Ana Sayfa Blog Sayfa 171

Halkın enerjisini örgütlemek

Bu saldırı kampanyası, her alanda, kendine has yöntemlerle sürdürülüyor. Yeni içişleri bakanı,
acımayacağız naraları atıyor. Sanki, bugüne kadar acıyarak saldırdılar. Sanki bugüne kadar ellerinden
geleni artlarına koydular.

Devlet, hem Suriye’de yenilince, hem de içerde kendi iktidarını sürdüremez pozisyona geldikçe,
çareyi daha fazla saldırıda arıyor. Daha fazla kan dökmek, daha fazla tutuklama yapmak, daha
fazla terör estirmek ve bu yolla, kitleleri, halkları, işçi ve emekçileri evlerinden çıkamaz, seslerini çıkartamaz
hale sokmak istiyor.

Korkuyorlar ve korktukça, halkları, işçi ve emekçileri daha büyük korku ile karşı karşıya bırakıp,
esir almak istiyorlar.

Ve sisteme karşı tepki duyan, hareket etmese bile hareket etmek isteyen kitlelerde umutsuzluk,
bir çıkışı olmayan yol hali yaratmak istiyorlar. Devletin çivisi çıktı ama TOMA’ya, polise, askere karşı ne yapacaksın? türünden sorular, bu çıkışsız hali ifade ediyor.

Deniliyor ki, sokağa çıksak, gözaltına alınıyoruz. TOMA’ya dirensek bir yere kadar, sonra sonuç alamıyoruz, bu durumda ne yapacağız?

Biz devrimci sosyalistler ise, sürekli olarak, direnmek ve örgütlenmekten söz ediyoruz.

Aslında bize çaresiz gibi gelen bu durumun gerçek adı, örgütsüzlüktür. Yani, TOMA’yı yenememenin
nedeni, daha etkili bir direniş geliştirememenin nedeni örgütsüzlüktür.

Örgütsüzlük denilince, anlaşılması gereken şey, halkın, kitlelerin, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür.

İşçi sınıfının elinde sendikaları yoktur. Büyük oranda sendikalar devlet denetiminde, sendika mafyasının denetimindedir. Halkların örgütlülüğü zayıftır, öğrencilerin örgütlülüğü zayıftır.

Gezi Direnişi ile daha da ileri noktalara gidememenin nedeni, aslında bu örgütsüzlüktür.

Devrimci hareketin örgütsüzlüğünden söz etmiyoruz, daha da ilerisi, halkın, işçi ve emekçilerin
örgütsüzlüğünden söz ediyoruz.

İş cinayetlerini ele alın, özelleştirme dalgalarını ele alın, işçilerin sosyal haklarının tırpanlanmasını
ele alın, sigortasız çalışmayı ele alın, çocuk işçiler sorununu ele alın, çalışma saatlerinin uzatılmasını ele alın, kıdem tazminatı meselesini ele alın, kiralık işçi büroları meselesini ele alın, işsizlik fonunun kullanımını ele alın vb. Aslında tüm bu sorunlar, devrimci değil, gerçek anlamda işçi sendikalarının olduğu bir ülkede, işçi sınıfının şiddetli mücadelesine neden olacak başlıklardır. Ama ülkemizde, sendikaların çoğunluğu, devlet mafya kontrolü altındadır.

Öğrenci hareketinin örgütsüzlüğü de öyledir. Yaygın ve birleşik bir öğrenci örgütlenmesi gelişmemektedir. Yoktur demiyoruz ama eksiktir, olması gerekenden çok eksiktir.

Halkların örgütlenmesi eksiktir. Doğanın yağmalanmasını ele alın, HES projelerini, akıl almaz maden yatırım projelerini vb ele alın, çevreyi tahrip eden, ranta dayalı şehircilik projelerini ele alın, eğitim meselesini ele alın, ulaşım meselesini ele alın, insanların yaşam biçimlerine dönük akıl almaz saldırıların sıradanlaşmasını ele alın. Örgütlü halk veya halklar, bu gibi yaşamsal sorunlarda tepkilerini geliştirebilirler.

İşte bizim sözünü ettiğimiz örgütsüzlüğün bir parçası budur.

Bu kitle örgütlenmesi ile devrimci hareketinin bağlarının eksik olması da bir başka sorundur. Elbette öyledir. Ama, bugün, ülkemizde yaşayan işçi ve emekçiler, yani nüfusun %80-90’ı için, yaşam artık çekilmez hale gelmiştir. Katliamlar, saldırılar, hayatı zehir eder noktadadır.

Bu umutsuzluğu kırmanın tek yolu vardır, o da, bu örgütsüzlüğün boyutları gerçeğini açıkça görmek, anlamak ve değiştirmek üzere harekete geçmektir.

Seyreden, daha fazla kirleniyor.

Seyreden daha fazla korkuyor.

Seyreden kayıtsız kalmaya başlıyor.

Konya Karaman’da, 45 çocuğun ırzına geçilmesine seyirci kalanlar, artık insanlıklarını kaybetmektedirler. Seyretmek, susmak budur.

Direnmek, ama her adımda, her direnişte daha fazla örgütlenerek direnmek. Çare budur.

Halkların, işçi ve emekçilerin zekasını, aklını, gücünü direnişe katmanın yolu, her eylemde, bir dirhem daha örgütlenmeyi geliştirmekten geçiyor.

Direnen, tüm bu saldırılara karşı sokağa çıkan, bir arayış içine giren, örgütlenen en başta kendisine umutsuzluğun ve korkunun bulaşmasını önler. En başta kendini temizler, insan olarak kalma mücadelesinin yolunu açar, insanlıktan çıkmayı kendi şahsında önlemeye başlar.

Örgütlenmek, halkın enerjisini, önce kendini, kendi yaşamını, haklarını savunmasını sağlamak üzere harekete geçirmek demektir. İşçi ve emekçiler, kendi güçlerini eylem alanlarında, grevde, vb ortaya koymadıkça, kendilerini de tanıyamazlar.

Çözüm, elbetteki vardır. Elbetteki tarihin en karanlık dönemlerinde, en despot iktidarları, zalimleri
alaşağı etmek mümkün olmuştur. Bundan sonra da olacaktır.

Çözüm, çaresizlik içinde hissedip oturmakta değildir. Çözüm, çaresizlikten çare çıkarmaktadır. Bu da direnmek ve örgütlenmekten geçiyor.

Gezi Direnişini hayata geçiren de bu halktır. İşte şimdi mesele, bu direnişi sürekli kılacak, büyütecek
örgütlenmeyi sağlamaktadır. Mesele budur. Kürt halkının direnişi, çarpıcı bir örnektir.

Ölüme karşı yaşamı, karanlığa karşı aydınlığı, savaşa karşı barışı, sömürüye karşı insanca yaşamı, boyuneğmeye karşı özgürlüğü, yağma ve talan ekonomisine karşı eşitliği ve ortak mülkiyeti, egemenlerin zülmune karşı halkların iktidarını savunmak, insan olmanın bir parçasıdır. Bunu yapmayan, insanlığından kaybetmektedir.

Biz devrimci sosyalistlerin görevi, işçi ve emekçilerin, halkların enerjisini örgütlemeye öncülük
etmektir. Her yerde ve her araçla direniş, bu örgütlenmenin önemli bir kaldıracıdır.

İşçi forumu toplantısı yapıldı

Toplantı; bilişim, çağrı merkezi, otel, market-mağaza-büro, inşaat, metal, tekstil, belediye, lojistik, depo, temizlik gibi sektörlerden işçilerin katılımıyla gerçekleşti. Direnişte olan Avcılar Belediyesi işçileri, Şişecam’dan atılan işçiler, Netaş direnişinde aktif görev almış bir işçi kürsüye çıkarak görüşlerini ifade ettiler.
Forumda söz alan konuşmacılar çalışma koşulları, uğradıkları hak kayıpları, bütün olarak işçi sınıfına yönelik artan saldırı ve baskıların yanı sıra, Türkiye’deki mevcut sendikaların büyük oranda artık işçiler için bir anlam ifade etmediğini dile getirdiler.
Toplantının ana gündemi olan İşçi Konseyi hakkında görüşler zayıf kalmış olsa da, her konuşmacı, adına ne denileceğinden öte birleşik bir mücadele için adım atılması gereğine işaret eden görüşler dile getirdi.
İşçi Forumu’nu düzenleyen bileşenler adına yapılan konuşmayla toplantı sonlandırıldı.
Forumda dile getirilen görüş ve önerilerin bir bildirge ile paylaşılacağı duyuruldu.

İşçi Gazetesi / 6 Eylül 2016

Halkın enerjisini örgütlemek

Bu saldırı kampanyası, her alanda, kendine has yöntemlerle sürdürülüyor. Yeni içişleri bakanı, acımayacağız naraları atıyor. Sanki, bugüne kadar acıyarak saldırdılar. Sanki bugüne kadar ellerinden geleni artlarına koydular.
Devlet, hem Suriye’de yenilince, hem de içerde kendi iktidarını sürdüremez pozisyona geldikçe, çareyi daha fazla saldırıda arıyor. Daha fazla kan dökmek, daha fazla tutuklama yapmak, daha fazla terör estirmek ve bu yolla, kitleleri, halkları, işçi ve emekçileri evlerinden çıkamaz, seslerini çıkartamaz hale sokmak istiyor.
Korkuyorlar ve korktukça, halkları, işçi ve emekçileri daha büyük korku ile karşıkarşıya bırakıp, esir almak istiyorlar.
Ve sisteme karşı tepki duyan, hareket etmese bile hareket etmek isteyen kitlelerde umutsuzluk, bir çıkışı olmayan yol hali yaratmak istiyorlar. Devletin çivisi çıktı ama TOMA’ya, polise, askere karşı ne yapacaksın? türünden sorular, bu çıkışsız hali ifade ediyor.
Deniliyor ki, sokağa çıksak, gözaltına alınıyoruz. TOMA’ya dirensek bir yere kadar, sonra sonuç alamıyoruz, bu durumda ne yapacağız?
Biz devrimci sosyalistler ise, sürekli olarak, direnmek ve örgütlenmekten söz ediyoruz.
Aslında bize çaresiz gibi gelen bu durumun gerçek adı, örgütsüzlüktür. Yani, TOMA’yı yenememenin nedeni, daha etkili bir direniş geliştirememenin nedeni örgütsüzlüktür.
Örgütsüzlük denilince, anlaşılması gereken şey, halkın, kitlelerin, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür. İşçi sınıfının elinde sendikaları yoktur. Büyük oranda sendikalar devlet denetiminde, sendika mafyasının denetimindedir. Halkların örgütlülüğü zayıftır, öğrencilerin örgütlülüğü zayıftır.
Gezi Direnişi ile daha da ileri noktalara gidememenin nedeni, aslında bu örgütsüzlüktür.
Devrimci hareketin örgütsüzlüğünden söz etmiyoruz, daha da ilerisi, halkın, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğünden söz ediyoruz.
İş cinayetlerini ele alın, özelleştirme dalgalarını ele alın, işçilerin sosyal haklarının tırpanlanmasını ele alın, sigortasız çalışmayı ele alın, çocuk işçiler sorununu ele alın, çalışma saatlerinin uzatılmasını ele alın, kıdem tazmınatı meselesini ele alın, kiralik işçi büroları meselesini ele alın, işsizlik fonunun kullanımını ele alın vb. Aslında tüm bu sorunlar, devrimci değil, gerçek anlamda işçi sendikalarının olduğu bir ülkede, işçi sınıfının şiddetli mücadelesine neden olacak başlıklardır. Ama ülkemizde, sendikaların çoğunluğu, devlet- mafya kontrolü altındadır.
Öğrenci hareketinin örgütsüzlüğü de öyledir. Yaygın ve birleşik bir öğrenci örgütlenmesi gelişmemektedir. Yoktur demiyoruz ama eksiktir, olması gerekenden çok eksiktir.
Halkların örgütlenmesi eksiktir. Doğanın yağmalanmasını ele alın, HES projelerini, akıl almaz maden yatırım projelerini vb ele alın, çevreyi tahrip eden, ranta dayalı şehircilik projelerini ele alın, eğitim meselesini ele alın, ulaşım meselesini ele alın, insanların yaşam biçimlerine dönük akıl almaz saldırıların sıradanlaşmasını ele alın. Örgütlü halk veya halklar, bu gibi yaşamsal sorunlarda tepkilerini geliştirebilirler.
İşte bizim sözünü ettiğimiz örgütsüzlüğün bir parçası budur.
Bu kitle örgütlenmesi ile devrimci hareketinin bağlarının eksik olması da bir başka sorundur. Elbette öyledir. Ama, bugün, ülkemizde yaşayan işçi ve emekçiler, yani nüfusun %80-90’ı için, yaşam artık çekilmez hale gelmiştir.          Katliamlar, saldırılar, hayatı zehir eder noktadadır.
Bu umutsuzluğu kırmanın tek yolu vardır, o da, bu örgütsüzlüğün boyutları gerçeğini açıkça görmek, anlamak ve değiştirmek üzere harekete geçmektir.
Seyreden, daha fazla kirleniyor.
Seyreden daha fazla korkuyor.
Seyreden kayıtsız kalmaya başlıyor.
Konya Karaman’da, 45 çocuğun ırzına geçilmesine seyirci kalanlar, artık insanlıklarını kaybetmektedirler. Seyretmek, susmak budur.
Direnmek, ama her adımda, her direnişte daha fazla örgütlenerek direnmek. Çare budur.
Halkların, işçi ve emekçilerin zekasını, aklını, gücünü direnişe katmanın yolu, her eylemde, bir dirhem daha örgütlenmeyi geliştirmekten geçiyor.
Direnen, tüm bu saldırılara karşı sokağa çıkan, bir arayış içine giren, örgütlenen en başta kendisine umutsuzluğun ve korkunun bulaşmasını önler. En başta kendini temizler, insan olarak kalma mücadelesinin yolunu açar, insanlıktan çıkmayı kendi şahsında önlemeye başlar.
Örgütlenmek, halkın enerjisini, önce kendini, kendi yaşamını, haklarını savunmasını sağlamak üzere harekete geçirmek demektir. İşçi ve emekçiler, kendi güçlerini eylem alanlarında, grevde, vb ortaya koymadıkça, kendilerini de tanıyamazlar.
Çözüm, elbetteki vardır. Elbetteki tarihin en karanlık dönemlerinde, en despot iktidarları, zalimleri alaşağı etmek mümkün olmuştur. Bundan sonra da olacaktır.
Çözüm, çaresizlik içinde hissedip oturmakta değildir. Çözüm, çaresizlikten çare çıkarmaktadır. Bu da direnmek ve örgütlenmekten geçiyor.
Gezi Direnişini hayata geçiren de bu halktır. İşte şimdi mesele, bu direnişi sürekli kılacak, büyütecek örgütlenmeyi sağlamaktadır. Mesele budur. Kürt halkının direnişi, çarpıcı bir örnektir.
Ölüme karşı yaşamı, karanlığa karşı aydınlığı, savaşa karşı barışı, sömürüye karşı insanca yaşamı, boyuneğmeye karşı özgürlüğü, yağma ve talan ekonomisine karşı eşitliği ve ortak mülkiyeti, egemenlerin zülmune karşı halkların iktidarını savunmak, insan olmanın bir parçasıdır. Bunu yapmayan, insanlığından kaybetmektedir.
Biz devrimci sosyalistlerin görevi, işçi ve emekçilerin, halkların enerjisini örgütlemeye öncülük etmektir. Her yerde ve her araçla direniş, bu örgütlenmenin önemli bir kaldıracıdır.

Ekim Ankara katliamının 11. ayı: Unutturmayacağız!

Katliamın 11. ayında İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu’nun çağrısı ile Kadıköy Rıhtım’da toplanan kitle, katliamda hayatını kaybedenleri andı. Anmada 10 Ekim’de hayatını kaybedenlerin isimlerini tek tek haykıran kitle, “Ankara katliamını unutmadık unutturmayacağız”, “Katili tanıyoruz” ve “Katliamların hesabını soracağız” yazılı pankart açtı.
Basın açıklaması öncesinde CHP Milletvekili Ali Şeker, HDP Milletvekili Hüda Kaya ve 10 Ekim’de yitirdiğimiz Dicle Deli’nin babası konuşma yaptı. Yapılan basın açıklaması ile eylem son buldu.
Şeker konuşmasında: “Hükümetin ağzından barış lafı çıkmıyor. Yetmiyor barış diyenlere saldırmaktan geri durmuyor” diyerek Saray iktidarını eleştirdi.
Şeker’den sonra söz alan Kaya ise: “11 ay sonra yine buradayız, yine barışı haykırıyoruz. Bizi susturamayacaklar” dedi.
Fayik Deli: Katliamın 1. yılında Ankara Garı’na!
Son olarak söz alan 10 Ekim’de Ankara’da kaybettiğimiz Dicle Deli’nin babası Fayik Deli: “IŞİD terör örgütüne bu katliamı yapması için bütün yollar açıldı. İktidar katliamları engellemek yerine katliamlara çanak tutuyor” derken, emekten yana güçleri katliamın birinci yılında Ankara Garı’na çağırdı.
Eylemde Gezi direnişi sırasında Hatay’da polisin attığı gaz fişeğinin kafasına isabet etmesi sonucu hayatını kaybeden Ahmet Atakan’ın resmi de dövizlerle taşındı.

10 Ekim Şehitleri Ankara Garı önünde anıldı

Ankara’da Gar önünde yapılan 11. ay anmasına ise, hayatını kaybedenlerin yakınları ve katliamda yaralananlar ile devrimci kurumlar katıldı. Katliamın yaşandığı saat olan 10.04’te yapılan saygı duruşunun ardından ilk konuşmayı 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği adına Mehtap Sakinci Coşgun yaptı. Coşgun konuşmasında şunları söyledi:
“Arkadaşlar, bugün on birinci ayda, Ankara Katliamının yaşandığı yerde yine hep birlikteyiz. 11 ay geçti. Dört mevsim geçirdik. Yaklaşık 340 gün geçti ömrümüzden. Biz, ömrümüzden acıyla geçen bu 11 ayda sadece gözyaşı dökmedik, evlerimizde ayrıştırılıp, acılarımızla baş başa kalmadık, dernek çatısı altında toplandık. Bu 11 ayda gitgide gelişen dostluklar kurup adalet mücadelesinde hep birlikte olmanın, bir nevi artısını yaşadık. Buna artı mı demeli, buna iyi bir şey mi demeli açıkçası bilmiyorum ama ülkemiz artık katliamlar coğrafyası. Daha geçen gün Amtep’te onlarca çocuğun katline şahitlik ettik.
Biz maalesef bu 11 ayda sadece kendi acımaza yanamadık. Biz her katliamda gözyaşı döktük. Bu ülkedeki her kötü süreçte maalesef kendi acımızı dahi unuttuk. Kendi acısı ile yanıp tutuşan insanlar değildik çünkü. Biz toplumdaki bütün süreçleri, özellikle “Barış” derken öldürülen yakınlarımız varken, yaralanan canlarımız varken, katliamın bizzat şahitleri iken başka katliamlara da bu ülkenin ev sahipliği yapması, başka katliamlara da dur denilmemesi maalesef bizim yüreklerimizdeki acıyı daha da arttırdı. Hiçbirimiz normal değiliz. Hiçbirimizin psikolojisi yerinde değil. Hiçbirimiz artık iyi olamayacağız. Biliyoruz ki, bugün buraya gelen herkes 11 aydır bizimleydi. 10 Ekim 2015′den beri kalpleri bizimle attı, bizim acımızı paylaştılar. Biraz önce de söyledim; bu çok değerli bir şeydir. Bu çok kıymetli bir şeydir. Biz bunun farkındayız arkadaşlar, ama bu daha başlangıç, bu büyük bir hukuk mücadelesinin, bu daha önümüzdeki belki de bilinmeyen yılların başında olduğumuzu gösteriyor bize. Nasıl mı?
9 ayda adalet mücadelesinde belli bir noktaya nasıl geldik? Biz her gün alanlarda bağıra bağıra, biz her gün başımıza ne gelir diye düşünerek, biz her gün çocuklarımızı sabah evden çıkarken öpüp, belki de akşam eve gidemeyeceğimizin düşüncesiyle bu noktalara geldik. Şimdi biz, bu kadar güçlü, bu kadar iradeliyiz derken; önümüzde 10 Ekim Katliamı’nın birinci yıldönümü var. Yaklaşık on bir ay sonra yine bu alanda, sesimizi şimdi bir çıkarıyorsak, önümüzdeki ay 5 çıkaracak, 10 çıkaracak şekilde burada olmalıyız. Arkadaşlar, hepinizin malumu biliyorum; 7 Kasım’da Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşmalarımız başlayacak. Biz bu sembolik yargılamanın maalesef bir parçası olup, o gün o duruşmaya katılıp, müşteki sıfatımızla ‘Biz suçluların yargılanmasını istiyoruz’ diyeceğiz. ‘Bize adaleti tesis edin’ diyeceğiz. Sonuç alacak mıyız? Hayır, alamayacağız. Tatmin olacak mıyız? Hayır, kesinlikle olmayacağız, ama biz o gün oraya gideceğiz. ‘Bir sürü kişiyiz. Biz mağdur edildik. Bizim canımızdan can gitti. Bunu bilin!’ diyeceğiz. O yüzden arkadaşlar, en kalbi duygularımla söylüyorum; bu bir ajitasyon değil. Yeni katliamların önüne geçmek için bir çağrıdır.
Ne olursunuz 7 Kasım’da, ne olursunuz 10 Ekim’de burada olun, bizimle olun. Arkadaşlar, bu çok zor değil. Herkes sınanıyor. Bütün kurumlar, kuruluşlar, insanlar, dostlarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız sınanacak. 10 Ekim 2016′da yanımızda olacaklar mı? 7 Kasım 2016′da, duruşmada yanımızda olacaklar mı?        Bu bir insanlık sınavıdır arkadaşlar. O yüzden ben on birinci ayda bu megafonun başında şunu söylüyorum; bizim bizden başka destek olacak kimsemiz yok. Bize gelmeyecek adalet, kimseye gelmeyecek. Yarın çocuklarımızın öldürülmeyeceğini bilmiyoruz. O yüzden bugün herkes birbirine destek olmak zorunda. O yüzden bugün herkes bizim adalet mücadelemize katkı sağlamak zorunda. Bunu haykırıyoruz. 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği’nin başka bir amacı yok. O yüzden dernek olarak, ben bugün derneğin sesi olarak çağırıcı oluyorum. Sözlerimi bitirirken şunu söylüyorum; çok kısa bir zaman sonra yine bu alanda gümbür gümbür, sesimizi en yüksek şekilde duyurmak için bir arada olmalıyız. Bir sonraki ay görüşmek üzere diyorum. Herkes getirebildiği kadar kişiyi buraya getirsin. Bu çok kıymetlidir. Bu, birinci yıl dönümünde katliam için insanlık sınavıdır. ”

Bir kişi kalsak bile barış demeye devam edeceğiz
Katliamda yaşamını yitiren Güney Doğan’ın babası Mutafa Doğan ise “Güney, barış umuduyla barış sevdasıyla çıktığı yolda katledildi. Gerici faşist diktalar barış istemelerini hazmedemediler. Oğlumu ve 101 arkadaşını katlettiler. Bu ülkeyi, barış için, özgürlük için, halkların kardeşliği için emperyalist güçlere gericilere teslim etmeyeceğiz. Bir kişi kalsak bile barış demeye devam edeceğiz. Mutlaka bir gün devrim için mücadele ederlerken şehit düşenler için barış gelecektir” dedi.
Konuşmaların ardından 10 Ekim Anıtı’na karanfiller bırakıldı.
İzmir 10 Ekim Anması
İzmir’de 7 Eylül günü 10 Ekim katliamının aydönümü dolayısıyla Emek Demokrasi Güçleri katliamda yitirdiklerimiz için anıt mezar yapılması amacıyla İsmet İnönü Kültür Merkezinde dayanışma konseri organize etti ancak valilik tarafından gerçekleştirilen sabote etme girişimlerinden kaynaklı etkinlik yeri ve saati değiştirilerek Kıbrıs Şehitleri Caddesinde sokak konseri yapıldı.
direnişteyiz.org

Suriye’de Savaş – Dmitry Nersesov

ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğinden faydalanmakta olan Yüksek Uzlaşma Komitesi’ne göre, Esad -görevi bırakmak ve devletin politik gidişatında yer almamak teminatının bir sonucu olarak – yeni uzlaşmalara uymak durumunda. Özellikle de geçiş hükümeti ve takibindeki seçimler boyunca.
Gördüğümüz üzere, “uzlaşmazlar” olarak adlandırılan taraflar ödün verdi: Son döneme kadar, Esad’la aynı masaya oturmayı kesinlikle reddetmekteydiler. Yine de, amaçları değişmiyor: Suriye başkanını Suriye’nin geleceğinden defetmek. Moskova ise halen bu planı kabul edilemez buluyor. Kremlin, Suriye Başkanı Esad’ın, Suriye’nin politik sürecine katılım sağlaması gerektiği konusunda ısrarcı. Bu durumda, Yüksek Uzlaşma Komitesi’nin tekliflerinin arka planında -yukarıda bahsedilen bütün planın arka planında- ne yattığına, bunun koşullarına bakılması gerekiyor.
Öncelikle, Rusya ve Körfez’in iki petrol monarşisi -Bahreyn ve Katar- askeri birliktelik konusunda bir anlaşma imzaladı. Bahreyn, diğer alanlarda Rusya ile işbirliğini geliştirmeye yönelik bir amacı ispatlıyor. Öte yandan Putin, Ortadoğu’da Bahreyn’i “yeni bir destek” olarak dillendirdi.
İkinci olarak, bir süre önce Çin, Rusya, Suudi Arabistan petrol üretimi ve petrol fiyatını düzenleme konusunda, uzun zamandır beklenilen anlaşmaya vardı.
Kabaca diyebiliriz ki, bu iki gerçeklik, Suudi Arabistan ve Körfez’in Arap Devletleri İşbirliği Konseyi, Moskova’ya şöyle bir öneri getirdi: Esad’dan vazgeçilmesi karşılığında, kazançlı anlaşmalar, yatırımlar ve petrol fiyatlarında işbirliğine dayalı yükselme. Tabii, bunlar tavşana uzatılan havuç misalidir.
Öte yandan, ‘sopa’lar da mevcut. ABD Sekreteri John Kerry ve Suudi dengi El-Cübeyir şunu dile getirmişti: Suriye’de varlık gösteren Rusya göz ardı edilecek şekilde, Suriye’deki ABD destekli koalisyon -Suudi ordularının katılımıyla birlikte- Suriye’de kara harekatlarını yoğunlaştıracak. Yüksek Uzlaşma Komitesi girişimini açıkça ifade ettiği gün, El Cübeyir de Londra’da bu açıklamayı yapmıştı.
Suriye’de Suudi Ordusu’nun yer alması ise Rusya için pek çok sorunun birden birikmesine neden olacak. Bunu tümden taçlandıracak şekilde, Türkiye, IŞİD’in kalesi olan Rakka’ya gerçekleştirilecek saldırıda ABD’ye katılmaya hazır olduğunu duyurdu. İşte bunlara bakıldığında, eğer Rusya, Batı destekçisi Suriye muhalefetinin teklifini reddederse, Washington Ankara’nın fikrini onaylayabilir.
Eğer böyle bir şey gerçekleşirse, “B Planı” kurucularına göre, Rusya gerçekten de kendisini huzursuz edecek bir konumda bulabilir. Rusya Esad’a tutunursa; ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan’a -IŞİD’e karşı mücadelede- inisiyatif verebilir, ki bu durum (hiç şüphe götürmez ki) kazanan tarafça onurlandırılır. Sonrasında ise, Suriye başkanının kaderini belirlemek, yine bu kazanan tarafa kalır. Rusya ise, Arap ve Körfez Devletleri’nin karlı işbirliğine dair herşeyi kaybetmiş olarak, elinde bir hiç’le kalakalır.
Aslında, bu plana ilişkin yeni olan hiçbir şey yok. “Körfez’in potansiyeline karşılık Esad’ı değişmek”; Suudiler uzun zamandan beridir bu formülü izliyor.
Peki neden Esad’ın gitmesini bu denli istiyorlar? Beş yıl önce, iç savaş başlamadan hemen önce, Arap Baharı’nın arifesinde, Suriye başkanı Suudi Arabistan ve Türkiye’yle hareket etmektense İran ile birlikte yürümeye çabaladı. Esad’ın neden İran’ı seçtiği çok açık olmasa da, Suudi Arabistan bu tercihi affetmedi. Çünkü Suudi Arabistan’ın Suriye’deki -aynı zamanda Ortadoğu’daki- en büyük düşmanı İran’dır. Esad’ın düşüşünün ise ‘İran yayılmacılığı’ çabalarını engelleyeceğine ve Suriye’de İran karşıtı güçlü bir engel yaratacağına inanmaktadırlar. Aynı zamanda, Moskova İran’la olan bölgesel ortaklığından vazgeçsin, ortaklığı tanımasın istiyorlar. Rusya’nın ortaklığı reddine yönelik böylesi bir formül şu şekilde yorumlanabilir: Rusya’nın İran’la olan bağını koparmasıyla, kaçınılmaz olarak yaşayacağı kayıpları karşılayacak bir teklif sunmak.
Gelgelelim, eğer (sinik değil de) gerçekten pragmatik bir bakış açısıyla değerlendirecek olursak meseleyi, ne “havuç”lar ne de “sopa”lar ikna edici bir yerde durmuyor. Öncelikle, İran’ın -multimilyar dolarlık anlaşmalar ve yatırımlar vaatleriyle- bir müttefik olarak kaybını telafi etmek mümkün değil. Diyelim ki bütün bu yatırım ve sözleşme vaatleri gerçekleşti; Rusya sınırlarında düşman bir İslami Cumhuriyet’in (nükleer bomba potansiyeli ve füze silahlarıya) oluşumunun telafisi ancak Körfez’de stratejik bir konumlanmayla karşılanabilir.
İkincisi ise, “sopa”lara geldiğimizde, B Planı’nı gerçekleştirmenin miadı neredeyse doldu: ABD, başkanlık seçimleri döneminde Suriye’de bir kara harekatı başlatmayacak. Tabii ki, Nobel ödüllü Barack Obama’dan kestirilemez bir karar beklenebilir. Gelgelelim, Rusya’yla silahlı çatışma tehdidiyle karşı karşıyayken Suriye’de büyük çaplı bir savaş başlatmayacaktır.
Şu durumda işe yarayabilecek tek şey, IŞİD savaşçılarını ‘başkent’lerini teslim etmeye ikna etmektir. Türkler bu oyunu Suriye’nin kuzeyinde çoktan gerçekleştirdiler, Cerablus’u bir kaç saat içinde aldılar. Yine de, böylesi bir tertip çok riskli. Çünkü olası bir sızıntının varacağı sonuçlar kestirelemez durumda.
Şimdilik Rusya’nın yapabileceği tek şey, ortakları -sorunun çözümüne yönelik- daha güvenilir bir yaklaşıma erişinceye dek ve daha ciddi teklifler gelinceye değin beklemek.
Dmitry Nersesov’un ‘War in Syria: Saudi Arabia wants to buy Russia’ yazısı, 10.09.2016 tarihinde, pravda.ru internet sitesinde yayınlanmıştır.

Direnişteyiz Çeviri Ekibi

Gerçekler kendini ifade yolunu her zaman bulacak!

Söz konusu TV kanallarına hakkında kapatma kararı alındığı yönünde herhangi bir bildirimde bulunulmamasına rağmen 95.1 frekansından yayın yapan Özgür Radyo’nun da “www.ozgurradyo.com” uzantılı internet sitesine de yine BTK tarafından erişim engeli getirildi. Kanalların ekranlarının karartılması sonrası yayınlarını sürdürdükleri internet siteleri de Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından erişime engellendi.
Radyo ve kanalların kapatılmasını protesto etmek için 29 Eylül günü Beyoğlu, Galatasaray Lisesi önünde KESK-DİSK-TTB-TMMOB’un İstanbul ayaklarının yaptığı çağrıyla toplanıldı. ‘Özgür basın susturulamaz’ sloganlarının çınladığı eyleme, direnişteki Avcılar Belediyesi işçileri de ‘şimdi sıra işçide” diyerek özgür basına desteğe geldi.
4 Ekim’de Hayatın Sesi TV, İMC TV ve Özgür Radyo’ya polis baskını
KHK ile kapatılmasına karar verilen yayınlar arasında bulunan Özgür Radyo’nun binasına polis baskını gerçekleştirildi, kapıları kırılarak içeri girilen radyoda çalışanların tamamı darp edilerek gözaltına alındı.
Yayının sansürlenmesinden kısa bir süre sonra polis, radyonun kapısını koçbaşı ile kırarak içeri girdi. Özgür Radyo twitter hesabından Haber Merkezi çalışanın Ali Sönmez Kayar kafa travması geçirmekte olduğunu duyurdu.
Aynı gün, İMC TV’ye baskın yapan polisler kanalı kararttı. Baskın sırasında canlı yayında olan kanalda tüm çalışanlar stüdyoda toplanırken DİSK Genel Başkanı Kani Beko da destek için stüdyoya geldi. DTK Eş Başkanı Leyla Güven canlı yayına telefonla bağlanarak, özgür basının susturulma çabalarının yeni olmadığını, birçok gazete, tv ve radyonun kapatılmasına İMC TV’nin de eklenmesinin gerçekleri gizlemeye yetmeyeceğini söyledi. “Milyonlar canlı yayında sizleri izliyor. Özgür basın mücadelesinin yanındayız” mesajı veren Leyla Güven’in ardından HDP Milletvekili Mithat Sancar da canlı yayına bağlanarak destek ve dayanışma duygularını ifade etti. Stüdyoda basın emekçileri polis baskınını “Özgür basın susturulamaz” sloganları ile karşıladı.
Hayatın Sesi televizyonunun stüdyo ve reji odasına baskın yapan polisler internet üzerinden yayın yapan televizyonun internetini kesti. Yapılan baskının ardından televizyonun kapısına mühür vuruldu.
Çok sayıda sivil toplum kuruluşu, siyasi parti temsilcisi ve haber alma hakkını savunan kişi, kanalın Kocamustafapaşa’da bulunan binasına desteğe geldi.

Terör, OHAL, kayyum

Öncesinde hukuksal alan, yani yargı zaten tarumar olmuştu.
Ve ardından, büyük çaplı bir saldırı başlatıldı. Ülkenin her yanına, IŞİD çeteleri salındı. Yüzlerce kişi bombalarla öldürüldü. Her gün ortalama 20 cenazenin kalktığı bir yaşam ortaya çıkarıldı. Sadat adlı şirketler eli ile, halklara karşı özel savaş devreye sokuldu. Kürt illeri, ilçeleri yok edildi, katliamlar devreye sokuldu.
Ve tüm bunların adı, “terör”le mücadele oldu.
Devlet, en büyük terör ve çete olarak ortaya çıktı. Ama yine de adına “terör”le mücadele dediler.
Tüm bu savaş politikası, Suriye’de süren ve Türkiye’nin içinde yer aldığı ABD cephesinin yenilgisi ile yakından ilişkilidir.
Tüm bu savaş, Kürt hareketinin gelişimi ve IŞİD çetelerine karşı direnmesi ile yakından ilişkilidir.
Tüm bu savaş, Türkiye’yi boydan boya sarsan, halkın kendine gelmesinin adımları demek olan, Gezi Direnişi ile yakından ilgilidir.
Tüm bu gelişmelere karşı, TC devleti, bir yandan çeteleşmeye ve daha fazla çeteleşmeye başladı ki, bu dünya gericiliğinin, ABD ve ortaklarının tam da yapmak istediği şeye denk düşmektedir. ABD başta, tüm dünya gericiliği, dünyanın her yerinde çeteleri devreye sokmakta, bu yolla, azgın bir gerici “terör”ü örgütlemektedirler. IŞİD, tek başına bunu anlatır. ABD ve ittifakları, IŞİD eli ile tüm bölgeyi, tüm Ortadoğuyu, karıştırmak, tahrip etmek, halkları, tarihi imha etmek istemektedirler. Bölge bu çeteler eli ile dümdüz edilmek istenmektedir. Hem yağmalanmakta, hem de katliamlara maruz kalmaktadır.
Tam da bu yönde, Türkiye’de de devlet çeteleşmekte, çeteler eli ile azgın bir “terör” devreye sokulmaktadır. Bir yılı aşkın süredir gördüğümüz şey budur.
Bunun üzerine, 15 Temmuz darbesi ile bir yeni süreç eklenmiştir. Darbenin başarılı olduğu, aslında amacına ulaşmış olduğu, zira Saray eli ile darbenin devam ettirildiği açıktır.
Bu ABD’ye bağlı Fettullahçı örgüt ile başlayan darbe, aslında, Saray eli ile devam ettirilmektedir. Bu yolla, hem devletteki çeteleşme, hem de halka yönelik kullanılan “terör” birlikte yükselmektedir.
OHAL, bu işi görmektedir.,
Başbakan, OHAL, aslında devlete karşı ilan edilmiştir, halka karşı değil diye söylemlerde bulunmuştur. Ama gerçekte böyle bir şey olmaz. Devlet, devlet içindeki kadroları gerçekten temizlemek isteseydi, devlet gerçekten bu işle yüzleşmek isteseydi, devlet gerçekten IŞİD ile mücadele etmek isteseydi, daha fazla şeffaflık, daha fazla demokratikleşme, daha fazla barış süreçlerini işletirdi. Demokratikleşme , şeffaflık ve barış süreçleri, aslında devlet içindeki çetelerin, ucu nereye varırsa varsın temizlenmesi iradesi demek olurdu.
Ama Saray bunu yapmak istemiyor.
Saray, daha büyük bir baskı ve şiddeti devreye sokarak, Suriye savaşının yenilgisini, içerde bir çılgın fırsata çevirmek istiyor, Kürt halkının mücadelesini boğmak istiyor, bunun için bölgedeki tüm gerici çetelerle iş tutuyor, ve Gezi Direnişi ile ayağa kalkmaya, kendine gelmeye başlayan halkı tam olarak bastırmak istiyor.
Bu halkların, insanın esir alınma sürecidir.
İşte bu nedenle devlet eli ile, çeteler eli ile, birlikte bir “terör” devreye sokuluyor.
Yeni içişleri bakanı, acımasız olmaktan söz ediyor. Katliamların, Kürt illerinin görüntüleri ortada iken, daha acımasız olmak ne demektir? Ankara garında bombaları patlatanlar ortada iken, daha fazla acımasız olmak ne demektir? Yeni özelleştirme paketleri, akıl almaz yağma planları ortada iken, daha fazla acımasız olmak ne demektir? Ülkede her gün iş cinayetlerinde insanlar ölürken, kadın cinayetlerinde kadınlar öldürülürken, mitinglerde insanlar bombalanırken, düğünlerine canlı bombalar salınırken, daha acımasız olmak ne demektir?
Devlet “terör”ü tırmandırılmaktadır.
Bunun yetersiz kaldığı yerlerde, SADAT vb ile özel savaş devreye sokulmaktadır. SADAT bir nevi Saray galdiosu olarak devrededir.
Bunun da yetersiz olduğu yerlerde IŞİD çeteleri halkın üzerine salınmaktadır.
Normalde, bir darbe, eğer bir cemaat eli ile devreye sokulmuş ise, ve sonunda önlenmiş ise, bir yandan dinin azgınca kullanımına son vermek üzere bir eğilime yol açar, devlet içinden, cemaat çeteleri temizlenmeye başlanır, devletten, dinin kullanımına karşı önlemler gelişmeye başlar. Oysa, devlet daha ilk gününden, tüm kadroları ile, diğer cemaatlere yol açmaktan söz ediyor ve daha ilk gün Yenikapı’da adeta dinsel bir ayın düzenleyerek işe koyuluyor.
Nihayet, OHAL, tüm çıplaklığı ile, kendini ortaya koymaktadır. Binlerce öğretmen, Gezi Direnişine katıldığı için görevlerinden alınmaktadır. Kürtlerin elinde olan belediyeler, hukuk tanınmaz bir biçimde kayyum’a devredilmektedir.
Neymiş, seçilmiş olmak, suç işlemeye, terör örgütünü desteklemeye hak vermez imiş.
Bugünlerde, ülkemizin, gözde “terör örgütü” FETÖ’dür. Fettullah grubunu en çok destekleyen, bizzat Cumhurbaşkanıdır. Bu durumda, %52 ile seçilmiş Cumhurbaşkanının görevini bir kayyuma devretmek kesinlikle olanaklıdır. Üstelik çok ama çok daha fazlası ile.
Kürt hareketinin elindeki belediyeler, siyasal olarak, kendi programları doğrultusunda, seçimlerde halka verdikleri sözler doğrultusunda iş yapmıştır. Oysa seçilmiş Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Fettullahçı güçlerle tuttuğu işbirliği, halka verdiği sözle, açıklanan siyasal programı ile bağlantılı bile değildir. Zira bizzat dönemin Başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı, kendi desteğini ifade etmiş, “rabbim beni affetsin” demiştir.
Bu durumda, Cumhurbaşkanlığı dahil, Başbakanlık dahil, genelkurmay başkanlığı dahil, MİT dahil, Fettullah ile ilişki geliştirmiş, bunu bilerek ve kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yapmış olan her kurumun başına kayyum atanmalıdır.
Soru şudur, kayyumu kim atayacak? Öyle ya kayymu atayacak olan yargı, kayyumu atayacak olan devlet mekanizması zaten kayyumluk olmuştur.
Burada açıkça ortaya çıkmaktadır ki, tüm halk, tüm yönetime, bizzat kendisi geçmelidir. İşçiler ve emekçiler, doğrudan kendi iradeleri ile yönetimi almalıdır.
Belediyelere kayyum atamak ne demektir?
Belediye başkanını tutuklamak, alışılmış olan idi.
Ama belediyelere kayyum atamak ne demektir?
Halkın bu kayyuma itaat edeceği , kayyumun, vali veya kaymakam aracılığı ile sağlanamayan düzeni sağlayacağı nasıl düşünülebilir?
Belediyeye kayyum atamak, belediye binasına, seçilmiş başkanın girememesi midir? Bu durumda, belediye binaları, seyyar hale mi gelecek? Devlet, her gün yeni belediye binası olarak ilan edilecek yerleri kayyumla işgal edecek, oralara Türk bayrağını çekecek, ve ertesi gün, yeni bir bina için bunu mu yapacak? Halkın iradesi ile seçilmiş belediye başkanını tutuklamak ayrıdır, belediyeye kayyum atamak apayrıdır.
Uygulamaya bakılırsa, her ilçedeki devlet bürokrasisinden birisi, mesela kaymakam, aynı zamanda belediye başkanı olmaktadır. Peki, bunu halk tanımazsa, durum nereye varacaktır? Her ilçede bir darbe mi yapacaksınız?
Biz bunu tanımıyoruz ve halkı bu durumu tanımamaya çağırıyoruz.
Bu halkın iradesine karşı açık saldırı, aynı zamanda halkın, kendi iradesini tüm ülkeye yayması için bir çağrıdır. Halk, işçiler ve emekçiler, bizzat devleti ele almalı, bizzat iktidara geçmelidir. Tüm yönetim aygıtları, halkın seçeceği komitelere devredilmelidir. Devlet çarkı içinde suça bulaşmamış, rüşvete, yağmaya, Fettullah başta olmak üzere cemaatlere bulaşmamış kurum kalmamıştır. Tüm devlet çarkı içinde, başta ABD olmak üzere, tüm emperyalist merkezler, Almanya, Fransa, İngiltere, İsrail vb örgütlüdür. Tümü, görevlerinden alınmalı, iktidar halkın devrimci komitelerine devredilmelidir. Bu komiteler, mahalle mahalle, işyeri işyeri seçilmeli, ve seçilenler, her an, açık oylama ile görevden yine seçilenler tarafından alınmalıdır.
İşte o zaman özgür bir ülkeye doğru adım atmış olacağız.
İşte o zaman sömürü ve yağmayı önlemek için adım atmış olacağız.
İşte o zaman gerçek suç çeteleri ile hesaplaşma olanağını yakalayacağız.
İşte o zaman bu büyük devlet terörü bitmeye başlayacaktır.
Görüldüğü gibi, mevcut durumda halkın yaşam hakkı vb söz konusu değildir. Devrim ile iktidarı alaşağı etmek ve işçi ve emekçilerin iktidarını kurmak dışında bir yaşam yolu yoktur. Devletin kayyum atamaları ve tüm saldırıları bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Yalan, yağma, karanlık

Bir yeni dünya savaşı bir açıdan çoktan başlamıştır, bir açıdan kapıdadır. Başlamıştır, çünkü, epeydir dünyayı yeniden paylaşmak için ABD harekete geçmiştir. ABD, işi zamana bırakırsa kaybedeceğini, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere vb. karşısında pazar kaybedeceğini, dünyanın tek süper gücü hayallerinin çöpe gideceğini görüyor.      Ve bu nedenle hâlâ askerî üstünlük ve SSCB döneminden kalan Batı güçlerinin hiyerarşik yapısının en üstünde oturmaktan gelen avantajını kullanmak istiyor. Bu nedenle savaşı çoktan başlatmıştır. Bir yandan kaybetmemek için NATO aracılığı ile Avrupa üzerindeki kontrolünü sürdürmek istiyor. Diğer yandan ise, bölüşümün yoğunlaştığı alanlarda, en başta da bölgemizde, konumunu güçlendirmek istiyor.
Diğer yandan bakılırsa savaş esas olarak daha başlamamıştır. Savaşın bir cephesini oluşturan ABD karşısına, AB dikilmemektedir. Ve giderek, ABD, paylaşmak için can attığı, kendinin Büyük Ortadoğu dediği alanda, Rusya, Çin, Hindistan vb. ülkelerle karşı karşıya geliyor. Kısacası bu süreç, ABD karşısında yer alacak güçlerin tam olarak netleşmediği, henüz netleşmediği bir süreçtir.
İşte Suriye savaşı ya da savaşın Suriye safhası, bu açıdan bir netleşme eğilimine işaret etmektedir. Suriye’de, Rusya, Libya sürecinden farklı olarak doğrudan sahaya inmiştir. Elbette, bu adımını Suriye ile olan anlaşmaları ve Suriye’nin kendisini davet etmesine dayandırmaktadır. Bu, elbette ki ABD ve müttefiklerinin tutumundan farklıdır.
Savaşın, gün geçtikçe dünyayı sarmaya başladığını görebiliyoruz. ABD, Ukrayna’da, Ortadoğu’da, Kore yarımadasında, Latin Amerika’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da sürekli olarak gerginliği tırmandırma politikasını izliyor.
Suriye savaşı, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Öyle görünüyor.
Savaşın tüm niteliği açıktır: Bu bir yağma savaşıdır. Türkiye, Cerablus üzerinden Suriye’ye dalarak, saldırgan, emperyalist güçlerin tetikçisi, bir koyup üç alma hevesli bir tutum ortaya koymuştur. Bu öyle anlaşılıyor, TC egemenlerinin öteden beri bastırdıkları yağma savaşı histerisinin ortaya çıkışıdır. Cerablus’a, muhtemelen ABD emri ve Rusya’nın izni ile girmişlerdir. Ama girdikleri andan başlayarak ortaya çıkan hava, gerçekte, TC devletinin Suriye’nin egemenlik haklarına açık bir tecavüzde bulunduğunu göstermektedir. Erdoğan, El Bab’a yürümekten, çetelerden bir “milli ordu” kurmaktan söz ediyor. Suriye içine dalarken yanına aldıkları ÖSO güçlerinin içinde MİT’in organize ettiği (Sultan Murat, Abdülhamit vb.) gruplar vardır ve adlarını bile açık bir müdahaleyi ortaya koyacak tarzda seçmişlerdir. ÖSO içinde yer alan grupların 8 tanesi, doğrudan CIA tarafından yönetilmektedir. Tüm bu tablo, açık bir saldırganlığı ifade etmektedir. Türkiye, Suriye için milli ordu mu kurmaktadır? Bundan daha komiği herhâlde duyulmamıştır. Ve Türkiye, Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı savaşmak için fırsat kollamaktadır.
Ve tüm 5 yılı aşkın süredir süren Suriye savaşı boyunca, TC devleti, sürekli yağma peşindedir ve bunun için sürekli yalan üreten bir mekanizma geliştirmiştir.
Yalan öyle bir karanlık yaratmaktadır ki, bir süre sonra tüm yalanları ortaya çıktığı hâlde, hiçbir şey değişmemektedir.
Suriye devletinin kimyasal silâh kullandığı söylendi, ama sonunda kimyasal silâhı kullananın, El Nusra olduğu ortaya çıktı ve yine de bir şey değişmedi.
Türkiye’nin TIR’larla silâh sevk ettiği ortaya çıktı, öncesinden söylenen, gıda vb. gönderiyorduk, yalanı açığa çıktı, sonuçta bir şey değişmedi.
Söylenen yalan, ilk anda öyle bir pompalanıyor, tüm basın öyle bir seferber oluyor ki, sonrasında yalan ortaya çıkınca, çok küçük haberlerle idare ediliyor. İlk büyük yalan, gerçek ortaya çıkınca karartma politikası ile gerçeğin üzerine örterek, etkili kılınıyor. Hep ilk büyük yalan akıllarda kalıyor.
Kürt hareketi ile kurulan masayı düşünün. Dolmabahçe açıklaması, sanki hiç yapılmamış gibi, sanki İmralı’da görüşmeler hiç olmamış gibi davranılmaktadır. Öylesine bir karanlık yaratıyorlar ki, gerçek tamamen şüphede kalmaya başlıyor.
    Yağma savaşı, büyük çaplı bir yalan üretim makinası ile birlikte sürdürülüyor.
Yağma, sadece Suriye içine ordu sokmakla ilgili değildir. Yağma aynı zamanda içeride de sürmektedir. TC devleti, ülkenin her yanını, derelerini, ormanlarını, tarım alanlarını, kamu işletmelerini, sularını, tüm doğal zenginliklerini, bir bir yağmalamaktadır.
Ve bu yağmalama, büyük çaplı şiddetle birlikte sürmektedir. Artvin’deki maden ocağı için Rize’de mahkeme haftasında OHAL kullanılarak giriş çıkışlar engelenmektedir. En küçük bir hak arama eylemine, şiddetli bir saldırı ile yanıt verilmektedir. Devlet, tüm baskıcı gücünü devreye sokmuştur.
Ve bu baskı, tüm halkları, tüm direnişi bastırmak içindir. Bu nedenle, Kürt halkı başta olmak üzere tüm devrimci güçlere saldırmaktadırlar. Katliamlar planlamaktadırlar.
Öyle bir karanlık oluşmuştur ki, katliamlar açıktan planlanmaktadır. Sadece otobüste şort giyen kadına tekme atma denemeleri değil, sadece Başbakan’ın kadınlara, kocanızı idare edeceksiniz nasihatları değil, sadece tarikatların birinin yerine hepsini devlet içine çeken uygulamaları değil, daha korkunçlarını devre sokmaktadırlar. Maraş ve Çorum katliamları, 1970’lerin sonlarında devlet eli ile yapılmış katliamlardır. Bu katliamlara benzer katliamlar, Alevilerin evlerinin işaretlenmesi ile başlatılmak istenmektedir. Kürt halkına karşı süren katliam politikası, giderek genişletilecektir.
Yağma savaşı, daha çok şiddeti gerekli kılıyor. TC devleti, her türden hukuku ayaklar altına alan bir saldırganlığı, hem içte hem de dışta devreye sokmuştur. Adeta yel ekmektedirler.
Yalan, bu politikanın ayrılmaz parçasıdır. Bu nedenle, basına dönük bir baskı politikası da devrededir. Basın, ya susturulmakta ya da doğrudan devletin emrine alınmaktadır. Doğan medyası, yandaş medya kervanına katılmıştır ve tümü birlikte tekleşmektedir. Diğer tüm muhalif basın susturulmak istenmektedir.
Bu yolla, bir karanlık oluşturulmuştur, oluşturulmaktadır. Ülke baştan aşağıya karanlığa bürünmüştür. SADAT AŞ, bu karanlığın açık ifadesidir. Bizzat Saray’ın egemenliği bu karanlığın ifadesidir. Baştan aşağıya karanlık ilişkiler ağı ile, çeteler devletin her alanında egemendir.

Derler ki; karanlığın en zifiri hâli, şafağın doğmasından önceki hâlidir.

Derler ki; hiçbir karanlık sonsuz değildir.Ve derler ki; yel eken fırtına biçer.

OHAL’den istifade Eğitim-Sen’lilere kitlesel tasfiye

Diyarbakır: ‘Yargısız infazların hiçbir dayanağı yoktur”
Eğitim Sen Diyarbakır 1 No’lu Şubesi, 12 Eylül günü kamu emekçilerinin görevden alınmalarına ilişkin şube binasında basın toplantısı düzenledi. “Hükümet, yandaş medya ve yandaş sendikanın işbirliği ile oluşturulan algı operasyonu ve açıkça iftira niteliği taşıyan suçlama ve hedef göstermeler sonucu gerçekleştirilen açığa almalar, açık bir ‘yargısız infazdır ve hiçbir yasal, hukuki dayanağı yoktur” denildi. “Öğretmenimi İstiyorum” başlıklı bir imza kampanyası düzenleneceği ve bunun 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü’nde Meclis’e, BM ve Avrupa Parlamentosu’na gönderileceği, ayrıca Ankara’ya doğru “Demokrasi Yürüyüşleri” düzenleneceği belirtildi.
Hatay: “Ekmeğime öğretmenime dokunma”
Eğitim-Sen Hatay Şubesinin çağrısıyla, 14 Eylül’de Antakya’da ve Samandağ’da eylemler gerçekleştirildi. Yapılan eylemde konuşan Eğitim-Sen Hatay Şube Başkanı Dursun Soydan, “Bizler onuru ile yaşayan faşizme karşı boyun eğmeyen öğretmenleriz. 29 Aralık grevinin gerekçe gösterilerek Eğitim Sen üyesi öğretmenlerin açığa alındı, eğitime darbe yapıldı” dedi. Açıklamanın ardından kitle oturma eylemi yaptı ve ardından alkışlarla eylemini sona erdirdi. Hatay’da eğitim emekçileri veliler ve öğrencilerin katılımıyla forumlar ve okul önlerinde eylemler gerçekleştirdi.
Açığa alınanlar için pedal çevirdiler
Eğitim Sen Diyarbakır Şubesi üyesi öğretmenler, 17 Eylül günü üzerlerine “Öğretmenime Dokunma” yazılı tişörtler giyip bisikletlerinin pedallarını çevirerek seslerini duyurdu. Islık çalıp, “Diyarbakır uyuma, öğretmenine sahip çık” sloganı eşliğinde pedal çeviren eğitimcilere çevrede bulunan çocuklar ve yurttaşlar da yine alkış ve ıslıklarla destek verdi.
İzmir “OHAL’i siyasal çıkarları için kullananlar, darbe fırsatçılığından vazgeçmelidir”
Eğitim-Sen İzmir şubeleri 8 ve 9 Eylül tarihlerinde Konak Sümerbank önünde eylemler gerçekleştirdi. Emek ve Demokrasi için Güç Birliği Platformu’nun da destek verdiği eylemlerde, OHAL’e sığınarak görevden atma ve açığa alınmaların hukuksuz olduğuna vurgu yapıldı.
Yunanistan’daki Eğitim Emekçileri: Meslektaşlarımızın Yanındayız
Yunanistan’daki Öğretmenler Sendikası Yönetim Kurulu, yayımladığı bildiriyle Eğitim-Sen’in yanında olduğunu duyurdu. Yönetim kurulu adına Başkan Matina Grafou ve Sekreter Dina Reppa imzasıyla yayımlanan bildiride 11 bin 200 eğitim emekçisinin işten atılması “Erdoğan devletinin ve baskıcı mekanizmalarının başlattığı bir temizlik harekâtı” şeklinde değerlendirildi.
Açığa almalara toplu itiraz dilekçeleri verildi
Hatay ve İzmir’de 21 Eylül günü İl Milli Eğitim Müdürlüklerine toplu itiraz dilekçeleri verildi. İzmir’deki eylemde konuşan Hasan Ali Kılıç, “bu ülkede sürdürülen savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunduğu, herkes eşit koşulda yaşasın istediği için, AKP’nin siyasal politikalarını onaylamadığı için, onların buyruklarını yerine getirmek istemeyenlere bedel ödetilmek isteniyor” dedi.
Mersin Eğitim-Sen: Karanlığa boyunu eğmeyeceğiz
Mersin’de Eğitim-Sen Mersin Şubesinin çağrısıyla 19 Eylül’de bir araya gelen Eğitim-Sen’li öğretmenler ve demokratik kitle örgütleri, hükümetin öğretmenleri hukuksuzca ihraç etmesini ve açığa almasını oturma eylemi ve basın açıklamasıyla protesto etti. Özgür Çocuk Parkı’nda toplanıp ‘Baskılar bizi yıldıramaz’, ‘ Karanlığa boyun eğmeyeceğiz’, ‘Yaşasın örgütlü mücadelemiz’ sloganları atılan eylem, Eğitim-Sen’in taleplerini paylaşmasıyla son buldu.
Hopa: ‘Ders: Demokrasi, Konu: Direniş’
Artvin Hopa’da açığa alınan 35 öğretmenin görevlerine iade edilmesi için 20 Eylül’de açığa alınan öğretmenler ve Hopa halkının katılımıyla Hopa Parkı’nda oturma eylemi ve forum yapıldı. Hopa Parkı’nda oturan, taleplerini dövizlere yazarak yere koyan öğretmenler kendilerine parkta hazırladıkları temsili sınıfın tahtasına “Ders: Demokrasi, Konu: Direniş, Yaramazlık yapanlar: MEB, ilçe milli eğitim müdürü, okul müdürleri” yazdılar. Konuşma yapan Eğitim Sen üyesi Osman Lokumcu, “Tek suçumuz kimsenin sömürülmediği, özgürce tüm temel ihtiyaçlarını giderebileceği bir dünya yaratmaktır” dedi. Lokumcu’nun ardından kaymakam ve ilçe milli eğitim müdürü ile görüşmeye giden heyet gelene kadar oturma eylemine devam etme kararı alan öğretmenler foruma geçti. Foruma yedi kişinin açığa alındığı Arhavi’den de öğretmenler katıldı.
Kıbrıs’ta öğretmenlerden Eğitim-Sen’e destek
Kıbrıs’ta eğitim emekçileri OHAL ile AKP’nin Türkiye’deki tüm muhalif kesimleri hedef almasına tepki göstererek, Eğitim-Sen üyelerinin açığa alınmasını protesto etti. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Başkanı Semen Saygun yaptığı açıklamada, ”KESK ve Eğitim Sen yalnız değildir. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası olarak seslerine sesimizi katmaya devam edeceğiz.” diyerek dayanışma mesajı verdi.
HDP Genel Başkanlarından eğitimciler için uluslararası kurumlara mektup
HDP Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş, açığa alınan, görevden atılan akademisyen ve öğretmenler için uluslararası kurumlara mektup yazdı, dayanışma sergilemelerini istedi. Mektuplar, BM İnsan Hakları Komiseri Zeid Ra’ad Zeid El Hüseyin, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nil Muiznieks, AK Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, Avrupa Komisyonu Genişleme Komisyoneri Johannes Hahn, AB Dış İlişkiler ve Savunma Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, AP Başkanı Martin Schulz ve AP Türkiye Raportörü Kati Piri’ye gönderildi.
HDP’den Eğitim-Sen’e destek ziyareti
HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ve HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken ve HDP parti yöneticilerinden oluşan heyet 26 Eylül’de Eğitim-Sen’e destek ziyaretinde bulundu. “Ekim ayı bitmeden görevinden alınan öğretmenler göreve iade edilmeli” denildi.
Akademisyenler, öğrenciler ve üniversite çalışanları YÖK’ün kapısına dayandı
Hükümetin çıkardığı KHK’lerle binlerce akademisyenin ihraç edilmesine ve ÖYP’lilerin iş güvencesinin ortadan kaldırılmasına tepki gösteren akademisyenler, öğrenciler, tabipler ve üniversite çalışanları 22 Eylül’de YÖK’ün kapısına dayandı. Ankara Üniversitesinden ihraç edilen akademisyen ve Eğitim-Sen Şube yöneticisi Aysun Gezen, “ÖYP düzenlemesi ve arkadaşlarımız geri alınana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi.
Diyarbakır’da Eğitim-Sen üyesi dört öğretmen tutuklandı
Diyarbakır’da 25 Eylül’de gözaltına alınan 19 öğretmenden dördü 1 Ekim’de, “örgüt üyesi olmak” iddiasıyla tutuklandı, 12’si adli kontrolle serbest bırakıldı.
Adıyaman’da Eğitim-Sen üyesi iki öğretmen tutuklandı
Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde 24 Eylül günü gözaltına alınan Eğitim Sen üyesi 3 öğretmen emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edildi. Mahkeme Ertaş ile Öztekin’in, “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla tutuklanmasına karar verdi.
KESK’ten acil eylem planı
KESK, 29 Eylül Perşembe gününden itibaren acil eylem planını hayata geçirerek iş yerlerinde ve illerde eylemlere başlayacağını duyurdu. KESK;
-29 Eylül ile 15 Ekim tarihi arasında okullar başta olmak üzere, meydanlarda stantlar açarak hem imza toplayacak hem de “İşimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz. Bu ağır saldırıyı da püskürteceğiz” başlıklı bildiri ile mücadeleyi yükselteceğini,
-5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü vesilesiyle Milli Eğitim Bakanlığı önünde oturma eylemi düzenleneceğini,
-1-2 ve 6-7-8 Ekim tarihlerinde öncelikli olarak açığa almaların yüksek olduğu illerden başlayarak geniş katılımlı toplantılar yapılacağını ve
-12 Ekim’de birçok kentten yola çıkarak, 15 Ekim sabahı Ankara’da bir araya geleceklerini ve taleplerini haykıracaklarını belirtti.
Mülakatta ‘Oruç tutuyor musun’ sorusu soruldu, KPSS puanı düşürüldü
Hatay’ın Samandağ İlçesi’nde ikamet eden Muhammet Can KPSS’nin ardından katıldığı mülakatta beklemediği bir durumla karşılaştı. Kendisine sorulan dini sorulardan sonra 80 olan puanı kesin atanabilecekken 45’e düştü.
Muhammet Can Evrensel’e gönderdiği mektupta “…Adana’nın Seyhan ilçesinde bulunan Şehit Halit Yaşar Mine Ortaokulu’na 21.09.2016 tarihinde mülakata çağrıldım. 15. komisyonda çekmem istenen zarftan eğitim bilimleri ve sosyolojiyle alakalı iki soru çıktı. Aldığım eğitim doğrultusunda karşı tarafın da fazlasıyla tatmin olduğunu gözlemlediğim cevaplar verdim. Son sorunun cevabını tamamlamak üzereyken komisyon üyelerinden gelen ‘Oruç tutuyor musun?’ sorusuyla karşılaştım. Hayır cevabının ardından değişen üslup mülakatın sonucuydu aslında. 29/09/2016’da açıklanan yeni puanım: 45 idi. Bu puan ile benim şahsımın değil genel olarak ‘Oruç tutuyor musun?’ sorusuna yanlış cevap(!) olan “hayır” cevabını verecek potansiyeldeki her insanın terbiyesinin(!) hedeflendiği aşikardır. Gücü elinde bulunduranların size hakkınız olanı vermemesi için herhangi bir suç işlemenize gerek duymadığını, onlarla aynı düşünceye sahip olmamanın yeterli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Toplumun aydınlık yüzü olan biz öğretmenlere böylesi çirkin adaletsizlikleri reva gören; emek, alın teri ve başarıyı hiçe sayan bir zihniyetle uygulanan mülakat açık açık KUL HAKKI YEMEKTİR…” dedi.
Muhammet Can’ın mektubunun yayılmasının ardından bu uygulamaların yaygın olarak kullanıldığı ortaya çıktı.
Sözleşmeli öğretmen sözlü mülakatında sorulduğu iddia edilen sorulardan bazıları:
Oruç tutuyor musun?
Reis deyince aklına kim geliyor?
Gezi olayları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gezi olaylarına katıldınız mı?
Ezanın Kürtçe okunması hakkında ne düşünüyorsunuz?
‘Sayın Öcalan’ ifadesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Üye olduğunuz sivil toplum örgütü var mı?
Hangi gazete ve köşe yazılarını takip ediyorsunuz?
Hangi dershaneye gittin?
Ömer Halisdemir kimdir?
15 Temmuz sürecini değerlendirin?
Fırat Kalkanı operasyonunu nasıl değerlendiriyorsun?
Tarık Akan hakkında ne düşünüyorsun?

ABD Küba’ya yönelik ambargoyu bir kez daha onayladı

Obama’nın, Küba’yla diplomatik ilişkileri normalleştirmeye yönelik görüşmeler yapacağı yönündeki açıklamalarına rağmen, ABD’nin Küba’ya ilişkin ‘düşmanla ticaret yasası’ bir yıl daha uzatılarak, Küba’ya 50 yılı aşkın süredir dayatılan ekonomik ambargo genişletildi.
Küba ile ABD arasındaki karşılıklı ekonomik müzakereler sonucu herhangi bir karara varılamadı. Küba delegeleri, ekonomik, ticari ve finansal ilişkilerde ilerleme kaydedebilmek için, Küba’yı ekonomik anlamda olumsuz etkileyen ABD’nin ambargoyu kaldırması gerektiğini ifade etti.
Ancak ABD yetkilileri ekonomik görüşmelerin, uzun vadeli planlandığını kaydetti. Geçtiğimiz gün ise, Küba’yla süregelen ekonomik ambargo ve yaptırımlar, bir kez daha onaylanarak bir yıl daha uzatıldı.
Ambargonun 14 Eylül 2017’ye kadar süreceği kaydedildi.
2014 yılının Aralık ayında ise, Obama, Küba’yla olan ilişkilerde normalleşmeye gidileceğini iddia etmişti. İki ülke elçilikleri tekrar açıldı ancak ambargo ve yaptırımlar hala sürüyor.
Ancak ABD Kongresi’nin kararıyla kaldırılabilecek ekonomik ambargo, John F. Kennedy’nin kararıyla 1962 yılından beri ve dokuz başkanlık dönemi boyunca, her yıl yenilenerek onaylandı.
Küba’nın geçtiğimiz hafta yayınladığı bir raporda ise ABD’nin uyguladığı ambargonun geçtiğimiz yıl için 4,7 milyar dolara mal olduğu ifade edildi.
Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Genel Toplantısı’nda ise ABD’nin Küba’ya olan yaptırımları 2’ye karşı 191 oyla kınanmış; bir tek ABD ile İsrail karara karşı çıkmıştı.

Kaynak: direnisteyiz3.org