Ana Sayfa Blog Sayfa 52

Beklemeyin devlet budur, bu kadardır.

Depremden 18 saat sonra 18 vinç yola çıkabilmiş, milyonların sokaklarda gecelediği bölgede henüz 300 bin kişiye konaklama imkanı sağlanabilmiş, 7 bine yakın enkazın olduğu bölgede 18 saatte 7 bine yakın insan kurtarılabilmiştir ve dahası..

Bunun devamı vatandaşın üç kuruşluk maaşına göz koymak, deprem vergileri alınmıyormuş gibi muktedirin SMS ile 20 lira bağış istemesidir. Cenazelere katılıp “acınıza ortağız”, “deprem konutu yapacağız”, “bir daha yıkılmayacağız” masalı anlatmaktır. Yangında olan budur, selde olan budur, depremde de bu olacaktır.

Devlet bir kere daha yönetememiştir, yönetemeyecektir.

Bırakalım arama-kurtarmayı an itibari ile temiz su, battaniye, yiyecek temin edemeyen bir afet “yönetimi” devrededir.

Tüm bu rezilliği izleyip ekranlardan devletin tüm olanaklarını seferber ettiklerini söyleyenlere küfredenler, ekranlara yansıyan enkaz görüntülerine bakıp elinden bir şey gelmediğini düşünenler, felaket görüntülerine bakıp yas tutanlar, bir adım atmalı, yarından tezi yok çalıştıkları iş yerleri, yaşadıkları mahallelerden bir araya gelerek, toparladıkları temel ihtiyaç ve erzaklar ile birlikte yola koyulmalıdır.

Aynî ya da maddî yardım toplamaya çalışan on binlerce insan, arama-kurtarma çalışmalarına katılmak için hazır bekleyen doktorundan madencisine, öğretmeninden üniversite öğrencisine yüzlerce gönüllü, bir adım öne çıkmalı ve şu an mevcut tüm engelleri aşacak bir irade ile hareket etmelidir.

Böylesi bir durumda gelişmeleri izleyerek karar vermek, bir an bile boşluk bırakmak, milyonlarca insanı çaresizlikle baş başa bırakmak demektir.

Sol-sosyalist örgütler, sendikalar, meslek odaları, gönüllü yapılan bu çalışmalara önderlik ederek koordinasyonunu sağlamalı, gönüllülerin deprem bölgesine ulaşımını sağlamak üzere inisiyatif geliştirmelidir.

Beklemeyin devlet budur, bu kadardır.
Birbirimizi ancak biz kurtarabiliriz.

Kaldıraç

7 Şubat 2023
03.25

Yara kimdeyse merhem ondadır. Birbirimizi ancak biz kurtarabiliriz.

Yara kimdeyse merhem ondadır. Birbirimizi ancak biz kurtarabiliriz.

Çok sayıda şehirde etkili olan depremden etkilenen insanlarımıza geçmiş olsun diliyor; kayıp yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Biz, hayatı birbirine emanet olanlar, bu depremin yaralarını dayanışmayla saracağız. Olacağı bilinen, bağıra bağıra gelen afete önlem almayanlar, hayatlarımızı ranta açanlar; fay hatlarını inşaat alanına çeviren, deprem vergilerini yok edenler değil yine biz kurtaracağız.

Dayanışma için kurumlarımıza ulaşabilirsiniz.

İstanbul: Cihannuma Mah. Akdoğan Sokak, No: 34-36, D:5 Beşiktaş / 0212 251 68 61 – 0539 840 81 56
Ankara: Konur Sokak, No: 17/10 Kızılay / 0541 806 58 31
İzmir: Alsancak Mah. 1469 Sokak, No: 128, D:4 Konak / 0539 349 05 71
Kocaeli: 0545 466 85 02 – 0534 235 97 21
Adana: 0538 891 64 96
Kaldıraç Üniversite: 0552 023 57 15

Deprem için acil görevlerimiz↓

  • Yakın bölgeler başta olmak üzere oteller, yazlıklar depremzedelerin kullanımına açılmalıdır.
  • Maden işçilerinin, inşaat işçilerinin, itfaiyecilerin başlarında olduğu gönüllü arama-kurtarma ekipleri kurulmalıdır.
  • Belediyeler ve sendikalar dayanışmaya gitmek isteyenlerin ulaşımını sağlamak üzere tüm otobüslerini devreye sokmalıdır.
  • Sol-sosyalist örgütler, sendikalar, meslek odaları tüm güçlerini seferber etmiş durumdadır. Bu çalışmanın koordinasyonunu sağlamak, ulaşılan bilgileri ortaklaştırmak, gönüllülerin deprem bölgesine ulaşımını sağlamak üzere bir kriz koordinasyon merkezi kurulmalıdır.

Birbirimizi ancak biz kurtarabiliriz.

06 Şubat 2023

Kaldıraç dergisinin Şubat sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Şubat sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Saray’dan, seçimden vb. umutlara kapılıp beklemek, en büyük hata, devrime ihanet olur. Tersine, bugünden başlayarak, adım adım, yaşamı savunacak direnişleri geliştirmek, örmek gereklidir. Zaten, Gezi’den bu yana, bu süreç sürmektedir. Tüm baskılara rağmen, tüm örgütsüzlüğe rağmen, işçi sınıfının, emek cephesinin tüm zaaflarına rağmen, mücadele sürmektedir, direnişler yayılmakta, gelişmektedir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Devrimci örgütlenme ve direniş hattı

O güzel atlılar, o güzel atları ile gitmediler. Atlarından indiler, yeniden o atların üzerine, şehrin meydanlarına doğru, milyonlarla birlikte, yıkıp yakarak gelecekler.
Bu her şeyin yerinden oynadığı toplumsal koşulları, yerine oturtmak için, altüst olana kadar işlerini yapacaklar.
Bu çürüme, bu çürümüşlük kokusu, bir devrimin tarihsel zamanının işaretidir. Bizim işimiz değil, yerinden oynamış her şeyi dert etmek. Varsın daha da yerinden oynasın her şey. Bu gelmekte olan toplumsal depremin habercisidir. Ve her şeyin yerinden oynaması, düzenin yıkılması için zamanın yaklaştığının işaretidir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Toplumsal bunalım; ceset canlılar
Ya kahramanlık çağı?

Biz meseleyi, seçim meselesi olarak ele almaktan yana değiliz. Zira yanıltıcıdır ve her şeyi buna göre ele almak, değerlendirmek, kör olmak anlamına gelmeye başlamıştır. Mesela 2022 Haziran sonunda asgarî ücret 5.500 TL ilan edildiğinde, herkes bunun bir seçim yatırımı olduğunu söyledi. Sol da dahil. Oysa bize göre bu adım, sosyal patlamayı önlemek, işçilerin sisteme karşı direnişlerinin gelişimini bastırmak amacını güdüyordu.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Yasaklamalar, suikastler… Seçim her şeyi çözer mi?

Ve daha ilerisi var; tüm bunlar, kişilerin işi değildir, tersine Saray Rejimi’nin karakteridir. Mesele kişisel iktidar, tek kişi yönetimi değildir. Mesele Saray Rejimi’nin fıtratıdır. Mesele tek kişi diktatörlüğü değildir. Mesele, devletin ta kendisidir. Mesele, akıldan uzak bir yönetim meselesi değildir, mesele yağma-rant-savaş ekonomisidir. Mesele, burjuva egemenliğin kendisidir, devletin ta kendisidir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Müjde… Müjde… Müjde…

Bu sayımızda ayrıca Hakkı Taşdemir, Temel Demirer, Sibel Özbudun, Fikret Başkaya, Kerem Gemici, Ege Can ÖzgürTuğgen Gümüşay ve Kadriye Yılmaz‘ın yazıları bulunmakta. Yazılara ek olarak İran Komünist Partisi MK ve Enternasyonal Büro üyeleri; Marzieh Nazeri ve Abbas Mansouran ve Ayten Öztürk‘le yapılan röportajları da okuyabilirsiniz.

 

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 259 / Şubat 2023
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ve WhatsApp’tan 0539 840 51 56’a ulaşabilirsiniz.

Olması gereken edebiyat özgürlüktür

“Olanı iyi yargılayabilmek için olması gerekeni iyi bilmek gerekir.”[1]

Ötekini anlayabilmenin en güzel yollarından biri olarak edebiyat bir sanat, bir fikir, bir yol, her şeyden ötede rengârenk bir yurttur.

Hayatın yazıya dökülmüş hâlidir; insan(lık)a yaşam gücü veren panzehirdir.

Edebiyat her şeyin başlangıcı, hayatın ta kendisi ve en önemlisi hakikâti tanımayı, anlamayı, derinden kavramayı öğretir hepimize/herkese…

Zihnimizi biçimlendiren edebiyat, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hâkim olma, sahip çıkma gücü verir; ama post-modern “röntgencilik” değildir asla!

Çünkü edebiyat, bir şeye bakmak değil, onu görmektir. Sadece görmekle de kalmayıp gördüğüne dokunabilmektir. Dokunmaktan da öteye geçip dokunduğu şeye hayat vermektir. Hayat verdikten sonra bu hayatı paylaşmak, onunla bir bütün olmak, onu yaşamaktır. Yaşadığın şeylere bakmak, onları koruyup kollamaktır. Başladığın noktaya geri döndüğünde ise, ne çok şey yaptığının, ne çok şey öğrendiğinin farkına varmaktır.

Hasılı hayata ait her şey edebiyattayken; o nerede varsa, orada umut da vardır.

Tam da bunun için umut ile edebiyat ilişkisini kurabilene yazar denir.

Kolay mı? “Her şey bitti!” dendiğinde imdadınıza yetişen, edebiyattır.

O, umutsuzluk uçurumunun kenarında elimizden tutar. Malum, edebiyatın olduğu yerde umutsuzluk olamaz.

* * * * *

“İyi de nedir” mi?

O, yaralara merhemdir; çünkü edebiyat iyileştirir; yaraları sağaltır.

O, kelimelere estetik bir değer ile dokuma ve bu yolla bir şeyleri ifade etme sanatıdır

Attila İlhan’ın “hayat bilgisi”ne dahil ettiği sanat dalı ya da yedi sanatın beşincisidir.

Hayatı ve insanı anlatma sanatı olarak edebiyat, hakikâtlerin hayalle süslenmesidir.

Edebiyat toplumu, doğayı, sevgiyi, insanı anlatan dilin estetik bakımından akıcı olarak kaleme alındığı disiplindir; duygu, düşünce ve hayallerin aktarıldığı güzel sanattır.

Bu arada Gilles Deleuze ile Félix Guattari, ‘Kafka Minör Bir Edebiyat İçin’ başlıklı yapıttaki, “Franz Kafka’yı bize hep yakın kılacak olan şey, hepimizin yersiz yurtsuzlaştığı bu dünyada o’nun minör edebiyatında yer alan devrimci unsurlardır,”[2] vurgusunu asla unutmayan/unutturmayan edebiyat “bir kaçış türü ve bir kaçış çizgisi” filan değildir.[3] Onu var eden şeyin de “içe dönük”lük, “minörlük” olduğu koca bir yalandır.

“Tespit etme”nin, “yansıtma”nın ötesinde süregeleni/varolanı/geleceği anlatabilmektir.

İnsanlara farklı görüş açıları kazandırırken; yazmak, okumak, okutmak, anlatmak, dinletmek, öğretmek bağlamında başka türlü söylemektir.

Aristo’ya göre tarihten daha ciddi ve felsefi bir iştir. Johann Wolfgang von Goethe için de, dünyanın insan(cıl)laştırılmasıdır.

* * * * *

William Faulkner’in, “Edebiyat toplumu değil, bireyleri kurtarır”; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Edebiyatta güzeli bulmak meseledir”;[4] Orhan Pamuk’un, “Edebiyat, üstü örtülü büyük bir itiraftır…” “Dünyayı kelimelerle görme sanatıdır…” “Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat,” tarzı bireyci-merkezci ele alışlarını tarzlarını külliyen reddeden biri olarak, Susan Sontag gibi, “Edebiyat özgürlüktür!” diyerek eklerim:

“İki çeşit yazar vardır. Hayatın önümüze serildiği gibi olduğunu düşünen ve her şeyi tasvir etmek isteyen: Sonbaharı, çarpışmaları, doğumu, at yarışlarını. Bu yazar Lev Tolstoy’dur. Diğer yandan, hayatın bir sınav yeri olduğunu düşünenler vardır ve yalnızca önemli şeyleri tasvir etmek isterler. Bu yazar da Fyodor Dostoyevski’dir. İki alternatif. Dostoyevski’den sonra kişi nasıl olur da Tolstoy gibi yazabilir? Amaç, Dostoyevski kadar iyi bir yazar olmak ve oradan yoluna devam etmektir.”

Gerçekten de edebiyat, Fyodor Dostoyevski’nin ‘İnsancıklar’ların ana karakteri Makar Alekseyeviç’in ağzından tasvir ettiğidir:

“Edebiyat çok iyi bir şey Varenka, çok iyi bir şey; bunu onlarda geçen üçüncü günümde anladım. Derin bir şey! İnsanların kalplerini güçlendiren, eğiten bir şey ve onların elindeki kitapta da bu konuda birçok şey yazılmış. Çok güzel yazılmış! Edebiyat bir tablo, yani bir tür tablo ve ayna; ifade tutkusu, ince bir eleştiri, edebe yönelik bir eğitim ve bir belge. Onlarda bütün bunları gördüm.”[5]

“Edebiyat bize kültürel-sosyolojik belgeler sunduğu için değil; ‘kurgu ustalığı’, ‘dil büyücülüğü’, ‘dilin sınırlarını zorlama’ gibi artık boş lafa dönüşmüş klişelerle anlatılan bazı yetenekleri sergilediği için de değil; bence bugünün dünyasında birçok alanda dışlanan içsel çatışmayla; dini inançtan, politik mücadeleden, gündelik hayattan, ahlâki düşünceden, eğlence dünyasından çoktan dışlanmış olan tereddütle baş edebildiği, işini tereddüt edebilmesine rağmen yapabildiği, aslında tam da tereddüt ettiği için yapabildiğinden önemlidir. ‘Ben’ denilen alanın vazgeçilmez bileşeni olan bölünmüşlükle, bölünmüşlüğün yol açtığı sıkıntıyla bas etme gücü olduğu için; hikâyesini bize bölünerek de anlatabildiği, daha önemlisi tam da bölünerek anlatabildiği için; hepimizin bölünmüş, endişeli yanına seslenebildiği için önemlidir.”[6]

Bu bağlamda “Edebiyat her şey değilse, üstünde bir saat bile durulmaya değmez. (…) Yazılı her söz, insanın ve toplumun bütün ortamlarında yankılar uyandırmazsa, hiçbir anlamı yoktur.”[7]

“Bundan öncelikle şu sonuç çıkıyor: Kullanılan renkler ne denli koyu olursa olsun, dünyayı, insanlar onun karşısında özgürlüklerini hissetsinler diye betimlediğimize göre, kara yazın yoktur. Demek ki ancak iyi ve kötü romanlar vardır. Ve kötü roman, pohpohlayarak hoşa gitmeye çalışan romandır, iyi romansa bir inanma ve inanılma işidir.”[8]

“Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan? Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.”[9]

Ve nihayet Sait Faik’in, “Edebiyatta insanın kendi kendisine soracağı ilk sual şu olmalıdır: İnsandan ne saklanıyor? İkincisi nispeten daha ehemmiyetsiz olmakla beraber şudur: İnsana ne gösteriliyor?”; Fernando Pessoa’’nun, “Edebiyat denen şey, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır”;[10] Cesare Pavese’nin, “Hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır”; Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in, “Canlı edebiyat dünün saatine göre yaşamaz, bugünün de değil, yarının saatine göre yaşar,” dedikleri şeydir o![11]

* * * * *

Mesela “Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım,” diyerek yazan Sait Faik Abasıyanık’ın vurgularındaki üzere:

“Otobüsün camına kafasını dayadı. Yine hayal etti. Hayal etmek kadar güzel şey yoktu. İnsanı yapan, eden hayal etmekti”…[12]

“Ne kadar kaçmak ve uzaklaşmak arzusu ile dolu isem, o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum”…

“Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler?”…[13]

“Bu ahlâkta yalnız, yalnız o para denilen şeyi her ne pahasına olursa olsun kazanmak vardı. Şeref de oydu. Ahlâk da oydu. Namus da oydu. Bir bakıma doğru da. Onunla satın alınmayacak hiçbir şey yoktu: Pırlantasından insanına kadar”…[14]

“Ölüm var arkadaş, ölüm. Şu köşkün sahibi de ölecek. Şu horoz da”…

“Uzun bir aradan sonra göğe bakmak gibisin”…

Sait Faik Abasıyanık’ta hayatın tüm renkleri ve zenginliği vardır.

* * * * *

1946’da klasik filoloji doçentliği yaptığı fakülteden kovulup, 1971’de hapishanelere kapatılan Azra Erhat da, insanı “insan” yapan değerlerin yazarıydı.

Tıpkı “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir gibi; Doğa, denize ve insan sevgisiyle donanmış yaşamı savunanlardandı o da. Edebiyata yaşamın sesini, kokusunu, ışığı kattı öykü, romanlarıyla; şiirsel, destansı diliyle…

Ayrıca “Ben iyiyim. Sen memleketten haber ver. Hâlâ öldürüyorlar mı, esmer yüzlü çocukları, eşkıya diye!” vurgusuyla, “Yaşamak için adım atmak lazım, hep yenilenmek lazım, yeni bir hayat yaşamak için değişmek lazım,” diyen Kürt edebiyatının modern kurucularından Mehmed Uzun hepimize kanayan yaralarımızı gösterdi.

Sonra unutulmaz bir kadın, ‘Fosforlu Cevriye’ ve daha nicelerinin yazarı TKP’li Suat Derviş.

Bir de “Kavga, titizlikle seçilmesi gereken bir şeydir, çok titizlik gerektiren. Aşk gibi. Her kavgaya açık olmak, kavga sözcüğünün güzelliğini, önemini kavramamaktır. Kavgasını seçebilmeli kişi,” uyarısıyla ekleyen Sevgi Soysal:

“Bir duyguyu daraltmaktır çirkinlik. Bir duygu yayıldıkça güzeldir oysa. Güzel şeyler dar yerlere sığmaz. İnsanların mutluluğu gibi. Nice çoğaltırsan özünü onca iyi. Onca az bulaşırsın kötüye, çirkine…”

“Ölmeyi göze almak. Çok söylenmiş, bilinen bir cümle. Ölmeyi göze alanlar çıktı. Ama susmayı göze almak. Yeterince durulmadı bunun üstünde. Deneyi yoktu bu işin. Susmanın nasıl zor olabileceği bilinmiyordu. İnanç ve dürüstlük, yüreklilik, susmak için yeterli sanılıyordu.”[15]

* * * * *

Vüs’at Bener’i de eklemeliyim: O, Semih Gümüş’ün nitelemesiyle bir “kara anlatı yazarı”ydı.

Ya da “Hep böyleydi. Bir şey en gerektiği anda olmazdı…” vurgusuyla ekleyen Yusuf Atılgan:

“İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları ‘kişi’yi anlatırlar.”

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır.

Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!”[16]

Ve yapıtlarında toplumun hakikâtlerini farklı bir üslup ile yansıtan, kendine has şiirsel yalınlıktaki üslubuyla Necati Tosuner…

Sonra ‘Önce Ekmekler Bozuldu’, ‘Garipler Sokağı’, ‘Bizans Definesi’ vd’leriyle edebiyat dünyasına değerler katıp, “Yazmak yaşamaktır!” diyen Oktay Akbal…

* * * * *

Ve “Kalbini sağlam tut,” öğüdü ile Sabahattin Ali Usta…

Onda, “Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum,” gerçeğiyle insan(lık)ı bulursunuz…

Yaşamın anlamına, “İnsan; dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı,” vurgusuyla hepimizin dikkatini çeken o ekler:

“İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde acz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikâtleri görmekten kaçmak itiyadı var…”[17]

“Fakat dünya insan olmayan insanlarla doludur”…

“Şunu esas olarak kabul etmeliyiz ki insanların hemen ekserisi yalnız kendilerini düşünürler. Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir”…[18]

“Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir”…

“Kimi coşar din uğruna geberir, yalan! Kimi gider vatan için can verir, yalan!”…

“Hiçbir evliya benim karşımda maskesini muhafaza edemez”…

“Maskesi çabuk düşer temiz olmayanların”…

“Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?”

“Şimdi konuşmuyorum, seneler sonra da konuşmayacağım. Hiçbir zaman karşılarına geçip intikam almayacağım. Düştüklerinde iyi olmuş bile demeyeceğim. Benim kelimelerim sesimden çıkıp kimseye çarpmayacak. Keşke bunun anlamını biraz olsun bilseydiniz”…[19]

Ve “Son Şiirim/ Elim birine değsin/ Isıtayım üşüdüyse/ Boşa gitmesin son sıcaklığım”…

“Bizim de bir çift sözümüz vardı./ Nar çiçeği, gül dalı üstüne./ Dudaklarımızda kaldı”…

“Yollar kesilmiş alanlar sarılmış/ Tel örgüler çevirmiş yöreni/ Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/ Benden geçti mi demek istiyorsun/ Aç iki kolunu iki yanına/ Korkuluk ol!” dizeleri ve “Her saltanatın bir sonu var oğlum, buna musalla taşları şahit!” “Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar,”[20] sözleriyle müsemma Rıfat Ilgaz…

* * * * *

“Bir ülkede yoksulluk varsa onu yazmayan yazar, yazar değil; insan bile olamaz”…

“Halka kim zulmediyorsa, halkı kim eziyorsa, halkı kim sömürüyorsa ben bütün sanatımla ve hayatımla onun karşısındayım!”…

“Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın. Savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin”…

“İnsan olmadıktan sonra güzel göz, güzel kaş, sırım gibi boy herkeste var. İnsan dediğin yüreğiyle, inceliğiyle insan olmalı”…

“Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir”…[21]

“İnsan, düşleri öldüğü gün ölür,” diye haykıran Yaşar Kemal toplumun vicdanıydı.

“Ben insanlardan hiç umudumu kesmedim,”[22] diyen o edebiyatın çınarlarından ve başkaldırının evrenselliğine inanan bir sosyalistti

Onun yazını bir insan(lık) dersidir:

“Yüreği alıp sattı insanoğlu, yürek, yüreklikten çıktı. Aşkı, sevgiyi, dostluğu, kardeşliği, barışı, arkadaşlığı, kandaki sıcaklığı, güzelliği alıp sattı insanoğlu, insanoğlu insanlıktan çıktı”…[23]

“Ve boyun eğdiniz ve boyun eğdiniz ve boyun eğdiniz boyun eğmeyenleri lanetlediniz, öldürdünüz kustunuz ve boyun eğdiniz, boyun eğmeyi yemek yemek, su içmek, sevişmek gibi bir yaşama biçimi yaptınız. Ve de öldünüz”…[24]

“Şu koskocaman şehrin sokaklarında dolaşanların yüzlerine bakın… Yüz mü bunlar! Sararmış, uzamış… Gülmeyi unutmuş… Bu yüzler sevinci unutmuş. Sevmeyi unutmuş. Şöyle yürek dolusu, can dolusu, kucak dolusu sevmeyi unutmuş. Ağız dolusu öpmeyi unutmuş bunlar”…

“Bu dünya sevgisiz bir dünya. Dünyayı sevmeyenlerin, ağaçları, kuşları, ak bulutları, mavi göğü, akar suları, topal karıncayı, hasta kurbağayı sevmeyenlerin dünyası. İnsanoğlunu sevmeyenlerin dünyası. İnsanın yozlaşma belirtisi, insanın sevgisizliğiyle başlar”…

“Biz insanlığımızı yitirdik. Bizim insanlığımız gitti, külümüz kaldı. Artık biz eski sağlıklı insanlık değiliz. Bizim çocuklarımız da artık o eski insan olmayacak. Torunlarımız da…

“Üstlerine kıyamete kadar kan yağacak, yaralanmış, yarı deli, birbirlerini yiyerek, bütün acıma, insanca duygularını yitirmiş, şu dünyada içlerindeki ışığı boşaltmış, öyle dolaşacaklar, birbirlerinin gözlerini oyarak”…[25]

“Ne hatır biliyorsunuz, ne gönül! Ne insanlık biliyorsunuz, ne kardeşlik! Ne büyük biliyorsunuz, ne küçük!”…[26]

“Belki bir yerlerde bir köşelerde kuş alıp salıverecek kadar yüreği yufka, birkaç insan kalmıştır. Kim bilir, belki!”

“Tüm çirkinliğine rağmen dönüyorsa dünya, gözleri ışıl ışıl çocuklar içindir…”

“Dadaloğlu ne demiş, ‘Bin iyiyi bir kötüye kul eder, zamanenin yaşaması güç oldu …’ Nasıl oluyor da bu halk bu kadar namuslu, bu kadar güçlüyken kul oluyor bu kanı ciğeri beş para etmez insanlara? Bu düzende bir bozukluk var”…[27]

“İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek. İnsanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder hayat çirkinleşir”…

“Şu dünyada ölüm var, yoksulluk var zulüm var; eğme başın namerde, yüreğin var dilin var”…

“Zulme sessiz kalan bir gün zulme uğrar, haksızlığa karşı durmak insanın onurudur”…

“Dünyanın bütün kötülüklerine baş kaldır. Bazen senin iyiliğin başkasının kötülüğüne de olabilir. Kendi iyiliğine de baş kaldır”…

“Zulmün artsın ki çabuk zeval bulasın! Anadolu’da zalimler için böyle derler”…

“İnsan her gün biraz daha sevgi dolu, biraz daha mutlu, biraz daha zulme karşı, kötülüklere karşı bilenerek doğacak, çünkü onu sevgi yarattı”…[28]

“Dünyadaki bütün yaratığı, kuşu, ağacı, böceği, insanı, her şeyi, her şeyi en derin sevgiyle kucaklardı. İliklerine kadar aşk duyardı dünyanın her şeyine. Yağmuruna, kışına, boranına, sıcağına, soğuğuna”…[29]

“Bugün bu ülkede yaratıcılığımız eksilmişse, vicdanımız vurdumduymaz olmuşsa, şiddet hayatımızın her alanında üstümüze çökmüşse, hiçbir kuruma güvenimiz kalmamışsa, bunlar bir kuşak ömrü süregelen bir kirli savaşın insanlığımızda açtığı yaralardır”…

“Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir, barıştır”…

“Sevincimize sınır yoktu. Ve bizler umutla doluyduk. Sıkıntılardan sonra gelecek olan güzel günlerin, daha güzel olacağına inanıyorduk”…

* * * * *

“Bozuldu ağa bozuldu, dünya kökünden bozuldu. Üstüne bastığım toprak ayaklarımın altından kayıyor sanki. Bu gün dünü arıyoruz, yarın da bu günü arayacağımızdan şüphen olmasın,”[30] isyanıyla; “Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu… Bana ekmek veriyormuş. Ben çalışmayım da sen bana ekmek ver. Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!”[31] meydan okumasıyla TKP’li Mehmet Raşit Öğütçü ya da bildiğimiz adıyla Orhan Kemal, işçi sınıfının, yoksulların, emekçilerin hikâyesini toplumcu gerçekçilikle kaleme alan bir diğer ustaydı.

Oğlu Işık Öğütçü’nün ifadesiyle, “İşçi sınıfının dünyada bir dinamik güç olarak ortaya çıktığı XIX. yüzyıl ve etkin-iktidar olma yoluna gittiği XX. yüzyılda, bir yönüyle toplum bilimsel bir yönüyle toplumcu bir bakışla bu sınıfın Türkiye’deki varlığını kaleminin esas gündemi olarak belirleyen Orhan Kemal işçi sınıfının yazarı”yken;[32] “Yaşadığı ve gözlemlediği her zaman dilimini kalemiyle yazıya dökerek ülkemizin insan ve toplum ilişkisini, değişimlerini eserlerinde belge olarak geleceğe bırakmış”tı.[33]

Hem de şu unutulmaz satırlarla:

“Benim için bu milletin, şu milletin ferdi olmak değil, insanlığın yüz karası olup olmamak önemli”…

“Gözlerim çok kuvvetlidir. İyi bakar, iyi görürüm. Bakıyorum, sende cehaletten başka bir şey göremiyorum”…

“İnsanın gâvuru, Müslümanı olmuyor arkadaş. İnsanın insanı, insan oluyor!”…

* * * * *

Olanı yargılayan olması gereken edebiyat; William Shakespeare’in, “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor./ Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için./ Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için./ Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için./ Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için./ Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için./ Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey veremediği için./ Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için” diye tarif ettiği tabloda hepimize Özdemir Asaf’ın, “Hayattayken insanca yaşamayı unutmayın”; Cengiz Aytmatov’un, “Onurunla yaşarsan, mutlu olursun. Unutma bunu”; George Carlin’in, “Unutmayın ki yaşam, aldığınız nefes sayısıyla değil, nefes kesen anların sayısıyla ölçülür,” gerçeğini anımsatarak, geleceği vurguladığı için vazgeçilemezdir.

3 Ocak 2023, İstanbul.

[1]    Louis Althusser, Montesquieu Siyaset ve Tarih, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2005, s. 29.

[2]    Gilles Deleuze-Félix Guattari, ‘Kafka Minör Bir Edebiyat İçin, çev: Özgür Uçkan-Işık Ergüden, Yapı Kredi Yay., 2000.

[3]    “Dayanamıyorum yavanlığınıza. Zihinsel sığlığınıza ve saptırılmış bunalımlarınıza. Düzmece itiraflar, şehir dedikoduları ve metafizik geyiklerle zaman öldürme çabalarınıza…” (İnci Aral).

[4]    Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, Hazırlayan: Abdullah Uçman, Dergah Yay., 2013.

[5]    Fyodor Dostoyevski, İnsancıklar, çev: Sabri Gürses, Can Yay., 2013.

[6]    Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark, Metis Yay., 2004, s. 12.

[7]    Albert Camus, Çağımızın Gerçekleri, çev: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol, Çan Yay., 1973.

[8]    Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?, çev: Bertan Onaran, Payel Yay., 1995.

[9]    Albert Camus, Yabancı, çev: Samih Tiryakioğlu, Can Yay., 1996.

[10]  Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, çev: Saadet Özen, Can Yay., 2018.

[11]  “Edebiyat, başka dünyaların kapılarını açtı bana, hayranlık duyduğum yazarlarla, roman kişileriyle, görmediğim ülkelerle tanışmamı sağladı; maddi/manevi bütün sıkıntılara karşı dayanıklı kılarak yaşama sevinci aşıladı.” (Tomris Uyar).

“Benim sahip olduğum tek şey, normal zamanlarda kendini hiç belli etmeyen derinlikte, yoğunlaşarak edebiyat oluşturan güçler, bunlara da içinde bulunduğum koşullarda güvenme cesaretini kesinlikle gösteremiyorum, çünkü bu güçlerin içeriden gelen hatırlatmalarının karşısında aynı ölçüde tehlike uyarıları yer alıyor.” (Franz Kafka).

[12]  Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç, Varlık Yay., 1955.

[13]  Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, İş Bankası Yay., 2018.

[14]  Sait Faik Abasıyanık, Kumpanya, Yapı Kredi Yay., 2008.

[15]  Sevgi Soysal, Şafak, Bilgi Yay., 1975.

[16]  Yusuf Atılgan, Aylak Adam, Yapı Kredi Yay., 2010.

[17]  Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yay., 1966.

[18]  Sabahattin Ali, Canım Aliye, Ruhum Filiz, Yapı Kredi Yay., 2018.

[19]  Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Yapı Kredi Yay., 2013.

[20]  Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri, Zafer Matbaası, 1974.

[21]  Yaşar Kemal, İnce Memed 1, Yapı Kredi Yay., 2011.

[22]  Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti (Akçasazın Ağaları Üçlemesi 1. Cilt), Yapı Kredi Yay., 2013.

[23]  Yaşar Kemal, Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Arkadaş Kitaplar, 1977 s. 81.

[24]  Yaşar Kemal, İnce Memed 4, Yapı Kredi Yay., 2020, s. 349.

[25]  Yaşar Kemal Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Adam Yay., 1998, s. 298.

[26]  Yaşar Kemal, İnce Memed 2, Cem Yay., 1973.

[27]  Yaşar Kemal, Yusufçuk Yusuf, Cem Yay., 1975, s. 300.

[28]  Yaşar Kemal, İnce Memed 4, Yapı Kredi Yay., 2020, s. 145.

[29]  Yaşar Kemal, Üç Anadolu Efsanesi / Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik, Cem Yay., 1970, s. 103.

[30]  Orhan Kemal, Eskici ve Oğulları, Everest Yay., 2009.

[31]  Orhan Kemal, Grev, Bilgi Yay., 1975.

[32]  Işık Öğütçü, “İşçi Sınıfı Yazarı Orhan Kemal!”, Cumhuriyet Kitap, No: 1685, 2 Haziran 2022, s. 3

[33]  Işık Öğütçü, “108. Yaşın Kutlu Olsun Usta!”, Cumhuriyet Kitap, No: 1700, 15 Eylül 2022, s. 14.

Rosa Luksemburg kimdir?* – Kadriye Yılmaz

Giriş

Sınıf mücadeleleri tarihi ezilenlere önderlik eden birçok devrimciyi barındırıyor. Yaşamlarını kapitalizmi tarihe gömmeye adayan devrimci önderlerin işçi sınıfı mücadelesinin tam göbeğinde yer alarak sundukları teorik katkıları, cesaretleri, örgütçülükleri kuşaklar boyunca güncelliğini korudu ve bugün de Marksist geleneği sürdüren sosyalistlerin pusulası olmaya devam ediyor.

Sosyalistlerin değerini geç fark ettiği Rosa Luksemburg, Marksist geleneğin en önemli teorisyenlerinden biridir. Biz Rosa Kadın Tiyatrosu olarak bu adı taşımanın gurunu yaşarken aynı zamanda onun mücadelesini de örnek alarak yol almak istiyoruz. Bugün size onu sadece bir parça anlatmaya çalışacağım. Bir parça diyorum zira hayatı dolu dolu ve çok hızlı yaşayan Luxemburg’u tüm yönleriyle anlatmamın, onu bu küçük sunuma sığdırmamın mümkün olmadığının farkındayım.

Bu nedenle peşinen bu anlatımımın eksik kalacağını söylemeliyim.

Doğumu, ailesi, çocukluğu

5 Mart 1871 tarihinde Polonya’nın Lublin eyaletinde Paris Komünü’nün ışığının parladığı ve Almanya ile Fransa arasında son savaşın yapıldığı esnada küçük bir şehirde dünyaya geldi. Rosa, beş kardeşin en küçüğüydü. Babası tüccardı. Evdeki kültürel düzey yüksek sayılırdı. Babası şehirdeki Yahudi entelektüel kesimin bir mensubuydu. Annesi de aydın bir çevreden geliyordu. Rosa ilk masal ve fablları annesinden dinledi.

Eğitimi

Rosa beş yaşında annesinin desteğiyle okuma yazma öğrendi. Kitap okumak ve mektup yazmak o zamandan kalma tutkusu oldu. Yine beş yaşında kalçasında çıkan bir sorun nedeniyle alçıya alınarak aylarca yatakta kaldı. Bu tarihten sonra da hep aksayarak yürüdü. Dokuz yaşına kadar evde eğitim gördü. 1880 yılında Varşova Kız Lisesi’ne başladı. 1887 yılında mezun oldu. Bu yıllarda politik faaliyetlere başladı. İllegal Proleter Partisi için çalışıyordu ve bir süre saklanmak durumunda da kaldı. O eğitimine de devam etmek istiyordu. Oysa ülkesinde kadınlar yüksek öğrenim göremiyorlardı. Bu amaçla 1889 yılında sınırdan illegal yollarla geçti. Kendisine iltica ülkesi olarak İsviçre’yi seçti. Zürih’e yerleşti. Zürih politik mültecilerin toplanma yeriydi. Rosa burada Alman sosyal demokratlarla ve Rus devrimcilerle tanıştı. 1899 yılında üniversite eğitimine Fen Bilimleri bölümünde başladı. Küçük yaşlardan beri bitki ve hayvanlara düşkündü. Bunun yanında edebiyatı ve müziği çok seviyordu. Birkaç lisan biliyordu. Almancası kusursuzdu. İngilizceye hâkimdi. Lehçe, Rusça ve Fransızca yazabiliyordu.

Rosa’nın hayatına 1990 yılında Leo Jogiches girdi. Leo, Genel Botanik ve Zooloji okuyordu. Bir süre sonra birlikte yaşamaya başladılar. Leo politik bir yapıda yer alıyordu. Çarlığa karşı verilen mücadelenin içindeydi. Rosa’ya ilk politik tecrübelerini öğreticiliğini yüceltmeden aktardı.

Rosa Luksemburg ve Leo Jogiches, Zürih Üniversitesi’nde Fen Bilimleri’nden Ekonomi, Hukuk ve Siyaset Bilimleri’ne geçiş yaptılar.

Bu dönemde Polonya sosyalistleri Polonya’nın bağımsızlığını savunan Polonya Sosyalist Partisi’ni (PPS) kurdular. PPS’nin milliyetçi tavırlarına uzak duran Rosa ve arkadaşları kendilerini Polonya Sosyal Demokrasisi (SDKP) olarak tanımlıyorlardı. İllegal yollardan bir yayın çıkarmak istediler. İşçi Davası adlı bir gazete çıkardılar.

Rosa Luksemburg, 1891 yılında parti ve gazete çalışmaları nedeniyle Paris’e taşındı. Leo Jogiches Zürih’te kalmıştı. Ancak sık sık görüşmeye ve birbirleriyle mektuplaşmaya devam ettiler. Burada çok yoğun çalışıyordu. İşçi Davası gazetesinin sorumluluğunun yanında broşür ve diğer ajitasyon materyallerini de hazırlıyor, makale yazıyor, başkasının yazdıklarını gözden geçirip düzeltmeler yapıyordu.

İşçi Davası, 1893 yılında SDKP’nin resmî yayın organı oldu. Rosa Luxemburg Polonya işçi hareketi üzerine buraya sayısız makale yazdı. Aynı yıl 20 ülkeden gelen aralarında Engels, Bebel, Kautsky, Clara Zetkin gibi isimlerin bulunduğu Sosyalist İşçi Kongresi’ne delege olarak katıldı. Burada PPS’nin milliyetçiliğine karşı henüz yeni kurulan SDKP’yi tanıttı.

Geçen zaman içinde öğrenimi aksasa bile devam etti. 1897 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden doktor unvanını aldı. Ailesi bu durumu büyük bir sevinçle karşıladı. Ailesiyle mektuplaşmalar özlemini artırıyordu. Birkaç hafta sonra annesinin ölüm haberini aldı. Sekiz yıldır görmediği annesine uzaktan büyük bir üzüntüyle veda etti. Babası onun kendilerine yakın bir kente taşınmasını istiyordu. Ancak Rosa Almanya’ya gitmek istiyordu. Burada politik tartışmalara daha yakından katılabilecekti. Ayrıca orada çok sevdiği dostları vardı. Artık illegal yollarla gitmek istemiyordu. Bu amaçla 1898’de Gustav Lübeck ile sahte bir evlilik yaptı. Böylece Alman, Rusya ve Prusya vatandaşlıklarını aldı. Bu sahte evlilik 1903 yılına dek sürdü.

Rosa Luksemburg yeni ülkesine kültürlü, tecrübeli bir Marksist olarak gidiyordu. Leo ile vedalaştı. Leo yarım kalan eğitimini tamamlamak için kalmıştı. Kendisi Berlin’e taşındı. Burada SPD’nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi oldu. 1900 yılına gelindiğinde Luksemburg’un fikirleri tüm Avrupa’da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta, yazdığı makaleler ilgi görmekteydi. Özellikle Eduard Bernstein’ın düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkıyordu. Alman militarizminin yükselen değer olması Luksemburg’u ziyadesiyle rahatsız ediyordu, bu konuda partiyle de ters düşmüştü. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri nedeniyle üç kez hapse girdi. Aldığı hapis cezaları onu yıldırmadı, faaliyetlerine devam etti. SPD’nin eğitim merkezlerinde ekonomi ve Marksizm öğretmeye başladı

1907 yılında Leo Jogiches 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bir süre sonra hapisten kaçmayı başarmıştı. Rosa çok rahatlamıştı. Ancak Leo’nun yakında gelecek olmasından endişeleniyordu. Çünkü bu arada Kostja Zetkin ile sevgili olmuşlardı. Kostja Zetkin sevgili dostu Clara Zetkin’in oğluydu. Ona da çok sayıda siyasi mektuplar yazdı. Yaşam biçimleri ve yetenekleri farklı olduğundan bu birliktelik sürmedi. Leo Jogiches ile de ölene dek süren arkadaşlıkları, yoldaşlıkları devam etti. Rosa’nın ardından onun katillerinin izini sürerken benzer biçimde katledildi.

İnsan en iyi, en hızlı başkalarına öğrettiğinde öğrenir

1907 Ekimi’nde Rosa Luksemburg, August Bebel tarafından açılan SPD Parti Okulu’nda eğitmenliğe başlar. Okulun tek kadın eğitmenidir. İktisat Tarihi ve Ulusal Ekonomi derslerini vermektedir. Bu onun keyifle yaptığı ve titizlikle çalıştığı bir görevdir. Parti Okulu’nun amacı, parti üyelerini propagandist amaçlar için eğitmektir.

Parti Okulu, öğrencileri ve öğretmenleri daha ilk günden itibaren Prusya gizli polisi tarafından izlenir. 1914 yılında kapatılıncaya kadar da oradaki görevini sürdürür.

Rosa Luksemburg’un, Parti Okulu’nda yaptığı bilimsel çalışmalardan olan Ulusal Ekonomiye Giriş kitabı ancak 1925 yılında basılır. Kitapta, kapitalizmin yerine daha adil bir toplum düzenine geçilmesinin tarihsel zorunluluğunu anlatır.

Clara Zetkin ile dostluk ve parti yoldaşlığı

Rosa Luksemburg, Clara Zetkin ile SPD’de birlikte mücadele etmişlerdi. Partideki revizyonizm tartışmalarına birlikte katılmışlardı. Birçok konuda benzer düşüncelere sahiplerdi. Clara Zetkin daha çok kadın hareketi mücadelesinde yer alıyordu.

Rosa Luksemburg, Clara Zetkin, Karl Liebknecht ve diğer etkili SPD politikacılarıyla birlikte I. Paylaşım Savaşı sırasında partinin savaş döneminde grev yapılmayacağı ve hükümetin ve savaşın eleştirilmeyeceğine dair yaptığı geçici bir barış anlaşmasına karşı çıktı. Savaş karşıtı görüşlerinden dolayı Rosa ve Clara defalarca tutuklandı. Clara Zetkin yine de Berlin’de 1915 yılında savaş karşıtı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nı düzenledi. 1919 yılında kurulan Almanya Komünist Partisi’nde birlikte yer aldılar.

Savaş kapıda, ekonomik krizler, işçi eylemleri ve yargılamalar

Bu sırada Avrupa’da giderek büyüyen bir savaş tehlikesi vardır. Rosa Luksemburg ise Enternasyonal’in kongrelerinde ve kent kent gezdiği kitlesel mitinglerde Avrupalı proleterlerin savaşa karşı dayanışmalarını isteyen konuşmalar yaptı.

1910 yılı başlarında halk arasında, silahlanmaya, ekonomik krize ve adaletsiz Prusya seçim yasasına karşı hoşnutsuz sesler yükseldi. Ülkenin her yerinde güçlü yürüyüşler yapıldı. Politik ve kitlesel grevler işçi örgütleri açısından da bir gereklilik olarak görülmeye başlandı ve maden işçileri büyük bir greve hazırlandı.

25 Eylül 1913’te bir halk toplantısında söyledikleri yüzünden yasalara ve hükümetin kararlarına karşı gelmek suçuyla hakkında dava açıldı. 20 Şubat 1914’te verdiği savunma ise büyük bir entelektüel zafer olur. Ancak bir yıl hapis cezası almaktan kurtulamaz. Karar Alman işçi sınıfı arasında kızgınlık yaratır.

1914 Haziranı’nda yine ama bu sefer orduya hakaretten dava açıldı. Savcı, kaçma tehlikesi nedeniyle hemen tutuklanmasını istedi.

Spartakistler

Gençlik yıllarından itibaren kararlı ve inatçı bir mücadele yürüten Rosa, Alman Sosyal Demokrat Parti’nin savaş yıllarında savrulduğu milliyetçi ve savaş yanlısı politikalarına karşı çıkarak Lenin’le birlikte aynı safta yer aldı. Daha sonra partiden ayrılarak, 5 Ağustos 1914’te Karl Liebknecht ile birlikte Internationale grubunu kurdu. 1 Ocak 1916’da grup adını Spartakist Birliği (Spartakistler – Almanca Spartakusbund) olarak değiştirdi. Bu süreçte izlenen devrimci tutuma karşın önlem almaya çalışan Alman hükümeti Rosa Luksemburg ve Liebknecht’i tutukladı.

Kitap metninden (Siyasi Mektuplar Rosa’dan Leo Jogiches’e) devam edelim…

“Aralarına hapishane parmaklıkları girdikten sonra Jocighes ile yeniden yakınlaşırlar. Jocighes onun gereksinimlerini karşılıyor, Luksemburg karşılık veriyordu. Jocighes yeniden hayatına girdi. Onları yakınlaştıran her zaman olduğu gibi siyaset ve bir de Luksemburg’un her şeyin daha kaybedilmediği doğrultusundaki sonsuz inancıydı. […]

“Luksemburg koyuverildikten bir gün sonra, 10 Kasım 1918’de Berlin’e geldi. Jocighes ölümüne kadar onun yanında kaldı. Fırtınalar ve kinler geçmişte kalmıştı. Dostlukları, ruhsal beraberlikleri bütün sınavları başarıyla geçmişti. Şimdi birlikte gençliklerinin tek düşü adına, devrim için savaşıyorlardı.”

7 Aralık’ta ilk defa silahlı işçilerin koruduğu Spartaküs gösteri gerçekleştirir. Ertesi gün büyük bir gösteri daha düzenlenir… Noel günü hükümet birlikleri ile devrimci direnişçiler arasında çatışma yaşanır. İşçilerle askerler arasında başlayan bu çatışma tüm Almanya’ya yayılır…

Rosa Luksemburg ve Liebknecht cezaevinden çıktıktan çok kısa bir süre sonra 30 Aralık 1918 tarihinde Alman Komünist Partisi’ni kurdular. Bu tarihte Almanya’da gerilim had safhadadır. Rosa yalnızca komünist olduğu için değil, aynı zamanda Yahudi olduğu için de karşı devrimcilerin hedefindedir.

31 Aralık 1918’de Rosa kitleler karşısındaki son konuşmasını Alman Komünist Partisi (Kommunistische Partei Deutschlands – KPD) Kuruluş Kongresi’nde yapar. Artık o, yirmi beş yıl önce Polonya’dan gelen 23 yaşındaki kimsenin tanımadığı genç kadın değildir. Mücadeleci, baş eğmez kişiliğiyle, yetenek ve üretkenliğiyle sadece Almanya’da değil, uluslararası çapta üne kavuşmuş, komünist bir önderdir Rosa Luksemburg. 15 Ocak’ta Sosyal Demokratlar orduya devrimi bastırmasını emretti. “Piyade Muhafız Kıtası”nın Berlin’in batısını işgal etmesiyle birlikte Eden Oteli’ni kurdu ve Rosa Luksemburg, Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck, tutuklanıp Eden Oteli’ne götürüldü. Pieck kaçmayı başarsa da Luksemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybettiler. Aynı gün Luksemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü bedeni nehre atılmıştı. Liebknecht de başından yediği kurşun ile öldürüldü. Öldürülenler sadece liderler değildi: O dönemde binlerce KPD üyesi katledildi.

Devrimci kalkışmanın önderliğini yapan bu iki lider, devrimin yükseldiği Almanya’da savaş yıllarındaki ihanetlerini bir adım ileri götüren sosyal demokratların ordu ile anlaşması sonucu katledildi.

Bu katliamın ardından Libeneckt’in kaçarken vurulduğu, Rosa’nın da öfkeli kalabalık tarafından öldürüldüğü yalanı anlatılsa da gerçekler çok açıktı iki lider vahşice katledilmişti…

Rosa Luksemburg’un cansız bedeni 1 Haziran 1919’da Berlin Landwehr kanalının Freiarchen mevkiinde bulunur. Mathilde, Jakop Rosa’yı ancak elbiselerinden teşhis eder. 13 Haziran 1919’da Karl Liebknecht’in yanına gömülür. Cenaze töreni tam bir mitinge dönüşür.

Rosa Luksemburg’u tanımlamak

Rosa Luksemburg 20. yüzyılın en ilginç karakterlerinden biridir. Çok göze çarpmayan dış görünüşüne karşın, kitleleri sürükleyen hitap ve kaleminin gücüyle çok etkileyiciydi.

Onun hayatı yorucu ve çalışmalarla dolu geçmiştir. Olağanüstü eğitimliydi. Çok yönlü ve tutkuluydu. Özgüven sahibi bir Marksist olarak kapsamlı tarih bilgisi ve derin toplumsal analizleri vardı. Makale, bildiri, ajitasyon yazarlığı dışında yazdığı kitapları vardır. Ayrıca tutku derecesinde mektup yazmayı severdi. İllegal çalışmaları nedeniyle çoğunu imha ettiğinden pek azı günümüze kalmıştır.

Edebiyat, resim ve müzik onun için vazgeçilmezdi. Doğa gezileri yapardı, bulduğu bitkilerden oluşturduğu koleksiyonu günümüze kadar geldi.

Zaman zaman keskin polemikleri öfke uyandırdı. Hararetle savunduğu yanılgıları da oldu. Nazik ve kaba, anlayışlı ve öfkeli, uyumlu ve kavgacı, alçak gönüllü ve kendini beğenmiş, soğukkanlı ve heyecanlı olabiliyordu.

Daha iyi bir dünya için savaştı. Sosyal adaletsizliklerin, politik gericiliklerin ve savaşın kaynağı olan kapitalizme karşı yılmadan mücadele etti.

Son sözler yine Lenin’den: “O bir kartaldı, hâlâ da bir kartaldır. Rosa Luksemburg bütün dünya devrimcilerinin hatırasında aziz olmakla kalmayacak, eserleri birçok devrimci kuşağın eğitimi için çok faydalı bir ders olacak.”

*:14 Ocak tarihinde Ankara Sosyalist Kadın Hareketi’nin “Rosa Luksemburg Kimdir?” başlıklı söyleşisi için hazırlanmıştır.

Kaynakça

haber.sol.org, marksist.net, wikipedia.org, Rosa Luxemburg Her Şeye Rağmen; Tutkuyla Yaşamak (Yordam Kitap), Rosa’dan Siyasi Mektuplar: Leo jogiche’e (bianet.org), leninist.org, rosalux.de, ozgurvebagimsiz.blogcu.com, evrensel.net

Makaleleri irdelemek: Okuma, anlama, uygulama üzerine bir deneme – Kerem Gemici

Kaldıraç dergisinin 30 yıla yaklaşan kesintisiz yayıncılık serüveninde çeşitli konularda binlerce makale-haber-mektup-değerlendirme-inceleme yazısını okuma değerlendirme fırsatını hep beraber bulmuşuzdur.

Kimi zaman makaleleri daha sonra tekrar okurken ne kadar çok şeyin üzerinden atladığımızı hayretler içinde fark ettiğimiz an hiç de az değildir kanımca. Eğer anlık özensiz okumaları dikkate almaz isek bu konuda birden çok nedenden bahsedebiliriz.

Genel olarak öğrenme düzeyimizdeki yükseliş ilk aklımıza gelen açıklama olabilir. Kolektif okuma da bu nedenler arasında sayılabilir. Aslında bu yazının konusunu da oluşturan “irdeleyerek okuma”yı da bu nedenler arasına almak istiyorum. Elbette farklı nedenler de sayarak sıralamayı uzatabiliriz.

“İrdeleyerek okuma” benim adlandırmam. Tanımlamaların genel karakteristiğinde olduğu üzere her şeyi tam anlatmayabilir; ancak tahminimce benim muradımı yerine getirecektir diye düşünüyorum.

Makale okumak genel olarak müzik, resim, heykel, kısaca bir sanat eserini incelemek gibidir dersek pek haksızlık etmez, kimseyi kızdırmayız umarım. Derinliği varsa yazarın, makale de o kadar derinlere iner ve bir okul gibi olmaya başlar.

Şöyle hayal edebilirsiniz. Bir katmanı kaldırınca arkasından başka bir katman daha, arkasında başka bir katman daha, arkasında başka bir katman gibi. İrdeledikçe ya da bilgimiz arttıkça daha alttaki katmanları görebilir, kavrayabilir hâle geliriz.

İrdeleyerek okuma fikrinde, kanımca öne çıkan olgu soru sormak. Elbette makalenin yazıldığı dönemi es geçmeden konuyu kavramaya çalışmak gerekir. Yazar, acaba bu başlığı, kavramı, kelimeyi, cümleyi neden kullanmış, neyi vurgulamak istemiş? Bu yazı asıl kime yazılmış, ben neler öğrendim, öğrendiklerimi nasıl aktarabilirim? Doğrudan yazara sorarak cevabını bulmaya çalışmalıyız. Elbette fizikî olarak yazara sormak değil bahsettiğim. Makaleyi, bir anlamıyla yazarla konuşuyor, onu dinliyor ve yeri geldiğinde soru soruyor gibi okumak bahsettiğim.

Okuduğunuz bu yazının ilk paragrafında kullandığım “kesintisiz yayıncılık” vurgusunu önemli bulduğum ve okuyucunun üzerine düşünmesini, tartışmasını, anlatmasını istediğim için üzerine düşünerek seçtim. “30 yıla yaklaşan yayıncılık serüveni” olarak yazmış olsaydım, anlatmak istediğim, vurgulamak istediğim bir hususu atlayacaktım ya da vurgulamamayı seçecektim.

Evet, belki dikkatsiz okur için okurken sadece bir kelime olarak görünebilir; ancak “kesintisiz” kelimesi cümlenin içine girdiği anda cümlenin seyrine bir parantez açılıp, bir husus vurgulanmakta.

İşte irdeleyici okuyucunun bu noktada durup, neden “yayıncılık” kelimesini “kesintisiz” kelimesi ile nitelediğimi sorgulaması gerekir.

Soru: Acaba yazar neden sadece “yayıncılık” değil de “kesintisiz yayıncılık” ifadesine metinde yer verdi?

Cevap: Anadolu’daki devrimci gelenekten ideolojik, politik ve örgütsel bir kopuşu, yeni bir devrimci çıkışı yaratan, yaratma iddiasında olan bir hareketin, yayın faaliyetine verdiği önemin altını çizmekti muradım.

Ama belki de sabırlı okuyucu bu satıra gelene kadar vurgulamak istediğim bu noktayı gözden kaçırmış ya da önemsememiş olabilir. Nedeni ne olursa olsun, hangi yazı olursa olsun, yazarın anlatmak, bizim yazarın düşüncesine katılıp katılmamamızdan bağımsız olarak vurgulamak istediği noktalar üzerine çalışmak, anlamak iyi olacaktır.

Bu noktada bir parantez açarak konunun farklı bir yönünden de bahsetmek isterim. Bazen yazar tarafından vurgulanmasa da okuyucu açısından önemli bir nokta olabilir ya da sıklıkla karşımıza çıkan bir kavramı ya da bahsedilen bir şahsiyeti bilmeden yazıyı okumak çabası, yazının anlaşılmasını zorlaştırabilir. Örneğin; “1848 Devrimi tarihin determinist mantığını zorlayan bir gücü tarihin sahnesine çıkarıyordu” cümlesindeki “determinizm” kavramını tam olarak bilemeden yazarın anlatmak istediği yaklaşık olarak kavranabilmekte. En azından determinizm negatif bir kavram olarak hafızalarımıza kazınmakta. Böylesi anlarda, atlanmadan kavramın anlatmak istediği hızlıca öğrenilerek makaleye devam edilmeli. İçinde bulunduğumuz çağda bu tip teknik kavramları öğrenebilmek eskiye nazaran çok kolay ve hızlıca sağlanabilmekte. Burayı anlamadan makaleyi okuma çabası eksik bir çaba olacaktır.

Şimdiye kadar bahsettiklerimden yola çıkarak Kaldıraç dergisinin Temmuz 2018 tarihli sayısında yayınlanan Fikret Başkaya’nın “Mücadele zeminini değiştirmek” yazısını okurken aklıma takılan bazı hususlar üzerinden uygulamalı olarak birlikte tartışmak isterim.

İzin verirseniz yazıdan bazı bölümleri paylaşarak yazının bütünü üzerine olmasa da “irdeleyerek okuma” metodunu çalıştırmayı deneyeceğim.

“Mücadele zeminini değiştirmek” başlığından yazının bütünü de ele alındığında anlaşılacağı üzere var olan sisteme karşı mücadele edenlere yönelik öneriler ve eleştirilerin olduğu ilk elden anlaşılmakta. Hâliyle, mücadele zeminini ancak mücadele edenler değiştirebilir. Mücadeleye yeni atılacak kesimler için söylenen bir söz olmadığı anlaşılmakta. O hâlde kadın hareketleri, ekoloji hareketleri vb. de dahil olmak üzere sisteme karşı mücadele yürüten tüm organizasyonlar ve kişiler bu yazının hedef kitlesi olacaktır.

Yazının ilk paragrafında egemenlerin şiddetle süreklilik arz eden bir şekilde yönetmesinin istikrarsızlık sağlayacağından bahisle, “kaba kuvvet ve çıplak şiddet bakî kalmak ve son kertede devreye sokulmak kaydıyla, insanların verili durumu kabullenmelerini sağlayan bir ‘rıza’, bir ‘kabullenme’ yaratma yoluna gidiliyor.”

Metnin ilk paragrafına biraz bakalım. Örneğin; kuvvet ve şiddet kavramları kendi içinde tasnif ediliyor. Şiddetin çıplak olabildiği gibi örtülü de olabildiğini anlıyoruz. Aynı şey kuvvet tarifi için de geçerli. Son kertede devreye sokulan egemen sistemin şiddet olmadan var olmadığı sonucuna kendiliğinden ulaşabiliyoruz. Çıplak şiddete gerek kalmaması için egemen sistemin “rıza” üretmesi gerekliliği belirtiliyor.

“Rıza” üretimi gerçekten çok önemli bir kavram. Yazar “Son derecede önemli olsa da, bu kısa yazıda söz konusu ‘rıza’nın kimler tarafından, nasıl üretildiği sorusu üzerinde durmayacağım” derken, biz okurlara aslında bir görev yüklüyor:

1- Rıza kimler tarafından üretilir?

2- Rıza nasıl üretilir?

Başlı başına bir eğitim konusu yapılsa yeridir. Konu ile ilgili çalışan çok akademisyenden bu konuda destek istenebilir. Deniz Adalı’nın “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” kitabı üzerinden konu tartışılabilir diyerek, Fikret Hoca’nın bizlere verdiği ödevi hatırlatmış olayım.

Devam edelim;

“Aslında siyasi partiler, seçimler, parlamento -meclis- demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçlarıdır.”

Yazar, bir sonraki paragrafta bu tespitini kanıtlayacak yeterince örneği okur için sunuyor; ancak burada durarak, okur şunun üzerine muhakkak düşünmeli. Bir parlamento nasıl demokrasiyi (burada hepimizin aklına “demokrasi ama kimin için” sorusu elbette gelmeli) engellemenin aracı olabilir? Eğer egemen sistem için bir rıza üretme aracı olarak işlev görüyorsa, parlamento o zaman elbette bunun için vardır diyebiliriz rahatlıkla.

“Şimdilerde kapitalizmin nihaî krizi yaşanıyor. Geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor… Artık çöküş dönemine girilmiş bulunuyor. Şimdilerde her yerde temsilî demokrasinin bol gelmesinin nedeni bu.”

Yazarın tespiti çok net: “Nihaî kriz”. Demek ki yazarın tespitine göre bu krizden sonra başkaca bir kriz yaşanmasına gerek kalmayacak. Bu kriz, sistemin sonuna kadar devam edecek. Tabii bir liberal çıkıp, yazının bütününden kopararak bizi, “kapitalizm bu nihaî krizden sonra gerçek özgürlük günlerine kavuşacaktır, dayanın” diyebilir. Aman dikkat!..

Eğer Ukrayna’da Neonaziler iktidara geliyorsa, Suriye’de IŞİD devleti kurulabiliyorsa, ülkemizde Saray Rejimi ile burjuva hukuk seçimler vs. dahi hiçbiri dikkate alınmıyorsa dünyanın hemen her köşesinden benzeri haberleri alabiliyorsak; temsilî demokrasi mekanizmalarının işe yaramadığını, kapitalizmin “rıza” üretemez hâle geldiğini, bundan dolayı “çıplak şiddetin” daha fazla görünür olacağını, çıplak şiddetin doğal sonucu olarak istikrarsızlığın kalıcı hâle geleceğini anlayabiliyoruz. O hâlde, dünya genelinde bir devrimci durum ortamı vardır diye düşünmemizi istiyor yazar diyebiliriz. Bu ise başlı başına saldırı psikolojisinin bizim saflara geçmesini, dünya geneli bir kalkışın yaşanacağını bize aktarmakta.

Böylelikle yazar ilk paragrafta sunduğu bilgilerin hepsini, bizimle yazısı boyunca adım adım işlemiş oldu.

“İnsanlık ve uygarlık böyle kritik bir kavşağa girmişken, hâlâ sahte demokrasi oyununun figüranı olmanın ne alemi var? Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan temsil oyununa bel bağlamak, kapitalizmin reforme edilebilir olduğunu sanmaktır.”

Yazının yayınlandığı Temmuz 2018 tarihli sayısı, haziran seçimlerinin sıcağında hazırlanmış bir sayı. Kaldıraç dergisinin ilgili sayıdaki değerlendirme yazısında “seçim sonuçları seçimden günler önce bir TV kanalında yanlışlıkla yayınlandı” bilgisi bile aslında başlı başına seçim tartışmalarına ilişkin yazarın genel tespitlerini doğrular nitelikte.

İçinden geçtiğimiz 2023 yılının ilk aylarında, bu yazı kaleme alındığında seçimlerin yapılacağı bile henüz belirli değilken bırakınız seçimlere bel bağlayarak bir mücadele hattı oluşturabilmeyi, seçimleri gündemine alan bir faaliyet ağı örebilir miyiz sorularını insan ister istemez Fikret Hoca’nın yazısını okuyunca sormadan edemiyor.

Elbette seçimler gibi bir realite var. Elbette devrimciler, seçimler konusu somut olarak karşılarına geldiğinde döneme uygun olarak adım atabilirler ve atmalıdırlar da; ancak yazarın altını çizdiği noktaları, siyasal tespitleri, iyi anlamak ve tartışmak gerekli.

“Kölelik düzeni reforme edilebilir miydi? ‘Daha iyi kölelik, daha az kötü kölelik’ olabilir miydi? Feodalizmin iyisi olur muydu? Bir tek kapitalizm mi istisnadır? Kapitalizm reforme edilemez ama bal gibi yıkılabilir.”

Ne kadar sade bir dille anlatılmış; bir tek “kapitalizm mi istisnadır” diyerek. Hem bilimle uğraşacaksınız, süreçlerin genel yasalarını tespit edeceksiniz hem de yaratılan illüzyonun etkisi ile genel yasaları bir anda hiçe sayarak istisnalar yaratacaksınız. Hakikaten kapitalizmin sırrı nedir ki diğer sınıflı toplumlardan ayrıksı, tek başınadır? Sınıflı toplumların ortak özelliği, egemen sınıfın egemenliğine dayalı olarak ezilen sınıfı sömürmektir. Bunun için sistemin devamlılığı, yani bizdeki tarifi ile “devletin bekası” esastır. Machiavelli’nin “Prens” kitabı muhtemeldir ki o nedenle egemenlerin başucu kitabıdır. Kamu yönetimi bölümlerinde, hukuk fakültelerinde, işletme fakültelerinde hâlâ müfredatta, okuma listelerinde yer almaktadır.

“Kapitalizmde reformlar yok mudur? Yazar bunu mu ifade etmekte?” sorularını sabırlı okurun sorduğunu duyar gibiyim. Yazının bütününden yazarın neyi kastettiğini rahatlıkla çıkarabiliriz. Elbette yazara sormakta fayda var. Fikret Hoca’nın birçok yazısında, kanımca bu sorunun cevabını araştırıp bulabiliriz; ama “bal gibi yıkılır” cümlesini her gün göreceğim bir noktaya astığımı bilmenizi isterim.

Yavaş yavaş yazımızın sonuna geldik.

“O hâlde bu durumdan çıkmak için yapılacak ilk şey, kapitalizm dahilinde insanlığın bir geleceği olmadığı gerçeğini ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmek ve onu yeniden üreten tüm yollardan çıkmak, tüm sahte oyunlara son vermek, burjuva demokrasisi denilenden medet ummamak, aldatılma, oyalanma, aşağılanma durumuna son vermektir… Bilincimizi özgürleştirmek, dünyanın gerçekliğine küresel oligarşinin ve yerli egemenlerin gözüyle değil, kendi gözümüzle bakmak ve başka şey yapmaya cüret etmek!”

Fikret Hoca yazının sonunda hepimize bir meşale tutmakta:

“İkircikli olmayan bir tarzda” ifadesini okuyunca, mücadelenin içindeki zayıflığı hissedebiliyor insan. İkircikli hâl, her zaman mücadeleyi zayıflatmıştır. Bu konuda Anadolu devrim tarihi sayısız örnekle doludur.

“Burjuva demokrasisi denilenden medet ummamak” öyle bir ifade ki “burjuva demokrasisi denilen” derken iğrenç bir şeye temas ettiğinizi iliklerinize kadar hissediyorsunuz; ama siz hissederken, dostlarımız maalesef aynı hissiyatı paylaşmıyor duygusunu da yaşıyorsunuz. Evet, kapitalizmden, faşizmden, oligarşiden vs. medet ummuyoruz doğrudur; ama sanki burjuva demokrasisi denildi mi işler değişiyor, bazı dostlarımızın bilinçlerinde bir bulanıklık hâli ortaya çıkıyor gibi bir his uyandırıyor “burjuva demokrasisi denilen” ifadesi. Evet burjuva demokrasisi burjuvalar için demokrasi, biz işçiler için ise diktatörlüktür. Mücadele yürütenlerin bu netlikte bakabilmesini istiyor yazar.

“Dünyaya kendi gözümüzle bakmak” ve bakılmasını sağlamak. Aslında devrimci yayınları daha iyi okumak, anlamak ve daha fazla kişinin okumasını sağlamak diye yorumlamak istiyorum. Bilinç bulanıklığına izin vermeden düzeyli ideolojik mücadeleyi sürekli olarak yürütmemiz gerekli diye kurguluyorum.

Bu noktada, biz Kaldıraç dergisi okurlarına çok ama çok fazla iş düşmekte.

Yayınlarımızı daha derinlikli okumalıyız. Bu okumalar sonucu elde ettiğimiz bilgileri, işçi sınıfı ile mücadele dostlarımız ile etkili bir şekilde paylaşmalıyız.

Propaganda bugün elimizdeki en önemli silahlardandır. Ve etkimiz sanıldığından daha da yüksektir. Bu gücü devrimin kaldıracı yapmak için ileri!

Müzik özgürce nefes almaktır; yasaklanamaz!

“Şarkı söylemek başka bir nefestir”[1]

Richard Feynman’ın, “Hiçbir entelektüel açıklama sağır kulaklara müziğin ne tür bir deneyim olduğunu aktarmaz”;[2] Friedrich Nietzsche’nin, “Hemen her müzik, ancak onda kendi geçmişimizin dilini duyduğumuz andan itibaren büyüleyici bir etki yaratır;[3] Fernando Pessoa’nın, “Müziğin bizde uyandırdığı, sırf var olmadıkları için gönlümüzü çelen ne çok şey var”; Andrey Platonov’un, “İçimde bir müzik çalıyor, hem acı veriyor hem de iyi hissettiriyor”;[4] Edgar Allan Poe’nun, “Müzik hoş bir fikirle birleştiğinde şiir olur; ortada fikir yoksa yalnızca nağme olur; ahenkten yoksun fikir ise, niteliğinden dolayı yazı olur,” notunu düştükleri müzik kültürün, yaşamın en önemli alanlarındandır.

Müzik, nota ve söz dizisinden öte toplumların kültürü ve tarihinde önemli bir yere sahiptir. Sanatçı müziğiyle kimi zaman bir duyguyu dönemin ruhuna göre işler kimi zaman yaşanan tarihsel bir olayı, olguyu ya da direnişi dile getirir. O eserler sadece güncel zamanda toplumun duygu ve ruhuna hitap etmekle kalmaz, dillere dolanır, bir hafızayı geleceğe taşırken; o bir nefestir; yaşadığımızın başlıca göstergesidir.

“Tempo rubato/ Geniş bir nefes” almak ve vermektir hasılı.

Müzik duyarlılıkların gelişiminde önemli bir rol oynar; insanların yaşamlarının bir aynası işlevi üstlenir; kültür donanımın göstergesi olurken; bellek tazeler, müziksel algıyla unutuşa karşı hatırlatır bir sonsuzluk vurgusu olarak…

“Nasıl” mı?

Aydın ilinin kuzeyinde, Kestane dağlarının hemen güney yamacındaki plato üzerindedir Tralleis antik kenti: Seikilos Mezar Yazıtı, 1882-1883 yıllarında Aydın-İzmir demiryolunun inşaatı sırasında orada bulundu. Mezar taşının üzerinde bir şarkının sözleri ve notaları bulunuyor ve tarihi de M.Ö. 200 yıllarına dayanıyordu. Aydın’dan çalınan tarihi eser 1966’dan beri Kopenhag’da, Danimarka Milli Müzesi’nde sergilenir. Mezar taşının üzerinde yazılı olanın ise dünyanın ilk notalı müziği olduğu bilinir.

Aydınpost’tan Hüseyin Asar’ın kaleminden aktarıyorum: “2300 yıl önceleri yaşamış, mermer mezar taşında ilk notalı müzik ve şu şarkı sözleri yer alıyor. ‘Yaşadığın sürece göster kendini/ Dertsiz tasasız ol/ Hayat çok kısa/ Ve zaman her şeye gebedir.’ Taşın üzerinde ayrıca ‘Ben bir mezar taşı, bir simgeyim. Seikilos beni buraya ölümsüz anısının sonsuz işareti olarak yerleştirdi,’ yazısı da yer alıyordu.

“Yazının transkripsiyonunda, müzik sözleri harflerle sembolize edilerek kısa bir müzik notası ortaya çıkarılmış. Müzik, MÖ 2. yüzyılda Phrygia’da bilinen nota sistemine uygun olarak yazılmış. Şiiri oluşturan sözler, 6/8’lik nota ölçüleriyle ezgiye dönüştürülerek batıda müzik marketlerde, özgün müzik olarak müzikseverlere sunulmaktadır. Ayrıca tüm dünyada Seikilos hakkında 60 kitap ve binlerce makale yazılmış durumdadır.”[5]

Unutmayıp, hatırlatan müzik bu işte…

* * * * *

Bir radyo programında sunucu, besteci Necil Kazım Akses’e soruyor: “Müziğin insan yaşantısındaki yeri ve önemi nedir?”

Necil Bey oldukça hiddetli başlıyor yanıtına: “Bu bir müzikçiye sunulan en çetrefil sorudur. Çünkü bir müzikçi gerek yaratıcı gerek icracı olsun, müziği kendi yaşantısına katmış ve hayatıyla yoğurmuştur. Sanatını yapar ve bu sanatın önemini şuuraltı duyar herhâlde. Sanat da toplum içindir. İnsan yaşantısında bir yeri olması, insanı eğitmesi doğaldır. Bu eğitim insanda sosyal düşünceyi, düzeni, bedii (güzel) zevki olumlu etkiler. İlk insanın doğuşuyla beraber kuşkusuz müzik de var olmuştur. İnsan ve insanlık her yönden gelişince müzik de gelişmiş ve insanoğlunu eğitmiştir. Zamanların akışında zevkler ve düşünceler müziğe hâkim olmuş, değişik müzik türleri ortaya çıkmış, müzik de onları etkisi içine almıştır. İnsan müziksiz ve müzik de insansız olmamış ve olamaz.”

Necil Kazım için müzik ne yalnız eğlenmek içindir ne de yalnız duygulanmak için: “Müzik derin bir olaydır. Büyük bir roman nasıl ruhi tahlillere giriyorsa müzik de öyledir. Mesele işin felsefesine uygun yazabilmektir. Derinliğe girebilmektir.”[6]

Bu arada “İyi müzik, iyileştirici müzik”ken;[7] nihai kertede müzik de diğer sanatlar gibi üretildiği ortamın karakterini yansıtır. Dolayısıyla sanata ve müziğe kulak vermek aslında toplumun sesini dinlemektir.

“Müzik ruhun gıdasıdır” derler ya, aynı zamanda duyguların da en temel besin kaynağıdır. İnsanlık, dil ve konuşmadan önce müzik yetisini geliştirdi. İnsanların bir araya gelmesinde, duygusal birliktelik oluşturarak topluluk hâlinde yaşamaya başlamasında müziğin önemli rolü olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla müzik yaşamın lüksü değil, temel gereksinimidir.

Müzik, toplumların kültürel kimliklerinin oluşmasında da rol oynar. Bu yanıyla insanların ve toplumların yaşanmışlıklarının deneyimsel birikime dönüşmesi ve kuşaklar arası aktarımında önemli bir araçtır. Örneğin bizler, yüzyıllar öncesinden bugüne gelen halk türkülerinden atalarımızın yaşam tarzları, duygu ve ruh yapıları hakkında bilgi sahibi olup geçmişimizle bağlantı kurabilmekteyiz. Bir ağıdın hüznü her birimizin yüreğinde aynı sızıyı yaratabilmektedir. Bir türkünün coşkulu ritmi ise hepimizi aynı anda neşelendirir.

Müzik, insanlara estetik haz verirken aynı zamanda eğlendirmekte, dinlendirmekte, yaşamın sıkıntılarından, sorunlarından uzaklaşmalarını ve daha dirençli hâle gelmelerini sağlamaktadır. Koşulları ne olursa olsun, insanlar zorlu bir yaşam mücadelesi içindedir…

Konserlerin sıklıkla siyasilerin gündemini meşgul etmesinin temel nedeni de budur. Toplu dinleme, eğlenme ve etkileşimli katılım aynı zamanda bir kitlesel ortamın oluşması, dolayısıyla da kamusal alanın ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kitlesel ortam, ruh, duygu ve düşün birliğinin oluşması ise ortak bir kanaat ikliminin yaratılmasına temel oluşturur. Tam da bu nedenle müziğin, dansın, eğlencenin, hazzın paylaşımıyla oluşan bu tür ortamlar ve de kamusal alanlar, güç mücadelesi içerisindeki kesimlerce gözetim ve denetim altında tutulurken; müzik etkinliklerine getirilen yasaklar, toplumdaki içsel bir patlamaya zemin hazırlayabilir.[8]

Ancak tam tersi de mümkün: Örneğin müzik çok uzun süredir insanları iyileştirmek başta olmak üzere birbirinden farklı alanlarda kullanıldı. Johann Sebastian Bach’ın kendisine en çok para kazandıran çalışmaları arasında olan Goldberg Varyasyonları eserini bir çeşit kişiye özel uyku ilacı olarak değerlendirebiliriz. Çünkü, büyük olasılıkla ünlü bestecinin varyasyonları[9] Kont’un geceleri ortaya çıkan ve Keyserling ailesinin karmaşık kökenlerine bağlı anksiyetik sorunlarına iyi geliyordu…

Böylesi bir etkisi olan müzik, tarih boyunca gücü elinde tutmak adına kitleleri tek benzeştirmek isteyen bütün yöneticiler için kullanılması gereken bir araç olurken aykırı sesleri bastırmak da iktidarların en öncelikli işleri arasında yer aldı. Bugüne gelirsek, müziğin insanların özgür hissettirme, devinime geçirme, sıra dışı düşündürme gücü olduğu gibi, kitleleri tek boyutlu yaşamaya ve düşünmeye yöneltmek, yılgın hissettirmek, yazgıcı olup kendi sorunlarıyla ilgilenmemek ve çevresinde yaşananlara ses çıkartmamak için de kullanıldığını görüyoruz.[10]

* * * * *

Piyanist Dengin Ceyhan’ın, “Klasik müzik her şeyin temeli” vurgusuyla, “Diğer türler, klasik müzikten esinlenip kendi müzik formunu oluşturur,”[11] saptamasındaki tekçiliğe “Hayır” diyen birisi olarak müzikte çoğulculuğa değer veririm.

Kürklü hanımların, smokinli beylerin “sanat” dünyasının maestrosu, ABD ve Batı Avrupa konser salonlarının gözdesi Herbert von Karajan’ın, “Fakirler klasik müzikten anlamazlar, klasik müzik kültüründen ancak zenginler anlar” sözüne inat; Carnegie Hall’un kapılarını toplumun çeşitli sınıflarından çocuklara açıp, New York Filarmoni ile “fakirlerin” de bal gibi klasik müzik öğrenebileceklerini ispat eden Leonard Bernstein’dan, Sovyet bestecisi Dimitri Şostakoviç’e ya da ABD’deki Siyahilerin devrimci sesi Paul Robeson’a uzanan genişlikte çoğulculuk itiraz ve aydınlanmanın önemli ayaklarındandır.

Bundan ötürü egemenin sarayında oturarak ezilenlere müzik yapılmaz, yakılmaz, bu müziğin ruhuna aykırıdır. Topluma, ezilenlere değmeyen müzik, müzik ol(a)maz.

Müzik, ezen-ezilen ilişkisinden doğan ve bunu başkaldırıyla ifade eden halkın adalet arama serüveninin bir parçası olduğu ölçüde toplumsallaşabilmektedir. Neşet Ertaş’ın, “Nerede bir türkü söyleyen varsa, korkma yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur,” ifadesi de bunu ve devleti müzik düşmanlığının nedenini anlatır.

* * * * *

AKP’nin teokratik uygulamaları nedeniyle, aylardır çeşitli kültür, sanat ve müzik festivalleri ve konserler iptal edilip; “olağanüstü hâl” uygulamalarını andıran festival yasakları sürüyorken; Fahrettin Altun’un “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek…”[12] sözleri eşliğinde getirilen yasakların bazıları şöyle!

YASAKLAR
12 Mart 2022 Şırnak’ın Cizre ilçesinde, Şermola Performans’ın Kürtçe ‘Mem û Zîn’ gösterimi kaymakam ve kayyum tarafından yasakladı.
12-15

Mayıs 2022

Eskişehir’de ‘Anadolu Fest’ yasaklandı.
16 Mayıs 2022 Muş’ta Metin-Kemal Kahraman konseri yasaklandı.

Kürt sanatçı Mem Ararat’ın Mersin’de vereceği konser Mersin Valiliği tarafından yasaklandı.

Kürt sanatçı Onur Evin’in Mart ayında KOM Müzik’ten çıkan ‘Em Nadin’ albümünün tanıtımı için 16 Mayıs’ta İBB Kültür Daire Başkanlığına bağlı Kültürel Etkinlikler Şube Müdürlüğü’ne yaptığı konser başvurusu ‘Salonlarımız 2022-2023 sezonuna kadar tadilatadır’ denilerek reddedildi.

Kürt Soprano Pervin Çakar, konser vermek için Mardin Artuklu Üniversitesi salonunda başvuru yaptığını belirterek repertuarında Kürtçe olduğu için salon verilmediğini duyurdu.

25 Mayıs 2022 Niyazi Koyuncu’nun gerçekleştireceği konser, Pendik Belediyesi tarafından iptal edildi.
29 Mayıs 2022 Apolas Lermi’nin Denizli konseri ve 11 Haziran’da yapacağı Bostancı konseri yasaklandı.
3 Haziran 2022 Isparta Uluslararası Gül Festivali’nde Melek Mosso konseri iptal edildi.
11 Haziran 2022 ‘Başkent Kültür Yolu Festivali’nde Ara Malikian’ın konseri yasaklandı.
21-24

Temmuz 2022

Dersim’de ‘Munzur Kültür ve Doğa Festivali’ iptal edildi.
28-31

Temmuz 2022

Zonguldak’ta ‘Kozlu Müzik Festivali’ iptal edildi.

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nin düzenlediği ‘Kazdağı Ekoloji Festivali’ iptal edildi.

‘Başkent Kültür Yolu Festivali’nde Güney Koreli müzisyen Mirae’nın konseri ‘eşcinselliği yaymayı misyon edinmiş’ bir grup olduğu gerekçesiyle iptal edildi.

ODTÜ Uluslararası Bahar Şenliği iptal edildi.

Aynur Doğan’ın Kocaeli ve Bursa’da gerçekleştireceği konserleri iptal edildi.

15 Ağustos 2022 Gökçeada’daki Meryem Ana Panayırı iptal edildi.
17-21

Ağustos 2022

2005’den beri düzenlenen ‘Zeytinli Rock Festivali iptal edildi.
1 Eylül 2022 Dünya Barış Günü kapsamında Mersin’de Yenişehir Belediyesi Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenleyecek Aydınlar ve Dodan Özer konserleri valilikçe yasaklandı.
24 Eylül 2022 İlkay Akkaya’nın Mardin’de vereceği konser Mardin Valiliği tarafından ‘uygun görülmediği’ gerekçesiyle yasaklandı.
25 Eylül 2022 İlkay Akkaya’nın Urfa’daki konseri, valilik tarafından ‘uygun görülmediği’ gerekçesiyle yasaklandı.

Efeler ilçesinde yapılan halk buluşması için sahne alan sanatçı Kadir Çat, Kürtçe şarkı söylediği için gözaltına alındı.

4 Ekim 2022 Sanatçı Xecê’nin Şırnak Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenleyeceği konser hiç bir gerekçe gösterilmeden rektörlük tarafından iptal edildi.

 

Siyasal İslâmcı iktidarın yaşam tarzına müdahalesi son bulmuyorken; İsviçreli müzisyen Guillaume de Kadebostany, Türkiye’de gerçekleştirilecek bir konserinin müzik yasağı nedeniyle yapılamadığını belirterek, “Konserlerimizde insanlar çok mutlu. Müzik iyileştirir, yasaklanmamalı,”[13] derken Müzik-Sen Genel Başkanı İpek Koçyiğit de ekledi: “Yaşama müdahale ediliyor”![14]

* * * * *

Bireylerin ve kitlelerin duygusal ve düşünsel anlatım biçimlerinden birisi olarak müzik tüm sanat dalları içerisinde gerek soyut anlatımı gerek içyapısı ile benliğimizde çok daha belirgin bir etkiye sahiptir.

Söz konusu etkiyi Georg Wilhelm Friedrich Hegel, “Müzik bir anlamda bilincimizi tutsak eder ve bilincimizin kapsamı bu ses akımı tarafından sürüklenir, dış dünya ile olan ilişkiler tamamen kesilir, kişi hayal ve anılarından kurulu bir dünyada yaşar,” diye tanımlarken; binlerce yıl önce de Pisagor, onu, aritmetik ve gökbilimde varolan evrensel uyumun anlatımı olarak nitelemişti.

Kanımca müziğin daha birçok özelliği taşıdığını asla unutmadan, onun bir özgürlük ve başkaldırı zemini olduğunun da altı çizilmelidir.

“Özgür doğup özgür yaşayamamak nedir?!”[15] sorusu eşliğinde unutulmasın: “Özgürlük savunulmadığında, devre dışı kaldığında, geriye adaletsizlikleri gizleyen ve güçlüden yana bir sistem kalır.”[16]

“Özgür olmak için hiçbir zaman çok erken, doğru yaşamak için de hiçbir zaman çok geç değil”[17] ve “Özgürlüğün huzuru birçok acıyı giderir”ken;[18] “Özgürlüğünden vazgeçmek, insan olma niteliğinden, insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir.”[19]

Jean Paul Sartre’ın ifadesiyle, “Özgürlük ancak her şey anlamını yitirdiği zaman ortaya çıkabilir; çünkü anlam, ne tür olursa olsun, yalnızca ideolojik bir kabuk”ken; “İnsan özgür olmakla lanetlenmiştir. Zira, bir insan dünyaya fırlatıldığından itibaren yaptığı her şeyin sorumlusu hâline gelir.”

Özetle “Özgürlük sorumluluk demektir. Çoğu insanın ondan ödünün kopması bu yüzdendir,” der George Bernard Shaw…

Lakin José Martí’nin, “Özgürlüğün bedeli yürektir”; Bob Marley’in, “Yaşamının her günü tutsak olmaktansa özgürlük için savaşırken ölmek, yeğdir,” uyarılarına kulak verilerek “korkular” yenilebilir; Mihail Bakunin’nin, “Eğer insan ahlâkının bir temel ilkesi varsa, o da özgürlüktür,” ifadesindeki sorumlulukla…

Düşüncenin, isteğin, iradenin olmadığı yerde özgürlük ol(a)mazken; Andrey Tarkovski’nin, “Özgürlük demek haysiyete saygı gösterebilmek demektir, hem kendi içinde hem de başkaları içindeki haysiyete,” vurgusuyla tanımladığı tutku için “Özgürlük bir hak değil, bir görevdir,” der Ezra Pound…

Aynı şeyler müzik için de geçerli değil mi?

O hâlde şimdi(lerde) George Orwell’ın, “Çalışmaktan başka her şey yasaklanmıştı. Sokakta yürümek, eğlenmek, şarkı söylemek, dans etmek, buluşmak, her şey yasaklanmıştı,” diye tarif ettiği tabloda; Friedrich Nietzsche’nin, “Yasaklanmış olana erişmektir amacımız. Çünkü şimdiye dek, kural olarak yalnız doğruları yasakladılar,” saptamasını anımsayarak, yüksek sesle Nâzım Hikmet’in dizelerini haykırmalı(yız):

Şarkılarımız/ ön safta en önde saldırmalıdır düşmana./ Bizden önce boyanmalıdır/ şarkılarımızın yüzü kana.

Şarkılarımız/ varoşlarda sokaklara çıkmalıdır!

Şarkılarımız/ bir tek yüreğin/ perdeleri inik/ kapısı kilitli evinde oturamaz!

Şarkılarımız/ rüzgâra çıkmalıdır…

8 Ocak 2023, İstanbul.

 

[1]    Rainer Maria Rilke, Orpheus’a Soneler, çev: Yüksel Pazarkaya, Cem Yay, 2004, s. 27.

[2]    Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, çev: Nermin Arık, Alfa Yay., 2012, s. 68.

[3]    Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi, çev: İsmet Zeki Eyüboğlu, Broy Yay., 2002, s. 87.

[4]    Andrey Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız, çev: Erdem Erinç, Metis Yay., 2018.

[5]    Güvenç Dağüstün, “Bunlar Müziğe de Düşman!”, Birgün, 7 Mart 2022, s. 2.

[6]    Evin İlyasoğlu, “Müzik Geliştikçe İnsanı Eğitmiştir”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2022, s. 13.

[7]    Murat Beşer, “İyi Müzik, İyileştirici Müzik…”, Birgün, 27 Ekim 2022, s. 15.

[8]    Nazife Güngör, “Müzik Lüks Değil, Temel Gereksinimdir”, Cumhuriyet Pazar, 9 Ekim 2022, s. 6.

[9]    Yıl 1741, Rusya’nın Saksonya Büyükelçisi Kont Hermann Karl von Keyserling “Insomia” adı verilen hastalığı sebebiyle uykusuz geceler geçirmektedir. Çareyi müzikte aramaktadır. Evinde çalıştırdığı genç klavsenci Johann Gottlieb Goldberg gecelerini Kont’un başucunda hazır bekleyerek geçirmektedir. Kont uyandığında müzikleriyle onu tekrar uyutmaya çalışmaktadır. Ancak melodiler bir türlü işe yaramaz. Sonunda Kont, Goldberg’i dünyaca ünlü besteci Johann Sebastian Bach ile tanıştırır. Bach, Goldberg’e, Kont’a çalması için -sürekli tekrarlardan oluşan, hareketli ve neşeli- bazı kompozisyonlar verir. Goldberg bu besteleri çalmaya başlayınca Rus diplomatın uyku sorunu çözülür. İşte size Bach’ın dünyaca ünlü Goldberg Varyasyonları’nın ortaya çıkış öyküsü…

[10]  Deniz Ülkütekin, “Bilimin Büyüsü Müzik”, Cumhuriyet Pazar, 5 Haziran 2022, s. 4.

[11]  Erkin Can Seyhan, “Her Şeyin Temeli Klasik Müzik”, Birgün, 3 Haziran 2022, s. 14.

[12]  “AKP’nin Asimilasyon Kültürü”, Yeni Yaşam, 29 Ekim 2022, s. 11… “İşte AKP’nin Son 4 Ayda Getirdiği Yasaklar”, 13 Ağustos 2022… https://www.dokuz8haber.net/iste-akpnin-son-4-ayda-getirdigi-yasaklar

[13]  Işıl Çalışkan, “Müzik İyileştirir Yasaklanmamalı”, Birgün, 25 Mayıs 2022, s. 15.

[14]  Işıl Çalışkan, “İnadına Sahneye!”, Birgün, 25 Mayıs 2022, s. 7.

[15]  Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik, çev: Melis Olçum, Kafekültür Yay., 2013.

[16]  Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet, çev: Gülnur Acar Savran, Koç Üniversitesi Yay., 2019.

[17]  Frédéric Gros, İtaat Etmemek, çev: Zeynep Büşra Bölükbaşı, Yapı Kredi Yay., 2020.

[18]  Jean-Jacques Rousseau, Emile, çev: Yaşar Avunç, İş Bankası Yay., 2020.

[19]  Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Ahmet Şensılay, Anahtar Kitaplar, 2010.

İsyandır, başkaldıran sanat!

“Gerçek sanat ve bilim boyunduruk kaldırmaz.[1]

John Berger’in, “Dünya bugün öyle bir durumdadır ki, eğer bu durumu olduğu gibi kabul eder ve kökünden değiştirme yolunda kesin ve kararlı bir sabırsızlık gösterecek olmazsak, bütün değerlerimizin anlamdan yoksun hâle geldiğini göreceğiz,”[2] uyarısını dillendirdiği kaotik güzergâhta “Sanatın ne olup, olmadığının sorgulandığı” bir kesitten geçiyoruz.

Kimileri gayet kötümser! Hatta şunları diyebilecek kadar:

“Çağdaş Marksizm sanatın hâlâ toplumsal hareketlerde direngen olabileceği başkaldırının bir kullanım nesnesi olabileceğine inancını yitirmiş değil. Şeytanın avukatı olmakta hiçbir beis yoktur gerçek apaçık karşımızda durmaktadır… XXI. yüzyılda Marksizmin tek övünç kaynağı olan sanatın bir nekrofili nesnesi hâline geldiğini söylememiz işten bile değildir… Sanatın bugün bir ölü olduğunu söylemeliyiz. Çünkü sanatın artık insanlığa verebileceği hiçbir şey kalmamıştır.”[3]

Ne çağın getirdiği karamsarlıktan kaçınamamak, ne de “Sanat doğaya eklenmiş insan,”[4] gerçeğini kavramaktan uzaktaki diğer “iddia”lar onun, insanı, yaşamı, toplumu, doğayı yansıtıp; tümüne bir ayna tutan bir “olmazsa olmaz”lık olduğunu kavrayamıyor.

Kaldı ki “Estetik haz mı yoksa toplumsal fayda mı sağladığı” sorusu Platon’dan beri tartışılagelen bir gündem olarak, “Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir.”[5] Ursula le Guin’in, “Direniş ve değişim sanatla başlar,” notu ve Terry Eagleton’ın, “Sanat bir toplumun ideolojisinin parçasıdır,”[6] vurgusundaki üzere…

* * * * *

Georg Lukacs’ın, “Sanat, sosyal gerçekliğin yansıtılmasıdır”;[7] Friedrich Nietzsche’nin, “Dinler pençelerini gevşettiğinde sanat başını kaldırır.” “Dinin azaldığı yerde sanat yükselir”;[8] Lev Nikolayeviç Tolstoy’un, “En yüce sanat, hayatın sanatıdır”;[9] Theodor Adorno’nun, “Sanatın bilgi olabilmesi, sınırlar koymadan kendi malzemesi üzerinde çalışmaya yönelmesiyle mümkündür,”[10] notunu düştükleri sanat yalnızca bir hikâye anlatma yöntemi değil, özellikle dilin aktarma yeteneğinden kaçan duygusal ve ruhsal durumların ifade edilmesi için bir yoldur.

“Sanat, olanı ele alır ve ondan, olacak olana biçim vermek için, yoğun bir şekilde özünü çıkarır; bu öz, tam çıkarıldığında, olması gerekenin özüdür.”[11]

Biçimleri, araçları ve tanımları tarih boyunca çok çarpıcı biçimde değişen ve çok çeşitli türleri kapsayarak her şeyi kaydeden sanat, Bulgaristan’daki Magura Mağarası’ndakiler gibi mağara resimleri, bizi avcı-toplayıcılar arasında hissedebilmemiz için binlerce yıl öncesine götürür.

Hem iç hem de dış dünyamızı görünür, duyulabilir, okunabilir ve algılanabilir hâle getirmemizi sağlayan sanat bir meydan okumadır aynı zamanda: Bir şeyleri anlamamızı karmaşıklaştırma, sorunsallaştırma ve statükoyu bozma, yüzleşme, politik eylemde bulunup dünyayı değiştirme eylemine hizmet gücüne sahiptir; gerçeğin tercümesidir.

İnsanın insanlaşma mücadelesinden çıkıp gelişmiş ve biçimlenmiştir; çalışmanın ürünü sanat, bir toplumsal bilinç biçimidir ve o biçimi belirleyen insanın toplumsal varlık koşullarıdır.

Nesnel dünyayı yansıtan sanat, sadece onu yansıtmakla kalmaz, değişimine katkıda da bulunur.

Sanat, gerçekliğin bilinmesine, değerlendirilmesine ve insanın yeni bir zeminde hareket etmesine olanak sunar, hizmet eder. Malûm, V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “İnsan bilinci nesnel dünyayı yalnızca yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu yaratır da.”

Sanat insanın kendi deneyimlerinin sınırlılığını aşmasını sağlar, yaşamamış olduğumuz şeyleri, bizim kadar bütün çağdaşlarımız ile bizden sonrakilerin de yaşamasına olanak verir.

Sanat taraflıyken; sanatçı da yaşadığı nesnel dünyadan kaçıp kurtulamaz, bu nesnellik üzerinde hareket ederek eserini ortaya çıkartır. Sanat eserinin içeriğinden, maddi-tarihsel şartlara uyup uymadığından bağımsız olarak sanatçı, yarattığı sanat eseri üzerinden hangi tarafta olduğunu ortaya koymuş olur. Her ne şekilde üretilirse üretilsin, içinden çıktığı toplumun lekelerinin, sosyal ilişkilerinin ve sosyal psikolojisinin damgasını taşımayan bir sanat eseri olanaklı değildir. Çok açık ki, sınıflı bir toplumda, politika için olduğu gibi sanat için de tarafsızlık, yalnızca egemen sınıfın tarafında olmak anlamına gelir.

* * * * *

“Sanat acıyı yok saymaz, sayamaz, başkalarının acısına kayıtsız kalamaz”ken;[12] “Sanatının pusulası insan”(lık)dır[13] ve de “Hiçbir sanat, gerçeğin kendisiyle yarışmaz”![14]

Sanat yapıtı sadece hakikâti yansıtmakla sınırlı kal(a)maz; dünyayı ve insan(lık)ı değiştirmeye çağrıdır o; bunun için de, gerçekliği yansıtırken yaşamla sarmaş dolaştır.

Ezilenlerin, sokağın sesine ses katan sanat, onlara aittir; hiçbir şekilde başkalarına devredilemez.

“Nasıl” mı?

Örneğin “Akademizm, sanatın, toplumsal ve sanatsal nedenlerden ötürü, doğal olarak bir merkezden uzaklaşma ve çeşitlenme eğilimini sergilediği bir zamanda, sanatı konformist ve birörnek yapmak isteyen bir çabadır. Akademizm, bazı durumlarda ilerici görünebilir, ama sanat adına her zaman öldürücüdür.”

“Akademiler, geçmişte olduğu gibi günümüzde de devletin araçları olarak kurulur. Görevleri de sanata, devlet siyasetine uygun biçimde yön vermektir; bu yön verme, keyfi bir diktayla değil, devlet görüşlerini yansıtan geleneksel sanatı devam ettirecek sanat kurallarını bir sistem olarak tespit etmekle yapılır. Bu ideoloji tutucu da olabilir, ilerici de. Fakat, bütün akademik düzenlerin değişmez özelliği, teoriyi yapılandan ayrı tutmasıdır. Her şey kuralla başlayıp kuralla biter.”[15]

Ancak “Hakiki sanat, onunla karşı karşıya kaldığımızda, olduğumuz ‘Ben’e meydan okur”ken; “Sanatın hafifletemeyeceği acı yoktur. Bazıları için müzik, bazıları için resim, benim içinse en başta şiir, ister mısralarda İster düz yazılarla olsun, gürültüyü ve acıyı delip geçer, yarayı açıp içini temizler ona yavaş yavaş kendini iyileştirmeyi öğretir. Yaralara kendi kendilerine iyileştirmelerini öğretmek gerekir.”[16]

* * * * *

Oscar Wilde’ın, “Duygu ile boyanmış her portre bakıcının değil, sanatçının portresidir”; Umberto Eco’nun, “Sanat alaya alır bizi, içimizi rahatlatır, dünyayı, sanatçıların olmasını istedikleri gibi gösterir,”[17] notunu düştüğü -ezilenlerin, sokağın sesine ses katan- sanatçıya gelince, o bir “zanaatçı” değildir; John Berger’in tarifindeki üzere:

“İki heykelci taşı yontarak küre biçimine sokmaktadırlar. Aralarından biri kusursuz bir küre biçimi elde etmek istemektedir; çalışmasının anlamını büyük bir taş parçasını kusursuz bir küreye dönüştürmekte bulmaktadır. Öbürü de bir küre yontmaktadır, fakat bu işi yaparken güttüğü amaç, patlama noktasına varmış doluluktaki bir kürenin biçimde dile gelen iç gerilimini aktarabilmektir. Birinci küre bir zanaatçı, ikinci ise bir sanatçı eseri olacaktır.”[18]

Sınıflar mücadelesi tarihi, düşünen ve düşündükleri doğrultusunda yaratırken; hayata dokunup, toplumun/yerkürenin dertlerinde ezilenlerden yana saf bağlayanların öyküsüdür.

Bu bağlamda sanatı, sanatçıyı yaratan koşullar yaşadığı toplumun ürünüdür.

Toplumsal değişimler, sanatçıyı da değiştirir; ama sanatçıların da toplumları değişiminde önemli rolleri vardır, olmuştur.

Haksızlıklara, adaletsizliklere, yoksunluklara, eşitsizliklere karşı olmak sanatın, sanatçıların göreviyken; sanatın onurunu koruma, toplumun öfkesi, vicdanının çığlığı olma sorumluluğunu yükler onlara.

Sürdürülemez kapitalist yıkım ve yalanın, korkunun, metalaşmanın, yabancılaşmanın, bellek yitiminin, postmodern saldırısıyla karşı karşıya kalan sanatın, sanatçının sorumluluğu yaşamı savunurken; devrimci politikayla iç içe olmaktır.

* * * * *

Bu “olmazsa olmaz”dır. Çünkü “Modern dünya, Zaman’ın soytarısıdır,” vurgusuyla Jeanette Winterson’un belirttiği gibi, “Müzeler gün geçtikçe resimleri ne zaman ve ne kadara satın aldıklarını vurgular oldu… Milyonlar! İzleyiciler tuvalin üstündeki renkleri değil, paranın rengini görüyor,”ken;[19] kapitalist piyasanın sanata dayattıkları, Avelina Lésper’in eleştirilerindeki[20] üzere orta yerdedir!

Eleştirmen ve sanat felsefesi uzmanı Arthur Coleman Danto, kaleme aldığı metinleri şu iki soru(n) üzerine inşa etmişti: “Bir şeyin sanat olup olmadığına kim, nasıl karar verir?” ve “Sıradan şeylerle sanat ürünleri, hangi ölçülere göre birbirinden ayrılır?” Bu sorulardan hareketle Paolo Virno, “sanat, toplumun içinde suda eriyen tablet gibi seyreldi gitti” diyerek post-endüstriyel ekonominin çağdaş sanatı kabullere, dogmalara ve alış-satış fetişine sıkıştırdığına dair bir eleştiri getirmişti. Bu sistemin başlıca paradoksu, eser yaratma ve eseri üretip pazarlamaydı. Dolayısıyla Danto’nun bu bağlamdaki yorumu da yeniden hatırlanmalı: “Bir şeyi sanat olarak görmek, göze görünenlerden fazlasını gerektirir; sanat kuramı atmosferini, sanat tarihi bilgisini yani bir sanat dünyasını…”

Jean Baudrillard, hiper gerçekliğin hüküm sürdüğü dünyada, “derinlikten sıyrılmış” ve reklamcılık kokan sanatı eleştirirken “bayağılıktan doğan trans-estetik”i gündeme getirmişti.[21] Don Thompson, bu estetiğin ve bayağılığın “değerini” sanatçıların, tacirlerin, markaların ve yüksek egolu koleksiyonerlerin belirlediğini not ederken Jean-François Lyotard, konuya felsefi bir açıdan yaklaşıp “bir sanat yapıtının değeri, onun gelecek üretme kapasitesine bağlı” demişti. Filozof, sanatı ve kültürel mirası beslemek yerine pazara oynayan, salt sponsorluk ve kâr için işverenlere yönelen, bienalleri ve müzeleri kazanç kapısı hâline getiren, akım ve moda yaratma derdiyle yanıp tutuşanlara şüpheyle bakarken neoliberal makineye göbekten bağlanan çağdaş sanata eleştiriler yöneltiyordu.

Bu çerçevede Avelina Lésper dogmaları ve estetikten uzak üretimleri irdelerken “Yoksa çağdaş sanat bir kandırmacadan mı ibaret?” sorusuna yanıt(lar) arar ve “Sanatçının sanat addettiği her şey sanattır ve elbette küratör sanatçıdan üstündür,” saçmalığına karşı çıkıp; kavramların içi boşaltılarak oluşturulan dogmalara itiraz eder. Hem devletle hem de iş çevreleriyle kâr odaklı ilişkiler kurup birer vaiz gibi davranan “sanatçılara” kuşkuyla yaklaşır.[22]

Bu elbette “sanat adına”(?!) topluma zerk edilen “Kültür Endüstrisi”nin de mahkûm eden eleştiridir.

Malûm, “Kültür Endüstrisi”yle iç içe geçen “Modern sanat, toplumsal gerçekliğin çelişkilerini örten, bilinçleri yanıltan bir etkinliğe dönüştüğü için olumsuzlanır. Bu olumsuzlanma yönünü onun kültür endüstrisinin bir nesnesi hâline getirilmesinden alır”ken;[23] “Gösteride büyüleyici olan nesne, tüketicisinin evine girer girmez sıradanlaşır.” “Gösteri, kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. ‘Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür’ der, başka bir şey demez.”[24]

Theodor W. Adorno’nun tespitleri bugünü, içinde bulunduğumuz hâli anlamak için yaşamsal önem taşır; ona göre “Kültür Endüstrisi” insanı düşünme, eleştirme, itiraz etmeden uzaklaştırmaktadır. Çünkü kapitalizm için insan düşünen değil, salt arzulayan varlıktır. “Kültür endüstrisinin en önemli yasası, insanların arzuladıkları şeylere kavuşmamalarını ve bu yoksunluk içinde gülerek doyuma ulaşmalarını sağlamaktır.”[25]

* * * * *

Herbert Marcuse’ün, “Sanatın evrenselliği tikel bir sınıfın dünyasında ve dünya görüşünde temellendirilemez, çünkü sanat somut bir evrenseli, insanlığı (Menschlichkeit) öngörür ki, hiçbir tikel sınıf, giderek proletarya, Marx’ın ‘evrensel sınıfı’ bile ona katılamaz. Sevinç ve üzüntünün, kutlama ve umutsuzluğun, Eros ve Thanatos’un acımasızca içiçe geçişleri sınıf savaşımının sorunlarına çözündürülemez,”[26] zırvası bir yana; “Sanat bir yansıtmadır” diyerek, sanatı yansıtma kuramı çerçevesinde ele alan Georg Lukacs’ın Marksist estetik içinde özgün ve önemli bir yeri vardır. O, “Sanatın kökeni iştir,” vurgusuyla özetlenebilen görüşüyle, sanatların doğuşunun insanların yaşamaları için yapmaları gereken etkinliklerden kaynaklandığını belirtir.

Georgi Plehanov’a göre, egemen sınıf ilerici bir sınıf olma özelliğini yitirirse, sanat yozlaşır, özünden kopar, sanat özü bir yana bırakıp, biçime/biçimselliğe odaklanır; bu da sanatçıyı ya “sanat için sanat” anlayışına ya da mistisizme götürür.

Sanatın üretim sürecinde ideolojiyle ilişkisinin tam olarak açıklanmasına ilişkin sorunun çözümü Marksist eleştirinin üzerine düşen bir görevdir, elbette.

Terry Eagleton’a göre Marksizm, insan toplumlarına ve onların dönüşüm pratiğine ilişkin bilimsel bir kuram; çok daha somut bir biçimde söylersek, Marksizm anlatısı insanların kendilerini sömürü ve baskıdan kurtarma mücadelesine dair bir hikâyeyken;[27] ideoloji, politika ve sanat gibi bir toplumun üst yapısını oluşturan öğeler o toplumun ekonomik yapısı tarafından belirlenirken Karl Marx, “Sanat nesnesi -herhangi bir başka ürün gibi- sanattan anlayabilen ve güzelliğin zevkini duyan bir topluluk yaratır. Demek ki üretim, yalnızca özne için bir nesne yaratmakla yetinmez, aynı zamanda, nesne için bir özne de yaratır,”[28] der ve insanın diğer canlılardan farklı olarak güzellik yasalarına göre de üretiyor olmasının altını çizer.

Bu bağlamda sanat nesnelerini, doğa bilimlerinin nesneleri yanında dünya bütünlüğünü oluşturan iki nesne alanından biri olarak belirler. Diyalektiği doğa ve tarihin materyalist kavranmasına bilinçli olarak aktaran Karl Marx ile Friedrich Engels bununla birlikte estetiği de idealizmin “saf sanat” anlayışından kurtarır.

Marksist estetik kuramın en karakteristik özelliği sanatın “ne”liğinin “insan eylemi”yle ilişkili olduğu düşüncesiyken; Karl Marx’ın ahlâki perspektifi özgürlük, insan topluluğu ve kendini gerçekleştirmeyi kapsayıp; kişinin hayatı üzerinde dış müdahalelerin olmamasını, hayatını etkileyen toplumsal karar oluşturma süreçlerine katılım hakkını ve kendini gerçekleştirme araçlarına ulaşabilme hakkına sahip olmayı da içerir.[29]

Diyalektik materyalizm Karl Marx’ın öğretisi olup; bu teori, bilgi kuramsal düzlemde tarih felsefesi, siyasal felsefe ve toplum felsefesini içine alan ve Marksist estetiğin özü olan insanın toplumsal bir varlık olarak sanatsal üretimini simgelemektedir. Ontolojik bir varlık olan sanat objesi, estetik bir nesnedir ve aynı zamanda insana özgü olan fikirlerin ve ideolojilerin temsiliyetini içermektedir.

İdeolojik estetik, toplumsal olgularla ilgilenmesi nedeniyle; toplum ideolojilerini yansıtan bir araç ve toplumsal sorumlulukları olan işlevsel bir yapıya da dönüşmüş ve hem işlevsel anlamda bilimsel maddeci kuramın işlevselliğini arttırmak hem de tarihsel açıdan toplumları çözümlemek için bir yöntem olarak kullanılmıştır. Toplumun hem estetik eğitimi açısından hem de toplumu dönüştürme gücü olarak önemlidir.

Tam da bu noktada Karl Radek, “Gerçekçilik çöken kapitalizmi yansıtmak değildir yalnızca; aynı zamanda yeni sınıfın ve yeni bir kültürün doğuşunu yansıtmaktır. Gerçekliği yalnızca bilmek değil, toplumun nereye doğru gittiğini de bilmek gerekir; bu türlü sanat yapıtları toplumsal çelişkilerin nereye varacağını bildiren yapıtlardır,” derken ekler John Berger de:

“Bütün sanat eserlerinin ideolojik bakımdan etkili olduğu doğrudur; hatta sanat dışında başka bir amaç gütmediklerini açıkça söyleyen sanatçıların eserlerinin bile.”[30]

* * * * *

İnsanın insanlaşmasının bir ürünü olarak sanat gelişip, toplumsallaştıkça; sınıflı sömürücü yönetimlerin sanata garezi, öfkesi, saldırganlığı artar. Çünkü sanat devrimci, sınıflı sömürücü yönetimler tutucudur.

Yaşar Kemal’in de belirttiği gibi, “Sanat insanların dünyaya bağlılığının, sevincinin büyük türküsüdür… Gerçek sanat, yalanın, tüketici oburluğunun, zulmün, şiddetin, bitip tükenmeyen anlamsız savaşların, bütün kötülüklerin karşısındadır. O, her çağdaki çarpıklıklara karşı savaşım vermiştir. Çünkü, ne olursa olsun, her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır. Biliyoruz, bu karşı çıkma hiç de kolay değil. Bütün değerleri aşındıran, tüketen yaşayış önce sanata vuracak, gerçek sanatı boy hedefi yapacaktır.”[31]

Çünkü isyandır başkaldıran sanat…

Protesto sanatının gücü malumken; aslî işlevi başkaldırıdır onun!

Kolay mı? “Sanatın gerçekliği hayalgücünün gerçekliğidir. Sanatın gerçekliği yaşantının gerçekliği değil”ken;[32] estetik bir zevk, ruhsal bir haz olmasının yanı sıra sanat, dünyayı kuşatan anlayışsızlıklara, savaş çığırtkanlıklarına, anlaşmazlıklara karşı bir başkaldırı ve güçlü bir dayanışma yoludur.

Nihayetinde isyan, direniş güzel sanatlardan biri olması yanında sanat ve hayat birken; “İnsana yaşadığı koşullar biçim veriyorsa, o zaman insan yaşadığı koşullara biçim vermelidir”![33]

Sanatın gerçekleşmesi, ancak gündelik hayatta kesintisiz devrimle imkân dâhilindedir ve sanat da ancak böyle devrimcileşir.

12 Ocak 2023, İstanbul.

[1]    Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam, çev: Zekeriya Tiğrek, Öteki Yay., 1999, s. 106.

[2]    John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 149.

[3]    Doğuş Furat, “Bir Ölüm İlanı Olarak Sanat ve Gösteri”, 7 Temmuz 2022… http://sinedebiyat.com/2022/07/07/bir-olum-ilani-olarak-sanat-ve-gosteri-dogus-furat/

[4]    Vincent Van Gogh, Theo’ya Mektuplar, çev: Pınar Kür, Yapı Kredi Yay., 2012, s. 17.

[5]    Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 2005.

[6]    Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, çev: Utku Özmakas, İletişim Yay., 2019.

[7]    Georg Lukacs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1969.

[8]    Friedrich Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca 1, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., s. 118.

[9]    Lev Nikolayeviç Tolstoy, Sanat Nedir ve Edebiyat Üzerine Yazıları-Tolstoy Bütün Eserleri 15, çev: Sabri Gürses, Alfa Yay., 2022, s. 27.

[10]  Theodor Adorno, Edebiyat Yazıları, çev: Sabir Yücesoy-Orhan Koçak, Metis Yay., 2004, s. 59.

[11]  John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007.

[12]  John Berger, İstanbul’dan Gelen Telefon-Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi, çev: Yücel Göktürk, Metis Yay., 2016, s. 20.

[13]  İbrahim Karaoğlu, “Sanatının Pusulası İnsan”, Birgün Pazar, No: 821, 4 Aralık 2022, s. 15.

[14]  Stefan Zweig, Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma, çev: Gülperi Sert, İş Bankası Yay., 2020, s. 14.

[15]  John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 13-12.

[16]  Jeanette Winterson, Sanat Başkaldırır: Coşku ve Cüretkârlık Üzerine, çev: Zeynep Baransel, Sel Yay., 2017, s. 26-158.

[17]  Umberto Eco, Foucault Sarkacı, çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 2003, 661.

[18]  John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 86.

[19]  Jeanette Winterson, Sanat Başkaldırır: Coşku ve Cüretkârlık Üzerine, çev: Zeynep Baransel, Sel Yay., 2017, s. 95-19.

[20]  Avelina Lésper, Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı, çev: Emrah İmge, Tellekt Yay., 2022.

[21]  Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, çev: Elçin Gen-Işık Ergüden, İletişim Yay., 2010.

[22]  Ali Bulunmaz, “Sanat Piyasasına Eleştiriler”, Birgün Kitap, No:251, 2 Aralık 2022, s. 4.

[23]  Didem Yıldırım Delice, “Kültür Endüstrisinin Üretim Nesnesi Olarak Sanat”, Felsefe-Yazın Dergisi, No: 10, 2007.

[24]  Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 2014.

[25]  Theodor W. Adorno Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi, çev: Nihat Ülner – Mustafa Tüzel – Elçin Gen, İletişim Yay., 2009.

[26]  Herbert Marcuse, Estetik, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, 1997.

[27]  Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, çev: U. Özmakas, İletişim Yay., 2012, s. 8.

[28]  Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri-I, çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1999, s. 30.

[29]  Rodney G. Peffer, Marksizm, Ahlâk ve Toplumsal Adalet, çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yay., 2001.

[30]  John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 44.

[31]  Deniz Alan HeldTrondheim, “Yaşar Kemal: Sanatın Birinci İşi Başkaldırıdır”, 14 Kasım 2013… https://m.bianet.org/bianet/sanat/151287-yasar-kemal-sanatin-birinci-isi-baskaldiridir

[32]  Jeanette Winterson, Sanat Başkaldırır: Coşku ve Cüretkârlık Üzerine, çev: Zeynep Baransel, Sel Yay., 2017, s. 151.

[33]  Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.

Sanat özgürleşmesi – Ege Can Özgür

“Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değil dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.”[1]

Sanat, bin yıllardan beri tartışma konusu olagelmiştir. Gerek tanımı gerekse işlevi olsun, her dönemde farklı biçimlerde ele alınarak bir çatışmalar yumağı olarak icra edilmektedir. Bin yılların birikiminin üzerine bir de kapitalist dönemde patlama yapan farklı akımları, 1900’lerin avangardlarını, her akımın manifestolarını ve yaklaşımlarındaki radikal farklılıkları ekleyince sanat tarihçileri tarafından bile kimi zaman işin içinden çıkılamamaktadır.

Bu metni sanata dair tartışmaları irdeleyip Marksist sanat teorisini geliştirmek amacıyla yazıyorum. Keza sanat konusunda bu kadar tutarsızlıklar varken sanat nasıl gelişmeli veya bir sanatçının nasıl talepleri olmalı gibi sorular cevapsız kalıyor. Bu sorulara dair biraz kapı aralamaya çalışsam da okuyucudan da geri dönüşler ve eleştiriler bekliyorum.

Ayrıca, yazıya girmeden önce kafa karışıklığı olmaması adına sanat derken bütün bir üretim sürecini kastediyorum. Sanatçıyı bir üretici özne, sanatı bu üretim süreci, sanat eserini ise bu sürecin sonundaki ürün olarak ele alacağım.

Giriş

Sanata dair çatışmaların temeline inildiğinde, tanımdaki muğlaklık göze çarpar. Herkesin kafasında bir sanat tanımı varsa da tutarlı bir biçimde açıklanabilecek, ilkel mağara resimlerinden NFT’lere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayabilecek, bunu yaparken de sanatın toplum içerisindeki hareketini derinleştirebilecek bir tanımlama net bir şekilde ortaya konmamaktadır. Öyleyse sanatla ne yapacağımızı tartışmadan önce, sanatın kendisini anlamak şarttır.

“Beni tanımlamak bana sınırlar çizmektir” der Erasmus. Sanatı tanımlamak istiyorsak ona sınırlar çekmek gerekir, zira bugün her şey sanat olabilir. Güncel tartışmalar, konuyu öylesine muğlaklaştırmıştır ki bugün sanat, onu yapan kişinin niyetinde olabilir. Veya herhangi bir kişinin bir şeye sanat demesi, onu sanat yapabilir. Konu üstün bir yeteneğin ürünü, çok beğenilen estetik bir obje veya sanatçının kendisini ifade ettiği bir biçim olarak da ele alınabilir. Bu tanımlar, sanatı metafizik bir olay olarak ele almanın sonuçları olsa da günün sonunda karar, galericinin keyfine kalır. Ancak bugün konuya başka bir yerden yaklaşacağım.

Sanata yönelik diyalektik materyalist bir bakış için Marx, Engels ve Lenin’in yazılarına bakarsak, yansıma kuramıyla karşılaşırız. “Marx ve Engels’in olduğu kadar, Lenin’in de yansıma kuramları, Marksist-Leninist estetiğin candamarını oluşturur. ‘İnsan bilinci gerçekliği yalnızca yansıtmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da,’ diyordu Lenin. Demek ki, sanat, gerçekliğin yalnızca edilgen bir yansıması değil, ama aynı zamanda etkin bir biçimde yaratılmasıdır da. Sanat ile gerçeklik arasındaki bu diyalektik ilişki, sanatsal bilginin olduğu kadar, sanatsal yaratının da temelini oluşturur.”[2]

Marx, Engels ve Lenin’in sanat üzerine yazıları, bilimsel bir bakış sunmak için ön açıcıdır. Keza yansıma kuramı, sanatın, gerçekliğin bir tür yansıması olarak kabul edilmesine dayanır. Buradaki yansıma, sanatı ideal olanın taklidi veya aynen yansıtan bir ayna gibi ele almaz. Sanat, gerçekliğin insan bilincindeki tasarısının yansıtılması olarak ele alınır. Yani özne çevresinden aldığı deneyimleri, sanat eserinde yansıtır.

Bu açıklama doğru olsa da yansıma kuramı sanatı tanımlamak için fazlasıyla muğlaktır. Keza bilinçli her türlü hareket için uygulanabilir. Kişinin eylemleri zaten gerçekliğinin nitelikli bir yansıması olduğundan burada sanatı ayırt eden herhangi bir açıklama yoktur. Bu tanımlama yeterli gelmediğinden, sanatın tarihine bakılması gerekmektedir.

Sanat tarihi

Sanat tarihine bakıldığında temel bir problemle karşılaşırız. Bugün bildiğimiz sanat türleri nispeten yenidir. Farklı toplumlar sanatı başka şekillerde ele aldıklarından neye sanat eseri deneceği önemli bir konudur. Kimi zaman felsefe bir sanat olarak ele alınırken resim bir sanat sayılmamaktadır. Şimdilik günümüzde sanat olarak kabul edilen üretim biçimlerine yani müzik, dans, resim, tiyatro, heykel gibi üretimlere bir bakalım.

Bu koşulda binlerce yıl öncesine gidebiliriz. İlkel komünal toplumda mağara resimleri, tanrı ve hayvan figürleri ve kabile dansları gibi sayısız ürün bulunur. Bu ürünlerse günümüzden farklı bir işleve sahiptir. İnsanın doğa ile olan çelişkisinden doğdukları için, hayatta kalmak önceliktir. Mağara resimleri avcılık yöntemlerini öğretecek, figürünler hayvanları tanıtacak, danslar da doğanın hareketlerini anlatacak biçimde örgütlenir. Ezgiler iş yaparken koordinasyonu sağlarken, hikâyeler hayat bilgisi sunar. Tüm bu ürünler, aynı zamanda topluluk kültürünü yaratır. Buraya dair Fischer, “büyücü” insandan söz eder.

“İnsan, çalışmasıyla, dünyayı bir büyücü gibi dönüştürür: bir ağaç parçası, bir kemik, bir çakmaktaşı, belli bir örneğe benzeyecek şekle getirilir, böylece tıpatıp o modele dönüştürülmüş olur; maddesel nesneler işaretlere, adlara, kavramlara dönüşür; insanın kendisi hayvandan insana dönüşür.

“İnsan varoluşunun ta kökündeki bu büyü -güçsüzlük duygusu ile birlikte güçlülük bilincini, doğa korkusu ile birlikte doğaya üstünlük sağlama yeteneğini yaratma- her türlü sanatın başlıca özüdür. İnsanların kullanabilmesi için taşa yeni bir biçim veren ilk alet yapıcı, ilk sanatçıydı. Bir nesneyi doğanın sonsuzluğu içinden seçip onu işaretleme yoluyla evcilleştirerek öbür insanların kullanabileceği bir alet olarak ortaya çıkaran ilk ad-verici de büyük bir sanatçıydı. Ritmik bir ezgi yoluyla çalışma sürecini düzenleştiren, böylece insanın toplu iş gücünü artıran ilk örgütleyici de bir sanat yalvacıydı. Hayvan kılığına girip bu benzeşme yoluyla avı yakalamayı kolaylaştıran ilk avcı, belli bir çentik ya da süsle bir aracı ya da silahı işaretleyen ilk taş devri insanı, bir hayvan derisini bir kayaya ya da ağaca gererek aynı cinsten hayvanların yakalanmasını sağlayan ilk oymak beyi, bütün bu insanlar sanatın öncü atalarıydılar.”[3]

Fischer, ilkel komünal toplumdaki üreticileri sanatçı sayabilecek bir varsayımda bulunmaktadır. İnsan, emeği yoluyla dünyayı değiştirirken bir sanatçı hâline gelir. Geleceğin sanatçısının temelinde, bütün bu hareketleri önceden deneyimlemiş ilkel üreticiler bulunmaktadır.

Emek konu hâline geldiğine göre, bunun nasıl sanata dönüştüğünü anlamadan önce, emeğin insanı ve dünyayı nasıl değiştirdiğini anlamak gerekir. Marx’a göre, “[E]vrensel tarih adı verilen şeyin tümü, insanın insansal emek tarafından oluşturulmasından, doğanın insan için oluşundan başka bir şey değildir; öyleyse o, kendisinin kendisi tarafından oluşturulmasının, kendi doğum sürecinin açık ve çürütülmez kanıtına sahiptir.”[4]

Ve Marx’ın açtığı konuya Engels ekler. “Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır -ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı diyebiliriz.”[5]

Buradan varılacak yer, emeğin insanlık tarihindeki vazgeçilmezliğidir. İnsan, emeğiyle hem doğayı dönüştürmüş hem de kendisini yaratmıştır. Fischer’in bahsi, Marx ve Engels’in zamanında vurguladıkları meseleden uzak değildir. Emeği yoluyla dünyayı dönüştüren, tıpkı bir büyücü gibi madde üzerinde egemenlik sağlayan insan, sanatın öncü atasıdır. Sanat ve emek birbirlerine içkindir ve insan emeği olmayan bir ürün, sanat eseri olamaz.

Sanat ve emeğin ayrımı

Tarih ilerletildiğinde, sınıflı toplumlara geçilmesiyle sanat kelimesinin ortaya çıktığı görülür. Bu hareket, sınıflı toplumların farklı evrelerinde farklı anlamlar kazanan bir sanat tanımı ortaya koyar. Bu ilk tanımlar sanata bir beceri veya nitelikli bir üretim anlamı yükler. Shiner, “Sanatın İcadı”nda konuyu derinlemesine ele alır.

“İngilizcedeki ‘art’ sözcüğü, at terbiyeciliği, şiir yazma, ayakkabıcılık, vazo ressamlığı ya da yöneticilik gibi her türlü insani beceriyi ifade etmek için kullanılan Latince ars ve Yunanca techne sözcüklerinden türetilmiştir. Bu eski düşünüş tarzında insanların sanat faaliyetlerinin karşıtı zanaat değil doğaydı. Bu eski ‘sanat’ anlayışı bugün bile kısmen yaşıyor ve bunun sonucu olarak bizler tıp ya da aşçılık gibi kimi faaliyetleri hâlâ ‘bir sanat’ olarak nitelendiriyoruz. Ancak XVIII. yüzyılda bu geleneksel sanat kavramının yazgısını tayin edecek bir bölünme gerçekleşti. (…) Bir tarafta yeni güzel sanatlar kategorisi (şiir, resim, heykelcilik, mimarlık, müzik), bunun karşısında ise zanaatlar ve popüler sanatlar (ayakkabıcılık, nakışçılık, hikâye anlatıcılığı, popüler şarkılar, vesaire). Artık, güzel sanatlar diye adlandırılan şey, esin ve deha ile ilgili bir meseleydi, bunlar incelmiş zevkler yaratarak kendi kendilerini amaç olarak sunan şeylerdi; halbuki zanaatların ve popüler sanatların icrası için becerinin ve kuralların varlığı yeterliydi: bunların hedefi sırf kullanım değeri sunma ya da eğlendirmekten ibaretti. (…) Nitekim bugün ‘Şu gerçekten sanat mı?’ diye sorarken artık ‘İnsan ürünü mü yoksa doğanın ürünü mü?’ sorusunu değil, ‘Prestijli (güzel) sanatlar kategorisine mi ait?’ sorusunu kastediyoruz.”[6]

Beceriyi ve nitelikli bir üretimi tarif eden sanat, kapitalist döneme geçilmesiyle birlikte güzel şeyler üreten, esine ve dehaya bağlı bir olgu hâline gelir. Shiner, şöyle devam ettirir:

“Bu şekilde yalnızca o eski sanat/zanaat düşüncesinin sanat ve zanaat karşıtlığı halinde ikiye ayrılmasını değil aynı zamanda bunun paralelinde oluşan, sanatçıyı zanaatçıdan, estetik kaygıları yararlılık ve sıradan zevklerden ayıran bölünmeyi de aklımızdan çıkarıyoruz. XVIII. yüzyıldan önce ‘sanatçı’ ve ‘zanaatçı’ terimleri birbirlerinin yerine kullanılıyordu; ‘sanatçı’ kelimesi yalnızca ressamlar ve besteciler için değil aynı zamanda ayakkabıcılar, at arabası tekerleği yapımcıları, simyacılar ve liberal sanatlar öğrencileri için de kullanılabiliyordu. (…) Ne var ki, XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde ‘sanatçı’yla ‘zanaatçı’ birbirinin zıddı haline gelmişti; artık ‘sanatçı’ güzel sanat eserlerinin yaratıcısıyken, ‘zanaatçı’ sadece faydalı ya da eğlenceli şeyler yapan birisiydi. ”[7] Shiner açıkça söyleyemese de sorun ortadadır. Sanat ve emek bağlantısı kopartılmıştır.

Sanat ve emek birbirinden gerçek anlamıyla koparılamasa da ideolojik olarak birbirinden ayrı şeylermiş gibi ele alınmaya başlanır. “Sanat dehanın eseri iken zanaat monoton emeğin ürünüdür. Kuralların olduğu yerde sanattan söz açılamaz. Sanat ifadenin ve esinin gücüne bırakılmalıdır. Sanat sırf kendisi için yapılmalı, ona işlevsellik kazandırılmamalıdır.” Tüm bu cümleler sanatın emekten koparılmasını tarifler. Sınıflı toplumlarda temel çelişki insanın doğa ile olan çelişkisi olmaktan çıkıp sınıf çelişkisi hâline geldiğinden, sanat da sınıf çelişkisi içinde gelişir. Kapitalizm, her şeyi metalaştırdığı gibi sanatı da metalaştırır ve onu evcilleştirip emekle olan bağını koparır.

Sanatın emekle olan bağının koparılması onun yüksek bir dehanın ürünü olarak algılanmasına yol açar. Böylece bu ürün hayatın geri kalanıyla buluşturulmadan pazarlanıp satılabilir. Sanat için sanat söyleminin kapitalist dönemde ortaya çıkmış olması rastlantı değildir. Sadece kendisi için yapılan bir şeyin var olduğu iddiası, sistemle bağları gizlemektedir. Sanatın kendisi için yapılması, onu toplumla bağı olmayan, istediğini söyleyip istediğini eyleyebilen, bu yüzden de her şeyi yapabilmesine rağmen etkisiz bırakılan, evcilleştirilmiş bir hâle dönüştürür. Böylece sanat ile yeni bir pazar kurulabilir.

Üretimin örgütlenişiyle ilgili bir problem olan sanat ve emeğin birbirinden koparılma süreci, sadece üretimin başka türlü örgütlenmesiyle çözümlenebilir. Bu konuda “sanat için sanat” bakışının karşısına “toplum için sanat” söylemi sıkça koyulsa da problem sanatın ne için yapıldığı değil nasıl yapıldığı ile başlar. Öncelikli soru, neden sanatçı diye bir kategorinin bulunduğudur.

“Sanatsal yetinin sadece belli bireylerde yoğunlaşması ve buna mahkûm geniş kitlelerde bu yetinin baskıda tutulması, iş bölümünün sonuçlarından biridir. (…) Her ne halse, toplumun komünist bir düzen içinde örgütlenişiyle birlikte, sanatçının bütün bütüne iş bölümünden ötürü bölgesel ve ulusal sınırlılıkla bağlı kalışı kadar; bireyin kendisini sadece bir ressam, bir heykeltraş vb. haline getiren, belirli bir sanata bağlı kalışı da ortadan kalkar; sanatçı adı onun mesleki gelişmesinin sınırlılığını gösterir sadece. Komünist bir düzende, ressamlar yoktur, başka etkinliklerinin yanı sıra resimle de uğraşan insanlar vardır.”[8]

Sanatçı, sınıflı toplumların ürünüdür. İş bölümünün bir sonucu olarak, sadece belirli insanların sanat yapabilmesinden dolayı sanatçı diye bir tanımlamaya gerek duyulmuştur. Sınıfsız bir toplumda emeğiyle dünyayı var eden herkes sanatçılaşacağından bu tanımlama gereksizleşir.

Yabancılaşmamış emek

Eagleton, ilginç bir saptamada bulunur. “Erkekler ve kadınlar üretimi ancak özgürce ve kendileri için yaptıklarında gerçekten üretim yaparlar. Yalnızca komünizmde bu tam anlamıyla olanaklı hale gelecektir ama bu arada sanat olarak bildiğimiz bir tür uzmanlaşmış üretimin önceden tadına varabiliriz. (…) Sanat, yabancılaşmamış emeğin görüntüsüdür. Marx kendi yazıları için de böyle düşünmeyi severdi; bir keresinde bunları ‘sanatsal bir bütün’ olarak tanımlamıştır;”[9]

Eagleton’un iddiası, sanatın yabancılaşmamış emeğin görüntüsü olduğudur. Bugün bu durum yabancılaşmaktan kurtulmuş bir dünya henüz olmadığından kısıtlıdır. Ancak sanat yabancılaşmanın, en azından emeğin yabancılaşmasının ortadan kalktığı nadir yerlerde ortaya çıkan bir süreç olarak karşımızdadır. Eagleton’un bu iddiasını Molyneux, Dialectics of Art isimli kitabında detaylıca işler. Kitabın Türkçesi olmadığından metni özetlemekle yetineceğim.

Molyneux’un ifade ettiği temel nokta, sanat üretimlerinin, kapitalizmin ürettiği yabancılaşmış emeğin karşısında, onunla gerilim halinde geliştiğidir. Yabancılaşmış, ücretli emeğin alanı her geçen gün daha da büyürken sanat, bu yabancılaşmış emeğe dahil olmayarak, kısmen ayrıcalıklı sınıfsal konumu sayesinde icra edilir. Konu, emeğin üretici/sanatçı tarafından kontrol edilmesidir. Dolayısıyla Molyneux, sanat, yabancılaşmamış insan emeğinin bir ürünüdür der.[10]

Molyneux, sosyalizmle beraber yabancılaşmaktan kurtulan emeğin diyalektik biçimde sanatı geliştirdiğini ve kitlelerin yaratıcılığını açığa çıkardığını söyler. Ekim Devrimi’nden sonra sanat, toplumda sanatçıların daha önce dokunmadıkları yerlere ulaşır. Sosyalizm ilerledikçe sanat, ayrı bir kategori olmaktan çıkacaktır, çünkü onu kategorileşmeye zorlayan yabancılaşmış emek kaybolacaktır. Bu durum insanlar sanat yapmayacaklar anlamına gelmez, sanatı öteki eylemlerinin yanında yaptıkları bir şey hâline getirir.[11] Yani Molyneux, Marx’ın ressam örneğini geliştirip komünist bir toplumda sanatın, üretime içkin bir olgu olarak yaşayıp gelişeceğini iddia eder.

Sanat üretimi için temel koşul, emeğin yabancılaşmaktan kurtarılmış olmasıdır. Yabancılaşmış emek, özne ve ürün arasındaki bağ kopuk olduğu için ortaya özgün, yeni veya öznel müdahaleye açık bir eser koyamaz. Üretim, kuralları belirlenmiş, değişikliğe ve müdahaleye kapalı gerçekleştiğinden yabancılaşmış emek, sanat üretemez.  Sanat ancak emeğin yabancılaşmasının ortadan kalkmasıyla kendini var eder. Yabancılaşma olmayan bir toplumda sanat, onu bugün ayrıksı durmaya zorlayan çelişkilerinden kurtulup, üretime içkin bir hâle gelir.

Ancak yabancılaşmayı tartışırken, özel olarak emeğin yabancılaşmasından bahsettiğimi tekrar hatırlatmak istiyorum. Emeğine yabancılaşmayan bir üretici, sanatçı olma potansiyeli taşır. Ama emeğine yabancılaşmamış olması onun kendisine, topluma veya doğaya yabancılaşmamış olduğu anlamına gelmez. Bir sanatçı hayatın diğer alanlarında yabancılaşmayı deneyimleyebilir. Örneğin Kafka’nın sanatına diyecek bir şey yoksa da topluma yabancılaştığı açıktır.

Ancak sanata yabancılaşmamış emek demek yetersizdir. Çünkü bu durumda yabancılaşmamış tüm emek biçimlerine sanat deneceğinden sanat tanımı anlamsızlaşır. Buradaki temel iddia, yabancılaşmamış emeğin, sanat üretimi için temel koşul olmasıdır. Yani yabancılaşmamış emeğin üretimi çok basit ve sıradan bir eser de olabilir.

Ürünün sanat eseri olması, o ürünü nitelikli kılmaz, sadece oradaki üretim sürecine dair fikir verir. Yani yabancılaşmamış emeğin üretimi sanat icrasına kapı aralasa da sanatın niteliğini cevaplamaz. Mermer ile yıllarca çalışmış biri ile ilk defa eline mermeri alan birinin ürünleri arasında büyük bir niteliksel farklılık vardır. Bu nitelik farkını anlayabilmek için, birisine iyi sanat ürünü derken ötekisine kötü sanat ürünü diyebilmenin koşullarını görebilmek için sanatçıların üretim sürecindeki özgürlüğünü anlamak şarttır.

Özgürleşmiş emek

Eagleton konuya dair şunu der: “Sonuçta sanatın insan kapasitesini gerçekleştirme gücü, toplumun kendisinin dönüşümü vasıtasıyla söz konusu kapasitelerin serbest kalmasına bağlıdır. Marx, 1844 Elyazmaları’nda yalnızca toplumsal yabancılaşmanın aşılmasında sonra ‘insanın nesnel duyusallığının zenginleşmesiyle, müzikal bir kulak, biçimin güzelliğini algılayan bir göz, kısacası insan hazlarını duyumsama kapasitesinin (…) kısmen geliştirilmiş (…) kısmen meydana getirilmiş’ olacağını iddia eder.

“O halde, Marx için sanatın insanın güçlerini sergileme yeteneği, tarihin kendi nesnel hareketine bağlıdır. Sanat, toplumun belli bir düzeyinde fikri ile maddi yapıtın ayrılmasıyla sonuçlanan ve böylelikle bir grup sanatçı ile entelektüeli göreli olarak üretimin maddi araçlarından ayıran iş bölümünün bir ürünüdür.”[12]

Yabancılaşmanın aşılmasıyla birlikte yapılmaya başlanan sanat icrası, estetik algıları geliştirir. Yani sanat, kapitalist iş bölümünün aşılmasıyla gelişecektir. Fakat tüm bu gelişmişlik şu an küçük bir zümrededir. Öyleyse sanatın niteliğinin temelinde icracının özgürlüğü yatmaktadır. Ancak öncelikle Lenin’in özgürlüğe yönelik eleştirisini öne koymak gerekir.

“O mutlak özgürlük denen şey ya bir burjuva palavrasıdır ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır. İnsan hem toplum içinde yaşayıp hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.”[13] Buradaki özgürlük, sanatçının hayattan kopuk olma talebi olan sözde özgürlüktür. Özerklik tartışmasını da barındıran bu konu, sanatın toplumdan bağımsız olmasının sistemin kalıntılarını yeniden üretmek anlamına geleceğini anlatır. Sanat için sanat diyen bir sanatçı, niyetinden bağımsız, yüzünü burjuvaziye döner. Lenin’in bu uyarısından sonra özgürlük konusunda Engels’e dönelim.

“Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne kadar özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, belirsizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar âleminden ayrılan ilk insanlar, her esas noktada, hayvanlar kadar az özgür idiler; ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır.”[14]

Engels’e göre özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır. Dolayısıyla da özgürlüğe ancak zorunlulukları anlayan, müdahale edip değiştirebilen, bilgi ve eylem sahibi bir özne sahip olabilir. Öyleyse sanat icrasında zorunluluğu görüp ona müdahale etmek, niteliği artıracaktır. Yani emek özgürleştikçe üretimin niteliği artmaktadır. Dolayısıyla da sanat, emeğin özgürleşmesindedir.

Özgürleşmiş emeğin üretimi, sadece ihtiyacı karşılamaya değil, arzulananı üretmeye de dönüktür. Ürün, gereken kadar olmaktan çıkar, öznenin ve toplumun istek ve ihtiyaçlarına uygun bir ürüne, sanat eserine dönüşür. Amaç, tek başına doymak değil, lezzetli ve besleyici yemek yapmak olur. Böylece ürünün niteliğinde büyük bir sıçrama gerçekleşir.

Bu iddia, sanatın bilindik formlara sığmayacağını da anlatır. Sadece resim, müzik, dans, tiyatro, sinema ve heykel gibi formlar değil, bir bütünde emek içeren tüm faaliyetler doğru koşullar altında bir sanata dönüşebilir. Emeğin yabancılaşmadığı ve dolayısıyla da özgürleşebildiği bir koşulda nasıl resim yapmak sanat oluyorsa duvar boyamak da sanat olur. Dans bir sanat oluyorsa savaş da bir sanat olur. Yönetmenlik bir sanat oluyorsa liderlik de bir sanat olur. Emek yabancılaşmamışsa, sanata dönüşmeye adaydır. Çünkü koşullara uygun hareket etmeyi, koşullara müdahale etmeyi ve istediği sonuçları almayı öğrenecektir. Böylece özne, emeğiyle güzel bir ürün de üretebilir, kendini ifade de edebilir, toplumu da dönüştürebilir. Zorunluluğun bilincine varmak, sanatı etken kılar.

Sanat ve sınıf

Özne, maddeyi dönüştürürken ondan öğrenir ve kendini de dönüştürür. Yani madde üzerinde bir yetkinlik kurmaya başlar. Hangi duruma nasıl bir üretimin gerektiğini ve hangi aletlerle maddeye nasıl müdahaleler edileceğini öğrenir. Özne, zorunluluğun bilincine vardıkça üretiminin niteliği artar. Emek, özgürleştiği takdirde çevresini sanat eserine dönüştürürken, üreticiyi de sanatçıya dönüştürür. Ancak emeğin özgürleşmesi, tekil öznelerin özgürleşmesiyle tamamlanamaz. Bir bütünde toplumun özgürleşmesini gerektirir. Böylece bütün üretim süreci bir sanat hâline gelirken üretici sanatçıya dönüşür.

Bu durum, sanatın öğrenilebilir, geliştirilebilir ve değiştirilebilir bir süreç olduğunu da anlatmaktadır. Sanat nereden geldiği belirsiz bir deha veya yeteneğin sonucu değil, madde üzerinde kurulan bir yetkinliğin sonucudur. Bu süreçte kişinin belirli yatkınlıklarının olması, bütün bir üretim sürecini yeteneğe indirgeyemez. Önemli olan, emeğin özgürleşmesidir.

Öte taraftan bir sanat eseri ortaya koyabilmek için gerekli olan emek gücü, sistemin baskıları ile sınanır. Artan hayat pahalılığı, sanat topluluklarını ya ek iş yapmaya ya da piyasa koşullarına uygun üretim çıkarmaya sevk eder. Bu süreçte birçok oluşum batarken sermaye sahibi sanatçılar ayakta kalır. Dolayısıyla sanatçı ya sanatını sürdürmek için sisteme yedeklenecek ya da emeğini özgürleştirmek için mücadele edecektir. Sanatçı bugün, burjuvazinin sözcüsü veya sınıfının savaşçısı olmak arasında sallanmaktadır.

Böylece ne yapmalı sorusuna gelinir. Emek nasıl özgürleşir, sanat nasıl gelişir? Bir sanatçının temel talebi kendi emeği gibi başkalarının da emeğinin özgürleşmesinde yatar. Sanat, tekele alındıkça değil, toplumsallaştıkça gelişir. Bu nedenle sanat bütün devrimciliğiyle kamusallaşmalıdır. Bu sürecin bir tarafında sanatı kamusallaştıracak sanatçı bulunurken, bir tarafında ise emeği özgürleştirecek işçi sınıfının geri kalanı bulunmaktadır. Sanatçı, sanatının tutsak olduğunu düşünüyor ve onu özgürleştirmek istiyorsa çözüm, toplumdan bağımsız olmak değil, bizzat onun içinde, işçi sınıfının yanında saf tutmaktır.

Tabii bu süreç kolay olmasa da aşçı hikâyesi ne yapılacağı hakkında bir fikir verebilir. Bugün bir aşçı seçmemiz gerekiyorsa bize gereken bu fakir mutfağı yoktan var edecek, her şeyi değerlendirip bizi kesinlikle aç bırakmayacak birisidir. Ancak yarının gereği, doyduktan sonra lezzetli ve besleyici yemekler yapabilecek bir aşçı yetiştirmek olacaktır. Bugün yabancılaşmamak için verilen emek, yarınki özgürlüğün ön koşuludur. Sanatçının bugün işçi sınıfının yanında tuttuğu saf yarın icra edeceği yeni sanatın tohumunu atacaktır.

Sanatçının safı, sınıfının yanıdır.

Sanatçılar birleşelim, emeği özgürleştirelim!

[1]    Bertolt Brecht

[2]    Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın, Eylül 1996, s. 15.

[3]    Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çev. Cevat Çapan, Payel Yay. Haziran 1995, s. 34.

[4]    Karl Marx, 1844 El Yazmaları, s. 104.

[5]    Friedrich Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü.

[6]    Larry Shiner, Sanatın İcadı Bir Kültür Tarihi, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2013, s. 22.

[7]    Larry Shiner, age., s. 23

[8]    Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi.

[9]    Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çev. Oya Köymen, Yordam Kitap, 2011, s. 141.

[10]  John Molyneux, The Dialectics of Art, Haymarket Books, 2020, s. 34.

[11]  John Molyneux, age., s. 55.

[12]  Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, Çev. Utku Özmakas, İletişim Yay., 2012, s. 89.

[13]  Noveya Zhizn, sayı 12, 13 Kasım 1905, N. Lenin Toplu Yapıtlar, Cilt 10, s. 44-49.

[14]  Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 133.

Öfkeden öteye: Çocuk istismarına karşı mücadele yöntemleri – Tuğgen Gümüşay

Bilinmektedir ki bir çocuğun istismara uğraması ne sadece geçtiğimiz ay gündeme oturan olayla ilgilidir ne de münferit ve tekil bir durumdur. Çocuk istismarı, Ensar’dan çocuk yurtlarına, aile bireylerinden eğitim görevlilerine kadar geniş bir skalada birçok yerde ve birçok fail tarafından tekrarlanan bir durumdur ve toplumsal bir sorundur.

Çocuk istismarı nasıl toplumsal bir sorunsa, devlet çocuk istismarının üstünün kapatılması için uğraşırken (süreci anlamak için Sevda Karaca’nın 8 Aralık 2022 tarihinde Evrensel’de yazdığı yazıya bakılabilir) buna karşı mücadele edebilecek örgütlülüklerin kurulmaması ve toplumsal muhalefet tarafından sorumluluk alınmaması da ciddi bir sorundur.

Doğrudur, çocuk istismarı açığa çıktığında sokaklarda olmak, istismar eden kurumların önünde eylemler yapmak, meydanlarda toplanmak bütün toplumsal hareket öznelerinin görevidir. Doğrudur, istismar açığa çıktığında bütün toplumsal muhalefet sokaklarda olmalıdır. Yine de madalyonun diğer yüzünde çocuk istismarını önlemek vardır. Çocuk istismarına karşı yapılacak en ileri eylem, istismarı önleyecek örgütlülükleri yaratmak ve sürdürmektir. Bu ikisini eş zamanlı yapabilen bir hareketlilik oluşturmak aynı zamanda çocuk istismarını örgütleyen ve aklayan Diyanet İşleri Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığını kapatmanın da yöntemi olacaktır.

Çocuk istismarına verilecek toplumsal tepkinin örgütlenişi sadece kadın hareketiyle ve sol hareketle ilgili değildir. Bu tepkinin “toplumsal bir süreç” olarak örgütlenmesi ve çocuk istismarını önleyebilecek/açığa çıkarabilecek mekanizmaların nasıl kurulabileceği düşünülmelidir. Çünkü açıkça görülmektedir toplumsal bir gerçeklik olan istismar ancak toplumsal örgütlenmelerin gelişkinliği ve özneliği ile sonlanabilir.

İlk olarak, 2012 yılında getirilen 4+4+4 eğitim sistemiyle kız çocuklarının eğitimin dışına itildiği bir sürece de tanık olduk. İlk dört yıldan sonra okuldan alınmanın ve öğrenime “açık öğretim” şeklinde devam etmenin önü açıldı. Bu eğitim sistemi ile ilk dört yıldan sonra okula devam etmeyenlerin kimler olduğu ve neden devam etmediklerine ilişkin takibin kendisi de oldukça zayıfladı. Eğitim hayatından çekilen çocukların ne kadarının istismara uğradığına dair net veriler elimizde olmasa dahi çocuk istismarında “okuldan alınıp tarikat/Kur’an kurslarına gitmenin” yahut “çocuk yaşta ‘evliliğin’” yaygınlığı biliniyor.

Eğitim süreci/süreçten kopuş ve istismar arasındaki ilişkiye bakınca, ilkokullarda ve ortaokullarda birçok eğitimcisi olan Eğitim-Sen’in kız çocukları başta olmak üzere eğitim süreçlerinin takibini yapacak bir biçimde örgütlemesi, ihbar hatları oluşturması ve okullarda çocuk istismarını açığa çıkaracak mekanizmalar geliştirmesi, çocuk istismarına yönelik mücadele için önemli ve acil bir adımdır.

6 yaşındaki kız çocuğunun istismarı gündeminde açığa çıkan en önemli bilgilerden biri aslında daha önce bir doktorun bu konuda bildirim yaptığıydı. Bu bağlamda, bir diğer öncelikli soru, bahsi geçen doktorun şu an nerede ve nasıl görev yapmakta olduğudur. Bununla beraber, bundan sonraki istismar vakalarında doktorlar bildirim yapmak için kendilerini güvende hissedecekler midir? Sağlık çalışanlarının bildirim yükümlülüğünün kaldırılma fikrine yönelik tartışmalardan TTB’nin haberi yok mudur?

Sağlık çalışanlarının istismarın açığa çıkmasındaki etkisi açıkken TTB başta olmak üzere sağlık işçileri ve emekçileri meslek örgütleri; istismar şüphesi olan durumlarda doktorların, hemşirelerin bildirim yapabileceği ve bildirimlerinin takip edilerek test vb. süreçlerin teyit edilebileceği, yani hastanelerin farklı birimlerinde çalışanların dâhil olma olanaklarını yaratan istismara yönelik ortak bir mekanizma örgütlemelidir.

MHP’li Kayaalp’i beraat ettiren ve çocuk istismarında “rıza” olabilirmişçesine gerekçe gösteren mahkeme var bir de gözümüzün önünde başka bir örnek olarak. Çocuk istismarı davaları ya istismarı açığa çıkaran haberciler aracılığıyla ya da “hâlihazırda” verilmiş olan mahkeme kararları ile geliyor gündemimize.

Avukatların çocuk istismarı davalarına önden müdahil olmasını sağlayabilecek mekanizmalar kurulmalıdır. Baroların çıkan kararlara karşı açıklamalar ve eylemler yapması, baro olarak davalara dâhil olmak istemesi, davalara istismar için çocuk istismarı komisyonlarına üye avukatları yönlendirmesi gayet de mümkündür ve yapılmalıdır.

Yıllardır karşılaştığımız örneklerde tarikat/cemaat yurtları ile istismar arasındaki ilişki çok açık ve net görülmekte. Yoksulluğun gittikçe arttığı bu dönemde daha fazla öğrencinin buralara yönlendirilmeye çalışıldığı da İmam Hatip Liseleri ile başlayan süreçte liseliler ile tarikatlar arasındaki bağı derinleştirme amacı da ortada.

Bu tabloda açıkça öğrenci hareketine de; sıra arkadaşlarını tarikat ve cemaat yurtlarından çıkarmak için yol ve yöntemler geliştirmek, barınma sorununa dair mücadeleyi büyütmek ve okullarındaki yurt kapasitelerini artıracak baskıyı örgütlemek seçenekleri bariz yöntemlerdir.

Çocuk istismarının münferit olmadığı toplumsal olarak bilinse dahi ve birçok çocuk istismarının açığa çıkmasında gazeteciler önemli bir rol oynasa dahi istismara yönelik mücadelede medyaya toplumsal hafızaya etkisi göz önünde bulundurularak daha kapsamlı görevler düşmekte.

Çocuk istismarına ilişkin haberleri çeşitli boyutlarıyla ele almak, toplumsal hafızayı güçlü tutacak şekilde istismar haberlerini gündeme taşımak, çocuk istismarına dair toplumsal gündemlerde çocuk istismarının münferit olmadığını anlatacak yöntemler geliştirmek, çocuk istismarına yönelik mücadelede medyanın sorumluluklarındandır. İstismar davalarını aşamalarıyla ve boyutlarıyla birlikte takip edecek, haberleştirecek ve kamuoyunu bilgilendirecek bir haber ağı oluşturmak gazetecilere düşen bir görevdir.

Açıkça söylemeliyiz; çocuk istismarının son bulması için mücadele etmekte her birimizin sorumluluğu var. Çocuk istismarına öfkelenmek, olayları takip etmek ve istismara karşıyım demek yeterli değildir. Çok öfkelenmiş olmak ve tepki vermek, bu sorumluluğu üzerimizden atmaz. Elbette çocuk istismarı toplumsal bir sorundur ve kolektif olarak çözülmelidir. Diğer yandan çözüm için her bir insanın yapabileceği şeyler vardır. Kurulan örgütlenmelerin içinde yer almak, eylemlere katılmak, eylemleri örgütlemek her bir işçinin, gencin, kadının, esnafın yapabileceği şeylerdir. Bu soruna dair sesini büyütmek isteyen her bir kişi, çocuk istismarına karşı mücadele etmek için yol ve yöntemler geliştirebilir ve geliştirmelidir.

Çocuk istismarı haberini öğrendiğimizde duyduğumuz öfke, ilgili fail ceza aldığında durulmamalıdır. Çocuk istismarının bu toplumdaki yaygınlığını da “erken yaşta evlenme” safsatasıyla birçok istismarın görünmez kılındığını da, daha duymadığımız birçok çocuk istismarının olduğunu ve olmaya devam ettiğini de “herkes” biliyor. Ensar’dan bugüne dek kaç çocuğun istismar edildiğini bilmiyoruz fakat duyduklarımız/kamuoyuna yansımış olan haberler haricinde de birçok istismarın olduğunu “hepimiz” biliyoruz. Birçok çocuğun istismar edildiği gerçeğine “yokmuş” gibi davranıp gözlerimizi kapamak fakat duyduğumuzda öfkelenmek ve tepki koymak yetmez. Çocuk istismarına dair toplumsal gerçekleri kabul ederek tepkimizi çocuk istismarına karşı mücadele edebilecek somut adımlara dönüştürmeli, istismara karşı mücadele için mekanizmalar yaratmalı, istismar açığa çıktığında kitlesel eylemlerde yan yana gelmeliyiz.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...