Ana Sayfa Blog Sayfa 225

Ortadoğu’da T.”C”nin hâli ve Rojava

“Kendi devletinizin işlediği

suçlara ortak olmayın!”[2]

 

“Eski” ölürken; yeni eşikte ve gelmekteyken; Ortadoğu bir çağ dönümünü yaşıyor.

Bu sadece benim görüşüm, kestirimim değil. Siyasal yelpazenin farklı konumlarında olanlar da benzer ya da paralel saptamaları dillendiriyorlar.

Örneğin Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Ortadoğu kazanı kaynamaya devam edecek”;[3] Fatih Yaşlı, “Bir bölgesel savaşa doğru mu gidiliyor? Buna kesin bir yanıt vermek imkânsız olsa da, suların ısındığı rahatlıkla gözlemlenebiliyor,”[4] derlerken; “Suriye’de siyasal İslâmcılığın çıkardığı vekâlet savaşı felaketinin adı çoktandır ‘ölüm-kalım savaşı’dır,”[5] vurgusuyla ekliyor Ceyda Karan: “Ortadoğu’da çıkarılan yangın öyle böyle değil. Hayatları harman gibi savuruyor. Kuşakları derinden etkileyecek bir döneme girdik!”[6]

Bu dönemin ilk verisi Yaman Törüner’in, “Ortadoğu’nun önemli sorunlarından biri sınırlarının cetvelle çizilmiş olması ve hangi bölümünün kime ait olduğunun tam olarak bilinememesidir,”[7] notunu düştüğü 100. yıllık Sykes-Picot statükosunun delik deşik olarak geçersizleşmesidir.

Görülmesi gerek “1917’de Sykes Picot ile sınırları suni biçimde çizdiler. 1920’de San Remo ile hayata geçirdiler. Dünyada üç kırılma var. Birincisi Fransız İhtilali. Ulus devlet ve laikliği getirerek imparatorlukları yıkmıştır…

Birinci Dünya Savaşı da ikinci kırılmadır. Orada mikro milliyetçilik ön plana gelmiş ve Avrupa 40-50 devlete kadar çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı ise bir kırılma değildir, birincinin sonucudur. Birinci kırılmada Osmanlı yıkıldı. İkinci kırılmada TC kuruldu. SSCB’nin çöküşünden, küreselleşmenin gelişmesinden bu yana dünyadaki tüm koşullara baktığınızda şimdi üçüncü kırılmayı yaşıyoruz…

Üçüncü dünya savaşı bir boyutu ile başlamıştır. Sömürgecilik hiç bitmemiştir. Yeni dünya koşullarında şekil değiştirmiştir. Şimdi ilk defa dünyadaki gelişmelerle birlikte refah toplumları farklı bir boyut kazandı. Batı geriliyor ve ne yapacağını bilemez hâlde kıvranıyor. Dolayısıyla dünyada yeni bir düzenle birlikte yeni bir gelecek ortaya çıkmaya başladı. Bu gelecek yavaş yavaş şekilleniyor. Ve hâlihazırda üçüncü kırılma yaşanıyor.”[8]

 

  1. I) ORTADOĞU’NUN BUGÜNÜ

 

Şükran Soner’in, “Suriye odaklı 3. dünya savaşı,”[9] uyarısını dillendirdiği güzergâh, bir yeniden paylaşım tablosudur!

Çünkü ulaşılan koordinatlarda Münih’teki 52. Güvenlik Konferansı’nda konuşan Rusya Başbakanı Dmitriy Medvedev, Moskova-NATO ilişkilerinin “yeni bir Soğuk Savaş seviyesine” ulaştığını -açık açık!- söylüyor.[10]

Gerçekten de Suriye artık Suriye değil; hatta bir adım daha atarsak Ortadoğu artık Ortadoğu değil; Suriye de, Ortadoğu da III. Büyük Bunalım dünyasındaki yeniden yapılanmanın simgesel kapışma odaklarıdır!

Kolay mı? Oncasının ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, ülkesinin Suriye krizini bitirmek için “eninde sonunda” Devlet Başkanı Beşar Esad’la müzakere etmek zorunda olduğunu söylediği[11] tabloda ilk anımsanması gereken: “ABD, çıkarını savunanın arkasında durur”[12] gerçeğinin yinelenmesidir!

Emperyalist çıkarlarının ardında ısrarla ve çok net biçimde duran ABD ve Batılıların politikaları, bugün Ortadoğu’yu klasik emperyal böl-ve-yönet kalıbına sürükleyecek biçimde büyük bir yangının içindedir. Amerikan güçleri Suriye’de bir isyancı grubunu desteklerken diğerini bombalamakta ve bir yandan Suudi Arabistan’ın Yemen’deki İran destekli Husi güçlerine karşı askeri girişimlerini desteklerken, diğer yandan Irak’ta IŞİD’e karşı İran ile etkili ortak askeri operasyonları arttırmaktadır. Ancak ABD politikaları genellikle kafası karışık da olsa, yine de zayıf, parçalanmış bir Irak ve Suriye, bu türden bir yaklaşıma her anlamda uymaktadır. Açık olan ise IŞİD ve canavarlıklarının, onu ilk başta Irak ve Suriye’ye getiren ya da açık ve gizli savaş çıkarma çabalarıyla yıllar geçtikçe güçlendiren aynı güçler eliyle yenilemeyeceğidir. Ortadoğu’daki sonu gelmeyen askeri müdahaleler sadece yıkım ve bölünme getirmiştir.[13]

ABD’nin konum ve işlevi buyken; Rusya’nınki de farksızdır!

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Teröristlerle baş etmenin tek yolu önleyici hamlelerde bulunmaktır,”[14] demesi ve Rusya Donanma Komutanı Amiral Viktor Çirkov’un, Suriye’deki gelişmeleri gözönüne alarak ülkesinin çıkarlarının savunulması için Akdeniz’de bundan sonra daimi olarak 5-6 savaş gemisi bulunduracaklarını açıklamasının ardından[15] Rusya Ortadoğu’da başaktörlüğe soyundu.

Böylelikle de “Suriye krizinde en kazançlı çıkan aktör Putin oldu. Kriz sayesinde Rus devlet başkanı, Soğuk Savaş yıllarından bu yana mevzi yitirdiği Akdeniz ve Ortadoğu’ya savaş gemileri ve tam gaz diplomasiyle geri dönüş yaptı.”[16]

Bu da Patrick Cockburn’un ifadesiyle, “Moskova’nın 20 küsur yıl sonra nüfuzunun en yüksek noktaya ulaştığının ve yeniden büyük güç olarak sözünün geçtiğinin göstergesi. Rusya’nın büyük güç statüsüne geri döndüğü bir süredir gözle görülür hâle gelmişti. Ortadoğulu bir lider, üst düzey bir Amerikalı generale ABD’nin Suriye’ye askeri müdahale planlarını sorduğunda, geçmişe kıyasla manzaranın değiştiği, zira büyük oyuncu olarak ‘Rusya’nın geri döndüğü’ yanıtını almıştı.”[17]

Görüldüğü üzere: “Gelişmeler, Rusya’nın artık karmaşık Ortadoğu denkleminde yeni bir dinamik oluşturduğunu ve bölgedeki güç dengesine yeni bir şekil verdiğini gösteriyor.”[18]

Ortadoğu “satranç tahtası”nda, Rusya hamlesinin zamanlaması “mükemmel”, kimi analistlere göreyse, ABD hazırlıksız yakalandı…[19] Tabii “satranç tahtası” metaforunun tek kusuru, yaşamını yitiren, yaralanan, sakat kalan, evleri-barkları yıkılan, yurtlarından olan, Ege sularında boğulan… yüzbinlerce, milyonlarca Suriyeli’ydi..

Ve T.“C”!

“Büyük güç olma hayalleri buraya kadarmış” diye yazan ‘The Financial Times’ın, “Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilgili hayallerinin de buhar olup uçtuğu”na dikkat çektiği[20] tabloda taşların yerinden oynamasına paralel olarak, düzen getirme çabaları da yoğunlaşırken; AKP Türkiyesi’nin liderliği Osmanlı mirasının aslında bir avantaj değil bir yük olduğunu bir türlü anlayamadığı için, tüm bu gelişmeler içinde bölgede liderlik etme hayalinin hızla yok olması karşısında ne yapacağını bilemiyor. Dış politikası tam anlamıyla iflas etmiş durumda![21]

Bu aynı zamanda, İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Abdullahiyan, Suriye yönetiminin devrilmesine izin vermeyeceklerini söyleyip Türkiye’yi bölgede “Yeni Osmanlıcılık” peşinde olmakla suçladığı[22] AKP patentli neo-Osmanlıcı abartıların da nihayetine (ve rezaletine![23]) denk düşüyor.

Siz bakmayın AKP  milletvekili aday adayı Ömer Sayın’ın, “İslâm dünyasının beklediği tek bir ülke var. Hilafet Türkiye’den batmıştır, tekrar Türkiye’de ayağa kalkacak. Bütün İslâm âlemine, bütün ümmeti Muhammed’e tekrar abilik yapacaktır,” demesine[24] ya da benzeri zırvalara![25]

“Stratejik Derinlikten Stratejik Saçmalıklara” yönelen T.“C”, komşularla “sıfır sorun” diye başlayıp siyasal İslâmın jeopolitik “uzmanı” yazarlardan birinin ifadeleriyle “Suriye ile adeta savaş hâlindeyiz. İran’la eski dostluk bitti. Irak merkezi hükümetiyle ilişkiler son derece kötü. Mısır’da Türkiye’ye en yakın hükümet askeri darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. S. Arabistan ve Katar’la ilişkiler her zaman kaygan ve belirsiz olacak. ABD ile ilişkiler sorunlu. Avrupa Birliği ülkelerinin birçoğu ile sorun yaşıyoruz vs,” durumuna geldi.[26]

AKP’nin bu hâli entropik bir özellik taşıyor. “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir. Entropi tek yönlüdür… Bölgedeki tüm politikaları ters tepmiş bir AKP liderliği, kendi entropisi hızlanırken, entropisi hızla artan çok taraflı bir sürece dalmaya niyetleniyor… Bölge, içinde AKP Türkiye’si, birlikte kaosa doğru ilerliyor![27]

AKP Türkiye’yi Ortadoğu’nun lideri yapacaktı! Ama o proje çöktü. AKP dış politikası tamamen iflas etti. AKP, şimdilerde, iktidarını korumaya yönelik yeni bir enerji yaratma umuduyla, Ortadoğu’nun en yeni lider adayı Suudi Krallığı’nın, modern anlamda devlet oluğu bile şüpheli “şeyin” peşine takılıyor. Suudi Arabistan’ın da hiç şansı yok. Türkiye’yi de peşinde bir bataklığa sürükleme olasılığı ise çok yüksek.[28]

Çünkü AKP Türkiye’si bölgeye yönelik projelerini destekleyecek ekonomik mali kaynaklardan yoksundur. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölge halkının zihninde bıraktığı izler stratejik derinlik kaynağı değil, tam aksine aşılması olanaksız güven sorunlarının kaynağıdır. AKP’nin sunduğu sözde demokratik modelin cilası döküldü, altından otokratik bir tek adam rejimi hevesi çıktı.

Kısacası AKP Türkiye’sinin bölgede etkili olabilecek bir “yumuşak gücü” yok. AKP’nin Suriye’de izlediği mezhepçi yaklaşım, tam anlamıyla geri tepen bir silah oldu, cihatçı gruplara sağladığı destek elinde patlamak üzere.

AKP Türkiye’si tam bu durumun içinde, Suriye’de oluşan, uluslararası topluluğun desteğini de alan Kürt realitesi ile, hem sınır güvenliğine hem ülkesindeki iç barışa olumlu katkı yapacak bir ilişki kurmak yerine, “sert güç” kullanmak üzere Suriye’ye girmekten söz ediyor. Suriye’nin çoktan Türkiye’ye girdiğini anlayamayan AKP liderliği, adeta ölümden korkarak intihar etmeyi planlayan insanlara benziyordu.[29]

Çünkü AKP’nin üzerine büyük hayaller kurduğu “Arap Baharı” bahar değil, düzensiz, örgütsüz, kendiliğinden bir patlamaydı. AKP Türkiye’si ise bu yeni isyanlar ortamında, Batı’nın bölgedeki etkisini güvenceye alacak bir ılımlı İslâm “fantezisi”ne sarıldı… Fantezi diyorum, çünkü o sıralarda, Türkiye’de siyasal İslâm, çeşitli uzlaşmalarla iktidarını konsolide ettikten sonra rejimi tek adam yönetiminde totaliter bir biçime doğru değiştirmek için hamle yapıyor, Ortadoğu’da, İsrail düşmanlığı ve Sünnî İslâm üzerinden hegemonya kurmaya, “düzen getiren dünya gücü” olmaya soyunuyordu. Ancak yıllar sonra, bir türlü devrilmeyen Esad rejimi, İsrail ve Mısır’la ilişkilerin aldığı biçim, AKP rejiminin gerçek yüzünü ortaya koyan Gezi Olayı, 17 Aralık skandalı, Kobanê savaşı, ülkeye çok farklı bir iklim getirdi; Fantezi nihayete erdi; AKP’de aslına rücu etti…

Ortadoğu’ya gelince: AKP lider olamadı, “sıfır sorun” derken Arap ülkelerinde Osmanlı anılarını uyandırdı, yalnızlaştı, hatta Arap Birliği Sekreteri tarafından Arapların işine karışmakla suçlandı. AKP, Mısır’ın içişlerine karışacak kadar Müslüman Kardeşler’e angaje oldu. Suriye bağlamında, ülkesini radikallerin geçiş alanı hâline getirdi, IŞİD riskine açtı.[30]

Evet Hakan Güneş’in, “AKP bir Sünnîstan hayal ediyor,”[31] saptamasındaki Erdoğan liderliğinin AKP’sine, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi pek sınırlayıcı geliyordu. “Türkiye, bölgede lider, istikrar getiren dünya gücü olmalıydı. Olamadı. Şimdi daha büyük düşünmek gerekiyor: Dünya devleti olamadık. Dünya savaşı çıkaran devlet olalım,” diyordu…

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere bugün, Türkiye’de parlamenter düzende hükümette olmakla yetinemeyen, tek liderli, totaliter bir rejim kurmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandırma hayaline kapılmış bir kadro var. Bu kadro, devletin tarihine, geleneğine stratejik derinlik, liderine de “tanrısal iradenin yansıması” gibi mistik-fantastik özellikler atfediyorken;[32] Ergin Yıldızoğlu, “Türkiye Ortadoğu’da kurtlar sofrasına oturmak isterken kurtlar sofrasında menüye eklendi” vurgusuyla ekliyor: “AKP Türkiyesi, Ortadoğu’nun lideri olamadı, “Kurtlar sofrasına” oturamadı, Suriye’ye giremedi ama, Ortadoğu’da Suudi gericiliğinin etkisi altına girdi, Kurtlar sofrasında menüye eklendi ve nihayet Suriye, kaosu Türkiye’ye girdi.”[33]

 

  1. II) AKP T.“C”SİNİN KONUMU VE İCRAATLARI

 

Nuray Mert’in, “Savaşa mı giriyoruz? Savaşı bilmem, ama zaten bir büyük belanın içine çoktan girmiş vaziyetteyiz!”[34] saptamasını dillendirdiği yönelişe ilişkin olarak, emekli büyükelçi Ünal Çeviköz, “Yeni soğuk savaşta Türkiye cephe ülkesi olmaya aday,”[35] notunu düştüğü hâle dair Umur Talu da ekliyor: “Stratejik derinlik… Onca masum insanın paramparça uzandığı mezarlığın tarihi adı oldu! Trajik derinlik… Ve kahredici bir çukur!”[36]

Gerçekten de Sami Kohen gibilerinin, “IŞİD ile ilgili gelişmeler Türkiye için bir yandan ciddi sıkıntılara ve risklere yol açarken, diğer yandan bölgede oynamak istediği rol bağlamında bazı yeni fırsatlar yaratıyor,”[37] türünden ucuzluklarına yaslanan reel-politiker AKP pragmatizminin, Ortadoğu’daki neo-Osmanlı Sünnîstan hayali, onları kahredici bir utanç çukurunun dibine mahkûm etti!

Sağır Sultan’ın bile malumu olup, herkesin bildiği örneklerden kimilerini hızla sıralarsak:

  1. i) Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “IŞİD, terörize bir yapı gibi görünebilir ama reaksiyon olarak doğdu,”[38]dedi![39]
  2. ii) Akçakale’de sınırı geçip Türkiye’ye kaçmaya çalışan IŞİD militanları 16 Haziran 2015’te Türk askeri tarafından gözaltına alınmıştı. Elleri duvara yaslanarak aranan 5 IŞİD’linin olayı gülümseyerek karşılaması dikkat çekmişti.

‘Bild’in haberinde, 100 sayfadan oluştuğunu belirttiği raporda, “IŞİD’in Türkiye’nin güneyinde nasıl aleni biçimde yeni üyeler kazandıklarını ve polis ve asker engeline takılmadan bunları nasıl Suriye’ye geçirdiklerinin” MİT raporuyla belgelendiği belirtildi.

Gazetenin “IŞİD katilleri ve Türkiye’deki terör ağına karşı işlem yapmak için Türk hükümetine yönelik bir imdat çığlığı” olarak nitelendirdiği raporda “18 aydır sadece seyrediyoruz. Artık müdahale etmeliyiz” ifadelerinin yer aldığı ileri sürüldü. Habere göre MİT raporunda şu tespitler yer aldı:

Hepsi yurtdışından olmak üzere günde 50 IŞİD taraftarı G. Antep Havalimanı’na iniyor. Hatta gelen teröristleri Hatay sınır istasyonuna götürmek için bir Shuttle-otobüs servisi oluşturuldu…

IŞİD, G. Antep-Kilis arasındaki önemli geçitleri kontrol ediyor. Sınır bölgesinde, sınırı geçmek isteyen 10 Suriyeli ve Çin’den gelen 45 Uygur durduruldu. Buradaki görevliler bu kişilerin IŞİD için bir destek malzemesi olduğunu biliyordu. Fakat pasaport kontrolü ve polis müdürü ile yapılan bir telefondan sonra kişiler yoluna devam ettiler…

IŞİD, teröristlerini Suriye’deki savaşa göndermek için Türkiye’de tedavi ettiriyor. Bunun için Reyhanlı’da kendi hastanesini kurdu…

Sokaklarda açıkça bağışlar için tezgâhlar açıyorlar. Haziran sonunda bir olay yaşandı. Bir esnaf sesli biçimde şu şekilde şikâyetçi olmuş: “Siz insan değilsiniz. Ben sizin İslâmınıza inanmıyorum.” Bunun üzerine IŞİD adamları takviyeler çağırmış ve esnafın kellesini kesmişler. Olay bir alacak-verecek kavgası diye nitelenip kapatıldı…

İddiaya göre Mardin’de 8 aile haziran başında çocuklarını IŞİD’in adamlarına teslim etti. 13 ila 17 yaşlarındaki çocuklara önce tecavüz edildi ve bu görüntüler kaydedildi. Sonra da şantaj için kullanıldı. Ailelerine ise zararın karşılığı olarak 3 bin dolara kadar paralar verildi. Dört haftalık ‘terör eğitiminden’ sonra çocuklar sınır üzerinden Suriye’ye götürüldüler…

IŞİD, Twitter ve Facebook üzerinden binlerce taraftar kazanıyor. İnternet sayfaları G. Antep’te bulunan ve resmi olarak kamu yararına çalışan dernekler üzerinden işletiliyor. IŞİD, internette çok aktif. Sayfalarında ‘like’ veya ‘retweet’ yapıldığında, kurbanlarla irtibata geçiliyor.

Örgüt Ankara, Adıyaman, Eskişehir, İzmir, Konya, Ş. Urfa, Hatay’da silah depoları oluşturdu. IŞİD şefi Bağdadi Türkiye’de cihat ilan ettiğinde, bunlarla suikastlar gerçekleştirilecek. IŞİD, çok güçlendi ve biz onu artık kontrol altında tutamıyoruz”![40]

iii) Columbia Üniversitesi’nden sosyal bilimci Hamid Dabaşi, Rojava projesiyle savaştığı sürece Türkiye’nin IŞİD’den memnun olduğunu,[41] IŞİD sayesinde güvenlik devleti söylemlerinin yeniden ısıtıldığını söylüyor![42]

  1. iv) ‘The Guardian’ın Ortadoğu muhabiri Martin Chulov, “IŞİD’i AKP büyüttü,” dedi![43]
  2. v) 25 Haziran 2015’de IŞİD çetelerinin Kobanê’ye düzenlediği saldırıdan sağ yakalanan IŞİD üyesi Yasin Ebdileziz Egumu, Türkiye-IŞİD ilişkilerine ilişkin önemli itiraflarda bulundu. IŞİD’ci Egumu, “Katliamı yapan bir grubumuz Türkiye’den girdi. Tüm lojistiğimizi Türkiye’den karşılıyorduk,” dedi![44]
  3. vi) Eski İngiltere parlamentosu üyesi George Galloway, Avrupa Birliği’ne üyelik peşinde koşan Türk hükümetinin bölgede Batı için paralı asker gibi çalışmakta yetenekli olduğunu ve Batı’nın daha önce Libya’da kullandığı gibi Suriye’de yaşanan olaylarda da Türkiye’yi arena olarak kullandığını söyledi![45]

vii) Almanya’da Sol Parti, hükümetin Türkiye’ye sattığı silahların Suriye’de İslâmcı gruplara gittiği iddiasıyla parlamentoya soru önergesi verdi![46]

viii) ‘The Independent’, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, aralarında El Kaide bağlantılı örgütlerin de bulunduğu Suriyeli çeteleri desteklediklerini ve bu durumun Batılı hükümetleri endişelendirdiğini belirtildi![47] ABD’nin yıllık ‘Terörizm Ülkeler Raporu’ da, Türkiye’nin yabancı savaşçılar için “ana yol” olduğunun altını çizdi![48]

  1. ix) ‘The New York Times’, Ş. Urfa’nın Akçakale ilçesinden IŞİD’in kontrolünde bulunan Tel Abyad’a taşınan gübrelerin bomba yapımında kullanıldığını iddia etti![49]
  2. x) ‘The Telegraph’, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) komutanlarının savaş ağalarına dönüştüğünü yazdı. Gazeteye göre birliklerin yüzde 85’i rüşvet, haraç ve kaçakçılıkla para kırıyor![50]
  3. xi) ‘Turizm Taşımacıları ve Butik Otel İşletmecileri Derneği’ Başkanı Hüseyin Ülger, “Suriye’deki iç savaşın başlamasından bu yana Türkiye’den çalınarak bu ülkeye sokulan yaklaşık 5 bin aracın piyasa değeri yaklaşık 250 milyon dolar” dedi… ÖSO’nun, otomobil hırsızlarının, Türkiye’den kaçırdıkları ve Suriye’ye götürerek sattıkları lüks araçların gelirinden de pay aldığı ortaya çıktı. Türkiye’den kaçırılan Porsche Cayenne model araçlar 40 bin, Range Rover’lar 30 bin, BMW X5 model araçlar 35 bin, E 250 model Mercedes 35 bin, C 180 model Mercedes 20 bin dolara Suriye’deki pazarlarda müşteri buluyor![51]

xii) İsrail’in Suriye yönetimine karşı savaşan ÖSO ile ilişkileri ilerlettiği haberleri gelirken, İsrail’in Sayeret Matkal adlı seçkin komando birliğinin uzun bir süredir Halep’te olduğu ileri sürüldü![52]

xiii) IŞİD Ortadoğu’nun kadim halklarından Êzîdîlerin ardından Süryanîleri de hedef alırken eleştiri okları yine Türkiye’ye yöneldi. Suriye’nin Kürt bölgesindeki Haseke’de IŞİD’in rehin aldığı Süryanîlerin sayısının 150’yi bulabileceği, 1000 Süryanî ailenin de kaçmak zorunda kaldığı belirtilirken, Suriye Katolik Kilisesi’nin Haseke-Nisibi Başpiskoposu Jacques Behnan Hindo Ankara’ya sert çıkarak, Türkiye’nin Hıristiyanları katleden cihatçıları sınırdan geçirirken Hıristiyanların geçişini engellediğini söyledi![53]

xiv) Türkiye, 2012’den bu yana kucak açtığı Suriye muhalefetinin önde gelen 13 ismine, 3 yıldır bekledikleri Türk vatandaşlığını verdi. Bu isimler arasında Ahmet Tuma’nın yanı sıra Samir Nashar, Khaled Alsaleh, George Sabra, Ahmed Ramadan, Faruk Tayfour, Nathir Al Hâkim de bulunuyor. Hıristiyan olan George Sabra dışındaki isimlerin ortak özelliğini ise Müslüman Kardeşler’e (İhvan) yakınlıklarıyla tanınmaları oluşturuyor![54]

  1. xv) Suriye’nin ticaret merkezi olan Halep’te, muhaliflerin kontrolündeki bölgelerin idaresini sağlayan Halep Kenti Yerel Konseyi’nin emri ile muhaliflere ait kuruluşlar, çalışanlarına maaşlarını Suriye Poundu yerine Türk Lirası (TL) ile ödemeye başladı. El Cezire ve Gulf News’in haberlerine göre; Halep Şeriat Mahkemesi, Halep’in Özgür Avukatları örgütü ve Medya Çalışanları Sendikası’nın da aralarında bulunduğu birçok kurum TL kullanmaya başladı. Türk Lirası hâlihazırda dolar ile beraber Halep’teki marketlerde kabul ediliyordu. Yerel Konsey, Türk Lirası kullanımının hem istikrarı sayesinde halka yardımcı olacağını, hem de Suriye ekonomisinin çökmesine yardım edeceğini umuyor. El Cezire’ye konuşan Şeriat Mahkemesi’nden bir yetkili, “Şeriat Mahkemesi, TL kullanma kararını diğer kurumlar gibi hoş karşıladı. İnsanlar TL ile maaş almaktan memnun” dedi. ‘Gulf News’e göre, Halep’in yanı sıra İdlib, Hama ve Humus’ta da muhaliflerin kontrolünde bulunan bölgelerde TL’ye geçilmesi için çalışmalar yapmak üzere “Kuru Değiştirme Komitesi” adlı bir birim kuruldu. Komitenin üyelerinden Ammar Sakar, bu bölgelerdeki muhalif grupların TL’ye geçme planı konusunda mutabık olduklarını belirtti![55]

xvi) Suriye, Halep kentinde bin kadar fabrikayı yağmalayan isyancıların, buralardan aldıkları malları AKP hükümetinin desteğiyle Türkiye’ye getirdiklerini öne sürerek, BM’den Türkiye’yi kınamasını istedi. Suriye Dışişleri Bakanlığı, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun ve Güvenlik Konseyi’ne hitaben yazdığı mektupta, “Halep kentinde bin kadar fabrikanın yağmalandığı ve çalınan malların Türk hükümetinin yardım ve bilgisi dahilinde Türkiye’ye transfer edildiği” iddiasında bulundu![56]

xvii) Suriye Dışişleri Bakanlığı, Halep kentindeki bin fabrikanın Türkiye’ye kaçırıldığını öne sürdü. Bakanlık, BM Güvenlik Konseyi Başkanlığı ve BM Genel Sekreteri’ne gönderilen iki mektupta, Türk hükümetinin bilgisi dahilinde yapıldığı belirtilen “hırsızlık”, “korsanlıkla eşdeğer yasadışı bir eylem” olarak nitelendirildi![57]

xviii) Türkiye’nin Suriye’deki IŞİD ve El Kaide gibi cihatçı gruplara silah ve mühimmat desteği verdiği iddialarının odak noktasındaki MİT TIR’ları skandallarının ilki 1 Ocak 2014’te Hatay Kırıkhan’da yaşandı. MİT’e ait olduğu ortaya çıkan ancak arama yapılması hükümet girişimiyle engellendiği için içlerinde ne olduğu belirlenemeyen TIR’lar, dönemin Hatay Valisi Celalettin Lekesiz’in yazılı talimatıyla yollarına devam etti…

MİT’in Suriye’deki faaliyetleri ile ilgili en önemli ipucu 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden önce YouTube’a yüklenen bir ses kaydı oldu. Ses kaydında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ferdidun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in “ortam dinlemesi” yoluyla elde edilen Suriye’ye ilişkin konuşmaları yer alıyordu. Ses kaydında Hakan Fidan “2 bine yakın TIR malzeme gönderdik” ve “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırır savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine’de saldırtırız” diyordu![58]

xix) BM İnsani İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Valerie Amos, Hatay’da durdurulan ve silah yüklü olduğu öne sürülen TIR’la ile ilgili yaptığı açıklamada “BM olarak sınırı geçecek tüm yardım TIR’larının gümrük kontrolünden geçmesini istiyoruz,” diye konuştu![59]

  1. xx) ‘The Times’, Türkiye’nin IŞİD militanlarının elinde tutulan 49 kişinin serbest bırakılması için örgütle müzakere ettiği ve bu müzakereler sonucunda aralarında iki İngiliz vatandaşının da bulunduğu 180 IŞİD militanını serbest bıraktığını yazdı![60]

xxi) Rusya vatandaşı olan radikal İslâmcı Çeçenlerin, Suriye’deki silahlı muhalif gruplara katılmak için Türkiye’ye turist olarak geldikleri sonra da Hatay üzerinden Suriye’ye geçtikleri anlaşıldı. Bu trafik, söz konusu kişilerin ailelerinin Türkiye’deki Rusya Federasyonu başkonsolosluklarına yaptıkları “kayıp” başvurusu sayısının giderek artması üzerine ortaya çıktı![61]

xxii) ‘Die Welt’ gazetesi, Arapların dışında IŞİD’e en çok Türklerin katıldığını ve Türklerin örgütün yüzde 10’unu oluşturduğunu açıkladı… Avrupa ülkelerinin istihbarat birimlerine göre, Avrupa’dan yaklaşık bin 200 kişinin Türkiye üzerinden Suriye’ye geçerek IŞİD saflarına katıldığı belirtilen haberde, militanların savaştıktan sonra yine Türkiye üzerinden Avrupa’ya geri döndüğü belirtti![62]

xxiii) ‘Der Spiegel’ dergisi, farklı kaynakların verilerini toplayarak, dünyanın çeşitli bölgelerinden Suriye ve Irak’a giderek IŞİD’e katılan militanların sayısını aktüalize etmiş. Buna göre Türkiye’den gidenlerin sayısı 1000, Almanya’dan gidenlerin sayısı 550 görünüyor. Bu, “tespit edilen kişilerin rakamı” olarak veriliyor, yani işin bir de tespit edilemeyen kısmı söz konusu![63]

xxiv) İstihbarat raporlarına göre, Suriye’de Esad’a karşı savaşan örgütlerin içinde ayda bin 500 dolar maaş alan 500 Türk savaşçı var![64]

xxv) Başta Adıyaman olmak üzere Bingöl, Batman, Urfa, Diyarbakır ve Bitlis’teki gençlerin savaşmak üzere Suriye’ye götürüldüğü ortaya çıktı![65] G. Antep’ten altı bin kişi IŞİD’e katılmıştı. Kobanê hayatımızın içine girmeden çok önceleri, IŞİD sınır kentlerimizde özellikle de Gaziantep’te hücreler kurup işe koyulmuştu. Uçan kuştan haberi olan MİT’in bu örgütlenmeden haberi olmaması imkânsızdı![66]

xxvi) Türkiye’nin en çok “aranan teröristler” listesinin “kırmızı” kategorisinde yer alan IŞİD’in sınır emiri “Ebubekir” kod adlı İlhami Balı’nın Ankara’da açılan 27 kişilik IŞİD davasındaki 400 sayfalık telefon dinleme tutanaklarının tapeleri, Balı’nın Türkiye-Suriye sınırından çok rahatlıkla militan ve malzeme soktuğunu ortaya koydu. Türkiye’deki adamlarını 2500 dolar maaşa bağladığı anlaşılan İlhami Balı, Türkiye’ye sokturduğu IŞİD militanlarını Türkiye’deki özel hastanelerde para karşılığında tedavi ettirdiği tespit edildi![67]

xxvii) AKP iktidarının Esad’ı devirmek hırsıyla cihatçılara verdiği destek IŞİD’i Ankara’nın göbeğinde üs kuracak noktaya getirdi, Türkiye’yi “cihada açılan kapı” yaptı… IŞİD militanlarına yönelik en önemli destek IŞİD’in örgütlenmesine ve propagandasına serbestlik tanımak ve sınır geçişlerinde izin vermekti. IŞİD için İstanbul, G. Antep, Düzce ve Adapazarı gibi yerlerin teröristlerin toplanma noktaları hâline geldiği iddiaları sıkça dile getirildi. IŞİD, eğitim ve toplanma açısından o kadar rahattı ki, eğitimler sırasında çekilen videolar kendilerine yakın sitelere yükleniyordu. Bu videolardan biri de İstanbul’da yaptıkları bayram etkinliğine ilişkindi. Sitenin haberinde “İstanbullu Müslümanlar 2014/1435 Ramazan bayramı namazını düzenlenen bir organizasyonla hep birlikte eda etme imkânı buldular” ifadeleri yer alıyordu![68]

xxviii) ‘The Washington Post’ gazetesinde Anthony Faiola ve Souad Mekhennet tarafından kaleme alınan bir haberde, Ortadoğu’nun en korkulan terör örgütü hâline gelmeden önce IŞİD militanlarının Reyhanlı’yı “kendi alışveriş merkezleri” gibi gördüğü ifade ediliyor… Yazıda, “Reyhanlı sokaklarında dolaşan beyaz bir otomobilin arka koltuğunda röportaj veren 27 yaşındaki üst düzey IŞİD komutanı” diye tanıtılan Abu Yusaf isimli kişinin, “IŞİD’in bugünkü başarısı için kısmen Türklere de teşekkür etmesi gerektiği” vurgusuyla şu ifadelerine yer veriliyor: “Aralarında üst düzeylerin de bulunduğu bazı üyelerimiz Türk hastanelerinde tedavi edildi. Ayrıca savaşın başında aramıza katılanların büyük çoğunluğu ile ekipman ve malzeme desteği Türkiye üzerinden geldi”![69]

xxix) Suriye’de cihatçı örgütlere katılarak hayatını kaybeden ilk ABD vatandaşı olarak bilinen Moner Abu-Salha’nın ölmeden önce çekilmiş bir videosu yayınlandı. El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra üyesi olan ve örgüte katıldığında ‘Abu Hurayra Ameriki’ adını alan Abu-Salha, 2014’ün Mayıs ayında rejim güçlerine yönelik intihar saldırısında ölmüştü.

Youtube’da yayınlanan videoda, Filistin kökenli olduğu belirtilen Abu-Salha, İstanbul üzerinden Suriye’ye uzanan yolculuğunu anlatıyor. Abu-Salha, ABD vatandaşı olan El Kaideli Enver el-Avlaki’yi dinledikten sonra cihada katılmaya karar verdiğini söylüyor. Araştırmaları sonucunda ‘tüm dünyadan mücahitlerin İstanbul’a gittiğini ve Türkiye-Suriye sınırından geçişin kolay olduğunu öğrenen’ Abu-Salha, hiçbir bağlantısı olmamasına rağmen İstanbul’a bilet alıyor.

Cebinde 20 dolarla tek başına İstanbul’a gelen Abu-Salha, bu parayı da vize almak için harcıyor. Havaalanında ilk gördüğü kişiye şehre yürüyüp yürüyemeyeceğini sorunca, “Şehir çok uzak” yanıtını alıyor. Cüzdanını kaybettiğini söyleyince bu kişi ona 10 TL veriyor. Böylece mücahitleri bulmak üzere metroya biniyor. Metro ilerledikçe korkuya kapılan Abu-Salha, “Şehir o kadar büyüktü ki nereden başlayacağımı bilmiyordum” diyor.

Metroda Arapça konuşan 2-3 adam görünce peşlerinden iniyor. Yanlarına yaklaşarak konuşmak istediğinde ise “Allah dilimi tuttu, onlara cihad ya da mücahid lafını söyleyemedim” diyor.

Arapça konuşan kişilere en yakın caminin nerede olduğunu sorup uzaklaşıyor. Cebinde kalan 7 TL ile sandviç alan Abu Salha, camide “yüzlerinden mücahit oldukları anlaşılan” üç Arap görüyor. Ancak uçağa yetişmeleri gerektiğini söyleyen Araplar, İstanbul’da ‘mücahitlere yardım eden’ bir örgüt olduğunu ve oraya gidebileceğini söylüyorlar. Abu Salha 2 saat yürüdükten sonra buraya varıyor, ancak içerideki kişilerin sakalsız olduğunu görünce “Sübhanallah, bu insanlara nasıl cihad derim” diye düşünerek yardım istemekten vazgeçiyor. Bunun üzerine ‘çok büyük ve güzel’ diye nitelediği bir camiye gidiyor. Dua ederken akşam oluyor ve cami kapatılıyor.

Dışarı çıkan Abu-Salha, “Yağmur yağmaya başlamıştı, üşüyordum, açtım. Üzerimde ince bir mont vardı. İstanbullular güzel ceketleri, onları sıcak tutan kıyafetleri ile yürüyorlardı. Kedileri çok severim, o sırada büyük bir kedi geldi. Her şeye rağmen mutluydum, dünyanın öbür tarafına gelmiştim. O kedi ile mutlu olmuştum” diyor.

Abu Salha, Allah’a “Birini bana gönder” diye dua ederken siyah giyinmiş, tek kolu olmayan birini görüyor. Bu kişiyi durduran Abu Salha, adamın sadece Türkçe bildiğini ancak, ‘mücahid’ diyerek ona derdini anlattığını iddia ediyor. Konuşamasalar da anlaştıklarını öne süren Abu-Salha, “El-Kaideli olduğunu anlamıştım” diyor. Adam onu bir otobüse bindirerek İngilizce bilen kişilerin yanına götürüyor. Bir ay El Kaidelilerin kaldığı bir ‘güvenli evde’ yaşadığını belirten Abu-Salha, ardından Suriye’ye geçiyor![70]

xxx) “Türkiye Suriye’de iç savaşı körüklemenin ve IŞİD’e örtülü destek vermenin bedelini ödüyor”![71]

xxxi) Türkiye uzmanı Henri Barkey, “Türkiye’de IŞİD destekçisi altyapı var,” dedi![72]

xxxii) IŞİD’in Kobanê’ye dönük saldırıları üzerine Türkiye’ye sığınanların kaldığı Suruç’ta incelemelerde bulunan CHP Muğla Milletvekili Nurettin Demir, sığınmacıların en büyük isteğinin “Türkiye’nin IŞİD’e desteğini kesmesi” olduğunu söyledi![73]

xxxiii) HDP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Nazmi Gür, “IŞİD’i Türkiye güçlendirdi,” dedi![74]

xxxiv) ABD, IŞİD’in petrolün büyük kısmını Esad yönetimine sattığını ve örgütün Türkiye’ye de girmenin yollarını bulduğunu açıkladı. Örgütün petrol ve bankalardan 1 milyar dolara yakın gelir sağladığı tahmin ediliyor. ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarattan Sorumlu Müsteşar Vekili Adam Szubin, IŞİD örgütünün petrolün büyük bir kısmını Beşar Esad yönetimine sattığını, Türkiye’ye de girdiğini açıkladı![75]

xxxv) IŞİD-Türkiye petrol ticaretini ilk gündeme getiren isimlerden CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ediboğlu, “Suriyeli muhalifler yıllar önce BM’ye IŞİD’in petrol sevkiyatıyla ilgili belgelere dayalı raporu sundu” diye konuştu

Edipoğlu, Suriye Muhalif Ulusal Koordinasyon Kurulu lideri Heysem Menna’nın BM’ye IŞİD’in petrol sevkiyatıyla ilgili belgelere dayalı bir rapor sunduğunu ve o raporda IŞİD petrolünü satın alanlar arasında Türk işadamlarının da bulunduğunun açıkça ifade edildiğini kaydetti.

Heysem Menna’nın raporuna göre Kuzey Irak’ta yönetime yakın 4 Kuzey Iraklı Kürt petrol tüccarı IŞİD petrolünü üçte bir fiyatına satın alarak aralarında Türk işadamlarının da olduğu işadamları vasıtasıyla Türkiye üzerinden dünyaya pazarlıyor. IŞİD’in buradan bir yılda elde ettiği 800 milyon dolar, silah, mühimmat alımında kullanılıyor![76]

xxxvi) Rusya Devlet Başkanı Putin’den sonra ABD Başkanı Obama da IŞİD’in çıkardığı petrollerin Türkiye üzerinden satıldığını söyledi![77]

xxxvii) Rusya Savunma Bakan Yardımcısı Anatoli Antonov “Erdoğan ve ailesi, Suriye’de IŞİD’in elinde olan petrol yataklarından yapılan yasadışı petrol sevkiyatlarıyla doğrudan ilişkili” vurgusuyla, “Bugün bir grup eşkıya ve Türk elitinin komşularından petrol çaldığını doğrulayan belgelerin bir kısmını sunuyoruz. IŞİD petrolünün binlerce tankerden oluşan canlı boru hattıyla üç güzergâhtan Türkiye’ye sevkedildiği”ni açıkladı![78]

xxxviii) İran Petrol, Gaz ve Petrokimya Ürünleri İhracatçılar Birliği Başkanı Hasan Tacik, “Türkiye, ihtiyacı olan petrolün bir kısmını IŞİD’den temin ediyor. IŞİD, günde 700 ila 800 bin varil petrolü yarı fiyatına Türkiye’ye satıyor,” dedi![79]

xxxix) ‘Al Araby Al Jadeed’ gazetesi, Irak istihbaratından bir albayın verdiği bilgilerle, IŞİD petrolünün IKBY ve Türkiye üzerinden İsrail’e satışını belgeledi![80]

  1. xl) ‘The Observer’ gazetesinde, Türkiye’nin IŞİD’e, yasadışı petrol ticareti konusunda kolaylık sağladığına ilişkin belgelerin ABD’nin elinde olduğuna yer veren bir makale yayımlandı. IŞID’in en büyük gelir kaynaklarından biri olan petrol ticaretinde, Türkiye’nin en önemli alıcı olduğu iddiasının da yer aldığı bu haber, 2015’in şubat ayında OECD bünyesindeki ‘Karapara Aklamayla Mücadele Grubu’ FATF’in hazırladığı bir raporu ve içindeki verileri daha kritik hâle getiriyor.

“Terör Örgütü IŞİD’in Finansman Kaynakları” başlıklı 48 sayfalık raporun giriş bölümünde, bu çalışmanın Türkiye’nin işbirliği ile hazırlandığı notu yer alıyor. IŞİD’in gasp ettiği petrol sahalarındaki faaliyetlerin geniş biçimde irdelendiği rapordaki bazı özet veriler şöyle:

– IŞİD Irak ve Suriye’de ele geçirdiği petrol kuyularında günde 50 bin varil petrol üretimi yapıyor. Petrol kuyusu yakınında aracılardan varilini 25-30 dolara aldığı petrolü, biraz uzaktaki marketlere ve diğer tüketicilere, rafineri derecesine göre 60 ile 100 dolara satıyor.

Fakat bundan daha kritik olan bilgi ise raporun “Petrol Kaçakçılığı ve Satışı” başlıklı 33. sayfasında yer alıyor. Türkiye’nin sunduğu istatistiklere göre Suriye sınırındaki petrol kaçakçılığının 2012’den bu yana büyük artış gösterdiği belirtiliyor. [81]

xli) Şubat 2015’te yayımlanan ve üyesi olduğumuz OECD nezdindeki FATF, yani Karaparayla Mücadele Grubu, “Terör Kuruluşu IŞİD’in Finansmanı” başlıklı raporu bütün dünyaya ilan etti.

– Raporun “Yönetici Özeti” başlıklı 9. sayfasında çalışmanın Türkiye ile ABD liderliğinde ve FATF’ye üye ülkelerin kurumlarının verileriyle hazırlandığı belirtiliyor.

Evet, ağır suçlamalara muhatap olan Türkiye bunu nedense yapmıyor.

Bu köşeyi sürekli izleyenler raporun iki kez irdelendiğini anımsayabilir.

İlki: Rapor yayımlanınca; 28 Şubat 2015’te. (O yazıda, rapora atfen, Türkiye’den yardım adı altında üç kamyon gittiği bilgisi de vardı.)

– Sonra da ‘The Observer’ gazetesinde “Türkiye’nin IŞİD’e, yasadışı petrol ticareti konusunda kolaylık sağladığına ilişkin belgelerin ABD’nin elinde olduğu” iddiasına yer veren makale yayımlanınca. 28 Temmuz 2015’te.

Rapordaki bazı veriler:

– Petrol kuyusu yakınındaki kabzımaldan varilini 25-30 dolara aldığı petrol, biraz uzaktaki marketlere ve diğer tüketicilere, rafineri derecesine göre 60-100 dolara satılıyor. Bir kamyoncu, 150 varil aldığını, ortalama kazancının 3-5 bin dolar arasında değiştiğini söylüyor.

– “Petrol Kaçakçılığı ve Satışı” başlıklı 33. sayfada ise şu veriler yer alıyor: “Türkiye’nin sunduğu istatistiklere göre Suriye sınırındaki petrol kaçakçılığı 2012’den bu yana büyük artış gösterdi. IŞİD’in petrol sahalarını ele geçirmesinin ardından, Irak ve Suriye sınırında yedi Türk vilayetinde saptanan kaçak petrol, 2014 yazı itibarıyla 20 milyon litreye ulaştı.

Türkiye’de 2013’te yakalanan kaçak petrol 73 milyon litreyken bu rakam, 2014’te 79 milyon 238 bin litreye ulaşıyor.

– Diğer yandan 2012’de 4 bin civarında olan petrol kaçakçılığı vaka sayısı, 10 bine yükseliyor.”

Raporda Türk yetkililerinin, kaçakçılığa karşı çabalarından övgüyle söz ediliyor. Irak Merkezi Hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin şüpheli petrol tankerlerine el koyma çabalarının ve attığı diğer etkin adımların anlamlı olduğu vurgulanıyor.

IŞİD’in finansmanı raporunda altı çizilen ve bugüne de ışık tutan tespit ise şu:

“IŞİD’in yasadışı petrol ticaretinin trafiği, güzergâhı ile aracıların, taşıyıcıların, kabzımalların, tüccarların kimler olduğunun daha iyi tanımlanmasına ihtiyaç var… Bu sadece IŞİD’in gelirleri açısından değil, yarattığı yerel ekonomik bağımlılıklar açısından da önem taşıyor”![82]

xlii) G. Antep’in Karkamış ilçesindeki çadır kentte yaşanan skandallar bitmek bilmiyor. Kampta kalan ve çalıştığı tarlada tecavüze uğrayan S.F’nin iğneyle bebeğini düşürüp anne ve kardeşinin yardımıyla cenini boş araziye gömmesi, ilçede ve çadır kentte neler yaşanabileceğiyle ilgili ipuçları veriyor![83]

xliii) Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye gelen sığınmacıların maruz kaldıkları olaylar, her geçen gün farklı bir boyutuyla gün yüzüne çıkıyor. İstanbul’da kimliksiz, pasaportsuz ve parasız bir hâlde hayata tutunmaya çalışan Azad ve Erin Bilal çiftinin bebeği, doğumun gerçekleştiği hastanede 20 gün boyunca rehin kaldı. Hastane 22 Eylül 2013 tarihinde bebeği aileye senet karşılığında teslim etse de baba ümitsiz: “Başbakan bize gelin diyor ama bebeğimizi bile elimizden alıyorlar. Suriye’de olsa başımıza asla böyle bir şey gelmezdi. Orada sağlık koşulları çok iyiydi, bebeğimize el konulmazdı”![84]

xliv) Savaştan kaçarak evinden, yurdundan olan Suriyelilerden sadece biri Zeynep… İstanbul Bahçelievler’de önceki akşam bir parktaki banka oturup yiyecek aramaya giden ailesinin gelmesini bekleyen âmâ genç kızın dramı filmlere konu olacak türden. Evinden binlerce kilometre uzakta sokak lambasının aydınlattığı bir banka oturan genç kızın yanına yaklaşıp kim olduğunu sorduğumda gülümseyerek aksanlı Türkçesiyle yanıt veriyor; “Abi ben Suriyeliyem.” Neden tek başına oturduğunu ve ailesini sorduğumda ise donuk bakışlarını çevirmeden “Onlar yiyecek bulmaya gittiler beni de burada bıraktılar abi” diye yanıt veriyor![85]

xlv) Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan, Suriyeli mültecilerin yaşadıkları sorunlarını anlatırken, özellikle kadın ve çocuklar için koşulların çok daha zor olduğunu vurgulayarak, “Kamplardaki koşullar insani değil. Kamplarda 200 bin kişi kayıtlı görünüyorsa, bu rakamın 100 bini kamptan ayrılmış durumda. Bunun yüzde 80’i ise kadın ve çocuklardan oluşuyor” diye konuştu.

Mülteci kamplarının bulunduğu illerin ucuz işgücünün en çok yaşandığı yerler olduğuna dikkat çeken Gökkan, kamptan ayrılan kadınların tekstil, tarım ve ev işlerinde karın tokluğuna çalıştığını kaydetti. Gökkan, “Şu an dünyanın en büyük kölelik düzeni ve utancı yaşanıyor” dedi. Dünyada 2 milyon kadının sınırötesi pazarlandığını söyleyen Gökkan, “Bu kadınlar arasında ülkeleri savaşta olmayanlar da var. Sınırlarının ötesinde kadınların hiçbir güvencede olmadığı açıktır. Suriye’deki durum artık patlama noktasında” uyarısında bulundu.

Kamptan ayrılan kadınların fuhuş çetelerinin eline geçme tehlikesinden de söz eden Gökkan, “6 bin Suriyeli kadının pazarlandığı söyleniyor. Sınırlar ayrıca, kadınların pazarlanmasını sosyal güvence altına aldı, kadınları paramparça etti. XXI. yüzyılda en büyük facia kadın üzerinden yaşanıyor,” diye konuştu![86]

xlvi) Suriye’den “kuma” olarak getirilen kadınların sayısı savaşla birlikte artarken, bu durum “insan ticareti”ne dönüşmüş durumda. Taksicilerin aracı olduğu ‘ticarette’ kadınların fotoğraflarının olduğu listeler var. “Talipliler”, listeye bakıp kadınları seçiyor![87]

xlvii) Mülteci kamplarında fuhuşa itilen Suriyeliler arasında 12-13 yaşındaki kızlar da var… “Kadın meselesi çok kolay” diye anlatıyor M.C.: “İslahiye yakın yer. Hüsamettin’e telefon açar, sonra da gider alırız. Bekâr da var dul da var. 22 TL kadına vereceğiz. 30 TL de Hüsamettin alır. Tüm gün kadın sizin! Kilis’te de 12-13 yaşında kızlar var. Biraz uzak ama o iş de kolay!” Kanımızı donduran bu sözlerin ardından, daha derin mevzulara da dalıyoruz. Ya kamptan aldığımız kadını çok uzun bir süre yanımızda tutmak istersek… “O iş biraz tuzlu” diye anlatıyor M.C., “İş ancak 3- 5 bin TL’ye çözülür”![88]

xlviii) İstanbul’da yol kenarında bir mülteci kenti… Dilencilik yaparak karınlarını duyurmaya çalışan mülteciler, beslenme sorunun yanı sıra ciddi sağlık sorunları yaşıyor. Çadırlarda kalan birçok çocuk, bulaşıcı cilt hastalığı ve griple mücadele ediyor. 7 yaşındaki çocuğunun felçli olduğunu ve çocuğuna ilaç dahi alamadığını söyleyen Halepli Hasan durumunu şöyle aktarıyor: “6 ay önce savaştan kaçarak Kilis’e gittik. Ancak orda da sokakta kalıyorduk. Orada durumumuz daha kötüydü. Daha sonra İstanbul’a geldik. Oğlum felçli olduğu için tedavi edilmesi lazım. Ama ilaç dahi alacak paramız yok. Burada dilencilik yaparak karnımız doyurmaya çalışıyoruz. Kimse bize yardımcı olmuyor. Suyumuz olmadığı için banyo yapamıyoruz. Tuvalet ihtiyacımızı gideremiyoruz. Buradaki çocukların çoğu hasta. Birçok çoğunun cildinde yara var. Isınamadığımız için çocuklar sürekli hastalanıyor. Birilerinin bize yardım eli uzatmasını istiyoruz”![89]

xlix) Bayrampaşa’da yol kenarında çadır kuran Suriyeli mülteciler, apar topar kaldırıldı. Bayrampaşa Belediyesine bağlı zabıta ekipleri dün sabah çadırkente giderek Suriyeli mültecileri çadırlardan çıkardıktan sonra çadırları ateşe verdi. Mülteci aileler ise yağmur altında nereye gideceklerini bilemediler. Belediye ekipleri çocuk, kadın ve yaşlıların bulunduğu mültecilere yer göstermezken, etrafa dağılan mültecilerden bir kısmı otogarda saçak altlarına sığındı. Bayrampaşa Belediyesi ise mültecilerin kendi istekleri doğrultusunda Urfa, Diyarbakır ve Mersin’e naklediğini öne sürdü. ‘Nereye gideceğiz?’ Herhangi bir bilgi verilmeden polis eşliğinde zabıta ekipleri tarafından kampın boşaltıldığını ancak kendilerine kalacak yer dahi gösterilmediğini söyleyen mülteciler sokakta kaldıklarını söyledi![90]

T.“C”nin yaratılmasında önemli rol oynadığı durum ve trajik tablo bu ve böyledir! Çünkü Türk(iye) siyaseti, Ortadoğu’da bir savaş ocağı ve gericilik kalesidir!

 

II.1) SAVAŞ OCAĞI VE GERİCİLİK KALESİ TÜRK(İYE) SİYASETİ

 

Suriye üzerinden Ortadoğu’ya ilişkin karşılıksız hayaller kurup, neo-Osmanlı hevesleri kursağında kalan AKP patentli Türk(iye) siyaseti, Ortadoğu’da bir savaş ocağı ve gericilik kalesiyken; Rusya ile İran faktörü, Esad’ın direnişi ile Rojava gerçeği ve ABD hesabının farklılaşması, yanlış T.“C” hesapları bozmuştur!

“AKP patentli Türk(iye) siyaseti” dedim! Anımsayın… Önce “Kobanê düştü düşecek” diyerek zil takıp oynadılar, “Koridor moridor yok” buyurdular! Dünya bu vahşilere karşı insanlık mücadelesine odaklanıp ABD bastırınca, yardım geçişine izin vermek zorunda kalırken, dolaşıma “Kobanêli kardeşlerimizi biz kurtardık” temalı “şefkat” masallarını soktular. Egemen bir komşu ülkeye Selefî cihatçıların aracılığıyla “çöreklenme” hevesi kursakta kaldı.[91]

Suriye’ye (dolayısıyla da Rojava’ya) yönelik T“C” müdahalesi tehdidini sürekli gündemde tutan AKP politikası karaya oturmuş ve iktidar stratejik yenilgisiyle baş başa kalmıştır.

Kobanê’de açık açık IŞİD’in yanında duran ve Davutoğlu’na, “PYD (Demokratik Birlik Partisi) unsurları da PKK gibi Türkiye için tehdittir,”[92] dedirten tutum hakkında YGP Komutanı Sipan Hemo, IŞİD’in ilk kez bu kadar ağır silahlarla saldırdığını belirterek “IŞİD’in ağır silahlarının çoğu Türkiye’nin silahlarıdır. IŞİD militanlarının üzerinden Türkiye yapımı silah ve mermi çıkıyor. IŞİD’i desteklemekten vazgeçsin,”[93] ya da Cafer Solgun, “PYD kaynakları, ısrarla IŞİD’in Kobanê’ye bu çapta bir saldırı düzenlemesinin ancak Türkiye’den ‘destek’ veya cesaret alarak mümkün olabileceğini savunuyorlar. PYD lideri Salih Müslim, IŞİD’in ağır silahlarla Kobanê çevresine ulaşmasının Türkiye’nin geçiş imkânı vermesiyle mümkün olabileceğini söylüyor ve Türkiye’nin suskunluğuna dikkat çekiyor. Yaralı IŞİD mensuplarının Türkiye’de tedavi edildiği de öteden beri söylenen ve açıklık getirilmeyen iddialardan bir diğeri,”[94] derlerken; “Kobanê meselesine 30 günlük bir mesele olarak bakarsanız hiçbir şey anlamazsınız,” vurgusuyla ekliyordu Selahattin Demirtaş da:

“Dünyanın her yerinden gelen çeteler Türkiye’yi bir buluşma, aktarma istasyonu olarak kullandı… “Suriye’de beslediğiniz çetelerden iki şey istiyordunuz: 1) Esad’a karşı savaşın, 2) Kürtlerin statü kazanmasını önleyin… Eline silah verip cebine para doldurduğunuz bu çetelerin ahlâkı yok. Bugün sizin yanınızda, yarın karşınızda olur” dedik… IŞİD’e giden TIR’ları bir tek biz mi biliyorduk? Bütün dünya biliyordu…”[95]

Şüphesiz bunlar böyleyken ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’ye rağmen ABD, PYD’ye silah yardımı yapmıştır,” diye haykırırken;[96] ABD ile Fransa’dan Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde YPG’ye yönelik bombardımanı sonlandırma çağrısı geldi.[97]

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun çıkışlarına karşın, ABD yönetimi PYD’ye desteğinde ısrar etti.

ABD Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Obama ile görüştüğü dakikalarda hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun YPG’ye ilişkin açıklamalarının doğru olmadığını açıkladı.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile 20 Şubat 2016 tarihli telefonda görüştüklerini hatırlatarak, “Kendisinin de YPG’nin güvenilmez olduğunu söylemesinden memnun olduk.” şeklindeki söylemine karşılık ise “YPG’ye güveniyoruz.” açıklamasını yaptı ve YPG’ye bugüne kadar yaptıkları desteğin bundan sonra da süreceğini sözlerine ekledi.[98]

Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in ofisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun dile getirdiği “Biden’a PYD ve PKK arasındaki ilişkiyi belgeleyen dokümanları verdik” sözlerini açık bir şekilde yalanladı![99]

“Türkiye-ABD ilişkilerinde tarihi düşüş”[100] diye tanımlanan kesitte bu kadar da değil!

Örneğin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, 4 Kasım 2014’de CNN’e verdiği mülâkatta, Boston’da Harvard Üniversitesi’ndeki konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atfettiği sözler nedeniyle Erdoğan’dan özür dilediği yönündeki resmi açıklamaları yalanlayarak, “Ben ondan asla özür dilemedim.”[101] “Söylediklerim arasında doğru olmayan hiçbir şey yoktu,”[102] derken; daha çok önceleri ‘The Independent’den Patrick Cockburn, ‘Kürtler Kobanê’yi Kurtarabilir mi?’ başlıklı yazısında, “ABD politikasındaki radikal değişim, Kürtlerle doğrudan işbirliği yapılacağına işaret ediyor,”[103] tespitini dillendirmişti.

Yine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, 21 Ekim 2014 gecesi havadan silah, mühimmat ve tıbbi malzeme yardımı ile desteklenen, PYD’yi PKK’dan ayrı bir olarak gördüklerini belirtip; IŞİD ile mücadelede PYD’nin desteklenmesi gerektiğini Türk yetkililere anlattıklarını açıklamıştı.[104]

Bu duruma T.“C”nin tepkileri ifade etmesi üzerine “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri kopma noktasına geldi,” diyen ‘The Washington Post’ta yayınlanan haberde, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin “Türkiye bizimle müttefik değilse… Türkiye’nin başı belada” sözü yer almıştı.[105]

Aynı konuda ‘Uluslararası Kriz Grubu’nun Türkiye Proje Direktörü Hugh Pope, “ABD’nin Esad rejimini devirmeye yönelik bir askeri operasyona niyeti yok. Eğer Erdoğan bunu umuyorduysa bir hayal kırıklığı yaşamıştır elbette,”[106] diyordu.

Elbette bunlar ABD’ci AKP’nin hoşuna gitmiyordu!

Örneğin ABD ile işbirliğinin yeni bir boyut kazandığını belirten Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “YPG gibi örgütler tercih edilecekse bizim ABD ile işbirliğimizin bir anlamı kalmaz” dese de;[107] ‘The Wall Street Journal’ın 13 Eylül 2014 tarihli “Ankara’daki Olmayan Müttefikimiz” başlıklı analizinde “Türkiye müttefik olmaktan çıktı” saptaması, Batı’nın “real politik” okumasının net tezahürüydü![108]

Çünkü ABD Savunma Bakanı Ash Carter, Pentagon’da düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin ABD uçaklarına IŞİD operasyonları için üslerini açmasına karşın bunun yeterli olmayacağı mesajı verirken;[109] Erdoğan’ın, “Kobanê eğer stratejikse bizim için stratejik. Amerika için stratejik değil,” sözlerine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf’tan, “Kobanê bizim için de önemli, yoksa oradaki savaşçılara havadan silahlar atmazdık,”[110] yanıtı geldi!

Ve bu tabloda Türkiye Halep’in kuzeyindeki YPG unsurlarını top atışına tutarken, örgütün siyasi kanadı PYD’nin Eşbaşkanı Salih Müslim, Ankara’nın “kırmızı çizgili” taleplerini reddettiklerini açıklayarak, Suriyelilerin, Türkiye’nin herhangi bir müdahalesine karşı direneceğini söyledi.[111]

ABD ile T.“C” ilişkilerinin böylesine karmaşıklaştığı koordinatlarda Ankara ABD’deki 51 büyük Yahudi kuruluşunun çatı örgütü ‘Başkanlar Konferansı’ heyetini ağırladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret eden 35 kişilik heyetin en kritik ismi, İsrail Başbakanı Netanyahu’ya yakınlığıyla bilinen ve “PKK-IŞİD varken işbirliği acil ve elzem,” diyen Malcolm Hoenlein’di![112]

Yani denize düşen AKP patentli T.“C” siyaseti Siyonizm yılanına sarılıyordu. Bunda da şaşırtıcı bir şey yoktu. Çünkü Barak Ravid çok önceleri hepimizi uyarmıştı: “Benyamin Netanyahu ile Erdoğan’ın iki ülke arasındaki krizi bitirmeyi tercih etmesinin arkasında üç neden yatıyor: Çıkarlar, çıkarlar, çıkarlar”![113]

 

III) VE ROJAVA

 

Ve Rojava…

Selahattin Soro’nun, “Yüzyılın kaderi Suriye’de belirlenmekte ve Suriye’nin kaderini de Kürtler belirlemektedir. Kürtler bu konjonktürde geleceklerini ve bekaalarını ne ABD’ye ne de Rusya’ya bağlayacaklardır. Kürtler kendi göbeklerini kendi direnişi ve mücadeleleriyle kesecektir,”[114] umuduyla tarif ettiği Kürt gerçeği…

Ali Bayramoğlu’nun da “XXI. Yüzyılın ilk yarısı bir Kürt birliğine mi sahne olacaktır yoksa farklı Kürt grupların ait oldukları yerlerde demokratik sistem içinde özerkleşmelerine mi’ sorusunun yanıtını zaman verecek. Ancak şu açık: Yüzyıl Ortadoğu’da bir Kürt yüzyılı olacaktır,”[115] diye itiraf etmek durumunda kaldığı gerçeği artık kimse görmezden gelemez!

Evet PKK Yürütme Komitesi üyesi Murat Karayılan’ın, “Ortadoğu yeniden dizayn ediliyor. Türk devleti, Kürtlerin bu dizaynda yer almasından korkuyor,”[116] notunu düştüğü verili tabloda Kürtler aktif bir ulusal inşa sürecini yaşıyorlar; bunu kaldıracı ise bugünün Rojava’sı!

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere Rojava bugünlere büyük bedeller ödeyerek ulaştı. Hasan Bildirici’nin ifadesiyle, “Cennet ve ganimet kültürüyle beslenmiş İslâmcı devlet ve gruplar için Kürdistan sadece yağmalanacak bir yerdir… İslâmcının ne Kürdüne güvenilir, ne Arabına, ne de Fars ve Türküne… İslâmcılık tıpkı Kemalizm gibi aşırı kullanılmaktan çürütülmüş ve cılkı çıkartılmış dünyevi iktidar dindir artık… İslâm’ın otuz ayeti farklılıklara saldırı ve cihat izni veriyor. Bizim İslâmcılarımız hâlâ, başka topluluklara yönelik cihat ayetlerini es geçerek, bir iki insancıl ayet aracılığıyla Kürtleri ümmet kültüründe tutmaya çalışıyorlar. Sadece Diyarbakır’da IŞİD’e yardım için 400 derneğin açılmış olması, Kürt İslâm ilişkisinin nasıl berbat bir şey olduğunu gözler önüne seriyor”ken;[117] bunun örnekleri unutulup/ unutturulmamalıdır!

İşte birkaç çarpıcı örnek!

  1. i) Tel Abyad kent merkezinde IŞİD’in işkence yaptığı, kestiği kafaları sergilediği süs havuzu temizlenirken, vahşetin yarattığı travma giderilmeye çalışılıyor![118]
  2. ii) “IŞİD’in yüzlerce kişiyi gözlerini bağlayarak canlı canlı aşağı attığı Tel Abyad’daki ölüm çukuruna ceset kokularından yaklaşılmıyor. Dibi görünmeyen çukurun yamaçları insan ayakkabıları ve kıyafetleriyle dolu…” Sarp bir vadide bulunan ve kimsenin dibine kadar inemediği çukurda tam olarak kaç ceset olduğu bilinmezken, bölgede seslerden ürkerek yukarıya doğru havalanan akbabalar uçuyor![119]

iii) Kobanê’de en büyük ikinci katliama imza atan IŞİD üyelerinin sahurdan sonra kente sızdığı, bastıkları evdekileri susturuculu silahlarla öldürdüğü, sonra bu evleri mevzi yaparak yaralılar için gelenleri keskin nişancılarla avladıkları ortaya çıktı![120]

  1. iv) Kobanê’de kadın çocuk, hatta, bebek demeden katliam yapan IŞİD’in kurşunları ile yaralanan çocuklar da var. Kobanê’nin Berxbotan ve Şeran köylerinde IŞİD’in tam anlamıyla etnik temizlik yaptığı belirtiliyor. Suruç, Ş. Urfa ve Diyarbakır’da tedavi gören çocuklar arasında 1 yaşında, hatta yaşını doldurmayan bebekler de bulunuyor. Yetim kalıp tedavi gören bu çocuklar arasında kalçasından vurularak hafif yaralanan ve vücudunda yanıklar bulunan 1 yaşındaki Maya bebek ile 3 yaşındaki ablası Roza Esmer de bulunuyor. Kobanê’ye 20 kilometre uzaklıktaki Şeran köyünde baba Esmer ve anne Hiva Benka, IŞİD’in evlerini taraması sonucu yaşamlarını yitirdi. Maya annesinin kucağında ablası Roza ise babasının kendini siper etmesi sonucu yaralı kurtuldu![121]
  2. v) Kobanê’de IŞİD’in katliamından yaralı kurtulan Adnan Kemal, IŞİD militanlarının komşu gibi kente aylar önce yerleştiği vurgusuyla vahşet anlarını, “Kadınları da ateş açtı. Komşularımızın kapısını çalıyor, kapı açıldıktan sonra içeriye girip hepsini öldürüyorlardı,” diye anlattı![122]
  3. vi) IŞİD’in Kobanê’de kadın, çocuk, yaşlı demeden yaptığı katliamda kentin son Ermeni’si de yaşamı yitirdi. Ermeni Osep Tomasyan, 13 yaşındaki oğlu Aram’ın gözü önünde öldürüldü![123]

vii) Tel Abyad’daki Türkmenler, IŞİD’in kendilerine de büyük acılar çektirdiğini anlatıyor. Hacı Hamit adlı Türkmen, “Oğlum, benim ve torununun gözü önünde IŞİD canileri tarafından öldürüldü, o günü unutamam,” dedi![124]

Bu ve benzeri gerçekler, Rojava’da desteklediğimiz direnişe ilişkin değerlendirme ve eleştirilerimizi askıya almamıza, ertelememize kesinlikle yol açmamalıdır.

Elbette Karl Marx’ın, “Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir,” uyarısını “es” geçmeden, “Eleştiri zincirleri her yanını örten imgesel çiçeklerden, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için arındırdı,”[125] saptamasını Rojava deneyiminde ya da Ortadoğu’daki Kürt ulusallaşmasında da unutmayıp/ unutturmayacağız![126]

 

III.1) ROJAVA’YA MESELESİ

 

Rojava değerlendirmelerine ilişkin olarak, “A communi observantia non est recedendum/ Herkesle aynı fikirde olmak imkânsızdır”; bunu bilmiyor değilim.

Özelde Suriye, genelde ise Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele PYD’yi, bölgedeki savaşın değişen koşullarının öznesi hâline getirdi.

Ancak bunu konjonktürel olması yanında, kimi soru(n)ları da içerdiğini görmezden gelemeyiz.

“Nasıl” mı?

Örneğin ‘Süryanî Uluslararası Haber Ajansı’nın haberine göre, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetindeki Süryanî ve Ermeniler, PYD’yi zorla mülkiyete el koyma, insanları zorla silah altına alma, okullarda eğitim müfredatını değiştirmekle suçluyor. Aralarında Süryanî ve Ermeni kiliselerinin de bulunduğu vilayetteki 16 kuruluş ortak bir açıklamayla PYD’yi ağır eleştiriyor.[127]

Ayrıca ‘Uluslararası Af Örgütü’, 13 Ekim 2015 tarihinde ‘Gidecek Başka Yerimiz Yok’ başlıklı bir rapor yayınlayarak Suriye’de PYD liderliğindeki yönetimin, “savaş suçuna varabilecek derecede” halkı zorla yerinden ettiğini, evleri yıktığını açıkladı. Belgede, Suriye’nin kuzeyindeki Rojava yönetiminin IŞİD’e karşı savaşan ABD liderliğindeki koalisyonun önemli müttefiki olduğunun da altı çizildi.[128]

Bu tür soru(n)larla “Yeni Suriye” sürecine girildi denilebilir; ama bu kesinleşmiş bir hâl olmadığı gibi umulandan da çok risk ve hesabı içeriyor.

Söz konusu “bilinmezliği” sürecin tüm aktörleri gibi Rojavalı Kürtler de hesaba katmak zorundalar.

T.“C” sömürgeciliği hiçbir şeyin (ve hesabın) peşini kolay kolay bırakmaz; dahası, ABD’nin de T.“C”den vazgeçmesi beklenmemeli. Ya da ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki, ‘The Washington Post’un 31 Ekim 2014 tarihli nüshasında yer alan, “Türkiye-ABD ittifakının çatırdadığını” öne süren haberle ilgili olarak, “Her okuduğunuza inanmayın çünkü Türkiye sadece önemli bir NATO müttefiki olmakla kalmıyor. Türkiye ile bir dizi konuda birlikte çalışıyoruz,”[129] dediğini veya ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Tony Blinken’in de, “Türkiye ve Suriyeli Kürtlerden birini seçme zamanı geldiğinde ABD ne yapar” sorusuna, “İkisi arasında bir seçim olmaz. Türkiye bizim partnerimiz ve müttefikimiz”[130] yanıtını verdiği de unutmalı…

Kaldı ki ABD desteğinin, PYD’nin Ortadoğu’daki statüsünü, algılanma biçimini değiştirebileceği; bunun yanında PYD’nin eninde sonunda ABD ile Rusya arasında tercihe mecbur kalacağı ve bu tercihinde onun rolünü, yöntemini etkileyeceği unutulmamalıdır.

Ayrıca müttefikleri değil, daima çıkarları söz konusu olan ABD’nin IŞİD’le mücadelesine katkı sunduğu PYD’den, fedakârlığının karşılığını almak istemeyeceğini kimse de beklememeli değil mi?

 

III.1.1) TEHLİKELİ İLİŞKİ(LER)

 

Bu tür soru(n)lara veya “Beneficium accipere libertatem est vendere/ Yapılan bir lütfü kabul etmek özgürlüğünü satmaktır,” gerçeğine sırt dönmek mümkün ve doğru değildir.

Tıpkı, “Bugün Rojavalılar emperyalist güçler ve bölge egemenleri ile uzlaşı arayışına girmek zorundalar. Bu, kimi ‘solcunun’ iddia ettiği gibi, bir teslimiyet değil. Utanılacak bir şey hiç değil. Asıl utanması gerekenler, Rojavalıları buna zorlayan ‘kardeş halklardır.’ O zaman bu durumda ne olacak? Rojava Devrimi kazanımlarını koruyabilmesi için Sykes-Picot uğursuzluğu ile sınırları çizilen Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunacak. ‘Yeni Suriye’nin özerk yapılı, federatif olması için mücadele edecek. Peki ya biz, devrimciler ve komünistler? Emperyalist güçler ile bölge egemenlerinin hegemonya planlarını geri püskürtmek için, Federatif Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunacak, ev ödevlerimizi yerine getireceğiz. Hiç kimse sosyal medyadaki ‘katılımlarla’ dayanışma yaptığını zannetmesin. Dayanışma, önce kendi ülkesindeki egemenlere karşı, işçi sınıfının iktidarı için mücadele görevini yerine getirmekle gerçekleşir,”[131] diyen Murat Çakır gibi…

Belirtmeden geçmeyelim: Kürtlerin haklı mücadelesiyle ittifakı bir iltihaka tahvil eden dayanışma anlayış(sızlığ)ı kaçınılmaz olarak, sınıfın örgütlenmesini ve seferber edilmesini de facto olarak talileştirir.

Bunun böyle olduğuna yaşananlar yeterince tanık ve kanıt değil mi?

Yeri geldi V. İ. Lenin’den aktaralım: “Yalnızca bir ve tek gerçek enternasyonalizm vardır: o da insanın kendi öz ülkesinde devrimci hareket ve devrimci savaşımın gelişmesi için özveri ile çalışmasına, istisnasız tüm ülkelerde, bu aynı savaşımı, bu aynı çizgiyi ve yalnızca onu (propaganda, yakınlık, maddî bir yardım aracıyla) desteklemesine dayanır.”[132]

Çok açık konuşalım: Ortadoğu’da “amasız”/“fakatsız”ca anti-emperyalist olmayan hiçbir şeyin, ne yaparsa yapsın devrimci olması mümkün değildir.

Bu saptalarım açısından hiç kimse, hangi gerekçeyle olursa olsun, şu realitelerin önemsiz olduğundan söz etmesin!

  1. i) ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Amerika ‘Barış Enstitüsü’nde ABD’nin Suriye politikasına yönelik konuşmasında, “Kobanê düşmedi çünkü biz devreye girdik,” ifadesini kullandı![133]
  2. ii) Suriye iç savaşının dördüncü yılında, ABD ilk kez Suriye toprağına asker konuşlandırılacağını açıkladı. Amerikan Özel Kuvvetleri’nin üssünü Kürtlerin kontrolündeki bölgede olacak![134]

iii) Suriyeli askeri kaynaklara göre, ABD ülkenin kuzeyinde YPG’nin yardımıyla bir hava üssü kuruyor. Çalışmalar uydudan görülürken Haseke’deki üssün, IŞİD’le savaşan güçlere cephanelik taşımak için kullanılacağı aktarıldı. BBC’ye göre görüntüler, ABD’nin, IŞİD’le mücadele eden YPG güçlerine olan desteğinde yeni bir yaklaşıma girdiğinin işareti olabilir. AFP haber ajansına konuşan Suriyeli askeri ve güvenlik kaynakları üs çalışmalarını doğruladı. Suriyeli bir askeri kaynak, Amerikalı 100 uzmanın YPG güçleriyle birlikte, iniş pistini genişlettiğini ve altyapıyı güçlendirdiğini söyledi. Kaynak, “Hava üssü helikopterler ve nakliye uçakları için kullanılacak. Pist şu an 2 bin 700 metre uzunluğuna ulaştı, ekipman ve cephanelik taşıyacak uçakların kullanımına hazır,” dedi![135]

  1. iv) ‘The Washington Post’ gazetesi Obama’nın, ABD Genelkurmay Başkanı Joseph F. Dunford’un Suriye’deki Kürt ve Arap savaşçılara doğrudan Irak üzerinden karayoluyla silah ve cephane yardımını da içeren tavsiyelerini onayladığını yazdı![136]
  2. v) PYD’nin silahlı kanadı YPG’nin Sözcüsü Redur YPG sözcüsü Halil, ABD’nin YPG güçlerine silah yardımında bulunduğu yönündeki haber ve açıklamalara ilişkin de, “ABD kime silah gönderdiğini, kimi silahlandırdığını iyi bilmektedir” sözleriyle cevap verdi![137]
  3. vi) ABD’nin Suriye’deki Kürt güçlerine 50 ton mühimmat yolladığı açıklandı![138]

vii) Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesindeki iç güvenlik örgütü Asayiş’in başkanı Civan İbrahim, 450’den fazla mensubun Batılı devletlerin verdiği “terörle mücadele” eğitimlerine katıldığını açıkladı![139]

viii) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, YPG güçlerinin Azez ve Afrin bölgesinde yaptığı saldırıların “zarar verici” olduğunu belirterek, “YPG’ye Türkiye ve diğer Arap muhalif güçlerle gerilimi yükseltecek hareketlerden kaçınması için çağrıda bulunduk,” dedi![140]

  1. ix) M. Ali Çelebi aktarıyor: “ABD’den dönen TEV-DEM Yönetiminden İlham Ehmed 2015’in Eylül sonunda ABD’ye gitmişti: ‘13 gün kaldım. New York ve Washington’da… Dışişlerinde Suriye masasıyla görüştüm.’ Nasıl bir dosya ile gitmişti: ‘Bizim taleplerimiz vardı. ‘Ortadoğu’da ya da Suriye’nin bütününde Kürtler önemli bir konuma gelmiş. Demokratik bir Suriye istiyorlar. Sizin de bunu desteklemeniz lazım. Hem siyasi anlamda hem askeri anlamda’ dedik. Onlar da desteklediklerin belirttiler. Onlar artık PYD’yi, Rojava sistemini bütünen iyi olarak görüyorlar. Görüşleri tamemen değişmiş yani. Eskiden rejimle ilişkilerimiz var mı yok mu kaygısı varmış. PKK konusunda kaygıları varmış. Artık o o kaygıları aşmış. PYD ile özerk yönetim ile, YPG ile çalışmak istiyorlar. Ve destekliyorlar.’ Siyasi olarak PYD veya Rojava kantonlarının temsilcilik açması, PYD liderlerine vize verilmesi gündeme gelmiş miydi? Evet ve sinyal de verilmiş: ‘Ona da açıklar. Sanırım temsilcilik açma ilerdeki süreçte olur’…”[141]
  2. x) ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, Suriye’nin kuzeyine giderek PYD ve silahlı kolu YPG temsilcileriyle bir araya geldi. Adının açıklanmaması şartıyla ‘The Washington Post’a bilgi veren bir ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, McGurk’un PYD’nin kanton yönetimleri ilan ettiği Rojava’da iki gün geçirdiğini söyledi. McGurk’ün ziyaret ettiği yerler arasında IŞİD kuşatmasını kırmasıyla tüm dünyada tanınan Kobanê kentinin de olduğu aktarıldı. McGurk’ün “hem Kürt yetkililer hem de savaşçılar” ile bir araya geldiği belirtildi. AFP haber ajansı ise McGurk’e Fransız ve İngiliz yetkililerin de eşlik ettiğini bildirdi![142]

Bu işin ABD cephesi; bir de Rusya boyutu var.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Suriye’de rejim ve Kürt güçleri teröre karşı mücadelede güçlerini birleştirmeli.”[143] “Suriye’de Esad ve Kürt gruplar birlikte savaşmalı,”[144] dediği koordinatlarda Rusya Devlet Başkanı Putin’in Ortadoğu Özel Temsilcisi ve Dışişleri Bakanı Yardımcısı Mihail Bogdanov, PYD lideri Salih Müslim ile Paris’te görüştü. 8 Ekim 2015 tarihinde Paris’te yapılan görüşmede, Suriye krizinin, Cenevre’de 30 Haziran 2012’de düzenlenen toplantıda alınan kararlar gereği, ülkenin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü göz önünde bulundurularak ve ülkedeki tüm etnik azınlıkların yasal hakları temin edilerek çözülmesi gerektiği vurgulandı.[145]

Daha sonra da Moskova’da Rojava resmi temsilciliğini açıldı. Açılışa Rojava Kürdistan’ı temsilcileri ve çok sayıda Rus yetkili[146] ile Rojava Kürdistan’ı dış ilişkiler sorumlusu Sinem Muhammed ve HDP Diyarbakır Milletvekili Feleknas Uca katılırken; açılışın Rus Kürt ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olduğu dile getirildi.[147]

Burada Suriye’nin toprak bütünlüğü vurgusunun altını çizmek gerekiyor. Ki bu da işin Esad’lı boyutundaki soru(n)ları içermektedir!

Örneğin Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar Caferi, PYD ve onun silahlı unsuru YPG’yi ABD ve Rusya’nın yanı sıra kendilerinin de desteklediğini açıklayıp, PYD’yi kastederek ABD yönetiminin Suriye’de bir Kürt gruba destek verdiğini, Türkiye’nin ise Washington’dan bu politikadan vazgeçmesini istediğini söyledi.

Burada, “Çıkarların çatışması olabileceğini” belirten Caferi, “Bu arada ABD yönetimi tarafından desteklenen bu Suriyeli Kürt grup aynı zamanda Suriye hükümeti tarafından da destekleniyor. Dolayısıyla Suriye’nin kuzeyinde kazanılan zaferler, Suriye ordusu ile Kürtlerin Suriye halkının tamamı için kazandığı ortak zaferlerdir. Suriye ordusunun doğrudan desteğinden herkes istifade ediyor,” dedi.[148]

Bu kadar da değil! Ayrıca ‘The Sunday Times’ gazetesine verdiği röportajda Suriye Devlet Başkanı Esad, Suriye iç savaşında ABD ve Rusya tarafından desteklenen PYD’ye silah desteği verdiğini belirterek, ellerinde bunun belgesinin olduğunu ifade etti.

Bölgedeki PYD’nin çoğunlukla Suriye ordusu tarafından eğitildiğini ve desteklendiğini belirten Esad, “Belgelerimiz var. Kendilerine silah ve mühimmat gönderdik. Çünkü onlar da Suriye vatandaşları ve teröre karşı mücadele etmek istiyorlar. Aynı şeyi Suriye’deki birçok diğer grupla da yapıyoruz. Çünkü Suriye’nin her bir bölgesine ordu gönderemezsiniz,” dedi![149]

Bunlardan “Neden” mi söz ediyoruz?! Tehlikeli ilişki(ler) olduğu için!

PYD’nin Eş Başkanı Salih Müslim’den anımsayıp/ anımsatmak yeterli olur…

Müslim, “Biz Suriye’nin bir parçası olduğumuzu söylüyoruz. Biz Suriye devriminin bir parçasıyız, hiç bir zaman ayrı düşünmedik. Onun için planlarımız Suriye içinde vardır. Hem demokratikleşmek, hem ilişkiler bakımından devletlerle ilişki bakımından. Bölgenin ve Suriye’nin bir parçasıyız. Suriye’nin istikrarını ve barışını istiyoruz,”[150] deyip; ABD öncülüğündeki koalisyonun kararı olmadan Fırat’ın batısına geçmeyeceklerini söylüyor![151]

“Suriye’nin bütünlüğünü savunmak ve ABD öncülüğündeki koalisyonun kararı olmadan Fırat’ın batısına geçmemek” anlayış(sızlığ)ı ister taktik, ister stratejik olsun; her ne hâl ise, tehlikeli ilişki(ler)in parçasıdır. Bu koordinatlarda Friedrich Schiller’in, “Bütün olmaya çalış,” uyarısı üzerine bir kez daha kafa yormakta yarar vardır.

 

III.2) ROJAVA DENEYİMİ

 

Ralph Waldo Emerson’un, “Dünya tarihindeki her muhteşem ve etkili anda, adanmışlığın zaferini görürsünüz,” sözleriyle betimlenebilecek Rojava Deneyimi, Nazan Üstündağ ile Bülent Küçük’e göre, “Yeni bir toplumsal düzen”dir;[152] Demir Çelik[153] ile Ahmet Çavlı[154] için de “Devrim”…

Hayri Demir ile Ersin Çaksu, “Kadınların evlerden çıkarak devrimin öncülüğünü yaptığı Rojava’da, toplumsal değişim-dönüşümün de asli unsuru yine kadınlar oldu,”[155] tespitinden hareketle bir kadın devriminden söz ederlerken; “Rojava Devrimi, hem barbarlığa karşı direnişiyle hem de ortaya koyduğu demokratik modelle insanlığın yüzünü döndüğü güneşe dönüştü… MLKP savaşçısı Seydo Azad, devrimin başından bu yana Rojava’da olduklarını kaydederek, ‘Uzaktan bakarak devrim tahlilini yapmak ne kadar doğru olabilir ki? Bugün ‘Rojava’da devrim yok’ diyenler buraya uzaktan bakanlardır. Buradan bu çağrıyı da yapalım: ‘Devrim değil’ diyenler gelip burada bu havayı soluyarak ona göre karar versinler’ dedi,”[156] türünden olguculuğa sarılmakta yarar umanlar da yok değil!

Hatta, hatta “Rojava klasik bir devrim değil. Ama post-modern özlemleri de karşılamaz. Aksine kendi devrimini gerçekleştirdiği oranda insanlığın gündemine başka düşün modellerini sokacak özelliklere sahiptir. Bundan dolayı içinde yaşadığımız uygarlığın sorunlarının içinden beklenen çözümler üretmeyecektir. Mesela son gerçek devrim endüstriye geçiştir. Yani yapısal bir dönüşümdür. Bunun yönetme ve yönlendirme sistemleri kapitalizm, sosyalizm ve ekseninde şekillenen modern devletle biçimlenmiştir. Liberalizm, sosyal demokrasi, çevreci hareketler, feminal yaklaşım mevcut mekanizmanın farklı süreçlerinin gerekleri ölçüsünde ortaya çıkmışlardır. Yani gerçek anlamda bir devrim, dönüşüm kategorisinde yer alamıyorlar. Kriterler ve yaklaşım değişmelidir,”[157] denilecek kadar abartılıyor Ahmed Pelda tarafından… Ve devrimi “insansız”laştırarak, “sınıfsız”laştırarak teknolojik değişime indirgemekten malûl bir anlayışı dillendiriyor.

Şurası vurgulanmalıdır: devrim teknolojide ya da zihniyetlerdeki bir dönüşüm (“modernite’den post-modernite’ye geçiş gibi) değil, mülkiyet ilişkilerindeki köklü değişikliğin adıdır. Yani üretim araçlarının mülkiyetinin bir sınıftan diğerine el değiştirmesinin…

1789 Fransız Devrimi, hatta 1917 Ekim Devriminden bile daha büyük bir devrim olarak gösterilmeye çalışılan Rojava Tezleri’nin Murray Bookchin patentli ve hiç de yeni olmayan anarşizan iddialar olduğu bir “sır” değildir.

Kimilerinin “teoriyi taktiğin konusu kılmak”[158] diye göklere çıkardığı yanılgı, özü itibariyle mefkureleri gerçekleştiremeyince gerçekleri mefkureleştirmek pragmatizminden ya da ideolojiyi siyasete güttürmekten başka bir anlam taşımaz!

“Direnişin sembolü olan Kobanê”siyle[159] Rojava, “Sadece oyun bozan değil, oyun da kuran”[160] bir dinamiktir Çağlar Özbilgin’in ifadesiyle; ancak bu imkânları kadar tehlikeleriyle de birlikte ele alınması gereken çokyönlü ve bağıntılı süreçtir.

Bu bağlam da çok önceleri söylediğim gibi, “Rojava, bir ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!

Ancak kurtarılmış bölgedeki ‘öz yönetim deneyimi’ denilen şey, sadece bir geçiştir; yani ‘kararsız denge’ hâlidir; uzun süre böyle kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!

Rojava’ya ilişkin, ‘Bütün Ortadoğu’yu ve hatta dünyayı değiştirecek bir devrim’ veya ‘Dünyanın sıfır noktası’ benzeri sözlerin Zapatistalar için de kullanıldığı ve aradan geçen zaman ardından ne olduğu hepimizin malumudur…

Nihayet ‘Rojava’nın özerklik deneyimi kadar, bir feminist, sosyalist deneyim olduğu’ varsayımı sadece öznel bir görüştür; bir süre de propaganda malzemesi olarak böylece kalacaktır!

Rojava, radikal sosyalistler tarafından (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken bir özgürlük hamlesidir…”[161]

“Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası olarak Ortadoğu dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler, Ortadoğu’da XX. yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini göstermektedir; bunun kanıtıdır.”[162]

Ve “Certum an, sed incertum quando/ Olayın olacağı biliniyor, ama ne zaman olacağını kimse bilmiyor,” diye tanımlanması mümkün olan güzergâhta imkânları kadar tehditleriyle yeni bir gelecek bugünde biçimlenmektedir; ona ne şüphe?

O hâlde, “Yalnız barışçı değil, bir barış savaşçısıyım. Barış uğruna savaşım vermek istiyorum. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramayacaktır,” diyen Albert Einstein’ın uyarısını kulağımıza küpe ederek; yolumuzu açmamız gerekiyor.

Tarihin hepimize sorduğu soru; yolumuzu açmaya cüret edip, edemeyeceğimize ilişkindir…

 

22 Şubat 2016 13:53:04, Ankara.

N O T L A R

[1] 26, 27 ve 28 Şubat 2016 tarihlerinde Avusturya’nın Ternitz, Viyana ve Linz kentlerinde ATİGF’in düzenlediği etkinliklerde yapılan konuşma…

[2] Jean Paul Sartre.

[3] Abbas Güçlü, “İlber Ortaylı’dan Ortadoğu Analizi”, Milliyet, 22 Ocak 2016, s.22.

[4] Fatih Yaşlı, “Petrol, Dolar ve Kan: Bölgesel Savaşa Doğru Ortadoğu”, Birgün, 6 Ocak 2016, s.3.

[5] Ceyda Karan, “Şapkadan Çıkan ‘ABD-Rus Planı’…”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2016, s.13.

[6] Ceyda Karan, “Şengal ve ‘Joey I’…”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2015, s.7.

[7] Yaman Törüner, “Ortadoğu Haritası”, Milliyet, 19 Ocak 2016, s.12.

[8] Selin Ongun, “Emekli Büyükelçi Uluç Özülker: Esad’ın Suriyesi Rusya’nın Mandası Oldu”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2016, s.7.

[9] Şükran Soner, “Suriye Odaklı 3. Dünya Savaşı…”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2016, s.9.

[10] “Rusya: Soğuk Savaş Dönemi”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2016, s.11.

[11] “ABD: Suriye Savaşını Bitirmek İçin Esad’la Konuşmak Zorundayız”, Hürriyet, 15 Mart 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28459993.asp

[12] Özge Ozan, “ABD, Çıkarını Savunanın Arkasında Durur”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:250, 27 Ocak-9 Şubat 2016, s.3.

[13] Seumas Milne, “Gerçekler Ortaya Çıkıyor: ABD Suriye’de IŞİD’in Yükselişini Nasıl Destekledi?”, 8 Haziran 2015… http://www.sendika.org/2015/06/gercekler-ortaya-cikiyor-abd-suriyede-isidin-yukselisini-nasil-destekledi-seumas-milne/

[14] “Ve Rusya, Suriye’de Tetiği Ateşledi”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2015, s.10.

[15] “Akdeniz’e Daimi Rus Gücü”, Cumhuriyet, 18 Mart 2013, s.12.

[16] Nilgün Cerrahoğlu, “Değişen Ortadoğu… Rusya ve İran’ın Çıkışı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2013, s.8.

[17] Patrick Cockburn, “Irak ve Afganistan Savaşları Rusya’yı Baş Masaya Geri Döndürdü”, Radikal, 16 Eylül 2013, s.16.

[18] Sami Kohen, “Rusya Ne Yapmak İstiyor?”, Milliyet, 2 Ekim 2015, s.20.

[19] Foreign Affaires, 16 Eylül 2015.

[20] “FT: ‘Erdoğan’ın Büyük Güç Hayali Buraya Kadarmış’…”, Cumhuriyet, 5 Mart 2015, s.4.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Stratejik Derinlik: Fanteziler, Gerçekler”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2015, s.8.

[22] “İran: Türkiye Yeni Osmanlı Peşinde”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2014, s.12.

[23] Boyundan büyük işlere kalkışan neo-Osmanlı hayaller, attığı her adımda, her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. İşte iki örnek:

  1. i) Sosyal paylaşım sitesi Twitter’da ‘Başçalan’ adlı hesap tarafından yolsuzluk ve rüşvete dair yayınlanan kayıtlara skandal bir kayıt daha eklendi. Yayınlanan ses kaydına göre MİT, THY aracılığıyla Nijerya’ya kime gittiği belli olmayan bir miktar silah gönderiyor. Başbakan Başdanışmanı Mustafa Varank olduğu söylenen kişiye, THY Özel Kalem Müdürü Mehmet Karakaş olduğu belirtilen kişinin “Müslümanları mı öldürecek, Hıristiyanları mı öldürecek vebal altındayım.” diyerek silahların kime gideceğini sorduğu skandal ses kayıtlarında ortaya çıkıyor. Başbakan’ın danışmanı Mustafa Varank ise MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kastederek, “Hakan Bey’le bir araya gelemedik, ondan dönemiyorum sana,” dediği anlaşılıyor. (“THY Uçaklarıyla Silah Sevkiyatı Tartışması”, Zaman, 20 Mart 2014, s.8.)
  2. ii) Yemen’e kaçak yolla gönderilen silahların saklandığı kutulara şöyle bir bakılmış… Türkiye’den Yemen’e kaçak yollarla gönderilen 2 bin 500 adet silahın gizlendiği bisküvi kutularının, Gümrükler Genel Müdürlüğü’nün eşyanın “ambalajına zarar verilmeksizin işlem yapılması” yönündeki talimatı kapsamında arandığı, kırmızı hatta olan eşyanın arama sırasında kamera kaydının olmadığı ortaya çıktı. Müfettişler, bu şekilde arama uygulamasının kaldırılması, kamera kayıtlarının 1 yıl boyunca saklanmasını istedi. (Mahmut Lıcalı, “Yalandan Aramışlar”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2013, s.3.)

[24] Mutlu Yuca, “AKP Adaydan Tartışılacak Sözler”, Hürriyet, 4 Eylül 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29989887.asp

[25] Alın bir kaç örnek daha: “Ortadoğu’da 1517’de başlayan ‘Osmanlı Barışı’, 1917’ye kadar fasılasız dört asır sürdü… Ortadoğu Osmanlı’yı özledi.” (Nazif Gürdoğan, “Osmanlı’yı Özleyen Ortadoğu”, Yeni Şafak, 20 Ekim 2015, s.20.)

Veya BAREM Research’ün dünya genelinde 53 araştırma şirketinin yöneticisiyle, ‘Arap Baharı Dünya Fikir Önderlerinin Gözünde Türkiye’yi Nasıl Etkiledi?’ konulu anketine göre, araştırmacıların 10’da 7’si Türkiye’nin gelecekte Ortadoğu’nun lider ülkesi olacağını düşünüyor! (“Ortadoğu’nun Yeni Lideri Türkiye”, Sabah, 13 Mayıs 2012, s.9.)

[26] Ergin Yıldızoğlu, “Stratejik Derinlikten Stratejik Saçmalıklara…”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2013, s.4.

[27] Ergin Yıldızoğlu, “Dönülmez Akşamın Ufkunda…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2015, s.9.

[28] Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu’nun En Yeni Lider Adayı…”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2015, s.10.

[29] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Jeopolitik ve Türkiye”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2015, s.8.

[30] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Kez İklim Çok Farklı”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2015, s.9.

[31] Serpil İlgün, “Hakan Güneş: AKP Bir Sünnîstan Hayal Ediyor”, Evrensel, 30 Kasım 2015, s.14.

[32] Ergin Yıldızoğlu, “İstikrar Olmadı, Savaş Verelim!”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2016, s.8.

[33] Can Uğur, “Ergin Yıldızoğlu: Taraf Olmanın Bedeli Ödeniyor”, Birgün, 22 Temmuz 2015, s.6.

[34] Nuray Mert, “Savaşa mı Giriyoruz?”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.5.

[35] Selin Ongun, “Emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz: Türkiye Yeni Soğuk Savaşta Cephe Ülkesi, Rusya’nın Kuşatması Altında”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.13.

[36] Umur Talu, “Trajik Derinlik: Baldırandan Çaldıran’a!”, Haber Türk, 13 Mayıs 2013, s.14.

[37] Sami Kohen, “Ankara İçin Bölgesel Rol Fırsatı”, Milliyet, 3 Ekim 2014, s.19.

[38] “Davutoğlu: IŞİD, Terörize Gibi Görünebilir Ama…”, Taraf, 8 Ağustos 2014, s.9.

[39] Oysa IŞİD’in topraklarında hilafet ilan ettiği Irak’a ilişkin ‘BM Irak Yardım Misyonu ve İnsan Hakları Yüksek Temsilciliği’nin yayımladığı rapora göre, Ocak 2014-Ekim 2015 döneminde en az 18 bin 802 sivil öldürüldü, 36 bin 245 kişi yaralandı. 21 ayda 3.2 milyon Iraklı da yerinden oldu. (“BM: 3500 Kadın IŞİD Kölesi”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2016, s.13.)

[40] Kemal Göktaş, “O ‘Öfkeli Gençler’ Artık Kontrol Dışı”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.14.

[41] “IŞİD ile AKP’nin doğal ittifakı söz konusu!” (Amed Dicle, “Kobanê Direnişi”, Evrensel Pazar, 28 Eylül 2014, s.4.)

[42] Doğu Eroğlu, “Hamid Dabaşi: IŞİD Koalisyonun Emrinde”, Birgün, 29 Ekim 2014, s.12.

[43] İlhan Tanır, “Martin Chulov: IŞİD’i AKP Büyüttü”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2015, s.14.

[44] Sedat Sur, “DAİŞ’çiden İtiraf: Lojistiğimiz Türkiye’den”, Gündem, 18 Ağustos 2015, s.12.

[45] “Türkiye Batı’nın Paralı Askeri Gibi”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2012, s.12.

[46] “Almanya da Suriye’ye Giden Silahların Peşinde”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2015, s.12.

[47] “The Independent: Türkiye-Nusra Kolkola”, Gündem, 13 Mayıs 2015, s.13.

[48] Tolga Tanış, “ABD Yıllık ‘Terörizm Ülkeler Raporu’nu Yayınladı: Ana Yol Türkiye”, Hürriyet, 20 Haziran 2015, s.18.

[49] “NYT’dan ‘Bomba’ İddia: Türkiye’den IŞİD’e Giden Gübreler Bomba Yapımında Kullanılıyor”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s.9.

[50] “Devrimcilikten Savaş Ağalığına”, Radikal, 2 Aralık 2013, s.22.

[51] Özcan Yaşar, “Özgür Hırsız Ordusu”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.7.

[52] “Focus: İsrail Komandoları Halep’te”, Birgün, 3 Ocak 2013, s.11.

[53] “Süryanîler Türkiye’ye Öfkeli”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2015, s.9.

[54] Duygu Güvenç, “Yurttaş ‘Kardeşler’…”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2014, s.8.

[55] “Muhalifler Halep’te Maaşları TL ile Ödüyor”, Milliyet, 19 Ağustos 2015, s.22.

[56] “Türkiye Yağmayı Destekliyor”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2013, s.11.

[57] “Bin Fabrika Türkiye’ye Kaçırıldı”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2013, s.12.

[58] Kemal Göktaş, “MİT Araçları Cihatçılara Çalışıyor”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2015, s.15.

[59] “Birleşmiş Milletler’den Türkiye’ye TIR Uyarısı”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2014, s.7.

[60] “The Times Gazetesinden Bomba Türkiye ve IŞİD İddiası”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2014, s.12.

[61] Bahadır Selim Dilek, “Çeçen Savaşçı Trafiği”, Cumhuriyet, 25 Mart 2013, s.12.

[62] “Die Welt: IŞİD’in Yüzde 10’u Türk”, Milliyet, 6 Ağustos 2014, s.19.

[63] Elmas Topçu, “IŞİD’in Cazibesi”, Evrensel Pazar, 7 Aralık 2014, s.4.

[64] “Suriye’de 500 Türk Savaşçı”, Taraf, 23 Eylül 2013, s.10.

[65] İdris Emen, “Adıyaman – Suriye Cihat Hattı”, Radikal, 29 Eylül 2013, s.8-9.

[66] Işıl Özgentürk, “Bütün Söz Vermelerin Tarihçesi; Sevgim Acıyor”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2014, s.18.

[67] Alican Uludağ, “IŞİD Sınırı Geçerken Devlet İzlemiş”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2016, s.14.

[68] Kemal Göktaş, “Bombalar İki Yılda Böyle Hazırlandı”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2015, s.8.

[69] “IŞİD Komutanından Çarpıcı Sözler: Artık Türkiye’ye Girmek O Kadar Kolay Değil”, Hürriyet, 14 Ağustos 2014, s.21.

[70] “Amerikalı Cihatçının ‘İstanbul Macerası’…”, Milliyet, 31 Ağustos 2014, s.22.

[71] Nilgün Cerrahoğlu, “Hint Diplomatı M.K. Bhadrakumar: Çaresiz Yalnızlık”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2014, s.7.

[72] Tuğba Tekerek, “Henri Barkey: Türkiye’de IŞİD Destekçisi Altyapı Var”, Taraf, 15 Eylül 2014, s.7.

[73] Ayşe Sayın, “Kürtler: Türkiye Bizi Sattı”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2014, s.7.

[74] Mahmut Lıcalı, “IŞİD’i Türkiye Güçlendirdi”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2014, s.4.

[75] “ABD: IŞİD Petrolü Türkiye’ye Gidiyor”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2015, s.6.

[76] Sebahat Karakoyun, “Irak’tan Alınan Petrol Aslında IŞİD Petrolü”, Birgün, 4 Aralık 2015, s.10.

[77] “Satışlar Başladı”, Birgün, 2 Aralık 2015, s.8.

[78] “IŞİD Petrolü Üç Güzergâhtan Türkiye’ye Gidiyor”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2015, s.12.

[79] “IŞİD’den Türkiye’ye 8 Ayda 800 Milyon Dolarlık Petrol”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2015, s.12.

[80] “IŞID’in Petrol Trafiği”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.6.

[81] Çiğdem Toker, “IŞİD Petrolü ve Türkiye”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2015, s.8.

[82] Çiğdem Toker, “Türkiye IŞİD Raporunu Niye Hatırlatmıyor?”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2015, s.8.

[83] Erk Acarer, “En Çok Kadın O Astsubaya Gider”, Cumhuriyet, 5 Mart 2015, s.8.

[84] Meltem Yılmaz, “Suriyeli Aile Türkiye Gerçeğiyle Tanıştı”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2013, s.7.

[85] Bünyamin Aygün, “Suriyeli Zeynep’in Çaresiz Bekleyişi”, Milliyet, 20 Eylül 2013, s.19.

[86] İklim Öngel, “Sınırda Fuhuş Batağı”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2013, s.7.

[87] Haşim Abak-Fikret Aydemir, “Listeden ‘Kuma’ Ticareti!”, Gündem, 18 Şubat 2014, s.2.

[88] Erk Acarer, “Kamptan Pavyona”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2014, s.6.

[89] İdris Emen “İstanbul’da Yol Kenarında Bir Mülteci Kenti Doğdu”, Radikal, 28 Nisan 2014, s.4-5.

[90] İdris Emen, “O Mülteci Kampı Artık Yok!”, Radikal, 29 Nisan 2014, s.4-5.

[91] Ceyda Karan, “Tel Abyad Masalları”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2015, s.7.

[92] Nihat Ali Özcan, “Davutoğlu: PYD Unsurları da PKK Gibi Türkiye İçin Tehdittir”, Milliyet, 28 Eylül 2015, s.14.

[93] Mahmut Oral, “Ağır Silahlar Türkiye’den”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2014, s.9.

[94] Cafer Solgun, “IŞİD Kobanê’ye Neden Saldırıyor”, Taraf, 10 Temmuz 2014, s.8.

[95] “Demirtaş, Öcalan’ın Tartışılan Mesajını Okudu”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2014, s.5.

[96] “Erdoğan: İlk Tercihimiz ÖSO İdi”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2014, s.7.

[97] “Fransa’dan Türkiye’ye ‘YPG’ Çağrısı”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.10.

[98] “Erdoğan ve Çavuşoğlu’na ABD’den Yalanlama!”, Taraf, 21 Şubat 2016… http://www.taraf.com.tr/erdogan-ve-cavusogluna-abdden-yalanlama/

[99] İlhan Tanır, “ABD’den Türkiye’ye Yalanlama: Belge Verilmedi”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2016, s.13.

[100] İlhan Tanır, “Türkiye-ABD İlişkilerinde Tarihi Düşüş”, Cumhuriyet, 6 Mart 2015, s.9.

[101] Tolga Tanış, “Biden’dan Yalanlama: Ben Erdoğan’dan Asla Özür Dilemedim”, Hürriyet, 5 Kasım 2014, s.14.

[102] “ABD’den Erdoğan’a Yalanlama: Hiçbir Zaman Özür Dilemedim”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2014, s.12.

[103] “Cockburn: Türkiye ABD’nin Sabrını Taşırdı”, Radikal, 21 Ekim 2014… http://www.radikal.com.tr/dunya/cockburn_turkiye_abdnin_sabrini_tasirdi-1220177

[104] “ABD: PKK ve PYD Farklı Örgütler”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2014, s.7.

[105] “Washington Post: ‘ABD ile Türkiye’nin 60 Yıllık İttifakı Çatırdıyor”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2014, s.15.

[106] Cansu Çamlıbel, “Hugh Pope: ABD Sırt Sıvazlıyor Erdoğan Yalnız”, Hürriyet, 20 Mayıs 2013, s.18.

[107] Sefa Karahasan, “Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu: Model Ortağımız ABD, YPG’yi Tercih Edemez”, Milliyet, 27 Temmuz 2015, s.16.

[108] Ceyda Karan, “… ‘Kifayetsiz Muhteris’ Müttefik”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2014, s.11.

[109] İlhan Tanır, “ABD: Türkiye’nin IŞİD’e Karşı Desteği Yetersiz”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2015, s.8.

[110] “ABD’den Erdoğan’ın Sözlerine Cevap: Bizim İçin de Önemli”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2014, s.9.

[111] “PYD’den Flaş ‘Türkiye’ Açıklaması”, Hürriyet, 14 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/pydden-flas-turkiye-aciklamasi-40054369

[112] Cansu Çamlıbel, “Malcolm Hoenlein: PKK-IŞİD Varken İşbirliği Acil ve Elzem”, Hürriyet, 15 Şubat 2016, s.20.

[113] Barak Ravid, “Çıkarlar Ego ve Politikaya Gelip Geldi”, Evrensel, 24 Mart 2013, s.7.

[114] Selahattin Soro, “Rusya Resmen Suriye’de!”, Gündem, 16 Eylül 2015, s.13.

[115] Ali Bayramoğlu, “İki mesele: Sünnî Siyaset ve Kürt Sorunu”, Yeni Şafak, 27 Eylül 2014, s.3.

[116] “Karayılan: İntikam Alınacak”, 13 Ocak 2016… http://www.bestanuce6.xyz/haberayrinti.php?id=237268

[117] Hasan Bildirici, Rojevakurdistan… http://rojevakurdistan.org/hasan-bildirici

[118] Namık Durukan, “Sakal Kesmek Artık Serbest”, Milliyet, 21 Haziran 2015, s.20.

[119] Namık Durukan, “Vahşetin Dibi Yok!”, Milliyet, 22 Haziran 2015, s.15.

[120] Tolga Şardan, “Kobanê’de ‘Sessiz’ Katliam”, Milliyet, 27 Haziran 2015, s.17.

[121] Namık Durukan, “Kobanê’nin Yetim Kalan Çocukları!”, Milliyet, 28 Haziran 2015, s.17.

[122] Namık Durukan, “Komşu Dediklerimiz Çocukları Öldürdü”, Milliyet, 29 Haziran 2015, s.13.

[123] Namık Durukan, “IŞİD Kobanêli Son Ermeni’yi Katletti”, Milliyet, 1 Temmuz 2015, s.19.

[124] Namık Durukan, “Oğlumu Gözümün Önünde Öldürdüler”, Milliyet, 23 Haziran 2015, s.15.

[125] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.201-192.

[126] Geçerken hatırlatalım: Heracleitus, “Karşıtlar yararlıdır, en iyi uyum farklılıklardan çıkar,” derken ekler Jacques Ranciere de: “Görüş ayrılığı, beyaz diyenle siyah diyen arasındaki bir çatışma değildir. Görüş ayrılığı, beyaza beyaz diyen ama beyazdan farklı şeyler anlayanlar arasındaki bir çatışmadır.”

[127] “Hıristiyanlardan PYD’ye Suçlama”, Hürriyet, 5 Kasım 2015, s.23.

[128] “YPG ‘Savaş Suçu’ İşliyor”, Hürriyet, 14 Ekim 2015, s.30.

[129] “ABD’den Türkiye Açıklaması: İnanmayın!”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2014, s.15.

[130] Pınar Ersoy, “ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Blinken: Partnerimiz Türkiye Başka Tercih Olmaz”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2015, s.17.

[131] Murat Çakır, “… ‘Yeni Suriye’ ve Rojava”, Gündem, 3 Ekim 2015, s.13.

[132] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 2006, s.52.

[133] “Kerry: Kobanê Düşmedi Çünkü Biz Devreye Girdik”, Radikal, 13 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/dunya/kerry-Kobanê-dusmedi-cunku-biz-devreye-girdik-1471813/

[134] Tolga Tanış, “ABD, Suriye’ye Asker Gönderecek”, 30 Ekim 2015… http://www.hurriyet.com.tr/abd-suriyeye-asker-gonderecek-40008015

[135] “Suriye’de ABD-YPG ‘Üssü’…”, Milliyet, 24 Ocak 2016, s.22.

[136] “Suriyeli Kürtlere Doğrudan Silah”, Hürriyet, 4 Ekim 2015, s.22.

[137] “YPG sözcüsünden Salih Müslim İçin Sert İfadeler”, Milliyet, 16 Ekim 2015… http://www.milliyet.com.tr/ypg-sozcusunden-salih-muslim-icin/dunya/detay/2133082/default.htm

[138] “ABD 50 Ton Silah Yolladı”, Birgün, 14 Ekim 2015, s.13.

[139] “Rojava’da 450’den Fazla Asayiş Üyesine Eğitim”, Milliyet, 11 Eylül 2015, s.19.

[140] “ABD Dışişleri’nden YGP’ye Çağrı: Türkiye ile Gerilimi Yükseltmekten Kaçının”, Hürriyet, 17 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/abd-disislerinden-ygpye-cagri-turkiye-ile-gerilimi-yukseltmekten-kacinin-40056083

[141] M. Ali Çelebi, “ABD’de Temsilcilik”, Gündem, 19 Ekim 2015, s.12.

[142] “ABD’den PYD’ye ‘Teselli Ziyareti’…”, Milliyet, 2 Şubat 2016, s.12.

[143] Yusuf Karataş, “Sakın PYD ile İş Tutmayın!”, Evrensel, 26 Ekim 2015, s.8.

[144] “Putin: Suriye Ordusu Irak ve Kürtler Birleşmeli”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.10.

[145] “Rusya, PYD ile Görüştü”, Radikal, 9 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/dunya/rusya-pyd-ile-gorustu-1448747

[146] “Moskova’da Resmi Rojava Temsilciliği”, Gündem, 11 Şubat 2016, s.12.

[147] “Rojava Özerk Yönetimi’nin Moskova Temsilciliği Açıldı”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2016, s.7.

[148] “Suriye’nin BM Özel Temsilcisi Caferi’den ‘PYD’ Açıklaması”, Hürriyet, 17 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/suriyenin-bm-ozel-temsilcisi-caferiden-pyd-aciklamasi-40056025

[149] “Suriye Lideri Esad: PYD’ye Silah Verdik, Belgesi Var”, Hürriyet, 8 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/suriye-lideri-esad-pydye-silah-verdik-belgesi-var-40024363

[150] Feri Aslan, “PYD Eş Başkanı Müslim’den Flaş Açıklama”, Hürriyet, 19 Temmuz 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29585828.asp

[151] “PYD: ABD’siz Fırat’ı Geçmeyiz”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2016, s.7.

[152] Nazan Üstündağ-Bülent Küçük, “Yeni Bir Toplumsal Düzen: Rojava”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.47-56.

[153] Demir Çelik, “Rojava Devrimi”, Gündem, 20 Temmuz 2015, s.11.

[154] Ahmet Çavlı, “Halk Devrimi Rojava ve Faşizm”, Politika, Yıl:1, No:17, 1 Ağustos 2015, s.10.

[155] Hayri Demir-Ersin Çaksu, “Rojava Devrimi, Kadın Emeğiyle Yaratıldı”, Gündem, 24 Temmuz 2015, s.14.

[156] Hayri Demir-Ersin Çaksu, “Rojava Devrimi İnsanlık Devrimidir”, Gündem, 25 Temmuz 2015, s.14.

[157] Ahmed Pelda, “Rojava’da Devrim Adına Farklı Olan Ne?”, Gündem, 20 Temmuz 2015, s.4.

[158] “Kürdistan Hareketi, Öcalan’ın 1999’dan itibaren oluşturduğu ‘yeni paradigma’nın yönetsel/politik uygulama modeli olarak, 2005’ten bu yana ‘demokratik özerklik’ hedefini belirlemiş bulunuyor. Merkezî bir gücün yönettiği geniş bir bütün içinde, bir alt-birimin belli koşullar altında kendi kendini yönetme hakkı olarak özerkliğin, statik bir anlayış bakımından devrimci olmadığı açıktır. Fakat, hiçbir model ‘şişede durduğu gibi durmaz’! Model, taşıyıcılarına bir yön verir, ancak taşıyıcıların dinamiği modeli alıp götürebilir ve taşıyıcılara başka bir model bulmak düşer.

Abdullah Öcalan’ın temel bir özelliği teoriyi taktiğin konusu kılabilmesidir. Teori, dokunulmaz ve yüce yerinde tozlanmaya bırakılmıyor, her konjonktürde hareketin hizmetine koşuluyor. Lenin gibi başarılı kurucu politik önderlere özgü bu nitelik, doktrinerlerce yaygın olarak oportünizm olarak damgalanır. Kürdistan Hareketi, bu akışkanlığı bir tanımlayıcı öğe hâline getirmiştir. Hareketin çapraşık, kesişen, aykırı, birçok bileşeni karmaşık bir bütünlük olarak beliriyor. Hareket, bu hâliyle doktriner bakışlarca anlaşılması olanaksız bir tablo sunuyor.” (Metin Kayaoğlu, “Geçiş Hâlinde Bir Paradigma ve Geçiş Hâlinde Bir Model: Demokratik Özerklik”, Teori ve Politika… http://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/547-gecis-hâlinde-bir-paradigma-ve-gecis-hâlinde-bir-model-demokratik-ozerklik)

[159] “Direnişin Sembolü: Kobanê!”, Özgür Gelecek, No:45, 2-8 Temmuz 2015, s.16

[160] Çağlar Özbilgin, “Rojava: Sadece Oyun Bozan Değil, O Artık Oyun da Kuran”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:247, 16-29 Aralık 2015, s.8.

[161] Temel Demirer, “Ortadoğu ve Rojava ya da Tehditler ile İmkânlar”, Kaldıraç, No:159, Eylül 2014.

[162] Temel Demirer, “Ortadoğu’da Durum ve Olanak(lar)”, Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014.

Cumhuriyeti nasıl bilirsiniz?

Mustafa Kemal Nutukta “kuruluş” hikayesini şöyle anlatıyor: “Yemek esnasında; yarın cumhuriyet ilân edeceğiz dedim. Hazır bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, sureti hareket hakkında, kısa bir program tespit ve arkadaşları tavzif ettim.” … “Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, selahiyetleri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden ve rey ve muvafakatları alınmadan, Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını vesileyi iğbirâr [gücenme] ve iftirak [ayrımcılık] addettiler.” Sofrada bulunan ‘kemikcilerin’ şefleriyle hemfikir olmaması elbette mümkün değildir ve şefin ‘Ankara’da bulunan arkadaşların’ niyetini okuduğu da kesin.
O halde Ankara dışında bulunan ve ‘selahiyetleri de olmayanlar’ neden iğbirâr ve iftirak ediyorlardı? [Ki, Cumhuriyet’in ilan edildiği oturumda 289 milletvekilinin 130’u yoktu]. İtirazın nedeni ne idi? Bu soruya cevap vermeden önce, Saltanatın 1 Kasım 1922’de ilga edildiği halde rejime neden cumhuriyet adı konmadığına, bunun için bir yıl beklendiğine açıklık getirmek gerekiyor. Zira saltanatın ilgasıyla rejim açısından Eski ile Yeni arasında ortaya çıkan yegane fark, Padişah’ın sahneden çekilmesi, iktidarın veraset yoluyla geçmeyeceğinin ilân edilmesiydi. Dolayısıyla gerçekleşen bir hükümet darbesiydi ve emekçi toplum sınıflarının, devlet dışı unsurların herhangi bir dahli söz konusu değildi. Fakat Mustafa Kemal’in ebedî şef ilân edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da pek bir kıymet-i harbiyesi olmadığı anlaşılacaktır. Eğer yüzyıl yaşasaydı ki, bu teorik olarak mümkündür, 62 yıl Ebedî sef olarak saltanat sürecekti. Bilindiği gibi, Osmanlı padişahlarının tahtta kalmalarının aritmetik ortalaması 17, 3 yıldır. 46 yıllık saltanatıyla rekor Kununî Sultan Süleyman’a aittir. Sultan II. Abdülhamid 33 yıllık saltanatıyla ikincidir… Mustafa Kemalin milli hareketin başına getirildiği tarihten ölümüne kadar geçen süre de 19 yıldır…
Saltanatın ilgası da, cumhuriyetin ilanı da halk iradesini ve iktidarını gerçekleştirmek, demokratik bir rejim kurmak gibi ulvî ve soylu amaçlar taşımıyordu. Ne araç ve sürücüsü, ne de aracın istikâmeti değişmişti… Bundan böyle araç sadece eskisinden daha hızlı yol alacak, Büyük Savaş sonunda ‘ezelî‘ iktidarı tehlikeye giren bürokratik elitle, Ermeni, Rum. Süryani… mallarına el koyarak palazlanan, savaş karaborsasıyla zenginleşen komprador kapitalist sınıfla toprak ağalarının önü sonuna kadar açılacaktı… Her ikisinin de amacı Mustafa Kemal’in şahsi iktidarını [Bonapartist diktatörlüğünü densin] tesis etmeyi amaçlayan politik manevralardı. Anayasal monarşiden koyu diktatörlüğe geçişin aşamalarıydı. Bu yolda da iki pürüz vardı; biri, ‘kendi dışlarındaki Padişah’, diğeri de kendi içlerindeki reel veya potansiyel muhalefet. Saltanatın ilgası birincinin, cumhuriyetin ilânı da ikincinin bertaraf edilmesi demekti. Mustafa Kemal’in şikayet ettiği, üzerlerine vazife olmadığı halde Mustafa Kemal’e muhalefet eden veya muhalefet etme potansiyeli olan Milli Mücadale’nin ünlü komutanları: Rauf Bey [Orbay] ve Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele… gibi az sayıda ama etkili, karizmatik şahsiyetti. Onları sorun olmaktan ilelebet çıkarmak da Şeyh Sait İsyanı vesilesiyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İzmir Suikasti komplosu sayesinde mümkün olacaktı. Eğer o tarihten sonra Cumhuriyetin önüne bir sıfat eklenecek olsa, bu: Takrir-i Sükûn Cumhuriyeti olabilirdi. Artık yapılanlara ve yapılacak olanlara itiraz edecek, iğbirâr ve iftirak edecek kimse kalmamıştı, artık Mustafa Kemal Büyük Nutkunu okuyabilir ve tarihi kendi istediği gibi yazabilir, yazdırabilirdi… Fakat Mustafa Kemal’in şahsi iktidarına giden yolda başka ara duraklar ve dönemeçler de vardı. Birinci Mecliste her ne kadar asker ve ‘sivil bürokratların’ hakimiyeti söz konusu olsa da, her şeye rağmen Mustafa Kemal’e sorun çıkaran, ‘İkinci Grup’ denilen bir muhalefet vardı. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Meclisteki muhalefetin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi ve hunharca katledildi. Aslında bir milletvekilinin, farklı düşündüğü, muhalefet ettiği için canice öldürülmesi, ileriki sayfalarda üzerinde duracağımız rejimin niteliği hakkında da kafa yormayı gerektiriyor ve bir fikir de veriyor.
Lozan barış görüşmelerinde Türk delegasyonu emperyalistlerin dayatmaları karşısında sürekli geri adım atmak durumunda kalmış ve görüşmeler tıkanma noktasına gelmişti. Verilen tavizler ve konferansa katılan Türk delegasyonuyla ilgili itirazlar [ikinci grup] veri iken, mevcut meclis kompozisyonuyla barış antlaşmasının imzalanması sürüncemeye girmişti. Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisini kendi kendini fes etmeye zorladı. Meclis içtüzüğü gereği Meclisin feshedilmesi için üçte iki çoğunluk gerekiyordu ama meclis böyle bir çoğunluk sağlanmadan 15 Nisan 1923 de feshedildi. Mustafa Kemal önce Halk Fırkası adıyla bir parti kurdu ve yurt gezisine çıktı. Haziran-Temmuz [1923] aylarında yapılan seçimde adaylar bizzat Mustafa Kemal tarafından ‘özenle’ saptandı. Meclise seçilecek adayları neden bizzat kendisinin belirlediğinin de cevabı hazırdı: “Çünkü vuku bulacak intihabatta [seçimde], milleti iğfal ederek, muhtelif emellerle mebus olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum… şahsıma muhalefet göstereceklerin, milletçe mebusluğa intihabına imkân kalmadığı anlaşıldı.” Mustafa Kemal’e rağmen meclise yine de az sayıda kişi girebildi….
Artık şefin her istediğini fazlasıyla yapacak, Kadir Cangızbay’ın kız gibi bir meclis dediği söz konusuydu. Bu meclis grubuyla önce Lozan’da “zafer kazanıldı”, sonra da sıra cumhuriyetin ilânına gelecekti. Aslında Büyük Millet Meclisi, bilinen anlamda bir parlamento değildi. Haziran-Temmuz 1923 seçimlerinden sonra artık parlamento tanımıyla hiç bir ortak yanı kalmamıştı. Mustafa Kemal’in elinde bir ideolojik/ politik manipülasyon, meşrulaştırma ve iktidar aracıydı. Mustafa Kemal tarafından tayın edilenlerden oluşan tam bir memurin meclisiydi, velhasıl Mustafa Kemal’in Nutukta sözünü ettiği ‘Ankara’daki arkadaşlardan’ ibaretti… 28 Ekim 1923 akşam yemeği sonrasında Mustafa Kemal’le İsmet İnönü baş başa vererek 1921 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununun devletin şekliyle ilgili maddesine: “Türkiye Devletinin şekli hükümeti Cumhuriyettir ibaresini ekliyorlar. O zamana kadar Mustafa Kemal’in bir sır olarak sakladığı […] cumhuriyet kurma fikrini önce yemekteki arkadaşlar öğreniyor ertesi gün de Ankara’daki arkadaşlar muttali oluyor ve artık cumhuriyet bir sır olmaktan çıkıyordu…
Fakat yapılan değişiklik sadece şekli hükümetin adını değiştirmekten ibaret değildi, şefin mutlak iktidarını tesis edecek bir değişiklik daha yapılmıştı. O zamana kadar bakanlar kurulu üyeleri, Büyük Millet Meclisi tarafından seçiliyor ve her bakan için ayrı ayrı oylama yapılıyordu. Bu da az da olsa istenmeyen şahsiyetlerin seçilmesine sebep olabiliyordu… Yapılan değişiklikle bu tür sevimsiz durumlar bertaraf ediliyordu. Madde şöyleydi: “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve Meclis âzası meyanından intihab olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından yine Meclis âzası tarafından intihab olunduktan sonra heyeti umumiyesi Reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis hali içtimada değilse, keyfiyeti tasvip Meclisin içtimaına talik olunur.”
Meclis üyelerini [mebusları] Mustafa Kemal tayın ediyor, başbakanı da kendi tayin ediyor, ve başbakanın oluşturduğu bakanlar kurulu cumhurreisi [kendisi] tarafından meclisin onayına sunuluyor… Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir siyasî rejim, bir tek kişinin her şeyi belirlediği bir dikta rejiminden, bağnaz bir diktatörlükten, velhasıl kavramın bilenen anlamında otokrasiden başka bir şey değildir… İşte size cumhuriyet idaresinden manzaralar… Dikkat edilirse, Cumhuriyetin ilânı, bilinen anlamda cumhuriyetle ilgili değildi, Mustafa Kemal’in şahsi rejimini pekiştiren, diktatörlüğün yerleşmesini sağlayan duraklarından biriydi. Ondan sonraki durak Kununi Esasîde 1924 de yapılan değişiklik olacaktı. O tarihten sonra, artık asgarî demokrasi kırıntısının dahi söz konusu olmadığı bir dikta rejimi, inkılaplara hız verebilir, yetkin bir mürebbî olarak halkı eğitebilir, adam edebilir ve muasır medeniyet seviyesini yakalamak üzere emin adımlarla nurlu ufuklara doğru yol alabilirdi…
Yukarda sorduğumuz, neden saltanat ilga edildiği halde rejime cumhuriyet adının konması için 364 gün beklendiği sorusunun cevabı netleşmiş olmalıdır. Mustafa Kemal bir zamanlama ustası olarak neyin ne zaman yapılacağını çok iyi bilen bir siyasetçiydi. Aradan geçen bir yıllık dönemde [1 Kasım 1922- 29 Ekim 1923] muhalefeti etkisizleştirmeyi, şahsi otoritesini güçlendirmeyi başarmıştı. Cumhuriyet, kelimenin gerçek anlamda cumhuriyetle ilgili değildi. Cumhuriyet [res publica] halkın yönetimde söz sahibi olması, kendi kaderini belirler durumda olması, halk iradesinin gerçekleşmesini sağlayacak yönetim organlarının ve prosedürlerin varolması, velhasıl imtiyazlara ve dokunulmazlıklara yer olmayan, eşitlikçi, “ ‘herkesin olan/ herkesin eşit derecede sahip olduğu şey’ demektir.” Bizde cumhuriyet ne olduğuyla değil de, ne olmadığıyla tanımlandı ve öyle anlaşıldı. Birincisi, cumhuriyet saltanat değildi; ikincisi, teokrasi de değildi ama kavramın gerçek anlamında tipik bir otokrasiydi. Elbette bu bir şeyi, bir süreci tanımlamak için uygun bir yöntem değildir. Bu, o şeyi mefhum-u muhalifinden giderek tanımlamak veya adlandırmaktır… Cumhuriyet kelimesi ve söylemi, rejimin gerçek niteliğini gizleyen, üstünü örten bir örtüydü. Saltanat ve hilafet değilse o halde ne idi sorusu hiç bir zaman sorulmadı.. Neden sorulmadığına ilerleyen sayfalarda açıklık getirme imkânımız olacak… Oysa durum Kadir Cangızbay’ın isabetli tespitindeki gibiydi: “ Türkiye’de, cumhuriyetin ilân edilmişi, ilân edilmemişinden daha bir cumhuriyettir.” Durum öyleydi ama aradan 88 geçtikten sonra bile Mustafa Kemal ‘çağdaş demokrasinin mimarı’ sayılmaya devam edilecekti…
Bu vesileyle önemli bir hususa daha değinmek gerekiyor. Devletin 29 Ekim 1923 de kurulduğu, bu işi de Mustafa Kemal’in yaptığına dair yaygın bir kabul ve anlayış geçerli. O tarihte devlet kurulmadı zira devlet yerli yerinde duruyordu. Devletin kurulması için daha önceden olmaması gerekir. Oysa Osmanlı Devleti orada duruyordu ve yapılan tüm uluslararası antlaşmalarda da [Mondros dan Lozan’a] onun imzası vardı. Resmi tarih ve resmi ideoloji, tarihi tahrif ederek, sanki devletin ilk defa 1923 de kurulduğu ve bu işi de Mustafa Kemal’in yaptığı şeklinde bir izlenim yarattı ve insanlar bu yalana ‘inandırıldı’… İkinci bir yanlış da Kürt siyasetçileri ve ‘aydınları’ tarafından devletin Türkler ve Kürtler tarafından kurulduğu ama daha sonra Kürtlerin denklemin dışına atıldığı safsatasıdır. Birincisi, devlet kurulmadı, bir darbeyle adı değiştirildi; ikincisi, Cumhuriyetin ilânı da dahil, yaşanan süreçte ne Türklerin ne de Kürtlerin hiç bir dahli olmadı. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi, halkın Cumhuriyetle teması jandarma ve vergi memurları vasıtayla oldu ve halk Cumhuriyetten o zaman haberdar oldu. Cumhuriyeti Türkler ve Kürtler ortak kurdular demek tam bir resmi tarih ve resmi ideoloji yuvarlamasıdır ama, Balkan Savaşında, Büyük Savaşta [Harb-i Umumuî], Çanakkale’de, Yunan Savaşında [Milli Mücadele] Türkler ve Türkler birlikte savaştırıldılar denirse bu doğrudur… o

Korku, kibir, ihtiras

Yüksek gerilimli bir dans yarışmasında hayat kavgası verir gibiler. Halklara saldırıyorlar, Sur’da katliamlar yapıyorlar, Cizre’de bakanların verdiği emirleri dahi dinlemiyorlar ve katliamlara imza atıyorlar. Çocukları, “kıpırdayanı vurun” tarzındaki Saray yaklaşımına uygun olarak kurşunluyorlar. Şehirleri ablukaya alıyorlar. İsrail’in Gazze’de yaptıkları ile yarışıyorlar. Fotoğrafların altındaki Cizre, Silopi, Sur gibi açıklamaları kapatın, Gazze sanırsınız, Suriye sanırsınız, eski Lübnan görüntüleri sanırsınız. Tanklar şehri kuşatıyor, obüslerle binalara ateş ediyor, insanlar bodrum katlara sığınıyor, tespit ederlerse oraları yakıyorlar. Kapıdan başını çıkartan çocukları keskin nişancılarla avlıyorlar, ardından elinde beyaz bayrakla hastahaneye yetişmeye çalışanları kurşunluyorlar.
İşin başında 1990’lara geri mi dönüyoruz, deniyordu. Ağar ve Veli Küçük dönemine mi geri gidildi, deniyordu. Ardından, daha da eskiye mi gidiyoruz, denilmeye başlandı. Şimdilerde ise, 1915’e mi gidiliyor, diye sorular soruluyor.
Ama bu kez farklı değil mi?
Kürt halkı, ister kabul edin ister etmeyin, ister hoşunuza gitsin ister gitmesin, ister sevinç duyun ister duymayın, artık örgütlü bir halktır. Bunca katliam ile o halkı korkutup kazanacaklarını mı düşünüyorlar? Bu nasıl bir akıldır? Akıl değil ise, bu nedir? Devletin savaşçı kuvvetleri, Efkan Âlâ’nın sözleri ile “şöyle karışık bir şey yaptık” tarzında örgütlenmiş güçleri, duvarlara ırkçı yazılar yazarak mı zafer kazanacaklar, Erdoğan’ın sevinerek anlattığı fotoğraftaki gibi “uzun adam” sevgisini, Kürt halkına böyle mi aşılayacaklar? Okulun tahtasına, akıl almaz sloganlar yazarak, seviye testlerini mi geçmiş olacaklar? Kısacası devlet, bu katliamlarla, bu ablukalarla, bu cinayetlerle Kürt halkının sevgisini mi kazanacak? Bundan bu kadar emin iseler, basını serbest bıraksınlar, olup biteni olduğu gibi Batı’ya aktarsınlar ki, başka bir şeye gerek kalmadan, Laz’ın da, Rum’un da, Boşnak’ın da, Türk’ün de, Ermeni’nin de, Pomak’ın da, Çerkes’in de, Abhaz’ın da, Süryani’nin de, Arap’ın da sevgisini kolayca kazansınlar. Madem yaptıkları ile Kürt halkının sevgisini kazanacaklarına bu kadar eminler, neden basını serbest bırakmıyorlar, neden olduğu gibi herkesin gördüklerini yansıtmasına müsaade etmiyorlar? Bu yasaklar niye?
Öyle ise Kürt halkını kazanmayı değil, kazanmamayı, uzaklaştırmayı mı hedefliyorlar?
Üniversitede öğretim görevlileri bir bildiri yayınlayınca, barış istiyoruz, kan dursun deyince, neden Muktedir, Cumhurbaşkanı, Başkan-ı Sultan, yere göğe sığmayan küfürler ağzına alıyor ve öğretim üyelerine hakaretler yağdırıyor? Sizce bu bizim anlayamayacağımız kadar “üst” bir akıl mıdır? Öğretim üyesine kudurmuş demek, öğretim üyesine vatan haini demek, öğretim üyesine alçak demek, daha başka şeyleri demek Sultan’ın Saray’ındaki kızgınlıktan kendinden geçmiş hâlinin yansıması mıdır, yoksa bizim seviyemizi aşan bir “üst” akıl mıdır?
Aynı şeyi Suriye konusunda, daha da genellersek, dış politika konusunda görmemiz mümkündür. Davutoğlu ve Erdoğan, birbiri ile yarışır biçimde, mahalle delikanlısı rolüne mi soyunmuştur, yoksa bizim göremediğimiz bir “stratejik derinlik” midir bu?
Rus uçağını düşürüp, ardından hemen NATO’ya sığınmak, Erdoğan’dan NATO’dan çıkma hamleleri bekleyen inanmış taraftarlarını epey üzmüş müdür? Rus uçağını düşürüp NATO’yu arayan Erdoğan, NATO’nun tam anlamı ile kucağına oturmuştur. Çin ile devlet anlaşması düzeyindeki füze anlaşmasını iptal etmeleri, acaba, sonradan akıllarının başına gelmesi midir? İsrail ile ekonomik alanda her zaman hızlanmış olan, ama muhtarlar toplantılarında ve mitinglerde bağrışmalara dönüşen ilişkileri yeniden kurmak için atılan adımlar, acaba aklın başa geri gelmesi midir? Hele hele Saray’a, muhtarlardan sonra, Yahudi lobisinden bir bölüm isim çağırmak, tam olarak aklın yerine gelmesi midir?
Ama iş bu kadarla kalır mı? Başika’ya asker çıkartması, yüksek gerilimli survivor yarışmasını kazanmak için bir hamle midir, yoksa akıl dolu bir stratejik derinlik hamlesi midir? Oradan geri çıkmayız diye bağırıp, sonra Biden’dan azar işitmek, mahalle kabadayılığına dahi sığar mı?
Azerbaycan’daki Türk askeri eğitmenleri kullanıp, Ermenistan’a ateş açtırmak, bu yüksek gerilimli politikanın zekice bir uygulaması mıdır?
Ukrayna’ya, özel kuvvetlerden adam göndermek, olası bir karışıklıkla, paramiliter çetelerle hareket ettirmek, stratejik derinlikli mahalle kabadayılığının bir versiyonu mudur?
PYD, IŞİD ve/veya El Nusra’dan, havaalanını alınca, o havaalanına saldırmak, IŞİD ve El Nusra’ya verilen açık desteği onaylamak mıdır, yoksa akıl dolu bir stratejinin sahaya sürülmesi midir?
Suudi Arabistan ile birlikte, Suriye’ye asker gönderme, kara harekâtı yapma, stratejik derinliğin geldiği yeni aşama mıdır?
Olup biten tüm gelişmeler konusunda halkına yalan söylemek ve Beyaz Saray tarafından yalanlanmak, acaba, akıl dolu bir davranış mıdır? Bizim Saray, herhâlde diplomasi bilmeyen özel çevirmenlerin işinde ehil olmamalarından olacak, görüşmeye ilişkin farklı notlar yayınlıyor, oysa Beyaz Saray, yani bizim sarayın sakinin özendiği, yürekten bağlı olduğu Saray, bunları yalanlıyor. Bizim Saray’a göre, Obama, “Suriye güçleri ve PYD’nin ilerlemesine ilişkin kaygılarını” dile getirmiştir. Oysa Beyaz Saray’a göre, Obama, “Suriye rejininin ilerleyişi konusunda kaygılarını” ifade etmiştir. Bizim Saray’a göre, “İki lider, Rusya ve Esad rejimine ılımlı muhaliflere saldırma çağrısında bulunmuştur” ve Obama, “Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının altını çizmiştir.” Oysa Beyaz Saray’a göre, Obama, “YPG’nin bölgeyi istismar etmemesi gerektiğini vurgulamış ve Türkiye’yi top atışlarına son vermeye çağırmıştır.”
İşte size derin akıl, işte size akıl.
BM güvenlik konseyi, top atışları konusunda Türkiye’yi uyaran bir karar dahi almıştır. Tüm bunlar, aslında, aklın unutulduğu, aklın yitirildiği bir sürece işaret değil midir?
Öyle ise, tüm bunlar, Erdoğan’ın, başkanlık, sultanlık ihtiraslarının bir ürünü müdür? Yani, tüm bunların ortaya çıkması, nasıl açıklanabilir? Erdoğan, diyelim ki, kendi başkanlık ve sultanlık istikbali dışında hiçbir şey düşünemez hâle gelmiştir. Öyle ki, toplumda var olan gerçekliği, durumu anlamaktan da uzaktır. O kadar takmıştır ki başkanlığa, belki ardından da halifelik devreye sokulacaktır, bu ihtirasla gözleri kör olmuştur. Peki bu durumda, devletin tüm kurumları da aklını kaybetme hâlinde midir? Böyle olunca akıllarına, saldırmak, öldürmek, sınırları aşıp fethetmek, nutuklar atmak, yasaları ayaklar altına almak, sesini çıkaranı bir kaşık suda boğmak dışında bir şey mi gelmiyor?
İhtirasın gözleri kör, kulakları sağır edici, aklı dumura uğratıcı etkisi var mıdır, eğer varsa bu denli kuvvetli midir?
İhtirasın etkisi bacayı sarınca, Saray’a egemen olunca, acaba, “gerçeklik” değişiyor mu, insan kendisi dışında bulunan, kendisini kuşatan gerçekliği anlayamaz, göremez hâle mi geliyor? Yoksa tek başına ihtiras bu sonuca yol açmaz mı?
İhtiras, acaba, büyüdükçe, derinleştikçe, bacayı sardıkça, aklı mı küçültüyor, yoksa aklı tamamen alıyor mu, aklı tamamen alıyorsa yerine ne koyuyor? Yoksa, yine de tek başına bu durumlar ihtirasla açıklanamaz mı?
Tüm bunlar yoksa ihtirasın korku ve kibir ile birleşmiş hâlini mi gösteriyor? Öyle ise ihtirasın korku ve kibir ile birleşmiş hâli, ihtirasların en tepe noktası, zirvesi ya da sarayı mıdır?
Demek ki, korku-kibir-ihtiras birleşince, yerleşebilecekleri tek yer kalıyor; saray. Saray dışında hiçbir yerde, korku, kibir ve ihtiras, bu dozda bir birleşim meydana getiremez. Sadece ihtiras, halka bu denli tepeden baktıramaz, sadece kibir bu denli aklı yok edemez.
Saray, sonun başlangıcıdır. o

Artvin Cerattepe direnişi “Hayde gidelum”

Nerede bir inşaat alanı var, inceleyin, ardından, Cumhurbaşkanı’na kadar uzanan bir hat çıkacaktır. Birkaç müteahhit, akıl almaz oyunlarla, sonu gelmez kurnazlık ve hilelerle, tam bir vahşi sürüsü gibi, ülkenin her iline, her ilçesine dalmış durumdadır. Cengiz İnşaat’ın sahibi, tam da kendine yakışan üslupla, “bu milletin anasını” demiştir ve hâlâ hakkında bir dava açılmamış, hâlâ Erdoğan ile ilişkileri sürdürmektedir, hâlâ karnesi Bilal oğlandadır.
Bir müteahhitler güruhu, sırtını devlete dayamış, tüm ihaleleri almakla kalmıyor, duruma uygun ihaleler üretiyor, rant alanları oluşturuyor. Ve Gezi Direnişi’nde halkın karşısına dikilen Erdoğan, ne dediğini bile anlamadan, “benim görevim rant yaratmaktır” diyor. Bu sözleri, müteahhitler güruhuna, mafyavari korumalarının yanında söylüyor olabilir. Ama Gezi Direnişi öyle bir şeydir ki, kapı arkalarında söylenenleri açığa çıkartır, “benim görevim halkım için rant yaratmaktır.” O zamanlar başbakan idi ve muhtemelen kırmızı kitapta, başbakanın görevi rant yaratmaktır, diye yazıyordur. Yok değil ise, sormazlar mı, “Sayın Başbakanım size bu görevi kim verdi, kapı arkalarında görüştüğünüz müteahhitler mi?”
Bu müteahhit grubunun havuz medyası ile bağını da kasetlerden dinledik. Kasetlerdeki küfürler ne kadar sansüre muhtaçtır bilinmez, ama hâlâ hatırlardadır, tazedir.
İşte bu aynı Cengiz İnşaat, Artvin’de yasal olarak engellenmiş olan maden sahasına dalmıştır. Ama ne dalış!
Doların yeşili üzerine hayal kurmaktan başka hiçbir hayali, hiçbir değeri olmayan bir açgözlülükle, Artvin Cerattepe’ye girdiler, polisin desteği ile ağaçları kesmeye başladılar.
Ve ardından, Artvin Valisi, kente giriş çıkışı yasakladı.
Artvin şehrinin tarihinde böylesi bir abluka var mıdır?
Artvin iline giriş çıkış yasaklandı. Neden? Cengiz İnşaat’ın maden çalışmalarını halk protesto ettiği ve bu amaçla kente destek için Rize’den, Hopa’dan, İstanbul’dan, Tonya’dan, Ordu’dan, Sakarya’dan, Samsun’dan, Ankara’dan gelenler olduğu için.
Artvin Valisi, acaba, Cengiz İnşaat’tan mı emir almaktadır?
Sentetik Başbakan, elinde Kürtlerin kanı, ağzında savaş salyaları, binlerce Artvinliye “kışkırtıcılar” dedi. Yoksa, Artvin’de direnen halkı, tüm bölge halkını değil de, bizzat kışkırtıcı olarak Cengiz İnşaatı mı kastediyor? Elbette değil, halkı, halkları kastediyor. Binlerce Artvinliyi, binlerce Hopalıyı, binlerce Fındıklılıyı, binlerce Rizeliyi, binlerce Tonyalıyı vb. kastediyor.
Bu kışkırtıcılar ne diyor? Dünyanın en güzel bölgelerinden, yeşilin her tonunun bulunduğu (ama dolar yeşilinden başka yeşil tanımayan müteahhit güruhu ve Erdoğan ailesi için kıymetsizdir bu yeşil) bir bölgeyi korumak, gelecek nesillere sağlıklı bir doğa bırakmak. Neden kışkırtıcı oluyorlar? Çünkü, inşaat firmaları ve onların koordinatörü olan Erdoğan ailesinin çıkarlarına ters şeyler istiyorlar. Hepsi budur.
Artvin Valisi, Kars, Rize, Trabzon, Erzurum illerinden getirttiği polisleri halkın üzerine sürüyor ve sonra, “sol marjinal gruplar” ile polis çatıştı diyor.
Artvin Valisi, kimin valisidir?
Rant valisi var mıdır? Artvin valisi, Rize valisi, Trabzon valisi, rant yaratmakla mı görevlidir?
Yaylalarımıza saldırıyorsunuz, ne için, rant için.
Derelerimize saldırıyorsunuz, ne için, rant için.
Yeraltına saldırıyorsunuz, ne için, rant için.
Tüm doğamızı yağmalamayı, yaşamımızı elimizden almayı hedeflemişsiniz. Sizin ranttınız, bizim yaşamımızı yok etmek demektir. Burada artık kışkırtıcıya gerek yoktur. Bu direniş, yaşam direnişidir, hayatımızı, evimizi, anılarımızı, doğamızı savunma direnişidir. Avrupalıların Amerika kıtasına gidip Kızılderelilere karşı gerçekleştirdikleri yağma savaşının aynısıdır bu.
Bu Karadeniz halklarının, bu Artvin halkının, bu Cerattepe’nin yaşamı savunma mücadelesidir. Sizin rantınıza karşı bizim yaşamımız.
Artvin Valisi’nin aldığı önlemler, Artvin’in sarılması, Başbakanın ağzından çıkan sözler yetmezmiş gibi, sicili kabarık İçişleri Bakanı, “vurun geçin” diye buyuruyor. Polise silâh sıkma emri veriliyor, gaz fişeklerinin yetersiz olduğuna karar vermiş olmalılar, “vurun geçin” diyorlar.
Bu inşaat şirketi ile bu Cengiz Madencilik ile, halkın savaşı değildir. Çoktan orayı geçmiştir. Artvin Valisi, Başbakan, İçişleri Bakanı çoktan taraftırlar.
Dahası, Saray bu işin içindedir ve taraftır.
Bu açgözlü yağma, tüm devleti arkasına almıştır. Sur’da, Cizre’de kurulan abluka, şimdi Artvin’de kurulmuştur.
Artvin’de savaş hâli durumu vardır. Giriş çıkış valilik emri ile yasaklanmıştır.
Şimdi soruyoruz: Valisi, bakanı, başbakanı, neden bu Cengiz İnşaat işlerine bu kadar müdahildir, neden bu kadar ilgilidir? Yoksa maden firmasının sahiplerinden ayrı gizli sahipleri mi vardır?
Devlet denilen mekanizma, neden hep inşaat firmalarının çıkarları için, HES projelerinin sahipleri için, halkın karşısına polisi dikiyor, 70’lik ninelere gaz sıkıyor, “vurun geçin” emirleri yayınlıyor?
Bu devlet kimdir, kimindir?
Madene karşı çıktı diye, neden, yaşlı genç demeden herkese gaz sıkılıyor, kente giriş çıkış yolları kesiliyor, şehir ablukaya alınıyor? Neden bu projeye karşı çıkan mahkemeler, mühendisler, çevreciler, halk, kadınlar, erkekler vatan haini ilan ediliyor? Size kimin vatan haini olduğunu ilan etme hakkını kim veriyor? Sizin dolarlarınıza dokunan, sizin daha çok yağma yapmanıza karşı çıkan, sizin gibi her şeyi dolara endekslemeyen kim var ise, onlara vatan haini demek, sizi vatansever mi yapıyor?
Şimdi, bu yağmaya, bu talana karşı, kendi kendimizi, yaşamımızı, doğamızı korumanın, savunmanın zamanıdır. Onların polisi, valisi, başbakanı, cumhurbaşkanı, gazı tüfeği var. Bizim de, büyük bir nedenimiz, yaşamımızı savunmaktan başka yol yoktur.
Yani, “hayde gidelum” demenin zamanıdır.
Artvin Cerattepe direnişi, bir yaşam meselesidir, yaşamı savunma meselesidir. Cerattepe’yi savunamazsak, derelerimizi de, yaylalarımızı da, kısacası yaşamımızı alırlar. Bu nedenle, bu sadece Cerattepelilerin direnişi değildir, bu tüm insanlığın direnişidir. o

Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor ya da “üst tabaka”da çürüme emareleri

Son yıllarda, ama özellikle de Suriye savaşı ve Kürt halkı nezdinde tüm halklara karşı girişilen savaş sürecinde, devlet çarkı, tüm gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Örtüler, maskeler kalkıyor. Yalanın dozu artıyor ve baskı ile yalan bir karanlık gökyüzü oluşması için, bir zehirli hava oluşumu için devreye sokuluyor.
Ama bu arada var olan bunalım, tüm yönleri ile bir çürümeyi ortaya koyuyor.
Biz, bunları, ayrı başlıklar olarak ele almayı seçtik. Bu durum, yönetme krizidir de. Buyurun bir de siz değerlendirin.
Burun direklerimizi kıran bu koku, işte bu çürümenin kokusudur.

MUHTARLAR TOPLANTISI
Sıkı sık tartışma konusu yapılmaktadır. Acaba, memleketimizde siyasal rejimin adı nedir? Bir gruba göre “parlamenter demokrasi” vardır, diğer bir gruba göre “fiili başkanlık sistemi” vardır, başka bir gruba göre, “bu ikisinin karşımı” bir şey vardır.
Aslında var olan sistemin adı tartışma konusu olsa da, herkesin şöyle ya da böyle birleştiği şey, şahsına münhasır Muktedir’in, her gün değişen uygulamaları ile şekillenen bir devlet yapısı vardır. Muktedir ve şürekası buna “ileri demokrasi” diyor, Onun dışındaki her güç için bu büyük baskı düzenidir.
Erdoğan, bu mevcut sistemin adına, durumuna bakmaksızın, bir yandan Ergenekoncularla anlaşarak, bir yandan yanına mafya liderlerini alarak, bir yandan Sünni bir fetih ordusu ve Osmanlı ocakları organizasyonu yaparak, kendi geleceğini garantiye almak için, kural tanımaz bir savaşı ve çete sistemini devreye sokmuştur.
Bu nedenle olmalı, her gün konuşmak zorundadır. Sistem ayar tutmuyor olmalı ki, her gün ayar vermesi gerekiyor.
Bunun için her fırsatı değerlendirmek istiyor. Seçim sürecinde, bir açılış teranesi tutturmuşlardı, 15 yıllık, 30 yıllık binaları yeniden açıyorlardı. Gerçekten de Demirtaş’ın dediği gibi, evinizde gazoz açacak olsanız, çağırsanız ya da haberi olsa gelip açacak durumda idi.
Bugünlerde ise, her gün konuşması gerektiği için, karşısına muhtarları topluyor. Muhtarların önemli bir bölümü, “bu nasılsa bir seferliktir, istifa etmeye gerek yok” diye düşünse de, bu azaptan kurtulmak için çeşitli çareler aradıkları söylenmektedir.
Parlamento artık gereksizdir.
Kanun yapmasına da gerek yoktur, tartışma veya inceleme yapmasına da gerek yoktur. Zaten bizzat cumhurbaşkanı-başkan karışımı durumdaki kişi tarafından, parlamentonun yüzüne söylenmiştir; anayasa geçerli değildir, bu duruma uygun bir yasa yapın. Demek ki, mertçe, parlamentonun işe yaramadığı ortaya konmuştur.
Ama nedense Erdoğan, parlamentoyu her hafta toplayıp, onlara konuşmuyor. Muhtarların sayısı fazla olduğundan, her hafta bir grup muhtarın dayanabileceği seanslar daha uygun görünüyor.
Muhtarları toplayıp, her hafta, muhtarların yüzüne, PKK’ye karşı köpürüyor. Her hafta, bitireceğiz, yok edeceğiz diyor. Her hafta muhtarları toplayıp, muhalefet liderlerine hakaretler ediyor. Elbette muhtarlar da koskoca cumhurbaşkanının öfkesini dindirecek birer kum torbası olmaktan memnun olmasalar da buna katlanmayı bilecektir. Bu vatanî bir görevdir.
Ama nihayetinde bir gün gelecek ve muhtarlar toplantısı bitecek. Çünkü, ne de olsa sayıları sonsuz değil. İşte o zaman acaba Cumhurbaşkanı ne yapacak?
Koca koca danışmanları, kahve köşelerinden geldiklerinden halkın nabzını tutmakta ustadır mutlaka, ama biz yine de bir öneride bulunmak isteriz. Bu İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sayıları epey fazla minibüs şoförleri vardır. Bizim önerimiz, her hafta bunlardan bir grubu toplasa, bir yandan Orhan Gencebay çalsa ve diğer yandan da minibüs şoförlerine konuşarak, devlete, muhalafete, öğretim üyelerine ve daha başka kime gerekiyorsa onlara ayar verse, yerinde olur. Bu önerimizin sebebi, minibüs şoförlerini sevmememiz değil, bizim minibüs şoförleri ile ne derdimiz olabilir? Muhtarları kurtarmak isteğinde de değiliz. Ama nihayetinde muhtarlar, yürütme erkinin içindedir ve Cumhurbaşkanı yürütmeye karışıyor diye Başbakan kızabilir. Ama minibüs şoförleri söz konusu olduğunda Başbakan’ın söyleyeceği hiçbir şey olmaz. Hem, muhtarlar, eninde sonunda seçilmiş kişilerdir. Ama minibüs şoförleri, vekiller değil, bizzat halkın kendisidir.
Kısacası her açıdan da uygun olur. Her hafta minibüs şoförlerini 300’erli toplasa, hem onların da sarayda karnı doyar, hem de ancak ve ancak bir yılda 15 bin civarında şoföre konuşmuş olur. Hem sonra her birine birer kaset konur ve bu kasette sistematik bir başkanlık sistemi propagandası devreye konulur. Bu da çok geniş bir kesime her gün ulaşmak demektir ki, başkanlık seçimleri için son derece faydalı olur.
Elbette bir gün minibüs şoförleri de bitecektir, ama o zamana kadar Cumhurbaşkanı da işini bitirecektir. Yok yine de her gün ayar vermesi gerekirse, durum düzelmez ise, demek ki, Cumhurbaşkanı’nın isteklerini gerçekleştirmenin bir çaresi kalmamıştır. Nasip kısmet meselesi yani.

ARINÇ MESELESİ VE GÜL-ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ
Bülent Arınç, AK Parti’nin ağır toplarından idi. Ama şimdilerde “eski çamların bardak olması” sürecinde olmalıdır. Bu ağırlığı kalmadı. Aslında, çam ağacından çok çınar ağacına benzetilmektedir. Mümkündür. O ağacın gölgesinde gün ışığı görmemiş nice sır ve bilgi dinlenmekte olduğuna göre, bu ağacın nasıl bir ağaç olduğu da önemsiz olmamalı.
Ama Bülent Arınç, belli aralıklarla çıkışlar yapsa da, durum hiç umut verici değildir. Belki de bir strateji içinde, belli aralıklarla, çıkışlar yaptığını varsaymak, sanki çok iyimser düşünmek olur.
Erdoğan başbakan iken, kendinin bir ağırlığı olduğunu söyledi ama, doğrusu bu ağırlığı kimseye hissettiremedi. Kendisi ve arkadaşlarına karşı girişilen kötüleme kampanyaları, daha planlı gibi görünmektedir.
Dolmabahçe mutabakatı konusunda önce çıkış yaptı, muhtemelen de doğruların bir kısmını söyledi. Ama sonra, arkası gelmedi ve sessizlik devreye girdi.
Gökçek ile kapıştıklarında, söylediklerinin hepsi doğru görünse de, açıklamaların arkasının geleceği ilanı hayat bulmadı. Demek ki, öfke ile bazı çıkışlar yapmakta ve açıklarım ha demektedir. Ama sonra araya başka şeyler girmekte ve durum değişmekte, tam bir sessizlik hâli ortaya çıkmaktadır.
Son çıkışları da öyle gibidir.
Son olarak “Troliçe” de dahil birçok çıkış yaptı. Ardından ise, Erdoğan, eski Cumhurbaşkanı ile görüştü. Gül, bu görüşmeden sonra Arınç-Çelik ekibi ile bir araya geldi. Tahminlere göre yeni bir pazarlık süreci devreye girdi. Bilgiler şöyle; Cumhurbaşkanı Gül’e, seni başkan yardımcısı yaparım, Obama ve Biden gibi, demiş. Ama Gül, bunu nasıl anlamış, bu belirsiz, bir yoruma göre, Biden, bir dönem Erdoğan’ın ben onu var saymıyorum dediği bir kişi olduğundan Gül bu başkan yardımcılığını tehdit olarak algılamış. Bir başka yoruma göre ise, bunu düşünüp karar verecek, çünkü habere çok sevinmiş ve hemen Hayrünnisa hanıma haber vermiş. Bir yoruma göre Gül, Erdoğan tarafından, Arınç ve ekibini susturmak için görevlendirilmiş. Bir yoruma göre ise, Arınç sakın bir şey açıklamasın, ben gerekenleri yapacağım, demiş.
Sonuçta hamle sırası Arınç’tadır ve muhtemel hamle, susmaktır. Bunun ağırlıktan mı geldiği, yoksa hafiflik mi demek olduğu yorumculara kalmış bir iş.
Ama bizim görebildiğimiz şudur; ülkede parlamento artık yoktur, işlevsizleştirilmiştir. Bunu herkes biliyordu. Şimdi, AK Parti’nin artık var olmadığını da görebiliyoruz. Arınç’ın gölgesinde yatan gün yüzü görmemiş “zavallı” gerçekleri bilemiyoruz ama Erdoğan’ın gölgesinde yatan gerçeklerin neler olduğunu tüm ülke biliyor.

CHP NE İŞE YARAR YA DA ATATÜRK RESMİ
Bizim görüşümüz 2002 yılından beri, AK Parti projesi sahneye konurken, asıl zor iş olarak, CHP ve MHP’ye de bir rol biçilmiş olduğu ve bu iki partinin rolünü anlamadan AK Parti iktidarını anlamanın zor olduğu idi. Yani, bize göre muhalefet etme rolünü alan bu iki parti, hiçbir zaman muhalif partiler olmamıştır ve rolleri de gerçekte AK Parti iktidarını sürmesini sağlamak idi. Bu açıdan birlikte, son derece uyumlu çalıştıkları da açıktır.
CHP, geçtiğimiz bir ay boyunca, bir milletvekilinin odasında duran Atatürk resminin indirilmesi olayı ile meşgul idi. İşte bu sudan işler, aslında CHP’nin muhalefet yapmama rolünü, gerçekleri örtme rolünü artık yapmakta çok zorlandığının kanıtıdır. İşler o kadar açığa çıkmıştır ki, CHP içinde sorun, gelişmekte olan olası muhalefeti, gerçekten iş yapma isteğini yok etmektir. Bunun için sudan bahanelerle gündemler oluşturup, onun etrafında dönmektedirler.
CHP, asıl olarak bugünlerde Alevilerin uyanışını, direnişe katılmalarını önlemekle görevlendirilmiştir. Bu görevi yerine getirebilmek dışında bir hedefleri de kalmamıştır. Bu nedenle, büyük bir kolaylıkla, yönetilmeye başlanmıştır. Kılıçdaroğlu, muhtemelen Aydın Doğan medya grubundan gizli danışmanlarca çekip çevrilmektedir. CHP, Alevi kitlelerin, sola kaymasını önlemek, direnişe geçmelerini önlemek, devrime katılmalarını durdurmak için devrededir.
1 Haziran seçimleri öncesinde bazı gerçeklere parmak basarak muhalefet etme girişiminde bulundular. Ama Suriye’de tablo değişince, CHP de rotasını değiştirmeye başladı. ABD, bir süre daha Erdoğan’a ihtiyacım var deyince, CHP; tam da muhalefet etmeye doğru çarklarını çevirmeye başlamış iken, şimdi çarkları geri sarma yönüne girmiştir. Bu nedenle, duvarda duran resimlerle ilgilenmek, onların ana sorunu hâline gelmektedir ve bu konuda Doğan Medya, çok özel bir işlev görmektedir.

BAYKAL SAHNE ALIRSA HİÇBİR DOĞRU KALMAZ
Baykal ile Erdoğan’ın aynı anda ABD elçiliğine çağrılıp da, orada “sen başbakan, sen de cumhurbaşkanı olacaksın” denildiğinde, emirleri yerine getirmek için Erdoğan için her şeyi yapmaya çalıştığı söyleniyor.
Ama bir soru var, Erdoğan başbakan oldu, peki Baykal’ın cumhurbaşkanlığı nerede kaldı?
Baykal’ın kasetleri çıkınca, “bunun neresi özel, genel genel” diye alaycı biçimde kükreyen ortağı Erdoğan değil mi idi?
Öyle idi ise, Erdoğan, kasetleri hazırlayıp servise koyanlara takdirlerini bildirmiş olmaz mıydı?
Peki buna rağmen, Baykal, neden 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra Erdoğan’ın imdadına koşmuştur? Erdoğan çağırmış ve Baykal, gelebilecek hiçbir tepkiye bakmaksızın, koşmuş ve emirler almıştır. Bir anlık şaşkınlıktan yararlanıp, CHP meclis başkanı adayı olmuş ve tüm süreci, en az MHP kadar AK Parti lehine dönüştürmüş, ve Erdoğan aleyhinde açılacak 17-25 Aralık dosyalarının parlamentoya gelip gündem olmasını önlemiştir.
Bu aynı Baykal, geçenlerde de TV kanallarında, Doğan medyasında boy göstermiştir.
Baykal’ın bu sipariş programı, birden bire ortaya çıkmış değildir. Tersine, Baykal, Doğan medyası tarafından devreye sokulmuş, hem CHP’ye ayar vermeye çalışılmıştır, hem de iki konuda AK Parti’ye destek vermesi istenmiştir. İlki, Kürt halkına karşı yürütülen eşine az rastlanır katliam uygulamalarıdır. Baykal, tıpkı Perinçek gibi, Erdoğan politikalarının tam arkasındadır ve ölüm haberlerinden sevinç duyar durumdadırlar. İkincisi Suriye politikasıdır. Halep ve Azez’de IŞİD, El Nusra gibi örgütlerin güç kaybından kaygılanan Erdoğan, hemen Baykal’ı imdada çağırmıştır.
Baykal konuşmaya başlayınca, hiçbir doğru kalmıyor. Halep Sünni şehri imiş. Oysa Halep, tarih boyunca hep farklı halkların, farklı kültürlerin, farklı inançların mozaiği olarak tanımlanagelmiştir. Halep, her zaman güzelliklerin şehri olmuştur. Bugün Suriye’ye düşman olanlar bu gerçeği değiştirmeye kalktıklarında sadece yalan söylemiş olurlar, çünkü dün mutlaka tersini söylemişlerdir.
Baykal, tüm iskelet sistemi ile bir özel imalat gibidir ve bunun gereklerini tarihi boyunca yerine getirmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, buna rağmen, hiçbir zaman istediği mevkiyi de efendilerinden alamamıştır. Efendisine bağlı bir Oblomov gibidir. Oblomov kusurumuza bakmaz inşallah.

PARLAMENTO VAR MIDIR?
Egemen sınıflar, mevcut devlet çarkı, artık savaşın içine öylesine girmiştir ki, parlamento ne işe yarar, var mıdır soruları sorulmaya başlanmıştır. 7 Haziran seçimleri öncesinden başlamıştır ama özellikle 7 Haziran seçimlerinden bu yana, parlamento işlevsizdir ve işlememesi için her şey yapılmaktadır. Sahnede sadece Erdoğan ve onun imdadına yetişecek olanlar vardır.
Parlamento hiçbir iş yapmaz hâle gelmiştir.
Erdoğan’ın fiili durum dediği başkanlık sistemine benzer sistem, daha çok, uzmanlarca, yasama ve yargının yürütmenin eline verilmesi olarak tanımlanmaktadır. Oysa ortada “olağan” bir yürütme aygıtı da yoktur. Bakanlar kurulu, sadece bakar vaziyettedir.
Sadece Sur’da, sadece Cizre’de ve Kürt illerinde olağanüstü hâl yaşanmıyor. Ülkenin her yerinde de olağanüstü hâl vardır. Dahası, devlet çarkının her kurumu da olağanüstü işlemektedir. Bir savaş çığırtkanlığı, devletin her kademesini sarmıştır.

AK PARTİ VAR MIDIR?
Bu varlık sorunu, AK Parti’de de görülmektedir. Erdoğan’a bağlı olduğu hâlde, AK Parti, fiili olarak işlevsiz ve parti olma rolünü çoktan yitirmiştir. Denilecektir ki, zaten ne ölçüde bir parti idi? Bu ayrı bir tartışma konusudur ama bugün, tamamen ortadan kalkmıştır.
MHP de aynı durumdadır. MHP, bir parti olarak varlığını kaybetmektedir. MHP’lilere kolaylık olsun diye soralım, MHP diye bir parti var mıdır? Varlığının tek kanıtı, il örgütlerini feshetmek midir? Başka bir varlık gösterebilmekte midir? 12 Eylül günlerinde Türkeş, “görüşlerimiz iktidarda, kendimiz hapisteyiz” diyordu. Bugün durum biraz daha farklıdır, görüşleri kalmamış, hapse de gerek kalmamıştır.
CHP’nin de aynı yolu izlemesi için epey yol alınmıştır.
Burjuva partiler, artık işlevsizdir. Ve mevcut savaş politikaları tarafından hızla da işlevsiz hâle getirilmektedirler.
Bu durum, fiili başkanlık sistemi ile de açıklanamayacak bir durumdur.

SARAYIN ÖRGÜTLENMESİ İLERLİYOR
Saray, aslında daha etkin hâldedir. Ama o kadar da etkisini sıfırlamaktadır. Muhtarlar toplantıları aslında bu etkisiz durumun işaretidir, bunalımın işaretidir.
Ama bu arada saray örgütlenmesi de ilerlemektedir.
Aslında buna “paralel devlet” denilebilir.
Bir yandan, aşçıbaşı gibi sistemler gelişirken, diğer yandan çeşnicibaşı gibi uygulamalarla, güvenlik önlemleri ile, Erdoğan’ın sağlığı korunmaya çalışılmaktadır.
Ama elbette sarayın bazı eksiklikleri hâlâ vardır.
Her sarayda soytarılar da olur. Bunlar padişahı eğlendirme işini görürler. Bugün bu işi, basın devralmıştır. Demek ki, Osmanlı yaşasa idi, muhtemel yeniliklerden biri sarayın basını ile saray soytarılarının birleştirilmesi olacaktı. Fakat bu basın sadece güldürme ve eğlendirme işini görmüyor, aynı zamanda sarayın toplumu bombalamak için geliştirdiği yalan makinasının de kendisidir basın. Basın, top atışları gibi, sürekli yalan haberlerle, gerçekliği karartmaya çalışıyor. Ak trolleri de hesaba katarsak, bunun bir komedi mi, yoksa bir trajedi mi olduğuna karar vermek zordur.
Elbette sarayda, danışmanlar, doktorlar, vezir, hadımağası, harem, içoğlanlar, şakşakçılar, saray muhafızları, muhbir ağını yönetenler, tarihçiler vb. de olur. Bunların nasıl şekilleneceğini önümüzdeki dönemde görebileceğiz.
Saray, varlığı ile, diğer tüm kurumları gölgede bırakır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Saray’ın yanısıra parlamento kuruluyordu. Şimdi ise süreç tersinden işliyor, var olan parlamentonun yanında saray yükseliyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde, sarayın yetkileri kısıtlanmaya çalışılıyordu, şimdi ise, parlamentonun ve diğer kurumların görevleri devrediliyor.

DİYANET İŞLER BAŞKANLIĞI
Yeni ve tümü ile bize özgü olacak şekilde tasarlanan başkanlığın, Burhan Kuzu izin verirse adını biz koyalım: Diyanet İşleri Başkanlığı. Bu bir isim benzemesine de yol açar elbette, ama “demokrasilerde çare tükenmez”. Hemen Mercedesli Mehmet Görmez’in başında bulunduğu “sultanlığın” adını değiştiririz, olur biter.
Bu kadar mı ciddi ve önemli demeyin, zira Başkan- Halife-Sultan Erdoğan çok kızar. Bundan daha mühim konu var mı ki?
Bu başkanlık sistemine isim önerimizin iki ciddi nedeni var. İlki, dindar nesil, imam hatipler vb. gibi konular, yeni başkanlık sisteminin temelini oluşturacak ve göreceksiniz, Artvin’deki maden ocağının da, birçok başka şirket gibi sayın Sultan’a ait olduğu ortaya çıkacak. Bu böyle olunca, Kahraman’ın ucuz yollu fetvaları ile, “efendim halife de %10 alırdı” vb. ile durum geçiştirilemeyecek. Bu durumda, yeni başkanlık sistemimizin en önemli konusu olacak olan “kuvvetler ayrılığı” sorununa temelden bir çözüm lazım. Kuvvetler derken, öyle yasama, yargı, yürütmeden söz etmiyoruz. İki kuvvet var, biri dünyevî, diğeri uhrevî. Birini Başkan Saray’dan yürütecek, daha çok para işleri demektir ve “yürütme” her açıdan uygun düşmektedir. Peki ya öteki ne olacak? Hasan Kahraman’ın saygınlığını yerlere seren fetvaları durumu artık kurtaramaz. Öyle düşünüyoruz. Gelecekte bu sorun daha da artacak. Ve anında yargılama vb. yetmez, “katli vaciptir” fetvaları gerekebilir ve bu durumda, din işleri, halifelik de doğrudan, şahsına münhasır Muktedir’in ellerine verilmelidir. Burhan Kuzu, öyle parlamenter sistemi montofon ineğine benzetmekle boşuna uğraşıyor. Zira kellesinin yerinde kalması, yürütme ve din işleri arasındaki kuvvetler çatışmasına çözüm bulmasına bağlıdır. Yoksa, Başkan’ın gizli danışmanı, kuzu kuzu gidecek değil ya! Bizimkisi dostça bir uyarıdır. İşte, yeni başkanlığa Diyanet İşleri Başkanlığı adını verme girişimimiz, haşa sayın Muktedir’i, Mehmet Görmez düzeyine indirmek, onun Mercedes’ine mahkûm etmek amacını taşımıyor.
Önerimizin ikinci nedeni de şudur: Diyanet işleri başkanlığı, büyük bir inkişaf içindedir, gelişiyor, büyüyor. Personel sayısı 2002’de 70 bin iken, bugün 120 bin. Bu yollarda beraber yüründüğü de kesindir. Buna paralel olarak, bütçesi de her yıl bir bakanlığı geride bırakarak büyüyor. Mesela şu anda 11 bakanlığı geçmiştir. 5 milyar 700 milyon TL’dir. Bu bilimsel açıdan bir çürümenin göstergesidir, diyenler çıkacaktır. “Laik” bir cumhuriyette, Sünni İslam’a dayalı bir diyanet başkanlığı ve bu denli hızlı büyüyorsa, bunun arkasında Muktedir’in sihirli eli de var demektir. Ama böylesi laikliğe bu yakışır. Şimdi, burada 120 bin personel var. Bunların, sayın Sultan, Muktedir belki bilmez, çok ama çok boş zamanı vardır. Bunların %90’ı günde beş vakit ezan okumaktan başka bir şey yapmaz. Şimdi, gelişen teknoloji (ezan okuyan saatler çıktı ya) sayesinde, birçok köyde imam camiye dahi gitmemektedir. Buna çürüme denir ama, başkanlık sistemine geçilirse, buradan montofon ineği ile kıyaslanmayacak kadar süt çıkar. Hem, bir montofon ineğinin sütü sağıldıktan sonra tekmeleme olasılığı var iken, Kuzu da bilir ki, burada montofon ineklerinde varolan özgüven kadar özgüven olmayacağından, süt de dökülmeyecektir. Başkanlık sistemi, bu “çürümeyi” durduracaktır.
***
Uzatmak mümkün elbette. Ama yeterli olmalıdır.
Bu denli çürüme, sistemin artık ayakta durmak için başvurduğu şiddet ve savaş politikalarını da açıklamaktadır.
Tüm mesele, halkın, işçi ve emekçilerin örgütlenmesindedir. Tüm mesele, işçi ve emekçilerin, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine alacak bir uyanışı gerçekleştirmelerindedir. o

Topyekûn savaşa karşı hayatın her alanında direniş

Yaşamı, her alanda yaşamı savunmak, elbette kolay olmayacaktır.
Karanlık ve ölüm kusan, bunun karşında sevinç duyan, insan olmaktan çıkmış varlıklara dönen egemenlerle mücadele etmek her zaman zordur.
Bunu, bizden önce mücadele etmiş olanlar şöyle açıklıyorlar; bunlar cennetlerini kaybetme korkusu ile saldırıyorlar. Yani saldırmak için, yani bunca baskı ve şiddet için, yani bu yağma ve vahşet için iyi nedenleri var.
Oysa yaşamı savunmak, bu denli kolay değil. Değil, çünkü, yaşama saldırıyı anlamak, hissetmek o kadar kolay olmuyor. İkincisi, yaşamı savunacak bir bilinç ve onun işareti olarak örgütlenme o kadar kolay gelişmiyor. Ve bu nedenle, toplara, TOMA’lara, tanklara karşı direnmek o kadar kolay bir süreç değildir.
Ama imkânsız hiç değildir.
Örnek mi, uzağa gitmeye gerek yok, Cizre’ye bakın, Sur’a bakın, Cerattepe’ye bakın.
Devlet, her geçen gün saldırılarını hayatın her alanında artırıyor. Topyekûn saldırıyorlar. Sadece ağızlarında bismillahtan çok savaş kelimesi geçmiyor, sadece her ortamda, savaşı kışkırtmak için hamle yapmıyorlar, sadece her fırsatı kullanıp tehditler savurmuyorlar. TOMA’larını, tanklarını, bombalarını devreye sokuyorlar. Ve saymakla bitmez vahşi saldırılarını devreye sokuyorlar. Kahvede oturan bir genci öldürüp “karakola bombalı saldırı hâlinde idi” diyebiliyorlar. Dilek Doğan’ın katledilmesini hatırlayalım. Cizre’de bombalarla öldürülmüş, yanmış cesetleri hatırlayalım, operasyon bitti ama sokağa çıkmak yasak uygulamalarını hatırlayalım. Hukuku ayaklar altına alan Sur saldırılarını hatırlayalım.
Belli ki, çok ama çok korkuyorlar. Bu korkularını bize, halklara, işçi ve emekçilere bulaştırmak istiyorlar. Son seçimlerden bu yana binlerce kişiyi katlettiler ama doymuyorlar.
Ve bu saldırganlığı gizlemek için, gerçeğin öğrenilmesini gizlemek için, tüm basını, medyayı denetim altına alıyorlar. En sonu, İMC TV’nin uydudan atılması ile ortaya konan basını susturma girişimi, gerçeğe tahammül edemeyen yönetim anlayışının göstergesidir.
Tam bir karanlık yaratmak istiyorlar.
Kan ve karanlıktan besleniyorlar, bunun için daha çok kan ve daha çok karanlık için her yolu deniyorlar.
Kendi hukuklarını, kendileri çiğniyorlar ve bu arada “yeni anayasa” tartışmalarını yürütüyorlar. Kuzu, montofon ineğinden söz ediyor ama, bugün, tarlaya dalmış domuz sürüsü gibi her şeyi yok ediyor, imha ediyorlar.
Bir yandan Başbakan, her hafta bir Kürt ilinde, kendine bağlı adamları toplayıp, kendini kandırıyor, bizim Kürt halkı içinde desteğimiz var diyor, diğer yandan ise fiili Başkan, Muktedir, kükrüyor, fezlekeler gelsin diye emrediyor.
Seçilmiş belediye başkanlarını tutuklamaları yeni değil.
Şimdi ise HDP milletvekillerini yargılamak için dokunulmazlıklarını kaldırmayı gündeme getiriyorlar. HDP’yi parlamentodan atmak için, HDP nezdinde tüm muhalefeti susturmak için, yeni bir saldırı devreye koyuyorlar.
Muktedir emrediyor, savcılar harekete geçiyor. Demek, artık, savcılara TV kanallarından, muhtarlara vb. yapılan konuşmalardan emirler veriliyor. Siz kimsiniz diyorlar, “ağanın lafı üstüne laf” olur mu, diyorlar. Sürekli saldırı, sürekli yasak, sürekli ceza emirleri veriyorlar.
Bu bir topyekûn savaş çağrısıdır. Başka türlü ayakta kalmaları mümkün değildir. Bunu kendileri de biliyorlar. Korkuları bundandır.
Ölümle korkutuyorlar, ölüm sıradanlaşıyor, her gün ölüm haberleri geliyor.
Hapisle korkutuyorlar, ülkenin her alanı hapishane oldu, dışarısı ile içerisinin farkı kalmadı.
Bu topyekûn savaşa karşı, hayatın her alanında, yaşamı, barışı ve özgürlüğü savunmak, insan olarak kalabilmenin asgarî koşulu hâline gelmiştir. Hayatın her alanında, direnişi örmek, örgütlemek gerekir. Telâşsız ama kararlı biçimde her dakika direnişi büyütme zamanıdır.
Her karanlığın bir sonu vardır.

Çete-Devlet Ablukasında Direniş Alanları

YPS Genel Koordinasyonu ilan edildi

Kürdistan’daki devlet terörüne karşı yerellerde

halkı savunmak için kurulan Sivil Savunma Birlikleri

ortak bir koordinasyona kavuşturuldu.

YPS Genel Koordinasyonu, işgalci güçlerin

direniş alanlarına girişine izin vermeyecekleri belirtildi.

Açıklamada; “YDG-H’nin son 6 aylık süreçte

toplumsal savunmayı gerçekleştiren bir gençlik

örgütü olarak geliştirdiği direnişe artık tüm toplumsal

kesimlerin katılması ve profesyonel bir savunma

gücünün açığa çıkması elzem bir ihtiyaç haline

gelmiş, bir çok şehir merkezinde örgütlü savunmayı

geliştiren yurtsever devrimci gençlik öncülüğünde

Yekîneyên Parastina Sivîl (YPS) örgütlenmeleri

ortaya çıkmıştır’’ denildi

YPS Genel Koordinasyonu açıklamasında şu

mesaj verildi:

‘Halkımızı savunmak temel ilke olacaktır’

“YPS güçleri yurtsever Kürdistan halkının öz savunması

görevini gerçekleştirirken tüm mücadele

değerlerimizin bileşkesi ve halkımızın özgürlüğünün

sembolü Önder Apo’ya yönelen her türlü saldırıya

karşı mücadele etmeyi her zaman kendisine

temel ilke edinecek, Öz Savunma direnişinin Önder

Apo’nun fiziksel özgürlüğünü gerçekleştireceğini

bilerek direnişi geliştirecektir. Devam etmekte olan

Aylık Devrimci 9 Sosyalist Dergi

Öz Savunma direnişine başta yurtsever Kürdistan

gençliği olmak üzere tüm halkımız seferberlik ruhuyla

katılım göstermelidir. YPS’yi büyütmek işgalciliğe

ve sömürgeciliğe verilecek en büyük cevap

olacaktır. Kürt halkı YPS öncülüğünde şehirlerde ve

köylerde öz savunmasını gerçekleştirdikçe dikta rejim

inşa etmek isteyen faşist zihniyet yenilecektir.

YPS Genel Koordinasyonu olarak başta her türlü

zorluğa rağmen direniş alanlarını terk etmeyerek

mücadeleyi güçlendiren halkımızın yurtsever-kararlı

tutumunu selamlıyor, özgür geleceği inşa etmek

üzere herkesi direnişi yükseltmeye çağırıyoruz.’’

Direniş Alanları:

CİZRE

Şırnak’a giriş askerlerce engelleniyor

Uludere ve Beytüşşebap’tan Şırnak’a geçişler

askerler tarafından “yol kapalı” denilerek engelleniyor.

Cizre ve Silopi’de uygulanan sıkıyönetimle

birlikte fiili bir yasağın uygulandığı Şırnak’a girişler

engelleniyor. Şırnak-Uludere karayolunun Ziravikê

köyü bölgesinde bulunan askeri noktada Uludere’den

Şırnak’a gitmek isteyen yurttaşların engellendiği

belirtildi. Askerlerin yurttaşlara “yol kapalı” diyerek

tekrar Uludere’ye dönmelerini istediği öğrenildi.

Şırnak’tan Uludere’ye gidişlere ise izin verildiği

belirtildi.

Beytüşebap’tan gelen araçların da Şırnak’a

gelişlerinin engellendiği öğrenildi.

28 yaralının bulunduğu bina saldırı altında

Cizre’de devlet güçlerinin saldırısında yaralanan

28 kişinin ve katledilenlerin bulunduğu bina, devlet

güçleri tarafından hedef alınarak bombalanıyor.

Cizre’nin Cudi Mahallesi’nde devlet güçlerinin

tanklardan yaptıkları top atışları sonucu yaralanan 28

kişi ve yaşamını yitirenlerin bulunduğu bina devlet

güçlerinin hedefinde.

Yaralıların bulunduğu Caferi Sadık Sokak’taki

evin adresi, yaralıların ve cenazelerin hastaneye

kaldırılması için hem hükümet yetkililerine hem de

kaymakamlık ve hastaneye bildirildi. Adresin bildirilmesinin

hemen ardından ise yaralıların bodrum

katında tutulduğu bina devlet güçleri tarafından özel

olarak hedef alınarak tanklardan yapılan top atışları

ile saldırı altına alındı.

HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız,

twitter hesabından yaptığı paylaşımda, ““Cudi Mah,

Cafer’i Sadık sk. No:5-7” adresindeki beş katlı

kırmızı binanın bodrum katında bulunan yaralılar

hastaneye taşınmayı bekliyor. Adresini hükümete

ilettiğimiz sivillere bir şey olursa, insanlık suçunun

sorumlusu hükümet olacaktır. Yaralıların bodrumunda

olduğu, adresini hükümete ilettiğimiz binanın üst

katları vuruluyor” ifadelerini paylaştı.

Çocuğum yerde yaralı yatıyor…’

Botan yürüyüşçüleri arasında yer alan Cizre’de

yaralanan DBP PM Üyesi Mehmet Yavuzer’in annesi

Hanım Yavuzer’in feryatları sabaha dek direniş

alanında yankılandı. Oğluna seslenerek, “Oğlum

kalk oradan, o kurşunlar bana geleydi de sana bir şey

olmayaydı” diye haykıran anne kendisini engelleyen

askere ise “Yüzüme bak yüzüme bu ateş sizi de

yakar. Evinize geri dönün” sözleriyle tepki gösterdi.

Cizre’de devlet güçlerinin saldırılarını arttırmasıyla

birlikte DBP’nin çağrısıyla başlatılan

Botan yürüyüşü için Mardin’in Nusaybin ilçesine

bağlı Girêmîra Mahallesi’nde bir araya gelen binler,

İpek Yolu üzerinde direnişlerini sabaha dek sürdürdü.

Tüm müdahalelere rağmen büyük bir direniş

örneğinin sergilendiği eylemde öyle bir kadın var ki,

hislerini dile getiren feryatlarıyla tarihe adını kazıdı.

‘Yüzüme bak yüzüme, oyuna gelmeyin’

Dün Cizre’de ağır yaralanan ve hala hastaneye

kaldırılamayan yaralılardan DBP PM Üyesi Mehmet

Yavuzer’in annesi Hanım Yavuzer, gün boyu yolun

üzerinde oturarak Cizre’de yaralı oğluna seslenerek,

“Oğlum Mehmet kalk yerden, o kurşunlar bana geleydi

de sana gelmeyeydi” diye ağıt yakarken, diğer

direnişçiler ise Hanım ananın ağıtlarına eşlik etti.

Hanım, ağır silahıyla tepesinde dikilen askere ise

“Yüzüme bak yüzüme, sizin hiç insafınız yok mu?

Oyuna gelmeyin, bu devlet bizi de sizi de öldürüyor,

evinize geri dönün” şeklinde tepki gösterdi.

‘Kürt halkı nerede, neden hala bu feryat

duyulmuyor?’

Hanım en çok katliamlara karşı sessiz kalan

Kürt halkına öfkeli olduğunu söyleyerek, Türkiye

Aylık Devrimci 10 Sosyalist Dergi

halklarından önce Kürtlerin milyonlar olup alanlara

dökülmesi gerektiğini ifade etti. Hanım, “Ülkenin

başındakilerin yüreği yanmıyor anladık ama Kürt

halkının da merhameti kalmamış belli. Vicdan sahibi

olan bu gün buraya gelir ve benim gibi yarlı evladı

yerde yatan birçok anneler için ablukayı kırmak için

mücadele eder. Ey Kürtler siz neredesiniz, kendine

Kürdüm diyenler nerede? Neden bu feryadı duymuyorsunuz?

Çocuğum yerde yaralı yatıyor. Merhameti

olanlar nerede? Artık ayaklanma zamanı gelmedi

mi” diye tepkisini dile getirdi.

Cizre’de bir anne çocuğunu kurtarmak için

beyaz bayrakla yürüyor

Cizre’de Cudi Mahallesi’ne gitmeye çalışan 2

genç ağır saldırı altında. Gençlerden birinin annesi

Gule Ürün oğlunu kurtarmak için beyaz bayrakla

saldırı bölgesine doğru gidiyor. Kaymakamlığa bildirilen

28 yaralının bulunduğu ev ise sabah saatlerinde

bu yana hedef gözetilerek bombalanıyor.

Soykırım saldırılarının 44’ncü günde sürdüğü

Şırnak’ın Cizre ilçesinde Ömer Ürün ve soyadı

öğrenilemeyen Kasım isimli 2 evde kalan nüfus cüzdanlarını

almak için Dağkapı Mahallesi’nden Cudi

Mahallesi gitmek istedi. Gençler mahalleye yakın

bulunan Nusaybin Caddesi’ne geldikleri sırada devlet

güçerince yaylım ateşe tutuldu. Gençler kurşunlardan

korunmak için caddeye yakın eski belediye

binasının arka sokağındaki bir eve sığındı.

Çocuğunun devlet güçlerince tarandığı haberini

alan Ömer Ürün’ün annesi Gule Ürün, ona ulaşmak

için beyaz bayrak açarak saldırı yerine doğru yola

çıktı. Gençlerin bulunduğu noktaya yönelik devlet

güçlerinin ağır silahlarla saldırısı tüm şiddetiyle

devam ediyor.

“Ya ateşi kesin ya beni de öldürün”

Cudi Mahallesi’ndeki evlerine gittikleri sırada

ateş altında kalan 2 genci kurtarmak için elinde beyaz

bayrağıyla mahalleye doğru yürüyen Gule Ürün

polis karakoluna giderek polise, “Ya ateşi kesersiniz

oğlumu alırım ya da beni öldürürsünüz” dedi. Annenin

karakolda tek başına eylemi sürüyor.

Vekiller ve Cihan’ın ailesi Cizre’de zorla

çıkartıldı

Cizre’nin Cudi Mahallesi’nde saldırı altındaki

yaralılar ve yaşamını yitiren üniversite öğrencisi

Cihan Karaman’ın cenazesini almak için Cudi

Mahallesi’ne yürümek isteyen HDP milletvekilleri

ve Cihan’ın ailesi, devlet güçleri tarafından zorla

kentten çıkarıldı.

HDP milletvekilleri Leyla Birlik, Tuba Hezer

ve Ferhat Encü, sıkıyönetim saldırılarının sürdüğü

Şırnak’ın Cizre ilçesine girdi. AİHM’ni tedbir kararına

rağmen ambulans gönderilmediği için yaşamını

yitiren Cihan Kahraman’ın ailesi ile birlikte mahalleye

giren vekiller hastaneye kaldırılmayı bekleyen

yaralıları ve yaşamını yitiren üniversite öğrencisi

Cihan’ın cenazesini almak istedi. Vekillerin önü

Cizre Köprüsü girişinde devlet güçleri tarafından kesildi.

Tüm çabalara rağmen engellenen HDP’liler ve

Karaman’ın ailesi, zırhlı araçlardan çalılanan mehter

marşı ile de taciz edildi. Ardından HDP’li vekiller

ve aile, polis ve askerler tarafından zorla kentten

çıkartıldı.

Karaman’ın babası: Bir Jiyan gitti bin Jiyan

gelecek

Cihan Karaman’ın babası Latif Karaman, oğlu

için ambulans gönderilmediği için kan kaybından

yaşamını yitirdiğini söyledi. Baba Karaman, “Bu

şekilde bizleri bitirmek istiyorlar, Bir yaşam gitti,

binlerce yaşam gelecek. Bir Jiyan gitti, binlerce

Jiyan gelecek. Bu şekilde bizleri bitiremezler, teslim

alamazlar. O Kürdistan’ın şehididir. Kürdistan’ın

başı sağolsun. Bu toplum bu mücadeleye devam

edecek. Yaşasın Kürt özgürlük mücadelesi” dedi.

Karaman’ın ailesi çocuklarının cenazelerini

alıncaya kadar Dêrgul’de (Kumçatı) kalacaklarını

belirtti.

Cizre Belediyesi Eski Eşbaşkanı Serbest

Bırakıldı

Hakkında yürütülen soruşturma nedeniyle 22

Ocak Cuma günü gözaltına alınan Cizre Belediyesi

Aylık Devrimci 11 Sosyalist Dergi

eski Eşbaşkanı Leyla İmret, adli kontrol şartıyla

serbest bırakıldı.

Cizre’de emniyette sorgulanan İmret, adliyede

savcı tarafından sorgulandı ve tutuklanma istemiyle

mahkemeye sevk edildi. Mahkeme Leyla İmret’i adli

kontrol şartıyla serbest bıraktı.

Daha önce Cizre Cumhuriyet Başsavcılığı’nca,

hakkında ‘Halkı Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne

karşı silahlı isyana tahrik ve terör örgütünün propagandasını

yapmak, halkı kin ve düşmanlığa sevk

etmek’ iddiasıyla soruşturma açılan İmret, İçişleri

Bakanlığı tarafından görevinden uzaklaştırılmıştı.

Ankara’dan Botan Yürüyüşü

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 2.

Olağan Kongresi için çeşitli kentlerden kongreye

katılan çok sayıda kişi, Botan Yürüyüşü’ne katılarak

Cizre’ye doğru harekete etti. Yürüyüş öncesi açıklama

yapan HDP Ankara İl Eşbaşkanı Ayhan Bilici,

Kürtlerin sürekli bir barış talebi olduğunu belirterek,

savaşın asıl nedeninin çözümsüzlükte ısrar eden

devlet olduğunu söyledi. Bilici, “Bugün Kürt Kentlerinde

devletin katlettiği çocukların, kadınların suçu

nedir? Kürt halkını savaşa, açlığa mahkûm etmek

isteyen devlete karşı ses çıkarıyoruz. Daha fazla Kürt

kanının dökülmesinin önüne geçmek için bugün

Botan’a gideceğiz ve elbette Kürt halkının bu onurlu

direnişi ablukaları er geç yıkacaktır” dedi.

SUR

YPS devlet güçlerinin ilerlemesine izin vermiyor

Sur’da 54 gündür süren kuşatmaya karşı büyük

bir direniş sergilenirken, asker, polis ve özel hareket

timlerinin mahallelere girmelerine izin vermeyen

YSP güçleri ile yaşanan çatışmalarda birçok asker ve

özel harekat timinin yaşamını yitirdiği belirtildi. Evinin

avlusunda oyun oynadığı sırada devlet güçlerinin

attığı bomba atar parçaları ile 2 çocuğun yaralandığı

Sur’da, yaşam malzemeleri azalmaya başlayan halk

sonuna kadar direnmekte kararlı.

Karadeniz Sokak’ta ve civarında bulunan birçok

ev, atılan top atışları sonucu yıkılırken, tankların

sokaklara ve mahalleye geçişi için yıkılan evlerin

yıkıntıları zırhlı kepçelerle taşınıyor.

Zırhlı kepçe kullanılamaz hale getirildi

Özel hareket timleri, asker ve polislerin mahallelere

girmelerine engel olan YPS güçleri ile yaşanan

çatışmalarda birçok asker ve özel harekat timinin

yaşamını yitirdiği ve birçok kişinin de yaralandığı

belirtildi. YPS güçlerinin saldırısı sonucu bir zırhlı

kepçenin de kullanılamaz hale getirildiği aktarıldı.

Sur’da Melek’in katledildiği sokağa yine top

mermisi atıldı

Kuşatma altındaki Sur’da ‘yasak’lı mahallere

yönelik atılan top mermilerinin parçaları İskenderpaşa

ve Melik Ahmet Caddesi’nde yaşam alanlarına

düşüyor. Melek Alpaydın’ın top mermisi ile katledildiği

sokakta bir eve isabet eden top mermisi duvarı

deldi şans eseri ölen ve yaralanan olmadı. Bir eczane

ve Dengbêjler Evi’nde havan parçaları isabet etti.

Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 54 gündür süren

kuşatma altında saldırılar devam ediyor. Evlerin

yıkıldığı ve yaşam alanlarının tanklar ve havanlarla

vurulduğu ilçede devlet güçlerinin saldırıları nedeniyle

‘yasaksız’ mahallerdeki yurttaşlarında can

güvenliği kalmadı. Sabah saatlerinde İskenderpaşa

Mahallesi Büyük Akar Sokak’ta 4. katta bir eve top

mermisinin parçaları isabet etti. Duvarı delerek içeri

giren top parçaları şans eseri önündeki dolaba denk

geldi ve ölen ve yaralan olmadı. Aynı sokakta daha

önce 3 Ocak’ta bir eve yine devlet güçlerinin attığı

havan topu isabet etmiş ve Melek Alpaydın isimli

kadın kafası parçalanarak yaşamını yitirmişti.

Sur halkı ise aralıksız atılan havan topları

nedeniyle can güvenliklerinin kalmadığını belirterek

tepki gösterdi.

AKP’nin Sur’daki Milyarlık Rant Projesi:

Savaşla Yıkım Ardından Kentsel Dönüşüm

Sokağa çıkma yasaklarıyla savaş politikalarının

uygulandığı Sur ilçesiyle ilgili kentsel dönüşüm plan

ve projeleri, AKP’nin ilçeyle ilgili rant planlarını

Aylık Devrimci 12 Sosyalist Dergi

ortaya çıkardı. Çevre Bakanlığı’na ait planlar, ilçenin

neden yıkılarak harabeye döndüğünü de ortaya

koyuyor.

Diyarbakır’da, özellikle Sur ilçesinde yoğunlaşan

çatışmaların ve yaşanan yıkımın ardından,

AKP’nin kentsel dönüşüm kapsamındaki rant projeleri

çıktı.

Haberdar.com’un haberine göre; Plana göre;

mevcut konut alanlarının yıkılarak yenileri yapılacak.

Ayrıca oluşturulan yeni konut rezerv alanları

ile ilçedeki tüm konutlar kadar yeni konut yapılması

da planlanıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın

yayınladığı 2015 yılına ait çalışma planı, bu rezerv

alanlarını net bir şekilde ortaya koyuyor.

“Operasyonlarda ilk aşamayı oluşturan

‘yıkım’ aşaması gerçekleşti”

Başbakan Davutoğlu’nun da doğruladığı projenin

ilk aşamasını oluşturan ve Çevre Bakanlığı’nın

projesinde yer alan yıkım aşaması yaklaşık 2 aydır

devam eden operasyonlarla gerçekleştirildi. Sur

ilçesindeki tüm binalar ya tamamen yıkıldı ya da

kullanılamaz hale geldi.

Sur kuşatması 1453’teki İstanbul kuşatmasını

geride bıraktı

Tıpkı Sur gibi kaleleriyle ünlü İstanbul ve Kudüs

gibi kentler tarihteki birçok kuşatmaya en uzunu

53 gün süren bir direnişle karşı koyarken, Diyarbakır

Sur ilçesindeki direniş 54’üncü gününü geride

bırakarak tarihe yeni bir not düşüyor. Tıpkı Sur’daki

gibi ağır toplarla dövülen Bizans İmparatorluğu’nun

başkenti olan İstanbul’un düşmesiyle Osmanlı

İmparatorluğu Viyana kapılarına kadar dayanırken,

Sur direnişi ise yeni Osmanlıcılık ve fetih hayallerini

suya düşürüyor.

Türkiye’nin Sur, Cizre, Silopi ve Nusaybin

başta olmak üzere Kürt kentlerine yönelik başlattığı

kuşatma ve buna karşı geliştirilen direniş, tarihi

birçok kuşatmayı da geride bıraktı. 2 Aralık tarihinde

başlayan ve 54’üncü gününe giren Sur kuşatması ve

oradaki direniş Viyana, İstanbul, Kudüs kuşatmalarını

geride bırakırken, Stalingrad, Leningrad direnişine

doğru yol alıyor.

Bütün özel birimler Sur’da

Özyönetimin ilan edildiği 15 Ağustos 2015’ten

sonra AKP’nin emri altındaki devlet güçlerinin

yoğun saldırıları altındaki tarihi ilçede, Aralık ayı

başında ilan edilen sıkıyönetim ile ilçenin 6 mahallesi

54 gündür kuşatma altında. Tüm teknolojik savaş

aygıtlarının, özel eğitimli asker ve polislerin, korucuların

etrafını sardığı ilçede halk canı pahasına öz

savunmasını aldı. 10 bin asker ve JÖH, PÖH, SAS

komandoları ve Bordo Bereliler, Esadullah Timleri

gibi özel savaş grupları tarafından ablukaya alınan

ilçenin “yasaklı” Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu,

Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahallelerinde eşine

tarihte pek az rastlanan büyük bir direniş sürüyor.

Mahallelerinin etrafını barikatlarla saran halk, sivillere

yönelik katliam gerçekleştiren güçlerin adım

atmasına dahi izin vermezken, direniş süresince halk

savunmasını sistemleştirerek, Yekineyên Parastina

Sîvîl – Sivil Savunma Birlikleri (YPS) kurdu ve bunu

YPS-Jin izledi.

Tüm olanaklarına rağmen çakılı kaldılar

Halkın büyük direnişi karşısında çaresiz kalan

devlet güçleri ise tank ve top atışları ve zırhlı kepçelerle

kadim ilçeyi yıkmaya başladı. Surların Mardinkapı

bölümünde yıkıma başlayan devletin özel

savaş güçleri ancak birkaç sokak ilerleyebilirken,

Gazi Caddesi üzerinde ise Yoğurt Pazarı civarında

çakılı kaldı. Aralıksız bir biçimde bombardıman

altında tutulan mahallelerle hiçbir şekilde bağlantı da

kurulamıyor.

Yaralılar şifalı otlarla tedavi ediliyor

Hedef gözetmeksizin hareket eden tüm canlılar

yoğun ateş ve bombaya tutuluyor. Evlerin bomba

atarlarla hedef alınması nedeniyle aileler, binaların

alt katlarına veya bodrumlarına girerek kendilerini

korumaya çalışıyor. Şu an aralarında şarapnel parçalarının

isabet ettiği çok sayıda çocuğun da bulunduğu

onlarca yaralı, ilçeye giriş-çıkışların tümden engellenmesi

nedeniyle doğal yöntemlerle tedavi edilmeye

çalışılıyor. Ateşli silah yaralanması bulunanlar yaşlıların

hazırladığı şifalı otlardan elde edilen ilaçlarla

tedavi edilirken, vücudunda kırık olanlar da yine eski

yöntemlerle iyileştirilmeye çalışılıyor.

Tarihi dönemdeki kuşatmalar gibi ilçe erzaksız

ve susuz bırakıldı

Aylık Devrimci 13 Sosyalist Dergi

Elektrik ve suyun kesildiği, gıda ikmal yollarının

kapatıldığı ilçede halk kuyulardan su çekerek

içme su ihtiyacını karşılıyor. Kış için hazırlanan

kuru gıdalar ise tek besin kaynağı. Hiç durmayan

bombardımana rağmen çocuklar zaman zaman yıkık

dökük sokaklara çıkarak, oynayacakları boş kovan

ve bomba kapsüllerini yanlarına alıyor.

Bizans ordusu kuşatmaya 53 gün dayandı,

Sur halkı 54 gündür direniyor

Sur’da sürdürülen kuşatma ve gösterilen direniş

birçok tarihi örneği de yeniden gündeme getirdi.

Sur’da 54 gündür kırılamayan direniş İstanbul’un

fethini gündeme getirdi. Bizans İmparatorluğunun

Başkenti olan İstanbul daha sonra “Fatih Sultan

Mehmet” ünvanını alan II. Mehmet tarafından 1453

tarihinde kuşatılarak tıpkı Sur’un ağır silahlarla

bombalanması gibi ağır toplarla İstanbul’u koruyan

tarihi surlar bombalanmaya başlandı. İstanbul’da

topçu ateşi sadece 6 gün sürerken, Sur 54 gündür

aralıksız bombalanıyor. Karadan, Deniz’den kuşatılan

Konstantinapolis (İstanbul) kuşatmaya sadece 53

gün direnebildi. Üstelik, bir devletin orduları tarafından

kuşatılmasına ve Osmanlı’dan geri kalmayan

askeri mühimmatlarına ve yapılanmasına rağmen.

İstanbul sadece Bizans ordusu tarafında da savunulmuyordu.

Geleceği beli olan Osmanlı kuşatmasına

karşılık erzak ve mühimmat depolanan İstanbul’a

çeşitli ülkelerden gelen asker ve muhafızlarla da

takviye edilmişti. Kuşatmanın sürdüğü dönemde

Papalık tarafından üç kadırgayla beraber 200 asker

ve mühimmat gönderildi, 30 geminin ise sefer için

hazırlandı. Ocak 1453’te iki gemiyle beraber Cenevizli

komutan Giovanni Giustiniani komutasındaki

700 askerle yardıma geldi.

İstanbul’un demografik ve tarihi yapısı

değiştirildi

Buna rağmen İstanbul’a gelen Osmanlı akınları

karşısında direnemedi ve 6 Nisan’da başlayan kuşatma

29 Mayıs tarihinde Bizansın yenilgisi ve Osmanlı’nın

galibiyetiyle sonuçlandı. İstanbul kuşatması ile

Sur kuşatması arasındaki benzerliklerden biri de her

iki kentinde surlarla çevrili olması. Ancak İstanbul’un

tarihi surları ve Bizans ordusunun yapamadığını

Sur halkı, 54 gündür yapıyor. Yine İstanbul’un

Fethi sürecinde Bizans imparatorluğu “haracı” kabul

etmesine rağmen “teslimiyet” talebi kabul edilmedi.

İstanbul düştükten sonra tarihi kentin demografik yapısı

da değiştirildi. İstanbul Türkleştirildi ve en son

Cumhuriyet döneminde kalan kimi gayri müslimler

de katliamlara maruz kalarak kentten sürülmeye

çalışıldı. Tarihi ve kültürel mekanların tek tek yapısı

değiştirildi.

Kudüs haçlı saldırılarına 8 gün dayanabildi

Sur kuşatmasının diğer birçok benzeri örnekleriyle

arasında benzerlikler bulunuyor. Bugün sadece

İsrail ve Filistin değil aynı zamanda İslamiyet ve

Hıristiyanlık gibi iki büyük medeniyet arasında da

anlaşmazlık konusu olan Kudüs, tarihi yapısı nedeniyle

birçok kuşatmaya alındı. Kudüs’ün iki büyük

kuşatmasından biri 7 Temmuz ile 15 Temmuz 1099

tarihindeki Haçlı kuşatması oldu. Fatımi Devleti

toprağı olan Kudüs sadece 8 günlük bir kuşatma ile

Haçlılar tarafından teslim alındı.

Eyubbi Kudüs’ü 12 günde teslim aldı

Daha sonra Selahattin’i Eyubbi önderliğindeki

İslam Orduları tarafından 20 Eylül’den başlayıp 2

Ekim 1187 tarihindeki 12 günlük bir kuşatma ile geri

alındı. Kudüs de iki kuşatmada susuz bırakıldı, ikmal

yolları kesildi. Surları dövüldü ve şehir daha sonra

düşürüldü. Kimi kaynaklara göre Selahaddin Eyyubi

başlangıçta şehri kılıçla almayı amaçlıyordu. Ancak

daha sonra erkekler için onar, kadınlar için beşer, çocuklar

için birer, geriye kalan yoksul, sakat halk için

de toplam 30 bin dinar kurtarmalık karşılığı, şehri

kılıçsız teslim aldı. İlber Ortaylı’nın aktarımlarına

göre Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs kuşatmasında

boğma stratejisi ile meşhurdur. Şehrin suyunu ve

yiyeceğini kesen ve açlıkla şehri teslim almayan çalışan

Eyubbi, yine Ortaylı’ya göre, “Şehrin etrafında

büyük ateşler yaktırarak kuşatılanları dumana boğdu.

Yaz sıcağı ve duman, adeta şehrin güney yakasındaki

Gehonim (İbranca “cehennem”e kaynak olan isim)

denen derin çkurun ismine hak verdirecek bir hava

yarattı Kral Guy of Lusignan yarma harekatıa girişek

içn dı .arıç .ktı .ıda kuştmacıar bu bögeye

ve Selçkilere has çmber stratejisini uyguladı Öce

saflar ş ovalyelerin karş .sıda zayıç savaşrak ikiye

ayrıdı sonra dü .manıkuştı çmbere aldıar ve

imha etti.”

Sur’daki inanç merkezi

Sur’un Kudüs ile ortak yanları da bölgede

bulunan tarihi inanç merkezleri oluşturuyor. Hem

Müslümanlar için hem de dini azınlıkların birçok

ibadet merkezi Sur’un tarihi yapıları arasında yer

alıyor. Sur’da yürütülen kuşatma ve saldırılarda da

başta Kurşunlu Camii ve 4 Ayaklı Minare ve bölgedeki

kiliseler olmak üzere pek çok yapı harap oldu.

Stalingrad direnişi

Sur’daki kuşatma aynı zamanda tarihin en çetin

kuşatma ve direniş merkezlerinden olan Stalingrad

kuşatmasını da anımsatıyor. Uzun bir savaş süreciyle

Aylık Devrimci 14 Sosyalist Dergi

birlikte 23 Ağustos 1942 tarihinde başlayıp 2 Şubat

1943 tarihine kadar süren Stalingrad kuşatması 6. Alman

Ordusu’nun imhası ve Hitler faşizmi için sonun

başlangıcı oldu. Tarihin en kanlı kuşatma ve çatışmalarından

biri olan Stalingrand kuşatması şayet Hitler

Almanyası lehine sonuçlanmış olsaydı, dünya Hitler

faşizmine teslim olacaktı. Gösterilen direniş aynı

zamanda dünya insanlığını faşizminden kurtardı.

Yeni Osmanlı’nın yayılma hamlesi

Diyarbakır’ın kendisi olan Sur, eski şehrin

bütün ihtişamını bünyesinde barındırıyor. Şimdiye

kadar birçok kez kuşatmaya ve saldırıya uğrayan

ve çoğu kez yakılıp yıkılan Diyarbekir ve bu şehrin

kalbi olan Sur şehrinin günümüzde hedeflenmiş

olması da yeni Osmanlı inşası için önemli ipuçlarını

barındırıyor. Osmanlı İstanbul’un fethi ile Viyana

kapılarına kadar dayanmıştı, Sur başta olmak üzere

Kürdistan’daki direniş merkezlerinin düşürülmesi

ile Kürt hareketinin imhası ile birlikte Ortadoğu’ya

yayılmanın da yolları aranıyor.

SİLOPİ

Evine Top Mermisi Atılarak Ağır Yaralanan

Şirin Altay, 32 Günün Ardından Yaşamını Yitirdi

Silopi’de 24 Aralık günü evine top mermisi

atılması sonucunda ensesine şarapnel parçası isabet

eden 3 engelli çocuk annesi Şirin Altay ağır yaralanmıştı.

Tedavisi için Batman Özel Medical Park

Hastanesine götürülen Şirin Altay 32 günlük mücadelenin

ardından yaşamını yitirdi.

Altay’ın cenazesi, otopsi işlemleri için Batman

Bölge Devlet Hastanesi’ne götürüldü. Otopsi işlemlerinin

ardından Silopi’de defnedileceği duyuruldu.

Altay’ın yaşamını yitirmesiyle, Silopi’de katledilenlerin

sayısı 30’a çıktı.

Nefretin böylesi: Silopi’de kadınların yöresel

kıyafetlerini yaktılar!

Silopi’de sıkıyönetim uygulamalarında evi talan

edilenlerden biride Kumçatı Belediye Eşbaşkanı

Berivan Kutlu oldu. Yapılanları “DAİŞ talanı” diye

degerlendiren Berivan’ın evinde bulunan kadınlara

ait yöresel kıyafetlerin tamamının yakılması, ırkçı ve

soykırımcı nefretin dışa vurumu olarak bir kez daha

belgelendi.

Silopi’de ilan edilen “sokağa çıkma yasağı”yla

birlikte ilçede devreye alınan sıkıyönetimin bilançosu

ortaya çıkıyor. İlçede bulunan binalar devletin

tanklardan yaptığı top atışlarıyla harabeye çevrilirken,

birçok ev ise özel harekat ve “devlet güçleri”nin

karargahı haline getirilmiş durumda. Şırnak’a bağlı

Kumçatı (Dêrgulê) Belediyesi Eşbaşkanı Berivan

Kutlu’nun Silopi’deki evi devlet güçleri tarafından

karargaha çevrilmiş ve annesiyle kendisine ait

kıyafetler yakılıp yırtılmış halde bulundu. Evin içine

ve dışına ise mermi ve topların denk geldiği görülürken

Berivan Silopi’de yaşanan vahşeti şu şekilde

yorumluyor: “Gidip Silopi’yi o halde gördüğümde

1990’lı yıllarda Tansu Çiller’in yaşattıkları aklıma

geldi. Erdoğan’ın bu yaptığı talancı ve ahlaksız bir

uygulamadır.”

‘Mesele hendek değil soykırım’

Kürt halkı üzerinden uygulanan katliamcı uygulamaları

lanetlediğini belirten Berivan, “Görüyoruz

ki mesele hendek meselesi değil. Tamamen Kürt

halkını yok etmek için yapılan bir operasyondur.

Seçim döneminin bir intikamı şeklinde Kürt halkının

üzerine geliniyor. Mesele hendek meselesiyse

neden çocukları katlediyorsunuz ya da neden evleri

bombalıyorsunuz” diye sordu. Evlerine top atıldığını

ve komşular sayesinde evde kalanların çıkartıldığını

anlatan Berivan, “Evimizi karargaha çevirmişler. Yöresel

kıyafetlerimizi yakmışlar. Genel olarak kadın

kıyafetlerini hedef alarak böyle ayarsızca davranmışlar.

Evden çıktıklarında ise evi ateşe vermişler. Bu da

ev tacizine girer. Evi kullanılamaz hale getirmişler”

şeklinde konuştu.

‘Devlet toplumu yok etmek için kadınları

katlediyor’

Devletin sorunun “hendek” olmadığını kadınların

mücadelesi olduğunu söyleyen Berivan, “Kadınların

yoğun kaldığı yerlerin bombalanması bunun

bir kanıtıdır. Devlet toplumu yok etmek için kadın

üzerinden bir katliam gerçekleştiriyor “ dedi.

‘DAİŞ’in talancı zihniyetini bir durum’

Evlerinin yakılması ve yıkılmasının kendilerini

etkilemediğinin altını çizen Berivan, “Etkilendiğimiz

nokta evin talan edilmesi oldu. DAİŞ’in talancı

zihniyetini dahi geçen bir durum var. Devlet, bütün

terörlerden daha büyüktür. Kürdistan’da uyguladığı

Aylık Devrimci 15 Sosyalist Dergi

tarz devlet sistemine uymuyor. Bu uygulanan AKP

terörüdür” diye kaydetti.

Öleceksek direnişçi ruhuyla ölelim’

Son olarak Botan halkına çağrıda bulunan

Berivan, “Yıllardır bu mücadelemiz devam ediyor.

1990’larda kuyulardan cenazelerimizi çıkardık. Şimdi

de aynı zihniyet bunu bize yapmaya çalışıyor. Bunun

karşısında mücadelemizi yükselterek sömürgeci

ve talancı zihniyeti topraklarımızdan püskürtmeliyiz.

Öleceksek de direnişçi ruhuyla ölelim” diye belirtti.

Silopi Belediyesi’ni işgal eden özel harekatçılardan

hırsızlık

Sokağa çıkma yasağı ile birlikte abluka ve saldırıların

  1. gününe girdiği Şırnak’ın Silopi İlçesi’nde

özel harekat timlerinin, evlerini terk etmek zorunda

kalan halkın paralarını ve değerli eşyalarını çaldığına

yönelik iddiaların ardından belediye binasını işgal

eden özel harekatçıların harita kadastro çalışmalarında

kullanılan yaklaşık 30 bin lira değerindeki bir

cihazı çaldığı ortaya çıktı. Hırsızlık, Topcon marka

GNNS alıcısı cihazının Mardin’de satılmaya çalışılmasıyla

ortaya çıktı.

Hırsızlık olayıyla ilgili konuşan Silopi Belediyesi

Eş Başkanı Seyfettin Aydemir, belediye

binasının bir aydan uzun süredir polis işgali altında

olduğuna dikkat çekti. “Binayı kim işgal ettiyse

cihazımızı da o aldı” diyen Aydemir, daha birçok

belge ve teknik malzemenin çalınmış olabileceğinden

şüphelendiklerini dile getirdi. Aydemir, tespit

çalışmalarını sürdürdüklerini ve konuyu yargıya

taşıyacaklarını da sözlerine ekledi.

Silopi’ye Gelen Fransız Gazeteci: Avrupa ve

AİHM katliama göz yumuyor

Silopi’de 37 gün süren soykırım saldırılarını

yerinde takip eden Fransız gazeteci Quetin Aliyadi,

bölgede yaşanan katliamların yeterince duyurulmadığın

söyledi. Aliyadi, gelecek için endişeli olduğunu

belirterek, Avrupa ülkelerinin ve AİHM bölgede

yaşanan katliamlara göz yumduğuna dikkat çekti.

Kürt kentlerinde ‘sokağa çıkma yasağı’ adı

altında gerçekleştirilen soykırım saldırılarını yerinde

takip için Fransız gazeteci Quetin Aliyadi, 37 gün

boyunca saldırıların sürdüğü Şırnak’ın Sİlopi ilçesine

geldi. Aliyadi, daha önce Sur ve Cizre gibi yerlerde

de bulunduğunu belirterek, sivil halkın büyük

bir katliam ile yüz yüze olduğunu hatırlattı. Avrupa

ülkelerinin, Türkiye’de yaşananlar karşısında köşeye

sıkıştığını aktaran Aliyadi, AİHM’in Kürt kentlerinde

yaşanan katliamlara göz yumduğunu ifade etti.

‘Halk için çaba sarf edilmiyor’

Bir süredir fotoğrafçısıyla birlikte bölgede

bulunduğunu bilgisi veren Aliyadi, sokağa çıkma

yasaklarının sivil halkı zor duruma soktuğunu aktardı.

Aliyadi, kendilerinin de bu durumu onları nasıl

etkilediğini görmeye çalıştıklarını kaydetti. Halk

için yeterince çaba sarf edilmediğini dikkat çeken

Aliyadi, onun için burada olduklarını ifade eden ve

bölgede durumun iyi olmadığını kaydetti.

‘Burada yaşananlar yeterince duyurulmuyor’

Bölgede var olan durumun NATO ülkesi olan

Türkiye’de yaşandığını belirten Aliyadi, Avrupan’nın

bölgedeki yoğun saldırılarından dolayı evlerini terk

etmek zorunda kalan yurttaşlar için köşeye sıkıştığını

dile getirdi. Aliyadi, direnişin gündeme getirilmesinin

ve insanlara duyurlmasından zayıf kalındığına

değinerek, herkesin bölgede yaşananlara duyarlı

olmasını istedi.

‘Avrupa ülkeleri ve AİHM katliamlara göz

yumuyor’

Avrupa ülkelerinin ve AİHM’in yaşananlara

göz yumduğunun altını çizen Aliyadi, herkesin gelip

bölgeyi yerinden takip etmesini istedi. Ancak bu

noktada basının yeterince özgür olmadığına da işaret

eden Aliyadi, “Gelip buradaki durumu görmeleri gerekiyor,

ama onları yansıtmaları konusunda da yeterince

özgür değiller. Burada yaşanalara tamamen göz

yumulmuş durumda. Herkesin buraya gelip sivilerin

hayatını nasıl kaybettiğini görmesi gerekiyor. Ve onların

yaşam alanlarının nasıl yok edildiğini görmesi

gerekiyor. Buna tanık olarak anlatmaları gerekiyor.

Ben de bunu yapmaya çalışıyorum” dedi.

‘Gelecek için endişeliyim’

Direnişi ve çatışmaların yaşandığı bölgenin neredeyse

tamamında bulunduğunu hatırlatan Aliyadi,

başta Sur, Cizre, Nusyabin ve Silopi’ de bu alanlarda

insanlarla görüşebilme şansını yakaladığını belirtti

Uzun zamandır bölgeyi yakından takip ettiğini dile

getiren Aliyadi, gelecek için endişeli olduğuna vurgu

yaptı. Büyük bir korkunun da mevcut olduğunun

Aylık Devrimci 16 Sosyalist Dergi

vurgulayan Aliyadi, her iki tarafta da gerilimin yüksek

olduğunu ifade etti. Bölgede yaşanan çatışmaların

en büyük mağdurlarının siviller olduğununu altını

çizen Aliyadi, bunu yansıtabilmek için ellerinden

geleni yapmaya çalıştıklarını aktardı.

NUSAYBİN

YPS-JIN’li Dorşin için merasim düzenlendi

Mardin’in Nusaybin ilçesinde Dorşin adıyla bilinen

ve dün gece Kışla ve Zeynelabidin mahallelerini

ablukaya alan zırhlı araçlara yönelik gerçekleşen

saldırının ardından gerçekleşen çatışmada yaşamını

yitiren YPS-JIN üyesi için cenaze merasimi düzenlendi.

YPS ve YPS-JIN tarafından Zeynelabidin

Mahallesi’nde gerçekleşen merasime binlerce yurttaş

katıldı. Saygı duruşuyla başlayan merasimde Denîz

Bagok bir konuşma yaptı.

‘Gün onurlu bir yaşam için mücadele etme

günüdür’

Hükümet tarafından Kürdistan topraklarında

kirli bir savaşın yürütüldüğünü söyleyen Deniz

Bagok, “Bizim olan ve sömürgeciler tarafından kirli

bir savaşın yürütüldüğü bu topraklar uğruna yoldaşımız

mücadele dolu bir yaşam sürdü. Yine bu uğurda

canını feda etti. Yoldaşımız özel harekat timlerinin

ablukasını kırmak adına fedai bir eylem gerçekleştirerek

onları püskürttü. Bu gün Kürdistan’ın bir çok

noktasında DAİŞ zihniyetini aratmayan bir saldırı

söz konusudur. Bu savaşı bizler değil, AKP başlattı.

Özellikle genç kadınlar ve erkekler başta olmak üzere

tüm Kürt halkına sesleniyoruz; daha ne kadar sessiz

kalacaksınız? Kürdistan’da açık şekilde yürütülen

savaşın farkında değil misiniz? Gün varlık ve yokluk

mücadelesini verildiği gündür. Gün onurlu mücadele

günüdür. Tüm gençleri YPS saflarına çağırıyoruz”

şeklinde konuştu.

Dorşîn serhıldan ruhuyla uğurlandı

Konuşmanın ardından merasime katılan binlerce

yurttaş dakikalarca, “Bijîz berxwedana YPS”,

“Bê serok jîyan nabe”, “Jin jiyan azadî” şeklinde

slogan attı. Merasimin ardından PKK bayrağına sarılı

Dorşîn’in tabutu YPS-JIN’li kadınlar tarafından

mahalledeki kadınlara teslim edildi. Cenazeyi teslim

alan kitle buradan Önder Caddesi’ne doğru yürüyüşe

geçti. İlk kez YPS tarafından askeri cenaze törenin

gerçekleştiği merasimde yurttaşlar da tabutu Önder

Caddesi’nin başında bekleyen ambulansa bindirdi.

Kimlik bilgileri henüz netleşmeyen Dorşîn’in

cenazesi Nusaybin Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı.

Bir yandan kentlerdeki saldırılarına devam

eden devlet güçleri diğer yandan provokatif eylemlere

başvuruyor:

Bağlar’da dün bir okula yönelik düzenlenen

bombalı saldırıyla ilgili açıklama yapan PKK, saldırının

kendileriyle alakalı olmadığını söyledi.

PKK, Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde dün bir

okula yönelik yapılan bombalı saldırıya ilişkin açıklama

yaptı.

Fırat Haber Ajansı’nın (ANF) haberine göre,

saldırıya ilişkin çok yönlü bir araştırma ve inceleme

başlattıkları ifade edilen açıklamada, “kitlesinin

yüzde 90’ının bizim taraftarımız olduğu Bağlar gibi

bir yerde ne PKK, ne PKK gençliği ve ne de hiçbir

yurtsever kurumun bu olayı yapmış olması asla ve

asla mümkün değildir” denildi.

Açıklamada, “Cizre’de, Sur’da her gün çocuklarımızı

öldürenler, Amed’de Tahir Elçi’yi katledenler,

bu bombayı da oraya atmışlardır” diye ifade edildi.

Diyarbakır Bağlar’da bulunan Çelebi Eser Ortaokulu’na

dün öğrencilerin karne alacağı sırada, atılan

el yapımı patlayıcı nedeniyle beş çocuk yaralanmıştı.

Direnişteyiz, Diha, Jinha, Sendika.org’dan

yararlanılmıştır.__

Devletin gerçekle savaşı; gazetecilere saldırılar

Azadiya Welat Çalışanı polis tarafından zehirlendi iddiası
Urfa’da Azadiya Welat gazetesi çalışanı Şahin
Ceyran’ı durduran polisler, etkisiz hale getirdikleri
Ceyran’a, henüz ne olduğu öğrenilemeyen bir maddeyi
zorla içirdi. Darp edildikten sonra metruk bir
binanın altına atılan Ceyran ölüme itildi.
Özgür Gündem’de 4 Polis “Azadiya Welat çalışanına
ne içirdi?” başlığı ile yayımlanan habere göre
Azadiya Welat gazetesi Riha (Urfa) çalışanlarından
Şahin Ceyran sabah saatlerinde gazete dağıtımını
tamamladığı Evren Sanayi TOKİ konutlarından
motosikleti ile çıkarken polis tarafından durduruldu.
Görgü tanığının verdiği bilgilere göre, burada
Ceyran kendisine zorla içirilmeye çalışılan maddeyi
içmeyerek kaçmaya başladı. Ceyran’ı yakalayan 4
polisten 2’si ağzını açarak pet şişe içerisinde akışkan,
ekşi ve tuzlu olan bir maddeyi Ceyran’a zorla içirdi.
Daha sonra polisler, araca aldıkları Ceyran’ı bir süre
işkence yaparak gezdirdi.
Görgü tanığı polislerin daha sonra TOKİ inişinde
bulunan ormanlık alandaki metruk bir binanın
altına sürükledikleri Ceyran’ı, burada bıraktı. Kendine
geldikten sonra kusan Ceyran, telefonla aradığı
bir yakını tarafından alınarak, Balıklıgöl Devlet
Hastanesi Acil Servisi’ne kaldırıldı. Burada midesi
yıkanan Ceyran’ın, ellerini açamadığı, midesinde
ağrı olduğu öğrenildi.
Cizre’de vurulan Refik Tekin’in kamerası o anlarda
kayıttaydı
Cizre’de yaralı ve cenazeleri almak için giden
sivillerin tarandığı saldırıda yaralanan İMC Tv
kameramanı Refik Tekin o an kayıttaydı. Kendisi
de kurşunların hedefi olan Tekin yaşananları saniye
saniye kaydetti.
Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaralı ve cenazeleri
almak için giden sivillerin tarandığı saldırıda
yaralanan İMC Tv kameramanı Refik Tekin o an
kayıttaydı. Kendisi de kurşunların hedefi olan Tekin
yaşananları saniye saniye kaydetti.
Tekin kamerası çalışır vaziyette, HDP Şırnak
Milletvekili Faysal Sarıyıldız ve Cizre Belediye
Eşbaşkanı Kadir Konur ile sivil halkın oluşturduğu
grubun yanındaydı. İki kişinin hayatını kaybettiği
saldırıda kendisi de yaralanan Tekin’in kamerasından
çıkan görüntülerde; saldırının hemen öncesinde
heyetin ellerindeki beyaz bayraklarla cenazeleri
taşıdığı görülüyor. Caddeden karşıya geçen heyetin
üzerine bu sırada cadde üzerinde bulunan zırhlı polis
aracından ateş açılıyor. Çok sayıda kişi yaralanarak
yere yığılıyor. Kurşunlardan biri de Tekin’e isabet
ediyor.
Günün sonunda yaralılardan Cizre Belediyesi
Meclis Üyesi Abdulhamit Poçal ve Selman Erdoğan
yaşamını yitirmişti.
Aylık Devrimci 8 Sosyalist Dergi
Haber takipi yapan İMC TV kameramanı Refik
Tekin’in de sol ayağından yaralandığı saldırı Anadolu
Ajansı tarafından, “Cizre’de yaralıları kaçıran 9
terörist yaralandı” şeklinde servis edilmişti.
Tekin: Yaralı halde sürükleyip tekmelediler
Cizre’de dün zırhlı araçtan açılan ateşte yaralanan
ve Anadolu Ajansı tarafından ‘terörist’ olarak
lanse edilen İMC TV kameramanı Refik Tekin,
ülkede artık herkesin terörist ilan edildiğini söyledi.
Tekin, yaralandıktan sonra polisler tarafından yerde
sürüklenerek tekmelendiklerini ifade etti.
‘Yaralıları almaya giderken tarandık’
Sevk edildiği Mardin Devlet Hastanesi’nde
tedavisi süren Tekin, saldırı sırasında yaşadıklarını
anlattı. Mahalleye yürüyen kitleyi takip ettiğini
belirten Tekin, “Ben kitlenin orta kısmında bir yerlerde
bulunuyordum. Çekimimi oradan alıyordum.
Cenazeleri alıp Nusaybin Yolu’na çıktıktan sonra
hiç uyarı yapılmadan kitle üzerine tank ve zırhlı
araçlardan ateş açılmaya başlandı. Herkes bir yerlere
kaçmaya çalıştı. Bende o sırada kaçmaya çalıştım.
Ancak daha sonra vurulduğumu hissettim ve yere
yığıldım. Sürünerek bir dükkanın içine girmeye
çalıştım. Orada birkaç yaralı daha vardı. Ama silah
seslerinden hala ateş açılmaya devam edildiğini
duyabiliyorduk” dedi.
‘Yaralı halde sürükleyip tekmelediler’
Yaralandıktan sonra yanlarına HDP Milletvekili
Faysal Sarıyıldız ve Belediye Eş Başkanı Kadir
Konur’un geldiğini aktaran Tekin yaşananları şöyle
anlattı: “Daha sonra ambulansı çağırdılar. Belediyeye
ait ambulans ve sağlık ekipleri geldi. Beni
ambulansa aldıkları sırada kendilerine basın mensubu
olduğumu belirtmeme rağmen polisler tarafından
dövülüyorduk. Orda bulunan tüm yaralıları sürükleyerek
ambulansa alıyorlardı. Sürüklerken de tekmeliyorlardı.
Sağlıkçıları bile tekmeliyorlardı. Hakaretler
ediyorlardı. Basın mensubuyum dedikten sonra
bir tarafa bıraktılar. Ama diğer yaralıları dövmeye
devam ediyorlardı. Bazıları orada yaşamını yitirmiş
olabilir. Bilmiyorum.”
‘Herkesi terörist ilan ediyorlar’
AA’nın haberine tepki gösteren Tekin, “Bu
ülkede her şeyi terörize etmek o kadar basit olmuş
ki akademisyenler ve yazarların sanatçıların hain
ilan edildikleri bir ülkede gazeteciler de görevlerini
yaparken terörize edilebiliyor. Biz basın kimliği
ile çalışan gazetecileriz. Bir terörist olarak itham
edilmem ve bunu kamuoyuna bilgilendiren basın
kurumlarından bunu duymak çok üzücü. Herkesi
terörist ilan ediyorlar artık” şeklinde konuştu.
Direnişteyiz-Diha

HDK ve HDP kongreleri gerçekleşti

 

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) 6. Genel

Kurulu sonuç bildirgesi yayınlandı. “Yaşamın ve Direnişin

Olduğu Her Yerde HDK” sloganıyla düzenlenen

ve 40 ilden 600’e yakın delegenin katılımıyla 23

Ocak’ta Ankara’da gerçekleştirilen genel kurul

toplantısında Kürt halkına yönelik saldırılar, sivil

ölümler, öz yönetim talepleri ve direnişlerinin yanı

sıra HDK’nin önümüzdeki süreçte örgütlenmesine

ilişkin tartışmalar gündemleştirildi.

HDK Genel Kurul sonrası yayınlanan sonuç

bildirgesinde, kongrenin önümüzdeki sürece ilişkin

aldığı kararların da yer alıyor. Bilgirgede, “Türkiye

ve Kürdistan’ın bütün demokrasi ve barış güçlerini,

anti faşist dinamiklerini, sendikaları, emek ve meslek

örgütlerini, yurttaş inisiyatiflerini, kadın ve gençlik

hareketlerini bir demokrasi cephesini birlikte ve

acilen inşa” çağrısı yapıldı.

Suriye halklarının özgür ortaklık girişimi olan

Demokratik Suriye Meclisi’nin (DSM) de selamlandığı

bildirgede, Türkiye’ye “Kürt ve Kürdistan

düşmanlığına dayalı Suriye siyasetine bütünüyle son

vererek, Rojava’nın kendi kaderini tayin hakkına

saygı gösterme; mezhep karşıtlığına dayandırdığı iç

savaşı körüklemekten vazgeçme” çağrısı yapıldı.

HDK Genel Kurulunun önümüzde açılan yeni

toplumsal mücadele döneminde kimlik siyaseti ile

sınıf siyasetini birleştiren bir politik hat oluşturmayı

önüne koyduğu açıklanan bildirgeyle, “kimlik mücadeleleriyle

eş zamanlı olarak emeğin farklı alanlarda

kapitalist sömürüye karşı süren mücadelelerinin birleştirilmesi

ve örgütlenmesi doğrultusunda harekete

geçmenin önemi” vurgulandı.

Halkların eşitlik, özgürlük, adalet mücadelelerinin

halk meclisleri üzerinde yükseltilmesini önüne

koyan HDP, sonuç bildirgesinde HDP, DTK ve DBP

ile eşgüdüm ve ortaklık içinde mücadele edileceği

deklare edildi.

 

HDP 2. Olağan Kongresi Ankara’da Gerçekleşti, Parti Meclisi Belirlendi

Halkların Demokratik Partisi (HDP) 2. Olağan

Kongresi Ankara’da gerçekleştirildi. ‘Eşit Yurttaşlık

Ortak Vatan’ şiarıyla Ankara’da gerçekleştirilen HDP

  1. Olağan Kongresi, Suruç ve Ankara katliamlarında

ölümsüzleşenlerin, Cizre, Sur ve Silopi’de katledilenler

anısına saygı duruşu ile başladı. HDP Eş Başkanları

Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın

yeniden seçildiği kongrede Parti Meclisi üyeleri de

belirlendi.

AKP ve MHP’ye davet gönderilmeyen Kongrede

CHP’den Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan

konuk olarak yer aldı. Ayrıca kongreye, Saadet Partisi

Genel Başkan Yardımcısı Atik Ağdağ, DSP’den

Nursel Kızılırmak, Emek Partisi’nden de eski HDP

İstanbul Milletvekili Levent Tüzel katıldı.

Sabah, Star, Yeni Şafak, Akit, Akşam, Kanal 24

ve A Haber’in de aralarında bulunduğu iktidara yakın

taraflı yayın yapan medya organları ‘HDP’yi hedef

alan yanlı yayınlar yaptıkları’ gerekçesiyle HDP

kongresine alınmadı.

Yüksekdağ: “Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor”

Kongrede söz alan eş genel başkan Figen

Yüksekdağ, “Bizler, nefretin sözü karşısında bütün

Türkiye halklarının kucaklaşmasının sözünü söyleyeceğiz,

hareketini örgütleyeceğiz. Bugün Sur’da,

Cizre’de, Silopi’de bizim bu sözümü ve irademiz

vardır. İşte bu sözün hareketi vardır. Artık geldiğimiz

tarihsel kavşakta bir şeylerin değişmesi gerekiyor”

diye konuştu.

Demirtaş: “Asıl bölücü anlayış tekçi anlayıştır.”

HDP EŞ Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise

Aylık Devrimci 7 Sosyalist Dergi

AKP’ye seslenerek, “14 yıldır devleti ele geçirdiniz

vicdansızlar, hesap sormaktan vazgeçin hesap vermeye

gelin” dedi. “Türkiye’nin tek Türkiye partisi

biziz” diyen Demirtaş, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Israrla ‘siz bölücüsünüz’ diyenlerin tuzağına düşmeden

ülkede yeni bir birlik kurmaya çalıştığımızı

anlatmak zorundayız. Birliği iki şekilde sağlayabilirsiniz.

Birinci yol tekliği dayatarak, toplumu tekleştirerek

birliği sağlayabilirsiniz. Nazi Almanyası da

denedi faturası ağır oldu. Ya toplumu tek bir kimlik

ve inanç etrafında buluşmaya zorlarsınız, oradan

faşizm çıkar ama toplum korkuyla bir arada tutulur.

Türkiye’de bu yapılıyor. Ya bizim savunduğumuz

gibi herkesin korkamadan, bir arada yaşayabileceği

eşitlik temelinde ortak vatanı, ortak cennete dönüştürebilmiş

çoğulcu bir demokrasi anlayışı ile birliği

kurabilirsiniz. Biz bunu savunduğumuz için ‘bölücü’

oluyoruz. Asıl bölücü anlayış tekçi anlayıştır. Kürt

partisi diyorlar, Kürt partisi var olmalı da bunun bir

zararı yok. Biz sadece Kürtlerin değil, Ermeniler,

Türklerin, Çerkeslerin de Arapların da partisiyiz. Biz

bir din partisi de değiliz ama bütün inançların ve dinlerin

de partisiyiz. Gerçek Türkiye fotoğrafı budur.

Buna aykırı siyaset toplumun doğasına Türkiye’nin

gerçeğine aykırı siyaset yapmaktır. Biz HDP olarak

bundan vazgeçmeyeceğiz.”

Demirtaş’ın konuşmasını Ahmet Arif’in Anadolu

şiiri ile bitirmesi dikkat çekti.

Parti Meclisi seçildi

HDP 2. Olağan Büyük Kongresi’nde parti organlarının

yeniden seçilmesi tamamlandı. Eşbaşkanlığa

yeniden Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ

seçilirken, parti organlarında değişikliğe gidildi.

Sultanahmet katliamının gerçek failleri hesap vermekten kurtulamayacak!

“Anayasa suçu işleyen” “fiili başkan”, “yürütmeninbaşı” başbakandan önce kısa bir açıklama

ile canlı bombanın Suriyeli olduğunu söyleyerek saldırıyı kınamış ve esas konusu olan; bir gün

önce devletin savaş suçlarına ortak olmayacağını deklare eden akademisyenlere saldırıya geçmiştir.

 

Saray’da gerçekleştirilen büyükelçiler konferansında, bu ülkenin yüz akı akademisyenleri hedefe

koymak için hazırlanmış konuşmaya, kısacık bir ilave olacak boyutta bir katliamdır bugün Sultanahmet’te yaşanan.

 

Çocukların öldürülmesine, ülkenin kan gölüne çevrilmesine hayır diyerek, barış isteyen binin üzerinde, “devletin ekmeğini yiyen” akademisyenin “terörü” varken, Sultanahmet’te patlayan canlı bomba ve hayatını kaybeden on insanın ne önemi olabilir ki?

 

Ankara’da barış isteyen 101 insanı, Suruç’ta Kobanê halkı ile dayanışmaya giden otuz üç genç

devrimciyi katledenlerin, Diyarbakır’daki HDP mitinginde yüzlerce insanı katletmeyi hedefleyen

bombaları patlatanların, Kürt illerinde her gün kadın, çocuk, genç, yaşlı halkı katledenlerin, on

insanın hayatını kaybetmesiyle “derinden sarsılacaklarını” düşünmek için bir neden yoktur.

 

Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş, bir güvenlik zafiyeti olmadığını açıklamıştır. Bu açıklamayı bir itiraf olarak alıyoruz. Öyle ya, güvenlik zafiyeti yoksa bizzat bilgileri dahilinde gerçekleştirilmiş bir katliamdır.

 

Başta kendi yurttaşlarını kaybeden Almanya olmak üzere, ABD’sinden, NATO’suna açıklama yapan emperyalist güçler, “terörü kınayıp”, T.C’nin arkasında olduklarını söyleyerek bölgemizin yıllardır kan gölüne çevrilmesindeki suç ortaklıklarını itiraf etmişlerdir.

 

Başta Alman, ABD, İngiltere, Fransa basını olmak üzere, tüm dünya basınında, T.C-IŞİD ilişkileri tüm detayları ile işlenmiş olmasına ragmen yapılan bu açıklamaların başka hiçbir izahı yoktur.

 

Erdoğan’ın yaptığı kısa açıklamada, canlı bombanın Suriyeli olduğu açıklaması, suçu Esad’a

atmanın zeminini hazırlama girişimi iken, canlı bombanın Suudi Arabistanlı olduğu açığa çıkınca, Suudi Arabistan suçlanamayacağı için, “kokteyl” örgüt de denemeyeceği için, mecburen IŞİD olduğu duyurulmuştur.

 

Yaşanan tüm katliamların nedeni, içeride ve dışarıda sürdürülen savaş politikalarıdır. Bölgemiz, emperyalist güçlerin paylaşım savaşında kan gölüne çevrilmiş durumdadır. Emperyalistlerin bölgedeki taşeronu, tetikçisi Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi bölge devletleri ve onların besleyip, büyüttüğü katliam çeteleri eli ile sınır tanımaz bir vahşetle yürütülen bir savaştır yaşadıklarımız.

 

Türkiye Cumhuriyeti devleti, boğazına kadar bu savaş batağına batmış, bölgemizde ve bu topraklarda yaşanan tüm katliamların sorumlusudur, savaş suçlusudur.

 

Bu katliamların hesabını soracak olan da, bölgemizde yürüyen paylaşım savaşını sonlandıracak olan da, bu savaşın mağduru ezilen halkların mücadelesidir.

 

Halkların ortak mücadelesini büyütmek, savaş politikalarına karşı direnmek dışında başka bir yol yoktur.

 

Ya kendimiz, çocuklarımızın geleceği için mücadele edeceğiz; ya da onların savaşında onlar için öleceğiz.

İşçi-emekçileri, halkları, halkların ortak mücadelesi için örgütlenmeye çağırıyoruz.

 

KALDIRAÇ

12 Ocak 2015

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...