Ana Sayfa Blog Sayfa 224

“Tarihin beşiği Ortadoğu’da özgür bir gelecek mayalanıyor” AKA-DER 3. Olağanüstü Genel Merkez Genel Kurulu gerçekleştirildi

Devrim ve özgürlük mücadelesinde ölümsüzleşenler için saygı duruşuyla başlayan Genel Kurul divanın oluşturulmasıyla devam etti.Seçilen divan başkanının Genel Kurulu selamlaması ve temennilerinin ardından gündemlerin belirlenmesine geçildi.Gündemlerin belirlenmesinin ardından 2015 yılı faaliyet raporunu sunmak üzere AKA-DER Genel Merkez Üyesi Semra Demir’e söz verildi. Sunulan faaliyet raporu ve mali rapor ibra edildi. Ardından “Tarihin Beşiği Ortadoğu’da Özgür Bir Gelecek Mayalanıyor” başlıklı sunumunu gerçekleştirmek üzere AKA-DER Genel Sekreteri Ekim Çiftçi’ye söz verildi.Sunumunda; bölgemizde ve ülkede körüklenen savaşa denğinen Çiftçi; emperyalistlerin ve tetikçilerinin eli ile kan gölüne çevrilen coğrafyamızda bir yandan da halkların direnişinin geliştiğini ve bu gün bu direnişleri ortaklaştırmanın imkanının arttığını ve bölgemizde özgür bir geleceği mayaladığını vurguladı.
“Zorlu Bir Gelişim Dönemi ve Mücadele Hattımız” başlıklı sunumunu gerçekleştirmek üzere AKA-DER Genel Başkanı Kürşat Bafra’ya söz verildi.Bafra; tüm toplumsal yaşam yok edilmeye, katliamlarla halklar susturulmaya çalışılmaktadır. Baskı ve sindirme politikalarını kırmak, bu ablukayı dağıtmak için direnişi örgütlemeliyiz, dedi ve AKA-DER şubelerinin yeni dönemi daha sağlam temelde karşılaması için önerilerde bulundu ve karar önerilerini divana sundu.
AKA-DER Genel Başkanı’nın konuşmasının ardından salonda bulunan dost kurum temsilcilerinin ve mücadele arkadaşlarının konuşmalarına geçildi.
Kaldıraç dergisi adına Ülkü Gündoğdu, HDP İstanbul Yönetimi ve HDP Genel Merkezi adına HDP İstanbul İl Yöneticisi Erkan Karabay, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği adına Dernek Başkanı Aydın Deniz, Emekçi Hareket Partisi adına Emre Öztürk, Gezi Gazi ve Şehitleri Platformu adına Sami Elvan ve Volkan Kesanbilici, Emekliler Dayanışma Sendikası adına Mahinur Şahbaz, Doğu ve Güneydoğu Dernekleri Platformu adına Abdulhakim Daş, 10 Ekim Şehit ve Yaralı Aileleri adına Meryem Bulut’un oğlu Adnan Bulut ve Sarıgül Tüylü’nün eşi Celaleddin Tüylü, 10 Ekim Dayanışması adına Burcu Arıkan, Arap Alevi Gençlik Meclisi adına Sinan Çekiç, Arap Alevi Kadın Meclisi adına Seher Eriş, Özgür Lise adına Gamze Toprak, Kaldıraç Üniversite adına Onurcan Sömen selamlama konuşmalarını gerçekleştirdi. Halkevi adına Genel Kurulu selamlamak üzere Nuri Günay da salondaydı.Selamlama konuşmalarında ortak mücadelenin yükseltilmesi temel vurgulardandı.
Genel Kurulu selamlamak üzere mesaj gönderen dost kurumlar ve mücadele arkadaşları ise şöyleydi; Alevi Yol Kültür Derneği, Ankara Demokratik Alevi Derneği, Arap Alevi Arap Hristiyan İnsani Dayanışma Platformu, İstanbul Kent Savunması, Avrupa Süryaniler Birliği Türkiye Temsilcisi Tuma Çelik, Zaza Platformundan Metin Güler, ASİ-DER’den Metin Atlan, Sivas Sarkışla İlyashacı Köyü Dernek Başkanı Bayram Demir, Tuzluçayır Mahalle Muhtarı Zülfikar Odabaşı, Yazar Oktay Etiman, yazar Temel Demirer, yazar Sibel Özbudun, Tevfik Fikret Okulları Çalışanları, CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi.
Genel Kurul AKA-DER’in temel faaliyet alanları olan; işçi, halklar, kadın, ekoloji, sanat sunumuyla devam etti. Sunumlar AKA-DER’in bu alanlarda faaliyetlerini geliştirecek karar önerilerinin divana sunulmasıyla sona erdi. Genel Kurula sunulan karar önerilerin ve AKA-DER yeni Genel Merkez Adaylarının oylanmasına geçildi. Sunulan karar önerileri karara bağlandı.Ardından AKA-DER yeni Genel Merkezi seçildi. AKA-DER Genel Başkanlığına seçilen Semra Demir’in konuşmasıyla genel kurul sona erdi. Genel kurul savaşa karşı halkların ortak mücadelesinin geliştirilmesi fikrinin ve kararlılığının örgütlendiği coşkulu bir genel kuruldu.
(14.02.2016)

“Kapının arkasındaki ölüm
değil, hayat”
Kadıköy AKA-DER’de Halkların Ortak Mücadelesi etkinliği
31 Ocak Pazar saat 15.00’da AKA-DER Kadıköy Şube’de gerçekleştirilen etkinlikte; Sebahat Tuncel (HDK adına) ve Hakan Dilmeç’in (Kaldıraç dergisi adına) katılımıyla “Bu Abluka Dağıtılacak Direnen Halklar Kazanacak” şiarı ile düzenlenen etkinlikte Kürdistan’da ve Ortadoğu’da yürüyen savaş, halklara dönük saldırılar ve halkların ortak mücadelesini konuşuldu.
AKA-DER adına konuşan sözcünün “Kolay veya mutlu olunabilecek bir dönemden geçmiyoruz fakat umut edebileceğimiz bir dönemdeyiz ve inanıyoruz ki bu direnişlerin sonunda ‘Kapının arkasında bizi bekleyen ölüm değil, hayat’” diyerek sözü Hakan Dilmeç’e bırakması ile etkinlik başladı.

YÖK’ün akademiyi tasfiye girişimleri son bulsun

12 Eylülün ürünü olan YÖK, bu genelge kapsamında bir taş ile iki kuş vurma hevesindedir. İlki Barış İçin Akademisyenler metnine imza atan ÖYPli asistanların “bilim” dünyasından bir an önce tasfiye edilmesidir. Esasında ÖYP, metropollerde yetiştirilen ve farklı illerdeki üniversitelere geri dönen genç akademisyenler sayesinde iktidarın ön göremediği bir “akademik ağ” oluşturmuştur. Bu ağ bilim insanının toplumsal görevinin, bilimin konusunun, özgür üniversitelerin yalnızca belli başlı üniversitelerde değil, yaygın bir şekilde tartışmaya açılmasını sağlamaya başlamıştır. Onlarca üniversiteden akademisyen ve araştırmacının imza attığı BAK metni bunun da göstergesidir. Ve iktidar için bu kadrolar özellikle de toplumsal dinamiğin önlerinde yer alan genç akademisyenler bir an önce tasfiye edilmelidir. Öyle ki bir daha böyle ağ oluşturmak, böyle bir girişimde bulunmak hiçbir akademisyenin aklına dahi düşmesin. Öte yandan bu da yetmez, 17 Şubat’ta Kamu çalışanlarının “irtibat halinde bulunduğu(ya da bulunduğu iddia edilerek) yapılar” üzerinden tasfiye edilebilmesinin zeminin hazırlayan bir genelge daha yayınlanmıştır. Son olarak uzaklaştırmalar ve tasfiyeler sonucu boşaltılan yerler milliyetçilik zehrini yayacak kadrolar ile doldurulmaktadır, doldurulacaktır.
İkincisi daha önce başlattıkları süreci tamamlamak: Siyaseten ve sermayenin isteği ve gereksinimine göre ÖYP’nin yeniden yapılandırılması. Bu savaş ve kriz koşullarında, iktidar ömrünü uzatabilmek için kendi sermayesini daha çok beslemelidir. Önemli miktarda kamu bütçesinin ayrıldığı ÖYP’nin sermaye için kullanılması iktidar için aciliyet taşımaktadır.
İşin özü imzacı ÖYP’liler ile başlatılan süreç, tüm ÖYP’lilerin keyfi olarak kurumlarına çağrılmalarına, bu baskı ile “bilim” yapmalarına zemin hazırlamaktadır. Kaldı ki bu süreç bir bütünün parçasıdır. 657 ve YÖK kanununda yapılacak olan değişiklikler akademideki güvencesizliği yaygınlaştıracak, iş kanununda yapılacak olan değişikliler ise sermayenin ihtiyaç duyduğu güvencesizliği tüm çalışma yaşamına yayacaktır. Bugün bizler için elzem olan, özelinde akademide ve üniversitenin bütününde, genelinde ise tüm çalışma hayatı ve yaşama karşı başlatılan bu topyekün saldırılara karşı bir arada durmak, ortak talepler oluşturup ortak mücadeleyi büyütmektir.
– 4 Şubat Genelgesi ile Öğretim Üyesi Yetiştirme Programına Dair Usul ve Esasların 11. Maddesine eklenen karar kabul edilemez. Genelgeye eklenen bu bölüm, akademinin tasfiye sürecini hızlandırmaya yöneliktir. ÖYP kapsamında görevi tamamlanana kadar göreve iade kişinin rızasına bağlanmalıdır.
– Bilim insanları yetiştirmek kamusal bir sorumluluktur, bireysel senetlere bağlanamaz. Akademisyenlerin üzerindeki senet baskısı kaldırılmalıdır.
– Akademisyenlerin üzerindeki siyasi baskılar bir an önce sonlandırılmalıdır.
Bizlere dayatılan savaş, katliamlar, cinayetler, infazlar; yaratılmak istenen güvencesizlik ve baskı ortamı, giderek derinleşen ve bedeli bizlere ödettirilen ekonomik kriz ancak ortak mücadele ile aşılabilir. İnsanca bir yaşam için, nefes alabilmek için ortak mücadeleyi yükseltelim.
Kaldıraç / 26.02.2016

Savaş büyütülüyor farkında mısın?.. Kan emicilerin savaşını durduralım!

Son olarak, 500’e yakın TSK mensubu askerin ağır silahlarla Suriye’ye girdiği haberleri yayınlandı.
İçeride Kürt halkına karşı başlatılan vahşi savaş ve katliamlar devam ederken, batıda bu savaşa karşı çıkan en ufak bir muhalefetin dahi bastırılma çabası sürüyor.
Bu kez devlet, dışarıda besleyip büyüttükleri çetelerin yenilgisi hızlanınca, savaşa bizzat dahil olmayı önüne koymuştur.
Tüm bu gelişmeler, bölgemizdeki savaşın daha da büyümesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Suriye, İran, Rusya, hatta Çin ile her an savaşa girmesi anlamına gelecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Siyonist İsrail, ABD, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte yarattığı böylesi bir savaş, bölgemizde yürüyen paylaşım savaşının, açık bir üçüncü dünya savaşına evrilmesi de demektir.
Tüm bu yaşananlar, Kürt halkına düşmanlık üzerinden meşrulaştırılmaya; “angajman” yalanları ile beslenmeye çalışılmaktadır.
Bu savaşta ölecek olan, tecavüze uğrayacak olan, yerinden yurdundan olacak olan, savaşı çıkaranlar olmayacak. Sen olacaksın! Senin çocuğun, eşin, kardeşin olacak!
Sırça saraylardan savaş kararı verenler, İslami, milliyetçi söylemlerle, Osmanlıcılık palavralarıyla emperyalizme uşaklıklarını gizleyemeye çalışanlar ve onların çocukları bu savaştan zarar görmeyecek!
Bu savaşı durdurmak, insanca, onurumuzla ve kardeşçe yaşamak bizlerin elindedir.
Yarın düşüneceğin işin, kiran, kredi taksitin, çocuğunun okulu değil; savaşın yarattığı yıkım, acı ve gözyaşı olacak.
Bir avuç asalağın, kan emicinin, hırsızın, uğursuzun çıkarı için ölmeyeceğimizi haykıralım. Tetiklenen bu savaşı durduralım!
Ya onların savaşında öleceğiz ya da kendimiz, çocuklarımızın geleceği için ayağa kalkıp savaş politikalarını hayata geçirmelerine dur diyeceğiz!
KALDIRAÇ
15 Şubat 2016

Tiyatro KAJU Manifestosu

10 Ekim Ankara katliamıyla ilgili çıkardıkları “…daha yolumuz var…” ve Hrant Dink anması için çıkardıkları “Kuşlar” sokak oyunlarından tanıdığımız Tiyatro KAJU manifestosunu, 13 Aralık 1997’de işkencede katledilen dergi yazarımız, şairimiz, ortağımız Bekir Kilerci’nin “Alarga Gönül” şiiriyle bitiriyor:
“Biz kaçınılmaz olanız. Biz sizin endüstriyel hatalarınızın sonucuyuz. Biz sizin yarattığınız toplumdan çıktık. Biz devrin başarılı başarısızlıklarıyız, bu rezil medeniyetin belalılarıyız. Bizler, ahlaksız sosyal seçilimin yaratıklarıyız. Biz, güçlüler ile karşılaştık. Sadece güçlü olanlarımız dayanabildi.
Biz uygun olanların hayata devam edeceklerine inanıyoruz. Siz, maaşlı kölelerinizi kirliliğin içinde ezerek hayatınızı devam ettirdiniz. Sizin hakimiyetinizdeki savaşın kaptanları, kanlı büyük vurgunlarını işçilerinizi köpekler gibi vurarak yaptılar. Böylelikle ayakta kalabildiniz. Sonuçtan şikayet etmiyoruz, doğruluğunu kabul ediyoruz ve biz de aynı doğa kanunu içindeyiz. Ama şimdi bir soru ortaya çıkıyor; varolan sosyal çevrede hangimiz hayata devam etmeliyiz?”
Sanat köreltilmiş toplumsal algılayış, duygulanım ve hareketin ifade edilebilme yöntemlerini ortaya koyarken, direnişin ana yollarından biri oluyor. Ve direniş bir kez daha yukardaki sorunun yanıtını belirliyor, cevabı direnenler veriyor.
Toplumsal olarak tanımlı simgelerle üretilen sanat, değişen toplumsal ilişkilerle eskimiş bilinç arasındaki gerilimden doğar. Bugün duygular ve bilinç burjuva kültür tarafından yoksullaştırılmıştır. Toplumsal ilişkiler iyileştirilemez bir sınıra çekilmiştir. Bu çarpık birikim ancak radikal bir biçimde yıkılırsa her şeye yeniden başlanabilir. Bilinci geliştirmek zorundayız, duyguyu değiştirip temizlemeli, düşünceyi ise bozup yeniden yapmalıyız.
Tiyatro başlangıçta halkın içinden doğmuş, özgür eylemken, aristokrasinin güdümüne girmesiyle sınıfsal ayrım yaşandı; baş kahraman, koro, seyirci. İdealist poetikanın, mutlak özne konumuna getirdiği karakteri, Bertolt Brecht bir nesne, ekonomik ve toplumsal güçlerin sözcüsü olarak Marksist bir çizgiye otururttu. Herkes bu oyuna dahildir. Artık herkes rolünü oynamalı, toplumun zorunlu dönüşümünde baş kahraman olmalıdır. Bugün ezilen halklar kendilerini özgürleştiriyor ve bir kez daha tiyatroyu ele geçiriyorlar. Duvarlar yıkılıyor. Ezilenlerin Tiyatrosu’yla seyirci tekrar oynamaya başlıyor.
Augusto Boal çizdiği Ezilenlerin Tiyatrosu Kaju Ağacı’nın köklerinin Etik, Dayanışma, Felsefe, Politika Çoğalma, Tarih, Katılım, Kelime, Ses, İmaj’la beslendiğini anlatıyordu. Bir kuş çizmişti ağacın üzerine. Uçan bir kuş. Kuşun ağzında bir tohum vardı, ‘Örgütlenme ile Çoğalma’yı temsil ediyordu. Ve ekliyordu:
‘Bu ağaç herhangi bir ağaç değil. Kaju ağacını bilir misiniz? Kaju ağacı ilginç bir ağaçtır. Nereden çıkacağını bilemezsiniz. Kökleri toprağın altında yürür, bambaşka bir yerden kök vererek, orada büyümeye başlar. ‘Ezilenlerin Tiyatrosu Ağacı’ da bir kaju ağacıdır. Kökleri toprağın altındadır ve farklı bir ülkeden, farklı bir şehirden gövde vermektedir.’
Biz; Tiyatro KAJU.
Kök saldık başka bir kara parçasında, gövde verdik.
Bir kuş konmuştu o ağaca. Tohumu aldı ağzına ve baktı ufka.
….
Uçacak o
bir güvercin gibi narin
kırlangıç kadar keskin,
albatros gibi görkemli
şahin kadar hızlı uçacak,
uçacak gözlerden uzak
maharetler saçarak uçacak
o malum günü gelecek
bir duvarda patlayacak
parçalanacak.
Dağılacak çöpleri öteye, beriye.
Tan yeri ağarınca
kanat sesleri kainatı sarınca
irili ufaklı kuşlar
çöpleri yuvalarına taşıyacak.
Her yuvada olacağım o zaman ben.
Bilmeyecek elbet bunu hiç kimse
bir ben bileceğim
bir de sen.
Not: Manifestomuzu yazarken J. London, C. Caudwell, A. Boal’ün metinleri ve Bekir Kilerci’nin şiirinden faydalandık. Eserlerinden faydalandığımız sanat emekçileri bize yol gösteriyor. Yolumuzu aydınlatan bütün devrimci sanatçı ve düşünürleri saygıyla anıyoruz.
Tiyatro KAJU Cumartesi günleri 12:00-15:00 arası AKA-DER Kadıköy şubede, Salı günleri de 17:30-20:30 arası Taksim’de Kaldıraç büroda çalışmalarını sürdürüyor.
Yaşasın özgür sanat!

 

TİYATRO KAJU

Nice onyıllara ‘Yenikap’lı Yoldaşlar

“Geliştir sınırlarını,

varacağı yönleri genişlet,

büyüt yeni bir gökyüzü kadar.”[1]

Hayır! Ecclesizstes’in, “Ölmeden önce kimseyi övme,” uyarısını unutacak değiliz ‘Yeni Kapı’(cılar) için kaleme aldıklarımızda…

Sadece ve sadece 10 yıllık serüvenlerine tanık (ve biraz da taraf) olduğumuz Onlar hakkında, her şeyi olduğu gibi  aktaracağız…

* * * * *

“Humilitas occidit superbiam/ Alçakgönüllülük, kibri yener,” saptamasıyla özetlenen Onlar, bize her zaman ya da 10 yıldır “Anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuğun cüretini anımsatır…

İçlerindeki çocuğu öldürmeden hep çocuk kalabilenlerdir Onlar; “Çocukların çile çekmesine izin/ verildiği bir dünyada, gerçek aşkın/ varlığından söz edilemez,”[2] dizelerini terennüm eden içtenlikle…

İşte tam da bunun için zamanı sonsuzlaştıran uzamın isyankâr insanlarıdır; “Bilinç-Etik-Estetik” üçgenindeki başkaldırıyla tiyatro yapar Onlar.

Hayır “Kaç-AK Saray”da Putin’in karşısına dizilmiş “Konu Mankenleri”ne hiç mi hiç benzemeyen Onlar için tiyatro insanlığın aşk ve hayat adına sığınabildiği son limandır.

Onlar; William Shakespeare’in “iktidar hırsını ve iktidarın zalimliğe dönüşmesini” işleyen ‘Macbeth’ini “yasaklayan”lara -ki estetik ve toplumsal bilinçleri Recep İvedik’le sınırlıdır- oyunu sansürletmeyen ve finalde Macduff’ın Macbeth’i yerle yeksan ettiğini asla unutmayanlardır.

Çünkü Onlar; Vsevolod Meyerhold’un, “Tiyatroda sanatçının ödediği bedel kendi kanıdır…”

Augusto Boal’ın, “Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor…”

Yuri Liubimov’un, “Koşullara boyun eğmemek, bizi çevreleyen dünyanın zaman zaman dayattığı standartlaşmış ölçütler adına kendi yaşam ilkelerinden ödün vermemek. Tüm güçlüklere karşın, yürüdüğün yola inanmak…” haykırışlarıyla karakterize olan geleneğin savunucuları/ sürdürücüleridir…

* * * * *

Melis Alphan’ın, “Bana sanatçını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,” uyarısının altını çizerek ekleyelim: Onlar Yavuz Bingöl’lerin, Alev Alatlı’ların ya da Nazi hayranlığında, kendisine “SS Albayı” lakabı verilecek kadar ileri gitmiş olan Herbert Von Karajan veya McCarthy döneminin, aralarında Elia Kazan’ın da bulunduğu Hollywood’daki işbirlikçilerin anlaması mümkün olmayanlardır…

Malûm “Sanatçı” denilenler iktidara karşısındaki konumlanışlarıyla üçe ayrıldılar: İktidarın yanında yer alan yalakalar, iktidardan bağımsız suskunlar ve iktidar ile mücadele edenler.

Karl Marx’ın, “Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur. Araştırıcı, yaratıcı çok yönlü tümel insana ulaşma çabası içinde sanata gelişebilir”; V. İ. Lenin’in, “Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da iki yüzlülük biçiminde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir,” uyarılarını kulaklarına küpe eden Onlar için sanat, hareketsizlikle mücadeledir; yaratılıştır, oluşmadır, “olduğu gibi durmanın” ataletine karşı durup, sonsuz, ileriye, daha yükseğe sevk eden bir dinamiktir.

Çünkü Stefan Zweig’ın belirttiği üzere, “Doğru öğretilemez, yaşanması gerekir… Asıl kahramanlık gerçeklerle yüzleşmektir.”[3]

* * * * *

Hepimize Julius Fuçik’in, “Gerçek hayatta seyirci yoktur: Herkes katılır hayata,” uyarısını anımsatan Onlar ezilenlerin davalarına bağlanmış bilinç ve yürekten mürekkeptirler. Yaptıklarını iyi yapmış olmalarının ödülü, onu ezilenler için yapmış olmaktır.

Onlar, “Sanatta işlenecek suç yoktur” kararlılığıyla unutulması mümkün olmayan işler yapıp, değerler yaratmışlar ve başladıkları her şeyi tamamlamışlardır.

  1. Goethe, “Faaliyetlere adını koyan, sonuçlardır,”[4] der ya; Onları da Onlar yapan, yaptıkları ve yaptıklarıyla yol açtıkları sonuçlardır.

Yapmanın gözüpeklikle mümkün olduğunu bir an dahi unutmayan Onlar, halkın davasına bağlanmış kendilerinden başka hiçbir şeye güvenmezler…

Ovidius’un, “Ya başlamamalı, ya da bitirmeli,” uyarısını “es” geçmeyen başarılarının sırrı içtenlikleridir. Haklı bir öfkenin sahibi olmaları yanında; kesin ve keskindirler.

Onlar, ezilenler nezdinde haklı bir üne, saygınlığa sahiptirler. Ki bu da Onların, sonuna kadar hak ettikleri biricik servetleridir.

“Ektiğin kadar biçersin…”; “Tarlada izi olmayanın, harmanda gözü olmaz…” atasözünü anımsatan onlar; irade olmayan yerde çözüm de olmayacağının kanıtıdırlar adeta.

Charlie Chaplin’in, “Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir,” diye vurguladığı şeyi yaşar/ yaşatır Onlar korkusuz bir vicdanla…

Ve Pythagoras gibi, “Düşmanlarım, aldatılmış kardeşlerimdir,” diyen dostlukları çok ama pek çok değerlidir.

Biz Onların dostluğuna hep büyük değer verdik, vermekten de çok mutluyuz…

Nice nice 10’lu yıllara yoldaşlar…

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

N O T L A R

[1] Kemal Özer.

[2] Isadora Duncan, Dünya Kadın Şairlerinden Kadının Hâlleri, Derleme ve çeviri: Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı, 2012.

[3] Stefan Zweig, Avrupa’nın Vicdanı, Çev: Süreyya Çalıkoğlu, Zeplin Kitap, 2014.

[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.358.

 

Genç akademisyenler üzerinden akademinin hal-i pür melali

Genç akademisyenler[1] üniversitelerde en güncel bilgiye ulaşmak ve bilgiyi öğrenciyle birlikte yeniden üretip toplumsallaştırmak açısından önemli bir işleve sahiptir. Öğrenciyle en yakın ilişkiyi kurabilen ve henüz katılaşmamış, keskin sınırları olmayan bilgiyi yeni nesille birlikte yoğurabilecek dinamizme sahip bu kesim, belki de akademinin köhneleşmesi önündeki en aşılması güç engeldir. Fakat böylesi bir niteliğe sahip genç akademisyenler, “demokratik” üniversitelerin bile kurtulamadığı akademik hiyerarşinin en çok hırpaladığı kesimdir. Ne yazıktır ki bu kesim, yeşerecek yeni nesillere can suyu olabilecek o kıymetli enerjiyi adeta bir savaş alanına dönüştürülen akademide var olabilmek için tüketmektedir. Fakat genç akademisyenler böylesi bir ortamda, yine de, en az bilim kadar kıymetli bir başka şeyin tesis edilmesine vesile olabilmişlerdir: Mücadelenin! Onlar, özellikle gezi direnişiyle birlikte hem toplumsal süreçlerin bilgisini üretmeleri hem de eylemlilikleri ile toplumsal mücadelenin büyütülmesindeki önemli payın sahipleridir…
Bugün, tıpkı gezi direnişi gibi önemli bir toplumsal mücadele de kampüslerden başlayarak büyümektedir. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” metnine imza atan akademisyenlerin maruz kaldıkları saldırılara karşı başlattıkları direniş, yeni bir hareketin fitilini ateşledi. 7 Haziran seçimine giderken ortaya çıkan barış ve kardeşlik ortamı, seçim sonuçlarının getirdiği umut ve coşku; hemen ardından dayatılan savaş ile bozulmak istendi. Kürt illeri bu savaşa direniş ile karşılık verirken, Suruç ve ardından Ankara katliamı ile Batı sessizliğe itildi. Akademisyenler ve araştırmacılar tarafından imzalanan ve kamuoyu ile paylaşılan metin, aslında bu sessizliği yırtan bir sesti.
Kaleme almakta olduğumuz bu yazının temel amacı özellikle akademinin değiştirici ve dönüştürücü gücü konumundaki genç akademisyenler üzerinden akademideki acıklı durumu gözler önüne sermektir.
Bugün, barış talebini dillendiren akademisyenler tasfiye edilme tehdidiyle karşı karşıya gelmişlerken içlerinden daha güvencesiz bir kesim, yani genç akademisyenler, daha ciddi mağduriyetler yaşama riskine rağmen inançları, güçleri ve geçmişte yürüttükleri hak mücadelelerinden biriktirdikleriyle, barış talebinde ısrar etmekte; dayanışmayı sağlamlaştırıp eylemliliklerini yükseltmekteler. Bu mücadele pratiği, akademiden başlayıp yaşamın her alanına yayılacak bir mücadeleye ışık tutacağa benzer!

2. Akademinin Ücretli Köleleri:
Araştırma Görevlileri
Üniversite piyasanın hizmetine sunuldukça, sermaye- üniversite iş birliği sıkılaştıkça daha belirgin biçimde ortaya çıkan nitelikli iş gücü açığı, araştırma görevlilerince karşılanmaya çalışılmaktadır.
YÖK kanununda araştırma görevlisi alımının temel maddesi 33/a’dır. Bu madde ile araştırma görevlileri üç yıl süre ile atanır, yurt dışında eğitim görmeleri, çeşitli eğitim masrafları kamu kaynaklarından karşılanır. Üç yıl dolduğunda 33/a’lı araştırma görevlileri aynı usulle yeniden atanabilir. 50/d ise aslında istisnai durumlarda kullanılmak üzere düzenlenmiş bir kadro çeşididir. Fakat 2000’li yılların başlarından itibaren araştırma görevlilerinin 50/d kadrosu ile işe alımları yaygın hale getirilmiştir. Araştırma görevlilerinin güvencesizliğinin resmi karşılığı olan 50/d kadrosunun tercih edilir olması üniversitelerde artık bilimin ya da emeğin değil sermayenin çıkarlarının gözetildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
2000’lerin ilk yıllarında 50/d kadrosu ile atanan araştırma görevlileri, doktora eğitimleri bitiminde 33. madde ile yeniden atanabiliyordu. Bir kısım araştırma görevlisi ise 35. madde ile görevlendirilip farklı bir üniversitede eğitim görebiliyor, daha sonra öğretim üyesi olarak kadrosunun bulunduğu üniversiteye dönebiliyordu. 2002 yılında ODTÜ’de uygulamaya koyulan ÖYP kapsamında atanan araştırma görevlileri ise imzaladıkları bir senet karşılığında 35. madde ile görevlendirilen araştırma görevlilerinden farklı olanaklara sahip oldu. Esasında “bir senet” ifadesi binlerce genç akademisyenin sırtladığı yüz binlerce liralık senet yükünü karşılamakta yetersiz kalıyor… 50/d, 33/a, 35, ÖYP gibi farklı kadrolarda istihdam edilen araştırma görevlileri farklı sorunlarla karşılaşmaya başladı fakat piyasalaşma düzeyi arttıkça farklı olan tüm sorunlar güvencesizlik ve esnek çalışma koşulları çatısı altında toplandı.
Araştırma görevlileri mekan ve zaman açısından uygun çalışma ortamının eksikliğinden, maruz kaldıkları angaryaya; akademik özgürlüklerinin ortadan kaldırılmasından, içine itildikleri gelecek kaygısına; görev tanımlarının muğlaklığından, ücretlerin düşüklüğüne; maruz kaldıkları mobbing ve tacizden, nitelikli akademik destekten yoksunluğa kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar.[2] Akademinin nicelik olarak yaklaşık üçte birini oluşturan, böylesi sorunlarla boğuşan araştırma görevlileri kadar kadrosuz çalıştırılan doktora öğrencileri de akademide her işe koşturulan “köleler” olarak kullanılıyorlar.
Geleceğin bilim insanları olmaya aday bu kişilerin, bilimsel emekleri yok sayılmakta, sömürülmekte ve zaman zaman çalınmaktadır. Bir gecelik değişikliklerle toplu kıyımlar yapılmıştır. Siyasi güç savaşı içinde akademik özgürlükler hiçe sayılmış, sürgünler yapılmıştır. Senet baskısı yüzlerce kişinin hayatını karartmıştır. Murat Elbay’ı unutmadık[3].
Dayatılan rekabet koşullarının getirdiği bireyselleşme ile burjuva adaletin en iyi ihtimalle gecikmişliği asistanların haksız ve hukuksuz uygulamalara karşı birlik olmasının önüne engel koymuştur. Buna rağmen birlikte ve ısrarlı mücadele kazanımla sonuçlanmıştır.

3. “Biz Kalıyoruz YÖK Gitsin”
2008 yılında yapılan değişiklik ile 50/d’den 33/a kadrosuna geçişler engellenmek istendi. Bu uygulamanın kaldırılması, bugüne kadar verilen asistan mücadelesinin merkezinde olmuştur.
Bu değişiklik, tezini yazarak doktor ünvanını alan yüzlerce başarılı asistanı işsizlikle “ödüllendirmeyi” vaat ediyordu. Halihazırda yıllık yenilenen sözleşmeler keyfi işten çıkmalara ya da baskı oluşturmaya da zemin hazırlıyordu. 26 Kasım 2008’de YÖK Yürütme Kurulu tarafından yapılan düzenleme, araştırma görevlilerini 50/d ‘ye karşı bir araya getirdi. Bu dayanışma, 2009 yılında eylemliliklere dönüştü. İstanbul Üniversitesi bu mücadelenin merkeziydi. 5 Mart günü 50/d’ye karşı yüzlerce akademisyen “Biz Kalıyoruz! YÖK Gitsin” şiarıyla İstanbul Üniversitesi’nde bir araya geldi. Nisan başında YÖK talimatı ile İstanbul Üniversitesi’nden araştırma görevlilerini tasfiye etmesi istendi. On üç asistan hakkında istenen işten çıkarma işleminin yapılmaması halinde, üniversitenin hiçbir kadro talebinin karşılanmayacağı bildirildi. Asistanlar buna 50/d mücadelesini ortaklaştırıp yükselterek cevap verdi. 17 Nisan’da ondan fazla üniversitede yapılan eş zamanlı eylemlerden bir hafta sonra, İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’dan gelen yüzlerce asistan “Asistan Kıyımına Son”, “İş Güvencesi İstiyoruz” pankartlarıyla YÖK önünde protesto eylemi gerçekleştirdi. İstanbul Üniversitesi’nde işten çıkartılmak istenen araştırma görevlileri 5 Mayıs günü Rektörlük önünde çadır eylemi başlattı.
Eylemlere paralel olarak hukuki süreç de yürütüldü. Eğitim Sen tarafından açılan yürütmeyi durdurma kararı kazanımla sonuçlandı. Danıştay 50/d ve 33/a arasında araştırma görevlisi olmak bakımından fark olmadığına karar verdi. Yani 50/d’li araştırma görevlilerinin de 33/a kadrosundakiler gibi doktora sonrasında da sözleşmelerinin uzatılması dava sonuçlanana kadar mümkün hale getirildi. 20 Mayıs’ta İstanbul Üniversitesi Rektörlük binası işgal edildi, işten atılmalar engellendi.
25 Şubat 2011’de 6111 sayılı torba yasa yürürlüğe girdi. Yasa kapsamında yapılan değişiklikler ile “azami süre” tanımından hareketle 50/d’li araştırma görevlilerinin işlerine son verilmeye başlandı. 22 Haziran 2012’de YÖK’ün İTÜ’ye gönderdiği bir görüş yazısı genç akademisyenleri bir kez daha ayağa kaldırdı. YÖK başkan vekili, 50/d kadrosunu öğrencilik haklarından saydı ve 6111 sayılı torba yasaya göre İTÜ’de azami süreyi dolduran araştırma görevlilerinin atamalarının yenilenmemesi görüşünü bildirdi. Bir bağlayıcılığı olmayan bu görüş yazısı, İTÜ Rektörü tarafından asistanların görevine son vermek için kullanıldı. Bu kez mücadelenin merkezi İTÜ oldu. Daha önceki asistan mücadeleleri birikimiyle bir araya gelen asistanlar, önce Rektörlük ile iletişim yolunu denedi. Bir sonuç alamayınca imza kampanyası başlatıldı, basın açıklamaları yapıldı, “Üniversitemizi Terketmiyoruz” diyerek okulda sabahlanıldı, oturma eylemi yapıldı ve Rektörlük bahçesine çadır kuruldu. Bu mücadele kamuoyunda yankı buldu, diğer üniversitelerde de dayanışma eylemlilikleri yükseltildi. Fakat Rektörlükten herhangi bir somut adım gelmedi. Bu süreçte diğer üniversitelerde yapılan keyfi uygulamalar da teşhir oldu. ODTÜ, Hacettepe, Yeditepe gibi farklı üniversitelerde Asistan Dayanışmaları, Platformlar oluşturuldu. Böylelikle İTÜ asistanları ile dayanışma eylemlerinin yanı sıra, asistanların hak arama mücadelesi de başlamış oldu. Yalnızca 50/d üzerinden değil tüm asistanların maruz kaldığı güvencesizlik ve esnek çalışma koşulları mücadelenin merkezine kondu. İTÜ’nün kazancı tüm asistanların kazancıdır denilerek, İTÜ’nün Şubat 2013’te YÖK önü nöbeti başta olmak üzere tüm eylemlilikleri sahiplenildi ve asistan mücadelesi yükseltildi. Bir yandan da hukuki mücadele devam etti. En son azami süre nedeniyle atılan 50/d’li dokuz araştırma görevlisinin 33/a’ya aktarılması gerçekleştirildi. 10 Kasım 2015 tarihi ile 33/a kadrosuna geçişleri iptal eden kararın yürütmesi durduruldu. Bu mücadele süreci, Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde yönetimin ayak dirediği 50/d’den 33/a kadrosuna geçişleri de kazanım hanesine yazdı. Öte yandan ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi gibi üniversiteler “içten beslenme”ye karşı durdukları gerekçesiyle bunu uygulamayı reddetti. Zira dünya listelerinde olmakla övünen bu üniversiteler kendi yetiştirdikleri akademisyen adaylarına hiçbir şans tanımamakta ısrarcı bir tavır sergiledi. Çoğu kez, bu sorunun çözümü konusunda araştırma görevlileri muhatap olarak YÖK ve üniversite yönetimleri arasında sürüncemede bırakıldılar. İçinden çıkılamayan bu durum, 29 Mayıs 2015 tarihli YÖK kararı ile 50/d’den 33/a kadrosuna geçişleri üniversitelerin keyfine bırakılarak “çözüme” bağlandı[4].
Son süreç içinde, ÖYP kapsamında yüz binlerce liranın altına imza atarak, eğitimleri süresince metropollerde görevlendirilen araştırma görevlileri de sorunlarını ortaklaştırarak bir araya gelmeye başladı. Metropollerde eğitimini tamamlayarak, farklı illerdeki üniversitelere dönen genç akademisyenler geniş bir akademik ağı da beraberinde taşıdı. Bu ağ vesilesiyle bilim insanının toplumsal görevinden bilimin konusuna, özgür üniversitelerden akademinin hiyerarşisi ile mücadeleye kadar bir çok konu yaygınlaşarak pek çok üniversitede tartışmaya açıldı. Karaburun, Küçükkuyu gibi platformlar bu ağa dahil bir çok akademisyenin çoğu zaman başka bir dünya tartışmalarına da ev sahipliği yaptı. Genç akademisyenlerin yarattığı dinamizm akademinin toplum ile yeniden buluşmasını, toplumsal sorunlar ile daha yakından temasını kurarak yeni olanaklar yaratılmasını sağladı. Onlarca üniversiteden akademisyen ve araştırmacının imza attığı BAK metni de aslında bu sürecin bir uzantısı. Daha önce çeşitli yöntemlerle sürdürülen tasfiye sürecine 4 Şubat Genelgesi [5] ile bir yenisi daha eklenmiş oldu. ÖYP kadrosuyla metropollerde görevlendirilen genç akademisyenlerin keyfi ve esasında cezai olarak kadrosunun bulunduğu yerlere çağrılmasının önü açıldı.

4. Keyfi Değişikliklerin Adresi:
ÖYP Esas ve Usulleri
Bugünkü niteliğinden biraz farklı olarak 2002-2009 yılları arasında uygulanmaya başlanan Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP), ilkin 35. maddenin ilave imkanlarla uygulanması biçimindedir. Söz konusu yıllar arasında DPT tarafından desteklenen ÖYP, lisansüstü eğitim verme imkânına sahip olan yükseköğretim kurumlarında araştırma görevlilerine lisansüstü eğitim yaptırılarak öğretim üyesi yetiştirilmesi amacıyla düzenlenmiştir. Bu amaç doğrultusunda eğitim almaları için farklı üniversitelere gönderilen ÖYP’li araştırma görevlilerinin eğitim süreleri program kapsamında belirlenmiştir. Bütün öğrencilere tanınan sınırsız eğitim süresi hakkından mahrum edilen ÖYP’li araştırma görevlileri kısıtlanmış bir zamanda lisansüstü eğitimlerini bitirmeye mahkum edilmişlerdir. Zamanında eğitimini tamamlayamayan ÖYP’li araştırma görevlilerinin hem kadrolarıyla ilişikleri kesilmiş hem de öğrencilikleri sona erdirilmiştir.
Bununla birlikte, lisansüstü eğitimlerini tamamlayan ÖYP’li araştırma görevlileri kadrolarının bulunduğu üniversitelere geri döneceklerinin ve aldıkları eğitim süresi kadarınca orada hizmet vereceklerinin garantisi için yüksek meblağlı senetlere imza atmaya mecbur edilmişlerdir. Bu aslında insan hayatını ipotek altına almaktan farklı değildir!
ÖYP, temelindeki araştırma görevlisi yetiştirme amacına bağlı kalmak suretiyle 2010 yılında esas ve usulleri yenilenerek uygulanmaya devam etmiştir. Hatırlayalım, ÖYP esasında büyük ve köklü üniversitelerde lisansüstü eğitimlerini tamamlayan araştırma görevlilerinin yeni açılan üniversitelere öğretim üyesi olarak atanmaları ve bu üniversitelerdeki öğretim üyesi açığını karşılamaları için tesis edilmiştir. Fakat ilk defa 2011 Temmuz ayında yeni açılan üniversitelerin yanında büyük ve köklü üniversitelere de araştırma görevlisi alımı gerçekleştirilmiştir. Böylelikle ÖYP’nin amaçlarına bir yenisi daha eklenmiştir. Basına cari adı verilen eski usulle akademik personel alımının alternatifi olarak yansıtılan ÖYP sayesinde dönemin YÖK başkanının ifadesiyle akademide ”Dayım var devri” bitecek ve üniversitelere personel alımında ahbap çavuş ilişkisinin önüne geçilecektir. Artık akademisyen olmak için lisans genel not ortalamasının, ALES sınavı puanının ve yabancı dil puanının farklı ağırlıklarla hesaplanmasıyla yapılacak merkezi atama yeterli hale getirilecektir. Fakat merkeziliğin haklı şüphelere yol açtığı zihinlerimizde bu kez de “merkezi dayılık” fikri yer edinmiştir.
ÖYP’nin kamuoyuna çok büyük bir hizmet olarak yansıtılmasına zemin hazırlayan bir diğer niteliği de bu program kapsamında atanacak araştırma görevlilerine ayrılan proje ve seyahat ödenekleridir. Fakat YÖK sonradan yaptığı bir düzenlemeyle bu ödenekleri çok büyük bir oranda kesintiye uğratarak ÖYP’li araştırma görevlilerini mağdur etmiştir. Zira bazı üniversiteler ÖYP bütçelerini bahane ederek bu program kapsamında atanan araştırma görevlilerine fakülte bütçelerinden faydalanmayı men etmişlerdir. Bu durumda ÖYP’li araştırma görevlilerinin hem malzemelerini hem de proje ve seyahat giderlerini kendilerine tahsis edilen kısıtlı bir bütçeden karşılamaları gerekmiştir.
Bu örneklerden de görüleceği üzere ÖYP, uygulandığı süre boyunca çeşitli keyfi değişikliklere uğratılarak araştırma görevlilerine ciddi mağduriyetler, hak gaspları yaşatan bir program haline gelmiştir. ÖYP programının özellikle son dönemlerde ciddi mağduriyetlere neden olduğu durumlardan biri de yine keyfi bir biçimde 4 Şubat tarihinde yapılan değişikliktir. Bu değişikliğe göre derslerini başarı ile tamamlayan ÖYP araştırma görevlilerinden kadrolarının bulunduğu üniversitelerin teklifleri ve YÖK Yürütme Kurulu kararı ile kadrolarının bulunduğu yüksek öğretim kurumlarına dönmeleri beklenmektedir. Bu araştırma görevlilerine lisansüstü eğitim çalışmalarının gerektirdiği durumlarda ancak kısa süreli olmak kaydıyla izin verilecektir.

5. Sonuç Yerine
Bugün bir avuç insanın zenginliğini finanse etmek için çalışan milyonların açlık, yoksulluk, ve sefalet içinde yaşadığı bir dünyaya mahkum edilmeye çalışılıyoruz. Katliam, kan ve gözyaşına, savaşlara mahkum ediliyoruz. Dünyanın sonunun geldiği tezi bu durumun meşrulaştırılmasına ve milyonlar tarafından sineye çekilmesine dönük önemli bir “akademik” hamledir. Oysa başka bir dünya mümkündür ve akademi bu dünyanın bilgisini üretmekle mükelleftir. İktidarın olanca gücüyle saldırması da bundandır. Bu iktidar için ölüm-kalım savaşıdır.
BİMER üzerinden yapılan şikayetlerle akademisyenlerin gözaltına alınması, sınavda sorulan sorulardan facebook paylaşımlarına kadar bir çok akademik ve/veya kişisel verinin dava konusu edilmesi, Barış İçin Akademisyenlere ve dayanışma metinlerini imzalayanlara yapılan saldırılar, “legal görünüm altında illegal faaliyet gösteren yapılara destekleyen kamu çalışanları”na yönelik düzenlenen genelge[6], 657’de yapılması planlanan değişiklikler[7], YÖK yasasında yapılması planlanan değişiklikler, bütün bunlar iktidarın akademiyi susturma çabalarıdır.
Öte yandan genç akademisyenler, akademinin değiştirici ve dönüştürücü gücü olmayı sürdürmektedir. Güvencesizlik ve alabildiğine esnek çalışma koşulları onları açık hedef haline getirmektedir. 4 Şubat genelgesi işte bu noktada daha farklı bir anlam kazanmaktadır. 4 Şubat genelgesi başlatılan tasfiye sürecinin bir aracıdır. Bu süreç asistanlardan başlamak üzere tüm akademiye karşıdır ve kazanmanın yolu birlikte mücadele etmektir. Ortak talepler oluşturulmalı ve bu talepler doğrultusunda ortak mücadele hattı örülmelidir.
Bizlere dayatılan savaş, katliamlar, infazlar, yaygınlaştırılmak istenen güvencesizlik ve baskı ortamı, giderek derinleşen ve bedeli bizlere ödettirilen ekonomik kriz ancak planlı, ısrarlı ve ortak mücadele ile aşılabilir. Bu kan gölü içinde filizlenen yeni yaşamı büyütelim.

Betül Havva Yılmaz
Gülşah Gülen

Notlar:

1) Yazı boyunca “genç akademisyenler”den kasıt araştırma görevlileri, proje asistanları ve doktora öğrencileridir.

2) Daha ayrıntılı bir araştırma için bkz. Eğitim Sen (2015), Araştırma Görevliliği: Akademik Değil İdari Memur, Bilim Fidanlığı Değil “Amirin İçini İstediği Gibi Doldurabileceği Bir Boşluk” http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2015/08/asistan-anketi.pdf

3) http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/oyp-sistemine-ilk-kurban-verildi-bir-asistan-intihar-etti-haberi-71666

4) http://yok.gov.tr/documents/10279/15107493/50d_li_akademisyenlerle_ilgili_genel_kurulda_alinan_karar_29_05_2015.pdf/

5) Değişiklik Madde 11’a eklenen 3. bölümde yer alıyor: http://www.yok.gov.tr/web/oyp/usul-ve-esaslar

6) Başbakanlıktan: Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında Genelge 17 Şubat 2016 : http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/02/20160229.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/02/20160229.htm

7) Esasında öğretim üyeleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabii değildir, öğretim üyelerinin çalışmalarının usul ve esasları 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nca düzenlenmiştir. Barış İçin Akademisyenlere açılan soruşturmaların bir kısmı usulüne aykırı olarak 657 sayılı kanuna dayanarak açılmıştır. Genelde yapıldığı üzere, hukuki değişikliklerden önce fiili uygulamaların başlatılması gündemdedir.
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.657.pdf (657 sayılı kanun)
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2914.pdf (2914 sayılı kanun)

Ama’sız, fakat’sız, eğer’siz

Alışıyoruz.
Sokaklarımızda patlayan bombalara,
Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarında insanların aç ve susuz kalmasına,
Ölen bebeğini buzdolabında saklayan anne babalara,
Cenazelerini kaldırmak için beyaz bayrak ile yürüyenlere ateş açılmasına,
Hastasını hastaneye götüremediği için ölümünü izleyenlere,
Kendi evlerinin sınırları içinde tanklardan atılan top mermileri ile ölümlere,
Ölü bedenlerin polis araçlarına bağlanarak sürüklenmesine,
İster Türk ister Kürt olsun, yoksul emekçi aile çocuklarının kıyımına,
Ölümlerin birer rakamdan ibaret olmaya başlamasına,
Ve yalana ve yolsuzluğa ve hukusuzluğa ve diğerlerine…
Alışıyoruz…
Alıştıkça duyarsızlaşıyoruz. Sorgulamıyoruz..Boyun eğiyoruz. Ortak oluyoruz…
Oysa bilim sorgular. Boyun eğmez.. Toplum yararı için gerektiğinde bedel öder.
Suça ortak olmaz…
Bir akademisyenin görevi sadece eğitim ve araştırma yapmak değildir. “Topluma hizmet” akademinin ve akademisyenin temel görevleri arasındadır. Bin yıllık üniversite geleneğinden bihaber olanların cehaleti bu gerçeği değiştirmez.
Örneğin, “21. Yüzyıl için Dünya Yüksek Öğretim Deklarasyonu” bir üniversite ve dolayısıyla bir akademisyenin -diğerlerine ek olarak- barış, adalet, insan hakları, demokrasi, vb. konulardaki rol ve yükümlülüklerini açıkça gözler önüne sermektedir.
Barış İçin Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla 11 Ocak 2016’da kamuoyuna duyurduğu bildiriye öncelikle akademisyen olma yükümlülük ve sorumluluklarım çerçevesinde imza attım. Ama ötesi var…
Ela gözlerinde yeşil hareler, büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretim için attım..
Yelken olmak, kürek olmak, dümen olmak, balık olmak, su olmak için attım…
Hüznüm isyan olduğu için attım…
Büyük aşkların yolculuklarla başladığını ve bu yollara ancak serüvencilerin düştüğünü bildiğim için attım.
Yaşamayı ciddiye aldığım ve kocaman gözlüklerimle, beyaz gömleğimle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceğim için attım,
Ölüm ve savaşın karşısında, yaşam, barış ve adaletten yana olduğum için attım… Ama’sız, fakat’sız, eğer’siz: Bu suça ortak olmayacağım için attım.

 

Göksel N. Demirer

ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü

DİSK Genel Kurulu; neyin yol ayrımı?

‘Usul gereği davet edildi’ denilen çalışma bakanının DİSK üyesi delege işçiler tarafından sükûnetle dinlenilmesi beklenemezdi. İşçiler haklı olarak; işçi cinayetlerinden ilk sırada siyasi sorumluluğu olan, kıdem tazminatı fonu, kiralık işçi büroları gibi işçinin boynuna ip takmak anlamına gelen yasaların ısrarlı savunucusu olan sermaye sınıfının bakanına, mensubu olduğu partisine öfkelerini kustular. Bakan; “Kıdeme uzanan eller kırılsın”, “Hırsız katil Erdoğan”, “Katiller dışarı”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” sloganlarıyla salondan kovuldu.
Bu konu Bakan-AKP-Sermaye sınıfının derdi olsun…
Başını Birleşik Metal-İş’in çektiği 3 sendikanın genel kurulu protesto ederek delegeleriyle birlikte salonu terk etmesi bizi ilgilendiriyor. Bizim-DİSK’in-İşçi sınıfının derdidir.
DİSK’in kendi içinde ne olduğu da hayli tartışmalı olan yol meselesine dair bir ayrımın su yüzüne çıkması 15’nci genel kurula nasip oldu. İşçi sınıfı açısından hayırlı olmadığı açıktır. İçinden geçilen süreç, işçi sınıfına saldırıların boyutları göz önüne alınırsa, tüm yetmezliklerine, iç sıkıntılarına rağmen bu genel kuruldan yarına umut vadeden bir perspektif ve mücadele hattı çıkması beklenirdi. İki taraf çıktı.
İki tarafın da iddiası odur ki; her biri DİSK’in tarihine, ilkelerine, mücadeleci geleneğine uygun tutum içindedirler. “DİSK biziz”, “DİSK’in kurucu iradesinin bugünkü DİSK’teki temsilcileriyiz” denilmektedir.
Bir tarafı, işçi sınıfının ekonomik, siyasal, ideolojik çıkarlarının bütününü temsil etme umudu vadetse hayırlı olmuştur denilebilirdi, böyle bir durum söz konusu değildir. Henüz kendi sendikalarımıza üye işçileri örgütleyememiş durumda iken, henüz konfederasyona bağlı çoğu sendikanın üye sayısı onlarla, yüzlerle ifade ediliyor iken büyük laflar etmenin inandırıcılığı yoktur. İdeolojik karmaşa başlıca sorun.
İçinden geçilen sürecin zorlukları yaşanıyor… Önümüzdeki sürecin daha çetin daha çatışmalı bir süreç olacağı da kesindir. Belli ki bu koşullarda sözlü yazılı iddiaların, hamaset nutuklarının hükmü olmayacaktır. Kimin nerede duracağını, kimin nereye savrulacağını sürecin ihtiyaçları karşında takınılan tutum-eylem belirleyecektir.
İşçi sınıfına dayatılan esaret koşulları, işçilerin içine sıkıştırıldığı cendere giderek çekilmez hale geliyor. İşçiler, sendikaların güven vermez tablosuna rağmen, çoğu zaman devlet ve patronlarla işbirliği içinde işçinin cendereye alınmasına ortaklık yapmalarına rağmen (elbette samimi olarak işçi sınıfının çıkarları için mücadele edenleri dışında tutuyoruz) ısrarla sendikalarda örgütlenmeye çalışıyor.
Fabrikalar, işyerleri, işçi havzaları kaynayan kazan misali hareketlidir. Sadece 2015 yılında yüzlerce grev-direniş-iş yavaşlatma-işgal-yürüyüş vb. eylem kaydedildiği göz önüne alınırsa ‘kaynamanın’ hayli ciddi boyutta olduğu anlaşılacaktır.
Sermaye sınıfı işçi sınıfının ve sendikaların ipini çekmek üzeredir. AKP eliyle meclisten çıkarılmaya girişilen kıdem tazminatı fonu, kiralık işçi büroları, tüm esnek çalışma biçimlerini dayatan saldırı paketi kanunlaştırıldığında patronlar zil çalıp göbek atacaktır.
DİSK, böyle bir süreçte genel kurul yaptı ve genel kurul bir gelecek vadetmedi.
Neyin yol ayrımı?
Hangi tarafın ne dediğinden öte, genel kurulda ayrıma yol açan, DİSK de içinde, sınıfsal-toplumsal bir nesnellik söz konusudur. Yaşanan çelişki ve çatışmaları dünya-bölge konjonktüründen bağımsız ele almak mümkün değildir.
Ortadoğu, Kürdistan, Anadolu; bir bütün olarak bölgemiz, emperyalist pazar paylaşım savaşımının merkezi durumundadır. Çelişki ve çatışmalar şiddetlidir. Şiddet; ekonomik, sosyal, siyasal, askeri her alanda kendini hissettirmektedir. Bu çelişki ve çatışmaların şiddeti bir turnusol işlevi görerek aynı zamanda bir saflaşmayı da kaçınılmaz hale getiriyor. Bizim ülkemizdeki şiddetini her an yaşayarak iliğimize kadar hissederken siyasal bir ayrışma, saflaşmayı da beraberinde yaşıyoruz.
Bunun DİSK’teki tartışmayla alakasını uzatmadan ifade edersek; ayrışmanın temelinde bir tarafıyla DİSK’in kapsamlı sermaye saldırıları karşısında ancak günü kurtarmaya çalışan zayıf, statükocu pozisyonu var ise-ki salonu terk edenler bunun içindedir- diğer tarafta ise DİSK yönetiminin Kürt hareketiyle ilişkisinin sorgulanması var. Ayrışmada öne çıkan Kürt hareketiyle ilişkisi meselesidir. Bir tercih yapmaya, saflaşmaya tekabül ediyor.
Bu husus, genel kurulu protesto ederek ayrılan 3 sendikanın 22 Şubat’ta yayınladığı ortak bildiride şöyle ifade ediliyor: “15. Genel Kurul; dar siyasal, etnik ve inanç temelinde yaklaşımları öne çıkartmak isteyenler ile demokratik sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerine bağlı olarak sendikal politikalar üretmeye gayret edenlerin mücadelesine sahne olmuştur.”
Haksız ve abartılı bir eleştiridir. 15’nci genel kurulda sözü edilen ayrışma üzerine ciddi bir tartışma dahi yapılmadı. DİSK’te ‘dar siyasal, etnik ve inanç temelinde yaklaşımları öne çıkartmak isteyenler’ var ise bu anlayışın delegeler karşısında köklü bir eleştirisini yapmak bunu iddia edenlerin sorumluluğudur. Protesto edip ardından, ‘şöyle bir mücadeleye sahne oldu’ açıklaması yapmak ‘demokratik sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerine bağlı olmakla’ uyuşmayan bir tutumdur.
İyi niyetli bir okumayla sorarsak; Acaba bu eleştirinin arkasında yatan kaygı, Kürtlere savaş açan devletin ırkçı-milliyetçi zehrinden etkilenen işçileri kaybetmeme kaygısı mıdır?
Ya da 7 Haziran seçim sonuçları yok sayılmayıp Kürtlere savaş açılmasaydı ve diyelim ki DİSK yöneticileri Kürt siyasetiyle daha yakınlaşmış olsalardı yine “…dar siyasal, etnik ve inanç temelinde yaklaşımları öne çıkartmak isteyenler…” eleştirisi yapılacak mıydı?
Umalım ki mesele siyasal bir tercih, saflaşma değil de işçileri kaybetmeme kaygısından kaynaklı olsun!

 

ARİF ÇINAR

Savaşın Batı Cephesinin Soru(n)ları İle “Doğu”*

“Her şeyi yeniden tanımlamak zorundayız.

‘İnsan olmak ne demektir’den başlayarak.”[1]

Sürdürülemez kapitalist egemenliğin çıldırdığı bir dünya ile, yeniden paylaşımın altüst ettiği bölge(miz)de savaşın tırmandığı, “(post)modern zamanlar”dan geçtiğimiz bir “sır” değil. Tanık/ taraf kılındığımız kesit zor mu zor!

Coğrafyamızın “Doğu” cephesinde, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan ulusal talepleri, egemen terörle bastırılmak istenirken; Batı’da da giderek büyüyen/ büyütülen bir yabancılaşma eşliğinde muhalefete yönelik şiddetin dozu sürekli arttırılıyor. Savaş “Doğu”da çıplak zorun silahı, topu, tüfeğiyle yürütülürken; Batı’da ise özgürlüğün, eşitliğin, mücadelenin, kardeşlik ve dayanışmanın karşısına korkunun tiranlığı dikiliyor.

Antonio Gramsci’nin, “Eski öldüama yeni henüz doğmadı,” formülasyonuyla betimlenmesi gereken bu hâl, bir “geçiş”, “sıkışma” ve “çürüme” momentidir.

Bu tabloda ilk anımsanması gereken: Delphi Apollon tapınağının girişindeki, “Nosce te ipsum/ Kendini idrak et” uyarısı ile Diyojen’in gündüz vakti Sinop sokaklarında lamba ile dolaşırken, “Homini quaero/ İnsan arıyorum” haykırışıdır.

“(Post)modern zamanlar”da bu kadarı da yetmez elbet!

Bir de Alain de Botton’un, “İnsan ancak bir şeyin ne olmadığını anlamak suretiyle onun tam olarak ne olduğu bilgisine yaklaşabilir”;[2] José Saramago’nun, “Kim olduğunu bilmiyorsan kendin olabilmen mümkün değildir… Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin,”[3] saptamalarını anımsamak büyük öneme haizdir…

 

  1. AYRIM: “(POST)MODERN ZAMANLAR”

 

Kapitalist tüketim kültür(süzlüğ)ünün kollarındaki yabancılaşma insan(lık)ı sürüleştirirken;[4] gerçeğin yerine “gibi”nin ikame edildiği devasa bir “sahne gösterisi”ne dönüşmüştür “(post)modern zamanlar”da; “yaşam” denilen!

“Yaşanan yabancılaşmanın en büyük ve en tehlikeli sonucu da gündelik hayatın ritminden kopan modern insanın pozisyonsuzluğudur,” vurgusuyla Jean Baudrillard’ın eklediği üzere: “Köprüdeki intiharı seyreden otomobil sürücüsü ya da metrobüs yolcusu, camın ardından, televizyon monitörüne bakarcasına, ‘ne kadar yakın, o kadar uzak!’ paradoksuna tutsak kalmaya başlar. Bir süre sonra bu tutsaklığı tercih de eder. Çünkü ‘pasif tanıklık’ hiç bir zaman yormayacaktır kendisini. Televizyon izleyicisinin hantallığı, gündelik hayatın öznesiyken de yapışmıştır bedenine. Böylece köprüdeki intihar, ellerinde patlamış mısır ve colalarla seyredilen bir ‘sahne gösterisi’ne dönüşüvermiştir…”[5]

Söz konusu “sahne gösterisi”nde itaat toplumsal yapı ve davranışların temelidir. Düşünme gücünü itaat etmeye tabi kılan pozisyon teslimiyet, boyun eğiş ve duygu ise kederdir.

Tam da bunun için “Despot ile köle arasındaki kutsal birlik; despotların örselenmiş ruhlara, örselenmiş ruhların ise despotlara ihtiyacı vardır…”[6]

Bu da, bire bir, “(post)modern zamanlar”daki insan(sızlık) hâlinden başka bir şey değildir.

 

I.1) İNSAN(SIZLIK) HÂLİ

 

“Travmatik ve depresif sonuçlar”ıyla,[7] “Dünyanın dört bir yanında insanlar bunalıyor”ken;[8] “Kapitalizm, tek ‘mümkün’ yaşam tarzı olarak kendini dayattığından bu yana, post-modernizmin neo-liberalizm- küreselleşme dünyasında yetişmekte olan kuşaklar… dünya denen hapishane”nin[9] köleleştirilen mahpuslarıdır.

Unutulmasın: “Köleliğin yasaklandığı, tarihin bir yalanıdır.[10] Kölelik yasaklanmamıştır, sadece biçim değiştirmiştir.”[11]

Köleliği yücelten, “olağan” denilenin bir parçası kılan sürdürülemez kapitalizm vahşetinde somutlanan toplumsal düzen, bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendirirken iktidara itaati ister ve aynı zamanda bunu kendi amacımız gibi dayatır.

İnsan kimliği, sömürü düzeninin rolleri ve simgeleriyle özdeşleşir. Bu da bizi iktidarla özdeşleşmeye götürür ve empati yapma yeteneğimizin kaybolmasına yol açar.

Kişi kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşirken, bir yandan otoriteye boyun eğmeye hazırken kendine yabancılaşır.

Böylelikle de tüketim toplumunun yabancılaşmış insanı, kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak insan olmanın zeminini kaybedip; güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç, nesne hâline gelir.[12]

Nesneleşen insan, insan olmaktan çıkarken; sürüleştiren korku iktidarının kölesi olup çıkar; kolay mı, “Timor est emendator asperrimus/ Korku en sert ıslah edicidir”!

Hatırlayın: Korkunun psikolojik yaralanmalarını, korkunun sosyal oluşumunun insandaki etkilerini, küçük yaşlarımızdan beri korkutarak öğrettiler. Düşlerimize bile egemen olabilecek bilimsel yöntemler geliştirdiler. Gerçekdışı kahramanlar yaratarak onlara öykünmemizi istediler, böylelikle kendimiz gibi olabilmeyi engellediler ve yaşadığımız hayal kırıklığı korkularımızı körüklediler![13]

Böylelikle tüketim toplumunun kuklalarına tahvil ettiler!

Jean Baudrillard’a göre günümüzde tüketim, doğal ihtiyaçların mal ya da hizmet aracılığıyla tatmin edilmesi olarak değil, kodlar ve kurallarla düzenlenmiş global ve tutarlı bir göstergeler sistemi olarak yorumlanmalıdır. Bu sistemde ihtiyaç ve hazların olumsal dünyasının, doğal ve biyolojik düzenin yerini, bir toplumsal değerler ve sınıflandırmalar düzeni almıştır. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır.

Genel bir toplumsal farklılaşma mantığı ortaya çıkar. İhtiyaç artık tikel bir nesneye duyulan ihtiyaçtan çok, bir farklılaşma ihtiyacıdır. Toplumsal olarak üretilmiş rasyonel ve hiyerarşik ihtiyaçlar sisteminde tüketici tek tek nesnelere değil, mal ve hizmetler sistemini bütünüyle satın almaya yönlendirilir; bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir.

Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. Çünkü temel toplumsal etkinlik ve bütünleşme biçimi, geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Bu anlamda tüketim bireyin özgür bir etkinliği değildir. Tersine hem ihtiyaçlar sistemini üreten ve yönlendiren üretim düzeninin, hem de birer gösterge olarak tüketim mallarının kazandırdığı görece toplumsal prestiji ve değeri belirleyen anlamlandırma düzeninin zorlaması altındadır. Sonunda bu yabancılaşma o kadar kapsayıcı olur ki, tüketim toplumunun yapısı hâline gelir.[14]

Söz konusu yabancılaşmayladır ki, kapitalizmin yarattığı yeryüzü cehennemi rasyonalize edilir.

Hem de ‘Oxfam’a göre, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin elinde bulunan servet, tüm dünyanın geri kalanındaki servetten daha fazla olmak üzereyken!

2016’da dünya nüfusunun yüzde 1’lik en zengin kesiminin sahip olduğu varlıkların, dünyadaki tüm servetin yüzde 50’sini aşması beklenip; dünyanın en zengin 80 kişisinin servetinin, yaklaşık üç buçuk milyar kişinin servetine eşitlenmişken…

Ve 2009’dan beri dünyanın en zengin kesiminin sahip olduğu servet yüzde 44’ten yüzde 48’e yükselmişken…[15]

Ayrıca dünyanın en zengin 62 kişisinin serveti dünya nüfusunun yarısının sahip olduğundan daha fazlayken…[16]

Dünya nüfusunun yüzde 1’i dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, yüzde 8.1’i de dünya zenginliğinin yüzde 86.4’üne el koyarken…[17]

‘The Forbes’ dergisinin 2015 yılında dünyanın en zenginleri listesinde, Microsoft’un kurucusu Bill Gates, 79.2 milyar dolarlık servetiyle yine birinci sırada yer alırken…[18]

Bu vahşeti ayakta tutan, kapitalist terör ile yabancılaşmanın insanı hiçleştiren teslimiyetidir!

“Hiçleşme” dedim! Bir örnek bile yeter…

‘Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar ediyor. Bu sayı her yıl savaş ve doğal afetlere kurban gidenlerden daha fazla…

Rapora göre, en yüksek intihar oranları Doğu Avrupa ve Asya’da bulunuyor. İntiharların yüzde 25’i zengin ülkelerde gerçekleşiyor.[19]

İntiharlar ABD’de, 15-24 yaş arası ölümlerin (kazalar ve cinayetlerden sonra) üçüncü en sık nedeni olurken, 5-14 yaş arası ölüm nedenleri arasında altıncı sırada yer almaktadır.[20]

Evet, “(post)modern zamanlar”da dünyayı değiştirerek özneleşmek yerine; ona teslim olanlar nesneleşerek “hiçleşmek”tedirler!

O hâlde insan(lık)ı, “hiçleştiren” sürdürülemez kapitalizm aynı zamanda onu geleceksizleştiren bir barbarlığa mahkûm etmektedir.

Tıpkı coğrafyamızdaki gibi…

 

  1. AYRIM:TOPLUMSAL HÂL(İMİZ)

 

Ahmet Ümit’in, “Sabah böyle bir ülkede uyanıyor olmak moralimi bozuyor,”[21] dediği “Türkiye’de bugün köylülük değil, kasabalılık egemen,”[22] der İlber Ortaylı…

Toplumsal yapı taşralaşıp; kültürel muhafazakârlığı devreye sokarken; “Despotizm esas, demokrasi fürûattır[23]!”[24] Hilmi Yavuz’un altını çizdiği gibi…

Kolay mı? “Türkiye toplumsal ilişkilerin güvenlik temelinde çürüdüğü bir toplum”ken;[25] TV kanallarında dünyanın güneş etrafında dönmediğini söyleyebilen, meleklerin, şeytanların, cinlerin masallarda değil hayatın içinde ve ötesinde olduğunu ilan eden hurafe, her zaman olduğu gibi boydan boya siyasetin hizmetindedir. “Cehennem ateşine dayanıklı kefen” satanlar, hayat yorgunlarına umut dağıtmayı, “ne mutlu size ki oğlunuz şehit oldu” diyebilmeyi, siyasete boyun eğdirmeyi hâlâ başarıyorlar![26]

Ataol Behramoğlu’nun, “Türkiye bir açık hava ‘tımarhanesi’ mi?”[27] sorusunu dillendirdiği koordinatlarda bu tastamam bir “cinnet hâli”dir…

Cinnet, Arapça kökenli bir kelimedir. Türkçe karşılığı ise, “delilik” yani aklî “dengesi bozulmuş olan kişinin durumu”yken; Türkiye’deki toplum psikolojisini değerlendiren Levent Üzümcü, “Türkiye nefretle yönetiliyor. Susmalar başladı. Asıl sıkıntı bu,”[28] diye ekliyor.

Toplumsal paranoyaların sıradanlaştırıldığı iktidar dizaynında; “Tuhaf günlerden geçiyoruz. Kısa süre içerisinde bambaşka duyguları yaşar olduk. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından ülke muhalefetinde oluşan olumlu havanın, mutluluk hâlinin yerini karamsarlığa bırakması çok uzun sürmedi. Hızla girdiğimiz savaş ikliminde cenaze görüntüleri üstümüze yağmaya başladı. Başta büyükşehirler olmak üzere ülkenin dört bir yanında bomba ihbarları, canlı bomba uyarıları havada uçuşur oldu. Fünyeyle şüpheli paket patlatmak vaka-i adiye hâline geldi. Paket getiren kuryelerden, metroda yanımıza oturan abiden şüphelenir olduk. Toplu taşıma araçlarına binmekten kaçınmak, kalabalıklardan uzaklaşmak içimizde bir yerlere oturdu… Her şey o kadar gerçek ki, olan biteni toplumsal paranoya hâli ile tasvir etmek bile abes kaçıyor,”[29] diyor psikoterapist Murat Paker…

“Sır” değil; toplum olarak ruh sağlığımızın pek yerinde olmadığı ortada! En basit insan ilişkilerinde büyük bir şiddet, vurdumduymazlık, acımasızlık egemen…

“Nasıl” mı?

Gayet basit: i) Toplum olarak genelde sonuca odaklı değerler sistemine göre hareket ediyoruz… ii) Her zaman haksız da olsa güçlüden yana olmak gibi faşizan bir düşüncenin izleyicisiyiz… iii) Güce taparak adaletsizliğinden yakındığımız düzenin işleyişine katkıda bulunmuş oluyoruz… [30]

Bunların böyle olması, depresif toplumsal yapının ortaya çıkmasında önemli oluyor.

Malum olduğu üzere “depresyon”, çökme demek. Çöküntü, çökkünlük. Bir tıp terimi olarak ruhsal denge bozukluğu…

Yabancılaşmanın kollarında yaşamı tehdit altındaki toplumun çaresizliğinin depresyona yol açmasında şaşılacak ne olabilir ki?

Hem toplumsal depresyonun belirtileri: i) Kötümserlik, yaşama sevincinin azalması; ii) İlgi kaybı, isteksizlik; iii) Harekete geçememe; iv) Kararsızlık, güvenememe; v) Dikkatsizlik, konsantrasyon bozukluğu değil midir?

Evet, depresyonu yaratan “umutsuzluk, çaresizlik duygusu, kararsızlık, harekete geçememe durumu”yken; depresyondan kurtulmak da: i) Umudunu yaratan kararlılıktan; ii) Çarenin kendi olduğu bilincinden; iii) Harekete geçmekten, mücadele etmekten, risk almaktan geçiyor…

Bunları yapamamanın, yapmamanın bedelidir depresyon!

Aslında “depresif durum”, kapitalist yaşamla uzlaşmanın bir yolu; bedel ödemekten kaçınmanın bedeli; görmezden gelmenin, sorumluluktan kaçmanın sığınağı olmaktır![31]

Veriler de bu hâlin kanıtı…

 

 ‘TÜRKİYE’Yİ ANLAMA KILAVUZU’[32]
Türkiye’de 10 kişiden altısının medya ve internete sansür uygulanabileceğini düşünüyor. Yani yüzde 60’a göre medya ve internet sansürü normal.
Ankete katılanlara “Kadının çalışması için eşinin izni şart mı” diye soruldu. Erkeklerin yüzde 69’u evet cevabı verirken, kadınların da yüzde 57’si evet dedi.
Anketörlerin içinde erkeklerin yüzde 20’si “gerektiğinde kadınlara tokat atılabileceğini” söylerken, kadınların ise yüzde 18’i bu soruya evet cevabı verdi.
“Dinin gereklerini yerine getiriyorum” diyenlerin oranı yüzde 71, evde de başını örttüğünü söyleyen kadınların oranı 37, “Başımı dışarı çıkarken örtüyorum,” diyenlerin oranı ise yüzde 60.
Hiç müzik dinlemeyenlerin oranı yüzde 24, hiç kitap okumayanların yüzde 45, hiç radyo dinlemeyenlerin yüzde 29, hiç gazete okumayanların oranı ise yüzde 29.
İnternet kullanım oranları da hayli düşük. “İnternette hiç sörf yapmıyorum” diyenlerin oranı yüzde 68.
Ankete katılanların yüzde 96’sı hiç opera ve baleye gitmediğini söylerken, konsere gitmeyenlerin oranı ise yüzde 73.
Katılımcıların yüzde 80’i tiyatroya, yüzde 56’sı sinemaya hiç gitmemiş.
Yurtiçinde hiç tatile gitmeyenlerin oranı ankete göre yüzde 45, yurtdışı tatili ise katılımcıların yüzde 94’ünün yapamadığı bir şey.
Yürüyüş dahil hiçbir sportif faaliyette bulunmayanların oranı yüzde 46, ailemle yemeğe çıkmıyorum diyenlerin oranı 38. Öte yandan haftada en az iki kez ev gezmesine gidebilenlerin oranı ise yüzde 39.

 

 “TÜRKİYE’DE VATANDAŞLIK”[33]
Türklerin yüzde 75’i “İnsanların çoğunun kendisinden yararlanmaya çalıştığını” düşünüyor.
Yüzde 14’ü insanlara “güvenilebileceğini”, yüzde 86’sı da insanlara karşı “dikkatli olunması gerektiğini” düşünüyor.
Yüzde 70, “toplumsal ve siyasal kuruluşlarda aktif olarak çalışmanın” önemli olduğunu söylerken; sosyal ve siyasal faaliyet için para bağışı yapan ya da bağış toplayanların oranı yüzde 6; bir siyasal partiye üye olanların oranı yüzde 12; sendika üyeliği bulunanların oranı yüzde 6; spor kulübü, kültür, boş zaman değerlendirme kuruluşlarına üye olanların oranı ise yüzde 6’da kalıyor.
“Benim gibi kimselerin hükümetin yaptıkları konusunda söz hakkı yoktur” diyenlerin oranı ise yüzde 29.
Siyasete ilgi duyduğunu söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde 30.
Yüzde 50 Türkiye’de demokrasinin yetersiz işlediğini düşünüyor. 10 yıl sonra demokrasinin daha iyi olacağını düşünenlerin oranı yüzde 48 civarında.

 

“Türkiyeli 4 gençten 3’ünün hayali yurtdışına kaçmak”![34]

“Türkiye’de kötümserlik arttı”![35]

Türkiye’de nüfusun yüzde 85’i “kuralsızlık ortalaması”nı aşan tavırlar ve anlayışlar içinde! Sosyolojide buna “anomik toplum”, kuralsızlığın yaygın olduğu toplum deniliyor![36]

Türkiye’de her 10 kişiden birinde “anksiyete” yani “kaygı bozukluğu” görülüyor![37]

Türkiye’de 12 yıl içinde Türkiye’deki intihar vakaları yüzde 33 arttı. 2002 yılında toplam nüfus 65 milyonken 2014’te 78 milyona ulaştı. Bu rakamlara göre 12 yılda ülke nüfusu yüzde 20 arttı. Ancak ülkedeki intihar vakalarının nüfus artış hızının çok üstünde yaşandı. İntiharların nüfusa oranı 2002’de yüz binde 0.719 iken, bu oran 2014’te yüz binde 3.94’e yükseldi. 2002’de erkeklerde kadınların yaklaşık 3 katına yükseldi. Erkeklerde yüz binde 5.84 iken kadınlarda yüz binde 2.04 oldu![38]

Türkiye’de şizofreni hastası yüzde 1 oranında, yani her 100 kişiden biri hasta. 450 bin ile 600 bin arasında şizofreni hastası var![39]

Toplum olarak psikolojimiz bozuluyor. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 5 yılda psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına başvuranların artış oranı yüzde 330…

2009 yılında psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına 3 milyon 21 bin 361 kişi başvururken, bu oran 2013 yılında 9 milyon 163 bin 101’e çıktı…

Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan alınan verilere göre 5 yılda 211 milyon kutu antidepresan tüketildi…[40]

Evet, toplumsal hâl(imiz)in değer(sizlik)leri üç aşağı, beş yukarı böyle!

 

II.1) DEĞER(SİZLİK)LER(İMİZ)

 

Ya değer(sizlik)ler(imiz) mi? Verileri hızla sıralayalım!

  1. i) ‘Charities Aid Foundation’ın 135 ülkeyi kapsayan uluslararası hayırseverlik endeksinde Türkiye 128’inci sırada.[41]
  2. ii) Adana’da, ‘Doğayı Hayvanları Koruma Derneği’ koordinatörü Metin Yıldırım, her gün barınağa en az 10 hayvanın işkence ve kötü muamele sonucu yaralı olarak getirildiğini anlattı.[42]

iii) ‘Gallup’un 65 ülkede yaptığı dindarlık anketinde Türkiye nüfusunun yüzde 79’u dindar çıktı. Yüzde 13 dindar olmadığını ve yüzde 2 ateist olduğunu belirtirken, yüzde 6 kendisini nasıl tanımlayacağına karar veremedi.[43] Türkiye dindar ülkeler sıralamasında 24’üncü oldu. 2012’deki ankette ise, Türkiye’nin yüzde 73’ü kendini dindar olarak tanımlamıştı.[44]

  1. iv) Türkiye’de yılda 4 bine yakın kişi silahla vurulma sonucu hayatını kaybederken, 10 bin kişi de yaralanıyor. Cinayetlerin yüzde 70’inin silahla gerçekleştirildiği Türkiye’de 7.5 milyonu ruhsatsız yaklaşık 10 milyon silah bulunduğu tahmin ediliyor.[45]
  2. v) ‘Avrupa trans ağı Transgender Europe’un (TGEU) raporuna göre Türkiye, 2008 ile 2014 yılları arasında bildirilen 37 trans cinayetiyle Avrupa’da birinci, dünyada ise en fazla trans cinayeti işlenen 9’uncu ülke.[46]
  3. vi) Türkiye’de her 7 kişiden 6’sı “Eşcinsel komşu istemem” diyor.[47]

vii) Türkiye’de toplumun yarısı kürtaja karşı.[48]

viii) ‘Görme Özürlüler Derneği’ ve ‘Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nin ortaklığı ile yürütülen araştırmada, halkın yüzde 70’inin engelli komşu istemediği, yüzde 57’sinin de “engellilerin ayrı okullarda okuması gerektiği” fikrini desteklediği ortaya çıktı.[49]

  1. ix) Gallup’un 148 ülkeyi kapsayan küresel mutluluk endeksinde Türkiye, sondan üçüncü oldu.[50]Ayrıca Türkiye, en duygusal ülkeler sıralamasında 148 ülke arasında 102’inci sırada yer alıyor.[51]
  2. x) Gençlerin gelirleri ile harcamaları arasında ciddi bir makas olduğunu söyleyen Garanti Emeklilik Genel Müdürü Cemal Onaran’a göre gençler üç ayda bir cep telefonu değiştiriyor.[52]
  3. xi) ‘Genç Girişim ve Yönetişim Derneği’nin, ‘Gençlik Araştırması’na göre, gençlerin yüzde 75.7’si Türkiye’de geçinmek için rüşvet almanın doğal olduğuna inanıyor![53]

xii) ‘Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın yolsuzluk konusundaki araştırmasına göre, halkın yüzde 82’isi Türkiye’de yolsuzluk yapıldığına inanıyor. Ankete katılanların yüzde 18’i ise yolsuzluk yapılmadığını belirtiyor.[54] Ancak, burada çarpıcı olan, “yolsuzluğun varlığı”na inanan bir toplumun, buna tepki vermemesi…

xiii) ‘Global İçki Raporu’na göre tüm dünyada 2012 yılında alkol tüketiminde yüzde 2’lik artış yaşandı. Bu artış dalgasının içinde Türkiye’nin de yer aldığı belirtildi.[55]

xiv) TÜİK verilerine göre, Türkiye’de boşanan çiftlerin sayısı 2011’e göre yüzde 1.3 artarak 120 bin 117 oldu.[56] 2006-2011 kesitinde 3.6 milyon çift evlenirken, yaklaşık 640 bin çift ise evliliklerini boşanmayla sonlandırdı.[57]

  1. xv) Çocuk mağduriyeti en çok cinsel suçlarda yaşanıyor. Türkiye’de mağdur çocuk sayısında artış göze çarpıyor. 2008’de yaklaşık 145 bin olayda 243 bin 953 çocuk, 2009 yılında meydana gelen yaklaşık 172 bin olayda 288 bin çocuk, 2010’da ise 710 olayda 328 bin 385 çocuk mağduriyet yaşadı.[58]

xvi) Şefkat-Der’in Türkiye genelev raporuna göre sokaklardaki seks kölesi kadınların sayısı 100 bini geçerken bunların 50 binini çocuklar oluşturuyor.[59]

xvii) “Çocuklara cinsel istismar 10 yılda yüzde 697 arttı”.[60]

xviii) Adalet Bakanlığı verilerine göre, 10 yılda “tecavüz suçu” kapsamında açılan davalar 2 buçuk kat artışla 10 bin 726’ya yükselirken, Bakanlık verilerine dayanan bu rakamlar “cinsel taciz” davalarında 2006’dan bu yana 2 kat artışla 12 bin 729’a yükseldi.[61]

xix) Adalet Bakanlığı’nın Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’na dayanarak aktardığı verilere göre ayda kurula 650 çocuk istismarı dosyası geliyor. Kurulda bekleyen dosya sayısı ise 916.[62]

  1. xx) Türkiye’de her ay Adli Tıp Kurumu’na 650 çocuk istismarı vakası gönderiliyor… Her yıl 91 bin kız çocuğu anne oluyor… Tüm evliliklerin üçte birini 18 yaş altı kız çocukları oluşturuyor… Çocukların Cinsel İstismarı Suç ve Karar 2014 verilerine göre 24 bin 825 mahkeme kararı var. Bunların 13 bin 968’i (yüzde 56.3) mahkûmiyetle sonuçlandı… Cinsel suçlardan mağduriyet nedeniyle güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 11 bin 95 kişi… 2014 yılında bin 463 çocuk ve 13 bin 287 yetişkin, çocuğa karşı cinsel istismar suçu işledi…[63]

xxi) Milletvekili Sezgin Tanrıkulu çocukların cinsel istismarına ilişkin açılan dava sayısının 2006’da 2414 iken 2011’de 16.827’ye yükseldiğine dikkat çekerek, 2006’dan 2011’e artışın yüzde 697 olduğu vurgulandı.[64]

xxii) Türkiye’de 2008 yılında kaybolan çocuk sayısı 4 bin civarında iken bu rakam 2012 yılında 12 binin üzerine çıktı. Dolayısıyla 4 yıl içinde kayıp çocuk sayısındaki korkutucu artış yüzde 200’ün üzerinde.[65]

xxiii) Türkiye’de sokaktaki bir çocuğun,[66] “istisnalar dışında” 35 yaşına ulaşması çok zor.[67]

Tüm bu (ve elbette benzerleri) toplumsal hâl(imiz)in değer(sizlik)lerini net biçimde ortaya koymuyor mu?

 

II.2) TÜRK(İYE) DURUMU

 

Buraya kadar izaha gayret ettiğim çerçevede “Her an her şey olabilir” hissi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ruh hâli değil mi?

İşte, o zaman, özel ve tarihsel bir “kavşak” noktasında olduğumuzdan söz edebiliriz.

“Kavşak” noktası; yukarıda da değindiğim üzere “Eski öldüama yeni henüz doğmadı,” formülasyonunda ifadesini bulan sıkışma ve çürüme hâlidir.

Bu bir çözümsüzlük, yani kördüğüm hâlidir. Yaşıyor ve tanık oluyoruz: İktidar hiçbir sorunu çözemiyor; çözülmeyen sorunlar ise, kahredici ve kısır bir süreklileşmiş şiddet ortamını doğurup büyütüyor.

“Kaotik” bir atmosferde soluyoruz.

“Artık her şey mümkün” ibaresiyle karakterize olan “Garip” bir hâlle, rejimle yüz yüzeyiz: Devletin yönetimine, içindeki iktidar noktalarına hâkim kadronun iç ve dış politikası iflas etmiş, akıllarındaki proje realitenin duvarına çarpmıştır. Şimdi, bu kadro yaptıklarını açıklamakta büyük zorluk çekiyor, toplumun yarısından fazlasının güvenini kaybettiğini, rızasını alamadığını biliyor. Geri kalanından aldığı rızayı da, eleştirel bakışlar devam ettiği sürece kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğunun bilincindedir. “Bu ülkede bir aydın sorunu var,” yakınması da bu kırılganlığın itirafıdır.[68]

Tüm eleştirel sesler kısılmalı, muhalefet duyulamaz, iktidardaki kadronun temsil ettiği sınıfın hakikâtı dışında bir hakikât konuşulamaz, hatta anlaşılamaz olmalıdır. Bu kadro, temsil ettiği sınıf, özelde kendi pratiğinin, genelde “hakikâtın” bilgisinin üretiminin, yeniden üretiminin üzerinde mutlak bir kontrol kurmak, realiteye tamamen hâkim olmak istiyor.

Bu aynı zamanda bedenler ve mekânlar üzerinde mutlak bir denetim arzusu demektir. Bugünün ekonomik, kültürel ve teknolojik koşullarında bu arzuyu gerçekleştirmek mümkün olmadığı için de, bu kadro gittikçe öfkeleniyor, korkuyor daha fazla baskıya, şiddete sığınarak korunmaya çalışıyor.[69]

Söz konusu baskı yabancılaşmış insan(cıklar)ı daha da suskunlaştırıp, sahnenin dışına iterek, gerçeklerden koparıp, ortalamanın tutsağı kılınan Türk(iye) insan(cık)ı, Nâzım Hikmet’in, “Koyun gibisin kardeşim,/ gocuklu celep kaldırınca sopasını/ sürüye katılıverirsin hemen/ ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye./ Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,/ hani şu derya içre olup/ deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf./ Ve bu dünyada, bu zulüm/ senin sayende,” diye tarif ettiğidir.

Bu da nesilden nesile aktarılan karanlık bir kültür(süzlük)dür; hafızadır.

Evet bu memlekette, kâğıda dökülmemiş yasalar, nesilden nesile aktarılan karanlık bir hafıza vardır.

Oruç tutmayanı dövüp, şiddeti, “suratıma üflemeseydi” diye açıklamak meşrudur. Saldırganları değil, linç edilen Romanlar’ı sürmek makul.

Ermeniler’e hakaret yaşamanın doğası gereği, Kürtler’e ayrımcılık bütünlük hassasiyetidir.

Devletin meşru sayılmasını istediği bütün zeminlerde, devlet aklına paralel yürür koca bir halk.

Bu yüzden çok değil 15-20 yıl öncesine kadar seks işçisine tecavüz indirimli ceza nedenidir.

Tecavüze uğrayan bir kadına saldıranların cezası, sesinin o anki oktavına bakılarak hesaplanabilir.

Irkçı bir ayrımla kanunlarda bir kadını öldürmek “töre”yle “namus”la ilişkilendirilir.

Bir söylentiyle elçilik bastığınızda sırtınızı sıvazlar birileri, iki solcu elçilik önüne geldiğinde ise bu “müebbet hapis” nedenidir.

Ermeni avına çıktıklarını söyleyenler, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan yargılanmaz misal.

“Manukyan’ın üç yeğeni” diyenlerse kendilerine göre milli iradenin asıl temsilcisidir.

Feministler çirkindir, çevreciler “gereksiz”, Alevîler “din düşmanı”, solcular ve Kürtler “terörist”, Ermeniler “hain”, Rumlar “düşman”.

Ve uzayıp giden bu listedekilerin her birine karşı suç işlemek serbesttir![70]

 

II.2.1) VAHŞET VERİLERİ

 

Şimdi nefesinizi tutup, vahşet verilerine göz atın!

  1. i) Türkiye’de şiddetin önüne geçilemiyor. 28 Haziran 2012’de, kimi “cinlerden talimat aldım” dedi, kimi aldattığından şüphelendi, kimi meçhul bir saldırıya kurban gitti, kimi işkence gördü, kiminin kulağı kesildi, kiminin de boğazı. Toplam 10 kişi öldü, 2 kişi yaralandı![71]
  2. ii) Türkiye, küçücük çocukların bile öldüresiye dövüldüğü, otoparklarda infazların yapıldığı bir ülke hâline geldi. Bingöl’de 10 yaşında çocuklara hunharca işkence yapıldı…

Yozgat’ta bir amca tartıştığı 16 yaşındaki yeğenini odunla döverek hastanelik etti…

Bayram tatili için Sapanca’ya gelen bir aile, tanımadıkları kişilerce darp edildi…

Samsun’da üvey babasını başka bir kadınla yatakta yakalayan 25 yaşındaki İlkay Kırbaş, benzin dökerek evi ateşe verdi![72]

iii) Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi’ne bağlı Yeniçiftlik beldesinde eşi yıllar önce vefat eden, çay bahçesi işletmecisi Nezahat Satılmış Yanık (50) işyerinde ölü bulundu. Yanık’ın başına ve yüzüne demir çubukla aldığı darbeler sonucu can verdiği belirlendi![73]

  1. iv) İstanbul’da bir baba 6 aylık bebeğini “ağlıyor” diye koltuğa fırlatarak öldürdü. Babanın 2014 yılında da 6.5 aylık bebeği Beyza’yı boğarak öldürdüğü ortaya çıktı![74]
  2. v) Anne ve babanın tartışmasının bedelini 8 aylık bebek ödedi. Eşine sinirlenen baba A.B. bebeğini döverek hastanelik etti![75]
  3. vi) Konya’da hastaneye merdivenden düştüğü belirtilerek tedavi altına alındıktan sonra kurtarılamayan 1.5 yaşındaki Medine Halıcıoğlu’nun, babası İsmet Halıcıoğlu (27) tarafından dövülerek öldüğü ortaya çıktı![76]

vii) Giresun’un Gemiler Çekeği mahallesinde oturan Ercan Y. (36), Mart 2012’de iddiaya göre sürekli ağladığı için bebeği Edanur’u (2.5) dövüp yere fırlattı. Anne Nurcan Y. (20), yaralanan ve bilinci kapanan bebeğini hastaneye götürdü![77]

viii) Kayseri’nin merkez Kocasinan ilçesinde yaşayan 24 yaşındaki Makbule Avşar, 24 Haziran 2015’de acil servisi arayarak 2 yaşındaki oğlu Adem’in, düşerek bayıldığını söyleyip yardım istedi. Eve gelen sağlık ekibi, vücudunda dayak izleri bulunan çocuğu hastaneye götürdü. Çocuk, yaşamını yitirdi. Yapılan otopside minik Adem Avşar’ın ince bağırsağının koptuğu ve iç kanama geçirdiği, vücudunda morluklar olduğu, 15’e yakında dayak izi bulunduğu saptandı. Olay üzerine çocuğun annesi Makbule Avşar ile sevgilisi inşaat işçisi Kemal Doğansoy, işkenceyle ölüme neden oldukları iddiasıyla gözaltına aldı![78]

  1. ix) Ankara’nın Akyurt ilçesinde hayvancılıkla uğraşan Şevket Ateş, 17 yaşındaki öz kızını, otlatmaya götürdüğü koyunlardan 8 tanesini kaybettiği gerekçesiyle tek kurşunla vurarak öldürdü![79]
  2. x) Kocaeli’nin Gölcük İlçesi’ndeki bir ilkokulda sınıf öğretmenliği yapan 34 yaşındaki Seçil M.D., iddiaya göre 2 aylık erkek bebeğini evde tek başına bıraktıktan sonra 9 günlük bayram tatilini geçirmek üzere memleketi Adana’ya gitti. Çocuk, açlık ve susuzluktan öldü![80]
  3. xi) İzmir Aliağa’da 2 kız kardeş, kendilerine baskı yaptığını öne sürdükleri anneleri Gülseren Süngü’yü elektro şok cihazıyla başına vurup bayılttıktan sonra bıçaklayarak öldürdü![81]

xii) Hatay’ın İskenderun İlçesi’nde Suriyeli 16 yaşındaki Abdulhamit Taben ile aynı yaştaki akrabası Ahmet Taben’i, çocukların yanında çalıştığı hurdacı 31 yaşındaki Habip Oral, döverek öldürdü![82]

xiii) Üç yıl önce kendi böbreğini satan bir baba (M.B), bu kez İstanbul’da 13 yaşındaki oğlunun böbreğini satmak isterken yakalandı![83]

xiv) Hamile 19 yaşındaki A.K, Mersin Devlet Hastanesine gelerek karın ağrısı şikâyetiyle muayene oldu. Daha sonra hastanenin tuvaletine geçen A.K, burada doğum yaptıktan sonra, bebeği çöp kovasının içinde boğarak, öldürmeye çalıştı![84]

  1. xv) Denizli’de kaldığı öğrenci yurdunun tuvaletinde bebeğini dünyaya getirdikten sonra boğazını kesip 4 gün boyunca elbise dolabında saklayan Ü.T.’nin ifadesi kan dondurdu: “Kendimde değildim, bebek ölü doğdu. Kafasını kopardığımı 2 gün sonra fark ettim. Niye kopardım, bilmiyorum”![85]

xvi) Muğla’da evinin banyosunda doğum yapan üniversite öğrencisi S.C. bebeğini 6’ncı kattan attı![86]

xvii) Bartın’da, otomobil sürücüsü 35 yaşındaki İsmail Kaymakçı, yol vermesi için arkadan korna çalıp selektör yapmasına sinirlendiği otomobilin sürücüsü 52 yaşındaki Süleyman Karadayı ve yanındaki öğretmen arkadaşı 54 yaşındaki Tayfun Erol’a levye ile saldırdı. Erol, aldığı darbelerle yaşamını yitirdi![87]

xviii) Emekli güvenlik görevlisi koca Aliseydi Aşan (50), 26 yıllık eşi 2 çocuğunun annesi Hüsne Aşan (44) nasıl dövdüğünü 3G’li telefondan “Az dövüyorsun, daha çok vur,” diyerek tezahüratta bulunan 18 yaşındaki sevgilisi Z.İ.’ye izletti![88]

xix) Antalya’da evine aldığı hemşerisi Kazım K.’dan üç yıl boyunca şiddet ve işkence gören Kerem G., “Çocukları çengelle tavana astı. Ellerini ayaklarını bağladığı H.G., A.Ö.G. ve E.G.’yi tavandaki çengele asıyordu. Kaç kez ortanca oğlumu battaniyeye sarıp, ellerini ayaklarını bağlayarak yatakta yatırdığını gördüm. Çocuklarımı duvara diziyor, asker gibi saatlerce bekletiyor, oturmalarına izin vermiyordu. Çocuklara yiyecek vermiyordu. Mutfağın kapısını kilitliyordu. Çocuklarıma gizli gizli yemek veriyordum. Küçük oğlum E.’ye çok düşkünüm. Bu nedenle ona daha fazla eziyet ediyordu. Yumruk vura vura çenesini kırdı. Çocukların elleri ve ayaklarında sigara yanık izlerini vardı. Son olayda dillerini kesmiş. Her tarafları mordu. Çocuklarımı o evden çıkaramasaydım, o adamı öldürecektim. Ona ‘Sen nasıl bir insansın. Sende Allah korkusu yok mu? Bu çocuklara işkence ediyorsun’ dediğimde, ‘Ben de Allah korkusu yok’ karşılığını verdi. Küçük E.’ye tecavüz 2011 yılında oldu. Oğlum o zamanlar 2 yaşlarındaydı. Kazım K.’nın arkadaşı olan E.Ö. geldi ve evde kalmaya başladı. Sonra birden eşyalarını toplayıp, kaçtı. Karıma ve Kazım K.’ya ‘Niye kaçtı’ dedim. Bana ‘Zamanı gelince öğrenirsin’ dediler. Meğer o gün çocuğuma tecavüz etmiş,” dedi![89]

  1. xx) 20 Ekim 2015 tarihinde Konya’da 20-25 yaşlarındaki bir kadın, yaklaşık 8 aylık bir erkek bebeği, bir işyerine bıraktıktan sonra kayıplara karıştı![90]

xxi) Bir baba, 10 ve 14 yaşlarındaki 2 oğlunu zorla uyuşturucu bağımlısı yaptı… 10 yaşında babası tarafından uyuşturucu bağımlısı yapılan N.A’nın 4 yıldır uyuşturucu kullandığını, ağabeyinin de 14 yaşında yine babası tarafından zorla uyuşturucu bağımlısı yapıldığı, ortaya çıktı![91]

xxii) Eskişehir’in Beylikova ilçesindeki İmam Hatip Ortaokulu Müdürü Ümit Demir’in, öğrencileri hortumla dövüp pet şişeye oturtmaya çalıştığı iddia edildi![92]

xxiii) Fethiye’de işe gelmeyen çırağı 11 yaşındaki B.A.G.’yi, boynundan iple motosikletine bağlayarak 1 kilometre boyunca çekerek götüren 43 yaşındaki berber gözaltına alındı![93]

xxiv) Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi ilçesindeki trafik kazasında 3 kişi öldü, 2 kişi yaralandı. Kazada otomobil sürücüsü Şenses ile araçta bulunan Zahide Aydın ve Mehmet Emin Oğuz olay yerinde öldü, Ahmet Kaya ve Gamze Meray ise ağır yaralandı. Fransa’dan memleketi Ş. Urfa’ya giden Mehmet Çetinkaya, yol kenarında durarak, yaralılara yardım etmek istedi. Ambulansların olay yerine gelmesinin ardından aracına dönen Çetinkaya, otomobilin camının kırık olduğunu fark etti. Otomobilinden yüklü miktarda paranın çalındığını fark eden Çetinkaya, “Memlekete giderken kazayı gördüm, yardıma koştum. Bu sırada otomobilindeki 6 bin lira nakit para, kimlik ve cep telefonları çalınmış. İnsanlık ölmüş,” dedi![94]

 

TÜRKİYE’DE BESTİALİTE[95]
28 Ağustos 2014 İstanbul Kâğıthane’de bir binanın güvenlik kamerasına yansıyan görüntülerde, bir kişinin yakaladığı sokak köpeğine dakikalarca tecavüz ettiği ortaya çıktı.
19 Mayıs 2013 Bursa’da kayınpederine ait ördeğe, aşırı alkollü iken tecavüz ettiği iddia edilen kişiye 437 TL ceza kesildi.
20 Eylül 2012 Konya’nın Ereğli ilçesinde 80 yaşındaki S.S., komşusu A.U’nun ahırındaki ineğe tecavüz ettiği ve olayın duyulmaması için de tehditte bulunduğu suçlamasıyla gözaltına alındı.
8 Mart 2009 Mersin’in Mut ilçesine bağlı Dere köyünde bir keçiye tecavüz ettiği belirlenen şahsa hayvanlara kötü muamele yaptığı için para cezası kesildi.
14 Temmuz 2009 Kocaeli Gebze ilçesinde 31 yaşındaki M.C. kümeste tavuğa tecavüz ederken sahibi tarafından suçüstü yakalandı. Tavuğun telef olduğu olaydan sonra gözaltına alınan M.C, bir anlık hislerinin kurbanı olduğunu söyledi.
16 Mayıs 2006 Bolu Abant’ta tatil yapan makine mühendisi 34 yaşındaki H.F.Y.T binmek için kiraladığı ata ormanlık alanda tecavüz ederken yakalandı. Aynı kişinin 15 gün önce de aynı atı kiraladığı anlaşıldı.

 

xxv) Bir yatılı bölge okulunda aşçı olan baba Seyitahmet İ., 14 yaşındaki kızına 2 yıl boyunca tecavüzden tutuklandı![96]

xxvi) Antalya’da inşaatlarda boyacılık yapan dört çocuk babası Ekrem E., iddiaya göre zihinsel engelli kızı H.E.’ye 6 yıldır tecavüz ediyordu. Bu tecavüzlerden doğan bebeklerin de evin bahçesine gömüldüğü öne sürüldü. Kocasının her akşam içtikten sonra engelli kızıyla ilişkiye girdiğini itiraf eden Cemile E., “Bizi öldürmekle tehdit ediyordu. Korktuğum için kimseye bir şey söyleyemedim,” dedi![97]

xxvii) Akşehir’de 13 yaşındaki F.A’ya tecavüz ettikleri iddiasıyla aralarında ağabeyinin de bulunduğu 4 kişi tutuklandı![98]

xxviii) Muğla’nın Milas İlçesi’nde, karın ağrısı nedeniyle hastaneye giden 13 yaşındaki G.K.’nin hamile olduğu ortaya çıktı. Küçük kız, dayısı 23 yaşındaki S.A.’nın 4 yıldır kendisine tecavüz ettiğini söylediği![99]

xxix) Erzurum’da kız kardeşi 23 yaşındaki H.B.’ye tecavüz ettikleri iddiasıyla tutuklu yargılanan Kars’ın bir köyünde imam, 29 yaşındaki A.B. ile erkek kardeşi, 27 yaşındaki M.B. hakkında Erzurum 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesinde 10.5 yıldan 18 yıla kadar hapis cezası istendi. A.B., ifadesinde kardeşiyle birçok kez ‘birlikte olduğunu’ ancak onun da ses çıkarmadığını söyledi.

Kars’ın bir köyünde imam olan ağabeyi A.B.’nin de daha önce kendisine defalarca tecavüz ettiğini öne süren H.B., şöyle dedi: “İlk tecavüzü ağabeyim A.B., geçtiğimiz Ağustos ayında yaptı. Ağabeyim evde kimse olmadığı sırada tecavüz etti ve bunu kimseye söylememe konusunda uyardı. Olayları ablam R.’ye anlattım. Kimseye söylemememi aksi hâlde ağabeyimin işinden olacağını söyledi. Ağabeyimin tecavüzünden hamile kaldım, Ankara’ya götürdü kürtaj oldum. Daha sonra da küçük ağabeyim M.B., tecavüz etti. Hastanede tanıştığım E.P.’nin de tecavüzüne uğradım. Ağabeyim M.B. babam öldükten sonra bana şiddet uygulayınca Kadın Sığınma Evi’ne yerleştirildim. Burada N.U. adlı kadın ile tanıştım. Benim zor durumda olduğumu görerek erkeklerle birlikte olmam karşılığında çok para kazanacağımı söyledi. İstemediğim hâlde N.Ç. ile birlikle olmamı istedi. Kabul etmeyince N.Ç. de tecavüz etti”![100]

xxx) Konya’da zihinsel engelli öz kızı 17 yaşındaki E.A.’ya tecavüz ettikten sonra doğan bebeği öldürüp dereye atmakla suçlanan 53 yaşındaki Ö.A., bebeği öldürmekten mahkûm oldu![101]

xxxi) Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’ne bağlı bir köyde yaşayan S.A. 8 yaşındaydı. Yedi yıl boyunca yüzlerce kez 20 erkeğin tecavüzüne uğradı. Annesi bile onu suçladı. S.A.’ya yaşları 14 ile 70 arasında değişen 20 kişi tarafından 7 yıl boyunca yüzlerce kez tecavüz edildi. Olayı anlattığı öz ağabeyi tarafından da tecavüze uğrayan küçük kız, annesi tarafından suçlanarak dayak yedi![102]

xxxii) Üçü 18 yaşından küçük dört kişi genç bir kıza tecavüz etti. İfadelerinde “arkadaşlarını terk ettiği” gerekçesiyle “intikam almak” istediklerini söyleyen saldırganlar cep telefonu ile kayıt da yaptı. Sinop’un Ayancık ilçesinde lise ikinci sınıf öğrencisi S.D., ayrılmak istediği F.Ü. ile 25 Mayıs’ta bir parkta buluştu. F.Ü. otomobiline bindirdiği S.D.’yi boş bir araziye götürdü. F.Ü.’nün arkadaşları S.E., A.Y. ve M.O. yanlarına geldi. F.Ü.’nün arkadaşları genç kıza burada tecavüz etti ve kimseye anlatmaması için şantaj yapmak üzere de cep telefonu ile olayı kameraya kaydetti![103]

xxxiii) Boşandığı K.B.’nin evini tabancayla basan B.B., eski eşini evde bulamayınca ev arkadaşı Y.İ.’ye silah zoruyla tecavüz etti. B.B., bu sırada eski eşini telefonla arayarak “Ev arkadaşına tecavüz ediyorum, gelmezsen devam ederim,” dedi![104]

xxxiv) Aydın’da zihinsel engelli 10 yaşındaki S.S.’ye, annesinin yanında 70 yaşındaki Ali Y.’nin tecavüz ederken çektiği görüntüler, tecavüzcünün ölümünden sonra ortaya çıktı![105]

xxxv) Afyon’un Çay ilçesinde 3 yaşındaki erkek çocuğunun evinin yakınından kaçırılması, ardından balık lokantalarının arkasında baygın bir şekilde bulunması ve cinsel istismara maruz kaldığı tespit edildi![106]

xxxvi) Diyarbakır’da 28 yaşındaki M.T. hakkında, 11 yaşındaki 6’ncı sınıf öğrencisi E.T.’ye aralıklar ile 4 kez tecavüz ettiği için dava açıldı![107]

xxxvii) Erzurum’da 13 yaşındaki C.P, 11 yaşında olan F.T.’ye Nisan ve Ağustos ayında 2 kez tecavüz etmekten tutuklandı![108]

xxxviii) Güneydoğu’da 14 yaşındaki bir erkek çocuk, 4 ay kadar kaldığı özel yurttaki ilmihal hocasının tecavüzüne maruz kaldı… 2012 Kasım’ında yurt yöneticisi ve ilmihâl öğretmeni H.K., bir gece yarısı gözüne fener tutarak uyandırdı. Odasına götürdü, kapıyı kilitledi. Tecavüz ettikten sonra gırtlağına sarıldı, “Birine söylersen seni öldürürüm. Nereye gitsen bulurum” dedi. İki kez de sırtında sopa kırıncaya kadar dövdü. 2013 Mart’ına kadar tecavüz devam etti![109]

xxxix) Zonguldak Kozlu’da 15 yaşında bir erkek çocuğa 15 kişi tarafından iki yıl boyunca “sistematik” şekilde tecavüz etti. Tecavüz skandalının mağduru 15 yaşındaki E.A., başından geçenlerle ilgili, “Aralarında madenciler, TIR şoförleri, taksiciler, esnaflar, inşaat işçileri, emekliler de vardı. Ayrıca bu kişilerin tanıdığı ve o dönem liseye giden 15 yaşındaki çocuklar da vardı. Bu kişiler arasında 15 ila 60 yaşına kadar olan insanlar vardı. Bu insanlar bana iki yıl boyunca tecavüz etti. Tecavüz edenler arasındaki bazı insanların benim yaşımda torunları bile vardı. Ne zaman kendileriyle görüşmek istemediğimi söylesem beni yine tehdit ettiler,” dedi![110]

  1. xl) Zonguldak’ta oturan evli ve 4 çocuk babası maden işçisi 37 yaşındaki Ş.Ç., komşusunun oğlu 8 yaşındaki B.A.’ya tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı![111]

xli) Balıkesir’in Edremit İlçesi’ne bağlı Altınoluk Beldesi’nde, zihinsel engelli olan 16 yaşındaki G.H.’yi, 44 gün boyunca bir evde alıkoyarak tecavüz ettiği ileri sürülen 3 kişi yakalandı. İşlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen şüpheliler serbest bırakıldı![112]

xlii) Bingöl’de 17 yaşındaki Ç.Y. fazla kilo aldığı gerekçesiyle ablası tarafından hastaneye götürüldü. Hastanede abla M., 17 yaşındaki kardeşinin 7.5 aylık hamile olduğu gerçeğiyle karşılaştı. Ç.Y, 12 yaşından beri K.T’nin kendisine tecavüz ettiğini ve bunu bilen 6 kişinin de kendisine cinsel istismarda bulunduğunu anlattı![113]

xliii) İlköğretim öğrencisi M.N. (12) ile yaklaşık bir yıldır cinsel ilişkiye girdiği ileri sürülen 13 şüpheli, ailesinin şikâyeti üzerine 24 Ocak 2013’de polis tarafından gözaltına alındı. Küçük yaşta kıza cinsel istismar suçundan adliyeye sevk edilen şüphelilerden A.Ö. (20), F.H.Ç. (19), H.G. (19), A.Y. (30), H.B. (18), Z.A. (19), H.T.Ö. (22), H.H.K. (26) ve A.S. (27) tutuklandı. Ş.K. (17), H.İ.Ö. (15), Y.K. (17) ve S.A. (17) ise adli kontrollü olarak serbest bırakıldı![114]

xliv) Antalya’da kızları, H.Ö. (15) ile B.Ö. (16) ve onların sınıf arkadaşı 16 yaşındaki E.E. (16) ile zihinsel engelli Ç.K.’ye (14) silah tehdidiyle tecavüz edip grup seks yaptıkları suçlamasıyla tutuklu yargılanan A.Ö. (39), 70 yıl 10 ay, eşi Z.Ö. (34) de 70 yıl hapis cezasına çarptırıldı. “Sapıklık derecesinde şehvet düşkünü” oldukları mahkeme kararlarına giren anne ve babalarının tutuklanmasının ardından cinsel istismara uğrayan B.Ö. ve H.Ö. ile iki küçük erkek kardeşi de devlet korumasına alındı![115]

xlv) Cizre’de 3’ü de 8 yaşında olan M.Y., M.Ş.D. ve B.K., Nur Mahallesi’nde oyun oynadıkları sırada yanlarına gelen Halit G., otomobiliyle gezdirme teklifinde bulundu. 3 çocuğu otomobiline alan Halit G., İdil İlçesi yolu üzerindeki Zere Köyü yakınlarına götürdü. M.Y. ve M.Ş.D.’ye araçta beklemelerini söyleyen Halit G., yanına aldığı babası 2 gün önce vefat eden B.K. ile uzaklaştı. İddiaya göre ıssız yerde B.K.’ye tecavüz eden Halit G., kimseye söylememesi konusunda ölümle tehdit etti![116]

xlvi) Diyarbakır’da üç polisten üç çocuğa cinsel istismar… Diyarbakır’da yaşları 6 ile 10 arasında değişen 3 kardeşin, aylarca O.K. ve F.B. ve soyadı bilinmeyen A. isimli polis memurları tarafından cinsel istismara uğradığı, şiddet gördüğü ve uyuşturucu kullanmaya zorlandığı ileri sürüldü![117]

xlvii) Urfa’da hakkında “kaçırılma” ihbarı olan 13 yaşındaki kız çocuğu Ş.Ç., jandarma operasyonuyla Adana’da tarım işçilerinin kaldığı çadırda bulundu.Ş.Ç.’nin, babası tarafından 30 bin lira borcu karşılığında satıldığı iddia edildi. Kızı satın aldığını itiraf eden 20 yaşındaki M.K., savcılıkça serbest bırakıldı![118]

xlviii) Adana’nın Seyhan İlçesi’nde yaşayan Murat. A. ile P.A., 2 yıl önce nikâhsız evlendi. Düğün masrafları için borçlanan Murat A., bu borçlarını ödemekte güçlük çekince eşine zorla fuhuş yaptırmaya başladı. Ahlâk Bürosu polisleri, P.A.’yı 2 kez fuhuş yaparken yakalayıp işlem yaptı. P.A., sonunda dayanamayıp babasının evine sığındı. Ailesine, eşinin düğün borçlarını ödemek için kendisine fuhuş yaptırdığını söyledi![119]

xlix) Denizli’nin Pamukkale İlçesi’nde, jandarmanın düzenlediği operasyonda, bir restoranın arka bahçesindeki park hâlindeki bir minübüste kredi kartına taksitle fuhuş yaptırdığı ileri sürülen 1 kişi ile fuhuş yaptıkları belirlenen 2 kadın gözaltına alındı![120]

  1. l) Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan çocuklar insan tacirlerinin eline düşmeye başladı. Şırnak’ta küçük yaştaki Suriye uyruklu kız çocuğunun bir kömürlükte tutulduğu ihbarını alan polis eve baskın yaptı. Kömürlükte yarı baygın hâlde bulunan 14 yaşındaki N.H.A’nın ailesinin kandırıldığı ve minik kızın 6 bin lira karşılığında satıldığı ortaya çıktı![121]

 

III. AYRIM: O HÂLDE…

 

Savaşın batı cephesinin buraya kadar değindiğimiz soru(n)ları elbette, mutlak ve çözümsüz değil…

Yaşar Kemal’in, “İnsan umutsuzluktan umut yaratandır”; Bertolt Brecht’in, “İnsanın kaderi insandır”; Jean Paul Sartre’ın, “İnsan sahip olduklarının toplamı değil, fakat henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır,” saptamalarının altını çizdikleri gibi…

 

III.1) “DOĞU” İLE BATI’NIN DİKOTOMİSİ

 

Coğrafyamızdaki “Doğu” ile Batı dikotomisine ilişkin olarak öncelikle, “İleri Doğu geri Batı” saptamasının ve eşitsiz birleşik gelişim gerçeğinin kavranması gerekiyor.

Yunanca dikha (ayrı) ve tomos (kesme) kelimelerinin birleşmesinden oluşan dikotomi, diyalektik bir ikilik ya da zıtlıkların birlikteliği veya kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan incelemedir.

Sosyal bilimlerde bir birlerine ters, zıt olmakla birlikte diğerine anlam kazandıran kavramlar için kullanılan bir terimdir. Gündüz ve gece taban tabana zıttırlar, işte bu zıtlık bir birlerine anlam kazandırır.

İki farklı şey arasında karşıtlık ve bağıntılı hâlin tarifidir.

Görülmesi gerek, “Doğu” ile Batı bugün karşılıklı bağımlılık yanında eşitsiz gelişim gerçeğiyle de yüz yüzedir.

Tarihin doğrusal kavrayışına karşı onun ani sıçramalarla ve karşılıklı etkileşimlerle biçimlendiğini öngören eşitsiz gelişim yasası, devrimci hareket(ler)in de gelişimlerinin kavranmasında kilit önemdir.

Geride olanın ileride olanı geçmesi, salt eşitsiz gelişme ile açıklanamaz. Çünkü ileride olan ile geride olan bir etkileşim içindedir; bu etkileşim nedeniyle de geride olan ileriye sıçrayabilir.

Çünkü toplumsal mücadeleler, eşitsiz şekilde birbirlerinden bağımsız gelişmeler gösterirlerken; aynı zamanda birbirleriyle ilişkili ve bileşik durumdadırlar.

Bugün “Doğu” ile Batı’nın birleşikliğini ve farklılığını da betimleyen bu -dikotomik- hâldir.

Bu elbette, hem öyle hem böyle olma durumuna denk düşen bir düalitedir; yani her şeyin zıddıyla var olup, yok olduğu hâl…

“Yarılma”, “İkiye ayrılma” olarak da yorumlanması mümkün olan “Doğu” ile Batı düalitesi, bir yanıyla “ya, ya da”; öteki yanıyla da “hem… hem” gerçeğini içerir.

Birbirine indirgenemez ve birbirinden soyutlanamaz realitesiyle, bir ikilem, eski kullanımıyla “kıyası mukassem”dir.

Bu denge(sizlik), “Doğu” ile Batı’nın arasındaki mücadele, örgütlülük ve programatik mesafeden kaynaklanır.

Mesafe; iki şey arasındaki hendektir; uzaklıktır.

Ya da Can Yücel’in, “En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan/ Ne seyyareler, ne de geceleri ışıldayan yıldızlar/ En uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan,” dizelerinde anlatılandır.

Kimi zaman rölativitenin sınırlarını zorlayan mesafe(ler) kavramı, bazen uzak olan her şeyi yakınlaştırır; bazen de ulaşılmayacak kadar uzaklaştırır!

Çünkü toplumsal mücadeleler için hayal ettikleriyle, yaşadıkları arasında hep tüketilmesi/ tamamlanması gereken mesafe(ler) olmuştur. Bunun nedeni farklılıklardır.

Evet, “Doğu” ile Batı kardeştir; ancak aynı değil, farklıdır.

Benzerlik kavramıyla yan yana düşünülmesi gereken farklılık, benzer olmama hâlidir; başkalıktır.

Yani fark, bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılıkken; herhangi iki ayrı nesne arasında benzerlik ve dolayısıyla farklılık ilişkisi kurulabilir.

Ancak farklılık korkutucu, kaçınılıp, bastırılması gereken değildir; olmamalıdır da…

Farklılıktır bizim en büyük değerimiz. Farklılıklardır bizi birbirimize muhtaç edip, bir arada tutan.

Unutulmamalıdır ki, farklılaşmaya çalıştıkça aynılaşırız. Çünkü farklılık, çeşitliliğin farkında olabilmektir…

“Doğu” ile Batı’nın -eşitsiz birleşik- mücadeleleri arasında bir uzaklaşma, mesafe söz konusuyken; farklılık yani çeşitlilik içinde bir olma hâli; kendisini diğerlerinden ayırarak, birleştiren temel özelliktir.

İç sömürgeye (veya ilhaklara) özgü olan “kendisini diğerlerinden ayırarak, birleştirme” durumu, “Doğu” ile Batı’nın bugünkü ilişki ve çelişkilerini de belirlerken; bu klasik (deniz aşırı) sömürgelerden farklılığın da altını çizer.

Bu coğrafyada “Doğu”, Batı’nın iç sömürgesidir; işgal ve idare ederek, her türlü çıkar sağladığıdır.

Evet “Doğu”, Batı tarafından sömürülen, emilen, üzerinde maddi manevi geçinilen, egemenlik kurulmuş ve uluslaşması engellenmiş bir coğrafyadır.

Bu durumun sorumlusu emperyalistler ve sömürgeciler olurken; devreye giren statüko zora dayalı işgaldir.

İşgal, bir devletin, farklı bir etnisitenin yaşadığı coğrafyayı, arzusu hilafına (her türlü yeraltı yerüstü kaynaklarıyla birlikte) gaspederek, devletin bölünmez bir parçasına “ait” kılıp; inkâr, asimilasyon, kültürel kıyım ve katliamları devreye sokmasıdır; işgalciler açısından bu “olmazsa olmaz”dır.

O hâlde Batı’nın “Doğu”ya dayattığı statükonun ancak, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, “inkârın inkârı” temelinde aşılması mümkündür; “Doğu”nun da, Batı’nın da başka türlü kurtulması mümkün değilken; ezen de, ezilen de bu statüleri devam ettiği sürece özgür olamaz ki, Karl Marx’ın “Başka halkları ezenler özgür olamaz” tezinin özü budur.

Unutulmasın sömürgecilik, yayılmacılık, yağmacılık, gasp, eğer karşı çıkmazlarsa, egemen ulusun emekçilerini de çürütür, “kendi” gericiliğinin kölesi yapar.

 

III.2) “KENDİ” GERİCİLİĞİNİN KÖLESİ OLMAK!

 

“Kendi” gericiliğinin kölesi olmak, Hölderlin’in, “Tu tişt bi qasî însan mezin nabe û xwe naxîne/ Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve alçalmaz,” saptamasıyla betimlenen toplulukları duyarsız ve empati yoksunluğuma mahkûm eder.

“Hissiz, ilgisiz, alâkâsız” veya “hassas olmayan, tınmayan” biçiminde tanımlanması mümkün olan duyarsız olma hâli; devletin ideolojik aygıtları (DİA) tarafından oluşturulan toplum psikolojinin bir parçasıdır; resmî ideolojik hegemonyayla doğrudan ilintilidir.

Duyarsız; gözü gören kör, kulağı işiten sağırdır; kendini korumak için “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,” diyendir; yanlış olduğunu bilse de, tepki vermemektir.

Yani tüketim toplumu bilinç(sizliğ)iyle, gerçekleş(mey)en tepki(sizlik)dir…

Veya olup biten pek çok şeyin farkında olmama, olsa bile anlamını kavrayamama hâlidir.

Ya da başkasının başına gelenlere ilişkin kayıtsız durumudur; kabullenmişlik hastalığının son aşamasıdır; büyük bir çaresizliktir…

Derin bir yoksunluk; “çözüm(süzlük)”tür; hissedememe, yabancılaşma durumudur…

Duyarsızlaşmada bir seçimdir, seçiciliktir; korunmak için örtünülen çelik zırhtır; kaçıştır…

Bireyselleş(tiril)en tüketim dünyasında insan(lık)ın kaybettikleriyle yitirdiklerinin toplamıdır duyarsızlaşma…

“Modern Zamanlar”ın hastalığıdır; insanı insanlaştıran edimlerden uzaklaşmaktır.

Fikir beyan etmemek, talepte bulunmamaktır; yasaklara karşı çıkmamak, teslim olmak ve “normalmiş” gibi boyun eğme hâlidir; toplumsal itirazın, refleksin yitirilmesidir; empatiyi yitirmektir.

Empati yoksunluğundan kaynaklanan edilgenliktir; düşünme yetilerinin yitirilmesidir; duyguların, düşüncelerin nasır tutmasıdır; insan(lık) değerlerinin sıfırlandığı tepkisizlik hâlidir veya umursamamaktır ya da “Bana ne!” hâlinin insan(cık) türüdür.

Yani varlığını/ duruşunu anlamlandırma çabasından vazgeçerek; sürünün parçası olmak; çoğunluktaki onlar gibi olmaktır.

 

III.3) EŞİTLİKSİZ KARDEŞLİK, EMPATİSİZ DAYANIŞMA OLMAZ

 

Coğrafyamızda son zamanlarda en sık duyulan deyişlerden birisi, “Kürtler ile Türler kardeştir”; “Etle tırnak gibiyiz”; “Kız almış kız vermişiz,” vb’leri… Dikkat ederseniz: Türklerin “ağabey”liğini, Kürtlerin “ağabey”e tabi, uysalca boyun eğmesini, kimliğinden vazgeçmesini, kanaatkâr köleler olmasını varsayan bir “kardeşlik”tir(?) bu!

Bunlar böyleyken Batı karşısında Doğu”nun özgürlüğünden yana olanlar yani “Ama”sız, “Fakat”sız “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı savunanlar için eşitliksiz kardeşlik, empatisiz dayanışma mümkün değildir; olmaz, olamaz!

Öncelikle şunun altını çizelim: Eşitsizlik bir kardeşlik vurgusu, kirlenmeye açık kavram olması yanında kapitalist düzende insanlara dayatılan bir yalandır.

Eşitlik, hiçbir koşulda vazgeçilmesi mümkün olmayan bir insan(lık) ütopyasıdır…

Etik, vicdani ve politik bir tasarım olarak eşitlik, bilinçle, dünyayı (XI. Tezdeki üzere) değiştirerek gerçeğe dönüşebilecek ütopyadır.

Pierre Leroux’nun, “İnsanlığın başına ne geldiyse eşitlik olmaması yüzünden geldi,” diye tarif ettiği üzere “Eşitlik adil değildir” önermesi totolojiden ibarettir.

“Adalet” daha en başında “eşit olmamak” demektir. Adalet, bireylerin iyiden kötüye doğru sıralanması ve bu “sıra”daki yerlerine göre “pay” almalarıdır. Yani eşitsizlik, adaletin özünde vardır.

Herkesin eşit olduğu gün, eşitliğe (ve adalete) gerek olmayacağı vurgusuyla ekleyelim: Benzerler arasında eşitlik, farklılar arasında adaleti gerektirir.

  1. J. Rousseau’ya göre, toplum sözleşmesi, eşitlik sağlayan bir sözleşmedir. İnsanlar güç ve zekâ bakımından eşit olmasalar da, sözleşme, hak ve hukuk yoluyla eşit olurlar.

Rousseau’nun eşitlik yaklaşımı, bugünün çağdaş toplumsal yapılarının özünü oluşturur ve bu yaklaşım, bireylerin eşit olmasını değil devlet önünde eşit sayılması ve eşit haklarla donatılması gereğiyle tamamlanır. Toplumun her bireyi vatandaş olarak eşittir ve eşit haklara sahiptir.

El özet boyun eğmeyenlerin siyasi talebi olan eşitlik, kardeşleşmenin dinamiği olması yanında dayanışmacı bir empatinin de asli kaldıracıdır.

“Ezilenlerin inceliği” olarak tariflen dayanışma; duygu, düşünce, ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağımlılığı; birbirlerine destek olmasıdır…

Dayanışma, çaresiz anlarda uzatılan bir eldir, pratiktir; ezilenlerin işbirliğidir ve de empatiyle mümkündür.

Bencillere yabancı olan empati, ötekinin hâlini anlamak, içselleştirmektir.

İnsanları insan yapan yeteneklerden birisi olan empatinin kaçınılmazlığı: İnsanın kendisini karşısındaki kişi yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla kavrama gayreti yanında, karşıdakinin duygu ve düşüncelerini, doğru biçimde algılamaktır.

Başkalarının bizden farklı olduğunu bilmektir. Çünkü bilmelidir ki, dünyada ne kadar insan varsa, buna bağlı olarak da, o kadar da düşünce farklılığı olabilir.

Kavram olarak ilk kez 1897 yılında Alman psikolog Theodor Lipps tarafından, “dışarıdaki bir objeyi kendine mal etme süreci” olarak betimlediği empati bir yöntemdir; insanın vicdani yönünün yaratıcı kullanımı sonucu geliştirmiş insani bir yöntem. Latin kökenli ‘enpathos’ sözcüğünden gelir.

Carl Rogers’a göre, empati, kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyup onun duygu ve düşüncelerini anlaması ve bunu tekrar karşısındakine iletmesidir. Empatik iletişim demek olaylara çok yönlü bakabilmek demektir. Olaylara farklı açılardan bakabilen ve başka insanların gözünden aynı olayın değişik açılarını görebilen insanlar empatik iletişim kurabilme becerisine sahip demektir.

Anlamaktan gelir; iletişimi kolaylaştıran en büyük faktörlerdendir; tek kelimelik bir tanım gerekirse; “duygudaşlık” denebilir.

“Ben”in “sen” olmaya çalışmasıdır; ötekini anlamanın yollarındandır; özeleştiriyi beraberinde getirendir; insan(lar)ın egosuyla savaşma kabiliyetiyle ilintilidir.

Yunanca’da “İçini hissetmek” anlamına gelirken; karşındaki olmaktır; zor zanaattır; “Ben olmadan beni anlayamazsın,” demektir.

“Diğeri”ni, “diğeri” olarak anlamaya ve onun potansiyellerini tahmin etmeye yönelik çaba harcamaktır; insan ilişkilerine sağduyuyu getiren erdemdir; soru(n) çözücüdür; iyi bir insan olmanın, olabilme gayretinin “olmazsa olmaz”ıdır; Türkçesi, “hâlle hâllenmek”, “hemhâl olmak”tır.

Kürt olmadığı hâlde Kürtlerin, Alevî olmadığı hâlde Alevîlerin, kadın olmadığı hâlde kadınların haklarını savunmaktır; kişinin kendine yapılmasını istemediği şeyleri bir başkasına yapmamasıdır; insanı hümanistleştirendir…

Onun yerine “Ben” demektir; Türkçesi diğerkâmlıktır; karşılığı “özdeşleştirme”dir; ancak coğrafyamızda kullanımı yasaktır; cezası da çoktur.

Hep başkalarından kendimiz için istediğimiz, ama bizim başkaları için bir türlü anlam yükleyemediğimiz sözcüktür.

Ve de Albert Camus’nün, “İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır,” diye betimlediği tabloda yoksunluğu kronik problemimizdir.

İnsanın, kendini karşındakinin yerine koyup, onu anlama, anlayış gösterme hâli olan empatinin zıttı antipatiyken; empati yoksunluğu, insanda asosyal kimlik ve paranoya yaratır.

Zaten bugün “Doğu” karşısında, Batı’nın özgürlük düşmanı paranoyalarının altında yatan da empati yoksunluğudur.

 

  1. AYRIM: EVETÖZGÜRLÜK

 

Evet, “Doğu”nun Batı’dan kaynaklanan soru(n)larının çözümü özgürlükçü toplumsal adalettedir.

Bunun için özgürlükçülükten asla vazgeçmeyen, toplumsal adaleti (sınıf ile kimliğinin birbirlerini dışlamayan gerçekler olduğunu) savunarak yığınlara mal etmek gerekir…

“Özgürlük” deyince anımsanması gereken ilk şeylerden birisi M. Gandi’nin “Gerçek size eylemde görünür,” sözü olmalıdır. Çünkü gerçek ve gerçeklik üzerine olan tüm sözlerimiz gibi, özgürlüğün de eylem içinde olması, eylem içinde kalması, eylemle damıtılması “olmaza olmaz”dır.

Özgürlük eylemde var edilir, eylemle var olur. Bu yüzde söz eylemden doğmalı, eylem doğurmalıdır. Çünkü özgürlük insan(lık) gerçeğinin eyleme geçmiş hâlidir.

İş bu nedenle özgürlüğün hasmı, düşmanı çoktur. Asalaklar, sömürücüler, eylemsiz kalmamızı isterler. Çünkü eylemsizlik köleliktir, kulluktur, nesneleşmektir.

Egemenler ile “kendi” gericiliğinin kölesi olanlar özgürlükten korkarlar. Bunda da “haklı”dır!

Ancak ezilenlerin kurtuluşu, özgürlüğün bedelini ödeyen sorumlulukla mümkündür

Dayanışmayla, paylaşmakla büyüyüp, çoğaltılan özgürlük, herkesin değilse eğer, kimsenin değildir ve kesinlikle de bir ayrıcalık olamaz…

İş bu nedenle eşitlikçilikten bir adım geri adım atmayan özgürlük isyancıdır. Baş eğdirilemez, boyun eğmeyen insanlık onurunun kurucu öğesi ve ayakta tutan omurgasıdır![122]

 

IV.1) ÇÖZÜM (MÜ?)

 

“İyi de çözüm ne” mi?

Öncelikle bunun yanıtı beklentilerdeki kadar “kolay” değildir…

Umulduğu üzere özel bir reçetesi de yoktur…

Batı karşısındaki “Doğu”nun hâli, içinde geçtiğimiz “Uygarlık Krizi” koşullarında, ulusal/ sınıfsal öğeleriyle bir “insanlık sorunu”dur ve de Bob Dylan’ın ifadesiyle, “İnsanlık öyle bir elbisedir ki herkese olmaz”!

Kolay mı? “Hamlet karşısında Polonius olma”[123] durumunda veya Emma Goldman’ın, “Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir,”[124] saptamasıyla karakterize olan bir “Uygarlık Krizi”nin orta yerindeyiz.

Bu koordinatlarda yapısal olmayan, kapitalist statükonun (hangi biçimlenişte olursa olsun!) her hâline “Hayır” demeyen hiçbir duruşun, sürdürülemez kapitalizmin yol açtığı “Uygarlık Krizi”ni aşması mümkün değildir.

Bu saptamayı, kimi sol-liberaller “dogmatik”, “topyekûncu” olarak mahkûm etmeye kalkışsa da; G-20 öncesi toplantıda konuşan Ali Koç’un, “Küreselleşmenin insan tarafı yok.”[125] “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya 50 kat zenginleşti ama burada gelir dağılımına baktığınızda büyük uçurum olduğunu görüyorsunuz. Bunun sürdürülebilir olmadığını anlayabilmek için Einstein olmaya gerek yok. İşçi kesimine baktığınızda ise gelirden en düşük pay onların.”[126] “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir,”[127] itirafını yüksek sesle dillendirmek zorunda kaldığı bir yerkürede yaş(atıl)ıyoruz![128]

Dünyanın sayılı zenginlerinden ‘Microsoft’un kurucusu Bill Gates’e dahi, “Kapitalizm bizi iklim değişikliğinden kurtaramaz. Çare sosyalist politikalar,”[129] dedirten bu hâl öyle bir vahşet ki, iktidarı döneminde zengin ve yandaş iş insanları yaratan Cumhurbaşkanı Erdoğan bile, G-20 Zirvesi’ndeki ‘İş 20 ve Emek 20 Oturumu’nda, “İşverenlere tavsiye ediyorum, biraz az kazanın. Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım,”[130] demek zorunda kaldı!

Gerçekten de ekonomist Uğur Civelek’in, “Kurallardaki evrimin giderek dengesizlikleri artırdığını da görüyorlar. Bu şekilde, güvensizlik olarak onlara dönüyor. Belirsizlikler kırılganlıkları artırıyor. Bu şekilde şikâyetçi olması (Ali Koç’un) normal ve tespitleri gerçekçi… 20 yıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz. Küreselleşme görmekten kaçınamayacağımız bir tabloyu hep göz önünde tutuyor. Gelir ve servet adaletsizliği sürüyor. Bu konunun küresel servetin kabaca yüzde 80’inin, küresel yetişkin nüfusun sadece yüzde 9’unun elinde bulunduğu, 900 milyon kişinin yoksul olduğu bir dünyada hâlâ yeterince tartışılmıyor,”[131] diye tarif ettiği durumda sürdürülemez kapitalizme karşı çıkılmadan hiçbir soru(n) çözümlenemez…

O hâlde “Uygarlık Krizi” koşullarında, ulusal ve sınıfsal öğeleri birbirinden kopartmadan; birini diğeri yerine ikame etmeden; her ikisinin de çeşitlilik içinde birliğin unsurları olduğunu “es” geçmeden; güncel planda “Doğu” ile Batı arasında “Ayrı Diller” gibi bir soru(n) bulunduğunu görmemiz gerek.

1960’larda, Türkiye’de sol ve demokratik muhalefetin dili ortaktı. Ne kadar farklı programları savunsalar da aynı dil ve kavramlar içinde yapıyorlardı bunu. Dolayısıyla herkes her söyleneni anlıyordu.

Ne var ki 1975’lerden sonra sol harekette diller farklılaştı. Program ve stratejiler artık aynı dille değil, farklı dillerle ifade edilmeye başlandı. Kimse birbirinin dilini anlamaz oldu.

Unutulmamalı: Somut talepler, dilleri farklı olan özneleri bir araya getirir.

Bugün “Doğu” ile Batı’yı aynı cephede birleştirecek olan ne “Barış”, ne “Demokratikleşme”, ne de “Demokratik Özerklik” vb. talepler değildir.

“Doğu” ile Batı’yı aynı savaş cephesinde birleştirecek olan (“Barış”, “Demokratikleşme”, “Demokratik Özerklik” vb. talepleri de içeren) “yeni bir dünyayı mümkün kılan”, kılacak olan Toplumsal Adalettir.

Kapitalist vahşetin kahredici sonuçlarına karşı çıkan Toplumsal Adalet talebi, yıkıcı yaratıcılığın “Evet”i etrafında, farklı itiraz öznelerinin tüm “Hayır”larını bir araya getirir.

İş bu nedenle de Toplumsal Adalet talebi, “anti-kapitalist”, “emekten yana” bir duruşla bütünleştirilmeli; “anti-emperyalizm” ile “sınıf” meselesine yabancılaşmışlığı aşabilmeli; “Sürüleştirilmeye[132] direnebilmeli”dir.[133] Bu talep, “bir barikat da Batı’da kurmak”[134] ve “birleşik direniş cephesi”nin[135] örülmesinde ancak bu koşullarda başat rol oynayabilecektir.

Bu uğurda sonu iltihaklara yol açan “ittifaklar” yerine, “Doğu” ile Batı’nın farklılıklarını gözeten, vesayetsiz bir yan yana -yani hiçbir şeyi özelleştirerek öne çıkarmayan- duruşa olan ihtiyaç giderek büyümektedir…

 

IV.2) BİR KAÇ ŞEY DAHA

 

“Doğu”da Kürt halkının özgürlük için direnişi, mücadelesi müthiş bir önem taşımaktadır; bundan hiç kuşku yok. Bu isyan, “Batı”daki, emekçilerin eşitlik mücadelesinin önünü açabilecek değerleri içermekte, barındırmakta ve bunları -gerçek bir kardeşleşmenin emekçilerin elinde kurulabileceği- geleceğe taşımaktadır.

Bu değerleri reel-politiker ya da pragmatik kaygılarla gözardı etmek, yok saymak; hiç kuşku yok ki hem “Doğu”daki, hem de Batı’daki “eşitlikçi, toplumsal adalete dayalı” kardeşlik olasılığını bugünden yok etmek olur.

Çünkü ne Batı (yukarıda dile getirilen eleştirilerin de ifade ettiği üzere) arındırılmış, “saf” bir “sınıf sorunu”, ne de Doğu (direnişin eşitsizliği, Kürt toplumunun bütününü harekete geçirebilmedeki yetisizlik – örneğin Diyarbakır’da Dicle mahallesinin Sur’a kayıtsızlığı) sınıfsallıktan soyutlanmış bir “kimlik” sorunudur. Batı çürüme ve “kimlik(sizleşme)”den, Doğu ise “sınıfsal bölünme ve çelişkiler”den malûldür. Dayanışma, bu zaaflarını aşmada önemli bir etken olacaktır.

Biliyorum, bunlardan söz ettiğimde, “Siz ne yapıyorsunuz, neredesiz?” sorusuyla karşılaşacağım…

Biz, bu kadarını yapan, yapma gayretinde olanlar olarak, bu kadarız ve buradayız! “Yetersiz” bulunsa da bu hâl(imiz), nihilist bir tutumla küçümsenmemelidir.

Unutmayın: Hannah Arendt, sayıları az, etkileri sınırlı olsa da faşizme karşı direnen “istisnaları” görmezlikten gelemeyeceğimize işaret eder: “Siyasi bir bakış açısıyla ifade edecek olursak söz konusu (direniş) hikâyeler(i), bu dehşet ortamında insanların çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır.”

Arendt, insanlığa olan umudunu herşeye rağmen korur. “İstisna” olsa da herşeye rağmen direnenlerin, iyi tanıkların varlığı umudunu korumak için yeterli bir nedendir. Üçüncü Reich koşullarını aratmayan “Yeni Türkiye”nin, “Yahudilerinin” Kürtler olacağının açıkça ortaya çıktığı bu günlerde, “herşey” deki acı, kan ve hoyratlığa, “rağmen”deki umudu koruyarak direnebiliriz, “Batı”da veya “Doğu”da![136]

Evet Sokrates, “Sorgulanmayan hayat, hayat değildir,” demiştir; doğrudur; sonuna kadar haklıdır.

Bu böyleyse ve Karl Marx’ın deyişiyle, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir”se; artık biraz da “Barış”, “Demokratikleşme”, “Diyalog” vb. önermelerini (ve bunların tarihine) kafa yorup, sorgulamak gerekmiyor mu?[137]

O hâlde “Şimdi, gelip bir yol ayrımına dayanmış durumdayız; önümüzdeki yol ayrımı, faşizm ya da demokratik cumhuriyet olarak apaçık duruyor,”[138] biçimindeki Dimitrofçu yanılgılara düşmeden; devlet ve devrim[139] sorununda yoğunlaşmalıyız.

“In maxima potentia minima licentia/ Ne kadar büyük iktidar, o kadar az hürriyet”de ifadesini bulan “Absolutum dominium/ Mutlak iktidar”a denk düşen kapitalist devlet, biattır.

Öyle veya böyle, devlete sorgusuz-sualsiz-itaat ister; bu bağlamda onunla yapılan her “Barış” ve “Diyalog” ya da ondan umulan her “Demokratikleşme” nesnel olarak sözkonusu biatın -şöyle ya böyle- parçasıdır!

“Kutsallık” ve “raison d’etat/ hikmet-i hükümet” zırhını kuşanan devlet, kolayca keyfiliğe ve ceberutluğa yönelebilir. Konfüçyüs’ün ifadesiyle, devlet, yırtıcı kaplandan daha tehlikelidir. Yani Lord Acton’un, “Güç yozlaştırmaya eğilimlidir, mutlak güç ise mutlaka yozlaştırır,” sözünü doğrulayan tarihsel tecrübe[140] hepimize; liberal vaazların aksine; “Liberalizmin anahtar kavramı özgürlük değil güvenlik,”[141] olduğunun altını çizer.

Çünkü “Liberalizm, özgürlük namına güvenliğin dayatılmasına direnmez. Güvenlik toplumu için gerekli mekanizmaları bizzat geliştirir. Devletin ‘en anti-liberal’ eylemlerinin liberalizmin temel kavramları aracılığıyla hayata geçirilmesinde hiçbir tezat olmayışının altında bu durum yatar.”[142]

Çünkü liberalizmin ima ettiği “özgürlük” nihayetinde sermayenin özgürlüğüdür. Bu “özgürlüğü” ihlâl edecek her türlü “tehdit” (terörist) “güvenlik önlemleriyle bertaraf edilecektir.

Kapitalizm gerçeği, “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür,” saptamasının ötesinde; parlamenter demokrasinin, seçimlerin, seçilmiş yöneticilerin aslında, devletin özünü, gerçek yöneticilerini, güç merkezlerini gizleyen bir örtü olduğunu; yani V. İ. Lenin’in, “Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez,” saptamasın altını çizer.

O hâlde emperyalizme ve kapitalist devlet karşı açık tavır almadan; ulusal ve/ veya sınıfsal davanın başarıya ulaşması mümkün olabilir mi?

Kapitalist- emperyalizmin XX. yüzyılında her 3.6 saniyede en az bir kişi açlıktan ölmekteyken;[143] her dokuz kişiden biri sağlıklı bir hayat geçirebilmek için gerekli olan miktarda gıdaya erişemeyip, kronik açlık çekerken;[144] Türkiye’de her gün en az 4 kişi işçi cinayetlerinde ölüyorken;[145] Dünya varlıklarının yarısı toplam nüfusun yüzde birinden az bir grubun elindeyken[146] elbette hayır!

Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır”!

İş bu nedenle Nâzım Hikmet’in, “Onlar ki suda balık, havada kuş kadar çoktular/ korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocuktular/ ve kahreden/ ve yaratan onlardır/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır// asırlarda onlar yendi, onlar yenildi/ çok sözler edildi onlara dair/ ve onlar için/ zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur denildi,” dizelerinin altını çizerek bitiriyorum: “İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır,” der L. Tolstoy… Her daim sarsılmaz bir duruşa olan ihtiyaç(ımız)ın gerekliliğini anımsatarak!

Kolay mı?

  1. Foucault, “Kişi kendisini bir bilgi öznesi olarak oluşturmadıkça, hazların kullanımı açısından ahlâksal bir özne olarak oluşturamaz,” diye uyarırken, “Önemli olan, … insanın sonuna kadar gitme iradesini göstermesidir”![147]

Şimdi coğrafyamızda tarihi “kötü yanı üretir”ken; “Doğu” cephesinde Batı’ya uzanan mücadele güzergâhında muhtacı olduğumuz bu “sonuna kadar gitme iradesi”dir…

 

28 Ocak 2016 12:04:55, Ankara.

N O T L A R

[*] 20 Şubat 2016 tarihinde İstanbul Eğitim-Sen 4 Nolu Şube’nin düzenlediği toplantıda yapılan konuşma…

[1] Slavoj Zizek.

[2] Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yay., 11. Baskı, 2011, s.34.

[3] José Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Çev: Emrah İmre, Kitap Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015.

[4] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu, Çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2006.

[5] Jean Baudrillard, Siyah Anlar, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., 2. baskı, 2014.

[6] Gilles Deleuze, Spinoza-Pratik Felsefe Çev: Alber Nahum-Ulus Baker, Norgunk Yay., 2011.

[7] İlham Bakır, “Beden ve Mekâna Yabancılaşma”, Gündem, 25 Kasım 2015, s.15.

[8] Hikmet Çetinkaya, “İnsan Neden Bunalır?..”, Cumhuriyet, 29 Mart 2015, s.29.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Normalin Arkasındaki Kriz”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.8.

[10] “ABD’de seks işçisi kadınlar, seks tacirlerinin onların ‘kendilerine ait olduğunu’ belirtmek için, isimlerini vücutlarına dövme yapmaya zorlandıklarını anlattılar.” (“Bu Kölelik Değilse, Nedir?”, Radikal, 8 Eylül 2015… http://www.radikal.com.tr/hayat/bu_kolelik_degilse_nedir-1429760)

[11] Erdal Atabek, “Günümüzün Köleleri…”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2014, s.4.

[12] Ümit Kardaş, “İnsan Olmanın Anlamı ve Empati”, Taraf, 21 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/insan-olmanin-anlami-ve-empati/

[13] Murat Yaykın, “Yılma… Korkma”, Birgün, 17 Nisan 2014, s.13.

[14] Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu Söylenceleri – Yapıları, Çev: Ferda Keskin-Hazal Deliceçaylı, Ayrıntı Yay., 2012.

[15] “Küresel Servetin Yarısından Fazlası En Zengin Yüzde 1’in Eline Geçiyor”, 19 Ocak 2015… http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/01/150119_en_zenginler_cok_zengin

[16] “62 Kişinin Serveti Dünyanın Yarısına Denk”, Radikal, 18 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/dunya/62-kisinin-serveti-dunyanin-yarisina-denk-1498921

[17] Fikret Başkaya, “Ya Komünizm ya da Bu İş Karakolda Biter…”, 20 Kasım 2015… http://soldiyalog.com/?p=3365

[18] “Dünyanın En Zenginleri Listesinde 32 Türk”, Hürriyet, 3 Mart 2015, s.15.

[19] “40 Saniyede Bir Bulaşıyor”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.18.

[20] Yankı Yazgan, “Sonuna Kadar Mücadele: Depresyon, İntihar, Gençler, Medya, Tedaviler”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:388, 17 Ağustos 2014, s.3.

[21] Ceren Çıplak, “Ahmet Ümit: Sabah Böyle Bir Ülkede Uyanıyor Olmak Moralimi Bozuyor”, Cumhuriyet Sokak, 20 Eylül 2015, s.3.

[22] Ahmet Hakan, “İlber Ortaylı: Türkiye’de Bugün Köylülük Değil, Kasabalılık Egemen”, Hürriyet, 22 Ekim 2014, s.4.

[23] Fürûat’ın sözlük anlamı: Dallar, budaklar, şubeler, ikinci derecede önemli olan şeyler demektir.

[24] Ezgi Atabilen, “Hilmi Yavuz: Toplum Despotizm İstiyor”, Cumhuriyet Sokak, 27 Aralık 2015, s.4.

[25] Eray Özer, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Psikoterapist Murat Paker: Hissedilen Korku Paranoya Değil”, Cumhuriyet Sokak, No:21, 2 Ağustos 2015, s.8.

[26] Güray Öz, “De Rerum Natura”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2015, s.8.

[27] Ataol Behramoğlu, “Cinnet”,Cumhuriyet, 21 Şubat 2015, s.6.

[28] Ceren Çıplak, “Levent Üzümcü: Türkiye Nefretle Yönetiliyor”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2015, s.23.

[29] Eray Özer, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Psikoterapist Murat Paker: Hissedilen Korku Paranoya Değil”, Cumhuriyet Sokak, No:21, 2 Ağustos 2015, s.8.

[30] Ayşe Atalay, “Bir Toplumun İntiharı”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2015, s.18.

[31] Erdal Atabek, “Toplumsal Depresyon…”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2015, s.4.

[32] “IPSOS KGM Araştırması: Yüzde 60’a Göre Medya ve İnternet Sansürü Normal”, Birgün, 4 Ocak 2015, s.2.

[33] Burcu Ünal, “Türkiye’de ve Dünyada Vatandaşlık Raporu: Türkiye Kimseye Güvenmiyor”, Milliyet, 9 Aralık 2015, s.8.

[34] Şebnem Turhan, “4 Gençten 3’ünün Hayali Yurtdışı”, Hürriyet, 8 Aralık 2014, s.12.

[35] Güven Özalp, “Türkiye’de Kötümserlik Arttı”, Hürriyet, 19 Aralık 2014, s.16.

[36] Ali Çarkoğlu-Ersin Kalaycıoğlu, The Rising Tide of Conservatism in Turkey, s.43-46.

[37] Sibel Bahçetepe, “10 Kişiden Birinde Anksiyete”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.15.

[38] “Türkiye’de Her Gün 9 Kişi İntihar Ediyor”, http://haber.sol.org.tr/turkiye/turkiyede-her-gun-9-kisi-intihar-ediyor-127100

[39] Ayşe Arman, “Şizofreni Hastalarını Görmezden Gelmeyelim”, Hürriyet, 23 Ekim 2014, s.7.

[40] Emrullah Bayrak, “Psikolojik Rahatsızlıklar Son 5 Yılda Yüzde 330 Arttı”, Zaman, 25 Şubat 2015, s.22.

[41] Hülya Güler, “Biz Gerçekten Hayırsever miyiz?”, Hürriyet, 27 Şubat 2015, s.10.

[42] Murat Kibritoğlu, “Barınağa Her Gün İşkence Gören Hayvan Getiriliyor”, Milliyet, 2 Mart 2014, s.18.

[43] “Halkın Yüzde 79’u ‘Dindarım’ Dedi”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2015, s.11.

[44] “En Dindar 24. Ülkeyiz”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.18.

[45] Burcu Ünal-Damla Yur-Arif Balkan, “Türkiye’de En Kolay Şey Silaha Ulaşmak!”, Milliyet, 9 Haziran 2014, s.12.

[46] “Türkiye Trans Cinayetlerinde Avrupa Birincisi”, Birgün, 12 Mayıs 2015, s.3.

[47] “7 Kişiden 6’sı ‘Eşcinsel Komşu İstemem’ Diyor”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.2.

[48] “Toplumun Yarısı Kürtaja Karşı, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.2.

[49] “Asıl Engel Kafalarda”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2012, s.3.

[50] “Küresel Mutluluk Endeksinde Türkiye Sondan Üçüncü”, 27 Ağustos 2015… http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/08/150827_gallup_mutluluk_anketi?

[51] “Dünyada En Az Türkler Gülüyor!”, Milliyet, 28 Ağustos 2015, s.13.

[52] Olcay Büyüktaş Akça, “Gençler Kazandıklarından Çok Fazlasını Tüketiyor”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013, s.10.

[53] “İşsiz Gencin Gözünde Rüşvet Bile Meşru Çıkıyor”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2014, s.10.

[54] Ali Açar, “… ‘Yolsuzluk var’ Diyen Artıyor”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, s. 9.

[55] Can Çırnaz, “Dünya 2012’de Daha Çok Alkol Tüketti”, Milliyet, 20 Haziran 2013, s.7.

[56] “Evlenme Oranı da Boşanma da Arttı”, Milliyet, 16 Haziran 2012, s.6.

[57] Mahmut Lıcalı, “Benden Boşanır mısın?”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2012, s.20.

[58] Güler Yılmaz, “Mağdur Çocuk Sayısı 5 Yılda Dört Kat Arttı”, Taraf, 2 Aralık 2013, s.5.

[59] Evin Demirtaş, “50 Bin Çocuk Seks Kölesi”, Milliyet, 5 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/50-bin-cocuk-seks-kolesi/gundem/detay/1772975/default.htm

[60] “Çocuk İstismarı Katlandı”, Cumhuriyet, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.2.

[61] “Çocuklara Taciz Katlandı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.4.

[62] Erdinç Çelikkan, “Ayda 650 Çocuk”, Hürriyet, 3 Eylül 2014, s.3.

[63] Figen Atalay, “10 Yaşında ‘Seks İşçisi’…”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2015, s.13.

[64] “Çocuklara Cinsel İstismar Altı Yılda Yüzde 697 Arttı”, BİA Haber Merkezi, 21 Temmuz 2015… http://bianet.org/bianet/cocuk/166162-cocuklara-cinsel-istismar-alti-yilda-yuzde-697-artti?

[65] Ahmet Açıkay, “Kayıp Çocuk Sayısında Korkunç”, Milli Gazete, 2 Mayıs 2014, s.13.

[66] Cezaevindeki 169 hükümlü ve tutuklu çocukla görüşen, G. Antep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Özkan Yıldız, çocukları suça iten nedenlerin çok çeşitli olduğunu ancak ekonomik sebeplerin birinci sırada yer aldığını söyledi. (“Suçun Nedeni Ekonomi”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2011, s.3.)

[67] Erk Acarer-Meltem Yılmaz, “Şiddetin Mağdurları Bu Çocuklar”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2014, s.10.

[68] Geçerken Albert Einstein’ın 12 Haziran 1953 tarihli ‘The New York Times’ gazetesinde yayımlanan “açık mektup”undan bir bölümü aktarmalıyım: “Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir. Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar. Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar. Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir.”

[69] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Ben Devletim!’- ‘Devlet Benim’…”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.8.

[70] Gökçer Tahincioğlu, “Temsili Adalet”, Milliyet, 12 Temmuz 2015, s.15.

[71] “Türkiye Cinnet Getirdi”, Milliyet, 29 Haziran 2012, s.4.

[72] “Cinnet Manzaraları”, Milliyet, 23 Ağustos 2012, s.3.

[73] Ruhan Yalçın, “Yüzüne Demir Çubukla Vurarak Öldürdüler”, Milliyet, 1 Nisan 2012, s.3.

[74] “Bir Yıl İçinde İki Kız Bebeğini Öldürdü”, Cumhuriyet, 18 Mart 2015, s.15.

[75] “Bebeği Hastanelik Etti”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2012, s.3.

[76] “Baba Dayağından Ölmüş”, Taraf, 2 Ocak 2014, s.5.

[77] Yaprak Koçer, “Baba Dayağından Engelli”, Hürriyet, 2 Ekim 2013… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24830686.asp

[78] Zafer Barış, “Bebeğini Öldüren Anne ve Sevgilisine Müebbet”, Milliyet, 16 Aralık 2015, s.9.

[79] Alican Uludağ, “… ‘Ünzile’ Gerçek Oldu”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2013, s.3.

[80] Ergün Ayaz- Soner Gülezer, “Gölcük’te Dehşet!”, Milliyet, 24 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/golcuk-te-dehset-/gundem/detay/1779689/default.htm

[81] “Annelerini Öldürdüler”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2013, s.3.

[82] “İşveren 2 Suriyeli Çocuğu Döverek Öldürdü”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2015, s.10.

[83] “Oğlunun Böbreğini Satmak İsterken Yakalandı”, Hürriyet, 24 Ekim 2015… http://www.hurriyet.com.tr/oglunun-bobregini-satmak-isterken-yakalandi-40005350

[84] “Tuvalette Doğurduğu Bebeğini Öldürmek İstedi”, Milliyet, 22 Şubat 2014… http://gundem.milliyet.com.tr/tuvalette-dogurdugu-bebegini/gundem/detay/1840738/default.htm

[85] Banu Şen-Fevzi Kızılkoyun, “Kafasını Kopardığımı 2 Gün Sonra Fark Ettim”, Hürriyet, 17 Kasım 2013, s.8.

[86] Oktay Çayırlı, “Bebeğini 6’ncı Kattan Attı”, Milliyet, 24 Mart 2013, s.6.

[87] “Vahşet… Öğretmeni Döve Döve Öldürdüler!”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2015, s.3.

[88] Teslime Tosun, “Eşini Döverken Sevgiliye İzletti”, Hürriyet, 15 Nisan 2012, s.3.

[89] “Çengelle Tavana Asıp Dillerini Bile Kesti”, Milliyet, 17 Kasım 2013, s.4.

[90] “8 Aylık Bebeğini Alt Geçitte Bıraktı”, Milliyet, 21 Ekim 2015, s.3.

[91] “Babası Gizli Gizli Uyuşturucuya Alıştırdı!”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2013.

[92] Musa Kesler, “İşkenceci Müdüre 26 Yıl Hapis İstendi”, Milliyet, 29 Mayıs 2015, s.4.

[93] Ergün Tos, “11 Yaşındaki Çırağını, Boynundan Motosiklete Bağlayıp Götürdü”, Radikal, 28 Ocak 2014, s.10.

[94] “İnsanlık Ölmüş”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2012, s.3.

[95] Mustafa Kökten, “Tarihçe”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2015, s.15.

[96] Fevzi Kızılkoyun, “Babaya Hapis”, Hürriyet, 20 Eylül 2015, s.7.

[97] Bülent Tatoğulları, “Tecavüzleri Ölüm Tehdidiyle Gizlemiş”, Milliyet, 19 Eylül 2014, s.4.

[98] “Yaşı Küçük Dramı Çok Büyük”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013, s.3.

[99] “Hastaneye Karın Ağrısı ile Gitti, Dayısından Hamile Olduğu Ortaya Çıktı”, Hürriyet, 18 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/hastaneye-karin-agrisi-ile-gitti-dayisindan-hamile-oldugu-ortaya-cikti-40029011

[100] “Kız Kardeşine Tecavüz Eden İmamdan Şoke Eden İfadeler!”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2014, s.3.

[101] Hasan Dönmez, “Tecavüzcü Babaya Ceza Yağdı”, Milliyet, 23 Ağustos 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/tecavuzcu-babaya-ceza-yagdi/gundem/detay/1753743/default.htm?ref=yahoo

[102] “Bir Köy 7 Yıl Boyunca Tecavüzü Seyretti”, Hürriyet, 26 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29106335.asp

[103] İsmail Saymaz, “Arkadaşımıza Acı Çektirdi, Tecavüz Ettik”, Milliyet, 2 Haziran 2015… http://www.milliyet.com.tr/-arkadasimiza-aci-cektirdi–gundem-2068007/

[104] “Cinsel Saldırıda Bulunurken Telefonla Eski Karısına Dinletti”, Hürriyet, 13 Ağustos 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29799445.asp

[105] “Annesinin Yanında Tecavüz Ediyordu”, Taraf, 19 Ağustos 2013, s.5.

[106] “Afyon’da Tutuklama”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2012, s.3.

[107] Felat Bozarslan, “11 Yaşındaki Kızına Tecavüz İddiasıyla Yargılanıyor”, Milliyet, 25 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/11-yasindaki-kizina-tecavuz/gundem/detay/1782212/

[108] “Porno Görüntülerden Etkilendim”, Milliyet, 11 Eylül 2013.

[109] Gülden Aydın, “Tecavüz Sanığı Hocası”, Hürriyet, 27 Haziran 2013, s.8.

[110] Sertaç Koç – Evin Demirtaş, “Tecavüzcülerin Arasında Torunu Olanlar da Var!”, Milliyet, 19 Nisan 2013, s.7.

[111] Durmuş Sevindik, “8 Yaşındaki Çocuğa Tecavüz İddiasıyla Tutuklanan Eşini Teselli Etti”, Milliyet, 27 Temmuz 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/8-yasindaki-cocuga-tecavuz/gundem/detay/1742451/default.htm

[112] “Utanç!”, Haber Türk, 17 Temmuz 2013.

[113] Damla Yur, “Çocuk Yaşta Ama Çocuk Bekliyor!”, Milliyet, 21 Mart 2014, s.16.

[114] “Küçük Kıza Tecavüze 9 Tutuklama”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2013, s.3.

[115] “+18 İçin Haber”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2013, s.3.

[116] “8 Yaşındaki Çocuğa Tecavüz Dehşeti”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2014, s.3.

[117] “Utanç Gizleniyor”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2014, s.3.

[118] “13 Yaşında, 30 Bin Liraya Satıldı”, Zaman, 4 Mayıs 2012, s.4.

[119] “Düğün Masrafları İçin Eşine Fuhuş Yaptırdı!”, Haber Türk, 15 Mayıs 2014, s.6.

[120] Ramazan Çetin, “Kredi Kartına Taksitle, Minibüste Fuhuş”, Milliyet, 29 Aralık 2015, s.3.

[121] “14 Yaşındaki Kıza Korkunç Tuzak”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2014, s.3.

[122] Hayrettin Ökçesiz, “Özgürlük Deyince” Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1454, 30 Ocak 2015, s.18.

[123] “… ‘Hamlet: Şu bulutu görüyor musun, şurada? Bir deveye benziyor değil mi? Polonius: Doğru, vallahi tıpkı deve…

Hamlet: Bense bir fareye benzetiyorum. Polonius: Evet, sırtı tam bir fare sırtı…

Hamlet: Balina sırtı mı yoksa? Polonius: Tamam ta kendisi, balina sırtı…’

Bir insanın aynı anda deve dediğine fare, fare dediğine balina demesi ne denli büyük bir bilinçsizliğin sonucudur! Shakespeare, fare-balina zıtlığını ortaya koyarak insanlığın düşünce dönekliğini vurgulamaktadır. Bunun yanında, işbirlikçilerin düşünce şaşkınlığıyla ne yapacaklarını bilmedikleri de gözden kaçmıyor. Korkusunu, bir bakıma utancını gizlemek için Hamlet’in her dediğine evet demek zorundadır Polonius. Çünkü o Hamlet’in ezici gerçekliği altında erimekten kurtulamayacaktır. (…)

Özellikle gelişmelerin, değişmelerin başlangıcını yaşayan bir toplumda, kendi gözlerinden çok başkalarının yargılarını kullanan insanların bulunması doğaldır. Daha uzun süre deve fare, fare balina gibi görünecektir. Başka biri çıkıp da sineğe benziyor dese, ona da inanacaklar çıkacaktır. Kendine güvenmediği gibi başkalarını da avlamaya çalışan bütün şaşkın insanların ortak niteliğidir bu.

Oysa çağdaş düşünce, Hamlet karşısında Polonius olmaya kesinlikle karşıdır. Bir işbirliğinin sözcülüğünü yapan Polonius’lar, her çağda Hamlet’lerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacaklardır. Polonius’luk, kişilik satıcılığıdır. Satılığa çıkarılan kişiliklerin alıcısı ise çoktur!” (Adnan Binyazar, Ağıt Toplumu, “Gelincik ve Balina” başlıklı denemeden, Can Yay., 2015.)

[124] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, Çev: Necmi Bayram, Agora Yay., 2006.

[125] Duygu Güvenç-Pelin Ünker, “Ali Koç: Kapitalizmin Ortadan Kalkması Gerek”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2015, s.10.

[126] “Koç: Zenginlik Eşit Paylaşılmıyor”, Hürriyet, 14 Kasım 2015… http://www.hurriyet.com.tr/koc-zenginlik-esit-paylasilmiyor-40013958

[127] “Ali Koç: Gerçek Sorun Kapitalizmdir!”, Radikal, 15 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/ekonomi/ali-koc-gercek-sorun-kapitalizmdir-1472923

[128] “Neden patronlar kapitalizme karşı? Çok mu hümanist oldukları için? Hayır, hiç öyle değil. Kendi çıkarları için.”  (Korhan Gümüş, “Patronlar Kapitalizmden Neden Rahatsız”, 19 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/patronlar-kapitalizmden-neden-rahatsiz-2/)

[129] “Bill Gates” “Çare Sosyalizm”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2015… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/401151/Bill_Gates__Care_sosyalizm.html

[130] Duygu Güvenç-Pelin Ünker, “Erdoğan’dan G20 Önerisi: İşveren Az Kazansın”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2015, s.8.

[131] “Günün Tartışmasını Ali Koç Başlattı: Kapitalizm Ortadan Kalkmalı mı?”, Hürriyet, 15 Kasım 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gunun-tartismasini-ali-koc-baslatti-kapitalizm-ortadan-kalkmali-mi-40014323

[132] HDP İzmir Milletvekili ve HDK Eşsözcüsü Ertuğrul Kürkçü, Türkiye’nin ‘kuzuların sessizliği’ içinde olmasından dolayı, önümüzdeki on yılda büyük utanç duyacağını düşündüğünü söylüyorken; (“Türkiye ‘Kuzuların Sessizliği’ İçinde”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.) İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı Direktörü, Dr. Murat Paker de, “Türkiye’de artık cin şişeden çıkmıştır ve o tren kaçmıştır. Türkiye toplumu bu tür terör eylemleri nedeniyle sinebilecek, yılabilecek, bütünüyle korkutulabilecek bir toplum değildir artık,” (Selin Ongun, “Murat Paker: AK Troll’lerin Durumu Biz Narsisizmi”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2015, s.11.) diyerek farklı bir tutum sergiliyor!

[133] Cem Kaptanoğlu, “Sürüleştirilmeye Direnmek”, 2 Haziran 2015… http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/816

[134] “Bir Barikat da Batıda Kuralım”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:248, 30 Aralık 2015-12 Ocak 2016 s.2.

[135] Cemal Şerik, “Birleşik Direniş Cephesi”, Demokratik Ulus, 14-21 Aralık 2015, s.16-17.

[136] Cem Kaptanoğlu, “Herşeye Rağmen”, 8 Ocak 2016… http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/969

[137] Bütün yakın tarihimizin en kötü, en kirli, en karanlık döneminde yaşıyoruz. Ahlâksızlığın, vicdansızlığın böylesine pervasızlaştığı, toplumun bu kadar vurdumduymazlaştığı bir başka dönem anımsamıyorum…

Örnek gazetelerdeki kan dondurucu bir haber, İstanbul Gaziosmanpaşa’daki bir “polis operasyonu”nda öldürülen iki genç kadınla ilgili olarak açıklanan otopsi raporuydu. Rapora göre öldürülenlerden birinin kafasına yakın mesafeden 5, ötekinin ise vücuduna 10 el ateş açılmıştı.

Bu tertemiz yüzlü, aydınlık bakışlı iki genç insanın fotoğraflarının da bulunduğu haberlerden birindeki otopsi raporunu gazeteden okuyalım: “Yeliz Erbay’da kafa bölgesinde sağ şakaktan yakın mesafeden beş mermi giriş çıkışı, buna bağlı olarak kafatasında kırıklar ve elmacık kemiklerinde parçalı kırık.

Şirin Öter’de kafa bölgesinde sol şakaktan ve yakın mesafeden bir adet mermi giriş-çıkışı, göğüs bölgesinde 6 adet mermi giriş çıkışı, karın bölgesinde 1 adet mermi giriş çıkışı, vajinada 2 adet mermi giriş-çıkışı.”

Yanlış okumadınız, evet. İkinci kurbanın cinsel organına da iki kez ateş edilmiş… Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatlarının açıklamalarından öğrendiklerimize göre ise, MLKP üyesi olduğu söylenen bu iki genç kadın, bulundukları eve “kamu güvenliğini tehlikeye sokacak biçimde ateş açılarak başlayan polis saldırısına” karşılık veriyorlar… Gerisini yukarıda özetlenen otopsi raporundan öğreniyoruz. Yine avukat açıklamalarında “vücutlarında çok sayıda darp izi ve morluklar bulunduğu gözlemlenen” polis kurbanlarının “çatışma sonrasında yaralı olduklarının, darp edildiklerinin ve yakın mesafeden ateşle infaz edildiklerinin” görüldüğü belirtiliyor…

Avukat açıklamaları olmaksızın da olayın aynen böyle gerçekleştiği yeterince açık: Vajinaya ateş etmek… (Ataol Behramoğlu, “Suça Ortak Olmak”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2015, s.6.)

[138] Oğuzhan Kayserilioğlu, “Kavşak Noktası”, 24 Ocak 2016… http://sendika8.org/2016/01/kavsak-noktasi-oguzhan-kayserilioglu/

[139] “Türkiye devrimi, devrimin demokratik ve sosyalist aşamalarının iç içe geçtiği sosyalist yönün ön planda olacağı kesintisiz bir devrim süreci olarak ele alınmalıdır” (“Sosyalist Halk Devrimi”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:239, 19 Ağustos-1 Eylül 2015, s.20.) “Emek ve sermaye sınıfları arasındaki çelişkinin gerçek çözümünün tek yolu vardır: Devrim” (Tufan Sertlek, “Ekim Devrimi’nin Mirası”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:245, 18 Kasım-1 Aralık 2015, s.21.)

[140] Zühtü Arslan, Anayasa Teorisi, Seçkin Yay., 2005, s.75.

[141] Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, çev:Tonguç Ok, Nota Bene Yay., 2014, s.19.

[142] Onur Kartal, “İmtiyaz, Güvenlik, Diktatörlük”, Birgün Kitap, Yıl:11, No:155, 5 Aralık 2014-1 Ocak 2015, s.16-17.

[143] UNICEF, 2015… http://www.unicef.org/mdg/poverty.html

[144] Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, Dünyadaki Gıda Güvensizliği Durum Raporu, 2015… http://www.fao.org/3/a4ef2d16-70a7-460a-a9ac-2a65a533269a/i4646e.pdf

[145] İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi, İş Cinayetleri Rapor, 2015… http://guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=16851:2015-yilinda-en-az-1730-isci-yasamini-yitirdi&catid=149:is-cinayetleri-raporlari&Itemid=236… Ayrıca Türkiye’de çalışma koşullarına bağlı ölümlerle ilgili tutarlı bir çalışma yapılmıyor. ABD’de 2013 yılında en az 4585 işçi çalışma esnasında, 50 bin civarında işçi ise çalışma koşullarına bağlı hastalıklar nedeniyle öldüğü açıklanmıştır. Yani her gün en az 150 işçi iş ve işe bağlı koşullar nedeniyle yaşamını yitiriyor (AFL-CIO, 2015… http://www.aflcio.org/content/download/154671/3868441/DOTJ2015Finalnobug.pdf)

[146] Credit Suisse, Küresel Varlıklar Raporu, 2015… https://publications.credit-suisse.com/tasks/render/file/?fileID=F2425415-DCA7-80B8-EAD989AF9341D47E

[147] Milan Kundera, Kimlik, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 17. Basım, 2013, s.111.

Sibel Özbudun ile röportaj

Kaldıraç: Akademisyenler bugüne kadar imza kampanyalarını çeşitli toplumsal sorunlar tepkilerini göstermek için kullandı. Akademisyenlerin ve araştırmacıların bu tepkisi hiç bu kadar yoğun bir saldırı ile karşılaşmamıştı. Bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sibel Özbudun: Bir anımsama… 1980’li yıllarda yayıncılık yapıyorum. “Niçin Değil?” diye bir dizi başlatmıştık; dönemin paradigmalarını, başat kurumlarını, fikirlerini vb. sorgulayan. Toprağı bol olsun, Toktamış (Ateş) Hoca’dan da bir kitapçık istemiştik; dizi için: “Niçin YÖK Değil?” O dönemde böyle bir kitabı yazmaya cesaret edebilecek az sayıda isimden biriydi Toktamış Hoca… Kitabın bir yerinde, öğretim elemanlarının yüksek sesle neden YÖK’e karşı çıkmadıklarını arkadaşlarıyla tartışırken, bir dostunun, “Eee, bilmiyor musun; emir demiri keser” dediğini aktarıyordu.
Türkiye akademiasında her nasılsa varlığını sürdürebilen bir avuç (çünkü biliyorsunuz, Türkiye’de halen öğrenim verilen 193 üniversitede 2016 yılı itibariyle 153 242 öğretim elemanı görev yapıyor. “Bu suça ortak olmayacağız! Başlıklı bildiriyi imzalayan öğretim elemanı sayısı ise, bildiğiniz üzere, 2000’in biraz üzerinde!)
Bu sayı, yukarılarda birine, Cumhurbaşkanına battı. Arkasından, bildiğiniz üzere, imzacı akademisyenlere yönelik bir salvo başlattı.
Cumhurbaşkanı hücuma geçer de, havuz medyası durur mu? Onlar da hemen girdiler topa. İş büyüdükçe büyüdü.
Ve “emir, bir kez daha demiri kesti.” Bizzat cumhurbaşkanından talimat üzerine talimat alan YÖK,üniversite yönetimleri ve yargı, yaratılan basınçla harekete geçti, bir yandan idarî, bir yandan da adlî soruşturmalar için düğmeye basıldı.
Tabii bu arada durumdan vazife çıkartıp “gaza gelen” “devlete yardımcı vigilante’ler”, Ülkü Ocaklılar, Osmanlı Ocaklılar ve bilumum mafya bozuntuları da kendi “özel” linç kampanyalarını başlattılar. Akademisyenlerin odalarına kapı altından atılan imzasız tehdit mektupları; yerel basın ve sosyal medyada arkası kesilmeyen tehdit ve hakaretler; imzacı hocaların resimlerinin ve adlarının kampüste teşhir edilip öğrencilerin “göreve” çağrılması; güvenlik talebiyle emniyete giden akademisyenin görevli polis memurunun “Bunların kafasına sıkacaksın” tehdidine maruz kalması… özellikle büyük kentler dışındaki kampüsleri, hatta bizatihi kentleri, çoğu genç, ve çoğu kadın öğretim elemanları için yaşanılmaz hale getirdi…
“Suç”a iştirak etmemek üzere yola çıkan akademisyenler, böylece, daha yargılanmadan “suçlu” ilan edilip infaza tabi tutuldular. Bir kısmına ders verilmedi, bir kısmının danışmanlıkları alındı ellerinden. Sözleşme süresi bitenlerin kurumlarıyla ilişiği kesildi, vb. vb.
Yani Cumhurbaşkanı gürültü kopartmasaydı ana akım medyanın bir sütun, birkaç saniye dahi ayırmayacağı bir olay, Tayyip Erdoğan’ın devreye girmesiyle kimsenin altından nasıl kalkacağını kestiremediği bir sansasyona dönüştü…
“Altından nasıl kalkacağını kestiremediği” diyorum; çünkü gerçekte ortada bir “suç” yok. Yani bir grup akademisyen, Kürt bölgesinde yürütülmekte olan savaşa karşı eleştirel bir tutum aldı; savaş suçları işlenmekte olduğu uyarısında bulundu ve sivil halka yönelik katliamın durdurulması, barış masasına dönülmesi çağrısı yaptı – yüzlerce, binlerce kişi, dernek, grup, platform, oluşumun hergün yapmakta olduğu gibi… Bu edimi bırakın cezalandırmayı, bırakın yargılamayı; kovuşturmak dahi, “ben bu ülkede benim görüşlerim dışında başka bir görüşün dillendirilmesine, benim pozisyonumun eleştirilmesine izin vermiyorum,” demektir ve dahi despotizmin, totalitaryanizmin ta kendisidir!
Bu saldırının akademisyenlere yönelik olarak yapılmasının ise, sanırım iktidar partisi ve cumhurbaşkanında yapısal olarak mevcut anti-entelektüel damarın tezahürü bir yandan…Bir yandan da 2 bin küsur çıbanbaşını üniversitelerden “temizleyerek” (biliyorsunuz, devletin üst katlarını bir “temizlik” merakı sardı şu sıralar – emniyet ve yargı “paralel çete”den temizleniyor, Sur ya da Cizre “teröristler”den temizleniyor, vb.) bu alanda da tam hakimiyeti sağlamak. “Havuz medya” gibi, “sahibinin sesi” bir üniversite yaratmak. 150 küsur bin öğretim elemanından 2000 tanesinden “çatlak ses” çıkmasına dahi tahammül edemedikleri görülüyor… Bana akademisyenler bildirgesini biraz da “üniversitelerde tam AKP denetimi sağlama”nın vesilesi olarak yararlandılar gibi geliyor.
Bir de, şunu vurgulamama izin verin: üzerlerindeki onca baskı ve tehdide karşın, çok az sayıda imzacının geri adım atması, büyük çoğunluğun, özellikle de durumları fazlasıyla kırılgan olan genç akademisyenlerin imzalarına sahip çıkması, emniyet, savcılık ve disiplin heyetleri karşısındaki dik duruşları, bu ülkenin akademia’sının tarihine bir nur belgesi olarak geçmiştir.

Kaldıraç: Metni imzalayan birçok akademisyen tehditlere, üniversite yönetimlerince baskı ve soruşturmalara maruz kaldı. YÖK’ün üniversitelere imzacılar ile ilgili kişi kişi talimatlar verdiği gündemde. Sizce bundan sonraki süreç nereye gider?
Sibel Özbudun: Ben, sonuna kadar gideceklerini düşünüyorum. Yani imzacı akademisyenlerin büyük bölümünün üniversitelerle ilişkilerinin kesilmesine, öğretim elemanlığından çıkartılmalarına varacağını… AKP iktidarı kendi 1402’sini yaratıyor, bu süreçle. Bu, aynı zamanda toplumun bütününe “gözdağı” verilmesi anlamını da taşıyor. “Yüzlerce profesörü, doçenti gözlerini kırpmadan kapıdışarı ediverdiler,” algısı. Böyle bir durum, bir yandan AKP iktidarını destekçisi kesimler nezdinde muteberleştirir – nihayetinde anti-elitizm, anti-entelektüalizm Türk sağ seçmenin kodlarında önemli bir yer tutuyor. “Okumuş adam” hem bir saygı, hem de gizliden bir “takbih” nesnesidir öteden beri. (Hacivat-Karagöz tiplemelerini hatırlayın.) Üniversite hocasını yakasından tutup atan bir cüret, emin olun ki AKP seçmeninde prim yapar.
Ama sonuç ne olur? Üniversitelerin biraz daha çoraklaşması, biraz daha “ne kokar ne bulaşır”laşması, biraz daha vasatlaşması, bilimsel düşünce ve araştırmaların biraz daha gerilemesi…
Umalım ki üniversite dışına düşecek bu değerli birikim kendini toplumsallaştırabilecek kanalları yaratabilsin; bilimsel emeğini emekçilerle, ezilenlerle buluşturabilecek mecralar bulabilsin…

Kaldıraç: Öte yandan saldırılar sonrası toplumun çeşitli kesimlerinden ve uluslararası kamuoyundan ciddi bir dayanışma desteği buldu. Akademisyenlerin barış talebinin toplum nezdinde bu kadar karşılık bulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sibel Özbudun: Destek ne kadar olduğunda “ciddi” olarak tanımlanmayı hak eder, bilemeyeceğim, ama örneğin içeride bu saldırıyı püskürtecek şiddette, dışarıda ise Türk üniversitelerini belirli uluslararası sistemlerden çıkartılması, üniversiteler arası anlaşmaların iptali, fonların kesilmesi vb. somut yaptırımlar biçimini almadı.
Şunu görmek lazım: bu toplum,bölündü…Hem de birkaç eksende. Bölünmede dış, özellikle de Ortadoğu konjonktürünün payı kadar, iktidar partisinin, hele ki Cumhurbaşkanı çevresinde toplanan kliğin siyasal İslam projesine mündemiç Başkanlık sistemini dayatma gayretlerinin hatırı sayılır katkıları var. İçinde yer aldığımız bölgenin, yeniden uluslararası paylaşıma konu olması kadar, tepedekinin “başkanlık hırsları”, AKP’nin Osmanlı’yı yeniden ihdas etme hülyaları ya da “neo-Osmanlıcı alt-emperyal düşleri bir araya geldiğinde, herkes, hepimiz için çok tehlikeli bir karışım çıkıyor ortaya…
Bu anlamda barış talebi, olanları görenler, olabilecekleri kestirebilenler için hayatî bir önem kazanıyor. Sorun yalnızca Kürdistan’da “terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen vahşetin -Cizre’de evlerin bodrumlarına sığınmış yüzlerce yaralının katledilmesi, aynı olayın şu sıralar Sur’da tekrar ediyor oluşu, akreplerin arkasında sürüklenen, çıplak bedenleri teşhir edilen gerilla ölüleri, keskin nişancılar tarafından öldürülen yaşlılar, kadınlar, bebeler…- bu ülkede vicdanı ve aklı dumura uğramamış insanlarında yarattığı infial değil. Aynı zamanda, ülkenin “Emevi camiinde şükür namazı kılma”yı düşleyen neo-Enveristlerin elinde sonu belirsiz serüvenlere sürükleniyor oluşu. Düşünsenize, 1878’den bu yana ilk kez, bir “Türk-Rus savaşı” ciddi bir olasılık olarak tartışılır hale geldi! Buna tepki göstermezsek neye göstereceğiz?

Kaldıraç: Akademisyen ve araştırmacılarla dayanışma bazı toplumsal kesimler tarafından metnin içeriği ön plana konarak, bazı kesimler tarafından ifade özgürlüğü bağlamında karşılık buldu. Barış talebiyle imzalanan metnin açıklanmasının üzerinden geçen bir ay içinde en az 40 kişi daha katledildi. İmzalamış olduğunuz metin savaşın durdurulması konusunda somut talepleri de içeriyordu. Metnin içeriğine dair somutlanmış tartışmalarınız var mı?
Sibel Özbudun: Bu tür bildiriler, tüm imzacıların tüm görüşlerini yansıtmayabilir; nihayetinde imzacı akademisyenler türdeş bir siyasal kendilik değil. Keza bildirinin kamuoyunda alımlanması da farklı biçimlerde oldu: dediğiniz gibi, bildirinin içeriğine tam olarak katılmasalar da “düşünce ve ifade özgürlüğü” çerçevesinde destek verenler olduğu gibi, metnin içerdiği “çözüm haritası”nı sahiplenenler de…
Ancak, artık korkarım o noktayı geçtik… Yani iktidarın akademisyenlerin, Kürt siyasal hareketinin ve daha pek çok toplum kesiminin “barış masasına dönme” çağrılarını ka’le almaması ve bir çeşit “Sri Lanka” çözümünde ısrar etmesi, gidişatın çığırından çıkmasına yol açtı. Bir bakıma, “barış” taleplerini kadükleştirdiğini söyleyebiliriz… Bu, T.C. açısından militarizmin yükseltilmesine (biliyorsunuz, iktidar partisi, yürürlükten kaldırdığı EMASYA Protokolünü yasalaştırarak geri getirmeye çalışıyor); Kürtler açısından da “Türkiyelileşme” seçeneğinin boşa düşmesi anlamına geliyor… Yani “zor” günler bekliyor hepimizi…

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...