Ana Sayfa Blog Sayfa 172

Niyazi Kuas sonsuzluğa uğurlandı

DİSK’in kurucu sendikalarından Lastik-İş’in Genel Başkanı Rıza Kuas’ın kardeşi Niyazi Kuas tedavi gördüğü hastanede 26 Eylül’de yaşamını yitirdi. Niyazi Kuas için 27 Eylül’de Beylikdüzü Hacı Sait Ateş Camii’nde tören düzenlendi. Törenin ardından ise Niyazi Kuas sevenlerinin gözyaşları içinde Edirnekapı’daki aile mezarlığına defnedildi.
Cenazeye işçi sınıfı mücadelesinden yoldaşlarının yanı sıra DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Lastik-İş yöneticileri, Kaldıraç Dergisi ve İşçi Gazetesi katıldı. Niyazi Kuas’ın “işçi sınıfının mücadelesinde yaşayacağı” vurgulanan törenin sonunda mezara kırmızı karanfiller bırakıldı.
15-16 Haziran direnişçisi, Niyazi Kuas
Uzun süredir kanser tedavisi gören Niyazi Kuas, sağlık sorunları nedeniyle 15-16 Haziran Direnişinin yıldönümünde Kaldıraç, İşçi Gazetesi, AKA-DER ve Özgür Lise tarafından düzenlenen “15-16 Hazirandan Gezi’ye Direniş Ruhuyla Geleceğimizi Kurmaya” etkinliğine video mesaj ile katılmıştı. Niyazi Kuas mesajında “15-16 Haziran 1970 şanlı işçi sınıfı direnişini yaşayan bir sendikacı olarak, her yıl bu direnişi yaşatanlara selam olsun” diyerek etkinliği selamlamıştı.

Sosyalist Çerkesler: Mücadelesi önünde saygıyla eğiliyoruz
Derby grevi, 15-16 Haziran büyük işçi direnişi ve lastik iş kolundaki birçok direnişin öncülerinden Niyazi Kuas için Sosyalist Çerkesler bir açıklama yayınladı.
Açıklamada, “Kuatsba Niyazi, insanlığın eşitlikçi geleceğini kuracak işçi sınıfı mücadelesinin en önündeydi. Ayhabımız Kuatsba Niyazi’nin kaybı ile Türkiye Kafkas diasporası, Türkiye eşitlik mücadelesi büyük bir insanını kaybetti” denildi.
Sosyalist Çerkesler imzasıyla yayınlanan açıklamada:
“15-16 Haziran’daki mücadele, bizim mücadelemizdir. Senin anadilin Abazaca atasözünde dendiği gibi:
Йгlaтыpxыз aкъaмa гьтapцlaxуaм. (Çıkarılan kama geri yerine konmaz.)
Ayhabımız Kuatsba Niyazi’nin (Kuas) kaybı ile Türkiye Kafkas diasporası, Türkiye eşitlik mücadelesi büyük bir insanını kaybetti. Arkasında onurlu bir hayat, bize miras olan bir mücadele, yolumuzu aydınlatan bir tarih bıraktı.
Kuatsba Niyazi, insanlığın eşitlikçi geleceğini kuracak işçi sınıfının emek mücadelesinin en önündeydi. Kuatsba Niyazi ve ağabeyi, DİSK’in kurucu sendikalarından Lastik İş’in efsanevi genel başkanı, 1965 seçimlerinde büyük bir başarı elde eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) Milletvekili Kuatsba Rıza, omuz omuza iki Kafkasyalı genç olarak, Türkiye toplumsal mücadele tarihinin en büyük olayı olan 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin önderleri olarak ilham kaynağı ve yolumuzu aydınlatan kahramanlar olmuşlardır.
Biz Sosyalist Çerkesler, Kuatsba Niyazi’nin her türden sömürü ve ayrımcılığa karşı mutlak eşitliği sağlayacak işçi sınıfının şanlı mücadelesine unutulmaz katkısı önünde saygıyla eğiliyor, Kuatsba Niyazi ve Kuatsba Rıza gibi insanların toplumumuzdan çıkmış olmasından gurur duyuyoruz.
Ayhabımız Kuatsba Niyazi’nin mücadelesi önünde saygıyla eğiliyoruz.
Умюа ҳамюауп, ҳамюа урлашьоит. (Yolun yolumuzdur, yolumuzu aydınlatıyorsun.)”

İşçi Gazetesi / direnisteyiz3.org – 28 Eylül 2016

‘Senin bayramın kutlu olmasın Lc Waikiki’ dedi işten atıldı

     29 Eylül’de iş yerinin önünde basın açıklaması yapan Sak, İleri Haber’e açıklamalarda bulundu. LC WAIKIKI Deposu’nda çalışma şartlarının çok kötü olduğunu söyleyen Deniz Sak, şöyle konuştu:
“LC WAIKIKI merkez depoda saha elemanı olarak çalışmaktaydım. 28 Eylül’de yani haftalık izin günümde acele beni evden çağırarak işime son verildiği söylendi. Sebep ise 6 aylık pirim sisteminin kurban bayramından önce depoda verileceği söylentisi yayıldı. Bayrama 1 ay kala bunu yaklaşık 6 bölümde yöneticiler ve takım liderleri söyledi. Depoda çalışan toplam 4 bin civarında işçiye yayıldı. İşçiler buna inandı, daha fazla çalışmaya başladı ama yalan söylediler.”
‘Senin bayramın kutlu olmasın Lc Waıkıkı’
“Pirimler yatmadı ve işçiler umduğunu bulamadı. LC WAIKIKI bayram günü kendi facebook hesabından işçilerin bayramını kutlamıştı. Yazının altına yorum yaptım. ‘Pirimlerimizi yatırmadınız senin bayramın kutlu olmasın LC WAIKIKI’ diye ve bunu koskoca kurumsal şirket suç olarak gördü. Şirketi rencide etmiş olmuşum.
Ama asıl amaç sendika üyesi olmam ve işyerinde sendika çalışması yürütmek aktif şekilde.
Şirket zaten son zamanlarda baskıyı artırmış, antre-depo olan iş kolumuzu değiştirmiş, mağazacılık sektörüne sokmuştu. O da yetmiyor gibi işçinin pazar tatilini aldı. Esnek çalışma olan 4’lü vardiya sistemini getirdi. LCWAIKIKI deposunda çalışma şartları çok kötü durumda. Birçok insan bel ve boyun fıtığıdır. Bölümlerde havalandırma yoktur. Dinlenme alanları yeterli değildir.”
‘Açlık grevine girmeyi göze aldım’
“Ben ve içeride yüzlerce arkadaşım ÖZ BÜRO İŞ sendikasına üyeyiz. Bundan sonra ise, eğer ki diyalog yolu açılmazsa, LC WAIKIKI sendikayla görüşmeyi kabul etmez ise, iş yeri komitemizin almış olduğu karar kamuoyu yaratmak, gerekirse boykot kampanyası başlatmak, hatta daha da fazlası olarak benim işyeri önünde açlık grevine dahi girmeyi göz önüne alıyorum. Çünkü LC WAIKIKI’de sömürü ve baskı her geçen gün daha fazla artıyor.
‘İşveren: servetim 7 sülaleme yeter siz düşünün’
İşveren çıkıp işçiye diyor ki ‘eğer 4’lü vardiyayı kabul etmezseniz kapıya kilit vururum. Benim servetim 7 sülaleme yeter siz düşünün.’ Bu resmen tehdittir. Bugün sadece kapının önünde uyarı için ufak bir açıklama gerçekleştirdik. Açıklamaya ÖZ BÜRO İŞ Şube Başkanı, HAK-İŞ Marmara Bölge Sorumlusu ve HAK-İŞ’e bağlı şube başkanları katıldı. Bu ilkti. Eğer ki görüşme olmazsa daha kitlesel, tüm emekten yana, işçiden yana sendikalara ve kurumlara ve basına çağrı yaparak LCWAIKIKI’yi teşhir edeceğiz. Bize rızkı veren Allah’tır ve mülke doymayan LC WAIKIKI şirketidir.”

Kaynak: İleri haber / İşçi Gazetesi – 30 Eylül 2016

İşçi sınıfına dönük sermaye saldırılarına karşı direniş sürüyor

Neredeyse her fabrika ve işyerinde işçiler işten atılıyor. Sendikaya üye olmak anayasal hak iken suç haline getiriliyor. Miting meydanlarında “taşeronlaşmaya son vereceğiz” nutukları atanlar, tüm işkollarında taşeron çalışmayı dayatıyor.
Bir yandan tüm demokratik haklar ayaklar altına alınırken, diğer yandan bir çeşit esaret sistemi inşa ediliyor.
Ama esarete, baskı ve yok saymaya karşı direniş de gelişiyor.
Sıra işçi ve emekçilerin, halkların direnişinin sahneyi dolduracağı günlere de gelecektir. İşçi ve emekçiler, artık yeter diyecektir. İşçi ve emekçiler, ayağa kalkacak, doğrulacak ve gözlerini geleceğe dikerek yürüyecektir.
İşte bu güzel günleri gerçekleştirebilecek tek şey, örgütlenmedir.
Direniş öğretmendir, örgüt özgürlüktür.
Öğrendikçe örgütleneceğiz, örgütlendikçe özgürleşeceğiz.

Husiler, Yemen’de BAE’nin savaş gemisini vurdu

Yemen’de Mart 2015’te Şii Zeydi Husilere yönelik başlatılan saldırılara destek veren ve birçok defa Husilerin hedefi olan Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ait “Suifet” adlı savaş gemisi, Kızıl Deniz sularında füze saldırısı ile vuruldu.
Rasthaber’in Yemen askeri kaynaklarına dayandırdığı haberine göre; savaşta asker ve askeri teçhizat nakliyesinde ve hedef belirlenmesinde kullanılan Suifet savaş gemisi, Yemen’in güneyindeki Taiz sahilinden atılan füzelerce hedef alındı.

Suifet gemisinin vurulması Husi güçlerince görüntülendi.

BAE ilk defa hedef olmadı
Yemen’de Suudi Arabistan öncülüğündeki koaliasyonun saldırılarına direnen Husiler, daha önce de BAE’ye ait bir savaş gemisini Bab’ül Mendep sularında hedef almıştı. Saldırının ardından Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyona ait diğer savaş gemileri hızla bölgeyi terk etmişti.
BAE, Haziran 2016’da ise Yemen’deki savaşın fiilen sona erdiğini ileri sürerek askeri güçlerini bölgeden çekeceklerini ve sadece siyasi adımlara katkı sunacaklarını ilan etmiş, ancak daha sonra saldırılara yeniden destek vermişti.
Yemen’deki çatışmalarda bugüne kadar 80 BAE askeri yaşamını yitirmişti.

Kapitalizm çürümüştür, devrim insanlığın dirilişidir!

Bu ekonomik kriz, yalnızca TC devletinin krizi değildir. Bu kriz, kapitalist-emperyalist sistemin krizidir ve dünyanın her yerinde bu krizin faturası yaratıcısı olmayan işçilere-emekçilere ödetilmek istenmektedir.
Örneğin Fransa’da işçilerin günlük çalışma süresini azami 10 saatten 12 saate çıkaran, iş sözleşmesinde değişiklik yapmak isteyen, çalışanların işten çıkarılabilmesine imkân sağlayan, yarı zamanlı çalışanların haftalık 24 saat olan asgari çalışma süresini düşürürken fazla mesailerde daha az ödeme yapılmasına izin veren yasalar yürürlüğe konmuştur.
Kapitalist emperyalist sistemin dünyanın her yerinde biz işçi ve emekçilere, halklara vaat ettiği açık ve aynıdır: Sömürü, işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, savaş, ölüm …
Sistemin dayattıklarına karşı ise biz işçi ve emekçilerin, halkların gelecek arayışı ve direnişi sürmektedir.
Fransa’daki yasalara karşı lise öğrencileri, üniversite öğrencileri, demiryolu işçilerinin yanı sıra diğer işkollarında çalışan milyonlarca işçi-emekçi Mart ayında sokağa çıkmıştır. Hükümetin hukuku dolanarak yasayı yürürlüğe koyması üzerine dün yine binlerce öğrenci, işçi ve emekçi sokakları doldurmuştur.
Yunanistan’da, Mısır’da, Gezi’de sokakları dolduran milyonlar, Kürt halkının Rojava’da, Kobane’deki direnişi ve kazanımı, Şili’de parasız eğitim için sokaklara çıkan öğrenciler, Meksika’da eğitim emekçilerinin grevi, Arjantin’de barış, ekmek ve iş talebiyle sokağa çıkan binler… Ayaklanmalar ve isyanlar çağı olan bu yüzyıl yeni toplumsal devrimlere gebedir.
Umut bizde! Gelecek, Devrim ve Sosyalizmde!
Direnişin her yerde yayıldığı ve büyüdüğü yüzyılda sosyalizmin özgür adası Küba bize çözümü göstermeye devam ediyor. Küba tüm kuşatılmışlığına ve kıt kaynaklarına karşın kanser aşısı üretimini başardı. 25 yıllık bir çalışmanın sonucunda kansere yakalanan hastaların ömürlerini 3-6 ay arasında uzatan aşıyı üretti ve halka ücretsiz dağıtıyor. Kapitalist emperyalist sistemin bir parçası olan TC devletinde ise kanser ilaçlarına kota uygulanıyor, her yıl yüzlerce insan kanserden ölüyor.
Küba, Ekim Devrimi biz işçi ve emekçilere, ezilen dünya halklarına umut olmaya, ışık saçmaya devam ediyor. Ve hatırlatıyor yeniden insanlığın kurtuluşu ve geleceği için,
Başka Bir Dünya Mümkün Ve Örgütleyecek Güç Biziz!
Biz işçi ve emekçiler, ezilen halklar için sınırsız, sınıfsız bir dünya kurmaktan başka yol yoktur.
Fransa’daki direnişçilerin taşıdığı pankart ise bize yolu göstermektedir.

UMUT SENDE, ÇARE ÖRGÜTTE, GELECEK DEVRİM VE SOSYALİZM’DE!
YA SOSYALİZM YA ÖLÜM!

AKA-DER
17.09.2016

‘Halkın iradesi yok sayılamaz’

Direnişteyiz: Kayyum aslında halkın iradesine darbedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önceden kutsadığı “milli irade” söylemiyle çelişmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Seydi Fırat: AKP yetkililerinin, devlet sözcülerinin, cumhurbaşkanının söyleminde aslında hukuki bir yön yoktur. Yani “milli irade”nin temelini aslında oluşturan hukuktur. Hukukun da merkezinde seçim vardır. Yine bu hukukun merkezinde mahkeme karar verdikten sonra, uygulanması gereken durumlar vardır. Şimdi milli iradeden iki ana şeyi dıştalamışlardır:
Seçimi dıştalamışlar; seçimle gelmiş, halkın iradesiyle gelmiş, halkın tercihiyle gelmiş halkın seçtiği belediye başkanlarıdır, eş başkanlardır görevinden uzaklaştırılanlar. Seçimler AKP’yi dıştalayan seçimlerdi; yani AKP’nin kaybettiği, kazanmadığı, uzun süre uğraşmasına rağmen birçok konuyu devreye sokmasına rağmen, hatta baskı ve benzeri politikaları devreye sokmasına rağmen başarılı olmadığı seçimlerdi. Kaybetti, sandıkta kaybetti. Halkın iradesi karşısında kaybetti. Onun gösterdiği adaylar kaybetti, onun ortaya koyduğu projeler kaybetti. Seçim sonuçları; halkın iradesi, demokratik bir irade olarak şekillendi. Kimse zorla belediyeleri ele geçirmedi. O belediyeler halkın iradesine rağmen ele geçirilen belediyeler değildir. Bizzat halkın kendi iradesi olarak oraya teşekkül etti.
Şimdi bu irade zorun rolüyle, üstten atamayla fiili olarak yasaları da dışlayarak gasp ediliyor. Gerçek budur, özü budur. Çok sayıda belediyemiz üzerinde zaten sürekli bir baskı vardı. Ve sürekli müfettiş denetimleri vardı. Ve yine birçok belediye eş başkanımız, bizzat bundan önce de tutuklandılar ve cezaevindeler. Bunların bir kısmı gözaltında tutuldu. Önemli bir kısmı üzerinde soruşturmalar devam ediyor. Bunla tatmin olunmadı. Yani mevcut hukuksal prosedür dahi takip edilmedi. Mahkemelerde çıkan karara dahi tahammül etmediler. “Milli irade”den bir seçim iradesi, bir seçilme iradesi dıştalanıyorsa, gasp ediliyorsa buna darbe yapılıyorsa, yine hatta mevcut yasal hukuksal çerçeve dahi dıştalanıyorsa, o zaman “milli irade” neyle teşekkül oluyor?
AKP’nin ideolojik, algısal alanıyla meşgul olan ve teşekkül olan bir “milli irade” vardır. Bu “milli irade” diğerlerine son derece baskı yapan, diğerlerinin ellerindeki değerleri gasp eden… kendisini her şeyin üstünde gören, her şeyi kendisine hak ve mubah gören, her şeyi kendi amaçları doğrultusunda kullanan bir yaklaşım. Böyle bir milli irade son derece diktatöryaldir, son derece anti-demokratiktir, son derece hukuk dışıdır ve son derece ötekini ezme üzerine kurulu bir iradedir. Böyle bir “milli irade”nin bir toplumsal birliği, halklar arasındaki birliği, toplumlar arasında birliği, bir hoş görüyü, bir dengeyi, bir ahengi sağlaması mümkün değildir. Böyle bir irade, bizim bildiğimiz gibi son derece otoriterdir.
Geçenlerde İlber Ortaylı bile yazmıştı; ‘Mussolini dönemindeki belediyeler daha özgürdü.’ Yani mealen söylüyorum, bu anlama gelen sözler söyledi. Evet, tarihte birçok kere “milli irade” söylemi altında yönetenlerin, birçok kimliği, birçok halkı, demokratik değerleri ezip geçtiği görülmüştür. Bu Almanya’dan tut Avrupa’da birçok ülkede, hatta Ortadoğu’da, milli irade adı altında kan kusturulan yerlerde vardır, boğdurulan yerler de vardır. Milli irade adı altında tüm demokratik değerleri, tüm muhalefeti, tüm demokratik sesleri boğan bir jargon içerisinde kullanılan bir durum da vardır. Şimdi AKP’nin bu durumdaki icraatı, bu yöne doğrudur. Bunun milli iradeyle bir alakası yok. Daha çok, kendi politikalarına bir zemin hazırlamak için, toplumsal bir destek bulmak için “milli irade”yi kullanıyorlar. “Milli irade” ne? Bundan önce kendileri diyordu; “Seçim esastır. Hiçbir şey seçim ve seçilenlerin iradesinin üzerinde olmamalıdır.” Ama şimdi bir bakıyorsun ki, işte, nasıl bir milli iradedir; halkın iradesini yok sayıyor. Bir tane memuru, bir tane kaymakamı, güvenlikte çalışmış birisini alıyor, bir belediyeye kayyum olarak atıyor. Böyle bir milli iradeyi kabul etmemiz, buna saygı göstermemiz, bunu bizim kendi içimize sindirmemiz, halkımızın bunu kendi içerisine sindirmesi mümkün değildir. Bu olacak bir şey değil. Böyle bir “milli irade”, baskıya dayanan, zora dayanan, gaspa dayanan, otoriteye dayanan bir “milli irade” bizi temsil edemez, halkımızı temsil edemez.
“Çanakkale’den gelen ses, mevcut durumda, CHP’nin dahi düzeyini aşan bir sestir.”
Direnişteyiz: Sur’a atanan kayyumla alakalı, Çanakkale belediye başkanı ‘Kayyum bizim kardeşimiz değildir, Sur halkı bizim kardeş halkımızdır’ dedi. Bu çok büyük bir yankı buldu. Mecliste de AK Partili bir milletvekili; “Biz Sur’a vuruyoruz, Çanakkale’den ses geliyor. Bu nasıl iştir? Bu açıdan Batı’dan gelen, Anadolu’dan çıkarılan seslerin, biraz daha yükseltilmesi gerektiğini düşünüyoruz, bu konuda Anadolu halklarına çağrı yapmak ister misiniz?
Seydi Fırat: Çanakkale belediye başkanının sesi demokrat bir sestir. Sağduyulu bir sestir. Hakikaten, duyarlılığı ortaya koyan bir sestir. Bu açıdan olumludur. Yani belediyeler, belediye başkanları, belediye yönetimleri seçimle gelmişlerdir. Doğal olarak seçimle gitmesi demokratik ölçüdür. Aynı zamanda sağduyulu bir ölçüdür ve aynı zamanda Türkiye’nin geleceği açısından değerli bir yaklaşımdır bu. Tabii ki, Türkiye’den böyle bir sesin yükselmesi, demokrat kesimden, ilerici kesimden, hatta sağduyulu kesimden böyle bir ses yükselmesi, bu haksızlığa karşı, bu gaspa karşı bir ses yükselmesi son derece değerlidir. İstiyoruz ki bu ses tek bir Çanakkale’yle sınırlı kalmasın. Bir    Çanakkale’yle sınırlı kalırsa, bu tabii ki çok etkileyici olmaz. Ama yine de durum, bu yaklaşımın, değerini, kıymetini ve doğruluğunu zayıflatmaz.
AKP, buna karşı çıktı, eleştirdi. AKP’nin algısı, zihniyeti şudur; ‘Biz vurduk mu, tüm Türkiye, tüm batı kesimi ‘vurun daha fazla vurun, daha fazla ezin, daha fazla tüm yasaları hukuku ayaklar altına alın’ desin. AKP böyle bir ses bekliyor arkasında. Böyle bir destek bekliyor, arkasında böyle bir algı bekliyor. Bunun dışındaki her türlü itiraza her türlü sese, her türlü tepkiye alerji gösteren bir zihniyetteler.
Eğer AKP, bugün mesela 24 belediyemize, kayyum atama cesaretini, gücünü göstermişse, bu aslında biraz da Batı’yla bağlantılıdır. Batı’da demokratik bir sesin, bir hukuksal sesin dahi fazla çıkmamasıyla alakalı bir durumdur. Şimdi bundan biraz destek alıyor, bundan biraz güç alıyor, yoksa mevcut durumda yürüttüğü şeyin meşru olduğu, doğru olduğu, hukuksal olduğu çerçevesinde bir gerçeklik yoktur. Tersine bu hukuksuzluktur.
Bu durum, AKP’ye Batı’da da hukuksuzluğu yapma cesareti verecektir. Yarın buradan aldığı güçle, Batı’da da geliştirebilir. Batı’da beğenmediği herhangi bir belediyeye, beğenmediği bir kuruma kayyum atayabilir. Yani bu yeni bir stratejidir; kayyum atama stratejisi yeni bir stratejidir. Ve yukarıdan aşağıya kadar tüm kurumları, tüm toplumsal dinamikleri, tüm güç odaklarını kendi ya yönlendirmek istiyor ya kendi doğrultusuna çekmek istiyor. Yeni bir çerçeveyle inşa etmek istiyor.
Bu tabii stratejik bir yaklaşımdır. Bir politikadır. Ama bunun en büyüğünü, en yoğununu da Kürtler üzerine uyguluyor. Eğer bir otoriterleşme, bir faşizm gelişiyorsa, bunun bir biçimini de Kürtler üzerinde deneyerek yol alacaktır. Tabii ki buna, özellikle Batı’daki demokratların, sağduyulu olan kesimlerin, devrimcilerin, sosyalistlerin, demokrasiden yana olan herkesin, karşı çok güçlü bir duruş sergilemesi gerekiyor. Maalesef böyle bir durumumuz yoktur. Çok güçlenmiş bir tepki yoktur. Yani bu, bizim ikide bir çağrı yapmamızla da alakalı bir durum değildir. Oradaki toplumun, toplumsal güçlerin, dinamiklerin kendi duruşuyla ilgili bir şeydir; nasıl bir Türkiye tasarlıyorlar, nasıl bir Türkiye düşünüyorlarla alakalı bir şeydir bu. Kendilerinin nasıl bir Türkiye tasavvur ettikleriyle alakalı bir durumdur. Eğer daha demokratik bir Türkiye, daha özgürlükçü bir Türkiye, halkların, toplumların, kimliklerin, demokratik değerler üzerinde bir arada yaşadığı bir Türkiye’ye yönelik ciddi bir içtenlik varsa, ciddi bir istem varsa, mutlaka bunun mücadelesini vereceklerdir. Yok, ama ‘mevcut durumu kabullenelim, nasıl olsa bize yönelik değildir,     Kürtlere yöneliktir ve bize çok da dokunan bir şey değildir, biraz Kürtlerin ezilmesi, biraz Kürdistan’daki demokratik hareketlerin ezilmesini çok da kendimize dert etmeyelim’ diyorsa o da yine kendi sorunlarıdır. Ama biz istiyoruz ki, hakikaten bu oranın kendi iç dinamiklerinin içten gelen bir sesi olmalıdır.
7 Haziran 2015’teki ses önemli bir sesti, değerli bir sesti. Türkiye’nin geleceğine yönelik epey de aydınlatıcı, ufuk açıcı bir sesti. Ama sonra pekişmedi. Ben 2 gün önce Nusaybin’den geldim, geriye bir şey bırakılmamış. Tanklarla toplarla çok büyük bir yıkım yapılmıştır. On, on beş senelik ağaçlar kökünden sökülmüş, parklardaki ağaçlar dahi kökünden sökülmüş yani. Tüm o şehri yok etmeye çalışır durumdadırlar.
Bu açıdan Çanakkale’den gelen ses, mevcut durumda, CHP’nin dahi düzeyini aşan bir sestir. AKP belediyelerimiz üzerine bu kadar gözü kara geliyorsa, CHP’nin de bunda payı vardır. Gene birçok gücün o konuda ciddi bir tepki göstermemesine yönelik birşey vardır. Bunu diyebiliriz.
Sırf böyle Kürtleri savunalım, Kürtlerle dayanışma içerisinde olalım, hani biraz bir vicdani mesele olarak bakarsak çok ilerleme kaydedemeyiz. Bunu açık söylüyorum. Ama ‘Bu bizim de sorunumuzdur, demokrasi bizim sorunumuzdur, özgür bir Türkiye bizim sorunumuzdur, özgür bir gelecek bizim sorunumuzdur. Bizim de kendi mücadelemizi geliştirmemiz gerekiyor, Türkiye’yi değiştirip dönüştürmemiz gerekiyor, Türkiye’nin demokratik çıtasını yükseltmemiz gerekiyor. Türkiye’nin özellikle gelecekte Ortadoğu’da demokratik bir duruşu, tüm bölge halklarına vereceği gücü açısından rolü önemlidir. Yine emekçi sınıf dinamiğinin, toplumun geleceği açısından da çok kıymetlidir.” eğer böyle bir strateji temelinde hareket edilirse, o zaman hakikaten dönüştürülüp değiştirilebilir. Ama yoksa Kürt hareketiyle, yoksul Kürtlerle dayanışma, evet bu da kıymetlidir, bu da değerlidir, bunun da kendi içinde bir anlamı vardır. Ama bunun çapı, bu biçimde olur, bu bir dayanışma çapıdır. Böyle imkanı el verdiğinde dayanışır, vermeyince de ne yapalım bu kadar olur. Ama kendi hayaliyle hareket eden, imkân yaratma peşine gider, yani dönüştürme peşine gider, kendini ona göre konumlandırma peşine gider. Yani durum bu.
Çanakkale’deki ses demiş ki, ‘Ben Sur halkıyla dayanışma içindeyim, dostluk içindeyim, ben oradaki halkı esas alıyorum, orada birisinin, devletin üstten atadığı biri, neyin nesidir, benim muhattabım değildir.’ Doğru bir şey söylüyor; hukuki açıdan da doğru söylüyor, ahlaki açıdan da doğru söylüyor. Mahkemenin vermediği bir kararla üstten atama yapılmıştır, birçoğu belki turist hani hiç tanımıyor.
Şimdi de zaten ele geçirdiği belediyeleri de hep duvar, beton kalıplarla örmüşlerdir, bir karargaha dönüştürmüşlerdir. Orada artık belediyecilik kalmamıştır. Artık içini nasıl dolduracaklardır bilmiyoruz. Halbuki bu süreçlerde o belediyeler, yıkılan kentlere çok yüksek düzeyde destek sunmaya çalışıyordu. Yüz binlerce insan evsizdir, yiyeceksizdir, giyeceksizdir. Mesela Sur’da, binlerce, on binlerce insan evsiz kaldı. Yani şimdi birçoğu, oradaki belediyelerin desteğiyle günlük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu.
10 Ekim aydınlatılmadıkça yeni katliamlar gelecektir
Direnişteyiz: 10 Ekim katliamı, 7 Haziran’da somutlaşan halkların ortak mücadelesini bastırmak üzere gerçekleşen bir saldırıydı ve Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en büyük katliamlardan bir tanesiydi. Şimdi 10 Ekim’in yıldönümüne sayılı günler kaldı. Sizce yıldönümünde, Türkiye’nin tamamını oluşturan toplumsal muhalefetin ne yapması lazım? Nasıl bir yol izlemesi lazım?
Seydi Fırat: Çok ağır bir katliamdı, çok büyük bir katliamdı. Katliamda yaşamını yitirenleri büyük bir saygıyla anıyoruz, yaralılara sağlık diliyoruz. Bu katliam, sıradan bir katliam değildi. Ve ne yazık ki, henüz katliamın tümden nasıl örgütlendiği de açığa çıkmış değildir. Yani bu katliamın açığa çıkartılması; IŞİD’in nasıl bu katliama girdiği, buna destek olanlar, buna güç verenler, bunun planlamasını yapanlar, IŞİD’i buraya gönderen odaklar açığa çıkartıldıkça, Türkiye’nin hem mevcut içinden geçtiği dönem aydınlanmış olacak hem de Türkiye’nin geleceği üzerindeki karanlık bir perde de yarılmış olacaktır. Bu katliam aydınlatılmadıkça, sorumlularından hesap sorulmadıkça, destek verenler, güç verenler yargılanmadıkça, Türkiye’nin geleceği bu tür şeylere gebedir. Türkiye’nin geleceğine, demokrasi mücadelesine, özgürlük mücadelesine, aydınlık mücadelesine yönelen bir katliamdır.
Tüm Türkiye’nin gelecek taşıyıcıları aslında oradaydılar. Oradaydılar ve o konuda zaten mücadele ediyorlardı. Ona yönelikti, ona darbe vurmaya, onu kırmaya çalıştılar. Büyük oranda da başarılı oldular. Bu tür katliamlar çok özel projelerle ancak geliştirilebilir, yani böyle birşey olabilir. Katliamın yıldönümü yaklaşırken, çok daha iyi biçimde sahiplenmek gerekiyor. Hem katliamda yaşamını yitiren şehitlere, hem yaralılara, hem de onların hayallerindeki, düşlerindeki demokratik bir Türkiye mücadelesini çok güçlü bir biçimde sahiplenmek. Onu devrimci bir çıkışa dönüştürmek gerekiyor. Tabii bu katliam unutulamaz, yani bu katliamın nerede gerçekleştiği, Ankara’nın merkezinde gerçekleştiği ve bir mitinge yönelik gerçekleştiği.
Bu konuda çok sayıda veri var, katliamcılar nasıl örgütlenmişler? Nasıl gelmişler? Bir biçimde istihbaratın olduğu, haberin olduğu… Basına yansıyan şeylere bakınca, katliam aslında ben geliyorum demiş. Ama buna rağmen bir tedbir alınmamış. Tedbir almama da bir politikadır. Tedbir almama da bir tavırdır. Tedbir almama da bir beklentidir. Sonuçlarda bir beklenti vardır, bir şey bekleniyor yani. Sonuçlarını kendine aslında zararlı görmeme, belki kendisi için yararlı görüp tedbir almıyor. Almamasının bir politik nedeni, bir politik arka cephesi, bir stratejik arka cehpesi vardır.
Tüm bu Suriye politikasından ortaya çıkan tablodan bu yana, Türkiye’de bu tip durumlar sık sık ortaya çıktı. Ve tüm bu politikalarla gelecek belirleniyor, politik yönelimler belirleniyor, politik duruşlar belirleniyor. Bazıları bu konuda saf dışı edilmek isteniyor, bazı dinamiklerin kırılması isteniyor, bazı dinamiklerin güçsüzleştirilmesi isteniyor. Bazı politikaların önünün de açılması istendiği için bu tür şeylerde tedbir alınmıyor. Yani bir demokrasi dinamiğini kırma. Bugünde de mesela değil mi; binlerce, on binlerce demokrat, ilerici öğretmen, hiçbir gerekçe olmadan hepsi görev dışı ediliyor. Bu politik amaçlı bir şeydir, boylu boyuna politikadır.
Tabi katliamın yıldönümünde tüm bunları da düşünmeliyiz, tartışmalıyız, soğuk kanlı bir biçimde analize geçirmeliyiz. Ona karşı büyük bir mücadele, büyük bir demokrasi mücadelesi, büyük bir devrimci mücadele geliştirmek gerekiyor. Yani karşımızdakiler son derece soğuk kanlı, ne yapacağını bilen, düşünen iyi planlayan…     Devrimci kesimlerin de kendilerine yönelen bu kesime karşı, son derece uyanık olması, durumu farketmeleri gerekiyor. Dayatılan her türlü kıyıma karşı daha güçlü bir biçimde çıkış yapmayla bu tür şeyler ancak durdurulabilir.     Türkiye insanına saygı, Türkiye toplumuna saygı, yaşamını yitirenlere saygı, kendi geleceğimize saygı bunu gerektiriyor. Bu çok daha yaygın bir biçimde topluma mal edilebilirdi, toplum çok daha yüksek düzeyde bir direniş, bir yürüyüş, daha güçlü bir biçimde toplumsal bir bazda geliştirilebilirdi. Yani katliamın birinci yıldönümünde de ne olursa olsun bunda ısrarcı olmamız gerekiyor.

Anti-komünizm ve halklara düşmanlık

1914’de 1. Dünya Savaşı, birinci büyük yeniden paylaşım savaşı başladı. Bu savaşta, Osmanlı, paylaşılması hedeflenen topraklardan biri idi. Doğunun hasta adamı, Osmanlı için kullanılırdı.
Osmanlı, bir yandan burjuva uluslaşma sürecini geç algılamış, diğer yandan ise, “saltanatın zirvesinde” bilim ve teknolojiden uzak kalmıştı. Öyle derler, zirve, aynı zamanda çürüme noktasıdır. Bu örnekte de bir istisna oluşmadı. Osmanlı, 1600’lerden buya sürekli bir gerileme sürecine girmiştir. Ama 19. yüzyılda bunu daha açık görmek elbette mümkün.
19. yüzyılda, Osmanlı, çare olarak, bir yandan “batılılaşmak” hedeflerini önüne koymuş, diğer yandan ise, içten içe, bir çıkış yolu için yollar aramıştır. Önce Osmanlıcılık ile bir “ulus” yaratma denenmiş, ardından “islamcılık” ile bu devlete bir ulus yaratılmaya çalışılmış, nihayetinde bu devlete lazım olan ulus “ Türkçülük” ile elde edilmiştir.
Ama bu üç aşamada da Osmanlı, farklı şartların altında idi. Osmanlıcılık başladığında mesele Balkanlardaki bağımsızlık isteklerine cevap vermek idi. Balkanlar kaybedilince, bu kez, kalan tebaa içinde islama ağırlık verme kararı alındı. Ermeniler, Rumlar, ve diğer hiristiyanlar “gözardı” edilirse sorun olmaz diye düşünülmüş olmalıdır. Ardından, Ortadoğu’daki ve Afrikadaki topraklar da kaybedilince, geriye Türkçülük kaldı ve elbette bu süreç içinde halklara dönük kıyım ve katliamlar devreye konuldu. Yani, ortada bir tartışma, bir masa başında sohbet yoktu, tersine bir gelecek sorunu vardı ve devlet, her dönüm noktasında katliamlar yapmaktan geri durmadı.
İşte Ekim Devrimi, Osmanlının büyük ölçüde bölüşüldüğü bir noktada patlak verdi.
Ekim Devrimi bir yandan işçilerin, emekçilerin iktidarını yükseltiyordu, diğer yandan barış ve halklara özgürlük temelinde yükseliyordu. Daha önceleri halklar hapishanesi olarak tanımlanan çarlık Rusya’sı, halkların özgürleşmesini yaşıyordu. Aşağılanma ortadan kalkıyordu. Ve yeni Ekim Devrimi iktidarı, savaşa son, hemen barış çağrıları yapıyordu.
Ekim Devrimi karşısında ilk şaşkınlığını atlatan emperyalist güçler, hemen kendi aralarında birlik olmaya karar verdiler. Paylaşacakları pasta küçülmekte idi ve dahası bu devrim ve özgürlük cereyanı, tüm dünyayı yakmaya başlıyordu.
Bu yangın, Osmanlı sınırlarına erişmişti. Anadolu’da, bolşevikleşme eğilimleri artıyordu. Camilerin imamları dahi,  işgale başlanmış Anadolu’nun kurtuluşunu kendi doğusunda, sosyalizmde görüyordu. Osmanlı sarayı ile, işgalcileri birbirinin uzantısı olarak görüyor ve işgale karşı başlamış olan doğal direniş, giderek anti-emperyalist bir karekter alıyordu.
1919 yılına gelindiğinde, emperyalist güçler, işgal ettikleri toprakların bir bölümünden çekilmeye başladılar. İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler geri çekilmeden önce, Anadoluda gelişen anti-emperyalist direnişi bastırmak ve kontrol altına almak için, devreye girdiler. Mustafa Kemal, aslında bu hareketi kontrol altına almakla görevlidir.
Zira bu anlamda ilk işleri, gelişmekte olan hareketin içindeki devrimci- komünist, halkçı unsurları yok etmek olmuştur. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi, Çerkez Ethem’in tasfiyesi boşuna değildir.
Ve TC devleti, tüm emperyalist güçlerin ortak iradesi ile, Osmanlıdan kalan topraklarda “türk unsurunun egemenliğine” kararı ile oluşmuştur.
Daha ilk anlarından başlayarak, klavuzu , komünizme karşı mücadele ve halkların düşman görülmesi olmuştur. Çarlığın yerine yeni halklar hapishanesi Türkiye olmaya başlamıştır. Komünizme karşı mücadele için, daha ilk günlerinden başlayarak, bugüne kadar, hep OHAL’ler ile var olmuştur. Hiç bir zaman halklara güvenmemiş, her halkı kendine düşman görmüştür. Hiç bir zaman, burjuva anlamda da olsa demokrasiye sahip olmamıştır. Tersine sürekli bir “ortaklaşa sömürge” olagelmiştir. Batı’nın ortaklaşa sömürgesi. Rejimi de buna uygun ayarlanmıştır.
Derlerki klavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz.
TC devletinin tüm tarihine bakıldığında, 1920’lerde emperyalist dünyanın kendi içindeki bunalımını kullarak bağımsız bir ülke olamaması, tam bu klavuz meselesi nedeniyledir. TC devleti, hep, Batıyı temel almış, buna uygun bir ideoloji oluşturmuş, hep kendi topraklarına batının gözleri ile bakmıştır.
Tüm iktidarlara ve devlet kadrolarına bakın, hemen hemen tümü için, bu ülke, onların bir ülkesi değil de, kendilerine emenet edilmiş ve yağmalanması serbest bir çiftliktir. Hemen hepsi böyle davranmıştır. O kadar ki, ne zaman vatan , millet vb derlerse, halk, bir baskı dönemine girileceği anlar, ama içinden de bu masallara inanmadığı için yerinden kıpırdamaz.
TC devleti, aynı nedenlerle İkinci Dünya Savaşı döneminde de kendinine alan açıp, bağımlılıktan kurtulamadı. Sürekli bir Sovyet tehtidi masalına, sürekli bir anti-komünist mücadele tetikçiliğine, sürekli halklara düşmanlığa kendini kilitledi.
Devletin yönetenleri için halklar, hangisi olursa olsun, birer tehtid olmuştur. Onun için, katliam politikaları sürekli var olmuştur. Katliamları saymakla bitiremeyiz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tamamen NATO emrinde bir ülke oldu ve değil bir adım daha bağımsızlığa doğru yürümek, tamamen köleleştirildi. Türkiye, NATO’nun bir ileri karakolu oldu. O kadar ki, TC devletinin hiç bir hareket sahası kalmadı ve tamamen ABD ve NATO kontrolünde hareket etmeye başladı.
Klavuzu karga olunca, burun hep bokta oluyor.
Türkiye, kuruluşundan bugüne, hep olağanüstü rejimlerle, içsavaş uygulamaları ile birlikte yaşamıştır. Hiç bir zaman “normal” dönemi olmamaıştır. Olağanüstü hal uygulamaları neredeyse normal olan haline gelmiştir ve bu nedenle, daha özel bir içsavaş hazırlığı yapacakları zaman, daha büyük gürültüler çıkarıyorlar ve halkı korkutmaya çalışıyorlar. Hep böyle olmuştur.
Bugün, son bir yıldır, AK parti hükümeri ve saray eli ile, 7 Haziran seçimlerinin yok sayılması ile, yeni bir savaş dönemi başlatıldı. Bir anda barış masası yıkıldı, bir anda, savaş boruları çalındı. ABD ve NATO onayı ile, devlet, Kürtlere karşı yeni bir katliam politikasını devreye koydu. Şehirler bombalandı, çocuklar öldürüldü, IŞİD devreye sokuldu. ABD ve AB, insan hakları açısından seslerini kıstılar ve en büyük onaylarını vermiş olduklarını böylece ortaya koydular. Kürt halkına karşı bu saldırı ile, PKK’nin ABD’ye sığınacağını bekliyorlardı. ABD Kürtlerin kurtarıcısı rolünü oynamak için, TC devletine zaten müptelası oldukları katliam politikaları için ışık yakmaları yeterli olmuştur.
TC devleti, Gezi direnişinden bu yana, yeniden anti-komünizm ve halklara düşmanlığa hız verdi. Dün arkalarından  lanetledikleri Ergenekoncularla kutsal ittifakları, işçi sınıfı ve ezilen halklara düşmanlık üzerine kuruludur ve bunun ifadesi, Gezi ile başlayan direniş sürecine ve Kürtlerin direnişine karşı ittifaktır. Aralarındaki sorunları bu nedenle arka plana attılar.
Ardından 15 Temmuz darbesi geldi. Biz söylüyoruz, 15 Temmuz darbesi, büyük ölçüde planlandığı gibi gerçekleşti,  darbenin arkasından Erdoğan’ın (artık bir hükümetten söz etmenin bir anlamı da yoktur) yapacakları da biliniyordu. Bu nedenle, Erdoğan’ın uygulamaları darbenin devamıdır. OHAL uygulamaları, tam da bu anlama gelmektedir.
FETÖ ile mücadele diye yola çıkanlar, gerçekte FETÖ’cüleri değil, muhalifleri, devrimci ve demokratları temizleme işine girişmiştir. Yeniden bir savaş ve baskı politikası devreye konulmuştur.
FETÖ’cülerle mücadele edeceklerse, önce kendilerinden başlamalıdırlar. Yardım ve yataklık diye bir suç varsa, bunu kendilerinde görmelidirler.
Normal koşullar altında, bir cemaat örgütlenmesi, CIA ve NATO ile birlikte bir darbeye başlamış ise ve bu darbe, her nasılsa başarısız olmuş ise, öncelikle cemaatlere ve NATO güçlerine, ABD alanlarına karşı bir tepki gelişir. Oysa burada böyle bir durum yoktur. İncirlik üssü yerindedir. Darbenin arkasında ABD var diyenler, bugün, tersi açıklamalar yapmaktadır. NATO’dan çıkmak gibi bir plan ortaya atılmış değildir. Tersine NATO’ya bağlılık deklerasyonları yapılmaktadır.
Utanmadan, “üst akıl”dan söz ediyorlar. Akılları kiralanmış bir kaç düzenbaz, TV kanalarına çıkıp uzman olarak sunulmaktadır. Bunlar hep bir “üst akıl”dan söz ediyorlar. Acaba, bu “üst akıl”, sizin ne yapacağınızı, nasıl davranacağınızı zaten biliyor muydu? Acaba bu üst akıl, Kürt halkına karşı katliam politikalarını devreye koymanızı istiyordu da siz de bunu mu yapıyorsunuz? Acaba bu üst akıl, IŞİD ile ilişkilerinizi istediği gibi yönlendirmekte midir? Acaba bu üst akıl, Kürt sorunun çözümünde sizin onlardan bağımsız olarak bir rol almanızdan rahatsız mıdır?
“Üst Akıl”, FETÖ’cüleri harekete geçirdi de, NATO’cuları harekete geçirmedi mi? Siz bu darbeyi böyle mi önlediniz?
TC devletinin kodlarına işlemiş olan halklara düşmanlık ve komünizme karşı savaş, son derece kolaylıkla harekete geçirilebilmektedir. NATO’ya bağlı, Gladio’nun temizlenmediği bir devlet olarak TC devleti, emperyalist efendilerinden bağımsız tek bir karar almaz ve tek bir adım atmaz. Klavuzları emperyalist efendileridir. Bu nedenle burunları hep boktadır.
“Üst akıl”, bölgemizde savaş istiyorsa, o zaman bu üst akıl lafını ağızlarına dolayan uzmanlar, bir dirhem derinlikleri varsa, bölgede barışı istemeleri gerekir. Bu ise en başta Kürtlerle barış, içerde barış ve elbette Suriye’de barış istemek demektir. Ama stratejik uzmanlıkları , kiralanmış akılları kadar olabileceğinden, bunu anlamaları zordur.
Barış, sarayın egemenliğinin sonu demektir. Barış, baskı ve şiddet politikalarının sonu demektir. Barış, normalleşme yolu demektir. Barış, elbette, emperyalist efendilerine karşı çıkmak demektir, öyle one minute tiyatroları gibi değil, gerçekten karşı çıkmak demektir. Barış, gerçek anlamda, rant kapılarının da sonu demektir.
“Üst akıl” bu bölgede islama tamamen diz çöktürmek istiyorsa, IŞİD’e destek vermek, islami çeteler oluşturmak, bunları beslemek, Fettullahçı ılımlı islamla aynı yollarda yürümek, büyük rant kapılarını islamı destekleme bahanesi ile açmış olmak, “üst akıl”a hizmet etmek demektir. Bunlardan daha iyi islama zarar verme yolları acaba var mıdır? Gülen hareketinin, IŞİD’in, El Nüsra’nın, El Kaidenin ABD, İngiltere, İsrail, Almanya bağları bilinmiyor mu? AK parti aynı bağlara fazlası ile sahip değil mi?
“Üst akıl” olmasa idi, Türkiye ve Suriye arasında bu savaş oluşabilir miydi?
Bizim uzmanlarımızın aklına bu sorular gelmez.
Uzmanlara sormak lazım: acaba “üst akıl”, nasıl bir siyasal rejim istiyor? Acaba bu “üst akıl” Kürtlere karşı savaşı, devrimcilere karşı savaşı, OHAL ile tüm topluma karşı savaşı neden onaylıyor?
Yine uzmanlara sormak lazım, bunca yıldır, bu ülkede şiddet, baskı ve katliam politikaları uygulandı, bunca yıldır, nereye vardınız? Bugün geliştirilen bu özel savaş, halklara ve devrimcilere karşı bu savaş, işçi ve emekçilere karşı bu savaş, yağma politikaları, nereye kadar sizin iktidarınızı tutabilecektir?
OHAL uygulamaları, tüm çıplaklığı ile, halka, işçi ve emekçilere, devrimcilere , demokratlara karşı savaş uygulamalarına dönüşmeye başlamıştır. FETÖ bahane edilerek, ülkede azgın bir saldırı devreye sokulmaktadır.
Bir yanında özelleştirmeler vardır. Kaldıraç’ın Eylül sayısında aktarılan Türkiye Varlık Fonu meselenin bir yönüdür. Tam bir yağma planıdır. Rantçı iktidar, rant üzerine yükselen saray, yeni bir yağma planı devreye sokmuştur. Efendileri, Saray’ın sadece ve sadece rant ile ilgili olacağından çok emindirler. Bir ucu budur. Özelleştirme ve yeni yağma planları, aynı zamanda işçi ve emekçilere dönük büyük bir saldırıdır.
İkinci olarak, SADAT tarzı uygulamalarla ortaya konulan bir yeni özel savaş vardır. Saray, kendi gladiosunu daha fazla devreye sokacaktır. Bu baskı ve şddetin, savaş politikalarının daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü, belediyelere kayyum atanması ile ortaya konan açık bir hak hukuk tanımama süreci vardır. Bu Kürt halkının, Kürt halkı nezdinde tüm halkın iradesini tanımama, ona ipotek koyma girişimidir. TBMM zaten işlevsizleşmişti, bir siyasal parti olarak AK parti bitmişti, bir siyasal parti olarak MHP bitmişti, CHP nin cenazesi ise Yenikapıda kılınmıştır. Ve şimdi, yerel yönetimler ortadan kaldırılmaktadır. Hiç bir burjuva demokratik hak tanınmamaktadır. Belediyelere kayyum atanması, gerçekte, Varlık fonu gibi, ya da Sadat AŞ gibi özel savaş uygulamalarıdır.
İşte gerçek anlamı ile darbe, 15 Temmuz’un devamı tam da buradadır.
Peki tüm bunlar, egemenleri kurtaracak mıdır?
Elbetteki hayır.
Biz devrimciler, biz işçi ve emekçiler, biz halklar ve özellikle de Kürtler, bu baskı ve şiddetin, bu özel savaş uygulamalarının, bu hukuksuzlukların hemen her türünü gördük ve yaşadık. Bundan sonrası, direnişin daha da büyümesi olacaktır. Bu hem görevimizdir, hem de en doğal hakkımızdır. Her koşul altında, her yerde ve her durumda direnişi geliştirmek, insan olarak kalmanın tek yoludur. Başka türlü kirlenmemek, başka türlü insan olmaktan çıkmamak mümkün değildir.
Direnmek, her koşul altında, her yol ve araçla direnmek, hem zorunludur, hem de meşrudur.

İrlanda’da suyun fiyatlandırılmasına protesto

Hükümet suyun ücretlendirilmesinin takibi için bağımsız bir uzman komisyonu atanacağını duyursa da Right2Water (Su Hakkı) platformu hükümetin atayacağı kurula güvenmediklerini açıkladı.
Eylemin bir bölümünde göstericiler Apple binası önünde de protesto gerçekleştirdiler.
Avrupa Komisyonu, İrlanda’nın geçtiğimiz Ağustos ayında Apple şirketine 13 milyar Avro değerinde haksız vergi muafiyeti tanıdığına hükmetmişti.

Kaynak: İsyandan.org

OHAL 3 ay daha uzatıldı

40.000 gözaltı,
20.000 tutuklama yapıldı.
80.000 çalışan açığa alındı.
45 gazete, 24 radyo, 18 TV,
15 dergi, 29 yayınevi, 3 haber ajansı kapatıldı.
100 gazeteci gözaltına alındı.
37 gazeteci tutuklandı
(bugün itibarıyla 93 gazeteci halen tutukludur).
28 belediyeye kayyum atandı.
Bazı şehirlerde Kürt muhtarlar görevden alındı.
11.301 eğitim emekçisinin görevden alındı.
(Veriler İHD’den alınmıştır)

10 Ekim Ankara katliamını unutma, unutturma!

Önce “güvenlik zafiyeti yok” diyerek, yani her şey bizim bilgimiz dahilinde oldu diyerek katliamı üstlendiler. Daha sonra aklımızla dalga geçer gibi “canlı bomba eylem yapmadan yakalayamayız” gibi açıklamalarla, yayın yasaklarıyla sorumluluklarının üzerini örtmeye çalıştılar.
Katliamdan bu yana, bombacıların Suriye’den Ankara’ya kadar nasıl adım adım izlendiği, yakalanıp serbest bırakıldıkları, katliama dair istihbaratın çok önceden devletin elinde olduğu, katliamın nasıl planlandığı belgelerle ortaya çıktı.
İşçi sınıfı ve halkların ortak mücadelesine saldırdılar
Patlatılan bombalarla, doğrudan işçi ve emekçilerin, halkların gelişmekte olan ortak mücadelesini hedeflediler. Gezi’den bu yana ülkenin batısını saran özgürlük ve kardeşleşme ruhunu hedef aldılar. Gelişen mücadeleyi görerek daha beşiğindeyken boğmak istediler.
Tıpkı 1977 1 Mayıs’ında, Taksim’de işçilerin üzerine ateş açıp panzerler sürerek 33 işçi kardeşimizi katletmeleri; devrim ve sosyalizm mücadelesini boğmak istemeleri gibi…
Tüm topluma esaret sistemi dayatılıyor
Daha dün “biz OHAL’i devlete karşı ilan ettik” diyenler, bugün OHAL bahanesi ve “FETÖ’ye karşı mücadele” adı altında cadı avına girişti.
İşçi ve emekçilere, halklara karşı süregelen saldırının boyutunu giderek büyütüyorlar. Tüm demokratik hakları ayaklar altına alan sermaye devleti, giderek bir tür esaret sistemi geliştirerek tüm toplumu teslim almaya çalışıyor. Bu yeni baskı dalgası, siyasal iktidara karşı olan, sarayın politikalarından kuşku duyan herkese, hatta İslamî kesimlere de yönelmektedir.
Kendi korkularını bize bulaştırmak istiyorlar
Gezi Direnişi ezilenler ve egemenler cephesinde derin izler bıraktı. Üzerine Kobané isyanı etkisi eklendi. Bizim umudumuz, egemenlerin ise korkusu büyüdü.
7 Haziran seçim sonuçlarında, HDP ile kazanılan zaferde somutlaşan işçilerin ve emekçi halkların gelecek umudunu tüm katliam ve baskılara rağmen boğmayı başaramadılar.
Korkuyorlar… Korkuları ‘muktedirdir’ görüntülerinin altından sırıtıyor. Boğamadıkları umudun bir fırsatta daha da büyüyerek sokakları, meydanları dolduracağından korkuyorlar.
Birbirlerinden korkuyorlar. Hepsi koynunda yılan besliyor. Hepsi birbirlerine karşı gardını alarak içerde ve dışarda kirli bir savaş yürütüyorlar. Ortak noktaları, bu çürümüş düzenin ve onu koruyan devletin bekasıdır. Ortak noktaları, işçi sınıfına ve halklara düşmanlıktır.
Korkularını bize bulaştırmak istiyorlar. Sürgit baskı ile katliamlar ile ilelebet kendilerine köle kalacağımızı sanıyorlar. Silahlı güçlerinden kör güruhlarına, mahkemelerinden medyasına, eğitim sisteminden diyanetine 24 saat esaretimiz için çalışıyorlar.
Ama artık mızrak çuvala sığmıyor!
Boyun eğmek ya da direniş
Açıktır ki zor günlerden geçiyoruz. Hayat bizler için hiç kolay olmadı, olmuyor; İş, geçim, hastalık, korku, endişe, kaza, ölüm… Bütün bu hengâme içinde çoğu zaman yanı başımızdakini bile görmekte zorlanıyoruz.
Ancak karanlık ne kadar koyu olursa olsun, zorluk ne kadar büyük olursa olsun ve biz kabul edelim ya da etmeyelim bizim için her zaman aynı seçenek söz konusuydu:
Boyun eğip esareti kabul etmek ya da esarete karşı savaşıp başını dik tutmak!
Unutmak yok, Susmak yok, affetmek yok!
İşçileri, emekçileri kendi örgütlü güçleri dışında esaretten kurtaracak bir güç yoktur. İşçiler bir sınıf olarak kapitalist siteme karşı savaşmadan özgürleşemezler.
10 Ekim’de Ankara’da katledilenler bizim sınıf kardeşlerimizdir.
Ankara’ya barış kardeşlik ve özgürlük taleplerimizi haykırmak için gittik.
İşçi ve halkların düşmanları içimizde bombalar patlattı. Canlarımızı parçaladılar, etleri bedenlerimize yapıştı, kanları yüzümüze.
  Bir daha barış, kardeşlik, özgürlük için mücadele etmeyelim diye…
Katlettikleri canlarımızı, bizlere yaptıkları zulmü unutmak, yokmuş gibi davranmak, sessiz kalmak insanlığını yitirmektir, çürümektir. Unutmamanın, hesap sormanın, bu sömürü ve katliam çarkından kurtulmanın tek yolu birlik olmak ve örgütlenmekten geçiyor.

Unutmak yok, susmak yok, affetmek yok!
Gücüne Güven, Örgütlen, Hesap Sor!

İŞÇİ GAZETESİ / Ekim 2016