük çapılı yoksullaşma sürecidir. Krizin faturasını halka yıkmanın en önemli aracı, kuşkusuz baskı ve şiddettir. Devlet, bu nedenle, çobanlık sistemini tartışmaya açmış, bu arada da baskı ve şiddeti , halka karşı yasakları artırmıştır. Bir koyun sürüsünü yönetir gibi, ülke yönetilmek, işçi ve emekçiler sürüleştirilmek istenmektedir.

Borçlu olma, işsizlik tehtid olarak kullanılmaktadır ve başka da çareleri yoktur. Yoksulluk arttıkça, sadakaya muhtaç bir kitle oluşmakta, kömür ile oy satınalma olanakları artmaktadır.

Derin bir krizin içinde olduğumuz açıktır.

Krizin sonu da görünmemektedir.

İşçi ve emekçiler, ancak, bu krize karşı, kendi fabrikalarında işyeri komiteleri kurarak, örgütlenerek mücadele edebilir.

 

Savaş çıkmazı

Dışarıda, Suriye savaşı, tüm bölgeyi sarmıştır ve savaşı büyüten güçlerden biri olarak Türkiye, bu savaşta da bir çıkmaz içindedir.

Bugünkü aşamasında Suriye savaşının içerideki savaşa etkileri sürekli büyümektedir. Aynı biçimde içerideki savaşın da bölgesel etkileri büyümektedir.

Türkiye, kendisinin bir parçası olduğu bölgeye, emperyalist güçlerin, özellikle de ABD’nin gözlükleri ile bakmaktadır. ABD, bölgede bir kaos istiyorsa, Türkiye buna aracı olacak hamleler yapmaktadır. IŞİD’i destekle dendiğinde ona girişmektedir. Esad gitmeli dediğinde, hemen emri almış bir tetikçi gibi buna soyunmaktadır. Washington’da “İslam içi mezhepler savaşı” tartışıldığında, Türkiye, hiç vakit kaybetmeden bu savaşın senaryolarına uygun Sünni bir imparatorluk heveslerine yönelmektedir. ABD’nin istekleri, Türkiye’nin zenginlerince, kâr olanağı olarak ele alınmaktadır. Ve Türkiye, bu bölgede ne kadar pis iş geliştirilmiş ise, başka birkaç ülke ile birlikte bunun içinde yer almaktan geri durmamıştır.

ABD, bölgenin paylaşımından söz ediyor. Türkiye, buradan heveslere kapılıp, kendi topraklarını büyüteceği düşüncesine temel arıyor. Oysa, bölüşülecek pastanın içindedir Türkiye. Bunu biz söylemiyoruz, tüm Batı bunu söylüyor.

Türkiye, tüm bu kirli savaşın içinde, bir bölge gücü olarak, geleceksiz bir yola girdiğini fark etmiyor bile. IŞİD petrollerini taşımanın kârı, gözleri kör ediyor. Ülke ve halk gerçeği yönetenlerin ilgisinin dışındadır.

ABD, çok uzaktadır. Burada dökülen kan, bir anti-Amerikan kin biriktirse de, buradaki halklarla birlikte yaşayacak değildir. Ama Türkiye, tüm halkları ile bölgenin bir parçasıdır ve bölgede seveni kalmayan bir ülke konumundadır. Elbette Katar ve Suudi Arabistan, İsrail hariç.

Tüm bölgeyi kana boyamakta olan bu savaş, Türkiye halklarına hiçbir şey kazandıramaz. Halkların, işçi ve emekçilerin ihtiyacı olan, yeni topraklar değildir. Halkların ihtiyacı olan, özgür ve bağımsız bir ülkededir. Halkların ihtiyacı olan, başkalarının toprakları değildir. Halkların ihtiyacı olan Osmanlı topraklarının yeniden ilhakı değildir. Çünkü tüm bunlar, bölge halklarına karşı katliam ve yağmacılığın sahnelenmesinden başka bir şey değildir.

Bugün Suriye’de insan haklarından söz edenler, gerçekte, bölgeyi yok edenler, katliamlar devreye sokanlar, IŞİD’i yaratanlardır. Irak savaşı ve sonuçları tüm çıplaklığı ile ortadadır.

Türkiye, müttefiki olduğu, tetikçisi olarak davrandığı ABD politikaları ile, kendi Osmanlı heveslerini boşuna beslemektedir. Bu savaşın, ülkemize, ülke halklarına kazandıracağı bir şey yoktur. Bu savaş, bir insanlık suçudur.

Suriye savaşı, içeride de savaş politikaları ile birleşmektedir. Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaş, katliam politikalarına evrilmiştir. Kürt şehirleri, Suriye ve Irak şehirlerine benzetilmiş, yakılıp yıkılmıştır.

Savaş, 7 Haziran 2015’te ortaya çıkan sandık sonuçlarının tanınmaması ile, bir üst evreye çıkarılmıştır. Saray ve devlet, tüm güçleri ile, halka karşı bu savaşı tırmandırmıştır. 7 Haziran seçimlerine karşı gelişen Saray darbesi, bugün, başka darbelerle birleşerek, OHAL rejimini ortaya çıkarmıştır.

OHAL rejimi, hem katliam politikalarının devreye konulmasıdır, hem de buna karşı çıkacak her türlü sesin bastırılması demektir. OHAL rejimi, halkın esir alınması girişimidir.

Tüm bu politikalar, aslında, bir çıkmazın işaretidir.

Savaş, çıkmaz bir sokaktır.

Halkların tüm iradelerinin yok edilmesi ve bir çoban-sürü sisteminin yaratılması isteği; nafile çabalardır.

Artık yolun sonu gözükmektedir. Halkların iradesini kırmak mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, IŞİD benzeri saldırganlık, IŞİD benzeri çeteleşme ile, devlet halkları tehdit etmektedir. Ama bu tehditler de işe yaramayacaktır.

Her gün ülkede cenazeler gelmektedir. Her gün devlet yetkililerinin ağızlarından kan damlamaktadır. Ama bunun bir çıkmaz olduğu da açıktır.

TC devletinin savaş politikaları bir çıkmazdır.

Tüm bu baskı ve şiddete rağmen, tüm bu halkı esir alma savaşımına rağmen, ardarda gelen darbelere rağmen, işçi ve emekçilerin sürüleştirilmesi çabalarına rağmen, basının yalan bombardımanına rağmen, halkta derinden derine mayalanmakta olan özgürlük isteği, barış ve eşitlik isteği, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya isteği filiz atmaktadır, sokakları güzelleştirmek üzere kendine yol aramaktadır.

Çıkış da budur.

Berat Albayrak: Kriz eşittir fırsat

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) bu yıl 6’ncısı düzenlediği Geleceğin Gücü Girişimciler G3 Forum’u kapsamında düzenlenen panelde Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı, damat Albayrak soruları yanıtladı.

Albayrak, dünyanın çok ama çok kritik bir dönemden geçtiğini belirterek, “Çok büyük krizlerin içinde ve daha büyüklere gebe bir süreçten geçiyor. ‘Kriz eşittir fırsat’ felsefesinden baktığımızda meseleye, her kriz kendi içinde birçok fırsatı doğurur. Girişimcilik, oluşan alanları doğru şekilde kullanmak ve netice almaksa, aslında bugün çok doğru bir dönemden geçiyoruz.” dedi.

Çin ekonomisindeki büyümeyi örnek gösteren ve son 15 yılda çok önemli gelişmeler yaşandığını dile getiren Albayrak, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Bölge, coğrafyamız, dünyadaki petrol ve gaz rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasını barındırıyor. Bugün bu çatışmaların, uyuşmazlıkların yaşandığı böyle bir iklimde, bu coğrafyadan küresel ekonomiye ve küresel sisteme yayılan bu sorunlar önümüzdeki süreçte artan doğu ekonomi dominantlarında ne tür fırsatlar doğurur? 100 yıllık yeni bir kırılmanın tam eşiğindeyken müthiş fırsatlara gebe bir ekosistemle karşı karşıyayız, bunu iyi değerlendirmemiz gerekir” dedi.

Müthiş fırsatlar dedikleri, bölge halklarının yıkımı, sefaleti pahasına paylaşım savaşının derinleştirilmesi, bölge kaynaklarının yağmalanmasıdır. Hatırlatmalıyız ki, her kriz toplumsal mücadele açısından da fırsatlar sunar. Ezilenlerin zincirlerinden kurtulması için isyan etmesi, işçi sınıfı ve halkların kanıyla beslenen kan emicilerden kurtulabilme fırsatı. Biz de bu fırsatı kollayacağız!

Kaynak: AA, 25 Kasım 2016

 

 

Çürümüş kumarhane; ABD seçimleri

Trump’ın seçilmesi, ABD basını için, büyük “şaşkınlık” oldu. Ya da iyi rol yapıyorlar. Şaşkınlık oldu diyelim, bu durumda, ya kendileri desteklediği için Clinton’un kazanacağına kuvvetle inandılar, ya da, artık ne araştırma şirketlerinin, ne de basının bir ciddi işlevi kalmamıştır.

Sürekli manipülasyon aracı olan basın ve araştırma şirketleri, baştan aşağıya çürümüştür. Demek ki, bu sonuç tam ve kesin olarak ortaya çıkıyor. Ve elbette bu, bizim tüm kapitalist sistem için vurguladığımız durumun kanıtıdır da.

Kapitalizmin son yıllarını, tekelci karekteri ve finans alanındaki gelişmeleri göze alarak  “kumarhane” olarak nitelendirenler vardır.  Artık üretimden çok, pazara sahip olmak, tekelci gücü artırmak için, hisse senetleri ile oynamak, finansal hareketler vb, önem kazanmış durumdadır. Aslında bu sistemin çoktan sınırlarına geldiğinin ifadesidir.  Biz Marksistler için bu uzun süredir geçerli bir analizdir.

Ama başlıktaki “çürümüş kumarhane” tam da buradan gelmiyor. Çürümüş sistem desek de işi anlatıyor ve daha doğru anlatıyor. Ama seçimlerde hile olacağı vurgusu, özellikle Trump tarafından dile getirilmişti. Trump, seçimlerde hile bekliyordu. Şİmdi ise Clinton, seçimlerde hile oldu bile diyemiyor. İlk sonuçlar gelmeye başladığında, Al Gore ve Bush seçimlerindeki gibi bir durum umanlar, “zarlar hileli” demeye başlamışlardı. Bunlar daha çok Clinton taraftarı idiler.

İşte biz de, sadece “zarlar hileli” demenin yetmediğine inandığımız için, sistemin çürümüş olduğunu vurgulamak üzere, bu başlığı seçtik. Yani, mevcüt kapitalist sistemde, hemen hemen her ülkede, hem zarlar hilelidir ve hem de sistem köhnemiş, kumarhane dökülmektedir.

Artık, bir bütün olarak kapitalist sistem, fazladan ömür sürmüş bir yaratık gibi, çirkinleşmiştir, çürümüştür, köhnemiştir. Seçimleri de buna uygundur. Basını da buna uygundur, araştırma şirketleri de buna uygundur.

Amerikan seçimlerinin geçmişine bakarsak, bugün Trump’a yüklenen olumsuzlukların hiç eksik olmadığını görürüz.  Trump’ın akılsız, kaba, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı vb olduğu söyleniyor. Peki, ya Bush ne idi? Ya Regan, ya Einzinhover ne idi? Peki ya seçilmiş olması halinde Bayan Clinton, daha mı az ırkçıdır, daha mı az savaş severdir, daha mı az ayrımcıdır?

Belki şöyle söylemek yerinde olur: bir çok başkan göstermiştir ki, ABD’yi yönetmek için, bir özelliğe sahip olmak gerekmiyor, Başkanın bir yüksek değerler sistemine, bir etik ve estetik  birikime, bir kültürel altyapıya, bir pozitif bilgi birikimine vb sahip olması gerekmiyor. Bunu biz, zaten Regan’dan biliyoruz, zaten Bush’dan biliyoruz. Demek ki bu bilgimiz yeni değildir. Belki, Clinton seçilecek diye büyük umutlara sahip olmuş mesela Murat Belge, yeni öğreniyor olabilir. Kabulümüzdür, her şeyin bir vakti saatı vardır.

Ama Clinton üstüne biraz durmalıyız. Ne anlama geliyor biz sahiden bilmiyoruz, Amerika’da bir “demokrat” parti var. Bu partinin neden adı “demokrat”, bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Çünkü, Cumhuriyetçi parti ile bir farkını, bugüne kadar biz göremedik. Bu “Demokrat” partinin, adaylarından bir Sanders idi. Sanders, elbette, Clintonla karşılaştırılamayacak kadar, insan idi. Diğer özelliklerinin ne kadar anlamı olduğunu bilmemiz mümkün değil. Ama insan olduğu anlaşılıyordu. Sanders, acaba, nasıl oldu da Clinton’a karşı kaybetti? Gerçekten, demokratik bir yarış ile mi kaybetti? Acaba, Trump’a kaba, ırkçı, ayrımcı diyenler, neden bir tek gün olsun Sanders’i savunmadılar?

Daha da ilgi çekici bir fikir ortaya atalım, acaba, Clinton Sanders yarışında, bugün Trump’ın kazandığı ve işçi sınıfının yoğun olduğu eyaletlerde, acaba Sanders, Trımp’a karşı kaybeder miydi?

Şimdi, bir çok “yorumcu”, Trump’ın tepki oylarını aldığını söylemektedir. Diyorlar ki, işçi ve emekçiler, sistemden çektiklerinin bedelini, sistemin dışından olduklarını düşündükleri Trump’a oy vererek almak istediler.

Diyelim ki doğru, demek ki, sisteme karşı tepki duyanların, işini, evini, gelirini kaybetmiş olanların oy verebilecekleri gerçek bir alternatif yoktur. Yani, işçi ve emekçilerden yana bir parti yoktur. Ve iki parti üzerine kurulu bu hollywood sistemi, sahnede durduğu gibi, sahada durmuyor. Demek ki her seçim, gerçek anlamda bir hayal kırıklığıdır. Demek ki, Amerikan toplumu, iki kanala zorla akıtılmaktadır.

İşte size Amerikan “demokrasisi”.

Paranın gücünün konuştuğu bir seçim kampanyasıdır bu. Yani, paranız varsa kazanabilirsiniz değil, paranız varsa kampanya yapabilirsiniz. Önce, büyük parababalarından size destek gelecek. Kampanyanıza büyük bağışlar gelecek. Bu bağışlar elbetteki sizin politik olarak yapacaklarınızın da yönünü belirleyecektir. Çok para varsa, kazanma şansınız da artıyor.

Bu durumda seçim, daha çok kapitalist sınıf içinde bir seçimdir.

Eskiden, iş sahibi olmayan, vergi vermeyen kişiler seçimlerde de oy kullanamazdı. Oy kullanabilmeniz için, köle olmamanız gerekirdi. Kapitalist sistemde burjuva demokrasisi, genel oy sistemini getirdi. Herkes oy kullanabilmektedir. Ama seçimlerin sonuçlarından emin olmaları gerekiyor ve tekelci kapitalizm, buna olanak vermektedir. Bu durumda, seçilecek olanı, önceden, para ile seçmek, ve sonra bu iki seçilmiş arasında bir yarış ortaya koymak gerekir. İşte yaptıkları da budur.

Buradan iki sonuç çıkar:

1- Para ile seçilmiş olanlar içinden, kim seçilirse seçilsin, egemenler için durum değişmeyecektir. Yani, ister Trump seçilmiş olsun, ister Clinton, aslında egemenler için hiç bir şey, değişmeyecektir. Elbette bunlardan hangisinin seçileceği de önceden bellidir ve esas olarak, bu seçim, halka onaylatılmaktadır. Böylece bir “demokrasi” havası yaratılmakta, seçilmiş Başkan’a bir meşruluk kazandırılmaktadır.

2- Hiç bir zaman ülkeyi bir Başkan yönetmemektedir. Başkan’ın etrafında bir grup ayarlanmaktadır. Esas yönetim işlevi ona aittir. Olası aşırılıkları önlemek, zamanı geldiğinde bazı değişiklikleri yapabilmek için, sistemin kontrol mekanizmaları vardır. Bu mekanizma içinde senato ve mecliste, egemenlerin kendi adamları vardır.

Seçime katılım oranı %53 dür. Aslında bizim ülkemizden bir çok yazar, eğer Clinton seçilmiş olsa idi, bunu önemsemeyecekti. Ne yapsınlar, onlar bu seçim işlerini ciddiye alıyorlar. Oysa şimdi, Trump’ın aslında oyların çoğunu aldığı durumun, gerçekte seçime katılmayan Amerikalılları da sayarsak, toplumun %25’ine denk geldiğini yazmaktadırlar. Doğrudur. Zaten bu durumun kendisi, seçimlerin halk nezdinde önemini kaybettiğini göstermektedir. Ve tüm sistem, her zaman manipülasyona açıktır.

Mevcut sisteme bakacak olursak, işçi ve emekçilerin bir adayının gün gelir de seçimi kazanmasının tek yolu olduğu ortaya çıkmaktadır. İlkin, toplum çok geniş ölçüde örgütlü olmalıdır. Öyle ki, zenginlerin vereceği milyon dolarlara karşılık, halktan gelecek birer dolarların toplamı bir anlam ifade edebilsin.  Ve elbette bu durumda devlet, yani polis, yani yargı, yani ordu, yani bürokrasi, yani CIA, yani FBI vb seçimlerin eşit koşullarda müdahalesiz yapılmasından yana olsun. İşte bu nedenle, bu duruma mucize denilmektedir. İşte bu nedenle, sadece “zarlar hileli” demek yetmez, kumarhane sistemi öyle kurulmuştur. Ve işçiler, tüm sistemi yıkmadan, bir tek hak kazanamaz duruma gelmektedirler.

Bugün, Trump’ın kazanmasına sevinenler de, Clinton’un kazanmasına üzülenler de gerçeğin farkında değildirler.  Deniyor ki, Erdoğan Trump’ın kazanmasına, daha doğrusu Clinton’un kazanmamasına sevinmiştir. Çünkü Gülen, Clinton’un kampanyasına bağışta bulunmuş. Eğer buna da seviniyorlarsa, vah hallerine. Demek ki, Erdoğan’a IŞİD konusunda görev veren, Albayrak’ı IŞİD petrolleri konusunda komisyoncu yapan bayan Clinton, Trump’dan daha az dost öyle mi?

Tekrar olması pahasına, buradan sevinç ya da keder duyanlar, ancak sistemi bilmeyenler, anlamayanlar, ya da anlamamakta ısrar edenler olabilir.

Hangisi daha ırkçıdır, Trump mı, yoksa Clinton mu? karar vermesi çok güçtür. Gelin şöyle diyelim, her ikisinde de ırkçılık farklı dozlarda vardır, ve bu demektir ki, Amerikan elitleri, Amerikan Tekelleri, artık ırkçı politikacılara ihtiyaç duymaktadırlar.

Hangisi daha çok savaş yanlısıdır? Trump mı, yoksa Clinton mu? Bu kez de Clinton’un daha fazla savaş yanlısı olduğunu görürsünüz. Ama ikisi de savaş yanlısıdır.  Demek ki, Amerikan tekelleri, bir dünya savaşını kundaklamaktadır ve buna çoktan başlamışlardır. Clinton seçilse idi, bu kundaklamaya Ortdaoğudan hız vereceklerdi, şimdi, Trump ile bir adım geri atıp, nefes alıp tekrar saldıracaklardır.

Obamayı ele alın. Obama, barıştan söz ederek iktidar oldu. Oysa dünya çapında, ABD saldırganlığı, 8 yıllık Obama döneminde, ilk yıl hariç sürekli artmıştır. Obama, kendisi bir beyaz değildir ve Obama dönemi, siyahlara karşı ırkçılığın, saldırganlığın yükseldiği bir dönem olmuştur.

Acaba Clinton mu daha ayrımcıdır, yoksa Trump mı? Konu kadınlar olduğunda Trump biraz ağır basar, ama Clinton bu konuda bile Trump’la yarışabilecek kadar egemen kültür ile donanmıştır. Sadece Wikileaks’in yayınladığı emaillerine bakın, gerisini anlamanız yeterli olacaktır. Trump’ın ırkçı, cinsiyet ayrımcı sözleri, aslında Clinton’da derinde zaten vardır.

Bu vesile ile, bizim ülkemizde gazeteciliğin nasıl bittiğine de tanık oluyoruz. Koskoca basından bir tek kişi çıkıp da, mesela Erkek Clinton başkan seçildiğinde acaba, Trump kime bağış yapmıştır diye bakmaz mı?

Bugün, öyle anlaşılıyor ki, ABD devleti, devlet olarak, bazı konularda restorasyona gidecektir. Bunlardan ilki, Suriye savaşıdır. ABD, Suriye’de yenilmiştir. Bu açıktır. Bu durumda ABD, bu savaşın maliyetini birilerine yükleyerek, burada bir hamle yapma şansı kazanmak istemektedir. Elbette bu “barış” demek değildir. Daha uzun süre, Amerikan egemenlerinin, Rockshilde ve Rockerfellerin barış kelimesini ağızlarına almayacaklarını biliyoruz. ABD, sadece burada bir hamle yaparak, daha fazla kaybetmeden, durmak, sonra başka bir alandan yeniden saldırmak istemektedir. Bu doğru ise, bunu, Suriye savaşını yöneten kadronun değiştirilmesi ile görebiliriz. Ve bu doğru ise, IŞİD ile bağlantılı ülkelerde yansımaları olacağı açıktır, ki, bu ülkelerin başında Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, İngiltere ve İsrail gelmektedir. Trump ile ilgili medyada ortaya çıkan yaygaranın nedeni de budur.

Tüm bunların geçici olacağı da kesindir.

Ama bu konuda bir karar olmadan, Trump seçilmiş olamaz. Trump’ın seçilmesi demek, Clinton’un (ki kendisi bu savaşın mimarlarındandır ve IŞİD’in mimarlarından biridir)  politikalarının artık kabul görmemesi demektir. Tümden mi? Elbetteki hayır, sadece yenilmek demek, mutlaka bir bedel ödemek demektir. Sonra, aynı politikalar, başka bir biçimde devreye sokulacaktır.

Trump’ın seçilme nedeni budur. Seçimi, Amerikan egemenleri yapmıştır.

Trump’ın oy almasının nedeni ise farklıdır. Trump, daha çok işsizlik ve evsizlikle açıklanacak fakirleşme nedeni ile bir miktar oy almıştır. Burada bir çare olduğundan değil, sistemin hataları üzerine konuşulduğundan.

Burada akla bir soru gelmektedir.

Bugün, Trump karşıtı olarak sokaklara çıkanlar, gösteriler yapanlar acaba kimdir? Daha çok oy vermiş olanlar mı, yoksa seçime hiç katılmamış olanlar mıdır? Daha çok işçi ve emekçiler midir, yoksa daha çok borsada oynayan brokerlar mıdır? Araştırmaya değerdir.

Daha çok işçiler, daha çok oy bile vermek için sandığa gitmemiş olanlardır. Sandığa gitmemiş olanların gitmemesinin ana nedeni, Clinton’a inanmamalarıdır ve Trump’ın seçilme şansını basının çok düşük vermesidir. Sanders aday olsa idi, seçime katılma oranı %65’leri zorlayacaktı.  Ama Sanders’i denetim altına tutmak, Trump’ı denetim altına tutmaktan bir hayli daha zor olacaktı.

Amerikan toplumunda gelişen tepki, son derece önemlidir ve seçimlerden bin kat daha fazla değerlidir. Amerikalılar, çaresizlik içinde sokaklara taşmaktadırlar. Clinton’u seçmek istemediler ama Trump’a da razı değildirler.

Ve ne yazık ki, toplum yeterince örgütlü değildir. Amerikan toplumunda sol, gerçek anlamı ile bir sosyalist eğilim, bundan böyle daha da güç toplayacaktır.

ABD, dünyayı yağmalamanın verdiği avantajları bugüne kadar kullanmıştır. Ama bu durum, üretimin bütünü ile uzakdoğuya kaymasına neden olmuş, giderek üretimden kopma hızlanmıştır. Şimdi, bir ölçüde yolun sonu görünmektedir. Buna savaş harcamalarını da eklemek gerekir. Trump, NATO dahil, bir çok savaş harcamasını gündeme getirirken, bu nedende “sempatik” bulunmuştur. Ve bugün, ABD, bu açıdan yeni yollar arayışındadır. Ama bu arayış, daha fazla barış anlamına gelmeyecektir, bu arayış ABD’nin içe dönmesi anlamına gelmeyecektir. İşte halkın sezgisel olarak gördüğü budur.

Aynı durum, tüm Avrupa’yı tedirgen etmektedir. Avrupa, ABD ve Rusya arasında gelişecek işbirliğinden tedirgindir. AB, uluslararası ticaret anlaşmalarının gleceğinden endişelidir. Avrupa, NATO harcamalarının kısıtlanmasından tedirgindir. Bunların ihtimal halinde olması dahi, Avrupayı tedirgin etmektedir.

İşte tam da bu nedenle Amerikan Tekelleri, bu politikaları revize etmek istemektedir. Elbette ABD yeniden güç toplamak istiyor, buna göre yeniden savaşa hız verecektir. Ama bugün, Suriye savaşı ile gelinen durum, ABD açısından bir yenilgidir. Elbette, lokal savaşlar, daha büyük savaşın bir parçası olan savaşlar konusunda yenilgi ve zafer kalıcı değildir. Bunu bilerek, bu değişikliklere yeltenmektedirler. Böylece ABD şansını yeniden deneyecektir. Yoksa ne savaş politikaları devreden kalkacaktır, ne de yeni bir barış dönemi filizlenecektir.

Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın paylaşılması savaşımını durdurmak açısından, ne Clinton bize bir fayda sağlardı, ne de Trump bir fayda sağlar. Bu açıdan, Amerikan halkının  tepkisi, örgütlülüğü, olası direnişi bir anlam ifade edebilir.

Aynı biçimde, dünya barışının sağlanması, zaten çürümüş olan ve en ateşli savunucuları tarafından bile savunulacak hiç bir yönü kalmayan kapistalist sistemin yıkılması ile mümkündür. Bu da yeni bir sosyalist devrimler çağıdır.

Bu bölgemiz için de geçerlidir. Bölgemiz halkları, ancak bir sosyalist devrim ile, özgürleşebilir, bağımsızlıklarını elde ederek emperyalist güçleri bölgemizden kovabilir, barış içinde yaşabilir.

Amerikan seçimleri bize gösterdi ki, ne Trump, ne Clinton, dünya kültürel, sosyal, ahlakı, etik, esteik değerlerinin taşıyıcısı değildirler. Dünyanın en zengin ülkesi, insanı değerler açısından en fakir iki adayının yarışına sahne oluyor. Bu sadece bu seneye özgü de değil. Süreklilik kazanmıştır ve her seferinde daha kötüsü ile karşı karşıyayız. Ve Avrupa, bu konuda Amerikadan farklı değildir. Çürümedir bu.  Bu çok açık olarak, dünya egemenliğine soyunan egemenlerin, tekellerin, parababalarının tümünün, insanlığın karşısında olduğunun kanıtıdır. İnsan olmak, bu sisteme karşı tümden bir mücadele vermekle mümkündür.  Kapitalizmin yıkılması, devrim ve sosyalizm, bugün, insanlığın yakıcı sorunu haline gelmiştir.  Dünyamızın geleceği ve insanlığın geleceği, kapitalizmin yıkılması mücadelesine doğrudan bağlıdır.

Bu nedenle, ya sosyalizm ya ölüm, bir kere daha gündemdedir.

Sabah yazarından bir garip dolar yorumu: 3,30 olmuş; olsun, bize ne elâlemin parasından!

Gayberi, ekonomiye dair konuların ekonomistlere bırakılması gerektiğini söylerken “Alanım değil zaten” dedi. Gayberi, söylediği sözler için “bir ekonomist arkadaşını” referans gösterirken HDP’li Ziya Pir, Twitter’dan “Arkadaşın Yiğit Bulut mu, Hilal Cebeci mi?” diye sordu.

Dolar kurundaki artış (TL’deki değer kaybı) hayatımıza nasıl yansır?

  • Enerjide petrol ve doğalgaz fiyatlarında maliyetler artıyor. Benzin, ulaşım ve ısınma giderlerine ZAM kapıda!
  • Meyve sebze açısından hammadde fiyatları, maliyetler artıyor. Dolayısıyla artan maliyet, patlıcanı, biberi, domatesi alan tüketicinin daha çok para ödemesine yol açıyor. Gıda fiyatlarına ZAM kapıda!
  • Türkiye; Uruguay’dan et, Kanada’dan nohut, bezelye ve yeşil mercimek, Çin’den kuru fasulye ithal ediyor. Nohutun, mercimeğin, etin ve daha nice gıda ürününün fiyatı dolar üzerinden belirleniyor. Tüm bu gıdaların FİYATLARI ARTIŞTA.
  • Elektronik cihazlar ithal olduğu için kur artışı FİYATLARDA ARTIŞ olarak yansıyacaktır.
  • Otomotivde satılan araçların yüzde 50’den fazlası ithal, ZAM gelecektir.
  • Bütün bunlar GENEL ENFLASYON ARTIŞI anlamına gelecek; enflasyon TL’nin bu değer kaybı sonucunda en az 2 puan daha yüksek olacak.
  • Konutta demir çelik gibi ithal girdiler yüksek. Şu anda arz fazlası olsa da önümüzdeki dönemde zam görülecektir. Sektör temsilcileri konutta yüzde 15-20 oranında ZAM olabileceğini ifade ediyor.
  • Tekstilde hammadde fiyatlarındaki artışla giyimde yeni sezon fiyatlarına ZAM gelebilir.

Kaynak: T24, 14 Kasım 2016

 

Dostların arasında, güneşin sofrasında bir kez daha haykırdık: Karanlığa teslim olmayacağız!

En başta bizi yalnız bırakmayan ve karanlığa rağmen direnişi büyüten dostlarımıza teşekkür ettik.

HDP İl yönetimi, Tümbel-Sen, Mücadele Birliği, THİV ve Halkevi’nden dostlarımızın söz alarak süreci değerlendirdiği ve teşekkürlerini ilettiği yemeğimizde, Kaldıraç adına yapılan konuşmada günlerin tüm ağırlığına rağmen direnişin sürdüğü, dayanışma ve direnişle, örgütlenerek ancak bu karanlığı delebileceğimiz belirtildi. İşçi sınıfının kurtuluşu için artık daha fazla emek harcamak gerektiğine değinilirken, asla yılmamanın ve teslim olmamanın zafere götüreceğinin altı çizildi.

Konuşmaların ardından yapılan sinevizyonda, 2013’ten bu yana yaşadığımız sürecin bir panoraması gösterildi. Örgütlenme çağrısıyla sonlandırılan gösterimin ardından, 13 Aralık 1997’de öldürülen Bekir Kilerci yoldaşın Kondu Savaşçısı şiiri okundu.

Şiir ve sinevizyonun ardından ise tüm katılımcılara, yemeğin hazırlık sürecinde emeği bulunanlara ve bizlere kapısını açan Mara kafeye teşekkürlerimizi ileterek programımız son buldu.

Karanlığın içinde, omuz omuza olabilmenin, yanyana gelmekten asla vazgeçmemenin önemini dayanışma yemeğimizde bir kez daha gördük ve gösterdik.

Yaşasın devrimci dayanışma!

Yaşasın mücadelemiz!

Karanlığa boyun eğmeyeceğiz!

Gazi mahallesinde AKA-DER faaliyetleri

Aşure etkinliğinde bir araya geldik

29 Ekim Cumartesi günü Gazi AKA-DER Şube’de “Tarihimize, kültürümüze sahip çıkıyoruz. Aşuremizi birlikte kaynatıyoruz.” diyerek bir araya geldik.

Aşure, yapılışından dağıtılmasına, paylaşılmasına kadar bu topraklardaki halkların ortak kültüründe dayanışmayı ifade eder. Biz de, yapacağımız etkinlik öncesinde bildirilerle mahalle halkını aşure etkinliğimize çağırdık.  Derneğimize gelen mahalle halkıyla birlikte aşuremizi kaynattık ve gelişen sürece dair sohbet ettik. Ardından çevre işyerlerine ve komşulara aşure dağıtımı ve bildiri dağıtımı gerçekleştirdik.

Ankara Valisi’nin meydanlarda aşure yapımını ve dağıtımını yasakladığı günlerde Gazi Mahallesi’ne “Kerbela’dan bugüne zulme karşı direniş sürüyor.”  pankartı astık.

Gazi Mahallesi vekilleri için sokaktaydı

4 Kasım günü tutuklanan HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve HDP milletvekillerine dönük saldırılara dair “İradene sahip çık. Zulme karşı ses çıkar!” diyerek ses çıkarma eylemi gerçekleştirildi. AKA-DER’in de bileşeni olduğu Sultangazi Emek ve Demokrasi için Güç Birliği’nin çağrısıyla gerçekleşen ses çıkarma eylemlilikleri, polisin  gaz ve ses bombalarıyla yoğun bir şekilde saldırmasına rağmen bir hafta boyunca her akşam devam etti.

Tecavüz meşrulaştırılamaz!

Cinsel istismara uğrayan çocuğun tecavüzcüsü ile evlendirilmesi önergesi üzerine birçok ilde sokağa çıkıldı. Biz de 26 Kasım günü, ablukanın yoğun olarak sürdüğü Gazi Mahallesi’nde AKA-DER Kadın Faaliyeti olarak “Tecavüz yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Tecavüz meşrulaştırılamaz.”  yazılı pankart asarak halka mücadeleyi yükseltme çağrısı yaptık.