Ana Sayfa Blog Sayfa 53

“Adalet mücadeleme devam edeceğim” | Ayten Öztürk’le röportaj

2018’de Lübnan’da kaçırılarak Türkiye’de gizli bir işkencehanede 6 ay boyunca tutuldun. Bu süreçte yaşadıklarını kısaca anlatabilir misin?

2018 yılında Lübnan Refik Hariri Havalimanı’ndan kaçırıldım. Orada 6 gün gözaltında kaldım. 13 Mart 2018’de Türkiye’ye gayriresmî bir şekilde teslim edildim. Özel bir uçakla bir yere getirildim. Getirildiğim yerin neresi olduğunu bilmiyordum ve orada ben 6 ay kaldım. 6 ay boyunca işkenceyi yaşadım. Küçücük bir hücreydi. Yaklaşık 2 metreye 2,5 metre olması lazım. Böyle bir yerde 24 saat gözleniyordum ve zaman zaman tamamen çıplaktım. Zaman zaman onların verdiği giysileri giymek zorunda kaldım. Psikolojik işkenceden tutun da her türlü fizikî işkenceyi de yaşadım orada. İlk başta tabii ki ben neden kaçırıldığımı tam olarak anlayamadım, sonuçta yurtdışındaydım. Bir dava konusu, mahkeme vs. olabilir ama 6 ay boyunca sürecek işkence sürecini tahmin etmek zordu. Orada bunu anladıktan sonra, onların söylemlerinden anladıktan sonra, ben de kendi yaşamımı ona göre orada sürdürebileceğim -yaşam denilebilirse tabii- ona göre kontrol etmeye, planlamaya çalıştım. Onların düşündürtmeye çalıştığı her şeyin dışında farklı şeyler düşünmeye çalıştım. Öncesinde öğrendiklerimi, okuduklarımı, bildiklerimi, değerlerimizi… Hep onlara sarıldım ve o süreç boyunca verdikleri elektroşok, kaba dayak, tabuta koyma, suda boğmaya çalışma gibi işkenceler esnasında. Ben şimdi bunları hızlı hızlı anlatıyorum ama bunlar günlere yayılan, acı yaşatılan, sürekli çığlıkların olduğu, insanın insanlıktan çıkarılmaya çalışıldığı işkence yöntemleri. Ancak her şeye rağmen orada bir şekilde benim kararlılığımın, inancımın, direnişimin kazanacağına inanıyordum. En sonunda mecburen beni bırakmak zorunda kaldılar. Oradayken dışarıdan haber alamıyordum, onlar da vermiyorlardı. Ama beni daha sonra bir araziye bıraktılar ve gözaltına alındığımda dışarıda benim için bir kampanya sürdürüldüğünü ve çıkmamın o kampanya sayesinde olduğunu anladım. Ardından 3 günlük gözaltından sonra tutuklandım. 3,5 yıl tutsaklık süreci oldu.

Benim ilk tutuklandığım konu şuydu: “Neden seni sahiplendiler?” Yani savcının karşıma getirdiği suç buydu. Beni sahiplenmişlerdi çünkü ortadan kaybolan bir insan var. Aslında onların sorusu yadırganacak bir soru. Olması gereken kaybedilen bir insanın aranmasıdır. Ben bunun için tutuklandım aslında. Daha sonrasında ise eski yargılandığım bir davadan mahkemeye çıktım ve o davadan serbest bırakıldım. Ancak diğerinden tutuklu olduğum için ikisi birleştirildi ve tutukluluğum sürdü. Sonrasında mahkemeye çıktığım her seferde işkenceyi anlattım. Çünkü tutuklanma sürecimde, ilk başta, gardiyanlar beni hapishaneye almadı. Çünkü yaralarım çok belliydi. Polisler mecburen beni hastaneye geri götürüp rapor almak zorunda kaldı. Yani ilk defa işkence o zaman belgelendi ve ben bunu mahkemelerde anlatmaya çalıştım.

Ancak hâkimler bütün suç duyurularıma takipsizlik kararı verdi. Ben yine de anlatmaya devam ettim. Tutukluluğumun sürmesinin bir nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yargılandığım davada bir tek şu vardı: Bir iftiracı, bir tecavüzcünün linç olayını kaldırımdan izlediğimi iddia etti. Böyle bir yalan beyan sonucunda ben iki kez ağırlaştırılmış müebbet cezası aldım. Dünyada böyle bir örnek yoktur aslında. Bu cezayı alarak ev hapsiyle tahliye edildim, şimdi yaklaşık 2 senedir ev hapsindeyim.

Devletin özellikle devrimcilere, sosyalistlere dönük kaçırma, kaybetme ve gizli işkencehanelere hapsetme politikasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Devlet neden böyle bir politika uyguluyor?

Aslında bu işkence yöntemleri ve gizli işkence merkezleri yeni değil, Naziler dönemine dayanan bir geçmişi var.

Naziler, işgal ettikleri ülkelerin insanları direndiklerinde ya da karşı koymaya kalktıklarında onları geceleri toplayıp kamplara götürüyorlardı. Buna “gece ve sis kararnamesi” diyorlardı. O dönem yapılan bütün bu işkenceleri ve gayriresmî olan insanlık dışı her türlü uygulamayı kararname ile açıklıyorlardı. İnsanlar gece toplu toplu götürülüyor ve işkence ile kaybediliyordu. Bu yüzlerle, binlerle sayılacak bir orandaydı. Sonrasında ise bu devam etti, başka ülkeleri işgal etmeye çalışan emperyalist ülkelerin bir politikası hâline geldi. Hatırlarsınız 11 Eylül’den sonra da Amerika’nın farklı ülkelere yönelik böyle girişimleri oldu. Oralarda da Amerika’ya karşı olan herkes aslında terörist olarak tanımlanıyordu ve onlara yapılan işkenceyi haklı görüyorlardı.

Hatta bunun için eğitim merkezleri bile vardı, “Amerikan okulları” diye. Bu okullara iş birliği yapabilecek ülkelerin başındaki, yani yönetimindeki insanları alıp eğitiyorlardı. Onlara şunu öğretiyorlardı: Hâkim olabilmeniz için insanlara bu şekilde işkence yapmalısınız ve bu haklıdır, bunu empoze ediyorlardı. Birçok Latin Amerika ülkesinde uygulandı bunlar. İnsanlar binlerle katledildi, uçaklardan okyanuslara atıldı ve oralarda hâlen kayıplar var.

Ülkemizde tam olarak bu şekilde değil ama elbette ki ülkemizde de bu yöntemler kullanılıyor. Çünkü bizim ülkemiz de emperyalizme bağlı bir ülke. Ve politikalarını hayata geçirmek için, halkı susturmak için, direnişleri kırmak için ve iktidarlarını sürdürmek için uygulanan bir yöntem.

Sonuçta devrimciler halka öncülük eden insanlardır ve onlardan başlanır her zaman. Onun için devrimciler hedef. Bizim ülkemizde geçmişte de 90’lı yıllarda da kayıp politikası vardı. Bugün ise uzun süreli kaybetme, işkence yapma ve bununla insanlara gözdağı verme hedefleniyor. Şimdi benim durumumu duyan insanların bir kısmı belki de korkuyordur, ama sonuçta böyle bir yerde bile direnilebileceğini ve böyle bir yerden bile insanların başının dik çıkabileceğini gösteren bir örnek aynı zamanda.

Buna rağmen saldırılar sürdü. En son Gülten Matur kaçırıldı 8 gün kaldı ve yaşadığı işkenceler benimkiyle hemen hemen aynı. Bu yine sürecektir, sonuçta vazgeçebileceklerini düşünmek mümkün değil. Ama bunu durdurmak ve geri adım attırmak mümkün. O da birliğimiz ve dayanışmamızla, işkence olaylarını teşhir etmekle, gizli işkencehane merkezlerinin araştırılması, bulunması ve işkencecilerin yargılanması için göstereceğimiz her türlü çaba ve faaliyetle mümkün.

Bununla ilgili zaten şu anda bizim de işkence ve kayıp politikalarına karşı bir koordinasyon kurma çalışmamız var. Duyarlı bütün kesimleri bu çatı altında toplayabilirsek güçlü bir ses çıkarabiliriz.

Ev hapsinde olmana, evden çıkmamana rağmen kaldığın ev basılıyor, kelepçenin bozulması, sinyal almaması gibi bahanelerle sürekli telefonla aranıyorsun. Sana dönük bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsun?

Ben aslında bu süreç boyunca ne yapılmak istendiğini anlıyorum. Kullanılan yöntemler o kadar acizce ve mantığı olmayan yöntemler ki. Yani asıl sebep işkenceyi anlatmam, teşhir etmem ve hâlen buna karşın mücadele etmem. Birinci sebep bu.

İkincisi kıramamanın hazımsızlığı olabilir. “Tamam orada kıramadık belki ama ev hapsinde böyle psikolojik bir işkence altında tutarak iradeni de kırabiliriz, seni burada da tüketebiliriz” diye düşünüyor olabilirler.

6 kez kelepçe değiştirildi ve her seferinde söylenen farklı bir şey. Bir defasında pil nedeniyle dendi, bir defasında temassızlık dendi, bozuk dendi. Her seferinde farklı farklı şeyler söyleniyor. Ben de böyle bir sorun varsa sağlam bir şey takmalarını söyledim. Sürekli gece gündüz aranmak yerine sağlam bir alet taksınlar. Aletin görevi bu zaten benim nerede olduğumu belli eden bir alet. Evde olduğum belli. En son bir tane taktılar ama aramaları vs. bitmedi.

Dediğim gibi sebebi rahatsızlık vermek, işkenceyi sürdürmek. Şöyle de olabiliyor, bu başıma geldi mesela. Aletten kaynaklı, kelepçeden ya da cihazdan kaynaklı sorun olabiliyor ve bunu benim hakkımda ihlal varmış gibi rapor tutarak dosyama koyabiliyorlar mahkemeyi etkilemek için. Ben 24 saat bu evdeyim, kapıdan dışarı bile adım atmıyorum. Böyle olmasına rağmen böyle bir rapor tutturup dosyaya konulabiliyor.

Sürüyor, sürdürecekler. Sonuçta bu sürecin sonunda iki ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası söz konusu. Şu an yargıtayda. Yargıtay sürecini beklerken “En kısa sürede Ayten’i nasıl hapse koyarız” diye düşünüyorlar. Çünkü dediğim gibi buradayken 3 defa evim basıldı 6 kez kelepçe değiştirildi ve yüzlerce defa arandım. Bunun açıklaması budur, beni tekrar tutuklamak istiyorlar ki zaten açık açık bununla tehdit ettiler. Bir baskında “Bir kere de senin için geleceğiz Avukat Aytaç’a yaptığımız gibi yapacağız, hapse koyacağız” dediler.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

Her ne kadar engellemeye çalışsalar da ben adalet mücadeleme devam edeceğim. Çünkü haklı pozisyondayım, her yönüyle haklıyım. Suçluları asıl yargılamaları gereken kendileri, işkencecilerim bulunmadı henüz ya da gizli işkence merkezi bulunmadı. Bırakalım bulunmasını bununla ilgili tek bir soru bir sorulmadı, araştırma başlatılmadı. Şu an aslında kendilerinin yapması gerekenler varken beni etkisiz hâle getirmeye çalışıyorlar. Ancak ben susmayacağım ve bu çabalarımı sürdüreceğim.

Yakın zamanda 29 Ocak’ta online olarak bir sempozyum yapacağız. Sempozyumda işkence, kayıp politikalarını, Türkiye’de ve emperyalist ülkelerdeki gizli işkence merkezlerini ve işkence yöntemlerini, benim hukuki durumumu konuşacağız.

Sempozyuma milletvekilleri, avukatları, doktorları davet ettik. Yurtdışından da katılım olacak, uluslararası bir sempozyum olacak. Buradan duyarlı bütün kurumlara ve kişilere çağrıda bulunuyorum. Katılmak, orada bulunmak, dinlemek aynı zamanda işkence politikasını kabul etmemek demektir, işkenceye bir dur demektir. Şuna inanıyorum, başka ülkelerde binlerce insan katledilirken ülkemizde öyle bir şey olmuyorsa bu tamamen ülkemizin direniş geleneğinden ve tarihinden kaynaklıdır. Bundan sonra da buna izin vermeyeceğiz. Sonuçta bunları engellemek için insanlar bedel ödüyor, yine bedel ödemeye hazır insanlar var. Bu ülkede bu topraklarda mücadele tarihi ve geleneği olduğu sürece aynısını yapamayacaklar ve biz kazanacağız.

GİG dosyası

…..
Günümüzde iyiden iyiye öne çıkmış olan GİG ekonomisinin gelişmesindeki en önemli itici güç kuşkusuz dijital devrim diye adlandırılan gelişmiş bilgisayar ve internet sistemi. İnternetin ortaya çıkıp gelişmesi, insanların özellikle fizik emeğe dayanmayan hizmet üretimine dayalı işlerini, belirli bir işyerine gelmeden ve belirli saatlere bağlı kalmadan yapabilmelerini ve geçimlerini bu şekilde sağlamalarını imkân dahiline soktu.
…..
Bu sistem özellikle hizmet kesiminde çalışanların günlük çalışmasını birkaç saat içinde bitirip kalan süreyi kendilerine ayırmalarına imkân sağlıyor. Bir işyerinde çalışan insanların o işyerine gidiş gelişte harcadıkları zamanı tasarruf etmeleri bile başlı başına bir kazanç olarak karşımıza çıkıyor.
…..

Nereden bakarsak bakalım GİG ekonomisi önümüzdeki dönemde gelişecek ve geleceğe damga vuracak gibi görülüyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi, bana ait değil yukarıdaki satırlar. Ekonomist Mahfi Eğilmez’in bloğundan aldım (https://www.mahfiegilmez.com).

Mahfi Eğilmez, ünlü ekonomist. Dünya Bankası’nda görev yapmışlığı da var, Hazine Müsteşarlığı koltuğuna oturmuşluğu da. Hâlen bir özel üniversitede ekonomi dersleri vermekte. Muhalif görüşleri ile ünlüdür. Ne var ki kapitalizmin çıkarları söz konusu olduğunda yandaşı da muhalifi de aynı dilden konuşuyorlar işte. Yukarıdaki satırlar da bunun kanıtı. Baştan aşağıya çarpıtmalarla dolu olan bu satırları GİG ekonomisi adı verilen istihdam modelini yüceltme amaçlı olarak yazılmış besbelli. Peki işin gerçeği bu mu? Biraz irdeleyelim:

GİG, müzik alanında ortaya çıkmış bir terim. Müzisyene verilen iş anlamında kullanılıyor. Herhangi bir müzik grubu veya tek başına performans sergileyen bir müzisyen, herhangi bir mekânda sahneye çıktığı zaman GİG almış oluyor. Bu ifade farklı istihdam alanlarında da kullanılmaya başlayınca kısa süreli tüm işleri tanımlamak için kullanılır oldu.  Ancak kısa süreli tüm işleri tanımlamakta yetersiz kaldı bu ifade. Çalışanlara sosyal güvence sağlayan emeklilik planlarına katkı yapan kısa süreli işler de vardı ve bunlar GİG istihdam modelinin dışında idiler. Bu durumun göz önüne alınması ile GİG istihdam modelinin gerçek tanımı ortaya çıktı:

Çalışana hiçbir sosyal güvence sunmayan kısa süreli işler.

Bu tanım çerçevesinde gerçekleştirilen istihdam ise iş dünyasının gözdesi oldu. İşin aslına  bakılacak olursa mevcut sistemin yeni bir model olarak lanse etmeye çalıştığı GİG istihdamı, öyle sanıldığı kadar yeni değil. Daha feodaliteden kapitalizme geçiş aşamasında pre-kapitalist ilişkiler şekillenmekte iken hayata geçirilmeye başlanan “eve iş verme” modelinin bir versiyonu sadece. Yerel marketlere soğuk meze yapıp götüren, evlere temizliğe giden, Kapalıçarşı’daki kimi dükkânlara evinde yapmış olduğu dantel, oya vb. işleri satan ve daha pek çok iş yaparak geçimini sağlamaya çalışan insanların tümü bu GİG denilen istihdam modelinin bir bileşeni. Hepsinin ortak bir yanı var. “Güvencesizlik” dolayısı ile evden çalışmak, uzaktan çalışmak değil bu istihdam modelinin belirleyici özelliği. Aslolan güvencesiz çalışma.

Yukarıda da belirtildiği gibi kapitalizmin ortaya çıkışından beri mevcut bir uygulama bu. Teknolojinin gelişmesi yaratmadı bu modeli. Olsa olsa yeni iş alanlarının bu istihdam modeline girmesini sağladı. Ancak bu noktada bir hususun gözden kaçırılmaması gerekiyor. Özellikle bilişim alanında meydan gelen gelişmeler olmasa idi de GİG modeli gelişecek ve günümüz ekonomi dünyasında önemli bir yere sahip olacaktı. Şöyle ki:

Kapitalist sistemin ilk büyük bunalımı olan 1929 buhranı sonrası devletlerin ekonomik yaşama müdahale etmesi ve ikinci büyük paylaşım savaşı sonrası dünyanın yaklaşık üçte birinin sosyalist sisteme geçişini takiben geri kalan ülkelerde “sosyal devlet” anlayışının bir biçimi ile uygulama alanı bulması kapitalist ekonomi modeli açısından kabul edilebilir olmaktan çok uzaktı. İşgücü maliyetlerini yükseltmekte idi bu uygulamalar. Oysa kapitalist ekonominin güçlenmesi için her şeyden önce artı-değer sömürüsünün alabildiğine artması gerekli idi. Sosyal devlet uygulamaları ise bu sömürüyü sürdürmekle birlikte azaltıcı bir etki yapmakta dolayısı ile sistemin mantığı ile çelişmekte idi. Kapitalizm, ikinci büyük paylaşım savaşı sonrası meydana gelen gelişmelerin yarattığı kayıpları telafi etmek için daha 1970’li yıllarda arayışlara girdi ve Asya-Pasifik bölgesini bu arayışların uygulandığı bir laboratuvar olarak belirledi. Sonuçta ise:

  • İş güvencesinden yoksun
  • İş yasaları ve asgarî ücret korumasından yararlanamayan
  • Genel kabul görmüş çalışma saatlerinden daha uzun sürelerle çalışmak zorunda kalan
  • Dinlenme süreleri genel kabul görmüş standartların çok altında olan
  • İşçi sağlığı ve iş güvenliği standartlarının dışındaki koşullarda çalışmak zorunda kalan
  • Hukuken ve fiilen sosyal güvenlik sisteminin dışında kalmış
  • Sendikal hakları olmayan insanların üretim yaptığı bir model ortaya çıktı.

Enformel sektör idi bu ortaya çıkan ekonomi modelinin adı. Kıt sermaye ile gerçekleşebilen, kayıt dışı işgücüne dayalı, düşük kazanç yaratan işlerdi bu sektörün bileşenleri. Zaman içinde hayli gelişti ve sadece Asya-Pasifik bölgesinde değil dünyanın her yanında kendini göstermeye başladı. Sektörün gelişmesi için büyük katkılar yaptı kapitalist sistem. İşsizliğin yaygınlaşması sözünü ettiğim dönemin ürünüdür. Teknolojik işsizlik dediler adına. Kırsal yörelerin boşaltılıp büyük şehirlerin çevresinde varoşların oluşturulması ve buraların işsiz insan deposu hâline getirilmesi tamamladı bu gelişmeyi. Böylelikle her türlü çalışma modeline olumlu yanıt verecek kronik işsizler ordusu oluştu. Bu ordunun mensupları sektörün gereksinme duyduğu insan gücünü meydana getirmekte idiler. Bu model dünyanın pek çok ülkesinde kolaylıkla uygulanabilirdi. Ancak gelişmiş ekonomilerde biraz daha zor oldu. Yeni çalışma modelleri yaratıldı seksenli yılların ikinci yarısından itibaren. “Dönemsel çalışma”, “kısmî çalışma”, “çağrı üzerine çalışma” modelleri bu dönemin ürünü olarak kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ortaya çıkıp dünyaya yayıldı. “Esnek çalışma” adı verildi bu istihdam modeline daha kapsayıcı bir ifade olarak. Bahse konu modellere uygun olarak çalışacak insanlara iş temin etmek amacı ile bürolar kuruldu. Adecco, Manpower ve Monster Worldwide bu alanda faaliyet gösteren dev şirketler oldular kısa süre içinde.

Bu çalışma modeli “insanların kendilerine daha fazla zaman ayırabildiği”, “bireysel özgürlüklerin alabildiğine yaşanabildiği” iş olanakları olarak sunuldu insanlara. Kullanılan sloganlar cazip gelmiş olmalı ki “beyaz yakalı” işlerde çalışanlar da ilgi göstermeye başladılar bu işlere. Böylelikle hizmet üretiminde de, özel beceri gerektiren kimi işlerde de insanların çalışma tercihleri bu doğrultuda oldu. Sendikal örgütlenmenin ve işçi hareketlerinin gelişmesine yol açan “Fordist üretim”in (yığın üretimi) alternatifi ortaya çıkmaya başlamıştı. “Post Fordist” üretim biçimi dediler bunun adına. “Tüketicinin talebine göre üretim”, “yığınsal çeşitlilik”, “kişiselleştirme” gibi sloganlarla tanıtıldı bu sistem insanlara. Gerçekte ise yapılan işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtma çabası idi.

Doksanlı yılların başında sosyalizm, geçici de olsa mevzi kaybedince kapitalist sistem gemi azıya aldı. Artık dilediği gibi hareket edebilecekti. Bilişim teknolojisi alanındaki gelişmeler ve küreselleşme olgusunun da bu dönemde hız kazanması ile birlikte yeni çalışma modellerinin hayata geçirilmesi daha da kolaylaştı. Ancak bir sorun vardı. Özellikle belli bir birikim ve beceri gerektiren işlerde yeterli sayıda ucuz işgücü bulabilmek çok kolay değildi. Bu sorun da bilimsel araştırma yapmayan, öğrencilerine sadece belli alanlarda beceri kazandırmayı amaçlayan çok sayıda üniversite kurularak çözüldü. Gerçekte birer meslek yüksek okulu vasfını taşıyan, üniversite niteliğine sahip olmaktan uzak bu kurumlar, GİG istihdam modelinin gereksinme duyduğu “bazı becerileri kazanmış ucuz işgücü” yetiştirmek amacı ile çok önemli işlev gördüler. Günümüzde Hindistan’da dokuz bin, Bangladeş’te ve Endonezya’da bin beş yüz (her birinde) üniversitenin mevcudiyeti bu durumun açık kanıtıdır. Üniversiteler ile ilgili çarpıcı bir örnek de Bahreyn’de var. Nüfusu Samsun kadar, yüzölçümü ise Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine yakın (Ayvacık’tan biraz daha küçük) olan bu ada devlette faal üniversite sayısı yirmi üç. Nerede ise her kilometrekare alana bir üniversite (tabii üniversite denilebilirse) düşmekte.

GİG istihdam modelinin meşrulaştırılması için son adım da Bangladeş’te kadınlara yönelik “mikro kredi” sistemini kurup tüm yoksul ülkelerde yaygınlaşmasını sağlayan Muhammed Yunus’a, 2006 Nobel Barış Ödülü verilmesi ile atıldı. Böylelikle tüm dünyada saygınlık kazanan, yoksullukla mücadele (!) alanına önemli (!) katkılar yapan bir istihdam modeli olmuştu GİG.

Bugün gelinen noktada GİG modeli ile kaç kişinin istihdam edildiğini tespit edebilmek mümkün olmasa da dünya nüfusunda küçümsenmesi mümkün olamayacak sayıda insanın bu modelin koşullarında elde ettiği gelirle yaşadığı bilinmekte ve çok da uzak olmayan bir gelecekte yeryüzündeki istihdam dengesinin önemli ölçüde değişeceğine yönelik tahminler yapılmaktadır. Tabii bu arada GİG modelinin devasa şirketler yaratmış olduğunu da belirtmeden geçmeyelim (Örneğin Airbnb ve Fiverr).

Bütün bu açıklamalardan sonra şunları rahatlıkla söyleyebiliriz:

GİG öyle iddia edildiği gibi son yıllarda ortaya çıkmış bir model değil kapitalist ekonominin yıllar süren bilinçli bir çabasının ürünüdür.

Yine liberal ekonomi savunucularının iddia ettikleri gibi, bireyin kendine ait zamanının artmasını ve özgürleşmesini sağlamamakta tersine iş yasalarının kabul etmiş olduğu çalışma sürelerinin çok üzerinde uzun çalışma süreleri dayatarak sosyal yaşamını adeta yok etmektedir.

Bu istihdam modeli çalışanlara düzenli bir gelir olanağı ve güvenceli bir istihdam sunmadığı gibi sağlık ve emeklilik sigortası da sağlamamaktadır. Aynı alanda çalışan emekçiler arasında dayanışmayı yok etmekte, dayanışmanın yerine yaratmış olduğu rekabet duygusu ile emekçilerin (ve elbette işçi sınıfının) birliğini engellemektedir.

Günümüzde ev işçiliği, ilan dağıtıcılığı gibi basit işlerden uzman tıp doktorluğu, mekatronik mühendisliği gibi en sofistike işlere kadar her çalışma alanında karşılık bulmuş ve çalışma yaşamına ilişkin olarak emek güçlerinin yıllar süren mücadeleler sonrasında elde etmiş oldukları tüm hakları tehdit eden bir güç hâlini almıştır.

GİG istihdam modeline yönelik mücadelenin emek güçlerinin gündeminde önemli bir yer tutması gerektiği kanaatindeyim.

GİG İSTİHDAM MODELİNİN BİR UYGULAMASI: ESNAF KURYELER

Dünyanın her yerinde görülmekle birlikte Türkiye’de hayli yaygın bir iş alanı esnaf kuryelik. Sayıları tam olarak bilinmemekte. Tüm Anadolu Motorlu Kuryeler Federasyonu (TAMKF), dokuz yüz bin kişi olarak tahmin ediyor sayılarını. Biraz abartılı bir rakam olabilir bu. Ancak yine de esnaf kurye olarak tanımladığımız insanların sayısının yüz binlerle ifade edilebileceğini söylemek hiç de gerçek dışı sayılmaz. Özellikle korona pandemisi sürecinde yaygınlaşan bu iş kolu kısa sürede ülkenin en yaygın istihdam alanı hâline geldi. Bu alanda çalışmaya başlamak hayli kolay. Bir ehliyet ve bir motosiklet yeterli piyasaya girebilmek için. Herhangi bir öğrenim şartı ve meslekî yeterlik belgesi gerektirmediği için işsiz kalan herkesin belki biraz borçlanarak girebildiği bir çalışma alanı. Bu nedenle değişik mesleklere sahip olup da kendi alanlarında çalışma olanağı bulamayan her birey girmekte bu çalışma alanına. Ataması gerçekleşmemiş öğretmen, iş bulamamış arkeolog, KHK ile işini yitirmiş bir kamu görevlisi veya bir EYT mağduru. Herkese açık bir alan burası. Bu alanda çalışmak isteyenler kendi adlarına bir işletme kurup ticari faaliyet göstermeye başlayabiliyorlar. Böylelikle bir girişimci (!) olarak iş dünyasındaki yerlerini alıyorlar. İş bulmak da pek zor değil başlangıçta. Kuryelere iş veren büyük kuruluşlar, insanların telefonlarına mesaj atıp “bizimle çalışmak ister misiniz?” çağrısı gönderiyorlar. İşe başlamak pek zor değil ama çalışma koşulları hayli çetin. Şöyle ki:

  • Haftalık ortalama çalışma süresi 72 saat. Bu süre İş Yasası’nın belirlemiş olduğu sürenin 1,6 katı. Yasanın koymuş olduğu azamî fazla çalışma süresini (yılda en fazla 270 saat) 10 haftada aşıp kalan 42 haftada “yasa dışı fazla çalışma” yapmak zorundasınız. Üstelik kimi zaman bu çalışmanız gece çalışması (saat 20.00-06.00 arası) olmakta.
  • Haftada bir gün izin yapmaktasınız ancak izin gününüz sizin tercihinizle belirlenmiyor.
  • Yıllık ücretli izin hakkınız yok. Hastalık, tatil veya bir başka nedenle çalışmadığınız günler için ücret ödenmiyor.
  • Sosyal güvenlik priminizin tamamını ödemek zorundasınız. İşveren kuruluşun bu konuda size bir katkı yapması söz konusu değil.
  • İşveren kuruluşla aranızda bir iş sözleşmesi olmadığı için bu kuruluşun size iş vermemesi hâlinde herhangi bir hak talebinde bulunamıyorsunuz.
  • Çalışma esnasında kullanmış olduğunuz binek aracının (çoğu kez bir motosiklet) tüm bakım, onarım ve yakıt giderleri size ait.
  • Aracınızın tamir/bakım vb. bir nedenle hizmet dışı kalması hâlinde çalışamadığınız için ücret elde edemiyorsunuz.

Bu şartlarda çalışmayı kabul ettiğiniz takdirde bir “girişimci” (!) olarak iş yaşamındaki yerinizi (!) alıp ayda ortalama yirmi bin lira tutarında fatura kesecek bir işe sahip oluyorsunuz (Bu rakam İstanbul için geçerli olup Anadolu kentlerinde daha düşüktür).

Kesilmiş olan yirmi bin liralık faturadan iş aracının bakım onarım ve yakıt giderleri ile gelir vergisi ve diğer masraflar çıktıktan sonra elinize on iki bin lira kadar para kalıyor. Açlık sınırının biraz üzerinde bir gelir elde etmiş oluyorsunuz. Aylık üç yüz saate yakın çalışma ve günde motosiklet üzerinde yaklaşık yüz elli kilometre yol yapmanın karşılığı işte bu. Üstelik her an işinizi yitirme tehlikesi ve böyle bir durumda hiçbir hak talep edilememesi söz konusu.

Bu noktada bir soru geliyor akla “Acaba bu insan Türkiye’de işçi haklarının son derece sınırlı bir biçimde gözetilmiş olduğu İş Yasası koruması altında ve saat ücreti olarak asgarî ücret elde ederek çalışmış olsa mevcut çalışma süresinden ayda elli saat daha az çalışarak aynı geliri elde edeceğini bilse ne yapardı?” (Ayda 60 saat fazla çalışma yapıldığı varsayılarak hesaplanan bir rakamdır bu). Hele bir de ulusal bayram ve genel tatil günlerinde (yılda on üç buçuk gün) çalışma karşılığı olmaksızın ücret alacağını ve çalıştığı takdirde günlük ücretinin iki katına çıkacağını, yılda on dört gün de ücretli izin hakkının olduğunu bilse idi?

Bu açıklamalardan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi işverenler bu yöntemle gerçekleştirmiş oldukları istihdam sayesinde İş Yasası’nın kendilerine yüklemiş oldukları sorumlulukları çalışanlara devretmekte böylelikle büyük kazanç elde etmektedirler. İşin yapılması için gerekli aracın (çoğu kez motosiklet) bakım onarım ve yakıt giderleri bu kazancın önemli bir kalemi elbette ancak bunun hesaplanması çok detaylı bir çalışma gerektirir işin sadece ücret boyutuna bakalım:

Yukarıda da belirtildiği gibi bu yöntemle çalıştırılan insanlar 10 kişi ile 16 kişilik iş yapmaktalar. Dolayısı ile bordrolu çalışana göre daha fazla kazandığını sanan kurye gerçekte daha az kazanmakta ve iş güvencesinden de mahrum. Üstelik işin yapımı esnasında vuku bulması olası kazalar nedeni ile maruz kalabileceği maddi, manevi zararları da üstlenmekte. Bu kalemin de hesaplanması çok ayrıntılı bir çalışma gerektirir ancak hayli büyük bir tutara ulaşacağı çok açık.

Burada sadece kuryelere iş veren şirketlerin daha az insanı daha çok çalıştırmak sureti ile elde ettikleri haksız kazancı rakamlarla ifade edelim:

Çalışma sürelerinden yola çıkarak on kişiye on altı kişilik iş yaptırdıkları belirtilmişti. Karmaşık bordro hesapları ile kimseyi meşgul etmek niyetinde değilim bu nedenle sadece sonucu vereyim. Esnaf kuryelere iş veren şirketler bu istihdam yöntemi ile çalıştırdıkları her on kuryeden ayda toplam yirmi altı bin lira haksız kazanç elde etmekteler. Yüz bin kuryede yılda otuz bir milyar altı yüz milyon lira ediyor. Mevcut İş Yasası koşullarında görev yapmış olsalar çalışanların alacak oldukları ücretten çalınıp işveren kuruluşların kasasına giren paradır bu.

Esnaf kurye diye adlandırılan kesimin sorunu bu kadarla da bitmiyor. Güvencesiz çalışma ortamından istifade ile geliştirilmiş olan performans ve puanlama sisteminin yaratmış olduğu sorun da hayli önemli. Sonuçta işini kaybetme riski var çalışanın. Bahse konu sisteme göre kurye, siparişi en geç otuz dakika içinde teslim etmek zorunda. Özellikle trafiğin yoğun olduğu saatlerde nerede ise ulaşılması mümkün olmayan bir hedef bu. Ancak hedefi tutturamamak işini kaybetmek demek. Bu nedenle o pek de güvenli olmayan araçları ile sürat yapıyor, kırmızı ışıkta geçiyor, ters yollarda hatta kimi zaman yaya kaldırımlarında seyrediyorlar hedefe erişebilmek ve bu sayede işlerini yitirmemek için. Kazalar bu çalışma biçiminin kaçınılmaz sonucu. Hem kuryelerin hem de yoldan geçmekte olan yayaların güvenliği tehdit altında. Üstelik kuru sıkı bir tehdit değil bu. Sadece 2021 yılında 190 kurye canını yitirdi ölümlü trafik kazalarında. Yaralanma ile sonuçlananlar ise binlerle ifade edilebilmekte. Bu rakamlar sadece kuryelere ait. Onların karışmış oldukları trafik kazalarında yaralananlar bu sayıların dışında.

Geçen yıldan bu yana değişik kuruluşlarda görev yapan esnaf kuryeler birkaç defa direniş gerçekleştirdiler. Yazık ki pek fazla katılım bulamadı bu direnişler toplumsal destek de yeterli olmayınca pek çoğu başarısızlıkla sonuçlandı. Şimdi yine bir direniş başladı. Trendyol çalışanları tarafından. Talepleri son derece mütevazı. Bordrolu çalışmayı, bu mümkün olamaz ise kullanmakta oldukları araçların bakım ve yakıt giderlerinin işveren kuruluş tarafından karşılanmasını istiyorlar. Bir de çalışma sürelerinin azaltılmasını (Günde on iki saat çalışmak günümüz koşullarında insanlık dışı bir uygulama).

Taleplerin tümü kabul edilip direniş %100 başarıya ulaşsa bile esnaf kurye sisteminin yaratmış olduğu sorunlar bitmeyecek. Bitmeyecek ama bu alanda çalışanlar önemli bir başarı elde etmiş ve moral kazanmış olacaklar.

Sorunun kökten çözülebilmesi için ise:

  • Esnaf kurye sisteminin kaldırılarak bu alanda faaliyet gösteren herkesin işçi statüsüne alınması
  • İşçi statüsüne alınan kuryelerin iş kollarının belirlenerek sendikal örgütlenmelerinin önünün açılması
  • Her isteyenin bu alanda çalışmasını engellemek için bir eğitim ve sınav sonucu verilecek “meslekî yeterlik” belgesi esasının kabulü
  • Kuryeleri çalıştıran şirketlerin uygulamakta oldukları performans ve puanlama sistemini güncelleyerek özellikle büyük şehirler için daha ulaşılabilir hedefler belirlemeleri
  • Kurye olarak çalışanların mutaden yapmakta oldukları işlerin yürütümü sırasında yaşanması olası kazalarda meydana gelebilecek her türlü hasarı (bedeni hasarlar dahil) tazmin edebilecek bir “mali sorumluluk” sigortasının gerçekleştirilmesi
  • İşin yürütümü esnasında kullanılan tüm binek araçlarının dönemsel bakımlarının düzenli olarak yaptırılması
  • Kuryelere sahada görev yaptıkları sürece kullanacakları iş elbisesi ve koruyucu ekipmanlarının eksiksiz olarak temin edilmesi gereklidir.

Elbette bu konuda bizlere de düşen bir görev var. Direnişleri süresince tüm kuryelerin yanında olmak ve direnişe taraf olan kuruluşların haksız dayatmalarının kırılabilmesi için bu kuruluşlar aracılığı ile sipariş vermemek, verdirmemek için çevremizi yönlendirmek böylelikle sipariş azalmasını ve ilgili kuruluşun zayıflamasını sağlamak.

Eğer bizler direnişçilerin yanında olur ve üzerimize düşen görevleri eksiksiz yaparsak ZAFER DİRENEN EMEKÇİLERİN OLACAKTIR KUŞKUSUZ.

Hrant Dink cinayeti veya “genel tekrar!”*

Hrant Dink bir Anadolu Ermenisi’ydi, sosyalistti, muhalifti, Türkçe-Ermenice bir gazete yayınlamaya cüret etmişti, “kutsal devletin” mayınlı alanına girmişti… Katli vacipti ve gereği düşüldü… Hakkında Türklüğü “aşağılamaktan”, “davayı etkilemekten” davalar açıldı. Aslında açılan davalar cinayete giden yolun taşlarını döşemek içindi…

Türkiye’deki rejim, muhalifini düşman, farklı düşüneni hain sayar ve gereğini yapar, yapıyor… En değerli şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını, düşünürlerini, bilim insanlarını, gazetecilerini katletmediği zaman hapishanelerde çürütmüş, işsiz ve aç bırakmış, ilticaya zorlamıştır… Modernlik, ilericilik, çağdaşlık retoriğinin gerisinde özgür düşünceye, özgür tartışmaya, demokrasiye düşmanlık gizlidir…

Oysa, özgür düşünceyi, özgür tartışmayı, ifade özgürlüğünü yasaklayan bir toplum, bir rejim, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker… Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği durumda olduğu gibi…

Aslında Hrant Dink hakkında açılan davalar, neyin amaçlandığının habercisiydi… Kutsal devletin bekçileri ırkçı-faşist unsunlar Hrant’ı mahkeme salonlarında bile linç etmeye kalkışmışlardı… Davalar, hakkında yapılan yayınlar, iftiralar, sataşmalar “toplumu hazırlama” işlevi gördü…

İçeride ve dışarıda “yetkili kurumların” cinayeti önlemede yetersiz kaldığı şeklinde yaygın bir kanaat var. Aslında bunun tam tersi doğrudur. Tüm ilgili kurumlar: Milli Güvenlik Kurulu, Genelkurmay, MİT, İstanbul Emniyeti, valilik ve düzen medyasının dahliyle taammüden işlenmiş bir cinayet söz konusudur…

Rahatsız edici bir şey de her cinayet, her katliam sanki ilk defa yapılıyormuş gibi bir algı söz konusu… Oysa, bu ülkenin yüz küsur yıllık tarihi, siyasi cinayetlerin ve kitle katliamlarının da tarihidir…

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğunun “doğrudan devamıdır.” Osmanlı İmparatorluğu da Bizans’ın devamıydı… Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı. Cumhuriyet rejiminde daha da kutsaldır… Devletin kutsal sayıldığı yerde gerisi teferruattır denir…

Resmî tarihe ve resmî ideolojiye gönderme yapmadan yapılan ve yapılacak tahlillerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün olmadığı gibi, Ermeni sorununa gönderme yapmadan da Hrant Dink cinayetini bilince çıkarmak mümkün değildir… Nasıl öldürüldüğüne değil, neden öldürüldüğüne odaklanmak gerekir…

Osmanlı İmparatorluğu doğu-tipi devletler, imparatorluklar ailesine dahildi ve onların sonuncusuydu. Doğu-tipi devletler, imparatorluklar kuruluyor, genişliyor, yayılıyor ve iç çelişkilerinin sonucunda kırılgan hâle geliyor ve bir dış saldırıyla da yıkılıyor, tarih sahnesini terk ediyorlar… Ben ona büyümü paradoksu diyorum…

Fakat, Osmanlı İmparatorluğunun kurulup-yayıldığı dönem, kapitalizm denilen yeni, farklı, “orijinal” bir üretim tarzı olan kapitalizmin de tarih sahnesinde yerini aldığı bir dönemdi…

Dolayısıyla imparatorluk sadece kendi işleyişinin, iç çelişkilerinin değil, kapitalizmin, kolonyalizmin, emperyalizmin aşındırmasına da maruz kalmıştı… Fakat çelişik bir durum da ortaya çıkmıştı: Kapitalizm Osmanlı sosyal formasyonunu etkisi altına alıp içini boşaltırken, çöküşünü de biraz geciktirmişti… Emperyalistler arasında paylaşımda en büyük parçaya el koyma rekabeti, imparatorluğun çöküşünü geciktirmişti…

Osmanlı yönetici sınıfı, imparatorluktaki aşınmanın-bozulmanın başlangıçtaki ilkelerden uzaklaşıldığı düşüncesiyle şanlı geçmişi ihya etmeyi deniyor… Oysa, tarihte geri dönüş mümkün değildir…

Önce İttihad-ı Anasır projesi güdeme geliyor. Bu, imparatorluk dahilindeki tüm etnik, dinî, mezhepsel, kültürel unsurları bir arada yaşatma arayışıydı ama gerçekleşme olasılığı yoktu.

Bunun üzerine Sultan II. Abdülhamid, İttihad-ı İslam projesini gündeme getiriyor ki, bu, Tüm Müslümanların Birliği demeye geliyordu…

Onun da gerçekleşme olasılığı olmadığı anlaşılınca İttihatçılar çözümü Türk ırkına dayalı bir devlet kurmakta gördüler.

Bu, Müslüman ve Türk olmayan tüm unsurlara savaş açmak demeye geliyordu… Fakat, yeni sınırlar içinde kalan Kürtler asimile edilebilir sayılıp denkleme dâhil edilmiyor… Ve fakat Kürtleri asimile etmek mümkün olmuyor… Sonuç, 100 yıllık Kürt sorunu, katliamlar ve isyanlar oluyor…

Anadolu’nun otokton halkları olan Ermeniler, Anadolu ve Pontus Rumları, Yahudiler, Asuriler, Keldaniler, dahası Müslüman olmayan Karaman Türkleri tasfiye ediliyor… Makbul sayılan “vatandaş” Türk-Müslüman-Sünnî-Hanefi olacaktı ki, bu Alevilerin de muteber sayılmamasıdır… Velhasıl tam bir temizlik operasyonu söz konusuydu… İster katliam ister jenosit, ister tehcir densin yapılanlar tartışmasız bir insanlık suçudur…

1914-1922 aralığında temizlik büyük ölçüde tamamlanıyor. Anadolu çölleşiyor, ülke kültürel erozyona uğruyor…

İşte Ermeni sorununu bu bağlam ve bu bütünlük içinde ele almak gerekiyor… Aksi hâlde yapılan ve yapılacak tahlillerin, değerlendirmelerin bir kıymet-i harbiye olması mümkün değildir…

Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna dair resmî tarih yalanlarından uzak durmak gerekiyor…

Yazık ki, Türkiye’de sol hareket, hiçbir zaman bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji ile cepheden bir hesaplaşmaya cüret etmedi-edemedi…

Daha önce de söylediğim gibi, Hrant Dink nasıl öldürüldü sorusuna değil, neden öldürüldü sorusuna odaklanmak gerekiyor… Bu da resmî tarih ve resmî ideoloji dışı bir okumayı varsayar…

*: Fikret Başkaya’nın Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin, Hrant Dink Paneli’nde 19 Ocak 2023’te yaptığı açış konuşmasıdır…

Toplumsal bunalım; ceset canlılar Ya kahramanlık çağı?

Şöyle diyordu Lenin; “Bir devrim ancak ‘ezilenlerin’ artık eski düzeni istemedikleri, ‘ezenlerin’ ise bu düzeni sürdüremedikleri zaman zafere ulaşabilir. Bu gerçek başka bir deyişle şöyle dile getirilebilir: bir devrim, sömürenler ve sömürülenlerle birlikte bütün ulusu saran bir bunalım olmaksızın olanaksızdır.”

Dünyayı saran emperyalist paylaşım savaşımı, bu savaşımla birleşen kapitalist-emperyalist sistemin krizi, dünya çapında kapitalist sistemin çıkmazını daha görünür hâle getiriyor. Hayır, daha sınıf savaşımı, dünya proletaryasının sahneye siyasal bir güç olarak çıkmasına gelmiş değiliz. Ama daha şimdiden, “elveda proletarya” gibi teoriler, “işçi sınıfı bitti” gibi histerik çığlıklar, “tarihin sonu” gibi egemenlerin kâbuslarından kurtulma çığlıkları çok gerilerde kaldı. Üstelik dünya proletaryası, bu denli örgütsüz, bu denli siyasal sahnede yer almamış iken.

2023 yılının ilk günlerinde, bugün, gelecekteki on yılın tüm çelişkileri, cehennem senaryolarını andırır savaş hamlelerine rağmen sürprizlere, büyük çıkışlara gebe gelecek on yılın tüm umutları, kendini açıktan ortaya koymaya adaydır. Bugün, daha çok günlük yaşama kilitlenmiş gözler ve akıllar, gelmekte olan depremi görmekten uzaktırlar. Ama köstebek, bu depremi oluşturmak için, büyük bir sabırla ve inatla kazmaya devam etmektedir.

Dünya çapındaki bu kriz ve savaş, birçok etkenle birleşerek, sömürge ülkelerde daha farklı yansımalar yaratıyor. Özellikle, işçi sınıfının belli bir gelişmişlik düzeyine ulaştığı toplumlarda, paylaşım savaşı ve kriz, ağır görüntüler yaratıyor.

Her şeyin alt üst olmaya başladığı, hiçbir şeyin eski hâli ile yerinde duramadığı, ama sosyalist devrimin ana güçlerinin henüz yelkenleri fora ederek siyasal mücadeleye dalmadığı bir dönemdir bu.

Ülkemizde, bu savaş ve kriz, ağır bir toplumsal bunalım olarak ortaya çıkıyor.

Bu sadece egemen sınıfı saran bir bunalım olma noktasını çoktan geçmiştir. Bu sadece işçi ve emekçilerin ağırlaşan yaşam koşulları ile sınırlı ve başı ve sonu bu olan bir süreç de değildir. Bu tüm toplumu, tüm toplumsal ilişkileri saran bir bunalımdır.

Toplumsal sahneyi dolduran şeyler (canlı veya cansız), toplumsal mücadelenin ana karakterlerinin eylemleri ile bağını koparmış durumdadır. Oysa, şeylerin bütünü ile karakterlerin eylemleri arasında bir bağ olmak zorundadır. Sanki bu bağ yokmuş gibidir. Bu nedenle, karakterler, sınıfların kendileri ve temsilcileri, amaçları ile uyumsuz hamleler yapmaktadırlar. Bir solcu, işçi sınıfı adına yola çıktığını söyleyen bir kişi, an geliyor, en sağdaki ile aynı yerde buluşuyor. Ne olursa olsun Erdoğan’ın gitmesine kendini kilitlemiş olanlar, bir anda devletin savunucusu hâline geliyorlar. Milliyetçiliğin, dinciliğin artık para etmez hâle geldiği bir sürece doğru hızla gidilirken, bu sol karakterler, egemenlerin en büyük yardımcıları olarak ortaya çıkıyorlar.

Saray Rejimi korkuyor.

Ama siyasal sahnede yer alanlar da Saray Rejimi’nden korkuyor. Korku ile saldıran egemenler, devlet, Saray Rejimi, tüm güçsüzlüğüne rağmen, “yenilmez” bir güç olarak algılanıyor. İstanbul’u herhangi bir eylem nedeni ile ablukaya alan polis gücü, takımı teçhizatı içinde tüm komikliğine rağmen, korkutucu bir güç olarak görünüyor. Hasta olmak, hastahaneye düşmek, umutsuz ve sonunda çıkış olmayan bir yolculuğa çıkmak anlamını taşıdığından, insanlar hastalıklarını kendine saklıyor. Mahkeme salonları “bir çeşit yaşam” mücadelesi alanı değil de, bir çeşit veba salonları gibi görünüyor. Mahkemeye düşmek, Saray’ın, zalimin eline düşmek olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar, herhangi bir nedenle mahkûm edilme olasılığını içten içe biliyorlar ve kendileri, en yakınındakilerin sansürcüsü, yargıcı vb. olarak davranıyor. Açlık, ölümü yanına almış, birlikte işçi ve emekçilerin, insanım diyen herkesin mahallesinde copla, TOMA ile, yargı sistemi ile, basın ile, hapishane ile dolaşıyor.

Her hak arayışında, her “anayasal” hak kullanımında, açık saldırılara maruz kalan insanlar, seyirci konumuna geçiyor, hâlâ direnenleri ancak dıştan anlaşılmamasına özen gösterecek bir gurur ve sevgi ile seyrediyorlar.

Bu seyirci olma hâli, canlı cesetler olma hâlinin bir parçasıdır.

Eylemsizlik, onları, yeni bir ruh hâline sokuyor. Eylemsizlik eylem olunca, can çekiliyor, değerler ve ahlâk siliniyor, taş gibi, cesetler gibi duruyorlar, ama dokununca, anlamsız tepkiler verdikleri zaman canlı oldukları anlaşılan cesetlere dönüşüyor insanlar.

Cop, baskı, yargı, basın, tümü baskı aygıtını ifade eden araçlar olarak etkin kullanılıyorlar. Üzerine, yaşam alanlarına uzanan müdahaleler geliyor. Çocukların ırzına geçen bir egemen sistem, onlara “çocuk kaç yaşında evlenir” gibi tartışmaları dinletiyor. İşkencehanelerde, işkencenin durduğu anlarda, işkence gören insanların çığlıklarını dinler gibi, tüm toplum, bu çürümüşlüğün içinde insanların çığlıklarını dinliyor. Duymaz olana kadar.

Bu egemeninin bunalımıdır ve tüm toplumu sarmaktadır.

Henüz aklî melekelerini tatile gönderememiş insanlar, ağır bir yalnızlık hâlini yaşıyorlar. Sorunlarını, toplumun, sınıfın, ezilenlerin ortak sorunları olarak ortaya koyma yerine, yalnızlık ve çaresizlik içine giriyorlar. Korku, toplumsal mücadeleye katılmalarını engelliyor.

Bir yandan korku, diğer yandan “ne yapacağını” bilmeme hâli, “hiçbir şey değişmez” umutsuzluğunu besliyor. Hareket etmeyen, eylemsiz bu insanlar, her günün akşama dönmesini bekler gibi, yaratılan karanlığa alışmayı, hayatta kalma yolu olarak görüyorlar. Canlı cesetler, böyle ortaya çıkıyor.

Bir toplumsal hastalık hâlidir bu.

Şizofreni, artık tam olarak kitlesel bir toplumsal hastalıktır, neden ve kimden korktuğunu bilmeden korkuyu yaşamak gibi. Saray Rejimi’nin baskı ve sansürü, içselleştiriliyor ve herkes, korkandan korkuyor.

Burjuva muhalefet, muhalefet demeye bin şahit ister hâlde, Saray’ın açık destekçisi gibi, korkan Saray’ı, “daha fazla korkutup” da, daha şiddetli saldırır hâle getirme riskini vaaz ediyor. Burjuva politika adına muhalif olanlar, sanki birer siyasi vaiz gibi davranıyor; sen direnme, sen sesini çıkartma, sen evinde kal, sen dualarına devam et, diyorlar. İşçi ve emekçilere, “sizin hayatınızı korumak için” bu ağır baskı ve zulme dayanmalısınız, diyorlar. İşini kaybedene sabır, açlıktan ölene sabır, işkence görene sabır, öldürülen kadına sabır, ırzına geçilen çocuğa sabır, yurtsuz kalan üniversiteliye sabır, artık camilerden verilince işe yaramıyor, burjuva partilerin hepsi dinî tarikatlar gibi, kendi alanlarının imamı olarak davranıyor.

İşçi ve emekçiler, güzel sözler duymak isteyen, güzel yalanlara ihtiyaç duyan varlıklar gibi ele alınıyor. Yalan, her zaman para eder hesabı, olmadık yalanlarla, onlara “acıları” unutturulmaya çalışılıyor.

İşçi ve emekçiler, baskıya uğrayanı görmesin, duymasın istiyorlar. Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum bilinmesin, Kürt’e atılan kimyasal silah önemsenmesin, Suruç veya Gar katliamları ancak korkutmak gerektiği zaman ve o iş için hatırlansın istiyorlar.

7 Haziran seçimlerini kaybetmiş olan iktidarın meşru olduğu vaaz ediliyor.

Çalınan oylarla “atı alan Üsküdar’ı geçti” söylemine rağmen, Saray Rejimi, Erdoğan’ın başkanlığı meşru ilan ediliyor.

Siyasal yasaklanmalar, yüzlerce belediyenin kayyumla devre dışı bırakılması yokmuş gibi, yasalara uymayan bir iktidar yokmuş gibi, şimdi seçimlerin güvenliği, seçimlere güvenmek gerektiği vaaz ediliyor.

Tolstoy, Canlı Ceset’te, Fedia’nın ağzından şunları söyler:

“Benim doğduğum bir dünyada doğmuş olan bir insan için, seçecek ancak üç olasılık vardır. Ya bir memur olur, para kazanır ve içinde yaşadığımız çirkefi biraz daha artırırız – ki nefret etmişimdir bundan ya da şöyle söyleyeyim, nasıl yapılacağını bilemedim bunun, ama her şeyden önce nefret etmişimdir.” Bu birinci seçecek olası yoldur ona göre; “ya da bu çirkefle savaşılabilir, fakat bunun için bir kahraman olmalı insan, bense hiçbir zaman olamadım.” İkinci seçenek budur ve sanki Tolstoy, Fedia’nın ağzından kendini anlatır gibidir. “Ya da en sonunda ve üçüncü olasılık olarak, unutmaya çalışır, berbat olur yaşamı, içkiye, eğlenceye dalar – işte benim yaptığım da bu, işte yaşamın beni getirdiği yer.”

Gerçekçiliğin yılmaz savunucusu Tolstoy, işte bu üç olasılıktan söz ediyor. Bundan yaklaşık 130 yıldan fazla zaman öncedir.

Bugün de böyle gibidir.

Ya bu çirkefin, bu Saray Rejimi’nin, Tolstoy’un zamanına göre büyümüş, katmerleşmiş ve insanı yok edecek noktaya gelen bu egemenlik ilişkilerinin savunucusu olacaksınız. Bu bir yoldur ve yolcusu da bellidir.

İkincisi, buna karşı savaşmaktır. Tolstoy’a göre, bu kahramanlık ister.

İşte bugünün gençleri, bugünün kadınları, bugünün mücadele eden işçi ve emekçileri, Kürt gerillaları, dünyanın her yerinde direnenler, bu kahramanlardır.

Üçüncü seçenek de var. Tolstoy’un berbat bir yaşam dediği şeye varan, unutmak ve eğlenceye dalmak yolu.

Bugün bu üçüncü yol, tüm medya kanallarınca, egemenler tarafından, dünya ölçeğinde körüklenmektedir ve doğrusu bu yol, kapitalistler için, o alanda yer alan tekeller için oldukça da kârlı bir yola dönüştürülmüştür.

Unutmak, “unutturmak” ile birlikte işlemektedir. Egemen, mücadele etmemek, eyleme geçmemek koşulu ile, bu eğlenceleri, sınırsız seçeneklerde sunmaya başlamıştır. O kadar ki, eğlenirken yürümek, bir yere varmak gibi “eylemleri” de ortadan kaldırıyorlar, evinde seni ve zamanını esir hâle getiriyorlar. Böylece, eylemli insan, zaman ve mekân aracılığı ile eylemden kopartılıyor.

Toplumsal hastalık hâli, bunalım dönemlerinde, çok daha açık hâle geliyor. Madem, eyleme geçmeden önce konuşmak gerekiyor, bunu yok etmeye çalışıyorlar. Konuşmayan, sansüre boyun eğen, onu içselleştiren için, yeni adım, düşünmek ile konuşmak ya da düşünceyi ifade etmek arasındaki bağı koparmak oluyor. Egemen, tüm sistem buraya saldırıyor. Konuşmak yok, ama düşünebilirsin. Dün, konuşabilirsin, ama eylem yok. Şimdi, düşüncelerini açıklamak yasak ama düşünebilirsin noktasındayız. Egemen, sürekli, barikatı bir adım daha ilerletiyor.

Saray Rejimi’ne muhalefet etmekten söz edenler, her gelen saldırı ve yasak karşısında, kitlelere, barikatı bir adım geriye çekmeyi öneriyor. Yasalara bağlı olmadığını her fırsatta deklare eden bir sisteme muhalefet etme adına, seçim yasalarına uygun davranma vaazı öne çıkıyor. İşçi ve emekçilere, sen “alık”sın demenin daha kestirme bir yolu var mı?

Ceset canlılar, böyle oluşuyor.

İnsanı gerçeklikten, toplumsal gerçeklik de dahil, her türlü gerçeklikten kopartma politikası, günlük yaşamı kaplıyor.

Gerçeklikle ilişkisini kesmiş insanların, eylemlerinden de bir şey çıkmaz.

İşçi ve emekçi çoğunluk için, onları toplumsal gerçeklikten kopartma yolu olarak, sadece yalan, sadece boş umutlar pompalanmıyor. Baskı her fırsatta gösteriliyor. Akılları allak bullak edecek bir ideolojik saldırı, yalan buna eşlik ediyor. Bir de bunun üzerine, artan yaşam zorlukları nedeni ile, yaşama olanağı verilirmiş gibi, borçlandırma, sadaka sistemi devreye sokuluyor.

Araştırma şirketleri, asgarî ücrete gelen zam, EYT yasası gibi adımlarla, insanların bir gıdım ekmekle kandırılacağını, seçmenin Saray Rejimi’ne yöneleceğini söylüyor. Oysa hiçbir burjuva muhalefetin, gerçekte Saray Rejimi’nin muhalifi olmadığı gerçeğinin altını çizmiyor. Solculuk adı altında, “seçimleri” ve burjuva muhalefeti bir kurtuluş yolu olarak göstermek, işte tam da buna hizmet etmektir.

Gerçeklikten kopma hâli, insanı gerçekten kaçmaya da getiriyor. Sistemin her patlayan dosyası ile ortaya çıkan cinsel saldırı, taciz olayları, birçok okuryazar tarafından, artık kaale alınmıyor. Ona sorarsanız, aslında o bütün olup biteni biliyor. Ama bildiğini varsaydığı bu gerçekliğe gözlerini kapatıyor. Ateşe konmuş suyun içinde pişirilen kurbağanın alışma öyküsündeki gibi, kendisi de bu durma alışmaktadır.

“Tepki vermeyin” vaazları işte burada işe yaramaktadır. Tepki vermeyen, önce dışından lanet okuyor, yargı ve baskı devreye giriyor, dıştan okunan lanet, artık dost meclislerine sıkışıyor, sonra da kendi kendine lanet okumaya varıyor ve bilmiş okuryazarımız, artık düşünmüyor. Çaresizlik içinde seyirci konumundan, canlı ceset konumuna geçiyor. Böylece, unutmak, yani üçüncü seçenek, bir mecburî seçenek hâline geliyor.

İşte bizim hastalık dediğimiz şey tam da budur.

Gerçeklikten kopmuş kişi, her gün daha fazla “iyi haber”e ihtiyaç duyar. Haberleri seyretmez. Çünkü iyi haber yoktur. Öyle ise, habersiz yaşamayı seçer. İyi habere duyulan bu aşırı ihtiyaç, egemen tarafından karşılanır. Her ne kadar Karadeniz’de gaz çıktı iyi haberleri onları kesmese de, kendilerini ikna edecek bir iyi haber tortusu olarak işe yarardır.

Elbette, egemenin de işi zor. Bunalım onu sarmıştır, bu yüzden korkmaktadır. Bu nedenle de, korkutmaya ara veremez. Yani, “zulmün artsın ki tez gidesin” asla gerçeği yansıtmaz. Egemen, bu baskıyı sürdürdükçe, bizim iyi habere muhtaç kişilerimizin ihtiyaçları daha da fazla artar. Bu durumda, eylemsiz kişiye, “ee, seçim dışında bir yol var mı” sorusu sorulur. Var diyemez, çünkü varsa mücadele etmesi gerekir. Bu durumda, “evet var, başka yol var, iktidarı devirmek, devrim ve sosyalizm” diyen kişi, yakın görünmez. Sanki kendisine saldırıyormuş gibi gelir ona. Çünkü devrim ve sosyalizm yolu, isyan ve direniş yolu, onun da dünyasını altüst edecektir, rahatını bozacaktır.

Yaşamını, “yapacak bir şey yok” kabulüne bağlamış ve böylece rahata ererek, unutma yolları bulmuş kişi, kendisine mücadele yolunu gösterenin karşısına, egemenin TOMA’larını aratmayan zırhlarla çıkar.

Kandırılmaya muhtaç ruh hâli, hastalıklı ruh hâlidir.

Gerçeklikten kopma, yaşamdan kopmadır. Bu durumda, ortaya intihar çıkmamış ise -ki çıkması enderdir, cesaret ister-, geriye içki maslarında kendini unutmak kalmaktadır. Ahh bunların en büyük duası “Allah’ım bu aklımı al” olmalıdır, ama onun da işe yaramayacağını bilirler. Akıllarından bir kurtulabilseler, işte o zaman tam bir canlı ceset olmayı başaracaklar.

Toplumsal hastalık diyoruz buna. Bunalımın kendini egemen sınıflar dışında, tüm toplumda ortaya koyma hâllerindendir.

Acaba, tüm toplumu saran bir toplumsal alzheimer hâli var mıdır? Bir çeşit hafıza kaybı diyelim. Sanırım vardır ve yaşanmaktadır. Galiba, en çok, en yakın olanı unutuyorlar ve anıları ile yaşıyorlar. O anılar, onları coşkun hâle getiriyor bazan, ama bu kısa sürüyor. Dünü unutuyorlar. Mesela bu ülkenin hiçbir zaman laik olmadığını hatırlamıyorlar, mesela bu ülkenin hiçbir zaman sosyal bir hukuk devleti olmadığını unutuyorlar. Egemenler, iktidarlar, Saray, onlara, şu ilde havalimanı yoktu, bizden önce elektrik yoktu dediklerinde, “aa bu doğru mu” diye düşünüyorlar. Bu toplumsal alzheimer hâli, egemenleri cesaretlendiriyor. Hazır beyinler silinmiş ve korku saldırılarla egemen kılınmış iken, boşalan beyinlere yeni bilgileri, gerçeklik olarak sokuyorlar.

Bireysel alzheimerden farklı olarak toplumsal alzheimer hâlinde, yeni “gerçeklerin” beyne yerleştirilmesi mümkün oluyor. Yumuşamış, fırından yeni çıkmış, kabuksuz muhallebi hâlini almış beyinlere, “gerçek” şırınga etmek nispeten kolaylaşıyor.

Duya duya, bir yalanı gerçek sanma hâli işe yarıyor. Nasılsa eylemsizdir ve nasılsa düşünme yetilerini ifade etmeye, unutmaya başlamıştır. Şimdi ona bir kere olsun, baskı ile, hile ile yeni “gerçeği” haykırtma işi devreye sokulabilir. Bu seslenmiş “yeni gerçek”, onun inanması için, bir kanıt olacaktır, çünkü ne de olsa ses maddi bir şeydir.

Devletin, Saray’ın her konuda yalan söylediğini bilenler, bakkaldaki enflasyon ile TÜİK’in rakamları arasındaki farkı bile bile, duyduğuna inanmaya başlar. Sonra da, geriye, anlamını yitirmiş, ölçme değeri kalmamış bir rakamla, yeni asgarî ücret açıklandığında, buna inanmak kalmaktadır.

Uzmanlar, sendikalar, “TÜİK’in rakamlarına göre bile enflasyon” diye başlayan cümlelerle itiraz etmektedirler. Böylece, istensin istenmesin TÜİK yeniden bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir olmaktadır. Saray’ın ya da Erdoğan’ın sözleri üzerinden muhalefet yapmaya kalkmaktadırlar.

Oysa sokaklar şuradadır.

Açıktır ve sokaklar gerçeği ortaya koymanın bir yoludur.

Sokağa, ister korkusundan, ister akılsızlığından çıkmayan, gerçekte, Saray Rejimi’nin destekçisi, direnenlerin ise karşısında bir engel hâline gelmektedir. Böylece egemen, süren sınıf savaşımında, bir adım ileriye barikatını taşımayı başarmış olmaktadır. Bu savunma da değildir, bu muhalif olmak da değildir.

Peki ya ikinci seçenek? Tolstoy’un, büyük gerçekçi yazarın ortaya koyduğu, bu çirkefliğe karşı savaşmak yolu, bu yol yok mu oldu?

Hayır, elbette yok olmadı. SSCB’nin çözülüşü ile, dünya proletaryası, büyük bir mevzi kaybetti. Sosyalizm, bir çözüm olmaktan, bundan 30 yıl önce çıkmış oldu. Egemenler, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve sonu gelmekte olan kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için, Batı hegemonyasını sonsuz kılmak için kollarını sıvadılar. İşçi sınıfının ideolojisine saldırdılar. Gerçeğin üzerini, yalanlarla örttüler. Tüm eksiklerine rağmen, bizim tarihimizdir sosyalizmin her ülkedeki deneyimi. Bunu unutturarak ayakta kalmaya çalıştılar.

30 yıl sonra bugün, dünya, yeniden, büyük olaylara gebedir.

Derler ki, büyük kişiler, büyük olayları yaratmaz, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişiler yaratırlar. Kahramanlık için de bu geçerlidir.

Tolstoy, “ben kahraman değilim” dedirtiyor kahramanına.

6 yaşında bir çocuğun tarikat şeyhi tarafından, babası tarafından, müstakbel şeyhe sunulması olayı patladığında -ki çocuk-kadın, bunun için defalarca deneme yapmış, ama sistemi delememiştir- Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bir öğretim üyesi, bir alıntı metni alıp, bunun üzerinde konuşmak isteyince, okuldan atılmıştır. Onu okuldan atan irade, elbette ki Saray Rejimi’dir ve bu “pisliği” yaratanların baş koruyucusudur. Tarikat üyeleri, atılan bu öğretim üyesini protesto etmek için, bir irade tarafından Yıldız kampüsünün önüne yığılmıştır. İşte o anda, Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencileri, kitlesel bir protesto ile, devreye girmiştir. İşte kahramanlar böyle çıkarlar.

Demek, “o kahramanlar, atlarına binip gittiler” sözü eksiktir. O kahramanlar, kahramanlara ihtiyaç duyuluyorsa -keşke duyulmasaydı-, geri gelirler.

Önümüzdeki yıllar, on yıllar, bu kahramanların ortaya çıktığı yıllar olacaktır. Kürdistan dağlarında, her gün bitirdik denilen gerillaların soyu, kapitalizm var oldukça, sömürü var oldukça tükenmeyecektir.

Bu, sınıfların savaşımıdır.

Bu, bizim aklımızın ürünü bir çelişkiden gelmiyor. Yaşamın içinden geliyor. İnsanın insanı köle yaptığı andan başlar bu çelişki ve insanın insan tarafından sömürüldüğü, insan emeğinin bir önceki döneminin ürünü olan ve toplumun malı olan üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü toplumlar var oldukça sürecektir bu kavga. Bu, sınıf savaşımıdır.

Bu savaşımın sonu, sınıfların ortadan kalkması ile gelir. Bunun yolu da, varlığı başka bir sınıfın varlığına dayanmayan tek sınıf olan, işçi sınıfının sosyalizmi zafere ulaştırmasından geçer.

Bu yolda, kahramanlar, mücadelenin yol açıcıları, var olacaktır.

Kahramanlık çağı bitmedi.

O güzel atlılar, o güzel atları ile gitmediler. Atlarından indiler, yeniden o atların üzerine, şehrin meydanlarına doğru, milyonlarla birlikte, yıkıp yakarak gelecekler.

Bu her şeyin yerinden oynadığı toplumsal koşulları, yerine oturtmak için, altüst olana kadar işlerini yapacaklar.

Bu çürüme, bu çürümüşlük kokusu, bir devrimin tarihsel zamanının işaretidir. Bizim işimiz değil, yerinden oynamış her şeyi dert etmek. Varsın daha da yerinden oynasın her şey. Bu gelmekte olan toplumsal depremin habercisidir. Ve her şeyin yerinden oynaması, düzenin yıkılması için zamanın yaklaştığının işaretidir.

 

“Hastalar,

kardeşlerim

iyileşeceksiniz.

Ağrılar sızılar dinecek.

Yumuşak, ılık

bir yaz akşamı gibi inecek

ağır, yeşil dalların ardından rahatlık.

 

Hastalar, kardeşlerim,

biraz sabır, biraz inat.

Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat.”

 

Nâzım böyle söylüyor.

İyileşmek, elbette büyük toplumsal hastalıkların sonu anlamında ise, bunun yolu, bugünden eyleme geçmektir.

Düşünce söze ve yazıya dökülmediğinde, ifadeye dönmediğinde bir işe yaramaz. Yazı, söz, eyleme dönmediğinde, davranışa, pratiğe dönüşmediğinde bir çeşit çürümeyi devam ettirir, hastalıklı hâli sürdürür.

Bu nedenle, eylem, ayakların, ellerin devreye girmesi, asıl sorundur.

Hastaların, temiz havaya ihtiyacı vardır.

Bu temiz hava, direnişlerde vardır. Direnişin havasını solumayan, gençlerin direniş ve eylemlerinin yanına sokulmayan, onların havasından almayan, kadınların eylemleri ile öğrenmeyen, iyileşemez.

Hastalıkla mücadele, temiz hava kadar moral gerektirir. Moral, eylemli insanda olur. Oturup içerek, yaşamı ve zamanı tüketerek, mekânı daraltarak, moral bulunamaz. Moral, değerlerden gelir. Değerler, kavganın ortasında yaşar. Kavgadan uzak duran, kendini de kurtaramaz. Ancak bu toplumsal mücadeleye girenlerin savunacak değerleri olabilir.

Mücadele eden için, direnen için, akıl kurtulunması gereken bir şey değil, yol göstericidir. Aklımızı ancak, kavganın içinde dost yapabiliriz.

Herkesi, hepimizi etkileyen bu toplumsal hastalıklı hâl, bu umumî hâlsizlik hâli, ancak eylemle, aklın açılması ile, ellerin işlemesi ile, ayakların paslarının sürtünerek dökülmesi ile, ter dökülmesi ile yok edilebilir.

Kurtarıcı, dışarıdan gelmez. Mücadelenin içinden çıkar. O kahramanlar, bugünün direnişçileri arasından çıkar. Bir daha kahramanlara, kurtarıcı arayışlarına ihtiyaç duyulmama hâli, ancak ve ancak devrimci mücadelenin, sosyalizmin zaferi ile mümkündür. o

Devrimci örgütlenme ve direniş hattı

Biliniyor, Saray Rejimi, halk düşmanıdır. Hani lafın gelişi halk düşmanı değil, gerçek anlamı ile halk düşmanıdır.

İşçi düşmanıdır. Patronlara kızıp, “bizim sayemizde grev yok, grevleri erteliyoruz” diye çıkışmasını, bu işçi düşmanlığının itirafı olarak ele alın lütfen.

Emekçinin düşmanıdır, hem öyle dünden beri değil, en başından beri. Efendileri ABD’li uzmanlarca seçilmiş olduğundan beri. “Ananı al git” diyen bir dil, zaten bu emekçi düşmanlığının en somut kanıtıdır.

Genç düşmanıdır. Gençlere dönük, “sigara, kitap, tiyatro kötülüklerin anasıdır” gibi nutuklar atan, “dindar ve kindar” bir nesil yetiştirmekten söz eden, Suruç katliamının sahipleri olan bu Saray erkânı, bu Saray Rejimi, gençliğin düşmanıdır.

Kadın düşmanıdırlar. Bunun için “bir kereden bir şey olmaz” diyorlar. Bunun için, kadınların mücadelesine karşı fetvalar veriyorlar, bunun için “kadın gülmez” diye konuşabiliyorlar.

Çocuk düşmanıdırlar. Her çocuğa cinsel obje olarak bakacak kadar aşağılık, insanlıktan nasibini almamış, hasta ruhluları korumak için bunca çaba harcamalarının nedeni budur.

İktidar, Saray Rejimi, tekellerin, onların arkasındaki güç olan emperyalist efendilerin, NATO’nun, Batı emperyalizminin uzantısıdır. Ve bu, zaten halk düşmanı olmak demektir.

Her türlü ilerici düşüncenin, bilimin, insanın düşünmesinin, insan düşüncesinin ifade edilmesinin, insanın özgürlük eylem ve arayışının, her türlü hak arayışının bizzat karşısındadırlar. Halk düşmanı olmak budur.

“Affedersin Ermeni” diyen bir dil, gerçekte, bu topraklarda yaşayan tüm halklara, tüm zenginliklere düşmandır. ABD emperyalizminin kendini kâhya olarak atadığı çiftliğin tüm “yerli”lerine düşmandırlar. Kâhyalık yaptıkları için, ne insan, ne toprak onların umurunda değildir, onların tek derdi, çoban köpeği gibi efendisinden aferin almak, yemek zamanı daha fazla kemik alabilmektir. Halkla hiçbir ilişkileri yoktur.

Paradan, güçten başka hiçbir şeyi sevmezler. Sevmeyi, para sevmek olarak bilir, öyle tanırlar. Halk düşmanıdırlar.

Her hak arama eyleminin karşısında birer katil olarak yer alırlar.

Çorlu’da tren kazasında oğlunu kaybeden kadın, kazanın mahkemesinden ilk ceza alan kişi olmuştur. İşte hukukları budur. Bu, iç savaş hukukudur. Bu, hukuku bir silah olarak kullanmaktır. Bu, söylendiği gibi, hukuku ayaklar altına almak değildir; bu işçi ve emekçileri ezme girişimidir, onları bastırma hamlesidir.

İşte bu nedenle, Saray’ın, TC devletinin yasaları, artık işçi ve emekçiler için bir anlam ifade etmiyor. Kendileri o yasalara uymayanlar, halkı yasalara uymaya davet edemezler.

Madem, artık yasa yok, madem artık herkes kendi yasasını koyacak, öyle ise, bizim yasalarımız da, sokakta, direnişlerde, barikatlarda, savaş meydanlarında ortaya konacaktır.

Saray Rejimi, her grevi yasaklıyor.

Cumhurbaşkanı, bir KHK yayınlıyor ve grevler yasaklanıyor.

Cumhurbaşkanı, kendisi meşru değildir.

1- Seçilmemiştir, daha az oy aldığı hâlde, hile ile sonuç açıklanmış ve “atı alan Üsküdar’ı geçti” açıklaması ile, bu durumu bizzat itiraf etmiştir. Meşru bir cumhurbaşkanı değildir.

2- Cumhurbaşkanlığı sistemi, hile ile geçirilmiştir ve Cumhurbaşkanı’nın bu yetkileri meşru değildir.

3- Cumhurbaşkanı olmak için konmuş olan 4 yıllık üniversite mezunu olma şartı Erdoğan’da yoktur. Bu açıdan da meşru değildir. Bu vesile ile, hazır İmamoğlu’nun eli değmiş ve eski belgeleri, İBB belgelerini açıklıyor, zahmet olacak, Cumhurbaşkanı’nın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemki diplomasını dosyadan çıkartıp açıklasın.

4- Erdoğan saralıdır, sara hastasıdır. Bu bir suç değil. Bir hastalıktır ve yasalara göre, talip olacağı iş alanları bellidir ya da talip olamayacakları bellidir. Bu açıdan da meşru değildir.

Şimdi, bu Cumhurbaşkanı, Saray Rejimi’nin başı, “grev erteleme” kararı verecek ve işçiler buna uyacak, öyle mi?

Altına Cumhurbaşkanı’nın imzası oturtulmuş bir kâğıt parçası, grevleri ertelemek, işçi haklarını gasbetmek, her türlü hak gasbına araç olmak, işçi direnişlerine, öğrenci direnişlerine, kadın direnişlerine saldırmak için kullanılmak üzere ortaya atılacaksa, bize düşen, devrimci işçilere düşen, direnişçilere düşen görev, ilkin o kâğıt parçasını yırtıp atmaktır.

İşte, metal işçisi, ocak ayında, 2023’e girerken, Cumhurbaşkanı’nın her zaman yaptığı gibi, grevi “ülke güvenliği” gerekçesi ile ertelemek üzere yayınladığı KHK’yi, yırtıp atmıştır.

Endişe edecek bir şey yok.

O kâğıt parçası yırtılıp atılmalıdır.

İşçiler haklarını alamıyorlarsa, Sabancı’nın ya da başkasının fabrikasında daha ağır sömürü ve çalışma şartlarına mahkûm ediliyorlarsa, eninde sonunda o kararnameleri, o kâğıt parçalarını yırtıp atacaklardır.

Doğru tutum da budur.

Haydi, İmamoğlu, haydi herkesi evinde tutmak için “devlet” adamlığı yapan Kılıçdaroğlu, hadi, açıklayın, Erdoğan’ın İBB’deki dosyasındakileri açıklayın. Açıklayın ki, herkes bilsin; Cumhurbaşkanı meşru değildir. Bu ülkenin son 20 yılında yönetici olan, egemenlerin, emperyalist efendiler ve onların yerli ortakları olan tekellerin, parababalarının hizmetçi olarak seçtikleri, kendine asrın lideri diyen Erdoğan’ın aslında tüm döneminin “yasal” olmadığı ortaya çıksın.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler; mesele son derece açıktır. Saray Rejimi, halk düşmanıdır ve burjuva muhalefet, CHP’si ile, İYİ Parti’si ile, bu devletin bekçiliği adına Saray Rejimi’nin birer uzantısıdır.

Mesele halk, mesele haklar, mesele işçi ve emekçilerin yaşamları, mesele kadın ve gençlerin talepleri olduğu zaman, tümü devletçi, tümü sermayenin sesi olmaya başlıyor.

Biri Saray’dan saldırıyor. Ağızlarından salyalar akıyor. Ellerinde copları, tankları, TOMA’ları, işkence aletleri, medyaları, yasaları, çeteleri, mafyaları, yargıçları, hepsi birlikte saldırıyorlar. İşçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri, direnen herkesi korkutmak istiyorlar. Onların yetersiz kaldığı yerde, devreye CHP’si vb. giriyor. Hepsi birlikte, “sakın eylem yapmayın olağanüstü hâl gelir”, “sakın sokağa çıkmayın çünkü iç savaşa hazırlanıyorlar” diyor. Böylece, Saray’ın şiddetinin etkisini yitirdiği yerde, bunlar Saray adına, TC devleti adına korku salmaya başlıyorlar. Bunlar yetmezse, Diyanet İşleri fetvalar veriyor; “işçi ölümleri fıtrattandır” ya da “%10 her halifenin hakkıdır” vb. Hepsi birlikte, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin karşısındadır.

Hepsi birlikte, karanlığın bekçileridir.

Hepsi birlikte, ölümün, yobazlığın, çürümüşlüğün, insanın insana kulluğunun temsilcileridir.

Hepsi birlikte, halk düşmanıdırlar.

Ve işçilerin, emekçilerin yolu açık ve nettir.

Aklımızı açık, berrak tutmalıyız. Gerçekler son derece açıktır. Öyle solcu sıfatı ile karşımıza çıkıp da, bizi yasalara uymaya çağıranlar, bizi evimizde durmaya çağıranlar, bize seçim gününü bekletmeye çalışanlar, aklımızı karıştırmamalıdır.

Mesele nettir.

Ya Saray’ın, kendisi meşru olmayan bir sistemin, bir Cumhurbaşkanı’nın kararnamelerine boyun eğip, kös kös haklarımızın gasbedilmesine, açlığa, sefalete, işsizliğe razı olacağız ya da ayağa kalkacağız ve o grev yasaklayan KHK’leri yırtıp atacağız.

Bugün, ülkede, tüm işçilerin, memurların, kadınların, erkeklerin, gençlerin katılacağı bir genel grev, Saray Rejimi’ni birkaç haftada alaşağı eder. Bunun hayalini kurmadan, bunu hayata geçirmek mümkün olmaz. Hepsi budur. Bunun için, hiçbir şeyi beklemeye gerek yoktur.

Bu genel grevi, gerçekten bir genel grev olarak örgütlemek için, işçi sınıfının devrimci birliği sağlanmış olmalıdır. Bunun yolu, örgütlenmedir.

İşçi sınıfının yolu, örgütlenme ve direniş yoludur.

İşçi sınıfının yolu, egemenleri yıkacak devrimci sosyalizm yoludur.

Bunun olanakları vardır.

Birleşik Emek Cephesi’nin örgütlenmesi, bugün, zarurî ve acil bir görevdir. Elbette acil olması, acele ile yapılabilecek olması demek değildir.

İşçiler, ezilenler, kadınlar, halklar, gençler, en çok kendi mücadelelerinden öğrenirler. Mücadele etmeyen, direnişe geçmeyen öğrenmeye de açık olmaz. Sistemle hesaplaşma, en küçük eylemlerle başlar. Bu nedenle, en küçük eylem, bizim için bir öğretmendir. Her eylemden öğrenmesini bilecek bir örgütlülüğe ihtiyaç vardır.

Devrimler tarihi gösteriyor ki, devrimciler, öncüler, yola ilk koyulanlar, her zaman az sayıda olurlar. Geniş kitleler, sonrasında mücadeleye katılırlar.

Bunun için, her direniş bir öğretmen olacaktır.

Direniş ve örgütlenme yolu, günlük pratiğe de bağlıdır. Bu nedenle, Saray Rejimi’ne karşı her türlü mücadeleyi desteklemek, her türlü direnişin yanında olmak, büyük bir değerdir.

Saray’dan, seçimden vb. umutlara kapılıp beklemek, en büyük hata, devrime ihanet olur. Tersine, bugünden başlayarak, adım adım, yaşamı savunacak direnişleri geliştirmek, örmek gereklidir. Zaten, Gezi’den bu yana, bu süreç sürmektedir. Tüm baskılara rağmen, tüm örgütsüzlüğe rağmen, işçi sınıfının, emek cephesinin tüm zaaflarına rağmen, mücadele sürmektedir, direnişler yayılmakta, gelişmektedir.

Mesele, bu direniş hattına, bu mücadeleye yön vermek, devrimci bir karakter kazandırmaktır.

Mesele, direniş hattını, daha örgütlü hâle getirmektedir.

Mesele işçi sınıfının çıkarlarını, her şart altında savunabilecek bir bilinç ve örgütlenme yaratmaktadır.

Mesele, gelişmekte olan devrimi görmekte ve onu geliştirecek iradeyi ortaya koymaktadır.

Devrim köstebeği, yerin altını kazmaktadır. Bunda şüphe yoktur. Bu tarihin akışıdır, bu sınıf savaşımının gerçeğidir.

Mesele, büyük depreme hazırlanmaktadır.

Mesele, genel grevi, genel direnişi örgütlemeyi kafaya takmaktadır.

Mesele, Birleşik Emek Cephesi’ni, ilmek ilmek, adım adım örmektedir.

Yasaklamalar, suikastler… Seçim her şeyi çözer mi?

Seçimlerin normal tarihi 18 Haziran 2023 olmalı. Ama iki yıldır, herkes, en çok da burjuva muhalefet, bugün altılı masa olan, dün CHP ve İYİ Parti olan burjuva muhalefet, seçimlerin erken yapılacağını söylüyor. Erken seçim, giderek “erken baskın seçim” hâline geldi. Zaman daraldıkça, seçimin erken olması hâlinin bir baskın seçimle mümkün olduğu fikri yayılmaya başlandı. Nisan 2022’de seçim yasası değiştirildi. Değişen yeni seçim yasası ile bir seçim yapılması için, seçimin 6 Nisan’dan sonra yapılması gerektiği fikri, şu günlerde modadır. Hem erken seçim olacak hem de 6 Nisan’dan sonra olacak. İşte size denklem.

Biz ise, en başından beri, birincisi, seçimin yapılıp yapılmayacağının belli olmadığını, ikincisi devletin, egemenlerinin esas amacının Saray Rejimi’ni güçlendirmek olduğunu, üçüncüsü ise bir seçime karar verecek ise Saray ya da Erdoğan, bunun ancak ABD emri ile olabileceğini söylüyoruz. Yani, bu ülke bir sömürgedir diyoruz ve akıllarda tutulmasının faydalı olduğunu, “sömürge değiliz” diyerek sömürge olmaktan kurtulmanın mümkün olmadığını, bunun herkesçe bilinen bir gerçek olduğunu söylüyoruz.

2022 yılının yaz ayları geride kalınca, bu kez, seçim olur ama 7 Haziran-1 Kasım gibi bir süreç işletilir, denilmeye başlandı.

Biz o günlerde de, baskı ve şiddet gelecektir elbette, ama 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi değil, yasaklamalar, parti kapatmalar, siyasal yasaklı insanlar (Barlas 150 kişi siyasal yasaklı olmalı anlamında yazmıştı), suikastlar devreye girer diyorduk.

Elbette, bizimkisi de tahmin. Ama bunun belli başlı, kimse için de bilinmez olmayan dayanakları var.

Mesele Saray Rejimi denilen şeyi kavramakla ilgilidir. Saray Rejimi, TC devletinin, tekelci polis devletinin, olağanüstü örgütlenmesidir. Bu nedenle, Saray Rejimi’ni “olağan” bir rejim olarak görüp, “sokağa çıkmayın, yoksa olağanüstü hâl ilan ederler” demek, çocukluk, ahmaklık değil ise, ya körlüktür ya da Saray’ın hizmetçisi olmak demektir.

Saray’ın hizmetçileri türlü türlüdür. Mesela Mehmet Uçum, hem ulufe alan bir hizmetlidir hem de başka istihbaratlara da çalışır. Saray, bu gibi tiplerle doludur. Ama bir de, Saray’a doğrudan çalışmayan, ama devleti korumak adı altında başka kurumlar aracılığı ile Saray’ın emrinde olanlar vardır. Görünüşte muhalif, ama Saray’ın emrinde olmak gibi. Saray Rejimi’ni, eğer siz tek kişi diktatörlüğü diye tanımlarsanız, onu anlamamış olursunuz. Bu durumda, Saray Rejimi kötü, gitsin ama devletimiz iyi, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ve onun bekası için, Saray’a karşı muhalefeti devleti incitmeyecek tarzda yapmak gerekir dersiniz. İşte size burjuva muhalefetin, CHP’nin, Kılıçdaroğlu’nun düşünüş tarzı.

İnce’ye gençler soruyor; o akşam neden kayboldunuz, sesiniz çıkmadı, daha sonuçlar ortada yokken “kaybettim” dediniz? İnce, eğer bunu yapmamış olsaydım, CHP mahvolurdu, diyor. Ne güzel, CHP’yi kurtarmak için bunu yapmış ama şimdi CHP’li değil. Belli ki, kendini kurtarmak için yaptı ve belli ki devletten bu emri aldı. Yani, karşımızda duran Erdoğan, aslında “atı alan Üsküdar’ı geçti” ikrarında olduğu gibi seçimi kazanmamıştır, gasbetmiştir ve meşru bir cumhurbaşkanı değildir.

Öyle ise, burjuva muhalefetin, bu gasbedişe karşı durup, devleti kurtarmak akıllarına gelmedi mi? Şimdi, Saray Rejimi’ne karşı, kitleler, Kürtler, işçiler, kadınlar, gençler sokaklara çıkmasın, devlet zarar görmesin diye bu denli telâş ediyorlar.

Demek, burjuva muhalefet için de konu açıktır: Eğer işçiler, halklar sokağa çıkarsa, tehdit var, devlet kurtarılmalı, ama eğer siyasal İslam, eğer HÜDA PAR, eğer tarikatlar, eğer Erdoğan vb. devleti ele geçirirse, bu tehdit sayılmaz, egemen sınıfın içinde güç değişimi olur. Kılıçdaroğlu ve onun gibi düşünenler, diyorlar ki, “Bay Erdoğan yeter, şimdi devret bu iktidarı.” Onların sorunu, bu devir işinde Erdoğan’ın yasalara uymaması. Bu nedenle ona “tek kişi diktatörlüğü” diyorlar. Saray Rejimi, işçileri, gazetecileri, Kürtleri, öğrencileri, kadınları katlederken, hapse atarken, yasalara uymuyor olabilir. Bunda sorun yok. Ama seçim sistemi içinde değişim konusundaki yasalara uymazsa, işte o zaman ayıp eder.

İşte bu “ayıp etmek” gibi kibar dili kullananlar, ırzına geçilen çocukların karşısına geçip, “size ayıp ettiler” desinler, cinayethanelere çevrilen işyerlerine gidip işçilere, “size ayıp ediyorlar” desinler. Tren kazasında çocuğunu kaybeden ve davayı takip eden, bu nedenle coplanan anneye gidip, “size ayıp ettiler” desinler. Cumartesi Annelerine, “size ayıp ettiler” desinler. Katledilen Kürt halkının karşısına geçip, “size ayıp ettiler” desinler.

Ne kadar kibar okuryazar takımımız var! Bin kere maşallah.

Burjuva muhalefet için mesele, devletin kurtarılmasıdır. Çünkü, devlet, Saray Rejimi biçiminde bir olağanüstü örgütlenmeye geçmiş olduğu hâlde, devlet çözülmektedir. Bu çözülüş, TC devletinin bir devrimle yıkılması olanağını yaratmaktadır. Bu nedenle, Gezi’den sadece Erdoğan değil, Kılıçdaroğlu da korkmuştur. Şimdi, buna önlem almak istiyorlar ve Gezi Direnişi’ni kendilerine uygun tanımlıyorlar.

Önce, Gezi’dekilerin hepsi terörist değil ki, diyorlardı. Ama şimdi, kendilerine de terörist denilmeye başlanmıştır. Bu durumda, Gezi’deki terörist sayısı azalmış olmalıdır. İşte size CHP mantığı. Bu mantık, aslında halka yalan söylemektedir. “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” demekten geri durmamaları bundandır. Ortada ne demokratik, ne laik, ne sosyal, ne de hukuk devleti vardır. Dahası, tarihi boyunca TC devleti, hiçbir zaman demokratik, laik, sosyal bir devlet olmamıştır. Kendi hukukuna uymak “hukuk devleti” olmak ise, bunun geçerli olduğu dönemler olmuştur. Ama tarihi boyunca ne sosyal bir devlet olmuştur, ne laik bir devlet olmuştur. Bunu sürekli olarak tekrarlamak, sürekli olarak “biz demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletiyiz” demek, eğer kırk kere söylenirse gerçek olur gibi bir anlayışın ürünü değil ise, halkı kandırmak, halka yalan söylemektir.

Kısacası, mesele Saray Rejimi denilen şeyi anlamakla ilgilidir.

Bu bir Erdoğan diktatörlüğü değildir. Tersine, Erdoğan, eften püften konular dışında bir karar gücüne bile sahip mi, sorulmalıdır? Kararları Erdoğan’ın açıklaması ayrı bir şeydir, onun karar alıcı olması ayrı. Efendiler, ABD, AB, İngiltere, kısacası Batı emperyalizmi, Türkiye’nin ortaklaşa sahipleridirler. TC devleti bir ortaklaşa sömürgedir. Ve Saray Rejimi’nin kuruluşu, Erdoğan’ın işi değildir. Tersine, efendilerin, NATO’nun işidir, ABD’nin işidir. Saray Rejimi, ülkenin olağanüstü tarzda yönetilmesi demektir. Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş demektir. Saray Rejimi, bölgede ABD adına tetikçilik görevini kabul etmek demektir. Efendiler, içinde bulundukları emperyalist paylaşım savaşımı nedeni ile, artık ülkemizde daha direkt bir uygulama merkezi kurmak istediler. Bu da Saray Rejimi’dir. Öyle detaylarla uğraşmak yok. Yasa ne diyor diye bakmaya gerek yok. Savaş koşullarına uygun tutum alınacak. Çok gerekli olursa yasa, işler yapılacak, arkasından gelecek. Soylu, bu sözleri, inşaat yıkıp yapmak için bile kullanıyor.

Saray Rejimi, elbette, rant, yağma ve savaş ekonomisi de demektir. Ekonomik politikası budur. Öyle, zamlara, öyle beşli çetelere dayalı bir tarif, Saray Rejimi’ni aklama işi bile görür. Tüm bankalar, tüm tekeller, tüm yabancı sermaye ile ortak firmalar kârlarına kâr katmışlardır, katmaktadırlar. Elbette bu rant, yağma ve savaş ekonomisinden, Erdoğan ailesine de bir şey düşecektir. Efendiler buna elbette göz yumacaktır. Ve elbette Erdoğan, daha fazlasını alabilmek için, çeteler organize edecektir, tarikat çeteleri, enerji çeteleri, uyuşturucu çeteleri, inşaat çeteleri vb. olmadan, sadece yüzde on ile yaşamak, sultanlar sultanı, her şeyin reisi Erdoğan’a yakışmaz. Koskoca ekonomist, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, yaratanın tüm sıfatlarını taşıyan adam, bu kadarını da hak eder.

Hem sonra, kadrosu da buna uygundur. Saray, “liyakat sistemini yıktı” diyor gözyaşları içinde Kılıçdaroğlu. Oysa doğru değil. Saray, tam da kendine uygun bir liyakat sistemi kurdu; hırsız olacak ve bunu istediği görüntü altında yapabilecek. Şeytana pabucunu ters giydirebilecek ve Allah’ın cebinden peygamberi çalmayı öğrenmeye yatkın kişiler, kadrolar aradılar. İşte tam da liyakat budur, değil mi?

Tüm bunları Saray Rejimi’ni biraz daha farklı bir yolla tekrar anlatmak için yazdık. Şimdi, konumuza dönelim.

Deniyor ki;

1-

18 Haziran’dan önce seçim olmalıdır. Neden? Çünkü olmazsa, Erdoğan aday olamaz. Neye göre? Yasaya göre. Peki o yasaya göre, 28 Mayıs’ta seçim olursa aday olabilir mi? Kimine göre evet, kimine göre hayır. Yasa diyor ki, iki kere olabilir. Burada üçüncüsü olmuş olmuyor mu? Şöyle yanıtlıyorlar, “olmuyor çünkü 5 yıllık dönem bitmiyor.” Peki bu durumda, 2028’de nisan ayında, erken seçim yaparsa, o zaman da 5 yıllık dönemi doldurmamış mı oluyor? Yok artık diyorlar. Yok artık ama, mantık bunu söylüyor. Oysa yasa, iki kere seçilebilir diyor ve iki kere seçilmiş oldu.

Tamam ama, zaten biz muhalefet olarak Erdoğan’ı sandıkta yenmek istiyoruz. Vay be, ne özgüven! Rakibi yenmek için, yasaları bir yana bırakalım. Ne centilmenlik! Peki ama, o zaman niye yasa yaptınız?

Neyse.

2-

Seçim 6 Nisan’dan sonra olmalıdır. Çünkü, 6 Nisan 2022’de yeni seçim kanunu yürürlüğe girmiştir. Saray, bu yeni seçim kanunu ile seçim yapmak istiyor. Çünkü bu yeni yasa, anti-demokratik, Anayasa’ya aykırı ama Saray için avantajlı. Bu nedenle, seçim 6 Nisan’dan sonra, yani yasanın dediğine göre, yürürlüğü yayınlanmasından 1 yıl sonra başlıyor.

Bu da güzel değil mi?

Seçim yasasının yürürlüğe girmesi konusunda “yasalara uyması” beklenen Saray, seçilme meselesi konusunda yasalara uymak istemiyor. Erdoğan’ın, hem yasalara uyacağını hem de uymayacağını kabul ediyorlar.

Acaba, Kılıçdaroğlu, Erdoğan ile gizli pazarlık mı yapmış, tekrar aday olmasına hayır demeyecekler? Yoksa bu, Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman görüştüm dediği devletin telkini midir? Devlet, Kılıçdaroğlu’na diyor ki, yeniden seçilme meselesine hayır deme, Erdoğan’ı kızdırma. İyi ama bu durumda devlet, o sevmediği, artık gitsin dediği Erdoğan’ı neden aday yapıyor ki? Bu büyük incelik anlamına geliyor ama saygı duyulası bir incelikten çok, komik kaçıyor.

3-

Bu durumda seçim, 6 Nisan’dan sonra, 18 Haziran’dan önce olacak. Fakat arada da ramazan var ve ramazan bayramı 23 Nisan’da bitiyor. Demek, 30 Nisan, en erken seçim tarihi oluyor.

Fakat, eğer yasalara bakmak bu denli hoş ise, bu denli yasalar önemli ise, seçimin ilanı diye bir şey olmalıdır. Mesela 90 gün önceden seçim süreci başlıyorsa, bu durumda 30 Ocak’ta seçim ilan edilmelidir, 60 gün önceden süreç başlıyorsa, demek ki 28 Şubat’ta seçim ilan edilmelidir. Yine de niye bu kadar bekliyorlar, sıkıntıları ne?

Varsayalım ki, ilan edildi, demek tarih belli oldu demektir. Varsayalım ki, 30 Ocak’ta ilan edilmedi, demek başka bir haftayı bekleyeceğiz.

Seçim eğer, seçim ilanı ile başlarsa, sadece seçim günü demek değilse, 30 Ocak ya da 15 Şubat’ta ilan edilecek seçim, hangi yasaya göre yapılacak? Çünkü 6 Nisan 2022’de çıkan yasa, ancak 6 Nisan 2023’te yürürlüğe girecek. Seçim bölgeleri vb. hangi yasaya göre belirlenecek; şimdi yürürlükte olan ve 5 Nisan 2023’e kadar geçerli olacak yasaya göre mi, yoksa 6 Nisan sonrası yürürlüğe girecek yasaya göre mi?

Eğer, 6 Nisan 2023’te yürürlüğe girecek yasaya göre seçim yapılacaksa, seçim günü ilandan 90 gün sonra olabiliyorsa, demek ki, seçim 6 Temmuz’da yapılabilir. Bu durumda da, bir 15 gün, süresi dolmuş bir başkan, cumhurbaşkanı, bir reis ile idare ederiz. Zaten, kendisi seçilmemiştir, atı alan Üsküdar’ı geçti ile oraya oturmuştur, diplomalı değildir ve sara hastasıdır. Yani zaten seçilmemiş birinin, orada 15 gün daha oturması sorun olmaz diyebilirsiniz.

Yasaları çok “saygı değer” bulan ve bunlara uyulacağı konusunda hiçbir pratikten “ders alma becerisi kalmamış” olan ahmakların bilmesi gerekir ki, Erdoğan, bu durumda aday olamıyor. Gel ki yasalara göre zaten asla aday olamıyor ama, “özel centilmenlik anlaşmasına” göre de aday olamıyor.

Diyelim ki, 18 Haziran’da olacak bir seçim varsa, en geç seçim 18 Nisan’da ilan edilmelidir. Acaba bu durumda, erken olması gereken seçim de, 18 Nisan’dan önce mi olmalıdır? İyi ama ramazan var, ne olacak?

4-

Bir dördüncü madde var. Muhalefet, altılı masa, 6 Nisan’dan sonra yapılacak bir erken seçim için parlamentoda evet vermeyeceğini söylüyor. Ne garip, 5 yıl önce olmuş olan seçimi, parlamentonun “yenilemesi” kararından söz ediliyor. Bunlar, halkı da salak sanıyorlar. Beş yıldır, seçimi yenilemeyenler, 6 Nisan öncesi olursa seçim için evet diyeceklerini, bu durumda da Erdoğan’ın başkan adayı olabileceğini söylüyorlar.

Kaldı ki, 6 Nisan öncesi bir seçim yapılması için, 5 Ocak’ta (ya da 5 Şubat’ta) seçim kararının alınmış olması gerekli idi. En geç 5 Ocak’ta ise, o noktayı geçtik.

Altılı masa, bu tarihten sonra yapılacak seçim için, parlamentoda da “yenileme” kararı için olur vermeyiz, diyor.

Bu durumda, yine yasaları çok saygı değer bulanlar için, geriye yasal bir yol kalıyor: Erdoğan meclisi fesheder. Bu durumda da bu saygı değer hukukçular, Erdoğan’ın aday olamayacağını söylüyorlar.

Yani, artık, 5 Ocak geçildi mi, geçildi, öyle ise Cumhurbaşkanı’nın parlamentoyu feshetmesi dışında yol yok.

Üç şık kaldı, (a) seçim için Cumhurbaşkanı parlamentoyu feshedecek, bu durumda aday olmak için yasaları dinlemeyecek, (b) seçim zamanında yapılacak, bu durumda cumhurbaşkanı adayı Erdoğan olamayacak ve (c) seçim yapılmayacak.

Yukarıdaki 4 maddede özetlediğimiz durum, bize birkaç şeyi göstermektedir:

1

Sistem, Erdoğan’ı aday göstermek istemektedir. Bu sadece Bahçeli’nin, sadece Erdoğan’ın isteği değildir. Aday gösterilmesi CHP’nin de, İYİ Parti’nin de isteğidir. Belki de en az Erdoğan’ın isteği olabilir. Erdoğan, belki kaçıp kurtulmak mümkün olsa, çoktan kaçardı. Ama paraları, malları, mülkleri her şeyden önemlidir. İngiltere’de yatırımları var ve bunlar “emin” ellerdedir. ABD’de yatırımları var ve bunlar da “yasal güvence”dedir. Katar’da ve Malezya’da yatırımları var, bunların ne kadar emin olduğu belli değildir.

Erdoğan, ABD tarafında, ağırlıklı olarak Pentagon tarafından destekleniyor deniliyor. Bunu bilmiyoruz ama ABD’de iki farklı eğilimin olduğunu biliyoruz. Bunun Erdoğan konusuna ne denli yansıdığını, iki ayrı eğilimin burada da var olup olmadığını bilmiyoruz.

Ama biliyoruz ki, ABD, öncelikle Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamından yanadır ve ikinci olarak savaş politikaları için kendisine gerekli olan tetikçi bir ülkenin başına kimin seçileceğini, şansa bırakmaz. Bu ABD’nin savaş politikalarına da bağlıdır. Bu nedenle, ABD, fiilî durumda çok zorlanan Erdoğan ekibini değiştirmek istemeyebilir, ama Erdoğan ve ekibi de, güvence isteyecektir. Ki bu güvencelerin, Saddam deneyiminde görüldüğü gibi garantisi yoktur.

2

Seçim için kanunlar, yasalar istenildiği gibi eğilip bükülmektedir. Bunu önümüzdeki dönem de göreceğiz. Bu nedenle altılı masa, kendi adayını açıklamamaktadır. Zaten anlamsız da olur.

3

Seçimin ertelenmesi ihtimali oldukça yüksektir.

Biz meseleyi, seçim meselesi olarak ele almaktan yana değiliz. Zira yanıltıcıdır ve her şeyi buna göre ele almak, değerlendirmek, kör olmak anlamına gelmeye başlamıştır. Mesela 2022 Haziran sonunda asgarî ücret 5.500 TL ilan edildiğinde, herkes bunun bir seçim yatırımı olduğunu söyledi. Sol da dahil. Oysa bize göre bu adım, sosyal patlamayı önlemek, işçilerin sisteme karşı direnişlerinin gelişimini bastırmak amacını güdüyordu.

Sonuçta seçim olmadı.

Şimdi asgarî ücret 8500 TL ilan edildi. Yine herkes, hep birlikte, bunun seçim yatırımı olduğunu söylüyor. Kiraların, faturaların vb. durumuna bakmıyor, markette fiyatlara bakmıyor ve tüm bunların seçim yatırımı olduğunu söylemeye devam ediyor. İyi ama, bu 8500 TL’lik artışın oya yansıyacağını düşünen varsa, bunun sonucu olarak, seçimin mesela şubatta yapılması gerektiğini ya da hadi diyelim petrol vb. alanda yapılan indirimleri devreye soksalar (biliniyor, Türkiye, petrolü Rusya’dan, dünya piyasalarının 30 dolar altında almaktadır ve iç piyasa fiyatlarını İtalya’daki fiyatlara göre belirlemektedir. Yani zaten 30 dolarlık, yani yüzde 25’lik fazla bir fiyatlama yapılmıştır. Bunu geri alabilirler.) seçimin martta yapılması gerektiğini düşünmeleri gerekir. Mesela Saray, seçimi, Kasım 2022’de 15 Şubat diye ilan ederdi ve mesela ocak ayında asgarî ücreti artırırdı, olmaz mıydı?

Mesele seçim meselesi değil.

Mesele, zaten olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olan Saray Rejimi’nin çözülmekte oluşudur. Egemenler, bu Saray Rejimi, daha da güçlendirmek istiyorlar. Halkın nezdinde başlamış olan devlete güvensizliği kırmak, bu arada ise kendi kazanımlarını korumak istiyorlar. Saray Rejimi, bir yeni durumdur ve bu rastgele oluşmadı. Efendiler bunu bizzat örgütlediler. Bu nedenle bundan vazgeçmeye niyetleri yoktur. Sadece, eğer olur da tutmazsa diye, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tarifi yapıyorlar. Bu aksilik durumunda geçerlidir ve aksilik, halkın, işçi sınıfının isyanıdır. İşçi ve emekçiler sokaklara çıkar ve Saray’a doğru yürümeye, devlet kurumlarını işgale başlarlarsa, işte onları durdurmak ve devleti kurtarmak için, “parlamenter sistem” diyerek, günahları yıkacakları yerden Saray’dan kurtulmuş olacaklar. Halkın isyanı yoksa, işçiler ve emekçiler harekete geçmemişse, egemen, güçlendirilmiş saray rejimi peşindedir.

Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, işçi ve emekçileri, burjuva muhalefeti değil ama toplumsal muhalefeti bastırmak istiyorlar. Böylece sessiz ve teslim olmuş bir toplumda, yeniden dizayn işini yapacaklar.

Peki bu susturma nasıl olabilir.

Elbette, baskı, şiddet, yalan vb. ile. Karanlıkla.

Bu açıdan, herkesin aklına gelen 7 Haziran-1 Kasım sürecindeki saldırı ve baskı sürecinin hatırlanması yerindedir. Ama öyle olmayacağını biliyoruz, artık.

Yasaklılar listesi ve suikastler, ardından bombalamalar devrede olacaktır.

Şu yakın dönemde üçünü de gördük.

İstanbul’da 40 kişinin öldüğü (ölü rakamını 6 diye verdiler) bombalama saldırısı bir tanesidir. Buna benzer saldırılar gelecektir ve İslamî radikal kesimler, yerli ve yabancı bu konuda devreye sokulacak gibidir. HÜDA PAR ile ittifak, bunun açık kanıtıdır. IŞİD, ve HÜDA PAR, SADAT eli ile devreye sokulacak gibidir.

İkincisi, yasaklılar listesidir. Bir ismi, siyasal olarak yasaklama işini, Barlas, 150’likler diye ortaya atmış, Nagehan Alçı desteklemiştir. Kaftancıoğlu yasaklılar listesine alınmıştır. CHP, hiçbir şey yapmamıştır denilebilecek kadar pasif tutum almıştır. Zaten iki yıldır, “sakın sokağa çıkmayın, sakın Erdoğan’ı kızdırmayın, sakın tepki vermeyin, evinizde kalın” diyen tutum, Kaftancıoğlu olayında sessiz kalmak için uygun bir zemin yaratmıştır.

İkinci hamle, İmamoğlu için gelmiştir. CHP, yurtdışındaki Kılıçdaroğlu aracılığı ile sessiz kalmayı telkin etmiştir. Kılıçdaroğlu, bu operasyonun planlayıcısı değilse de destekçisidir. Bilerek ya da bilmeyerek. İmamoğlu, eğer miting için halkı 16.00 Saraçhane’ye çağırmasa idi, CHP daha da sessiz kalacaktı. Sermayenin bir kesimi, İmamoğlu’nu desteklemiştir ve İmamoğlu sınırlı de olsa tepkiler vermiştir. Altılı masa ya da CHP, yeri yerinden oynatmamıştır.

Zaten Diyarbakır vb. illere kayyum atanırken susanların, İstanbul’a kayyum atama sürecinde tepki vermeleri de oldukça zordur.

Hâlâ birçok CHP’li, birçok “uzman” İstanbul’a kayyum atayamazlar diyorlar. Bu ne güven diyesi geliyor insanın. Erdoğan’la anlaşmanız mı var? Hiçbir konuda yasa tanımayan, Suruç’ta, Ankara Garı önünde, Diyarbakır meydanında, birçok Kürt ilinde katliamlar ortaya koyanlara nasıl bu kadar güven duyuyorsunuz? Yoksa sizinle “ben devletim” diye görüşenlerin garantileri mi size ulaşıyor?

Hilenin, üçkâğıdın, yasaklamanın her türlüsünü devreye koyan, Allah’ın cebinden peygamberi çalabilen kişilerin hangi davranışı size güven veriyor?

İstanbul’un kaynaklarına göz dikmişlerdir. İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu, “İstanbul’un rantına göz diktiler” diyorlar. Göz diktikleri doğru ama, buna rant demek, sizin de Erdoğan ağzına, Saray ağzına çok alışık olduğunuzu göstermektedir. İstanbul’un rantı yoktur, olmamalıdır, İstanbul’un kaynakları vardır ve bu kaynaklar halkındır, işçi ve emekçilerindir, üretenlerindir.

İşte Saray Rejimi, bu kaynakları geri almak istiyor. Bu konuda açık bir çatışmayı göze alamayan burjuva muhalefet, kayyum sürecini de önleyemez.

İmamoğlu, bir kaç gün sonrasında, “gökkubbeyi başınıza yıkarım” dedi. İşte bunu demeleri değil, bunu yapmaları gereklidir. Bugüne kadar açıklanmamış dosyaları, buyurun ortaya atın, halk bilsin, yapan biliyor, siz örtmeyin, halka açıklayın. Bu zaten sizin, bir burjuva olsanız da görevinizdir. Bunu yapmamanız, o çok sevdiğiniz yasalara göre suçtur. O yasalar, işçilere, halka karşı çiğnenerek bir saldırı başlatıldığında da sesinizi duymak isteriz.

Kaftancıoğlu, ardından İmamoğlu, ardından başkaları gelecektir. 150’likler listesi boşuna değildir.

Şimdi HDP’nin önüne geldiler. Daha ortada kapatma yokken, hazine yardımını kestiler. Yasadışı bir biçimde, yargıyı silah olarak kullanarak, gasp yapmaktadırlar. Bu açık, devlet gaspıdır ki, TC devletine çok da uygundur. Buyurun, “biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” tekerlemesini bir kere daha söyleyin. Gerçeklikten bu kadar kopmuş, bu kadar görmez, bu kadar duymaz bir burjuva muhalefetin, Saray için bir artı olduğu biliniyor.

HDP kapatılacaktır. Görünen budur.

Bunun ardından ise, başkaları gelecektir. Yasaklı listesi artacaktır. İngilizler bu süreci, Abdullah Gül’e kadar işletirler. ABD’nin nereye kadar işleteceği henüz belli değil. Akar ve ekibi ise, pusuda, sürece el koymak için yatmaktadır.

Tüm bu süreci önleyecek tek bir yol vardır, işçi ve emekçilerin, devrim şiarı ile, iktidara, Saray Rejimi’ne karşı sokaklara taşması, genel direnişe yönelmesidir. Seçim vaatleri ile kitleler, CHP eli ile, solun da yardımı ile seçimi bekler hâle getirilmiştir.

Üçüncüsü var.

Suikastler.

MHP içinde Soylu-Bahçeli-Atasagun-Ağar eli ile bir temizlik yapılmaktadır. MHP, bugün 4 görünür kesime bölünmüştür. Bahçeli tarikatı, ülkücü camiayı bir arada tutmaya yetmiyor. Saray Rejimi çözülüyor ve bazılarının gözleri açılıyor. Bahçeli MHP’si bir tarikattır, çetedir, parti değildir. İYİ Parti ondan çıkmıştır, Ümit Özdağ ekibi oradan çıkmıştır ve nihayet, öldürülen Ülkü Ocakları eski başkanı etrafında Bahçeli ve devlet için bir rahatsızlık yaratan kesim vardır.

Bu suikast, bir son değildir. Zaten yaklaşık 10’un üzerinde öldürme gerçekleştirilmiştir. Cinayeti işleyen Gülsuyu mafya-çete karışımı grup, Soylu ve Erdoğan’ın elindedir. Bunlar bir yandan Gülsuyu’nun ranta açılması için iş yapmışlardır, öldürdükleri solcu insanlar bunlara karşı mücadele eden mahalle gençleridir. Aynı zamanda uyuşturucu işi yapmaktadırlar. Uyuşturucu, Soylu, Ağar, Bahçeli, Erdoğan ekiplerinden bağımsız değildir, onların denetimi altındadır.

Ve bu cinayetlerin arkası gelecektir. Yeter ki sessiz kalınsın.

Bu suikastler, bugün MHP çevresinde, “sorun” olanlarla başlatılmıştır. Ama kapsamı daha geniş olmalıdır. Arkasından başkaları da buna eklenecektir. Böyle düşünmek gerekir. Ve bu saldırılar, toplumun susturulması için, başka insanlara da yapılacak gibidir. Sol da buna dahildir.

İşte yeni saldırı dalgasının, yeni yöntemlerin bir bölümü filiz vermeye başlamıştır. Gezi Direnişi’ne katılmış bir çok MHP eğilimli genç, artık hizaya çekilmek istenmektedir. Cepheler netleştikçe, herkesin saf tutması için saldırılar gelecektir. Erdoğan, bizzat en yetkili ağız olarak, Akşener’e saldırı sonrasında, “dur bakalım, bunlar daha başlangıç” demekte tereddüt etmemiştir. Akşener’e, bunlar senin iyi günlerin demiştir.

Şimdi soru şudur: seçim herşeyi çözer mi?

Eğer çözmez ise, geriye kalan yolu görmekte tereddüt etmemek gerekir. Gerçek şudur; bu Saray Rejimi’dir ve buna karşı her yol ve araçla mücadele etmek, meşrudur ve zorunludur.

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi kaderlerini ancak, direniş ile, örgütlü bir direniş ile, devrimci bir çizgi izleyerek kendi ellerine alabilirler.

Zalimden, aman dilemek, kimseye bir şey kazandırmaz.

Egemen, hiçbir koşulda, kendi egemenliğini bırakmaz. Bunu sürdürmek ister.

Dünyada emperyalist savaşın, paylaşım savaşımının sonuçları, tüm Batı ülkelerinde gelişen ırkçılık, devletin makinelerinin üzerindeki kadife örtünün kaldırılması şeklinde kendini ortaya koymaktadır. Saray Rejimi, bu dünya çapındaki gericiliğin bir parçasıdır. Onun katliamlar, saldırılar, yasaklar, baskılar, yalanlar, karanlık üreten propagandalar dışında bir yolu yoktur.

Gerçekten, bu baskılardan, bu karanlıktan, bu yalanlardan, bu her türlü zordan sıkılmış ve bunun değişmesini isteyen bir kişi varsa, onun yolu, sisteme karşı net bir biçimde saf tutmak olmalıdır.

Bu yağma, bu rant, bu savaş ekonomisine son vermek istiyorsanız, açlığa, işsizliğe, ölüm pahasına çalışmaya son vermek istiyorsanız, sisteme karşı mücadele etmek, devrimci saflara katılmak bir yoldur ve tek yoldur.

İşçi sınıfının yolu, devrim ve sosyalizm yoludur. İnsanın insana kulluğuna, bunun sonucu olan tüm aşağılama ve sömürü biçimlerine son vermenin tek gerçek yolu, devrim ve sosyalizm yoludur.

Doğanın yağmalanmasına, kentlerin rant alanları hâline getirilerek yaşanmaz hâle getirilmesine, işçilerin fabrikalarda kanlarının emilmesine, iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, çocuk cinayetlerine son vermenin tek yolu, aynı zamanda insan olarak kalmanın biricik yolu, mücadele etmektir, direnişlere katılmaktır. Bu çirkefliğe son vermenin yolu, onun kaynağı olan burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermektir. Burjuva devleti, onun özel hâli olan Saray Rejimi’ni yıkmak dışında bir kurtuluş yolu yoktur. Nefes alabilmenin, yaşıyorum diyebilmenin, insanım diyebilmenin başkaca yolu yoktur. Bu hastalıklı hâlden, kendi cellatından medet umar hâlden, bu gerçeklikten kopmuş hâlden çıkmanın tek yolu, direnişçi olmaktır, seyirci olmak değildir.

Biliyoruz bu kolay değildir. Ama böylesine yaşamak da kolay değildir.

Devrim ve sosyalizm, insanlığın tek çıkış yoludur. sadece ülkemizdeki gericiliği parçalamanın yolu değil, aynı zamanda onun bir parçası olduğu dünya gericiliğini parçalamanın da yolu, devrim ve sosyalizm yoludur.

Kurtuluş için mücadele zordur, ama başka kurtuluş yolu da yoktur.

Örgütsüzlük, örgütlenmedeki eksiklik işi daha da zorlaştırmaktadır. Ama tek onurlu yol budur. Kimseye zafer garantisi verilemez. Ama herkes, kendisi bu yolun bir neferi olduğunda başarı ve zafer için bir adım daha atmış olacaktır.

Önümüzde mücadele açısından son derece zorlu bir yol var. Evet ama bu aynı zamanda birçok güzelliğe gebe bir yoldur. Bu güzellikler, mücadele edenlerin, devrimci tutum alanların ellerinde yeşerecektir.

Sadece seçim sürecinin bugünkü hâline bakarsak bile, diyebiliriz ki, egemenler korku içindedirler. Korku, sarayın her yerini sarmıştır, her odasında hayaletler dolaşmaktadır. Her odasında kan vardır. Her duvarında korku yer etmiştir. Koca duvarlı sarayları, koruma orduları, elektronik güvenlik sistemleri vb. hiçbiri onların cennetlerini kaybetme korkusunu bastıramamaktadır. Döktükleri kan ellerindedir. Bu nedenle bu denli saldırgandırlar. Biz devrimcilerin görevi, onların korkularını, cennetlerini kaybetme korkusunu gerçek hâline getirmektir.

Bunun olanağı vardır. Bugün direnen, mücadele eden herkes, bu olanağı hissedebilir, görebilir. Ama kendini seyretmekle bağlamış hiç kimse için bu yol bir çıkış yolu olarak görünmemektedir. Bu nedenle, direnişin gelişmesi, direnişin büyümesi, yaygınlaşması, örgütlü hâle gelmesi, düzenin en büyük korkusudur. İşçilerden, öğrencilerden, kadınlardan bu nedenle korkuyorlar. Çünkü bugün bu topraklarda onurlu, güzel olan ne varsa, o, direnenlerde, işçilerde, kadınlarda, gençlerde yaşamaktadır.

Kazanacağımız bir dünyadır. Kaybedeceğimiz ise bu sefilin de sefili hâline gelmiş yaşamımız olabilir. Bu nedenle bir kere daha haykırıyoruz: Ya sosyalizm ya ölüm

Müjde… Müjde… Müjde…

Öyle şaşırmayın, müjdelere alışmış olmalısınız.

Müjdeler sadece Saray’dan mı gelecek?

Altılı masa, acaba ne zaman “müjde” verecek? Öyle ya, madem Erdoğan’a muhalifler, birkaç müjde de onlar vermelidir.

Saray Rejimi, Erdoğan’ın ağzından, sık sık müjdeler veriyor. Memleketimiz müjdelerden geçilmez hâle geldi. Her gün bir yeni müjde veriliyor.

Erdoğan’ın ağzından çıkan müjdeler, gerçekte, Saray Rejimi hakkında epeyce bilgi veriyor. Saray Rejimi, artık çürümüş, kokuşmuş bir sistemdir. O hâle gelmiştir ki, artık “normal” kabul edeceğimiz hiçbir şey yok.

Ülkemiz müzik piyasası da buna benzer. Kapitalizmin tekelci aşaması, tekellerin egemenliği, tekelci rekabetle birlikte var olur ve tekelci rekabet, reklamcılık işinin zirvesidir. Manipülasyon, aldatma, bu reklamcılık piyasasını anlatmaya yetmez, tekellerin hâkimiyet ilişkilerinin gerektirdiği şiddet, reklamcılıkta da vardır ve buna bir de ideolojik şiddet eklenir. Reklamcılık, sadece manipülasyon, sadece aldatma demek değildir, ideolojik şiddettir de ve hedefi insanları tüketim toplumunun nesneleri, esirleri hâline getirmektir. Tükettikçe var olan ve bundan övünç duyan bir insan yaratmak için, beyinlere ciddi bir şiddet uygulanması gerekir.

Bu reklamcılık, mesela müzik piyasasında, sürekli “normal” olmayan kavramlar önümüze getirir. Star, süper star, mega star vb. İşte bu, aslında kavramları da tüketmek, harcamak demektir. Her şey tüketim içindir ve her şey tüketilmektedir. Sevgi, sevinçler, düşünceler, her şey tüketilmektedir.

Mesela Saray Rejimi, bir başkan gibi bir şey yarattı. Bu başkan gibi şey koltuğuna oturan, kendini her şeyin başkanı ilan etti. Varlık Fonu başkanıdır ve kendine karşı sorumludur. Futbol işinin başkanıdır. Parti başkanıdır. Her şeyin başkanıdır. Ve elbette sonuçta, “tarihsel” bir kişilik olarak da yerini almak istemektedir. O zaman, en başkan, süper başkan, mega başkan gibi kavramlara karşılık gelecek unvanlara ihtiyaç duymaktadır. “Allah’ın tüm sıfatlarını taşıyan adam” mesela. Mesela “sultan”, mesela Sultan Abdülhamid. Ve Saray Rejimi, bu unvanları çok “sevmeye” başladı. Erdoğan da bu unvanların hepsini birden sevdi.

Başka hiçbir ciddi işi olmayan, aslında bir açıdan bakılınca bir kukla hâline de gelmiş olan Erdoğan, açıklamalar yapmakta hep en önde oldu.

Mesela, kar yağacak ve yarın okullar tatil olacak. Elbette açıklamayı, reis, Abdülhamid, sultan, padişah vb. unvanların sahibi yapacaktır. Zaten diğer işlere de çok yaramamaktadır. Pandemi bitti mi, bunu elbette, “müjde” olarak Erdoğan verecektir.

Asgarî ücret mi açıklanacak; elbette bu bir müjdedir.

Saray Rejimi, sürekli “müjde”ler açıklamaktadır.

Koskoca Saray, elbette müjdeler verir.

Gerçekte Saray’ın kendine ait bir yaşamı vardır. Orada hayat bir başkadır. Nasıl olduğu bilinmesin diye, duvarları yüksektir. Kapıların ardında neler döndüğü bilinmez ve odalarında neler olduğu merak edilir.

Saray’ın mesela özel bir mutfağı vardır.

Mesela Saray’ın mutlaka haremi vardır ve Emine Erdoğan, Ahmet Hakan’a, “harem bir eğitim yuvasıdır” demektedir. Baş öğretmeni kimdir bu haremin bilmiyoruz elbette. Hatta, eğitim programını, yani müfredatı da bilmiyoruz. Harem öğretmenlerinin asgarî ücretle çalıştığını sanmıyoruz elbette. Koskoca saray burası.

Saray, mesela soytarıları ile ünlüdür. Soytarısız saray olmaz. Acaba bizim Saray’ın soytarıları, danışmanlar mıdır? Mesela Mehmet Uçum, saray soytarısı mıdır? Muhtemelen değildir. Zira soytarılık da bir meziyet gerektirir. Uçum’un, hukukî açıklamalarının bu denli komik ve temelsiz, ciddiyetten uzak olması, onun soytarılık yeteneğinden değil, Saray Rejimi’nin içinde bulunduğu hâlden ötürüdür.

Saray müjdeler verir. Bunu öğrendik.

Erdoğan, son dönemde halka müjdeler vermektedir. Mesela geçen sene, asgarî ücreti 4254 TL olarak müjdelemişti. Sonra, bu müjdenin neye mal olduğunu, tüm işçi ve emekçiler gördü. Bu sene ise, Erdoğan, asgarî ücreti 8504 TL olarak ilan etti. Geçen sene asgarî ücreti açıklanırken, daha coşkulu bir kutlama da yapıldı, davullu zurnalı halaylar çekildi. Bu halayları, SADAT değil, İletişim Başkanı Altun organize etmiş olmalıdır. SADAT, daha çok Beyoğlu patlamaları gibi işleri organize ediyor ve Saray’a, “yaptık efendim” diye haber veriyor. Ve Saray’daki sultan, elbette, bunun karşılığında “ulufe” dağıtıyor.

Ulufe, yeniçerilere ve kapıkuluna dağıtılıyor. Ondan halkın pay alması olmaz.

Halka “sadaka” verilir ve sadaka, en çok bayram zamanları dağıtılır.

Modern sultanlığımız, sadakaları, oy karşılığı dağıtmakta, bu nedenle bir bölümünü önceden, bayram öncesinde vermektedir. Mesela seçim olacaksa, ramazan bayramında, sadaka dağıtılacaktır.

Ama Beyoğlu bombalamaları, Gar katliamları gibi katliamlarda görevli olanlara ya da mesela Saray için özel yazılar yazan “uzmanlara”, bazı tanınmış kişilere “ulufe” verilmektedir. Her ne kadar bu ulufe alan modern yeniçeriler ve kapıkulları, bundan mutlu iseler de, aslında onların gözleri, “rant” işindedir. Biliyorlar ki, bu memurlar, aslında esas kaymaklı kadayıf, Saray çevresindeki “kıymetli”lere dağıtılmaktadır. Mesela Kalyon, mesela Kolin vb. gibi. Bu nedenle bu ulufe alan yeniçeri ve kapıkulu takımı, esas olarak bu rant alanlara, “nazar” değecek tarzda derin bir kıskançlıkla, kötü enerji ile bakmaktadır.

Demek, kimisine rant verilmektedir, kimisine ulufe düşmektedir.

Halkın bir kesimine ise sadaka layık görülmektedir.

Ama Saray, artık müjdelere de sahiptir.

Bu müjdeler, işçi ve emekçilere, geniş halk kesimlerine düşmektedir.

Mesela Karadeniz’de gaz bulundu müjdesi gelmektedir. Ardından doğalgaz fiyatları artmaktadır. Demek oluyor ki, müjde verildiğinde, herkes “cambaza” bakmakta, cambaza bakarken cepleri boşalmakta, sofrasından ekmek çalınmaktadır. Kısacası Saray’ın her müjdesi, bir çeşit “yağlı kazık” gibidir.

2023 yılı, müjdelerle başladı.

Müjde; asgarî ücret 8500 TL oldu. Ama ardından, sonu gelmez zamlar, vergiler, harçlar devreye sokuldu. Daha 8500 TL insanların eline geçmeden, ceplerinden paralar çalınmaya başlamıştır. Çok değil, birkaç ay sonra 8500 TL, açlık sınırı diye açıklanan rakamın altında kalacaktır. Hatta daha bugünden böyledir.

Reis, Sultan, aslında çok sıkça karşı çıktığı EYT’lilerin emekliliğini, bu kez, müjde olarak verdi. EYT’lilerin mücadelesi nihayet sonuç verdi, ama Cumhurbaşkanı, buna “müjde” dedi.

Bir başka müjde Reis’in ağzından verildi, emekli maaşlarına, müjde, müjde, %25 zam yapılacak! Ne büyük bir zam! Reis, her şeye müjde dediği için, bunu da müjde olarak açıkladı. Ama ne yazık ki, bu müjde, çok buruk karşılandı. Ve Erdoğan, ertesi gün, yeni bir müjde verdi. Bu kez, müjde %5 anlamına geldi. Bu müjde, tabii önceki müjdeyi müjde olmaktan çıkarttı. Bu müjde ise önceki ne acaba, sorusu gündeme geldi. Ama elbette Saray’ın lafının üstüne laf söylenmez. Saray neye müjde diyorsa o müjdedir.

Şimdi, tüm bu müjdeleri alanlar, arkadan gelen kamayı düşünmek zorundadır.

Ve artık bu biliniyor. Her müjde, ardından kötü haberleri getiriyor.

Saray’ın müjdesi, işte böyledir.

Saray, Hazine Bakanı Nebati ağzından, “her şeyi hesapladık” açıklaması yaptı.

Yapmışlardır. Şeytanın aklına gelmeyecek hileleri, Saray bir yerden çıkartmakta mahirdir.

Ne hesabı yapılmış? Mesela asgarî ücretliye 8500 TL verirsek, işçi sınıfı içindeki öfkeyi ve sosyal patlama eğilimlerini önleyebiliriz. Ama bu arada farkı, emeklilerin maaşlarını aslında düşürerek kapatırız. İşte size hesap! Bu mu hesap? Emekli ve memur, mücadele gücü, patlama gücü daha zayıf olarak görülüyor olmalıdır.

Bu nedenle, müjde politikasını, sadece “seçim” meselesine bağlamak hata olur. Bu aynı zamanda, devletin, egemenlerin, işçi sınıfının sahaya çıkmasını, genel bir direniş hattının gelişmesini, kitlelerin geniş eylemliliklerini önleme girişimidir.

Meselenin bu yönünü ortaya koymak, bilince çıkartmak gerekir.

Seçim diye bakıldığında, emeklilerin, memurların oylarını avlama girişiminin olmadığını mı söyleyeceğiz?

Meselenin önemli yönü, sosyal patlamayı önleme, sisteme karşı işçi eylemlerinin önlenmesi girişimi olmasıdır.

Saray Rejimi, her türlü hileyi, her türlü üçkâğıdı devreye sokabilmekte mahirdir. Burjuva muhalefetin, altılı masanın ve bazı “uzman”ların söylediği gibi, Saray Rejimi’nin esas sorunu “devlette liyakatin ortadan kalkması” değildir. Hayır. Tersine, liyakat vardır. Hırsız aranıyor diye ilan vermiyorlar diye, hırsızları yönetim kademelerine getirmeleri, rantçıları, rüşvetçileri yükseltmeleri, söyleneni sorgusuz yapanı yükseltmeleri, liyakat sisteminin var olduğunu gösterir. Saray’a, aklı hileye, aklı üçkâğıda, aklı hırsızlığa çalışan kadrolar gereklidir. Bunun gereği olan bir liyakat sistemi vardır. Saray, kendi fıtratına uygun kadrolar aramaktadır. Bu durumu liyakatsizlik olarak isimlendirmek, Saray Rejimi’ni, onun olağanüstü devlet örgütlenmesi olduğunu anlamamak demektir.

Halka çıkıp şunu söylüyorlar: TC hukuk devletidir, TC laik bir devlettir, TC bir sosyal devlettir, TC demokratik bir devlettir. Bunları söyleyenler altılı masa olarak adlandırılan burjuva muhalefettir. Bunları söyleyenler, sözde muhalif “uzman”lardır. Bunları söyleyenler, seçimi bekleyin, sakın sokağa çıkmayın, diyenlerdir.

Bunları söyleyenler, eğer kendilerini kandırmıyorlarsa, açıkça yalan söylemektedirler ve bilerek ya da bilmeyerek Saray Rejimi’nin açık destekçileridirler. Halkı evinde tutmak, sokaktan uzak tutmak, gelişen öfkeyi kontrol altına almak, Saray’ın şiddet ve baskı politikası ile yarattığı korku ortamını daha da pekiştirmek amacına dönük bir tutumdur bu.

TC devleti, hiçbir zaman demokratik, hiçbir zaman laik, hiçbir zaman sosyal bir devlet olmamıştır.

Saray Rejimi’nin uyguladığı ekonomik politika, yağma-rant-savaş ekonomisidir. Bu ekonominin uygulanması, daha büyük sömürü, daha yaşanmaz bir hayat, daha büyük açlık, daha büyük işsizlik demektir. Bu savaş ekonomisi, elbette baskısız uygulanamaz. Baskı ve şiddet, Saray’ın en büyük aracıdır. Ama bu baskı ve şiddete rağmen, direniş durmamaktadır. İşçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmektedir. Çalışma süreleri uzatılmıştır, fabrikalar cinayet mekânlarına çevrilmiş, iş cinayetleri sıradan olaylar hâline gelmiştir. İşçi ve emekçiler, açlıkla, işsizlikle karşı karşıyadır. Bu koşullarda işçi sınıfının örgütsüzlüğüne rağmen, sendikaların devlet elinde, sendika mafyasının kontrolünde olmasına rağmen, öfke büyümektedir. Bu öfke, gelişen direnişlerle kendine bir yol bulma eğilimindedir. İşte bu öfkenin, işçi ve emekçilerin artan öfkesinin direniş hattı ile birleşmesini önlemek için, Saray Rejimi kadar, burjuva muhalefet de devrededir. Saray, baskı ve şiddet ile saldırarak direnişleri önlemek isterken, burjuva muhalefet de, “aman bir şey yapmayın, olağanüstü hâl ilan edilir, iç savaş çıkar” vb. diyerek, Saray’ın korku politikasına açıktan destek vermektedir.

Sokağa çıkınca, direnişe katılınca, ne olurmuş; olağanüstü hâl ilan edilirmiş. Peki, bugün, hâlihazırda olağan hâlde mi yaşıyoruz?

Saray Rejimi, en sıradan olayda, yargıyı bir silah olarak kullanmaktadır. Hukuk ayaklar altında değildir, Saray’ın elinde, devletin elinde açık bir silahtır, polis gücünün, ordunun bir uzantısıdır. Saray Rejimi, hiçbir yasayı tanımamaktadır. Ve bu koşullarda uzmanlar, CHP yönetimi, “hukukun üstünlüğü” laflarını etmekte, halkın da buna güvenmesini istemektedir.

Her türlü hilenin, ekonomik veya siyasal zorun zirve yaptığı bugünkü koşullarda, gelecek seçimlerin hukuk içinde yapılacağı düşüncesini savunmak, ahmaklık değil ise, halkı kandırma, aldatma girişimidir.

Ve daha ilerisi var; tüm bunlar, kişilerin işi değildir, tersine Saray Rejimi’nin karakteridir. Mesele kişisel iktidar, tek kişi yönetimi değildir. Mesele Saray Rejimi’nin fıtratıdır. Mesele tek kişi diktatörlüğü değildir. Mesele, devletin ta kendisidir. Mesele, akıldan uzak bir yönetim meselesi değildir, mesele yağma-rant-savaş ekonomisidir. Mesele, burjuva egemenliğin kendisidir, devletin ta kendisidir.

Saray Rejimi, tüm güçleri ile, polisi, ordusu, yargısı, basını vb. ile topyekûn bir iç savaş yürütmektedir. Bu savaşın bir cephesi Saray Rejimi’dir, devlettir. Diğer cephesi, işçi sınıfı, kadınlar, emekçiler, gençlerdir. Bizim cephemiz yeterince örgütlü değildir ama burjuva devlet, Saray Rejimi adı altında bir olağanüstü örgütlenme içindedir.

Kimine rant, kimine ulufe, kimine sadaka, kimine müjde düşmektedir.

Saray’ın müjdeleri, tam da bu çerçevede anlaşılmalıdır, böyle ele alınmalıdır.

Karadeniz’de gaz çıktı müjde.

Asgarî ücret 4254 TL oldu müjde.

Müjde, asgarî ücret 5500 oldu.

Müjde, asgarî ücret 8500 TL oldu.

Müjde, müjde, Saray konuşuyor, emeklilere %25 zam yapılacak. Memurlar %25 zam alacak.

Aaa müjde müjde, dün açılanan müjde, yenilendi, yeni müjde, ilave %5 zam daha emekliye, memura.

İşte bu müjdeler, Saray Rejimi’nin karakteri içinde ele alınmalıdır. Yoksa, bunca tuhaf açıklama, enflasyonun yüzde 200’ü aştığı bir ülkede, müjde olarak halka açıklanamaz.

Müjdeni al ve sus. Müjdeni al ve faturalarındaki artışa sesini çıkartma. Müjdeni al ve ev kiralarının artışını seyret. Müjdeni al ve artan vergileri, artan haraçları “sessizce” bağrına bas.

Müjdeni al ve evine çekil.

Müjdeni al ve sokaklardan uzak dur.

Müjdeni al ve burasının bir hukuk devleti olduğuna inanmayı sürdür.

Müjdeni al ve şükret.

Başka bir yol da var.

İşçi ve emekçiler, emekliler ve işsizler, memurlar ve tüm çalışanlar, öğrenciler ve kadınlar sokaklara çıkmalıdırlar. Ülke, baştan başa, bir genel grevle, bir genel direnişle güzelleşmelidir. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, direniş hattında örgütlenmelidirler. Bir genel direniş, bir genel grev, ciddi bir örgütlenme gerektirir ve bugün, bunun dışında bir yol yoktur. İşçiler ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi kaderlerini belirleme sürecini kendi ellerine almalıdır, bunun için örgütlenmelidirler. İşçiler, kadınlar ve gençler, sosyalizm bayrağı altında saf tutmalı, direnişle yollarını açmalıdırlar. İşçi sınıfı, devrimci mücadele dışında bir yolla kurtulamaz. Bunun için, işçiler devrimci saflara yönelmelidir. İşçi sınıfı, burjuva partilerin kuyruğuna takılarak, bir kurtuluş mücadelesi yürütemez.

İşte bunu yapabildiğimiz zaman, Saray’ın müjde isimli yalanlarına ihtiyaç da kalmayacaktır.

İşte o zaman, müjde haberleri Saray’dan, devletten vb. gelmeyecek. Sahte müjde haberlerine gerek olmayacak. İyi haberler, işçilerin kavgasından, barikatlardan gelecek. Haberler, birleşik emek cephesinin haberleri olacak.

“Rejimin çökmesi muhtemel görünüyor”

İran Komünist Partisi MK ve Enternasyonal Büro üyeleri Marzieh Nazeri ve Abbas Mansouran ile röportaj

İsyanın yüzüncü günü gelirken iletişime geçtiğimiz yoldaşlarımızla bugünün tarihsel altyapısına da değinilen kısa bir sohbet ettik. 

Batı takvimiyle geçtiğimiz yılın dörtte üçü biterken başlayan direniş, yeni yıla soluksuz bir isyan halinde devretti.

Komünist Parti Merkez Komite ve Enternasyonal Büro üyesi yoldaşlarla yaptığımız ilk röportajın üzerinden geçen aylar içerisinde yaşanan gelişmelerin “Z raporunu çıkarmak” çabasıyla dersler çıkarabileceğimiz sorular sormaya çalıştık.

İsyanın ve devrimci hareketin durumunu ve yarına dair öngörüleri sorduğumuz sorulara aldığımız yanıtlar, ilk ayını doldurmakta olduğumuz mücadele yılına derslerle birlikte, bölgemizin devrimci dönüşümüne daha ileri bir umut taşımamıza da vesile oldu.

Yoldaşların kendi dilinden ifade edersek “Yükselen kitlelerin ruhu gereği, mevcut hareket büyüyen bir süreçten geçti ve İslami kapitalist rejim tarafından işlenen en son cinayetlere ve suçlara rağmen, harekette bir düşüş belirtisi yok. İran’da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde binlerce insan, öldürülen protestocular için düzenlenen anma törenlerine – yas, müzik, şiir, ilahiler ve kavga sloganları eşliğinde-  devrimi devam ettirme kararlılığının ve mücadeleyi sürdürmenin bir yolu olarak görüp katıldı.”

Dahası sol, sosyalist, devrimci güçlerin gelişimine dair fazla coşmadan kullanılan “Sol ve sosyalist güçleri yakınlaştırma çabaları sürüyor. 2018’den bu yana, İran Komünist Partisi de dâhil olmak üzere altı solcu ve komünist akım, Sol ve Komünist Güçler İşbirliği Konseyi adlı bir konseyde bir araya geldi. Yine iki hafta önce İran Komünist Partisi ve Hikmetçi İşçi Komünist Partisi, dağınık solcu ve komünist kesimleri bir araya getirmek için Kürdistan’da sol ve sosyalist bir blok oluşturma çağrısı yaptı” ifadeleri ve devamında eklenenleri coğrafyamızın mizacıyla bir “İyi gidiyoruz-Vamos Bien” olarak duyduk.

Son olarak röportajın bütününe geçmeden verilen şu cevap da bugünkü gerçeğimiz olarak hafızalarda tutulmalı, kulaklara küpe edilmeli: “Batı yanlısı muhalefet, devrimci bir yıkımın değil, iktidarı bir kapitalist siyasi güçten diğerine devretmek anlamına gelen bir rejim değişikliğinin peşinde koşuyor. Mevcut durumda, hareketin ilerlemesi ve sermayenin siyasi egemenliğinin devrilmesi sonucunda rejimin çökmesi muhtemel görünüyor. İran’da yaşanan durumu bir sınıf mücadelesi olarak değerlendirebiliriz. İşçi sınıfının ülke çapında bir genel greve girmesi ve işçi hareketi ile sosyalist hareketin bir araya gelerek harekete öncülük etmesi bir hayal değil ve gerçekleşebilir”.

Mahsa Jina Amini’nin öldürülmesinin ardından başlayan isyan dalgası üçüncü ayını tamamladı. İran Kürdistan’ından, Huzistan’ına, Belucistan’ından ve Azerbeycan’ına kadar tüm ülkeyi etkisi altına alan bu isyan ve direniş dalgasında başta kadınlar olmak üzere lise öğrencileri, üniversite öğrencileri, işçiler, esnaf, toplumun tüm kesimleri isyan ve direnişin parçası oldu. Jin Jiyan Azadi sloganı tüm İran halkının her dilde ortak sloganı haline geldi. Ayrıca “mollalara ölüm”, “diktatöre ölüm” gibi sloganlar da gündeme gelmeye başladı. İran devletinin tüm baskılarına, tecavüzlerine, işkencelerine, katliamlarına ve son infazlarına rağmen tepkiler ve direniş artarak devam etti. Direnişin öne çıkan, ilerleyen ve gerileyen yönlerini de vurgulayarak 3. ayını dolduran direnişin mevcut durumunu yorumlayabilir misiniz?

  

Devrimci hareketin 100. gününde öne çıkan yönlerini, direnişin ilerleyişini veya düşüşünü ve içinde bulunduğu durumu ele almadan önce, sizin de bahsettiğiniz iki temel slogana dikkat çekmek gerekiyor: “kadın, yaşam, özgürlük” ve  “kahrolsun diktatör!” “Kadın, yaşam ve özgürlüğün”, kadının tarihsel esaretine, köleliğine ve ezilmesine kadar uzanan tarihsel bir talebe yanıt olduğuna inanıyoruz. İnsan toplumlarının sınıflara bölünmesiyle birlikte kadınlar, sınıfsal ve ataerkil ilişkinin çifte baskısına maruz bırakılan, köleleştirilen ve sömürülen ilk insan grubu olmuştur. Kadınlara insan gibi değil, mal ve üretim aracı gibi muamele yapıldı ve bu kölelik, eski kölelik döneminden modern kapitalist ilişkilere, günümüze kadar devam etti. Hayat aynı zamanda kadının ve toplumun özgürlüğüne de bağlıdır ve gerçek anlamda özgürlük her türlü sınıfsal baskıdan kurtulmaktır. Kapitalist meta ilişkileri ve üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırılmadan, toplumun ve kadınların çifte baskıdan özgürleşmesi ve kurtulması imkânsızdır. Bu tavırla “kadın, yaşam, özgürlük” bir slogan değil, insan toplumunun bir manifestosudur ve felsefi bir temele sahiptir ve tarihsel bir arzuyu ifade eder. “Diktatöre ölüm!” sloganı yönetenin diktatörlüğüne atıfta bulunmakla birlikte, yalnızca yönetenin baskıcı ilişkilerinin üstyapısına gönderme yapmaktadır. Mevcut durumu yaratan diktatörlük değil, kapitalist ilişkiyi korumak için diktatörlüğe başvuran çevre kapitalist ülkelerdeki özel ilişkilerdir. Bu slogan radikal bir slogan değildir, çünkü kapitalizmin mevcut koşullarının ve İslami yönetimin kökleri ile ilgilenmez, diktatörlüğün biçimini ve üst yapısını eleştirir. Bu slogan, sanki diktatörün ölümüyle toplumun sorunları çözülecekmiş gibi zihinlerde bir yanılsama yaratabilir. Esasen kapitalist ilişkilerin doğasından kaynaklanan ideolojik tiranlık, İran ve Türkiye gibi çifte mutlakiyetçilik olan periferi ülkelere özgüdür. Çifte mutlakiyetçilik olmadan çevre ülkelerdeki kapitalist ilişkileri yönetmek imkânsızdır. Bu slogan dolaylı olarak parlamentarizmi ve burjuva sivil toplumunu doğrular, yani kapitalizmin içkin zorbalığını unutur.

1978 siyasi devriminde, bu tür sloganlar yaygındı ve son derece kanlı geçen 43 yılı aşkın süre boyunca zararlı sonuçlar doğurdu. Tabii ki, sosyalist hareket ve önde gelen işçiler ve ilerici öğrenciler, “ekmek, iş, özgürlük, konsey özyönetim!”, “Yoksulluk, yolsuzluk, yüksek fiyatlar; Bu rejimi devirene kadar durmayacağız!”, “Özgürlük, özgürlük, özgürlük, özgürlük!”, “Bütün sisteme ölüm!” ve benzeri sloganları öne çıkarıyorlar. Yükselen kitlelerin ruhu gereği, mevcut hareket büyüyen bir süreçten geçti ve İslami kapitalist rejim tarafından işlenen en son cinayetlere ve suçlara rağmen, harekette bir düşüş belirtisi yok. İran’da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde binlerce insan, öldürülen protestocular için düzenlenen anma törenlerine – yas, müzik, şiir, ilahiler ve kavga sloganları eşliğinde-  devrimi devam ettirme kararlılığının ve mücadeleyi sürdürmenin bir yolu olarak görüp katıldı. Mezarlıklardaki bu törenlerde dinin ve dinî geleneklerin çok az bir varlığı ve rolü var ve bu, İran’ın tarihi mücadelelerinde neredeyse hiç görülmemiştir. Bu törenlerde mevcut harekette güçlü ve geri dönülmez bir irade görülmektedir. Ülkenin her bölgesinde gece gündüz demeden, protestocu ve yiğit halkın iradesi ve varlığı kapitalist İslami rejimin baskıcı güçlerine dayatılıyor. Mücadele gece gündüz demeden devam ediyor. Yeni taktikler yaratılıyor, hükümetin başı belada ve hükümet felçli bir durumda.

 

Eylemlerde neredeyse geri dönülmez bir dönüşüm gözlemliyoruz. Ancak görüyoruz ki toplumsal yansımalarını -başörtüsü yasağı artık uygulamada kabul edilmiyor, mollaların toplumsal meşruiyeti sorgulanıyor ve korku perdesi yırtılıyor vs.- bulan hareketin henüz politik öncüsü ile buluşamadığını görüyoruz. Direnişin başlangıcından bugüne kadar devrimcilerin bu yöndeki çabaları, başta işçiler, gençler ve kadınlar olmak üzere tüm toplumsal kesimlerde daha fazla karşılık buluyor mu? Devrimciler ve komünistler arasındaki örgütlenme gelişimini nasıl görüyorsunuz?

Mevcut hareketin ilk günlerine kıyasla sloganlar daha radikal hale geldi ve sınıfsal bir renk aldı; kentsel alanlarda, üniversitelerde, lise öğrencileri arasında, ülke çapında mahalle komitelerinin örgütlenmesi ve özellikle son bir ay içinde petrol, gaz ve petrokimya işçileri, demir çelik eritme ve otomobil endüstrilerinde vb. çıkan grevler; Kürdistan, Belucistan ve Azerbaycan ve İran’ın tüm bölgeleri arasındaki dayanışma, mevcut ilerici mücadelenin, bunun artan radikalleşmesinin, sınıfın rolünün ve solcu ve sosyalist güçlerin rolünün tezahürüdür. 

Monarşistler, reformistler ve genel olarak burjuva muhalefet dâhil olmak üzere burjuva güçleri, devrimci harekete el koymaya çalışıyor. Ancak İran içinde bu güçlerin fazla bir etkisi yok. İran’da hareketin liderliğinin kolektif, mahalle odaklı ve bölgesel olduğu, bireysel liderliğin ise ortak kabul görmediği söylenebilir. Burjuvazi, kendi liderliğini dayatmak ve bu hareketin gücünü kullanmak, harekete kendi tekil liderliğini dayatmak için bu hareketin bir liderliğinin olmadığını haykırıyor. Bunu en çok yapan da Halkın Mücahitleri, bu mezhepçi gerici grup inançları ve gericiliği kadın ve özgürlükle bağdaşamayacağı için, özellikle “kadın, yaşam, özgürlük” sloganını yok saydı ve hareket içerisindeki varlığı adeta durma noktasına geldi ve gerçek doğasını ortaya koymuş oldu. Bu mezhebin lideri ve kadınları, İranlı kadınların zorunlu başörtüsünü çıkartmalarına, atmalarına ve yakmalarına destek olarak kendi dini başörtülerini bir milim bile geri çekmediler.

Sol ve sosyalist güçleri yakınlaştırma çabaları sürüyor. 2018’den bu yana, İran Komünist Partisi de dâhil olmak üzere altı solcu ve komünist akım, Sol ve Komünist Güçler İşbirliği Konseyi (Farsça: Shoraye Hamkary) adlı bir konseyde bir araya geldi. Yine iki hafta önce İran Komünist Partisi ve Hikmetçi İşçi Komünist Partisi, dağınık solcu ve komünist kesimleri bir araya getirmek için Kürdistan’da sol ve sosyalist bir blok oluşturma çağrısı yaptı. Çağrı iyi karşılandı, blok artık organize olmuş durumda ve şimdiye kadar birkaç toplantı yaptı. İslam hükümetinin devrimle alaşağı edilmesi, buna alternatif olarak işçiler, kadınlar ve toplumun yoksul kesimlerinden müteşekkil halk konseyleri ve sosyalizmi kurma çalışması bu ittifakın ortak hedefleri arasındadır.

Eylemlerin hızla büyümesine neden olan ve bu süreçten de etkilenen toplumsal kesimlerin taleplerinin, genel olarak kapitalist bir yönetimin karşılayamayacağı talepler olduğuna dair analizlere rastladık. Son dönemde hareketin taleplerinde bir dönüşüm oldu mu?

Bu devrimci hareketin talepleri, aradan geçen 120 yıldaki taleplerle aynı taleplerdir; İran’da 1900’lü yıllarda adalet ve anayasa sloganıyla başlayan; aristokrasi, çarşı, din adamları, bağımlı kapitalizm ve emperyalistlerin uzlaşması sonucu iki kraliyet darbesiyle karşı karşıya kalan ve sona eren anayasacılık hareketinden, 1978 kış devrimiyle Şah’ın devrilmesine kadar. Bu birikmiş talepler, İslami rejimin 44 yıllık vahşi baskılarıyla karşı karşıya kaldı.

2019’dan beri hareket daha sınıfsal bir aşamaya girdi. Kadınların mevcut hareketteki öncü ve cesur varlığı emsalsiz oldu. Bu hareketin taleplerine cevap vermek sadece İslami hükümetin güç ve iradesinin ötesinde değil, aynı zamanda laik ve sivil bir toplum öne süren muhalefetin sorumluluk ve kabiliyetinden de uzaktır. Çünkü İran gibi ülkelerde kapitalist ilişkilerin korunması ve sömürünün devam etmesi ancak çifte otoriter bir hükümet aracıyla sağlanabilir. “Yoksulluk, yolsuzluk, yüksek fiyatlar; Rejim devrilene kadar durmayacağız” sloganı, İran genelindeki işsizliğe karşı protestolar ve konsey yönetimi ile İran’ın her yerinden komitelerin talepleri, konsey temelli bir yaklaşıma ve merkezi iktidara güce ve geleneksel konvansiyonel hükümetlere karşı olunduğuna işaret etmektedir. 

İran’ın her yerindeki halklar arasındaki dayanışma, İslamcıların ve ayrıca kraliyet ve emperyalist güçlerinin tüm planlarını ve çabalarını alt üst etmektedir. Mevcut harekette, özellikle kadınlar ve gençler arasında, bireysel hâkimiyeti ve geri kalmış ilişkileri yansıtmayan, yaratıcı ve öncü bir güç var. İran işçi sınıfı bu harekette sınıf liderliğini elinde tutmasa da hareket içinde en büyük varlığa sahip, bu hareketin tutuklananları ve kurbanları işçi sınıfından, toplumun yoksul kesimlerinden veya emekçilerin müttefiklerinden. 

Erşad güçlerinin rejim tarafından lağvedildiği haberleri medyada yer aldı ancak bunlar da yalanlandı. Erşad devriyelerine yönelik rejimin attığı adımlar var mı?

Başörtüsü zorunluluğu ve Erşad’ın kaldırılmasına ilişkin haberler de hareketin gidişatını olumsuz etkileyen uygunsuz ve asılsız haberler arasında yer aldı. Hareket, yapılan bu hileleri alt etmeyi bildi. Rejimin girişimi; devrimci talepleri başörtüsü, tesettür ve Erşad devriyesinin ortadan kaldırılması gibi, en alt seviye taleplere indirmeye yönelikti. Hareket buna şu sloganlarla temel taleplerini ifade ederek tepki gösterdi: “Erşad devriyesinin ve başörtüsünün kaldırılması mesele değil, amacımız tüm sistemi devirmek!” Aslında pratikte, Erşad devriyesini ve zorunlu başörtüsü uygulamasını felç eden halkın direnişi ve mücadelesiydi. Gerçekte, kimse zorunlu başörtüsüne ve rejim güçlerine aldırış etmiyor. Rejim, iradesini ve kanunlarını geçmişe kıyasla topluma empoze edemiyor. Kitleler rejimin düzenlemelerine uymuyor ve geçmişe dönmeyecek. Bu henüz devrimci bir durum olduğu anlamına gelmez, ancak toplum devrimci bir dönem yaşıyor.

Rejim son dönemde idam cezasını uygulamaya başladı. Bunun karşısında direnişçilerin infaz yolundaki tavırları ve infazların ardından ortaya çıkan eylemler, İran rejiminin infazlarla tırmandırmak istediği bastırma ve sindirme politikasının işe yaramadığını gösteriyor. Bazı ölüm cezalarının bozulduğu haberlerini okuyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

En son istatistiklere göre, beş yüzden fazla insan öldürüldü, yaklaşık 20.000 kişi tutuklandı ve yüzlerce kişi pompalı tüfeklerle ateş açılması sonucu yaralandı ve kör oldu. Sadece iki kişinin resmen asıldığına dair yapılan duyuru da bir hükümet iddiasıdır. Tutuklanan onlarca kişi gözaltı merkezlerinde öldürüldü ve infaz edildikleri açıklanmadı. Birçok kişi işkence altında öldü. Birçok kişi kaçırıldı ve cesetleri birkaç gün sonra bulundu. Şimdiye kadar birçok genç, rejimin gözaltı merkezlerinden serbest bırakıldıktan sonra intihar etti, çünkü bu gençler gözaltındayken psikotrop ilaçlar almaya zorlandılar ve tecavüze uğradılar. Genç erkeklere ve kızlara tecavüz etmek ve kadınların cinsel organlarına pompalı tüfekle ateş etmek, rejim tarafından kadınlar ve gençler arasında dehşet ve korku yaratmak için bir taktik haline geldi. Elbette İslami sermaye rejimi resmi infazların devam etmesinden korkuyor, aksi takdirde 1980’lerdeki gibi on binlerce insanı katlederdi. Ali Hamaney, son devrimci hareketin ilk haftasında “2022’nin Tanrısı, 1980’lerin Tanrısı ile aynıdır” açıklamasını yaptı, ancak 80’lerde devrimci ve muhalif güçlerin katledildiğini ve muhalif hareketin bugünkü gibi kapsamlı ve ülke çapına yaygın olmadığını unuttu. İlk başta İslami hükümet sessizce zapt etme ve baskı politikasına yöneldi, ancak ülke çapındaki birlik ile rejim artık baskı güçlerinde bir çöküşle, tüm rejimin çökme tehlikesiyle ve hareketin rejimi devirme sürecine girmesiyle karşı karşıya. Hareketi kontrol etmek ve eski duruma geri dönmek iktidar ve ayağa kalkan kitleler için imkânsız hale geldi.

Direnişin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bundan sonraki gelişmelerle ilgili öngörüleriniz nelerdir? Ne yapmayı planlıyorsunuz?

İran’daki mevcut hareket; hareketin ilerleyişi, direnişin içerisindeki yapılar, hükümetin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz, baskı aygıtlarının çöküşü, hareketin eski koşullara dönülmeyeceğine olan inancı, rejimin çaresizliği, son olarak emperyalistlerin ve bölge hükümetlerinin İran’daki İslami sermaye yönetimine dair umutlarını kaybediyor olmaları göz önünde bulundurulduğunda devrimci bir yaklaşım benimsemektedir. Bu, İslami hükümetin devrimci bir şekilde alaşağı etmenin bir gerçeklik haline geleceği anlamına geliyor. Batı yanlısı muhalefet, devrimci bir yıkımın değil, iktidarı bir kapitalist siyasi güçten diğerine devretmek anlamına gelen bir rejim değişikliğinin peşinde koşuyor. Mevcut durumda, hareketin ilerlemesi ve sermayenin siyasi egemenliğinin devrilmesi sonucunda rejimin çökmesi muhtemel görünüyor. İran’da yaşanan durumu bir sınıf mücadelesi olarak değerlendirebiliriz. İşçi sınıfının ülke çapında bir genel greve girmesi ve işçi hareketi ile sosyalist hareketin bir araya gelerek harekete öncülük etmesi bir hayal değil ve gerçekleşebilir. Emperyalist müdahale ve küresel kapitalizm, siyasi iktidarın yenisiyle değiştirmek üzerine düşünmeye başladı, ayrıca İran’daki devrimci hareketin ilerlemesi ve yoğunlaşmasına paralel olarak emperyalist merkezlerin politikalarının da değiştiğini görebiliyoruz. İran’daki İslam devleti ile gizli diplomasi ve ilişki siyaseti devam etse de, Avrupa’da rejime, Biden liderliğindeki Demokratlardan daha fazla baskı uygulanıyor.

Sokak barikatlarının kurulduğu, genel işçi grevinin başladığı ve son aşamada silahlı kuvvetlere karşı kitlesel askeri mücadele seviyesine gelindiği noktaya kadar sokakları tutmaya çalışıyoruz. Ancak sokaklardaki insan kitlelerinin askerî aşamaya erken girmesini erken ve tehlikeli buluyoruz. Analizimize göre Kürdistan, İran’ın geri kalanına göre, daha erken özgürleşmeye hazırlıklı ve muktedirdir. Ancak İran genelinde inanılmaz bir birlik ve dayanışma var ki bu ülke çapındaki devrimci potansiyeli daha verimli kılıyor. Hedefimiz, ülke çapında bir birlik, işçi sınıfının devrimde liderliği, İslami rejimin devrilmesi ve sosyalizme doğru işçi devrimini güçlendirip devam ettirebilecek bir konsey alternatifinin İran’da kurulmasıdır.

Diasporadaki İran burjuva muhalefetinin emperyalist saiklerle toparlanmaya çalıştığını ve monarşistlerin de katılımıyla bir karşı-devrimci cephe örgütlendiğini görüyoruz. Sünni bölgelerde IŞİD benzeri yapıların oluşturulmaya çalışıldığına dair işaretler var. İran, Batı medyasının ana konularından biri halinde. Emperyalizmin ülkenize yönelik müdahalelerinde ve pozisyonunda sadece askeri değil, sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak da bir değişiklik var mı?

Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi, İran İslami rejimini destekleyen Çin ve Rusya dışındaki küresel kapitalist devletler, İran’daki İslami yönetimin devrilmesinin hemen ardından kendi siyasi alternatiflerini iktidara getirmeye çalışıyorlar. Propaganda medyası bu alanda oldukça örgütlü ve devrim için kendi karakterlerini oluşturmaya çalışıyor. İran meselesi Ortadoğu’ya, Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail ve Suriye gibi devletlere bağlı ve hatta Rusya’yı ve Ukrayna savaşını, Orta Asya ülkelerini, Pakistan’ı, Afganistan’ı ve Yemen’i, IŞİD’i ve diğer alçak İslamcı kuvvetleri etkiliyor. Küresel sermaye, tüm vekâlet savaşlarının ve diğer tüm krizlerin kökü olan kapitalist krizleri kontrol etmeye ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla İran’da siyasi iktidarın devri, küresel sermaye ve neoliberalizm için kolay değil. Ancak işçi sınıfı ve bir bütün olarak bu hareket içindeki sol eğilimler, küresel sermayenin pek çok siyasi denklemini alt üst edebilecek üçüncü faktördür. Irak’ta yaşadıkları deneyimden sonra dünya sermayesi için doğrudan askeri müdahale masadaki seçenek değil. Şimdi, çevre ülkelerde rejimin çöküşü sırasında sözde-parlamenter burjuva alternatifini iktidara getirmek için laik alternatifleri, sivil toplumu, insan haklarını ve diğer demagojileri sinsice teşvik eden politikalar izliyorlar. Monarşistler, meşrutiyetçiler, Kürt milliyetçileri ve tüm işçi karşıtı ve anti-sosyalist güçlerden oluşan bir birlik, Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri, İsrail gibi güçlerin siyasi, ekonomik ve medya müdahaleleri yoluyla, kapitalist ilişkileri geliştirmek ve korumak için İslami rejimin yerini almaya hazırlanıyorlar. 

İran’da, özellikle Belucistan ve Kürdistan eyaletlerinde İslami rejim tarafından kasıtlı olarak güçlendirilen IŞİD gibi bir cani güç, sorun yaratabilirse de devrim için bir tehdit olarak değerlendirilemez.

En iyi dileklerimizle

1 Ocak 2023

“The collapse of the regime seems probable”

Interview with Marzieh Nazeri and Abbas Mansouran, members of Central Committee and International Bureau of Communist Party of Iran

As the hundreth day of the rebellion was coming, we had a short conversation with our comrades, which also touched on the historical background of today. 

The resistance, which started at the end of three quarters of the last year according to the Western calendar, turned it over to the new year as a breathless rebellion. 

We tried to ask questions from which we can learn lessons, in an effort to “report a Z” of the proggress that have taken place in the months since our first interview with comrades from the Communist Party Central Committee and the International Bureau.

The answers we received to the questions we asked about the proggress of the rebellion and the revolutionary movement, and their analysis for the future, gave us further hope for the revolutionary transformation of our region, along with lessons for the year of struggle that we are about to pass the first month of.

To put it in the comrades’ own words, “Due to the spirit of the rising masses, the current movement has gone through a growing process and despite the current murderings and crimes by the Islamic capitalist regime, that you have rightly pointed out, there is no sign of a decline in it. Thousands and thousands of people accompanied by mourning, music, poetry, hymns and fighting slogans participated in the memorial ceremonies for the killed protesters  in an unprecedented way in Iran as a way of continuing their struggles and determination for the continuation of the revolution.”

Moreover, we heard the sentences and the following which are written without too much enthusiasm as a “Vamos Bien” with the temperament of our geography  about ‘efforts to bring the left and socialist forces closer, regarding the proggress of left, socialist, revolutionary forces’: “Since 2018, there have been six leftist and communist currents, including the Communist Party of Iran, which have come together in a council named the Left and Communist Forces Cooperation Council. Also two weeks ago, a call was given by the Communist Party of Iran and the Labor-Hekmatist Communist Party to form a left and socialist bloc in Kurdistan in order to bring the dispersed leftist and communist individuals”.

Finally, the following answer, which was given without going through the whole interview, should be remembered as our reality today, and should be heard: “Pro-Western opposition is only seeking regime change and not a revolutionary overthrowing, meaning wanting to transfer power from one capitalist political power to another. In the current situation, the prospect of the collapse of the regime as a result of the advance of the movement and the overthrow of the political rule of capital seems probable. We can consider the ongoing situation as  a class struggle in Iran. The entry of the working class into a nationwide general strike and leading the movement and labor and socialist movement joining together is not a dream and it can come true.”

1. The wave of rebellion that started after the murder of Mahsa Jina Amini completed its third month. Women in particular, but also high school students, university students, workers, shopkeepers, all segments of society became a part of the rebellion and resistance during this wave of rebellion and resistance that has gripped the whole country from Iran’s Kurdistan, Khuzestan, Balochistan to Azerbaijan. The Jin Jiyan Azadi slogan has become the common slogan of all Iranian people in all languages. In addition, slogans such as “death to the mullahs” and “death to the dictator” began to come to the fore. Despite all the pressures, the rape, torture, massacres, and latest the executions of the Iranian state, the reactions and resistance continued to increase. Can you comment on the current condition of the resistance that is completing its 3rd months, by also emphasizing the prominent, advancing and declining aspects of the resistance by emphasizing it?

 
Before we discuss the prominent aspects, progress or decline of resistance and the current conditions of the revolutionary movement on its 100th day, it is necessary to pay attention to  two central slogans that you  have  mentioned too: “women, life, freedom” and “down with the dictator!” We believe that woman, life, freedom is a response to a historical demand that goes back to captivity, slavery and historical oppression of women. With the classification of human societies, women were the first human group to be exploited and slaves who were subjected to the double oppression of class and patriarchal relationship. Women were treated as goods and means of production and not as human beings, and this slavery has continued from the era of ancient slavery until now in modern capitalist relations. Life also depends on the freedom of women and society, and freedom in the true sense is freedom from any class oppression. Without the abolition of the capitalist commodity relations and the abolition of private ownership of the means of production, the freedom and liberation of society and women from double oppression is impossible. With this attitude, woman, life, freedom is not a slogan, but a manifesto of human society and has a philosophical foundation and expresses a historical desire. The sloagan “death to dictator!” although refers to the ruler’s dictatorship, but it only refers to the superstructure of the oppressive relations of the ruler. Though it is not the dictatorship that has created the current situation, but it is the special relations in the peripheral capitalist countries that resort to the dictatorship to protect the capitalist relationship. This slogan is not a radical slogan, because it does not deal with the root of the current conditions and the Islamic rule of capitalism, but criticizes the form of dictatorship and its superstructure. This slogan can create an illusion in the minds as if the problems of the society will be solved with the death of the dictator. In fact tyranny roots from the nature of capitalist relations and ideological tyranny is specific to countries like Iran and Turkey and other peripheral countries that form the double absolutism. Without double absolitism it is impossible to manage capitalist relations in peripheral countries. This slogan indirectly confirms parliamentarism and bourgeois civil society, that is, it forgets the inherent tyranny of capitalism.

 In the political revolution of 1978, such slogans were common and had harmful consequences under more than such 43 bloody years. Of course, the socialist movement and leading workers and progressive  students raise many class slogans such as “bread, work, freedom, council self-management!”, “Poverty, corruption, high prices; We won’t stop until we overthrow this regime!”, “Freedom, freedom, freedom, freedom!”, “Death to the whole system!” and so on. Due to the spirit of the rising masses, the current movement has gone through a growing process and despite the current murderings and crimes by the Islamic capitalist regime, that you have rightly pointed out, there is no sign of a decline in it. Thousands and thousands of people accompanied by mourning, music, poetry, hymns and fighting slogans participated in the memorial ceremonies for the killed protesters  in an unprecedented way in Iran as a way of continuing their struggles and determination for the continuation of the revolution. In these ceremonies on the graveyards, religion and conventional religious traditions have the least presence and role, and this has been almost unprecedented in the historical struggles of Iran. In these ceremonies, a strong and irreversible will can be seen in the current movement. Day and night, in every region of the ccountry, the will and the presence of the protesting and brave people are imposed on the repressive forces of the capitalist Islamic regime. The struggle continues day and night without wavering. New tactics are created and the government is in trouble and in a paralaysed situation.

 

2. We observe an almost irreversible transformation in the actions. However, we see that the movement, which has started to find its social reflections -the headscarf ban is no longer recognized in practice, the social legitimacy of the mullahs is being questioned and the veil of fear is torn, etc.- has not yet been able to find a politically leading group. From the beginning of the resistance to the present, do the efforts of the revolutionaries in this direction find more response among all social segments, especially workers, youth and women? How do you see the development of organization among revolutionaries and communists?

Compared to the first days of the current movement, the slogans have become more radical and taken on a class color; the organization of the neighborhood committees in urban areas, universities, among high school students, nationwide and especially labor strikes in the last month among oil, gas and petrochemical workers, iron and steel smelting and automobile industries, etc, the women’s committees, solidarities between Kurdistan, Baluchistan and Azerbaijan and all regions of Iran, are all manifestation of the progressive current struggl, its increasing radicalization, role of class, and the role of leftist and socialist forces in this era. Bourgeois forces, including monarchists, reformists, and the bourgeois opposition in general, are trying to confiscate the revolutionary movement . Inside Iran, however, these forces do not have much influence. It can be said that the leadership of the movement in Iran is collective, neighborhood oriented and regional, and individual leadership is not acceptable in common. In order to impose its leadership and ride the wave of this movement, the bourgeoisie is crying out about the lack of leadership in order to impose its individual leadership on the movement. Most of all, the People’s Mojahedin, especially by ignoring  the slogan of “women, life, freedom” came to a standstill and revealed its nature, because the beliefs and reactionary nature of this sectarist  reactionary group could not be compatible with women and freedom. The leader and women of this sect did not even agree to move back a millimeter of their religious hijab in support of removing, throwing and burning the compulsory hijab by Iranian women.

Efforts are underway to bring the left and socialist forces closer together. Since 2018, there have been six leftist and communist currents, including the Communist Party of Iran, which have come together in a council named the Left and Communist Forces Cooperation Council. Also two weeks ago, a call was given by the Communist Party of Iran and the Labor-Hekmatist Communist Party to form a left and socialist bloc in Kurdistan in order to bring the dispersed leftist and communist individuals. The call was well received, the bloc has been now organized and has had few meetings so far. The revolutionary overthrow of the Islamic government, the alternative of the people’s councils, consisting of workers,  women and poor layers of the society, and the effort to bring about socialism are among the common goals of this alliance.

3. We have come across analyses that suggest that the demands of the social groups, which caused the rapid growth of the protests and were also influenced by this process, are demands that cannot be met by a capitalist administration in general. Has there recently been a transformation in the demands of the movement?

 The demands of this revolutionary movement are the same demands of the passed 120 years; from the movement of constitutionalism in Iran, which started with the slogan of justice and constitution in 1900s, which, due to the reconciliation of aristocracy, bazaar, clergy, dependent capitalism and imperialists, was faced and ended by two royal coups, to the overthrow of the Shah in the winter revolution of 1978. These accumulated demands were faced with the 44-year brutal repressions of the Islamic regime. 

Since 2019 the movement has entered a more class phase.The leading and courageous presence of women in the current movement has been unprecedented. Responding to the requests of this movement is not only beyond the power and will of the Islamic government, but also far from the responsibility and capability of the opposition which is claiming a secular and civil society. Because the preservation of capitalist relations and the continuation of exploitation in countries like Iran can only be achieved with a double authoritarian government tool. The slogan of “poverty, corruption, high prices; we won’t stop until the overthrow of the regime”, the protest against unemployment and the demanding of the council administration and committees throughout Iran all indicate a council-based approach and are against the central power and conventional governments.

Solidarity between the peoples of all over Iran is an approach that has messed up all the plans and efforts of the Islamists, as well as royal and imperialist powers. There is a creative and vanguard force, especially among women and youth, in the current movement, which does not reflect individual dominance and backward relationships. Although the working class of Iran does not hold the class leadership in this movement, it has the largest presence in the movement, the arrested and the victims of this movement are all from the working class, poor layers of the society or allies of the working class.

4. News that the Irshad forces were abolished by the regime appeared in the media, but they were also denied. Are there any steps taken by the regime towards the Irshad patrols?

The abolishing of Hijab and Ershad were among the  deviant and false news to negatively affect the progress of the movement. The movement was more awake than these tricks. The regime’s attempt was to reduce the revolutionary demands to degrade the level of demands to the lowest level of headscarf and hijab, and removing the guidance patrol. The movement reacted and emphasized its  major demands, by shouting slogans such as: The guidance patrol and removal of the veil is only an excuse, oure goal is the overthrowing the whole system! Actually it was the resistance and struggle of the people that paralyzed the guidance patrol and the imposed hijab in practice. In fact no one  pays attention to the compulsory hijab and the regime’s forces. The regime cannot impose its will and laws on the society in compare with the past. The masses do not obey the regime’s regulations and wil not return to the past. This does not mean that there is a revolutionary situation yet, but the society is living a revolutionary period.

5. The regime lately started using the death penalty. In the face of this, the attitudes of the resistors on the way to the execution and the actions that emerged after the executions show that the policy of intimidation and suppression that the Iranian regime wanted to escalate with the use of executions did not work. We read the news that some death sentences are broken. How do you evaluate this situation?

According to the latest statistics, more than five hundred people have been killed, nearly 20,000 have been arrested and hundreds have been injured and blinded by shotguns. The announcement of only two people being officially hanged is only a government claim. Dozens of those arrested have been murdered in detention centers and have not been announced as executed. Many have died under torture. Many others were kidnapped and few days later their bodies were found. Many teenagers have have so far committed suicide after being released from regime’s detention centers, because these teenagers had been forced to take  psychotropic drugs and raped when in custody. Raping young boys and girls and shooting shotguns at girls’ genitals has become a tactic by the regime to create horror and fear among the women and youths. Of course, the Islamic regime of capiral is afraid of the continuation of official executions, otherwise it would have massacred tens of thousands of people like in the 1980s. Ali Khamenei announced in the first week of the recent revolutionary movement that “the God of 2022 is the same as the God of the 1980s”, but he forgot that in In the 80s, revolutionary and opposition forces were massacred, and the opposition movement was not comprehensive and nationwide like today. At first, the Islamic government turned to the policy of quiet containment and repression, but with the nationwide unity, the regime is now faced with a collapse in its repression forces, the danger of collapse for the whole regime and the movement’s entry into the process of overthrowing the regime. Controlling the movement and returning to the previous position has become impossible for the government and the rising masses.

6. How do you see the future of resistance? What are your predictions with regards to the next developments? What are you planning to do?

Considering the progress of the movement, the structures of the resistance, the economic and political crises of the government and the collapse of the repressive forces, and the feeling that the movement will not return to the past conditions, regime’s helplessness and with the imperialists and governments of the region having lost their hope in the Islamic rule of capital in Iran, the current movement in Iran has taken a revolutionary approach. It means the revolutionary overthrow of the Islamic government  is going to become a reality. Pro-Western opposition is only seeking regime change and not a revolutionary overthrowing, meaning wanting to transfer power from one capitalist political power to another. In the current situation, the prospect of the collapse of the regime as a result of the advance of the movement and the overthrow of the political rule of capital seems probable. We can consider the ongoing situation as  a class struggle in Iran. The entry of the working class into a nationwide general strike and leading the movement and labor and socialist movement joining together is not a dream and it can come true. Imperialist intervention and global capitalism has begun to think about replacing the political power,  and we can see that in paralel with the advancement and intensification of the revolutionary movement inside Iran, the policies of the metropolitan governments are also changing. In Europe, more pressure is put on the Islamic regime of Iran than the Democrats led by Biden, although the politics of secret diplomacy and relationship with Islamic state in Iran is continuing.

We are trying to keep the streets until we reach the level of street barricades, the general labor strike and the final phase of the military mass struggle against the armed forces. But we consider it premature and dangerous to enter the military phase early by the masses of people in the streets. According to our analysis, Kurdistan has the capability and is more prepared to be liberated sooner than the other part Iran. But there is an incredible unity and solidarity throughout Iran, which makes the nationwide revolutionary potential more fruitful. Our goal is a countrrywide unity, the leadership of the working class in the revolution, the revolutionary overthrow of the Islamic regime and the establishment of a council alternative in Iran that can strengthen and continue the labor revolution towards socialism.

7. We see that Iranian bourgeois opposition in diaspora is trying to recover with imperialist incentives, and a counter-revolutionary front is organized with the participation of the monarchists. There are indications of attempts of ISIS-like structures being formed in Sunni regions. Iran is one of the main topics in Western media. Do you analyze any changes in imperialism’s interventions and position against your country, not only militarily, but also socially, economically, politically and culturally?

As mentioned through the previous sections, the global capitalist states, except for China and Russia who support the Islamic Regime of Iran, are trying to bring their political alternative to power right after the overthrowing the Islamic government in Iran. Propaganda media are highly organized in this field and they are trying to build their own characters for the revolution. The issue of Iran is tied to the Middle East, to states such as Turkey, Saudi Arabia, Israel, and Syria, and even influencing Russia and the Ukraine war, Central Asian countries, Pakistan, Afghanistan, and Yemen, ISIS and other villainous Islamic forces. Global capital needs to control the capitalist crises which are the root of all proxy wars and all other crises. Therefore, the transfer of political power in Iran is not easy for global capital and the neoliberalism. However the working class and the left tendencies as a whole in this movement is the third factor that can upset many of the political equations of the global capital. The direct military intervention is not the option on the table for the world capital after the experience they had in Iraq. Now, they creepily pursue policies of promoting secular alternatives, civil society, human rights, and other demagogueries in order to bring the quasi-parliamentary bourgeois alternative to power in the peripheral countries during the collapse of the regime. A combination of monarchists, constitutionalists, Kurdish nationalists, and all anti-worker and anti-socialist forces are preparing themselves to replace the Islamic regime to promote and protect capitalist relations through political, economic, and media interventions of powers such as Saudi Arabia, the Arab Emirates, and Israel. 

A criminal force such as ISIS, which has been deliberately strengthened by the Islamic regime in Iran, especially in the provinces of Baluchistan and Kurdistan, can be a nuisance in some areas of Iran, but cannot be considered a threat to the revolution.

Wıth the best wishes

Abbas Mansouran

Marzieh Nazeri

01 January 2023

Katar hangi dünyanın kupası? – Koralp Selçuk

Çoğunluğumuzun çocukluk yaşlarında kurduğu bir hayalin kırıklığından bahsediyor Katar bizlere, esasen Katar sürecin bugün öznesi. Mahallede top oynarken kendinizi medya popüleri bir sporcunun yerinde hayal etmiş olduğunuzu tahmin ediyorum, tüm komşularınızı gururlandırmak adına topu sürdüğünüz bir mahalle maçı düşünün, elbet bu görkemli anın tanıklarının da olmasını istersiniz.

Sujan Miah da bu hayallere sahip bir emekçi idi, Bangladeş’ten Katar’a ulaştığında, alınteri ile inşa edeceği stadyum projesini görüntülü bir arama ile abisi Jamal Mollah ile paylaşıyor. Stadyumda seyirci olma ümitleri ile birlikte elbette, hakkıdır bileğinin gücü ve alınteri inşa edecek o görkemli yapıyı. Jamal, artık kardeşini görme imkânına sahip değil, Dünya Kupası stadyumu inşaatında aşırı sıcak ve kötü koşullar yüzünden Sujan hayatını kaybetti.

Katar’da binden fazla Bangladeşli aile bir oğlunu, babasını, erkek kardeşini veya kuzenini kaybetti. Bu konuda yayınlanan beş bölümlük “Katar’ın köleleri” dizisi için Bangladeş’teki ziyaret edilen akrabalardan bir tanesi de Jamal.

Kitlesel bir övgü, hepimizi mutlu edecektir şüphesiz. Bir Dünya Kupası bu masum hayallerin merkezine saf bir arzu nesnesi olarak yerleşmeyi hak ediyor mudur?

Katar, 2010 yılında, bugünlerde düzenlenen Dünya Kupası için büyük çaplı bir inşaat sürecine başladı. Katar yönetiminin tek kaygısı ise, dünya spor gündeminin merkezi olacak bu organizasyonda gövde gösterisi yapmaktı. Bu uğurda canlarını hiçe sayacakları emekçilere muhtaç Katar, bugün bizlerin dünya futbol gündemidir.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre Katar’da bulunan yaklaşık 1,5 milyon emekçi, tüm gün boyunca süren, aşırı sıcak ve susuzluk ile mücadele dolu bir mesaiyi tamamlıyor. Yaşam koşullarının pahalılığı ile tanınan Katar’da, emekçilerin düşük ücret ve barınma dışında karşılanmayan tüm ihtiyaçları, sefalet koşullarında, ölüme sürüklüyor. İçme suyunun olmadığı, klimasız ve kötü hijyen koşullarına yaşamı pahasına katlandıklarını belirtiyor emekçiler.

Doha’da son dönemde inşa edilen kanalizasyon sistemini, 20 adet gökdelen gibi gösteri emarelerini de dâhil ettiğimizde, Katar’daki göçmen işçi cinayetlerinin stadyum inşası ile sınırlı kalmadığı da aşikâr. Spor tarihinde Pekin Olimpiyatları’ndan Brezilya Dünya Kupası’na kadar yakın tarihteki uluslararası spor müsabakaları için ölen emekçilere, Katar henüz netleşmeyen fakat iddialar dâhilinde 500 ile 10.000 arasında değişen iş cinayetlerini ekliyor. Göçmen işçi cinayetlerinin Katar’a tabi olmadığını ve organizasyona sahiplik yapacak bir kapitalist ülkenin de stadyum emekçilerine hak ettiği değeri vermeyeceğini biliyoruz. Büyük sponsorlukların, reklâm ve medya anlaşmalarının dâhil olduğu, spor pazarlamasının zirvelerinden bir tanesi olan Dünya Kupası’nın, trend tüketim alışkanlıkları ve yaşam tarzından uzak Katar’da ve tarihteki ilk kış mevsimi Dünya Kupası olarak düzenlenmesini sağlayan etmenlerin ne olduğuna da göz atmakta fayda var.

2010 yılında FIFA Başkan Yardımcısı Platini, Katar’da düzenlenecek olan Dünya Kupası fikrine futbol kültürlerinin olmaması ve Avrupa kıtasından gelecek taraftarlar için zorlu ülke yasakları gerekçesi ile sıcak bakmıyordu. Bu koşullar üzerinden değerlendirildiğinde, hâlâ sıcak bakmıyor olduğunu düşünmemek elde değil, zira Katar hâlâ aynı fakat Platini projeye ikna. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy davetinde düzenlenen yemekte, Katar Başbakanı Şeyh Hamad bin Jassim al-Thani ve birkaç yıl içinde babasının yerini alacak olan Şeyh Tamim bin Hamad al-Thani isimlerinin Platini’yi harika bir futbol ülkesi oldukları yönünde ikna etmiş olduklarını düşünmüyoruz. Ya da Zürih’te açıklanacak olan ev sahipliğinin, açıklama öncesi El Cezire kanalında haber olarak servis edilmesinin de basın mensuplarının Katar’dan daha iyi bir futbol ülkesi bulamayacakları tezine dayanarak gerçekleştiği ihtimali de hesaplarımız arasında değil. Akabinde yürütülen soruşturma içerisinde de pek çok FIFA yetkilisi yolsuzluk ispatları ile tutuklandı. Sofrada bulunan 4 karar mercii hariç. Devam eden süreçte, Katar sermayesi Fransa’nın köklü kulüplerinden Paris Saint Germain’i satın aldı.

Katar’ın Dünya Kupası ev sahipliği için ikna ediciliğinin iyi yemek ve sohbet olduğu da ayrıca değerlendirmelerimiz arasında değil. 90’ların ikinci yarısında kurulan Al Jazeera, batı standartlarını taşıyan bölgenin önemli medya gücü idi. Coğrafyada ABD’nin ve emperyalizmin sözünün taşınması için önemli roller üstlendi. Aspire Academy gibi Afrika ve Ortadoğu gençlerinin sporcu olarak yetiştirilmesi için kullanılan üsler ve El Udeyd gibi Amerika’nın üssü konumunda bir askerî konuşlanma da emperyalistler tarafından takdir edilmiş olmalı. Doha’nın Suriye’deki cihatçı çeteler için harcamalarının 2 milyar doları bulduğu söyleniyor. 90’ların ikinci yarısı ile başlayan bu süreç içerisinde emperyalistler için merkezî konumda yer almak isteyen Katar, sadece Dünya Kupası için değil, tenis, golf gibi spor organizasyonları ve otel inşaları dâhil birçok yatırımı emekçilerin canları pahasına çalışmaları ile inşa ediyor.

Sermayenin bu çalışma ortamı, popüler seyirci kitlesine sahip bir spor branşını içerdiğinde ise, yaşam koşulları, işçi hakları, LGBTİ hakları ve temel özgürlükler üzerinden bir dizi tartışma ile büyüteç Katar’a tutulmaya başlandı. Katar yönetiminin baskıları ile FIFA tarafından LGBTİ haklarını işaret eden “one love” pazubandının takılmamasına ilişkin yasağı protesto eden Almanya futbolcularına, TC yönetimine dair desteği sonrasında kadro dışarısında bırakılan Mesut Özil ile yanıt veren seyirci kitlesini de, Hollanda, Belçika, İngiltere gibi yasalarında insan hakkı ihlallerine göre Katar kıyasına ilişkin görece adil olarak bahsedilen ülkelerin bu yasağa uymasını da kurallara saygılarından olduğunu düşünmüyoruz elbette. Birbirlerine çarpmakta da bir beis görmemek ile birlikte.

Sermayenin Dünya Kupası’ndaki faaliyetlerinde sportif olarak bulunamayan TC ise, tüm bu projelerin alt yapısında çalışan inşaat firmaları, sıcak para girişinde kendilerine uzatılan yardım eli için, tabağı boş göndermemek adına insan haklarına dair ihlallerde maharetlerini ustaca sergileyen polislerini de Katar’da görevlendirerek selâmladı. Tüm bu yaşananlar sporun tekil bir gündeminin skor olmadığını gözler önüne sermektedir.

Günün sonunda, Katar istediğini elde etmeyi başardı. Turnuvaya ev sahipliği yapması, tahmin edilemeyen bir servete ve emekçilerin canlarına mal oldu. Turnuva finalinde, Lusail kentinde havai fişekler ve kutlamalar eşliğinde görkemli bir şov ekranlarda yer alırken, Messi isminin zaferi ile spor tarihinde yer alacak kupa sayesinde artık başparmak şeklindeki bu küçük çöl ülkesi tüm dünya tarafından haberdar olunan bir ülke hâline evriliyordu.

Dünyanın endüstriyel spor işleyişinin tüm arızalarının gözler önüne serildiği bu sürecin tartışma noktalarının tekil bir ülkeden ibaret olduğu ihtimali de hesaplarımız arasında değil. Sporun bir propaganda yöntemi olarak ele alınması, insanlık tarihinde oldukça eski bir tarihe sahip. Atina’da M.Ö. düzenlenen bir olimpiyatta, emekçiler sermaye sahiplerinin baş tacı değillerdi. Anadolu’da yağlı güreşlerde seçilen ağa, meydanın güreşte en maharetlisi ya da halkın en saygını değil.

Brezilya’da düzenlenen 2014 Dünya Kupası için favelalarındaki isyanlar, Evsiz İşçiler Hareketi, bugün de bizlerin gerçekliğini aynı güncellik ile taşımakta.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...