Ana Sayfa Blog Sayfa 54

Sınır – Cahide Sarı

Sınırlar egemenliğin sergilendiği alanlardır. Sınırı durağan ve verili bir unsuru olarak ele almak yerine direniş, şiddet ve egemen iktidar arasındaki ilişkilerin bir sonucu ve aynı zamanda bu ilişkilerin yeniden üreticisi olarak ele aldığımızda bu kavramın kapitalist sömürü açısından ne denli hayatî olduğunu anlamak mümkün hâle gelebilir. Sınırı çözümlemek, burada yoğunlaşan güvenlik odaklı militarist mekanizmaların işlemesi adına kenara itilen, değersizleştirilen ve dışlananların neler olduğunu kavramak ve var olanın başka türlü olmasının imkân ve sınırlarını yeniden düşünmek adına yaşam ve siyaset arasında kurulan ilişkinin irdelenmesi özel bir önem taşımaktadır.

Sınır hem iktidar mekanizmalarının üretildiği ve yeniden üretildiği hem de bu mekanizmalara direnme biçimlerinin ve taktiklerinin geliştiği bir çatışma alanı olarak da düşünülebilir. Sınırı ve sınır çizme pratiklerini tartışmak, kabul edilegelen hâliyle sınırın mümkün kıldığı iktidar ilişkilerini yeniden tartışmaya açmak için önemli bir hareket alanı sağlamaktadır.

Avrupa’da ulus devlet oluşum süreçlerine eşlik eden pasaportun icadı ve ulusal kimlik belgesinin kullanılmaya başlanması meşru ve meşru olmayan hareketliliğin neler olduğunu belirleme ve bu hareketleri kısıtlama ve yönlendirme süreçlerinin iktidar mekanizmaları açısından en başından itibaren ne denli kritik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu mekanizmalar seyahat/hareket etme özgürlüğünü bireyden alarak devlet onayına ve otoritesine bağlı bir biçime dönüştürmüşlerdir.

90’lı yıllardan itibaren giderek belirginleşen uluslararası hareketliliğin oldukça çok nedeni ve sonucu bulunmaktadır. Savaş ve iç çatışmalar ile yoksulluğun başını çektiği bu küresel hareketliliğin günümüz siyasal yaşamını sarsarak ilerlediğini belirtmek mümkündür. Mevcut siyasal ve ekonomik kategoriler ile ele alınmaya sürekli direnen bu hareketliliği durdurmak yerine yönetmeye çalışmak şeklinde bir uluslararası çaba söz konusudur. Genel anlamda devletlerin, çeşitli nedenlerle yola çıkan milyonları yönlendirmeye dayalı bir tutumu benimsediğini söyleyebiliriz. Göçün arkasındaki asıl nedenleri ortadan kaldırmaya dönük bir bakış açısı yerine göçü istediği şekilde yönlendirmeye dayalı bir yaklaşım söz konusudur.

Sınır asla tümüyle kapatılmaz. Sınır daha çok akışı yönlendirmek, kontrol etmek üzere çalışmaktadır. İktidar mekanizmaları tanımlamaya, hareketliliğin kontrol edilmesine ve bu amaçla da teknolojinin çok daha fazla iş başına koşulmasına dayanmaktadır. Özünde pasaport kontrolü ve vize uygulamaları ile başlayan sınır güvenliği politikaları günümüzde daha çok militarist ve dijital bir altyapı ile çok aktörlü biçimde yürütülmektedir.

Giderek yoğunlaşan oranda teknolojinin de işbaşına koşulduğu yeni sınır yönetimi, devletlerin 1951 Mültecilerin Hukukî Statülerine İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve onun türevi olan diğer sözleşmelerden doğan sorumluluklarını aşındırma çabasının bir sonucudur. Devletlerden ibaret olmayan sınır yönetim mekanizmalarının uluslararası akışı güvenlik odaklı çeşitli tekniklerle yönlendirmesinin kapitalist sistemin genel işleyişi açısından nasıl bir işlevi olduğunu ortaya koymak bugünün en önemli tartışma başlıklarından birini oluşturmaktadır.

Sınırda yoğunlaşan güvenlik odaklı politikalarla genişleyen göç yönetimi, bir yandan genel bir yasa dışılaştırmayla göçmenlerin[1] daha iyi çalışma ve yaşam koşulları adına hak arama faaliyetleri önüne sınır çekerek yoğun bir sermaye birikiminin önünü açmakta, öte yandan göçmenler ve vatandaşlar arasındaki farkların derinleştirilmesi üzerinden ayrımcı bir söylemi meşrulaştırarak bu sermaye birikiminin gerçekleşmesini garanti altına almaktadır. Vatandaş olan ve olmayan arasındaki siyasal ayrım, giderek daha büyük oranda sermaye birikimini mümkün kılacak biçimde çatallandırılmaktadır. Statünün varlığı, her zaman ona sahip olanlar, kısmen sahip olanlar ve ondan mahrum bırakılanlar şeklinde bir kategorilendirme ve hiyerarşiye referans vermektedir. Azınlığın güvenlik ve birikim “ihtiyacının” ancak çokluğun güvencesizliğe ve yoğun sömürüye maruz kalması ile elde edileceği varsayılmakta ve bunun sonucunda milyonlarca insan sürekli yeniden belirlenen asgarîleştirilmiş/minimuma indirgenmiş haklarla güvencesizliğe mahkûm edilmektedir.

Mevcut siyasal çerçevenin devlete referansla tanımlanan siyasal kimlikler üzerinden şekillenmesi, tam olarak vatandaş statüsü olmayanların bu çerçeve içinde görünmez kılınmasına hizmet etmektedir. Devlete referans veren ve her adımda devletin varlığını onaylayan vatandaşlığın “doğru” siyasal öznelliği temsil ettiği kabulü karşısında, göçmenlik hep bir boşluğa, eksikliğe ve dışlamaya denk düşürülmektedir.

Göçmenler açısından yasal statü elde edinceye kadar geçen süreç oldukça uzun ve hakları kullanma açısından son derece sorunludur. Pratikte, bir göçmenin yasal statü elde etmesi için yıllarca beklemesi ve bu süreçte kendisine sağlanan son derece kısıtlı haklarla hayatta kalması gerekmektedir. Pek çok devlet giderek daha yüksek oranda “seçici” bir göçmen politikası izlemektedir, bu politikalar uyarınca daha eğitimli, daha çok ihtiyaç duyulan alanlarda deneyimli göçmenler kabul edilirken, daha az kalifiye ve daha az eğitimli olanlar yasa dışı (düzensiz) göçe zorlanmaktadır. Yasal olmayan yollardan göç sonucunda da çok sayıda kişi sınır dışı edilme riski, tehdidi altında oldukça kötü koşullarda hayatta kalmaya ve para kazanmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin sınır ve göç yönetimi faaliyetleri de bu bağlamda şekillenmektedir.

2015 yılı Suriye’den çok sayıda mültecinin Ürdün, Lübnan, Türkiye başta olmak üzere yakın çevrede bulunan ülkelere sığınmak zorunda kaldığı ve bu çerçevede hem Avrupa Birliği hem de bu göçün en önemli hedef ülkelerinden olan Türkiye’de sınır ve göç yönetiminin radikal biçimde dönüşümü açısından kilit bir yıldır. 2015 yılında Suriye başta olmak üzere Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen göçlerin ardından göç krizi/mülteci krizi söylemine sıklıkla başvurulmuştur. Suriyeli mültecilerin büyük çoğunluğu Türkiye, Ürdün, Lübnan, Mısır ve Irak’a sığındığı hâlde 2015 yılından itibaren AB göç ve sınır yönetimi “göç krizi/mülteci krizi” olarak adlandırılan, güvenlik odaklı ve hakları aşındıran süreklileştirilmiş bir acil durum anlayışı çerçevesinde yürütülmektedir.

AB üyesi ülkeler, yıllardır mültecilerin İtalya ve Yunanistan gibi çeper ülkelerde tutunup AB’nin içine “sızmamaları” için faaliyet yürütmektedirler. AB içindeki geri kabul mekanizması, mültecilerin içeriye daha fazla “sızmasını” engelleyerek AB’nin çeperlerinde tutmak ve bu akışı kontrol etmek üzerinden şekillenmekte idi. Türkiye-AB arasında imzalanan geri kabul anlaşması ile de mültecileri AB sınırlarından “geri süpürme” fırsatını yaratmışlardır. Mültecilerin güvenlik ve korunma ihtiyacının karşılanması esastır ancak var olan haklar, yapılan ikili ya da bölgesel sözleşmeler ile budanmaktadır. Böylelikle de mültecilere koruma sağlamakla yükümlü ülkeler, bu yükümlülüklerini başka ülkelere devretmekte ve her devir mülteciler açısından hakların daha da fazla budanması anlamına gelmektedir.

Göç ve sınır yönetimine ilişkin politika ve uygulamaların çok sayıda kamusal, bölgesel ve özel kurumun yanı sıra uluslararası insanî yardım ve kalkınma örgütlerinin de yer aldığı esnek bir ağ ile mümkün kılındığını söyleyebiliriz. AB’nin mevcut organlarının yanı sıra tüm AB adına sınır ve göç yönetimi alanında faaliyet yürüten FRONTEX, EUROSUR ve EURODAC gibi bölgesel örgütler, dijital teknoloji ve militarist teknolojiler tasarlayan küresel ticari şirketler ve IOM, ICMPD gibi uluslararası örgütler ve transit ya da kaynak ülke olarak adlandırılan ülkelerdeki ulusal kurumlar ve ticari şirketler bu ağın en önemli bileşenlerini oluşturmaktadır. Giderek daha çok “önleyici güvenlik” uygulamaları üzerinden örgütlenen bu ağın genel olarak mültecileri ve vatandaşları temsilî olarak bile içermeyen ve eşitsiz güç ilişkileri üzerinden örgütlenen bir ağ olduğunu söyleyebiliriz.

Sınırın bir tarafında sınırı göçmenden “korumak” için termal kameralar, gözetleme aygıtları üretip satan büyük bütçeli uluslararası şirketler, diğer tarafında da kayıt dışı biçimde para karşılığı göçmenleri sınırın içine sokmaya çalışan uluslararası şebekeler yer almaktadır. Aynı zamanda göçü, sınır noktasına gelmeden engelleyen ve kontrol altına almaya çalışan yeni bir göç rejimi de oldukça uzun zamandır işbaşındadır. Sınır geçme ve göç yönetimi faaliyetleri önemli bir rant ve ihlal alanına dönüşmüştür ve sınır güvenliği giderek daha çok özel şirketlerden satın alınan hizmetler üzerinden gerçekleştirilmektedir. Geri gönderme ve karşılama merkezleri yani kamplar da giderek daha çok cezaevi mantığıyla düzenlenmektedir.

Göçmenlerle ve hakları tam anlamıyla tanınmayan ya da hakları günden güne eriyen diğer gruplarla ilişki kurma biçimimizin, devletlerin çizdiği çerçevede gerçekleşmesi ve bununla yetinilmesi siyasal açıdan oldukça sorunlu ve kısıtlayıcı bir yaklaşımdır. Sınır üzerinde çalışan kontrol mekanizmalarının, bugün tüm toplumsal içerme, toplumsal dışlama ve genel güvencesizleştirme süreçlerinin önemli parçası olarak, bu süreçlere çok daha derinden eklemlendiğini, onları yönlendirdiğini ve birlikte çalıştığını belirtmeliyiz. Gerek vatandaşlık statüsüne sahip olanlara yönelik asgarî ücret/hak uygulamalarında, gerek bu statüden yoksun olanlara yönelik ayrımcı ve dışlayıcı politikalarda karşımıza çıktığı gibi, hayatlarımıza, ücretlerimize, haklarımıza çekilen tüm sınırların işlevi, iktidarın birikim mekanizmalarının etkin bir biçimde işlemesini sağlamaktır.

[1]    Siyasal ya da ekonomik nedenlerle ülke sınırları dışına çıkan herkesi kapsayacak biçimde kullanılmıştır.

 

Türkiye’de yoksulluk nedenleri üzerine bir tartışma

En genel tanımı ile yoksulluk, bireyin temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanaklara sahip olamaması hâlidir. Bu tanımın içinde yer alan “temel ihtiyaçlar” kavramı için belirli bir standart yok elbette; bu kavram toplumların gelişmişlik düzeyine ve ekonomik durumuna göre farklı anlamlar kazanabilmekte. Örneğin Japonya’da düzenli kitap okuma temel ihtiyaç olarak değerlendirilirken Türkiye’de böyle bir gereksinimi temel ihtiyaçlar arasında sayanın aklından kuşku duyulur muhtemelen. Yetişkinlerin yüzde 30’dan fazlasının düzenli kitap okuduğu Japonya’da bu temel bir ihtiyaç, düzenli okuma oranının yüzde 0,1 olduğu Türkiye’de ise bir hobiden başka anlam ifade etmemekte.

Yoksulluk, gerçekte bireyin geliri ile doğrudan ilişkili bir kavram değil. Bu ilişki kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumlar için geçerli sadece. Örneğin SSCB’nin egemen olduğu dönemde Rusya’da ortalama aylık gelir 50 USD düzeyinde iken ülkenin her vatandaşı temel gereksinimlerini karşılayabildiği gibi haftada en az bir kez dışarıda yemek yiyebilmekte, her türlü sağlık ve eğitim hizmetinden yararlanabilmekte ve yılda en az iki hafta ikamet ettiği şehrin dışında bir yerde tatil yapabilmekte idi. Bunun nedenini sistemin gerçekleştirmiş olduğu uygulamalarda aramak gerek elbette. SSCB’de konut, ısınma, aydınlanma, öğrenim ve gelişim, iletişim, şehir içi ulaşım ve tatil mekânlarında konaklama (yeme-içme de dahil) vatandaşlık temel hakkı olarak görüldüğünden bunlara ulaşmak için herhangi bir bedel ödenmemekte idi. Diğer ürün ve hizmetlerin gerçekleştirilmesi ise kâr amaçlı olmadığından küçük bedeller karşılığında ulaşılabilmekte idiler insanlar bu ürün ve hizmetlere. Örneğin üç saatlik Moskova-Samara uçak yolculuğu 3 (yazı ile üç) $, güzel bir restoranda dört kişilik (içki dahil) bir yemeğin bedeli ise sadece 1,5 (yazı ile bir buçuk) $ idi. Bu şartlar altında rahatlıkla geçinebilmekte ve kendilerini yeniden üretebilmekte idi SSCB vatandaşları.

Aradan 30 yılı aşkın bir süre geçti. Bugün artık tarihe karışmış olan SSCB’nin en büyük bileşeni olan Rusya’da ortalama aylık gelir 617 USD seviyesine geldi (bu rakam Rusya’da yayında olan Avita Rabota adlı İK portalının 2021 yılında yayınlamış olduğu rapordan alındı). Bu veriye göre yaklaşık 12,5 kat artmış aylık gelir. Ancak ne var ki Rusya vatandaşlarının en az yarısı için uçağa binmek bile bir hayal artık. Ellerine geçen para ile ancak günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmekteler.

Bugünün Rusya’sında yaşanmakta olan durumun çok daha acı bir biçimine de bizler Türkiye’de tanık olmaktayız.

Her ne kadar ülkenin partili cumhurbaşkanı, “ne yoksulluğu yahu, bizim iktidarımızda Türkiye ekonomisi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına girdi, kişi başına milli gelirimiz 10 bin USD sınırına yaklaştı” tadında söylemlerle pembe bir tablo çizmeye kalkışsa da geçek bu ifadelerden çok daha farklı.

Her şeyden önce partili cumhurbaşkanının ifadelerinde gerçeği yansıtmayan hususlar olduğunu belirterek başlayalım konu ile ilgili analizimize… Türkiye ekonomisi AKP iktidarı ile girmedi en büyük 20 ekonomi arasına. Daha 2000 krizi öncesinde orada ve 17. sırada idi; Dünya Bankası verilerine göre. Yine aynı kaynak 2021 yılında Türkiye ekonomisinin artık ilk 20 ekonomi arasında olmadığını ve 22’nci sıraya gerilediğini söylemekte. 2022’de ise TL’nin yaşadığı olağanüstü değer kayıpları sonrasında biraz daha gerileyeceğini söyleyebilmek için kâhin olmak gerekmiyor. Dolayısı ile AKP iktidarı Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına sokmadı, tersine oradan çıkarmayı başaran iktidar olarak aldı tarihteki yerini. Bu arada yeri gelmişken belirtelim; G20 forumu dünyanın en büyük ekonomisine sahip 20 ülkesinin bir araya gelmesinden oluşmamakta. Örneğin Almanya ve Fransa ekonomileri ilk 10’da yer almasına karşın bu forumda bağımsız olarak değil AB komisyonunun bir parçası olarak temsil edilmekteler. En büyük 20 ekonomi arasında yer alan İran ise bu forumun üyesi değil. Dolayısı ile G20 forumunu dünyanın en büyük 20 ekonomisine sahip ülkelerin forumu olarak görmemek gerekir.

Öte yandan bir ülke ekonomisinin büyük olması o ülkede yoksulluk olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Eğer öyle olsa idi dünyanın en büyük beşinci ekonomisi olan Hindistan bir refah ülkesi olurdu. Oysa Dünya Bankası verilerine göre Hindistan halkının yüzde 91’i yoksulluk koşullarında yaşam savaşı vermekte.

Bunun dışında kişi başına düşen milli gelir rakamı da bir ülkede yoksulluk olmadığını gösteren bir kriter değil tek başına ele alındığında. Eğer öyle olsa idi kişi başına düşen milli geliri 20 bin USD seviyesinde olan ve bu hâli ile zengin ülkeler kategorisinde yer alan Suudi Arabistan’da halkın yaklaşık yüzde 35’i yoksulluğun pençesinde olmazdı (Bu oran resmî verilerden yola çıkılarak bulunmuş değil. Çünkü Suudi Arabistan bu konuda veri paylaşmıyor; Dünya Bankası’nın tahminidir).

Kişi başına düşen milli gelirin yaklaşık aynı düzeyde olduğu Arjantin ile Küba arasında yapılan bir kıyaslamanın konuyu daha iyi anlatacağı kanısındayım. Arjantin kişi başına milli geliri 8.579 USD, Küba ise 9.478 USD ile (Dünya Bankası 2020 yılı verileri) orta gelirli ülkeler arasında yer almaktalar. Ne var ki kişi başına düşen milli gelir bakımından yaklaşık aynı düzeyde olan bu ülkelerden Küba’da hiç kimse yoksul değilken Arjantin halkının yüzde 21’i (yaklaşık 9 milyon insan) yoksulluğun pençesinde kıvranmakta.

Bir örnek de ABD’den verelim… Gerek askerî gerekse ekonomik olarak dünyanın en güçlü ülkesi olduğu varsayılan bu ülkede nüfus sayım bürosunun resmî açıklamasına göre 2021 yılında halkın yüzde 9’u, bir başka anlatımla 30 milyondan fazla insan yoksullukla mücadele ederek sürdürmekte yaşamını.

Bu örneklerden de anlaşılabileceği gibi, kişi başına düşen milli gelirin düşük veya yüksek olması bir ülkede yoksulluk olup olmadığını anlamak için yeterli bir referans olmaktan hayli uzak. Esas olan, söz konusu toplam gelirin nasıl dağıldığı, hangi kesimlerin payına ne düştüğüdür. Türkiye’nin partili cumhurbaşkanının halkın gözünden kaçırmak istediği husus da budur.

Bir ülkede milli gelirin nasıl dağılmış olduğunu belirlemek için geliştirilmiş olan pek çok kriter mevcut. En popüler olanı ise GİNİ katsayısı kriteridir. GİNİ katsayısı, 0-1 arasında değerler alabilmekte ve sıfıra yaklaştıkça gelirin adil dağıtıldığını, bire yaklaştıkça da adaletsizliğin arttığını işaret etmektedir. Bu katsayı 0,41 olarak ölçüldü 2021 yılı Türkiye’sinde. Vahim bir durum.

Vahametin büyüklüğünü birkaç örnekle açıklayalım… GİNİ katsayısı, 2021 yılında Azerbaycan’da 0,22, Ukrayna’da ise 0,27’dir. Özellikle düşük katsayıya sahip ülkeleri seçerek buraya koyduğumu düşünenler için şunu söyleyeyim; Kalkınma İçin İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri içinde GİNİ katsayısı en kötü 4 ülkeden biridir Türkiye. Eğer Avrupa ile bir kıyaslama yapacak olursak AB üyesi ülkeler içinde GİNİ katsayısının Türkiye’den yüksek olduğu tek ülke 0,42 ile Bulgaristan görünmektedir (kaynak: Euronews).

Gelir dağılımının hesaplandığı diğer yöntem ise toplumdaki en yüksek ve en düşük gelire sahip grupların toplam gelirden aldıkları payların karşılaştırılması. Toplumun en zengin yüzde 20’lik kesiminin geliri ile en yoksul yüzde 20’lik kesiminin gelirine oranı karşılaştırılarak P80/P20 hesaplanıyor. Farkın fazla olması gelir dağılımı eşitsizliğinin yüksek olması anlamına geliyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de halkın yüzde 40’ı gelirin sadece yüzde 16,5’ini alıyor. En zengin yüzde 20’lik grup ise gelirin yüzde 47,5’ini alıyor.

Kısacası gelir dağılımı adaletsizliğinde dünya liderliğine oynayan bir ülkede yaşamaktayız. Partili cumhurbaşkanı istediği kadar bağırsın, “kişi başına milli gelirimiz şu kadar oldu bu kadar oldu” diye; o artan gelir halkın cebine girmedikten sonra yoksulluk engellenemez.

Ekonominin büyümesi yoksulun daha yoksul, zenginin daha zengin olması anlamına geliyor Türkiye’de.

Yoksulluğun ölçümü için kullanılan bir kriter de, “Ciddi Maddi Yoksunluk Oranı” kriteridir. Eurostat (Avrupa İstatistik Enstitüsü) tarafından belirlenmiş bir kriterdir bu ve TÜİK tarafından da kabul edilmiştir. Bu kritere göre aşağıda belirtilmiş dokuz ürün ve/veya hizmetin en az dördüne ulaşılamama hâli derin yoksulluk olarak tanımlanmaktadır.

Çamaşır makinası, renkli televizyon, telefon, otomobil, beklenmedik harcamayı borçlanmadan karşılayabilme, evden uzakta bir haftalık tatil, kira, kredi kartı ödemelerini yapabilme, iki günde bir et, tavuk veya balık içeren bir yemek, borçlanmadan ısınma/aydınlanma…

TÜİK verilerine göre 2021 yılında Türkiye’nin yüzde 32,3’ü derin yoksulluk ağının içinde yer almakta. 2022 yılında meydana gelen gelişmeleri dikkate alacak olursak bu oranın daha da büyüyeceğini rahatlıkla söylemek mümkün.

Buraya kadar soyut rakamlarla ülkedeki yoksulluğun düzeyi açıklanmaya çalışıldı. Bundan sonrasında ise yine rakamlarla ancak biraz daha somut hesaplamalarla bu yoksulluğun günlük hayatımızdaki yerini belirlemeye çalışalım.

Üzerinde rahatlıkla hemfikir olunabilecek bir gerçeklik bir toplumun en yoksul kesimlerinin; işsizler, güvencesizler (prekarya), emekliler ve asgarî ücret karşılığı çalışanlardan oluştuğudur. Yukarıda sayılan gruplara dahil olanların ülke nüfusuna oranı ise yoksulluğun toplumda hangi düzeyde yayılmış olduğunun bir göstergesi olarak kullanılabilir.

2021 yılı verilerine göre Türkiye’de 3 milyon 540 bin işsiz (TÜİK), 10 milyon 770 bin güvencesiz çalışan (ILO), 13 milyon 770 bin emekli (SGK) ve 9 milyon 700 bin asgarî ücret karşılığı çalışan insan bulunmakta. Yine SGK 2021 yılı verilerine göre ülkedeki aktif sigortalı sayısı 25 milyon (işçi ve devlet memuru).

Sadece asgarî ücret mukabili çalışan sayısının toplam çalışana oranı bile yoksulluğun ne düzeyde yaygın olduğunun bir göstergesi (yüzde 39). Bu oran değişik Avrupa ülkelerinde aşağıdaki gibi:

Belçika; yüzde 1
İspanya; yüzde 1,1
Çekya; yüzde 1,9
Macaristan; yüzde 3,2
İngiltere; yüzde 4,9
Fransa; yüzde 8,3
Portekiz; yüzde 16,8
Slovenya; yüzde 19,2

(Kaynak Euronews).

Asgarî ücretle çalışanların tüm çalışanlara oranının bu kadar yüksek olduğu bir başka ülke yok Avrupa kıtasında. Ancak bu oran bile ülkedeki yoksulluğun yaygınlık düzeyini belirleme konusunda yetersiz kalabilir.

Şimdi analizimizi biraz daha derinleştirelim…

İşsizler… 2021 yılında Türkiye’de ortalama işsizlik maaşı 1.690 lira idi. TCMB verilerine göre Amerikan dolarının 2021 yılı ortalama değeri 8,90 olduğuna göre işsizlik ortalama maaşı 190 dolar olarak gerçekleşti; analizimiz için değerlerini esas aldığımız yıl zarfında.

Güvencesizlere bakalım; güvencesizler tanımı ile geniş kapsamlı işsizlik tanımı içinde yer alan insanları kast etmekteyiz. Yani, geçici işlerde çalışanlar, seyyar satıcılar, ev işlerinde gündelikçi olarak çalışanlar, esnaf kuryeler vb. Bu kapsamda çalışanlar içinde; yazılım uzmanları, grafikerler, bir kısım esnaf kurye gibi görece yüksek gelire sahip olanlar da var. Bunları yukarıda vermiş olduğumuz rakamdan düştükten sonra asgarî ücret seviyesinde aylık geliri olanları belirleyebiliriz. Yapılan tahminler (bu alanda verilmiş resmî bir sayı yok) güvencesiz çalışanların yaklaşık yarısının asgarî ücret seviyesinde bir gelir elde ettiği yönünde. 2021 yılında net asgarî ücret (asgarî geçim indirimi dahil) 2.825,90 lira, yani 317,51 dolar idi.

Böylelikle yaklaşık 5 milyon 500 bin güvencesiz çalışan ile 9 milyon 700 bin asgarî ücret karşılığı çalışanın da 2021 yılı ortalama ücretini belirlemiş olduk.

Emeklilere gelince… SGK ülkedeki en düşük emekli maaşını ve asgarî ücretin altında gelir elde eden emekli ve/veya hak sahibi (dul ve yetim) sayısını bir sır gibi saklamakta. Bununla birlikte emeklilerin sorunları ile ilgili çalışan kimi kuruluşların konuya ilişkin tahminleri var. Bu tahminler yüzde 70 seviyesi etrafında yoğunlaşmakta. Bu tahmini de bir veri olarak kabul edersek eğer ülkedeki 13 milyon 770 bin emekli ve/veya hak sahibi içinden 9 milyon 639 bin kişinin asgarî ücret veya daha altında ortalama gelire sahip olduğunu ifade etmek mümkün. SGK emekli maaşları ile ilgili bilgileri açıklamama konusunda ısrar ettiği için bu insanların ortalama gelir seviyesinin belirlenmesi olanak dışı. Biraz iyimser bir yaklaşım göstererek bu 9,5 milyonu aşkın insanın da ortalama olarak asgarî ücret düzeyinde bir gelir elde etmiş olduklarını varsayalım.

Analizimizi tamamlamak için iki veriye daha ihtiyaç var: 2021 yılı GSYH ve aynı yılda Türkiye nüfusu…

Euronews tarafından aktarılan IMF verilerine göre GSYH 806,8 milyar dolar. Nüfus ve vatandaşlık işleri verilerine göre ülke nüfusu ise 85 milyon.

Şimdi bütün bu verileri bir tabloda toplayalım, tablo şöyle oluşuyor:

Tablonun açıkça gösterdiği gibi toplum katmanlarının en alt gelir grubunda yer alan yüzde 33,4’lük kesimi GSYH’den ancak yüzde 13’lük bir pay alabilmektedir.

Ülkedeki yoksulluğun gerçek boyutlarını (biraz da iyimser bir yaklaşımla) ortaya koyan bu tabloyu inceledikten sonra bir de madalyonun diğer yüzüne bakalım:

“Fortune 500”, tüm dünyada en büyük şirketlerin yıllık performanslarının belirlenmesi için yapılan bir araştırmadır. Bu araştırmanın “Türkiye 2021” sonuçlarına göre ülkede faaliyet göstermekte olan en büyük 500 işletmenin 2021 yılı net kârı yaklaşık 17 milyar 750 milyon dolar.

Fortune 500 araştırmasına bankalar ve diğer finans kuruluşları dâhil edilmiyor. O hâlde biz dâhil edelim ve Türkiye’nin en büyük 10 özel bankasının 2021 yılı kârını da ekleyelim yukarıdaki tutara.

BDDK verilerine göre 10 büyük özel bankanın 2021 yılı net kârı yaklaşık 4 milyar 62 milyon dolar. İkisini toplayınca ulaştığımız rakam ise 21 milyar 812 milyon dolar; bir başka anlatımla 2021 yılı GSYH’sinin yüzde 2,71’i… Yukarıda yer alan tabloda 5,5 milyon güvencesiz çalışanın GSYH payının yüzde 2,6 olduğu belirtilmişti. Şu halde 500 büyük sanayi ve hizmet kuruluşu ile 10 banka 5,5 milyon güvencesizden daha fazla pay sahibi GSYH üzerinde. Gelir dağılımının bu kadar dengesiz olduğu bir ülkede yoksulluğun yaygınlaşması kadar doğal ne olabilir?

Üstelik bu rakamlar gerçeği tam olarak yansıtamıyor maalesef. Gerçeği tam olarak yansıtamıyor çünkü Türkiye kamuoyunda “beşli çete” olarak bilinen kuruluşlara (Cengiz, Kolin, Mak-Yol, Kalyon, Limak) ait kâr bilgileri yer almıyor bu araştırmada. O bilgiler ticari sır! Bahse konu şirketlerin son 10 yılda sözleşme bedeli yaklaşık 15 milyar dolar olan kamu ihalesi aldığı bilinmekte. Normal şartlarda bu büyüklükteki bir işten yaklaşık 1,5 milyar dolar kâr elde edilir. Ne var ki proje sürecinde gerçekleşen fiyat artışları yüzünden ihalenin gerçek bedelini de elde edilen kârın büyüklüğünü de tahmin edemiyoruz çünkü bu konularla ilgili hiçbir bilgi paylaşılmıyor kamuoyu ile. Sadece anılan kuruluşların kârlarının tahmin edilenden daha büyük olduğunu söylemek mümkün.

Tabii beşli çete demişken bunlara sağlanan ihale kolaylıklarının dışında bir de vergi istisnalarından söz edilmesi gerekiyor. Bir dönem Ticaret Bakanlığı görevinde bulunan Ruhsar Pekcan’ın görevi esnasında yapmış olduğu bir açıklamadan bu şirketlere 2011-2021 yılları arasında tam 128 adet vergi indirimi yapılmış olduğunu öğrendik. Sıradan vatandaş nerede ise nefes aldığı için vergi ödemekte iken bu kuruluşlara gösterilmiş olan kolaylıklar dikkat çekici.

Tabii vergi indirimi denilince sadece beşli çeteye yapılan indirimler gelmemeli akla. AKP iktidarı döneminde yapılan mevzuat düzenlemeleri sayesinde çok geniş bir yelpazede yayılmış olan şirketler nemalandılar bu indirimlerden. Kimler mi? Şirket adlarını vermek o kadar kolay değil. Sayıları hayli fazla, bu nedenle faaliyet alanları itibarı ile vergi indiriminden kimlerin yararlanmış olduklarını belirtelim:

Döviz kazandırıcı faaliyette bulunan işletmeler ile bu tür faaliyetlere destek olan işletmeler için getirilmiş olan “Destek Yönetim Sistemi” (DYS) adlı yönetim (!) sistemi sayesinde her türlü dış ticaret işletmesi ve bu işletmelerin faaliyetlerine destek olan finansal kuruluşlara sağlanmakta bu vergi indirimi. Kaç şirket ne kadar indirim almış? Gösterdikleri faaliyet gerçekten döviz kazandırıcı niteliğe sahip mi? Bu soruların yanıtı yok elbette. Vergi sistemi zaten pek çok adaletsizlik içermekte.

2021 yılında yıllık brüt geliri 14.500 dolar olan bir ücretli, bu geliri üzerinden yüzde 27 vergi ödemekte iken milyonlarca dolar kâr eden dev şirketlerin yüzde 20 oranında kurumlar vergisi ödediği bir ülkede yaşamaktayız. Yeri gelmişken 2021 yılı içinde tahsil edilmiş olan vergilerin yüzde 17’sinin ücretlerden kesilen gelir vergisinden oluştuğunu (yaklaşık 20 milyar 300 milyon dolar), buna mukabil kurumlar vergisi toplam tahsilatının tahsil edilmiş vergilerin yüzde 14’ü olduğunu da (yaklaşık 16 milyar 700 milyon dolar) belirtelim.

Tabii ücretlilerin üzerindeki vergi yükü bu kadarla da kalmıyor. ÖTV ve KDV tahsilatları toplam vergi gelirinin yüzde 29’una denk gelmekte (yaklaşık 34 milyar 630 milyon dolar). Bunun da büyük kısmının çalışanlar tarafından ödenmiş olduğunu ifade etmek gerçekçi bir yaklaşım olur. Buna bir de alkollü içeceklerden ve tütün mamullerinden alınan vergileri ekleyelim. Ücretlilerin ödemiş oldukları verginin nerede ise gelirlerinin yarısına yakın olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz.

Bu oranda vergi ödeyen sıradan vatandaşa, ödemiş olduğu vergiler yokluk, sefalet ve açlık olarak geri dönerken, kurumlar vergisi mükellefi şirketlere (özellikle de büyük şirket ve holdinglere) yatırım indirimi, teşvik, destek ve finansal kolaylık olarak dönmektedir. Sözü edilen vergi indirimleri dışında belirli şartları yerine getiren işletmelere sağlanan istihdam desteği, asgarî ücret desteği, finansal yardım desteği vb. tutarı yüz milyonlarca dolar ile ifade edilen destekler şirketlere dağıtılmaktadır.

İşte Türkiye’deki yoksulluğun resmi.

Yazıyı bitirmeden önce bir de şunu ekleyelim… Son günlerde bir kampanya başlatıldı; okullarda bir öğün yemeğin öğrencilere ücretsiz olarak sunulması için. Elbette iktidar kanadı hiç ilgilenmedi bu konu ile. Neden ilgilensinler ki? Kaynak yok.

Tabii gerçek bu değil. Gelin bir hesap daha yapalım…

Türkiye’de devlet okullarında öğrenim gören okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin toplamı 15 milyon 840 bin kişi (özel okullarda ve açık öğretim kurumlarında öğrenim görenler bu sayının dışındadır). Bu rakam MEB açıklaması.

Bu kadar öğrenciye sabah kahvaltısı ve bir ders yılı boyunca kahvaltı ve öğle yemeği vermenin maliyeti 3 milyar 500 bin dolar.

Büyük para gerçekten ancak;

İstanbul Havalimanı işletmesinin 20 yıl ertelenen (ve elbette ödenip ödenmeyeceği tartışma konusu olan) kira borcu: 1 milyar 600 bin dolar.

Otoyollar için otoyol müteahhitlerine hazine garantisi: 260 milyon dolar (yıllık).

Çanakkale Köprüsü Hazine garantisi: 330 milyon dolar (yıllık).

Ülke ekonomisine önemli bir yarar sağlamayan (kanaatimce son derece gereksiz olan) bu üç yatırımın gerçekleşmemiş olması hâlinde yapılacak tasarruf: 2 milyar 190 milyon dolar.

Arada 1 milyar 310 milyon dolar mı kaldı eksik olarak?

Kurumlar vergisi oranını beş puan arttırıp bir de beşli çeteden vergi almaya başlayın bir zahmet. Aç, açık kimse kalmaz!

Son söz: Ekonomik kaynaklar tarihin her döneminde dünyanın her ülkesinde kısıtlıdır. Bu kısıtlı kaynaklar toplum yararına kullanıldığı takdirde refaha ulaşılır.

“Kahraman” değil, “Kanlı” Maraş!

[1] “Değişen bir şey yok.

Aynı gökyüzü aynı keder.”[2]

C

oğrafyamızın katliam(lar) tarihindeki -“Kahraman” değil “Kanlı”!- Maraş’a dair birçok kez yazdım.[3] Lakin katliamın 44. yılında “Yerli ve Milli Alevilik!”[4] yaygaralarının dört yanı sardığı koordinatlarda meseleye bir kez daha eğilmek “olmazsa olmaz”…

Hatırlanır: 19-26 Aralık 1978 kesitinde Maraş’ta yaşanan Alevi katliamı 12 Eylül 1980 darbesinin tezgâhlandığı güzergâhta belirleyici bir kilometre taşıydı. Katliam da 100’den fazla kişi hayatını kaybetti. 1 Şubat 1979’da Milliyet başyazarı Abdi İpekçi, Mehmet Ali Ağca tarafından katledildi. Mayıs-Temmuz 1980 kesitinde Çorum katliamı gerçekleştirildi: 57 solcu yurttaş öldürüldü. Ordu’nun Fatsa ilçesinde 14 Ekim 1979 ara seçimlerinde belediye başkanı seçilen Devrimci Yol’cu Terzi Fikri (Sönmez) ile birlikte 300 kişi 8 Temmuz 1980’de askerî birliklerin baskınıyla gözaltına alındı. Sonrası malum!

Maraş katliamı planlı bir saldırıydı. Kışkırtmalar, birkaç gün öncesinden kente gelen simitçi ve piyangocu gibi “karanlık kişiler”in hazırlıklarıyla 19 Aralık 1978’de, milliyetçi duyguları körükleyen bir filmin gösterimi sonrasında, provokatörlerin sinemaya attıkları ses bombası tahrikiyle başladı.

Dört gün süren ırkçı/milliyetçi saldırılar sonunda resmî rakamlara göre 111 kişi öldü. Özellikle Maraş’ın dağ köylerinden Kızılbaşların evlerine ve mallarına konmak üzere kandırılarak gelenler arasından ölü ve yaralılarını kaçıranlarla bu sayının 120’yi geçtiği bilinmektedir (Bunlardan 40 kadarı saldırganlardı)![5]

1978 Maraşı’nda yaşatılanlar “yeni” bir şey değildi. Aksine Cumhuriyet tarihinde Koçgiri’den Dersim’e ya da 1966-1967’de Ortaca ve Elbistan’da Alevilere yönelik saldırıların devamıydı.

Ayrıca 1971’de Kırıkhan’da, 1978’de Malatya, Sivas ve Maraş’ta ve 1980’de Çorum’da derin devlet tarafından tezgâhlanan katliamlar ile “1980 darbesi sonrasında Tunceli’ye atanan Kenan Güven adlı valinin Kızılbaş bölgesinde ‘yeniden ezan seslerinin yükselmesini’ sağladı”ğı[6] beyanı da unutulmamalıdır.

Maraş’ta ya da Alevi katliamlarının gerçekleştiği her yerde Nesimi’nin derisini yüzenler, Pir Sultan’ı asanlar… 6-7 Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve sopalarla İstanbul’daki azınlıklara ait ev ve işyerlerini yakıp yıkanlar… Maraş’ta Esma Suna ve Döndü Ünver’i karınlarındaki bebekleriyle birlikte acımasızca öldürenler, seksen yaşındaki Cennet Nine’nin gözlerini oyanlar… Çorum’da tıp fakültesi öğrencisi Süleyman Atlas’ı hafif yaralı olarak götürüldüğü SSK hastanesinde tedavi etmek yerine işkence ile katledenler ve Alevi dedesi Veli Solmaz’ı arkadaşı Ahmet Doğan ile birlikte mahalle fırınında diri diri yakanlar: Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar pek çok aydını katledenler, Sivas-Madımak’ın, Gazi Mahallesi katliamının, Suruç’un, An-kara Gar Meydanı’nın failleridir…

MARAŞ KIRIMI

1960’larda yüzde 45’lerde olan Kürt/Alevi nüfusun şimdilerde yüzde 20’lerin altında olduğu[7] (Kanlı) Maraş’taki katliama ilişkin olarak, “Yaralar unutarak kapanmaz. Acılar yok sayılarak dinmez. Yüzleşeceğiz ki bir daha bu acıları yaşamayalım. Unutturarak bu utançtan kurtulamazsınız,” diyen Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkan Yardımcısı Sevim Yalıncakoğlu, üzerinden yıllar geçmesine karşın gerçek suçluların hâlâ cezalandırılmadığını vurgusuyla ekliyor:

“Devlet arşivlerine, Genelkurmay arşivlerine davanın avukatları dahi erişememiş ve engellenmiştir. Dava dosyası kamuoyundan hukuksuz bir şekilde gizlenmektedir. Katledilenlerin mezarları kaybedilmiş ve sorumlular cezasız bırakılmıştır… Devlet bu katliamın doğrudan içinde olduğu için 38 yıl geçmesine rağmen katliamla yüzleşilmesine de engel olmaktadır”![8]

Gerçekten de böyle! Çünkü katliamın gerçekleştirildiği kesitte toplumda yükselen adalet, eşitlik ve özgürlük talepleri, faşistler tarafından evlere, işyerlerine ve üniversitelere düzenlenen silahlı saldırılarla yok edilmeye çalışılıyordu.

Kolay mı? Kontrgerilla damgalı failleri bulunamayan siyasi cinayetlerin yurdun dört bir yanına yayıldığı, hammadde ve yakıt sıkıntı gerekçesiyle fabrikaların kapandığı, Saadettin Tantan’ın Maraş İl Emniyet Müdürlüğüne, Kenan Evren’in ise Genelkurmay Başkanlığına getirildiği yıldı 1978: Yani 16 Mart İstanbul Üniversitesi öğrenci katliamı… 24 Mart Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz suikastı… 8 Nisan’da evinin önünde uğradığı saldırı sonucu felç kalan Doç. Dr. Server Tanilli olayı… Evine gönderilen bombalı paketle gelini ve iki torunuyla birlikte katledilen Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu… Atatürk Eğitim Enstitüsü’nden Fahrettin Yılmaz olayı… Aracında çapraz ateşe tutularak katledilen Doç. Dr. Bedrettin Cömert… Bahçelievler’de TİP üyesi yedi gencin kaldıkları evde katledilmesi… İTÜ’den Prof. Bedri Karafakioğlu’nun öldürülmesi… Ve nihayet 18 Aralık’ta başlayıp günlerce devam eden Maraş katliamı…

Tüm bunlar yükselen devrimci sol dalgaya karşı anti-komünist önlemler, tezgâhlardı…

Malum: Milliyetçi Cephe 1975’ten sonra bütün iç savaş stratejisini 3K (Kızılbaşlık, Kürtlük, komünistlik) hedefine göre kurgulamıştı. O yıllarda Amerikancı faşist çetelerle birlikte adı çıkmış bir Amerikalı (ABD Büyükelçiliğinin İkinci Kâtibi Alexander Peck) Alevi bölgelerinde kol gezmekteydi. İlk sinyal 1978 Nisan ayında Malatya’da verildi. Eylül ayında Sivas’ta Alevilerin oturduğu mahalleler yakılıp yıkıldı. Aralık ayına geldiğinde aynı Amerikalı, 26 Milli Piyango bileti satıcısı MİT elemanıyla Maraş’taydı. Sıra Maraş Alevilerinin katledilmesine, evlerinin yakılıp yıkılmasına gelmişti. 21 Aralık’ta iki solcu öğretmen öldürüldü. Ertesi gün yapılan cenaze törenine binlerce kişilik bir grup “Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor”, “Alevilere ölüm’ diye bağırarak saldırıya geçti. Ve 23 Aralık günü vahşi bir katliama giriştiler.

Faşizm nedir ki? Faşizm kendisini 1978 Aralık ayındaki Maraş vahşeti günlerinde de ayrıntılarıyla tarif etmişti: Kapıları omuzlayan, baltaları savuran, damlara pencerelere dinamitler fırlatan, katil sürülerinin karanlık gölgeleriydi. Cahil Ökkeş’e yirmi yıllık komşusunu kurşunlatan zalimlikti. Fazıl Dedelerin, Güher Ninelerin yanmış kömürleşmiş cesetleri üzerinde tepinmekti. Küfürdü. Ateş, kan ve ölüm, hep ölümdü. Her yerdeki ölümdü. Gelin kadının karnındaki bebenin parçalanmasıydı. Yaşlı kadının, ailesi öldürüldükten sonra ırzına geçilmesi, defalarca ırzına geçilmesi ve sağ bırakılmasıydı. Fate’nin dört yaşındaki bebesini dili dolanıp şahadet getiremedi diye beyninden kurşunlatanlardı. Yetmiş beş yaşındaki Finey kadının din iman uğruna gözlerini tornavida ile oyması için Durdu’nun aklını çelenlerdi. İsmi belirsiz bir yurttaşın karnına kazık çakılarak meçhul eşhas tarafından öldürülmesiydi…[9]

Maraş kıyımında büyük saldırı Yörük Selim Mahallesi’nde oldu. Saldırının mağdurları yine kadınlardı. Kimi öldürüldü, kimi evi yakılmış, ailesi katledilmiş, ortada bir başına bırakıldı.

İşte birkaç tanıklık…

Naciye ve Habibe Ünver: “23.12.1978 sabahı saat 09.00 sularında saldırgan grup evimizi bastı. Komşumuz Osman Küçükbese’nin evine gittik. Hepimiz bir odada gizlenmeye çalışıyorduk. Bir grup saldırgan da saklandığımız evi bastı. Saklandığımız odanın kapısını içeriden kilitlemiştik. Kapının kilidini ve kapıyı taradılar. İçeride bulunan Mehmet Ünver alnından vuruldu. Kapıyı kırıp odaya daldılar. İçeride bulunan Ünver ailesinin erkeklerini alıp dışarı çıkardılar. Yol üzerinde ‘Allah’ını seven vursun’ diye bağırıyorlardı. Topluca taş, sopa, balta ile vurmaya başladılar. Malik Ünver’i öldürdüler. Bu sırada Mehmet ve karısı Döndü Ünver kaçarak komşumuz Nebahat Albez’in evine sığınmaya çalışıyordu. Arkasından koşan saldırganlar her ikisini de yakalayarak öldürdüler. Malik’in cesedinin yanına götürdüler. Mehmet ve Döndü Ünver, saldırganlara ‘Her ikimizi de birden öldürün’ diye yalvardılar. İkisini de önce sopa ve taşlarla vurdular, sonra da silahla öldürdüler. Dışarıdaki kargaşadan yararlanarak ben ve Habibe Ünver, polis Yaşar Altınkesen’in evine sığındık.”

Hatun Köse: “Hepsinin elinde tahra, satır,  nacak, silah ve sopa vardı. Topluca yürüyüşe geçtiler. ‘Durmayın 5 yaşından 90 yaşına kadar kimseyi sağ koymayın. Komünist Alevileri öldürün, kim bunları öldürürse cennetlik olacaktır’ diyorlardı. Korkumuzdan Mehmet Polat’ın evine sığındık. Sığındığımız bu eve de saldırdılar. Bu sırada askerler yetişti ve saldırganları uzaklaştırdılar. Saldırganların cephaneliğe doğru yürüdüğü haberi gelince askerler oraya doğru koşuşturdular. Askerler gidince saldırganlar ateş etmeye başladılar. Yerlerde sürünerek kaçmaya çalışıyorduk. Mağaralı Deresi’ni geçtik. Molla Tabak’ın evine kendimizi güç bela attık. Bu sırada içeri girmekte olan Hüseyin ve karısı Fatma Baz vurularak öldürüldü. Fatma Baz’ın kucağındaki 6 aylık Yılmaz da kurşunla vurularak öldürüldü. Evin etrafını sardılar. Her taraftan yağmur ve dolu gibi kurşunlar geliyordu. Topluca hücuma geçtiler. Korku içinde birbirimize sarıldık. Tam içeri girecekleri sırada askerler yetişti, bizi alıp askerî kışlaya götürdüler. Bizler de esirler gibi ortada kaldık.”

Elif ve Gülizar Nergiz: “Yusuflar Mahallesi            Hekimoğlu sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 günü öğleden sonra ellerinde balta, satır, tabanca, sopa ve Kur’an bulunan saldırganlardan bir grup ‘Allah’ını seven Alevileri öldürsün’ diye bağırarak yürüyorlardı. Evimize saldırdılar. Önce dış kapıyı kırarak içeri girdiler. Biz korkumuzdan evin bir köşesinde saklanmaya çalışıyorduk. İçeri girdiklerinde İsmail Nergiz’in başına balta ile vurdular, yere yıkıldı. ‘Hangi mezheptensiniz?’ diye sordular. İsmail ağır yaralıydı, konuşamıyor, cevap veremiyordu. Sonra İsmail’in bacağından sürükleyerek sokağa çıkardılar. Bir süre sokakta dolaştırdılar. Sonra tekrar eve getirdiler ve evde öldürdüler. O sırada eşi Zeynep Nergiz, İsmail’in üzerine atıldı ve cesedine sarılıp ağlamaya başladı. Acımadan Zeynep’e de ateş edip öldürdüler. Cesetlere sopalarla vurmaya devam ettiler. Biz fırsattan yararlanıp dışarı kaçtık ve Mehmet Baltacı’nın evine sığındık. Sonra askerler gelip bizi kışlaya götürdü.”

Leyli Ünver: “Öldürülen solcu öğretmenlerin cenazesini camiye almadılar. Hükümet ve polis dedi ki, ‘Dükkânlarınızı kapatıp evinize gidin.’ Saat 07.00’de evlerimize çekildik. Babamız, ‘Bari gelin hep birlikte çay içelim.’ Çayı hazırladık, içemeden saldırdılar. Başka bir eve saklandık. Analığım kaçamadı, avluda kaldı ihtiyar. Evi ateşe verdiler, ev ateş alınca analığım, ‘İbrahim, Abdullah beni kurtarın’ diye bağırdı. İkisi de koştular ama Abdullah vuruldu. Ortanca oğlum Malik’i kucağıma aldım. Açılan ateşle Malik kucağımda öldü. Bey de ben de yaralıydık. Hep saçma yarası. Büyük oğlan geldi. ‘Gelme’ dedim ama geldi. Bir de 7.5 aylık bebeleri var. Bebekleri kapıp komşuya saklandım. Komşumuz bizden değildi Sünni bir polisti. Sonra dışarıya çaya koştum. Mahmut’u vurup boklu çaya atmışlar. Yaralıydı, ‘Ölüyorum’ dedi. Çaydan çıkardık. Bir eve gittik, saklasınlar bizi diye. İçeri almadılar. İbrahim valiliğe gitti. Vali, ‘Daha olayı savuşturmadık ne dolaşıyorsun, evine git’ demiş. Geri geldi. Bir kalabalık geldi motorla. Biz motora bindik; hastaneye götürsün diye ama ‘Hastaneye götürmeye yetkim yok’ dedi. Sağlık ocağına gittik. Orada da saldırıya uğradık. Beyimin ağzına silah tuttular. ‘Ağzını aç’ deyip silahla ağzından vurdular. Büyük oğlum İbrahim de kucağımda öldü. Ben yaralı yaralı sürünerek içeri girip saklandım. Sakallı bir adam gördü, saklandığım odanın kapısına dayandı. Yaralıydım ama adam beni ölü sandı. ‘Şu sarmutayı kocasının üstüne atın’ diye dışarıdakilere verdi beni. Üstümüzdeki paraları, dükkânın anahtarını, her şeyi aldılar. Gerisini hatırlamıyorum. Bir asker ‘Kadında can var, ölmemiş, cenazelerin arasına atmayın’ dedi. Duyuyorum, ama konuşmaya dilim dönmüyordu. Hastaneye götürdüler. Oradan helikopterle Adana’ya. Ameliyat ettiler, 15 gün hastanede kaldım.”[10]

Ayrıca İsadivanlı Mahallesi’ndeki saldırılarda öldürülen Kemal Özdemir’in kızlarını komşuları Gülizar Çıkrıkçı ile Zeliha Ayyıldız “Kızları ellemeyin, onlar yetimdir” diye sahiplenip evine götürüyor. Ancak komşuları Kemal Özdemir’i o saldırgan grubun elinden almaya iki kadının güçleri yetmiyor. Olayı Kemal Özdemir’in kızları Fatma ve Şehriban Özdemir ifadelerinde şöyle anlatıyor: “İsadivanlı Mahallesi Polat sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 cumartesi günü saat 13.00 sıralarında 100-150 kişilik bir topluluğun bahçe kapısına gelerek ‘Komünistler, Aleviler çıkın dışarı öldüreceğiz’ diye bağırarak babamız Kemal Özdemir’i çağırdılar ve eve ateş açtılar. Babamız dışarı çıkmayınca saldırganlar gittiler. Ertesi gün yine aynı saatlerde ara sıra dama çıkıp baktığımızda saldırganlar Sabiha Kılıçoğlu’nun evine saldırarak ateşe verdiler, bir süre sonra askerler gelip o evdekileri götürdüler. Sıranın bize geldiğini anladık ve evden içeri girdik.

“Mutfak penceresinden bakıp ‘İmdat’ diye bağırdığımız sırada Hamo dayının (395 no’lu sanık Mehmet Ardıç) gülerek elinde uzun menzilli bir silahla evinin damından bize ateş ettiğini gördük. Saldırganlar ‘Vurun Alevilere kanları bize helaldir’ diye bağırarak bizim evin önüne geldiler. Karşı komşumuz Gülizar ve Zeliha, ‘Ellemeyin onları, onlar yetimdir’ diye bağırdılar. Ama saldırganlar önce evin bahçesindeki demir kapıyı, sonra da evin kapısını kırdılar ve eve her türlü patlayıcı madde attılar. Babamız Kemal Özdemir o sırada bizi banyoya sakladı. Saldırganlar salon kapısını kıracakları sırada babamız kapıyı açarak ‘Tamam ben sizinle geliyorum, çocuklarımı ellemeyin, ne yapacaksanız bana yapın’ dedi. Saldırganlar babamızı kollarından tutarak aralarına aldılar. Bize de ‘Ananız var mı?’ diye sordular. ‘Yok’ deyince bizi ellemediler. Karşı komşumuz Gülizar bizi evine götürdü. O sırada saldırganların bir kısmı arkadan bize saldırdı. Komşumuz Gülizar kapıyı zorlukla örttü. Pencereden baktığımızda evimizin önünde babamızın alnı kanlı bir vaziyette iki saldırganın arasında evden dışarı çıkıyordu. Babamız ‘Bana yavrularımı, çocuklarımı gösterin’ deyince balkona çıktık ve kendimizi babamıza gösterdik. Babamız saldırganlar tarafından sürüklenerek götürüldü. Akşam babamızı aramaya çıktığımızda eve 30 metre uzaklıkta sokakta göğsünden vurulmuş olarak gördük.”[11]

Katliamın ardından binlerce Alevi yurttaş, evini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Çok sayıda çocuk anne-babasız kalırken; katliamı yaşayanlar bu vahşeti unutamadı. O günlerde 26 yaşında olan ve eşi Mithat Bozkurt’u kaybeden Elif Bozkurt, en büyüğü 6 yaşında, üç çocuğu ile birlikte günlerce aç susuz ölümü bekledi. Bozkurt, katliamın ardından yaşadığı trajediyi “Çocuklar yaralı, anneleri ölmüş, kimse yok. Çocukların üstü daha kan. Getiriyorlar ‘Emzir’ diye… Süt yok. Açım 4 gündür. Yine göğsüme koydum, emzirdim birkaç çocuğu. Onlardan birisi şimdi öğretmen oldu. Hâlen o anları yaşıyorum. Maraş kan kokuyordu.” diyerek anlatıyor.[12]

Vahim örnekler çoğaltılabilir! Ancak burada durup hatırlatalım: Maraş katliamının özneleri arasında pek çok kadın var. Kimi sanık, kimi tanık, kimi mağdur, kimi de katliam mağdurlarının koruyucusu, kalkanı olmuş kadınlar.

Her katliam bir insanlık suçuyken; elbette hiçbirinin acısı diğeri ile yarıştırılamaz! Ancak Maraş katliamını diğerlerinden farklı kılan pek çok unsur var. Ön hazırlığının aylar öncesinden yapılması, katledilecek kitlenin evlerinin önceden belirlenmesi, katliama katılacak kitleyi psikolojik olarak hazırlamak için provokatif olayların sahnelenmesi, bir hafta boyunca sürmesi, toplu bir cinnet hâlini yansıtması, olayın failleri arasında çok sayıda kadın olması, katillerle maktullerin çoğunlukla tanıdık hatta komşu oldukları, kurbanların savaşta bile eşine rastlanmayacak vahşetle katledilmeleri, kurbanların arasında çok sayıda kadın ve çocuğun olması Maraş katliamını diğer katliamlardan ayıran özelliklerdi.[13]

Maraş, planlı/örgütlü bir katliamdı: “23 Aralık 1978 Cumartesi günü Alevilerin yaşadığı hemen her mahallede, her evde saldırılar yaşandı. Gözü dönmüş güruh, tekbir getirerek insanları çocuk, kadın, hamile, yaşlı demeden silahlarla, keserlerle, satırlarla hunharca katlediyor, evleri yakıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Tam bir vahşetti. Saldırganlardan bazıları bir yandan elindeki Kur’an’ı sallayarak ‘Müslüman Türkiye’ diye bağırırken, bir yandan da evlerdeki eşyaları yağmalayıp bileziklerini almak için kadınların kollarını kesiyordu. O korkunç gün, silah sesleri sabaha kadar devam etmiş, yanan evlerden yükselen alevler gökyüzünü kızıllaştırmıştı. İki gün daha sokaklarda kol gezen kıyıma güvenlik güçleri hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Yaşanan ne Alevi-Sünni çatışması, ne de sağ-sol çatışmasıydı. Yaşanan örgütlü ve planlı bir katliamdı. Alevi, solcu yüzlerce masum insan göz göre göre vahşice katledilmiş, yüzlerce insan yaralanmıştı.”[14]

Resmî kayıtlara göre Maraş katliamında 111 kişinin hayatını kaybettiği belirtilse de tanıklar katledilenlerin resmî kayıtların çok üstünde olduğunu anlattı. Devletin katliama göz yumduğunu belirten tanıklar Maraş’ın bilinçli bir tercih olduğunu kaydetmekteydi.

Katliamın ardından çoğunlukla sağ görüşlü toplam 804 kişi hakkında dava açıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991’e kadar sürdü. Sanıklardan 29’u idam, 7’si müebbet, 321’i de 1-24 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı. İdam ve müebbet dışında hapse mahkûm edilenlere 1/6 oranında indirim uygulandı. Temyiz edilen Sıkıyönetim Mahkemesi’nin idam kararları da Yargıtay tarafından bozuldu.

Katliamın müdahil avukatları Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de öldürüldü. Hapse mahkûm edilenlerin cezaları ise 1991’de çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile ertelendi. Hükümlülerin hepsi serbest bırakıldı.[15]

Ayrıca Maraş’ta 12 Eylül döneminde üç kişinin işkencede ölmesi ve 92 kişiye işkence yapılmasıyla ilgili soruşturmanın şüphelilerinden Tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu yaşamını yitirdi. İşkencede öldürülen kardeşi Ali Ekber’in davasını yıllardır takip eden Mehmet Yürek, “Bu adam yargı önünde hesap vermeden gitti,” diyordu![16]

AYRIMCILIK, DÜŞMANLIK

Maraş katliamı istisnai bir hâl olmayıp, tarihsel ayrımcılığın/düşmanlığın rafine bir ürünüydü.

Hatırlatarak ilerleyelim: 1930’lu yıllarda -gazete haberlerine göre- Aleviler, yoğun şekilde resmî takibata uğramışlardı. Bu sürecin daha ilk yılında özellikle Ege’de, Alevi cemlerine yapılan baskın haberleri hükümetin de gündemine girmiş ve Cumhuriyet gazetesi 2 Ocak 1931’de Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’nın, Bektaşi babalarının faaliyetlerini incelemek üzere İzmir’e gittiğini yazmıştı.

O dönem Bektaşi olma şüphesi bile bazen tutuklanma nedeniydi. Mesela 7 Ocak 1931’de Cumhuriyet, Narlıdere’de, bir Bektaşi’nin gizli tekkesi olduğu zannıyla tutuklandığını yazmıştı. Takibatlar genel olarak tutuklamalarla bitiyordu. O kadar ki 10 Aralık 1936 tarihli Kurun gazetesine göre hazırlık safhasında verdiği ifadeyi değiştiren bir şahit bile tutuklanmıştı.

Bektaşilere dair haberlerin dikkat çekici özelliği ayin yaparken yakalananlar arasında kadınların da bulunduğuna ve içkiye özel vurgu yapılmasıydı. 11 Mart 1932 tarihli Milliyet’te dördü kadın yedisi erkek bir ayini cem kurmuşlardı başlıklı haberde Manisa Dış Mahalle’deki ceme dair şöyle bir cümle vardı: “Ayin meclisinde üzeri tül örtülmüş çıplak bir kadın resmi de bulunmuştur.”

14 Ekim 1936 tarihli Akşam gazetesinde Bektaşi ayini: “20 kadın erkek ayin yapmak suçu ile yakalandılar haberi Eyüp’te, Mustafa’nın evinde rakı sofrası kurarak Bektaşi ayini yaparlarken cürmü meshud hâlinde yakalanmışlardır,” bilgisiyle tamamlanmıştı.

Kurun gazetesinin 15 Ekim 1936 tarihli Eyüp’te Bektaşilik ayini yapan 28 kişi yakalandı haberi de aynı içerikteydi. Kurun’un 10 Aralık 1936 tarihli haberine göre Bektaşilerin mahkemesine sunulan raporda ayin yapıldığı için mühürlenen odada “Ya Ali” yazılı levhalar, rakı şişeleri, kadehleri ve bol meze dolu tabaklar ve muhtelif çalgılar bulunmuştu.

Yine Kurun’un 16 Ocak 1937 tarihli haberine göre aynı ev sahibinin yatak odası da mühürlenmişti. Gazete 7 Nisan 1937’de “Bektaşilik ayini mi, sazlı sözlü eğlence mi?” diye bir başka haber de yayımlamıştı.

Haberlerin tamamı “Alevilerin ana bacı tanımayan”(!) türden ayin yaptıklarına ilişkin iğrenç yalanlara dayalı algıları teşvik ve inşa ediyordu. Mesela Vakit gazetesinin 12 Aralık 1932 tarihli sayısında Memleket Haberleri altında şu ifade vardı: “Mum Söndü”! Haberin devamı bu algıyı tamamlıyordu: “Bergama’nın Kocakaya köyünde bir evde mum söndü ayini yapılmakta olduğu haber alınmış, zabıta evi basmış, kadın erkek 25 kişiyi bir odada sarhoş olarak yakalamıştır. Odada dokuz şişe de rakı bulunmuştur. Yakalananlar Tahtacı Alevilerindendir.”

Bu haberlerin Alevi-Bektaşi karşıtı bir toplumsal algıyı inşa ettiğini gösteren örneklerden birisi de Alevileri seyirlik malzeme hâline getirip aşağılamaktı. 12 Temmuz 1932 tarihli Son Posta gazetesi Bektaşi ayini meselesinin şehrimizde uyandırdığı merak dolayısıyla daha sabahtan mahkeme kapısında fazla bir kalabalık nazara çarpıyor diye yazmıştı.

Milliyet de 27 Nisan 1933 tarihinde “Bergama’da gizli ayin yaparlarken yakalanan Alevilerin muhakemesi çok şayanı dikkat safhalar arz etmiştir. Müddei Umumi, Muhakemede Alevilerin Türkiye kanunlarına aykırı hareket ettiklerinden bahs ile bunların mahkumiyetlerini istemiştir,” diye yazmıştı. Özetle 1930’lu yıllarda Alevi karşıtı dil, söylem ve pratiklere daha yüzlerce haber örneği vardı.

Bugün Alevi topluluklara karşı hâlâ yoğun şekilde devam eden açık/ örtük önyargı ve dışlama mekanizmalarının dayandığı düşünsel-kültürel bağlam sanıldığı gibi 1950’li yıllarda başlamadı. Cumhuriyet’in inşasında da vardı ve oraya da Osmanlı’dan devretmişti.[17]

Bilmeyenlere hatırlatalım: Osmanlı’da Aleviliğin/Kızılbaşlığın tanımlanma biçimi katı ve dışlayıcı yargılarla yüklüydü. Bir lahiyada “Şerait-i İslâmiye ve insaniyeden hiçbiriyle mukayyed olmayıp Müslümanlar aleyhinde pek şiddetli bir gayz ile mefturdurlar,” denilmişti. Başka bir lahiyada “Vadi cehalette bulunmuş olduklarından, dinin farzından, şeriatın emirlerinden haberi olmayan, gusül ve taharet ve ibadet ve meshuriyet (örtünme) gibi İslâmın esas şartlarından tamamen nasipsiz ve batıl itikadlere sapmış kimseler,” olarak tarif edilmişlerdi.

Hatta “İslâmiyetten nefret eden bu cahillerin aileleriyle beraber münasip mahallere sürülmesi; seyit, dede, ağa unvanı altındaki şekavet ve mefsedat, muharrik ve müşevvik ve amilleri yakalanarak, bir daha dönmemek üzere İşkodra-Trablusgarp, Fizan gibi uzak yerlere sürülmeleri,” önerilmişti. Kuşkusuz Alevi/Kızılbaş topluluklara karşı sistemin uygulamaları da bu yargılara uygundu, yani zulmediciydi.[18]

Ayırımcılığın örneklerinden bir diğeri de Alevileri hedef gösteren yayınlardı. Mesela Maraş Vaizi Zekeriya Güvenen, 1950’de yayımlanan “İman ve İslâm Rehberi” başlıklı yapıtında, “Alevilerin, Kızılbaşların kitapları olmadığından, onların kestiği helâl olmaz. Onların evine misafir varan Müslümanın etle pişmiş yemeklerini yemesi caiz değildir. Eğer misafir olan Müslüman kendi eliyle kesmiş de, onlar pişirmiş ise yenir,” diye yazmıştı.[19]

Bunlara bir de bugünlerin “Zorunlu din dersiyle Alevilere eziyet”i[20] veya “İstanbul Küçükçekmece’deki Garip Dede Kültür ve Cemevi Derneği’ne 30 bin 60 TL elektrik ve 11 bin 847 TL doğalgaz faturası geldi. Cemevi, düzenlenen faturada ticarethane tarifesinde sınıflandırıldı”[21] tarzı haberler eklenmeden geçilmemeli…

Evet Osmanlı’dan devralınan ayrımcı/düşmanlık Cumhuriyet tarihinin de baskın öğesidir.

Örneğin Maraş’tan 17, Çorum’dan 15, Sivas’tan da 2 yıl sonra yine Alevi yurttaşların yoğunluklu yaşadığı İstanbul Sultangazi’deki Gazi Mahallesi’nde 12 Mart 1995’te 23 kişi katledildi, 600’den fazla yaralı vardı. Katleden Maraş, Çorum ve Sivas’ta da olduğu gibi yine kontrgerillaydı. Katliam tanıklarının, “Polisler ölü ve yaralılarımızın üzerinde basıyordu” sözlerine rağmen yalnızca iki polis hakkında ceza kararı verildi, onlar da çok kısa bir süre kaldıkları cezaevinden “Rahşan Affı”yla tahliye edildi. Gazi katliamı, ülke tarihinin en dibine itilip karanlıkta bırakıldı.[22]

Gazi katliamı, yıllardır karanlıkta. Kızı Zeynep’i kaybeden Cemal Poyraz, “Cellatlar cezalarını çekmedi,” derken kardeşi Sezgin’i kaybeden Ergin Engin de “Yok etmeye çalıştılar,” diye haykırıyordu![23]

Ayrımcılık/düşmanlık konusunda HDP İstanbul Milletvekili Ali Kenanoğlu’nun, İçişleri Bakanlığına soru önergesinde 2012-2022 kesitinde yaşanan Alevilere yönelik 40 tehdit ve saldırı listesinin de hatırlatmadan geçmeyelim:

2012’de, Adıyaman, İzmir, Gaziantep, Erzincan, Aydın, Balıkesir, Mersin, İstanbul’da!

2013’te, İstanbul, Ankara, Adıyaman, Malatya’da!

2014’te, İstanbul’da!

2015’te, Adıyaman, İzmir, İzmit, Elâzığ, İstanbul, Ankara’da!

2016’da, Adıyaman, Ankara’da!

2017’de, Adana, Malatya, İstanbul, Manisa’da!

2019’da, Ankara, İzmir’de!

2020’de, Malatya, İstanbul’da!

2021’de, Yalova, Mersin’de!

2022’de, Ankara’da![24]

VE AKP DÖNEMİ

Ve Karadeniz Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Genel Başkanı Muharrem Erkan’ın, Alevi açılımının “göstermelik bir girişim” olduğu vurgusuyla, “Alevilik bir tarihi eser mi ki Kültür Bakanlığına bağlanıyor?” dediği[25] “Açılım” yaygaralarıyla müsemma AKP dönemine gelince!

Şunu hâlâ bilmeyen var mı?!

“… ‘Alevi açılımı’ başından beri göz boyamaydı. ‘Masa’yı kuran AKP ileri gelenleri, Alevi derneklerine ‘Siz gidin önce kendi aranızda anlaşın, öyle gelin’ diyebildiler. Neticede ortaya çıkan TBMM’de bile, ‘Tüm Müslümanlar gibi Alevilerin ibadet yeri de camilerdir’ kararı oldu.”[26]

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, cemevlerini ibadethane değil, kültürel etkinliklerin yapıldığı bir merkez olarak gördüğünü, “İbadethanemiz tekdir, camidir, mescittir” sözleriyle oldukça net bir şekilde dile getirirken; Madımak katliamı davasının, uluslararası antlaşmalarda belirtildiği üzere, insanlığa karşı işlenmiş suçlarda zaman aşımı uygulanamaz, maddesi gözardı edilerek düşürülmesinden sonra, “Hayırlı olsun,” demişti.

Ayrıca Erdoğan’ın Alevi açılımın açıkladığı mekân Osmanlı’ya baş kaldırmış ihtilalci Alevi babasının dergâhı idi. Vurgulanmalı: Şahkulu Baba Tekeli, II. Beyazıt döneminde Erdoğan’ın “Ecdadım!” dediği Osmanlı’ya baş kaldırmış ve Osmanlı ordusunu birkaç kere perişan etmiş önderken; Erdoğan’ın ziyaretine ilişkin olarak Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Başkanı Cuma Erçe “Alevileri kendi içinde bölen, parçalayan, kendi Alevilerini yaratmaya çalışan, fitne sokmaya çalışan yaklaşımları da samimiyetten uzak bulur ve tehlikeli görürüz,”[27] diyordu!

ABF Başkanı Mustafa Aslan da, AKP’nin cemevlerini kontrol altına alarak asimilasyona uğratmak istediği ve Alevilerin yıllardır katliamlara ve yok etme politikalarına karşı mücadele ettiği vurgusuyla, “Devletin Alevi’si olmayacağız. Her inancın kendini koruması ve özgür olabilmesi gerekiyor. İnanç kişiye özgü bir şeydir. O yüzden devletin inançları kontrol eden, onu denetleyen, onu tabir eden, onu yönlendiren bir tutumda olmaması gerekiyor. Bu topraklarda şunu biliyoruz ki Sünnilik, devlet tarafından işgal altında. Aleviliğin işgaline asla izin vermeyeceğiz. İnançsal bir kimlik olarak devletin Alevi’si olmayacağız,”[28] gerçeğinin altını çiziyordu.

Ve bir şey daha eski AKP Milletvekili ve ‘Akşam’ Gazetesi yazarı Hüseyin Besli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldığı yazısında Kürt ve Alevi yurttaşlar için “Alevi bir anne baba daha doğumdan itibaren çocuklarına kimliklerini gizlemeyi yani yalan söylemeyi öğretmek durumundaydı. Söz konusu çocuklar ‘çifte kavrulmuş yalancı’ olmak durumundadırlar” ifadelerini kullanırken;[29] İYİ Parti Ankara Milletvekili Halil İbrahim Oral da, “Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğinin Sünni seçmenler arasında endişe yarattığını” ileri sürdü![30]

İşte söz konusu zihniyetin “Ne olduğu”nu tüm netliğiyle ortaya koyan Ali Ekber Ertürk’ün ‘Tehlikeli Bir Muhabirin Anıları’ başlıklı yapıtından kimi alıntılar:

-“AKP kurulurken Star’daydım. İlk zamanlarda çok rahat çalıştığımız AKP’de bana bakışlarda farklılık hissetmeye başlamıştım. Bunu, gazetede çıkan haberlere yoruyordum. Ancak bir gün Genel Başkan Yardımcılığı yapan Ali Coşkun bana öyle bir şey aktardı ki, çok şaşırdım: ‘Bak Ali Ekber! Sana bunların bir önyargısı var,’ dedi. ‘Neden’ diye sordum. ‘MKYK toplantısında adın geçti. İsmi lazım değil, biri dedi ki: O Alevi. Bizi takip etmesin, partiye de girmesin.’ Çok şaşırmıştım…”[31]

– “2002 Ocak ayı. Tayyip Erdoğan ABD’ye gidilecekti… Gazetem Star, ziyareti izlememi istedi… Tam pasaport ve vize işlemlerini yapmaya koyulmuştum ki AKP Genel Merkezi, genel yayın yönetmenimiz Fatih Çekirge’yi arayıp, ‘Ali Ekber’i o ziyarette istemiyoruz. Başka muhabir olursa olur,’ dedi…”[32]

– “Bir gün Tayyip Erdoğan’ın basına açık programını takip etmek amacıyla foto muhabirimle parti genel merkezine gittim. Her zaman rahatlıkla girdiğim partide bu kez güvenliğin engeliyle karşılaştım. ‘Hayırdır ne oldu’ diye sordum. ‘Sen giremezsin’ dedi. ‘Niye’ diye sordum şaşkınlıkla. ‘Murat (Mercan) Beyin talimatı öyle,’ diye karşılık verdi güvenlik elemanı. Ben de, ‘Peki herkes için mi sadece bana yönelik mi’ diye sorunca, ‘Sadece sen giremezsin,’ dedi…”[33]

İYİ DE “NEDEN” Mİ?

İyi de “Neden” mi?

Gayet basit: Maraş’ta katledilenlerin “En-el Hak” deyip insanlık için el açan Hallac-ı Mansur’un, Pir Bektaş Veli’nin, derisi yüzülen Nesimi’nin, Baba İshak’ın, Börklüce Mustafa’nın, Torlak Kemal’in, Şeyh Bedrettin’in, zulme ve soygun düzenine karşı baş kaldıran Pir Sultan Abdal’ın, Dersimli Seyit Rıza’nın “Rıza yasası, toplumsallığı”na[34] “Evet” diyen yolunu savunmalarıdır.

Malum: Alevi inancında birey, toplum ve doğanın ikrarlı yaşamı ve bu alanlarda baskı ve sömürüye yer bırakmamak özgürlük anlamına gelir. Yani anlam ve hakikâtin baskı altına alınmadan gerçekleşmesi özgürlük için belirleyicidir. Özgürlük için anlam ve hakikât olmazsa olmazdır; dolayısıyla özgürlüğü olmayanın kimliği, anlamlı ve hakikâtli bir yaşamı ve tercihi de olmaz. Bu gerçeklik aynı zamanda ahlâk ve özgürlük arasındaki ilişkiyi de belirler. Ahlâk özgürlüğü gerektirir, özgürlük ise seçimde bulunma durumuyla ilgilidir.[35]

“Yol cümleden uludur,” sözü karşısında her Alevi, her talip, her pir, mürşit her can veya kurumlar yolun devamından, korunmasından ve sürmesinden sorumludur. Bu sözü basitleştiren, amaç ve hedeflerini saptıran, köklerinden koparan, her türlü zihniyete karşı yolun edep ve erkanını, kültürel direniş hattını işletmek tarihi bir sorumluluktur. Yolu savunmak, zulme karşı durmak, ikrarda ısrar etmektir, ikrarda ısrar insanlıkta ısrardır…

Eklemeden geçmeyelim: “Alevilik sadece bir inanç değildir; aynı zamanda muhalif bir politik harekettir. Dolayısıyla inanç olarak, muhalif bir inançtır. Sekiz yüz yıllık tarihinin içi, baskı ve sindirmelerle doludur. Bu denli uzun süreli eziyete uğrayan bir dinsel inanç dünyaya gelmemiştir… Alevilik bir kültürdür, felsefedir, yaşam tarzıdır, yoldur.”[36]

“Alevilik felsefi bir bakış açısıdır; mazlumların ideolojisidir; ezilenlerin eşitlikçi kültürüdür; yoldur; toplumcu laikliktir; hümanizmdir; hoşgörüdür; bir ahlâk anlayışıdır; devrimcidir; çağdaştır; moderndir; muhaliftir…”[37]

“Alevilik, baskılar ve zulüm karşısında muhalif bir toplumsal bakış açısıdır.

“Hacı Bektaş-ı Velî’nin ‘Eline, diline, beline sahip olmak’ düsturundan; ‘Ezelden ebede bildiğimiz haktır bizim. Haktan nida geldi hakka hak dedik’ ve ‘Benim kâbem insandır,’ deyişine hümanist bir anlayış ve duruştur.

“İnsana ‘Can’ derler; üstün tuttukları tek şey insandır.

“Acı çektirilendir; kıblesi insandır; egemenlerin başına daim bela olmuş mücadeleci bir topluluktur; içinde birçok kültürel öğeyi içeren kendine özgü bir kimlik…

“Vicdan, iyilik, hoşgörü, barış, kardeşliktir; derdi, ‘İnsan-ı kâmil olma’dır.

“Şamanistik inançlardan beslendiği her hâlinden belli olan bir duruştur; felsefi bir görüş ve kültürdür.”[38]

“İnanç ve dinlerin rahmi olan Anadolu ve Mezopotamya’da ortaya çıkmış, eski bir inanç sistemidir Alevilik. Farklı inanç ve dinlerin doğum yeri olan Anadolu ve Mezopotamya’daki Şamanizm, Mazdeizm, Manizm, İslâm, Hıristiyanlık, Zerdüşlük gibi inanç ve kültürlerle etkileşim içinde oldu. En çok da, otokrata boyun eğmeyen köylü (ve göçer) geleneğinden beslendi.

“Alevilik bu etkileşime, ayrıca tarih boyunca sistematik şiddet ve baskıya, İslâm ve Sünni inancı tarafından sürekli bir şekilde asimilasyona tabi tutularak, absorbe edilmeye çalışılmasına karşın, kendi tarihselliği, özgünlüğü ve teolojisi olan, bağımsız bir inanç sistemidir.”[39]

Bunlar böyle ve daha da ötesiyken; komünalist Aleviliğe Osmanlı’dan T.“C”ye uzanan çizginin Maraşlardan farklı davranması beklenemezdi ve olmadı da!

O hâlde Jean-Paul Sartre’ın, “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor,” diye tarif ettiği tabloda: Egemenlerin “Devletin Alevileri”ni yaratma manevralarına; yani Alevilere devlet eliyle “denetimli serbestlik” dayatmalarına “Hayır” deyip, Kanlı Maraşları unutturmadan; Ursula K. Le Guin’in, “Kırılanı, kırılmış onarır” bilinciyle, işçi sınıfı mücadelesi güzergâhında Kızılbaşlık’ın tarihsel özelliklerini örgütlü biçimde tarihin sahnesine çıkartmaktır olması gereken…

17 Aralık 2022, İstanbul.

*: 20 Aralık 2022 tarihinde Alibeyköy Pir Sultan Derneği’nde yapılan konuşma…

[2]    Behçet Aysan.

[3]    Bkz: i) Temel Demirer, “Olup da Bitmeyen: Maraş’tan Bugüne Aleviler”, Newroz, Ocak 2017… ii) Temel Demirer, “Katliam(lar) Tarihinden Gezi’nin Haziran’ına”, Kaldıraç, No: 164, Şubat 2015… iii) Temel Demirer, “Direniş ve İsyan(lar)ın Anadolu’cası…”, Kaldıraç, No: 167, Mayıs 2015…

[4]    Zeynel Kete, “Yerli ve Milli Alevilik!”, Yeni Yaşam, 4 Kasım 2021, s. 14.

[5]    İbrahim Sinemillioğlu, “41. Yılda Maraş”, Yeni Yaşam, 25 Aralık 2019, s. 10.

[6]    Ayşe Hür, “İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşî Politikaları”, Radikal, 30 Haziran 2013, s. 18-19.

[7]    İbrahim Sinemillioğlu, “Maraş Katliamı”, Yeni Yaşam, 26 Aralık 2018, s. 10.

[8]    Sermet Çuhadar, “Maraş Katliamının 38. Yılı: Acıları Yok Sayarak Dindiremezsiniz”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s. 12.

[9]    Melih Pekdemir, “19-26 Aralık 1978 ve 2020”, Birgün, 21 Aralık 2020, s. 5.

[10]  Miyase İlknur, “Maraş’ın Yiğit Kadınları”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2016, s. 11.

[11]  Miyase İlknur, “Vurun, Kanları Bize Helaldir…”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s. 12.

[12]  Barış Önal, “Maraş’ın İzleri Silinmedi”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2018, s. 9.

[13]  Katliamın yaşamını yitiren 111 kişiden 17’si kadın. Ölenlerin isimlerine bile yer verilmedi dönemin gazetelerinde. İddianamenin sararmış sayfalarında yer aldılar sadece. Bir de köylerindeki mezarlıklarda dikilen beyaz mermer taşların üzerlerinde. O bile şüpheli, zira katledilenlerin büyük bir kısmı belediyenin Şeyh Adil Mezarlığına toplu gömülmüşler. Hiç olmazsa biz anılarına saygı gereği katledilen 17 kadının isimlerini zikredelim: Güllü Ergönül, Fatma Baz, Zeynep Aydoğan, Döndü Ünver, Zühre Ünver, Kezban Usta, Hatice Yılmaz, Gülsen Un, Hatice Görür, Gülsüm Akırmak, Zeynep Nergiz, Sebahat İşbilir, Elif Balta, Esma Suna, Fidan Suna, Fatma Bilmez ve Cennet Çimen (Miyase İlknur, “Maraş’ın Kadınları… ‘Hamileyim, Bari Beni Öldürmeyin’…”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2016, s. 6).

[14]  Okan Toygar, “Ahır Dağı Ağlıyor”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2020, s. 9.

[15]  Muhammed Abdulkadir Esen, “Maraş Bilinçli Seçimdi”, Yeni Yaşam, 19 Aralık 2019, s. 6.

[16]  İsmail Saymaz, “92 Kişiye İşkence Yapmak 3 Kişiyi İşkencede Öldürmekten Şüpheliydi”, Hürriyet, 24 Aralık 2017… http://www.hurriyet.com.tr/92-kisiye-iskence-yapmak-3-kisiyi-iskencede-oldurmekten-supheliydi-40688191

[17]  Şükrü Aslan, “1930’ların Türk Basınında Aleviler”, Birgün, 20 Temmuz 2022, s. 6.

[18]  Şükrü Aslan, “Kurtuluş Savaşı Yıllarında Alevi Ütopyaları”, Birgün, 25 Ağustos 2021, s. 6.

[19]  Şükrü Aslan, “Muhafazakâr Siyaset ve Aleviler”, Birgün, 23 Şubat 2022, s. 5.

[20]  Filiz Gazi, “Zorunlu Din Dersi Alevilere Eziyet”, Birgün, 5 Ocak 2022, s. 6.

[21]  “Cemevi ‘Ticarethane’ Sayıldı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2022, s. 8.

[22]  12-15 Mart 1995 tarihinde gerçekleşen Gazi ve Ümraniye katliamlarında toplam 23 kişinin yaşamını yitirdiği, 408 kişinin yaralandığı katliamda adalet sağlanamadı (“Gazi Katliamı’nın Üstü Örtülemez”, Birgün, 13 Mart 2022, s. 7).

[23]  Dilan Esen, “Cellatlar 27 Yıldır Cezasız Kaldı”, Birgün, 12 Mart 2022, s. 6.

[24]  “Alevilere Yönelik Tehdit ve Saldırı İçeren 40 Vaka Meclis Gündeminde”, 24 Ağustos 2022… https://avrupademokrat.xom/alevilere-yonelik-tehdit-ve-saldiri-iceren-40-vaka-meclis-gundeminde/

[25]  Mehmet Menekşe, “Alevilik Tarihi Eser mi?”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2022, s. 12.

[26]  Hüseyin Aygün, “Ümit Özdağ ve Alevilik”, Birgün, 20 Temmuz 2022, s. 13.

[27]  Fikri Sağlar, “Alevileri Aldatamazsınız!”, Birgün, 16 Ağustos 2022, s. 13.

[28]  Yadiğar Aygün, “Aleviliğin İşgaline İzin Vermeyeceğiz”, Yeni Yaşam, 19 Kasım 2022, s. 3.

[29]  “Eski AKP’li Vekil Hüseyin Besli Alevi ve Kürt Yurttaşları Hedef Aldı”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2021, s. 5.

[30]  Ali Sirmen, “Kılıçdaroğlu’nun Alevi Kimliği”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2022, s. 4.

[31]  Ali Ekber Ertürk, Tehlikeli Bir Muhabirin Anıları, Tanyeri, Yay., 2014, s. 77.

[32]  yage, s. 84.

[33]  yage, s. 88.

[34]  Bülent Felekoğlu, “Rıza Yasası, Rıza Toplumsallığı, Rıza Ekonomisi”, Yeni Yaşam, 23 Kasım 2022, s. 10.

[35]  Zeynel Kete, “Sermayeleşen Alevilik ve İktidar Aygıtı”, Yeni Yaşam, 7 Nisan 2022, s. 10.

[36]  Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Alevilik Hakikâti ve Soru(n)ları”, Güney Dergisi, No: 97, Temmuz-Ağustos-Eylül 2021.

[37]  Temel Demirer, “… ‘Büyük Dönüşüm” Karşısında Aleviler”, Kaldıraç, No: 150, Aralık 2013.

[38]  Temel Demirer, “İsyankâr Değerler Toplamı: Alevilik”, Kaldıraç, No: 156, Haziran 2014.

[39]  Temel Demirer, “Önsöz: Alevilik’in Tarih Bilgisi”, Erdal Yıldırım, Geçmişten Bugüne Alevilik Tarihi-İsyan, Direniş, Katliamlar, Babek Yay., 2022.

 

Brezilya’nın yeni “pembe dalga”sı: Ne kadar “sol”?

“Emre uyacağım.
Hukukun üzerinde değilim.
Eğer hukuka inanmasaydım,
bir politik parti kurmazdım.
Bir devrim yapmaya soyunurdum.”[2]

Brezilya’nın 2022 seçimlerinin 30 Ekim’de gerçekleşen ikinci turu hem beklenen şekilde sonuçlandı hem de sürpriz yaşandı.

Beklenen şekilde sonuçlandı, çünkü tüm anketler, araştırmalar, siyasal gözlemciler, seçimleri, İşçi Partisi’nin adayı Luiz Inacio Lula da Silva’nın kazanacağından emindi.

Ama sonuçlar sürprizliydi, çünkü kimse rakibi faşist Bolsonaro’nun bu denli yüksek bir oy oranıyla kaybedeceğini aklından geçirmemişti.

Lula da Silva ikinci turu kıl payı bir farkla kazanarak Brezilya’nın önümüzdeki dönem başkanı oldu: oyların yüzde 50.9’unu almıştı. Bolsonaro ise yüzde 49.1’lik bir destekle kaybetti seçimi. Anlaşılan, ilk turda oyların yüzde 4.16’ını alan (merkez) Brezilya Demokratik Hareketi adayı Simone Tebet ile yüzde 3.4’ünü alan (sosyal demokrat) Demokratik İşçi Partisi adayı Ciro Gomes’in ikinci turda Lula’yı desteklediklerini açıklamaları fazla bir işe yaramamıştı: 2 Ekim 2022’deki birinci turda Lula’nın oy oranı yüzde 48.43, Bolsonaro’nunki ise yüzde 43.20 idi. Öyle gözüküyor ki, Tebet ile Gomes yandaşları ikinci turda büyük ölçüde Bolsonaro’ya yönelmişlerdi…[3]

Yalnızca seçim sonuçları dahi, Brezilya’da Lula iktidarının ne denli kırılgan olduğunu gösteriyor. İşçi Partisi Temsilciler Meclisi’nde çoğunluk sağlamak bir yana, ittifaka girmek zorunda kalacağı partilerle dahi azınlıkta kalıyor.[4] Ancak sorun yalnızca siyasal dengeler değil…

Gelin dilerseniz biraz geriye giderek, Latin Amerika’daki “sol yükselişin yeni durağı” olarak selâmlanan Brezilya’da olup bitenleri anlamaya çalışalım.

Lula da Silva bir işçi sınıfı evladı. “1952’de 7 yaşındayken, annesi onu ve 7 akrabasını Brezilya’nın çöl gibi olan kuzeydoğusundan alıp kamyon kasasında iki haftalık bir yolculuğun ardından Sau Paulo’ya getirmiş. Bir barın arka odasında yaşamaya başlamışlar ve Lula 12 yaşına geldiğinde ailesine destek olmak için okulu bırakmış. 17 yaşına kadar bir fabrikada kapı kolu yapıyor ve bir gece vardiyasında sol serçe parmağını makinaya kaptırıyor. 23 yaşında komşu kızı Maria de Lourdes ile evleniyor. Ancak Maria iki yıl sonra ilk oğullarına sekiz aylık hamileyken bebekle beraber hepatit enfeksiyonundan ölüyor. Daha sonra Lula, eşi ve bebeklerinin ölümünün Brezilya’da yoksullara sunulan düşük nitelikli sağlık hizmetinden kaynaklandığını söyleyecek. Birkaç yıl sonra 1975’te, (…) bir Sao Paolo semti olan Sao Bernardo do Campo Çelik İşçileri Sendikası liderliğine seçiliyor…”[5]

1970’ler Brezilya’yı 21 yıl boyunca (1964-1985) çelikten bir kafes içinde tutan askerî diktanın baskı ve şiddetinin zirve yaptığı yıllardı. 1960’ların gerilla direnişi kırılmıştı, ancak muhalefet sancağı bu kez işçi sınıfına geçmişti. 1970’lerin sonlarında diktayı sarsan grev dalgasında Lula bir işçi önderi olarak hızla sivrildi. Liderliğini yaptığı sendikayı cuntanın korporatist sendikacılık dayatması dışında tutarak bağımsız bir hat kurabilmedeki başarısı, kayda değerdi.

“Ancak, o eylemci günlerinde dahi soru işaretlerine sebep olacak tarafları var. Hareketin daha bürokratik kanadından geliyor. Grevler sendika bürokrasisinin kontrolünden çıkınca, burada bir fırsat görüp, militan işçilerle bürokrasi arasında köprü kuruyor. Grevciler, gayet devrimci olan taleplerinden vazgeçme karşılığında, ciddi kazanımlar elde ediyorlar. Bu yarım zafer, 1985’te askerî diktanın sona ermesinin de yolunu hazırlıyor.”[6]

Bir başka deyişle Lula, radikal bir devrimciden çok, pragmatik bir reel politiker portresi çizmektedir, sendikacılık yıllarından beri. Bu portre başkanlık sürecinde daha da netleşir.

Lula da Silva, 1980’de sendikacılar, çoğu 1979’da çıkartılan genel afla ülkeye dönebilmiş sürgün solcu aydınlar, sanatçılar ve Kurtuluş Teolojisi’ne bağlı Katolik din adamları tarafından kurulan Brezilya İşçi Partisi’ne (PT) katıldı. Askerî rejimin yıkılışını izleyen süreçte, 1989, 1994 ve 1998 başkanlık seçimlerinde PT’nin adayı oldu, ancak başarılı olamadı.

Ama Lula, dördüncü kez aday olarak katıldığı 2002 seçimlerinde kendisine “dünyanın en çok oy alan başkanı” unvanını kazandıracak 52 milyon oyla[7] başkanlık koltuğuna oturmayı başaracaktı.

Lula da Silva Brezilya’ya iki dönem başkanlık yaptı: 2002 ve 2006. Denilebilir ki bu sekiz yıl, Brezilya ekonomisinin “şahlandığı” dönemdir.

Ne ki Lula, neoliberal politikalardan bir milim sapmadı.[8] Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ilkesine sadık kalırken, sıkı para ve maliye politikalarını uygulamayı sürdürdü.

Dünya konjonktürü de Lula’ya yardım edecekti. “Yoğun sermaye girişleri ülkede büyüme oranlarını yukarı çekti… Yüksek emtia fiyatları (Brezilya özellikle Çin’e çelik, soya, yağ, petrol ihraç ediyordu- b.n.) Brezilya’nın cari işlemler hesabını düzeltti. 2006’da derin denizlerde petrol yatakları keşfedildi.

“2004-2010 döneminde ekonomi ortalama yüzde 4.4 büyüdü. 2014’te, yani PT’nin iktidara gelişinin 10. yılında reel asgarî ücret yüzde 76, reel ücretler yüzde 35 artmıştı. Lula 2010’da başkanlığı Rousseff’e devrederken yıllık büyüme yüzde 7.5’ti ve halkın yüzde 90’ının desteğine sahipti.”[9] Lula’nın temelini attığı “başarılı” politikalar sayesinde dünyanın onuncu büyük ekonomisi olan Brezilya, ABD ve Avrupa’dan sonra üçüncü en büyük tarım ihracatçısı konumuna yükselmişti.[10]

Yüksek ihracat gelirleri, neoliberalizm ile, en yoksulların yaşam koşullarını düzeltmeye yönelik bir dizi önlemi içeren bir çeşit “yeni-kalkınmacılık”ın birlikte yürütülmesini olanaklı kılıyordu. “Bolsa Familia” (aile cüzdanı) adı verilen ve çocukları okula gönderme ve aşılama programına uymayı taahhüt etmeleri karşılığında en yoksul ailelere nakdi destek sağlayan uygulamanın yanı sıra, üniversite ve memuriyet kapıları yoksullara, yerlilere, Afro-Brezilyalılara açılarak etnik yoksulların bir kesiminin düzenli gelire erişimi güvence altına alındı…

Ancak hiç kuşku yok ki, “yeni-kalkınmacılık”, en iyimser tanımıyla sosyal-demokrasidir, mülkiyet ilişkilerine radikal -ve geri dönüşsüz- bir müdahaleyi, üretim araçlarının kamulaştırılmasını öngören sosyalizmle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. “Unutmayalım. Kapitalizmin sonunu, fakirliğin ve eğitimsizliğin azalması değil, çalışan kesimlerin her alanda egemenlik kurması getirebilir ancak. Fakirliğin ve cehaletin ortadan kalkma sürecine girdiği bir kapitalizm, sermaye sınıfının paniğiyle ve aşırı sağcılaşmayla sonuçlanır. Solun her yükselişinde bunun yaşanması kaçınılmaz ama… Solun bu korkuyu saldığı, sonra da karşısında örgütlü bir yön sunamadığı durumlar, ya darbeyle ya faşizmle sonuçlanır,”[11] diyen Cihan Tuğral, haksız değildir.

Latin Amerika’da ilk “pembe dalga”nın sonunu getiren sivil darbelerde olduğu gibi, PT iktidarı da sonunda Bolsonaro’lu faşizan sürece yol veren bir “sivil darbe”yle son bulacaktı.

Hiç kuşkusuz ABD destekli bir “sivil darbe.” Çünkü her ne kadar ABD Başkanı Barrack Obama onu “dünyanın en popüler siyasetçisi” ilan etmiş[12] ve her ne kadar Lula yabancı sermayeyi çekmek, yerel burjuvaziyi ürkütmemek için İşçi Partisi’nin sol kanadını tasfiye edip sendikaları ve toplumsal hareketleri güçsüz bırakmış olsa da,[13] Latin Amerika ülkelerinin ABD ekseni dışında bir araya gelmesini sağlayacak Unasur, Mercosur gibi girişimlere önayak olması, Çin ile yakın ticari ilişkiler geliştirmesi, alternatif bir küresel eksen olarak BRICS’in inşaına katılmasını, ABD hegemonya iddialarına bir meydan okuma olarak görecekti…

Ve ABD “gereğini yaptı”…

Brezilya Anayasası bir başkanın görev süresini arka arkaya iki dönemle sınırladığından, Lula da Silva 2010 seçimlerinde aday olmadı. Ardılı, yine PT’den, oyların yüzde 56’sını alan, eski bir gerilla ve Lula döneminde devlet başkanlığı genel sekreteri olan Dilma Roussef idi. Roussef, PT’nin uğradığı oy kaybına karşın (yüzde 52) 2014 seçimlerini de kazanacak, ancak bu dönemi tamamlayamadan görevden azledilecekti…

Ne mi olmuştu?

Roussef’in başkanlığına denk düşen 2010’lar, Latin Amerika “pembe dalga”sının şansının dönmeye başladığı yıllardır. Küresel ekonomik durgunluk başta Çin olmak üzere yükselen küresel güçlerin talep düzeyini düşürecek, bu da Çin’in başlıca tedarikçisi olan Latin Amerika ülkelerini, tabii bu arada Brezilya’yı derinden etkileyecekti. “Kemerleri sıkma” vakti gelmişti, tabii yoksulların kemerlerini…

Sermayeyi “yatıştırmak” için ekonominin dümenine geçirilen Friedman öğrencisi Joaquim Levy’nin reçetesi belliydi: Kitlesel işten çıkartmalar, ücretleri, sosyal harcamaları düşürme, özelleştirmeler, istihdamın “deregülarizasyonu”… Bu uygulamalar, 2000’li yıllarda elde ettikleri iyileştirmeleri yitiren ve kırılgan bir duruma itilen yoksulların, emekçilerin PT’ye desteğini büyük bir hızla eritecekti. 2013 Haziranı’nda toplu taşıma ücretlerindeki artışa karşı Sao Paolo’da düzenlenen gösterinin polis şiddetiyle bastırılması, tüm ülkede kitlesel gösterilere yol açtı. Sol parti ve sendikalar kısa sürede hükümetle bir dizi talep konusunda anlaşıp sokaktan çekilse de, gösterileri anaakım medyanın da desteğiyle orta-üst sınıf mensupları devraldı.[14] İki ateş arasında kalan Roussef “… kemer sıkma politikalarının mimarı Levy’yi görevden alınca büyük burjuvazi PT’ye cepheden savaş açtı. Ekonominin yüzde 3.8 daralmasıyla ülke ciddi bir krize sürüklendi.”[15]

“Darbe” koşulları oluşmuştu… Ama bu kez, yargı eliyle gerçekleştirilecek “sivil” bir darbe…

Brezilya’nın “sivil darbe”si

Bu ortamda “yolsuzluk” söylentileri medyada pompalanmaya başladı.

Brezilya siyaseti hiçbir zaman “yolsuzluktan ari” değildi – hangi kapitalist ülke böyle bir iddiada bulunabilir ki? Dahası, “PT kadrolarının da yunmuş yıkanmış olduğu söylenemezdi”[16] Gelgelelim, eski bir gerilla olan Dilma’ya karşı yöneltilebilen tek somut suçlama, “bütçeyi olduğundan daha az sorunlu gösteren bir ‘vitrin süslemeye’ kapı açmasıydı. Buradaki cürüm, Brezilya tahvilleri almaya eğilimli küresel sermayeye durumu olduğundan daha parlak göstermekti”[17]… Dilma Roussef bir Kongre darbesiyle görevinden azledildi. Yerine, yardımcısı, “büyük sermayenin gözdesi”, merkezci Brezilya Demokratik Halk Partisi’nden Michel Temer getirildi. “Emeklilik sistemini ve iş yasalarını gözden geçirip kamu harcamalarını kısma vaadi”[18] sermayeye cazip gelmiş olmalı…

Ancak yaklaşan seçimlerde Lula’nın yeniden aday olması (ve de seçimleri kazanması) riski bakiydi. Bunu engellemek için daha fazlası gerekiyordu. Tetikçi bir federal yargıç, Sergio Moro bu görevi seve seve üstlendi. “Oto Yıkama (Lave Jato)” adı verilen “operasyon”da uyduruk deliller, sahte tanıklar, büyük bir medya kampanyası eşliğinde, Lula da Silva bir inşaat şirketinden rüşvet olarak kıyıda bir daire aldığı suçlamasıyla, 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

“12 yıllık hapis hükmünün verilmesinin ardından Lula’nın avukatları Anayasa Mahkemesi’ne tüm temyiz yolları tüketilene kadar cezanın infazının ertelenmesi talebinde bulundular. 4 Nisan günü Anayasa Mahkemesi’nin 11 yüksek yargıcı başvuruyu görüşmeye başladı. Oylama sonuncunun bıçak sırtı olacağına dair içerden bilgiler sızmaya başlamasıyla birlikte iki kaynaktan yorumlar internete akmaya başladı. Piyasa çevrelerinin yayın organları Lula’nın serbest kalmasının Brezilya ekonomisinin istikrarını bozacak, Temer Hükümeti’nin reformlarının altını oyacak bir durum olarak gördüklerini açıkladılar. Aynı zamanda, tabir yerindeyse, ordu aba (üniforma) altından sopa gösteriyordu. Brezilya Genel Kurmay Başkanı’nın Salı günü attığı ‘silahlı kuvvetlerin işlenen suçun cezasız kalmasını reddettiği, Anayasaya, toplumsal barışa ve demokrasiye saygı gösterilmesini talep ettiği…’ tweet ile oylamanın sonucunu etkilediği yorumları haklı görünüyor. Ayrıca bu tweet tekrarlanarak Globo TV ekranlarından ‘Lula’nın serbest bırakılması kararının darbeye yol açacağı’nın iddia edilmesi hem yüksek yargıya hem de Lula taraftarlarına bir tehdit niteliği taşıyordu. Piyasaların kriz, ordunun darbeyle kıskaca aldığı oylama bilindiği gibi 5 e karşı 6 oyla Lula’nın aleyhine sonuçlandı. Lula’nın federal polise 6 Nisan Cuma öğleden sonra teslim olması karara bağlandı.”[19]

Yargı, ordu, sermaye, anaakım medya, el ele vermiş, “görev tamamlanmıştı.” Oyun kuruculardan her biri, 2018 seçimlerini oyların yüzde 55.1’ini alarak kazanan Bolsonaro’nun başkanlığında “ödül”ünü alacaktı. Yargıç Moro’nun payına, Adalet Bakanlığı düştü!

Teslim olmadan önce Lula’nın Metal İşçileri Sendikası önünde toplanmış binlere “veda”ı, işine gelmediğinde kendi koyduğu kuralları fütursuzca çiğneyen mızıkçı ve zorba bir rakibe karşı oyunu “kurallarına” sadık kalarak sürdürme ısrarındaki aymazlığı veciz bir biçimde ortaya koymuyor mu? “Emre uyacağım. Hukukun üzerinde değilim. Eğer hukuka inanmasaydım, bir politik parti kurmazdım. Bir devrim yapmaya soyunurdum.”

Oysa “oyun” uğruna devrimden vazgeçmeye değmeyecek kadar kirli, hileliydi… Atı (ç)alan Üsküdar’ı geçtikten sonra net bir biçimde gözler önüne serildi: Yargıç Moro’nun Lava Jato devası savcılarıyla telegram üzerinden yazışmaları ortalığa saçılmıştı. Yargıç Moro davanın savcılarını adım adım mahkûmiyete doğru yönlendiriyor, Anayasa Mahkemesi’nin gazetecilerin cezaevindeki Lula ile görüşmelerine izin vermesi karşısında bu görüşmeyi engellemek için “oyun” kuruyordu. Başsavcısının “elimizde kanıt yok, ama suçlu olduğuna kaniyiz,”[20] diyebildiği bir dava…

Elbette ki yargıç Moro tek başına değildi, davanın hazırlanışında CIA’dan hatırı sayılır bir destek aldığı sonradan ortaya çıkacaktı – davaya katılan savcılardan biri, kendini tutamayıp itiraf edecekti: “Lava Jato CIA’dan hediye…”[21]

Şöyle de düşünülebilir: “Lula ceza süresini tamamlamadan tahliye edildiğine, hakkındaki suçlamalar da Yüksek Yargı tarafından kaldırıldığına göre ‘Adalet’ geç de olsa tecelli etmiş demektir…”

Öyle değil… Lula’nın mahkûmiyeti, dolayısıyla da 2018’deki seçimlere katılmasının engellenmesi, Brezilyalı emekçilerin dört yıllık bir “Bolsonaro kâbusu” yaşamalarına yol açtı. O kadar da değil, Bolsonaro, emsali diğer faşizan/faşist liderler gibi toplumun dibe çökelmiş “kötülük” katmanlarını (kadın düşmanlığı, homofobi, yoksulların aşağılanması, ırkçılık…) su yüzüne çıkartan söylem ve eylemleriyle, Brezilya toplumundaki bölünmenin hatlarını derinleştirdi ve bu bölünmüşlüğü nefretle payandaladı. Yoksullar PT iktidarları döneminde elde ettikleri kazanımları büyük ölçüde yitirdiler, ülkedeki gelir uçurumu derinleşti…

Bolsonaro kâbusu

Dilma Rousseff’in azledilmesinin ardından yapılan ilk genel seçimlerin birinci turunda 49,2 milyon oy (yüzde 46) alarak beklenenin üzerinde bir performans sergileyen Bolsonaro, ikinci turda 57,7 milyon oyla (yüzde 55) rakibi Fernando Haddad’ın karşısında çok rahat bir zafer kazandı.

São Paulo’dan aday olan oğlu Eduardo Bolsonaro ise, 2 milyon 60 bin oy alarak Brezilya’nın bugüne kadar en çok oy alan milletvekili olarak tarihe geçti.[22]

Jair Bolsonaro… Brezilya siyasal tarihinin belki de en “grotesk” lideri… “Yüzbaşıyken ordudan atılmış. 9 parti değiştirerek 29 yıldır parlamentoda kalmayı başarmış. Brezilya’da 1961-1985 arasında 24 yıl hüküm süren askerî diktatörlüğün nostaljisiyle yaşıyor. Şili’nin faşist diktatörü Pinochet’i her fırsatta hayırla anıyor.”[23]

Kronik, yapısal krizleri içinde boğulan, sürdürülemezleşmiş, “yaratıcı yıkıcılık”tan çoktan “yıkıcı yıkıcılığa” dönüşmüş geç kapitalizmin çeşitli ülkelerde piyasaya sürüp “test ettiği” neofaşist liderlerden bir diğeri…

“Grotesk” dedim, patavatsızlığıyla grotesk’i her vesileyle ortalığa saçıyor. Örneğin “demokrasi”ye hiç güvenmediğini, her zaman diktatörlükten yana olduğunu açıkça ilan etmekten çekinmiyor: 1993’te The New York Times’a verdiği röportajda demokrasilerde sorunların asla çözülemeyeceğini söyleyip ekliyor: “Fujimori’yi destekliyorum. Brezilya için tek çözüm Fujimorileşmek olacaktır.”[24] Sonra da hızını alamayıp 1964-1985 arasındaki diktatörlüğü yeterince ileri gitmediği için eleştiriyor: “Ben olsaydım askerî rejimin yapmadığı işi yapıp 30.000 kişiyi öldürürdüm…”[25]

Bir kadın düşmanı, tabii: “Kadınlar evde otursun,” “Sana tecavüz etmek aklımdan geçmez, buna değmezsin…” (2014).

Ve homofobik: “Oğlumun gay olacağına mezarda olmasını tercih ederim…”

Ve de ırkçı: “Bir quilombo’yu (Afrika kökenli kaçak kölelerin torunlarının kurup yönettikleri cemaatler – b.n.) ziyaret etmiştim. Afrika kökenlilerin en hafifi yedi arroba (yaklaşık 100 kg.) çekiyor. Hiçbir şey yapmıyorlar! Üremeye bile yaramazlar.” (2017).[26]

Ve bir “çevre suçlusu”: “Dokuz ülkeye dağılmış olmakla birlikte, Amazon Ormanları’nın yüzde 60’ı Brezilya topraklarının içinde. Brezilya’da tarıma ve hayvancılığa dayalı sanayi ve ticaret sermayesi, ağaçları keserek, en kolayı ve ucuzu, bu orman alanlarını yakarak, oralarda yaşayan yerli halkı da dışarı sürerek, kimi zaman liderlerini öldürerek kullanıma açıyor. (…) Brezilya’da, İşçi Partisi iktidarında, özellikle de Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in başkanlığı döneminde güçlenen çevreci hareketin baskısı, orman kıyımını yavaşlatmış, hatta yeni ağaçlandırma projeleri başlatmıştı. Yine o dönemde, Amazonlarda yaşayan yerli halkın haklarını korumaya yönelik önemli adımlar atılıyordu.” Bolsonaro ormanlar ve yerli halklara ilişkin tüm koruma önlemlerini, tarım şirketlerinin isteği üzerine kaldırdı. Sonuç mu? “Brezilya Amazonu’nda bir yıl içinde orman yangınları yüzde 85 arttı. Ocak ayından bu yana 74 bin yangın tespit edilmiş. Haziran ayında her 1 dakikada, beş futbol sahası çapında alan yakılarak tarıma açılmış. Bu, bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 278 artış demekti.”[27] Ve Bolsonaro iktidarında 20 bin kilometre karelik Amazon ormanı, katledildi![28]

Olanca pişkinliğiyle “yangınları çevreciler çıkartıyor olabilir,” diyen Bolsonaro, ABD Başkanı Joe Biden’ın 22 Nisan 2022’de düzenlediği iklim zirvesine katılıp 2030’a kadar ormanların tahribatıyla mücadeleye ayrılan bütçeyi iki kat arttırma taahhüdünde bulunmasının ertesi günü, 2021 yılı çevre bütçesinde yüzde 24 oranında kesintiyi onaylamaktan geri durmadı![29]

Tüm bunlara, yemin törenine üstü açık bir Rolls Royce ile gelen ve törende “aileyi korumaya, eşcinsellikle ve komünizmle mücadele etmeye”[30] yemin eden ve -tabii ki ilk alkışçısı Donald Trump olan- Bolsonaro’nun hükümetini askerlerle doldurduğunu ilave etmeden geçmek olmaz: “Şu ana kadar etrafına generalleri topladı. Onun Savunma Bakanı, askerî diktatörlükten bu yana bu göreve getirilen ilk asker olacak olan emekli General Augusto Heleno oldu. Başkan yardımcısı başka bir general olacak; Hamilton Mourao. Bunların yanı sıra parlamento seçimlerinde başarılı olan PSL adaylarından çoğu ordudan gelen kişiler. Bolsonaro’nun kalelerinden olan Sao Paulo’da parti 15 sandalye kazandı, bunlardan dokuzunda subaylar oturuyor.”[31]

Ama asker desteği yeterli gelmemiş olacak ki Bolsonaro, en az kendisi kadar faşist olan -ama asla bir “gay” olmayan!- oğlu senatör Flavio Bolsonaro aracılığıyla paramiliterlerle iş tutuyor. Örneğin, Flavio, belediye meclisi üyesi ve insan hakları aktivisti Marielle Franco’nun katledilmesinin baş sanığı, benzer pek çok suikastın faili bir milis çetesinin elebaşı, firari eski polis Adriano de Nobrega’nın eşi ve annesini bürosunda çalıştırıyor. “Hem eski asker-polislerin hem de hâlen görevdekilerin yer aldığı bu milisler, kısmen paramiliter kuvvetlerle iç içe, kısmen mafyavarî suç şebekeleri olarak iş görüyorlar. ‘Sipariş’ suikastlar da yapıyorlar.”[32] Ve Flavio, yalnızca bu paramiliterlerin “zor durumdaki” yakınlarını işe almakla yetinmiyor, onların eylemlerine de sahip çıkıyor. “Çete”nin karanlık işlerini soruşturan bir yargıç öldürüldüğünde, “askeri polisi bu kadar provoke edersen, olacağı budur,” yollu mesajlar veriyor, örneğin…

Ama Flavio’nun “çalışanlar”ı bundan ibaret değil. Babasının sıkı fıkı ahbabı Fabricio Queiroz da Flavio’nun hem korumalığını hem de şoförlüğünü yapıyor. Ve başka işlerini de… “Queiroz mâkûl şoför maaşı alan bir polis emeklisi. Büyük paraları oradan oraya aktarabilecek hâli vakti yok. Fakat toplam iki milyon dolara denk parayla oynamış. Kurcalanınca, bu işlemler sırasında başkanın eşi Michelle Bolsonaro’nun banka hesabına da para aktarıldığı görüldü. Ayrıca, kara para aklama süreçleri ve bankacılık düzenlemelerinin arkasından dolanma manevraları için tipik olduğu söylenen bir yöntem kullanılmış, birkaç dakika içerisinde ardarda yapılan on-on beş işlemle aynı hesaba küçük tutarlar aktarılmıştı.”[33]

Covid-19 fiyaskosu

Bolsonaro’nun “Covid-19 fiyaskosu” tüm bunların üstüne tüy dikti! Biliniyor, Covid-19’un dünyayı kasıp kavurduğu 2020 yılı boyunca, ülkesi, özellikle de ülkesinin yoksulları hastalıktan kırılan Bolsonaro tekrar tekrar TV kameraları karşısına geçip, “Bu sayılara inanmıyorum.” (27/3/2020) ya da “Hepimiz bir gün öleceğiz” (ölü sayısının 5017’ye ulaştığı 28/4/2020 günü) diyebilmiş, bununla da yetinmeyip, ticaret yerlerinde, tapınaklarda ve eğitim kurumlarında maske kullanılmasını dayatan yasa tasarısını 3/7/2020 tarihinde veto etmişti. Bu da yetmedi; beş gün sonra, 8/7/2020 tarihinde senatonun kabul ettiği, içecek su, temizlik malzemeleri sağlamayı, internet ulaşımı yerleştirmeyi, küçük yerleşim yerlerindeki insanlara temel gıda maddeleri, tohum, tarım araçları dağıtmayı zorunlu kılan bazı yasaları da iptal etti. Yerlilerin sağlığı için ivedi parasal yardımın yanı sıra, yerli halkların 3 ay boyunca alabilecekleri 600 reais’lik (120 dolar) ivedi yardımı kolaylaştırmayı da veto etti. Dahası, hükümetin yerli halklara 10 yataktan fazla hastaneler, havalandırma ve oksijen aletleri sunma zorunluluğunu da reddetti. Neticede salgının başından günümüze, Brezilya’da kayda geçen vaka sayısı 35.1 milyon, toplam ölüm sayısı ise 689 bin oldu! Bolsonaro başkanlığında Brezilya Covid-19’a karşı en kötü sınavı veren ülkelerden biriydi. Sağlık sistemi tümüyle çöktü… Salgın kaynaklı ekonomik kriz sonucunda 22 milyon Brezilyalı yoksulluğa mahkûm edildi. İşsizlik oranı, Brezilya tarihinde bir rekor olan yüzde 14.2’ye ulaştı…[34] Yetmedi, “Bolsonaro’nun başarısız salgın yönetimi yüzünden ülkeden ani sermaye çıkışı yaşandı. (…) Yatırımcı parası olmadan Brezilya para birimi değer kaybediyor, enflasyon yükseliyor, akaryakıt ve gıda fiyatları artıyor…”[35]

Büyük sermayenin Bolsonaro’su

Peki tüm bunlar ne için? Cehalet? Efelenme? Kör bir bağnazlık? Ölümseverlik? Yanıtı Bolsonaro’nun Covid-19 politikasını bir “soykırım” olarak tanımlayan Dominiken Rahip Betto’nun kaleme aldığı açık mektupta bulabiliyoruz:

“(…) Bolsonaro yönetiminin cinayet niyetli nedenleri açık seçiktir. Bunlar, sosyal sigorta kaynaklarının kurtarılması için yaşlı insanların ölmesidir. Ulusal sağlık sistemi kaynaklarının kurtarılması için başka hastalıklara yakalanan insanların ölmesidir. Yoksul ailelere yardım kaynaklarından ve 52.5 milyon Brezilyalıya, çok yoksul 13.5 milyon insana (federal yönetim verilerine göre) yönelik başka uygulamalardan tasarruf etmek için yoksulları ölüme terk etmektir.”[36] Evet, Bolsonaro yaşlıların ve yoksulların bütçeden aldığı payı “kurtarmak” için Covid-19’a yol vermiş gözüküyor…

Ya bunca rezilliği bünyesinde toplayan bir faşisti kim(ler) destekliyor? Hiç kuşku yok ki baş stratejisti, “alternatif sağ” görüşlerin örgütleyicisi Steve Bannon’u ona danışman olarak verecek kadar seven ABD sabık başkanı Donald Trump (Joe Biden’ın ise Trump’ın bu Brezilyalı versiyonundan pek haz etmediği biliniyor. Ancak yine de Çin’den uzaklaşarak ABD ile ekonomik ilişkileri geliştirme, İsrail’le yakınlaşma politikalarının ABD’yi hoşnut etmediği söylenemez). Generaller… Ve Katolik bir ülke olan Brezilya’da hızla yayılan (bugün Brezilya nüfusunun üçte birini etkilediği söyleniyor) Evanjelik kiliseler. Köktendinci Evanjelistler, Bolsonaro hükümetinde küresel ısınmayı “Marksist bir komplo” olarak nitelendiren, küreselleşmenin Hıristiyanlık karşıtı olduğunu söyleyen ve günümüzde kırmızı et yiyip karşı cinsle ilişkiye girmenin “kriminalize edildiği”nden yakınan bir Dışişleri Bakanı’na (Ernesto Araújo) sahip oldular.[37]

Ama hiç kuşku yok ki Bolsonaro’nun en önemli destekçisi, başta büyük tarım işletmeleri olmak üzere büyük sermaye… Amazonları yok ederek kereste ve tarım işletmelerine ve McDonalds sığırlarını besleyen otlaklara açması, ona bu sektörlerin kayıtsız koşulsuz desteğini sağladı. Bu kadar da değil; iktidara gelirken birbiri ardısıra sıraladığı kamu harcamalarında daha fazla kesinti, özelleştirmeler, sanayinin ve bankaların deregüle edilmesi, devlet emekliliği planının yok edilmesi vb. neoliberal vaadler, büyük sermayeye çok cazip gelmişti. Bu nedenle piyasalar Bolsonaro’nun seçilmesini “coşkuyla karşıladı.”

Bu neoliberal politikalar, Bolsonaro’nun ekonomi bakanı, Chicago ekolünden ekonomist Paulo Guedes tarafından hayata geçirilecekti… Guedes, Bolonaro’nun zaferinin ardından hükümetin ilk işinin, emeklilik reformu ve “devlet ayrıcalıklarının ve gereksiz harcamalarının” ortadan kaldırılması olacağını söyledi. Uluslararası kurumlar, yabancı yatırımcılar ve Brezilya’nın büyük patronları, ülkede, dört yıl boyunca kemer sıkma önlemlerini uygulayabilecek, esnek emek ve özelleştirme politikalarını hayata geçirebilecek bir yönetim istiyordu.[38]

Bu hayalleri, Bolsonaro şahsında gerçekleşti…

“Sonuç” mu? 15 milyon işsiz, sefalet içinde olan 30 milyon, sürekli açlık çeken 19 milyon ve yılda yüzde 8’in üzerinde enflasyon… Ve tüm bunlara karşın Bolsonaro Ekim 2022 seçimlerine, döne dolaşa tekrarladığı şu sloganla girdi: “Beni iktidardan ancak Tanrı düşürebilir.”[39]

Lula’nın dönüşü

Bolsonaro iktidardan Tanrı’nın müdahalesine gerek kalmadan düştü. Çok ucu ucuna bir yenilgiydi, evet. Ancak pek çok gözlemci ve analistin kaygıyla beklediği “askerî müdahale”[40] de olmadı – en azından “şimdilik”… Gerek ABD ve Brezilya’da iş yapan çokuluslular, gerekse Brezilya’nın sermaye sınıfı, şimdilik bir “bekle ve gör” politikasını benimsemiş gözüküyor. Seçimi kıl payı kaybeden Bolsonaro’nun yandaşları da şimdilik, seçimlerin hemen ardından giriştikleri yol kapatma vb. eylemlerden vazgeçtiler.

Peki, seçmenlerin hemen yarısının (pandemide yaşanan felakete ve “en alttakiler”in İşçi Partisi dönemindeki desteklerin hemen tümünü yitirip daha dibe itilmelerine rağmen) faşist bir lidere destek verdiği, yıllar önce, PT’nin ilk iktidara geçtiği 2000’lerin başlarında partiye destek veren sosyal tabanın (sendikalar, Topraksızlar Hareketi gibi taban örgütleri…) etkinliğini hemen tümüyle yitirdiği, ülkenin derin bir yoksullaşmanın pençesinde olduğu koşullarda, kimi iyimser yorumlara karşın, Lula ne kadar “solcu” olabilir?

Örneğin Lula deneyiminden Türkiye’deki “Emek ve Özgürlük İttifakı” adına dersler çıkartan Ertuğrul Kürkçü, “iyimser”lerden… Şöyle diyor: “(Lula’nın seçimleri kazanmasıyla -b.n.), Latin Amerika’da 2020’den bu yana doludizgin süren sol yükseliş doruğuna vardı. Kıtanın en büyük ülkesi de ‘liberal’ yorumcuların ‘pembe dalga’ -yani “sol ama o kadar da ‘kızıl’ değil”- diye nitelemeyi sevdikleri toplumsal ve demokratik güçlerin muhafazakâr diktatoryal rejimler karşısındaki zaferler silsilesine eklendi.”

Öncelikle Latin Amerika’daki yeni “sol(umsu)” yükselişi yeterince “kızıl” bulmamanın neresi “liberallik”, izaha muhtaç. “Goşist”, “radikal”, “maceracı” vb. amenna; ama ya “liberal”? Liberaller Latin Amerika’da 2020’lerde yeniden yükselişe geçtiğine tanık olduğumuz “sol” dalganın “yeterince kızıl” olmamasından neden yakınsınlar ki?

İkinci olarak, malûm, Latin Amerika ülkeleri “muhafazakâr diktatoryal rejimler”den “pembe (ya da kızıl, her ne ise) dalga” sayesinde kurtulmadı. Askerî diktalar, 1990’lı yıllarda AB (ve de ABD) destekli, “sivil” neoliberal rejimlerle ikame edildi. “Pembe dalga”lar, kıta ülkelerini talan eden, gelir uçurumunu derinleştiren, milyonları yoksullaştırıp yoksunlaştıran “sivil” neoliberal “demokratik” rejimlerin yol açtığı yıkımlara karşı yükselişe geçtiler. Asli zaafları ise, üretim (ve mülkiyet) ilişkilerine dokunmaksızın “yeniden dağıtım” politikaları üzerinde odaklanmak oldu. İlk “pembe dalga”, pek çok Latin Amerika ülkesinde iktidara gelen sol partilerin, emtia fiyatlarındaki yükseliş ve Çin gibi alternatif pazarların devreye girmesinin de biçimlendirdiği elverişli koşullar çerçevesinde “en alttakiler”in yaşam koşullarını düzeltecek bir dizi uygulamayı devreye sokabildi. Bu sayede en yoksulların (enformel sektör çalışanları, işsizler, geçim temellerini yitirmiş yerli toplulukları, yaşlılar, engelliler, tek-ebeveynli aileler vb.) refah düzeyinde kayda değer iyileşmeler yaşanırken, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimleri arttı. Ama ilk “pembe dalga” ne karşı tarafın işine gelmediği her zaman kurallarını ihlal etmeye hazır olduğu biçimsel demokrasiden, ne de kapitalist üretim ilişkilerinden vazgeçmedi/geçemedi. Benim de dahil olduğum “pembe dalga” eleştirmenlerinin temel itirazı da bu: böylelikle Latin Amerika “sol”unun, koşullar elverdiğinde ya da kapitalizm koşullarında dibe vuran yoksulların, emekçilerin tepkileri ayyuka çıktığında iktidara gelip ezilenlerin, sömürülenlerin koşullarını bir miktar insanîleştirdiği, ardından, ekonomik kriz derinleşip, kaynaklar kuruduğunda “kemer sıkma” politikalarına başvurup kitle desteğini yitirdiği, böylelikle de seçimle ya da “yasal” ayak oyunlarıyla iktidardan indirildiği bir “tahterevalli” oyununun içinden çıkamaması…

Ve nihayet, Ertuğrul Kürkçü, Latin Amerika “pembe dalgası”ndan Türkiye için dersler çıkartırken, şöyle diyor:

“(…) demokrasi standardını Kürt halkının demokratik taleplerine kadar yükseltmedikçe ya da bu taleplerin ifadesi olan kurumsal ve siyasal dönüşüm hedeflerini benimsemedikçe, iktidarı alaşağı edecek bir blok inşası konusunda hiçbir sahici hedef göz önüne alınmamış demektir. Brezilya’da olsun, Şili’de olsun, Peru’da olsun, Bolivya’da olsun, merkez güçler, ‘demokrasi’ blokunun safına geçerken, Yerli Halkların hakları konusunda statükoyu sarsan açık ve güçlü programlarla barışmayı da öğrendiler.”[41]

Nüfusunun yüzde 80’den fazlası yerli olan Bolivya bir yana, pek yerinde bir saptama sayılmaz… Topraklarının yüzde 21’i madencilik imtiyazları, Amazon bölgesinin yüzde 75’i ise petrol ve doğalgaz imtiyazlarıyla işgal edilen Peru’da yerli halklar ciddi bir “çevresel ırkçılık”la karşı karşıyalar. Yaşam ve geçim temellerini günden güne yitiriyorlar. “Özsavunma” gerekçesiyle sivil toplumun silahlanmasına cevaz verilmesi ise yerliler için başka bir tehdit oluşturuyor.[42] Şili’de ise Boric iktidarı Mapuche’lerle “barışmak” bir yana, bölgelerinde olağanüstü hâl ilan etti, daha geçenlerde… Ve hatırlatmaya gerek var mı, yerli toplulukları için çok-hukuklu, çok-kültürlü bir yaklaşımı öngören bir anayasa önerisi, Şili halkının yüzde 62’sinin “Hayır” oyuyla reddedildi!

Kemal Kılıçdaroğlu’lu, Meral Akşener’li, Temel Karamollaoğlu’lu bir “muhalefet bloku”ndan “demokrasi standardını Kürt halkının demokratik taleplerine kadar yükseltme”si beklentisi için umutsuz bir örnek!

Her ne hâl ise, sorumuza dönelim… Mevcut koşullarda Lula ne kadar “solcu” olabilir?

Öyle gözüküyor ki 2002-2010 kesitindeki kadar dahi “solcu” olamayacaktır. Çünkü 2000’li yıllardaki “büyüme”nin aksine, kapitalist ekonomi küresel ölçekte daralma/durgunluk fazındadır, “en alttakiler”in refahını yükseltmek üzere ayrılabilecek paylar, küçülmüştür. Dahası, birinci dalgada İşçi Partisi’ne coşkulu destek veren taban hareketleri (ki Brezilya için en önemlisi Topraksızlar Hareketi – MST’dir) “sol” iktidarların kooperatif tasarrufları sonucu güçten düşmüş ya da (özellikle yerli hareketleri açısından) “yeni-kalkınmacı” girişimlere iktidarların verdiği destek nedeniyle araları soğumuştur. Yani ne Lula ne de diğer “sol” Latin Amerika iktidarları, taban örgütlerinin, yerli toplulukların, sendikaların kitlesel desteğinden çok ihtiyatlı onayını alabilecektir bundan böyle. Buna karşılık, ilk dalgayı “başarıyla” savuşturabilmeleri, Latin Amerikalı oligarkların özgüvenini arttırmış ve ellerine gerektiğinde kullanabilecekleri, örgütlü sivil faşist hareketleri vermiştir. Bolsonaro’nun 2022 seçimlerinde Lula karşısında alabildiği yüzde 49 küsurluk oy oranı çok tehlikelidir.

Ancak, gördüğümüz gibi, Lula esnek ve pragmatik bir müzakereci. Tıpkı Şili lideri Boric’in öğrenmekte olduğu gibi… “Teamüller”i bozmaması, Bolsonaro döneminde bir hayli mevzi kazanmış sağ karşısında eskisinden dahi temkinli davranması beklenmeli. Öteden beri arayı iyi tutmaya çalıştığı ve sekiz yıllık iktidarı boyunca her bakımdan güçlendirdiği orduyla[43] bozuşmayacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Daha seçim öncesinde Bolsonaro faşizminin en hararetli destekçisi Evanjelist Kiliseleri yatıştırmak için kolları sıvadığına göre, kadınlar ve LGBTİ “biraz daha bekleyebilir”: “Lula, nisanda kadınların kürtaja erişimi olması gerektiğini söylediği için lanetlenmişken, ‘Benim için hayat kutsaldır, yaratıcı olan Tanrı’nın işidir ve benim taahhüdüm her zaman onu korumak olmuştur’ demek durumunda kaldı. Seçime kısa süre önce evanjelik toplum için ‘dini özgürlüklere bağlılık mektubu’ yayımladı.”[44]

Ancak Lula en çok “sermayeyi ürkütmemek” gerektiğini biliyor. Bunun için de “sorumlu maliye politikası izleme ve “ülkeyi durgunluktan çıkarmak için kamu ve özel yatırımları yeniden harekete geçirme” taahhüdünde bulundu. Uluslararası finans çevrelerinin PT’nin yeni dönemi konusunda beklenti eşiklerini biraz daha yükseltmeleri şaşırtıcı olmayacaktır…

* * *

Brezilya ve diğer “yeni pembe dalga” Latin Amerika ülkeleri, Chávez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” dediği “şey”in “sosyalizm” olarak nitelenebilmesi için öncelikle, üretim (ve dolayısıyla da mülkiyet) ilişkilerine köklü bir müdahaleyi gereksindiğini gösteriyor: Kapsamlı ve yaygın bir kamulaştırma… Bu da, “parlamenter demokrasi”nin “işçi/emekçi demokrasisi”yle ikame edildiği, oligarkların, egemenlerin emek-düşmanı örgütlenmelerinin dağıtıldığı, emekçilerin her düzlemde ve her alanda yönetime katıldığı ve denetlediği bir toplumsal örgütlenmeyi gerektiriyor.

Şunu görmek gerek; Dünya artık sermayenin eline bırakılamayacak kertede kırılganlaştı, kapitalizmin kâra dayalı (ir)rasyoneli yeryüzü yaşamını, bios’u tehdit ediyor. Kapitalist talan devam ederse yeryüzünün görebileceği kuşak sayısı sınırlı – iki? Üç? Belki dört… Ama ötesi yok…

Bu anlamda sosyalistlerin işi, göreve gelebildikleri kısa sürelerde oligarkların yıkıp talan ettiklerini onarıp ondan sonra da çekip gitmek olmamalı. Sosyalistler, devrimciler, komünistler ta Marx ve Engels’ten bu yana “başka bir dünya”nın mümkün olduğu görüsünden hareket ederler. Sömürünün, tahakkümün, savaşların tarihe gömüldüğü, emekçilerin özgür ve eşitlikçi dünyası. Temel değerin sermaye ve kâr değil, emek ve yaşam olduğu bir dünya… Bu ise, kapitalist sistemi ortadan kaldırmakla mümkün, ona uyarlanmakla değil…

25 Kasım 2022, İstanbul.

*: 3 Aralık 2022 tarihinde İstanbul Özgür Üniversite’de yapılan sunum…

[2]    Lula da Silva, Teslim olmadan önce Metal İşçileri Sendikası merkezi önünde yaptığı veda konuşmasından (akt.: Hayri Kozanoğlu, “Hapse Atılan Sırf Lula mı?”, Birgün, 11 Nisan 2018, s. 5).

[3]    “Brezilya’da Üçüncü Lula Dönemi”, Evrensel, 1 Kasım 2022, s. 9.

[4]    “Geçtiğimiz pazar günü seçimlerde (birinci tur-b.n.) Lula oyların yüzde 48.4’ünü alırken Bolsonaro aradaki farkı 5 puana indirerek oyların yüzde 43.23’ünü almayı başardı, partisi 513 iskemleli mecliste 99 iskemleyle son 20 yılın en büyük blokunu kurmayı başardı. Lula ikinci turda kazansa bile “düşman” bir meclisle, son derecede kutuplaşmış bir ülkede yönetmeye çalışmak zorunda kalacak.” (Ergin Yıldızoğlu, “Brezilya’da Bolsonaro Belası…”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2022, s. 9).

[5]    Ciara Nugent, “Lula’nın Dönüşü!”, Birgün, 13 Mayıs 2022, s. 10.

[6]    Cihan Tuğal, “Lula: Kutuplaşmaya Karşı Normalleşme Vadeden Bir Solcu Lider”, Evrensel, 5 Kasım 2022, s. 9.

[7]    “Workers’ Party (Brazil), https://en.wikipedia.org/wiki/Workers%27_Party_(Brazil)

[8]    “Lula başkanken, Brezilya’nın IMF ile anlaşmalarına bağlı kalıp yatırımcıları memnun eden merkez sağcı öncülü Fernando Henrique Cardoso’nun mali tutuculuğunu sürdürmüştü.” (Ciara Nugent, “Lula’nın Dönüşü!”, Birgün, 13 Mayıs 2022, s. 10).

[9]    Hayri Kozanoğlu, “Hapse Atılan Sırf Lula mı?”, Birgün, 11 Nisan 2018, s. 5.

[10]  İbrahim Varlı, “Lula Neden Hapsedildi?”, Birgün, 10 Nisan 2018, s. 4.

[11]  Cihan Tuğal, “Brezilya’da Zayıflayan Bir Umut Işığı”, Evrensel, 5 Ekim 2022, s. 9.

[12]  Ciara Nugent, “Lula’nın Dönüşü!”, Birgün, 13 Mayıs 2022, s. 10.

[13]  Alfredo Saad-Filho, “A Coup in Brazil?”, Jacobin, 23.03.2016, https://jacobin.com/2016/03/dilma-rousseff-pt-coup-golpe-petrobras-lavajato

[14]  Aylin Topal, “Brezilya’da Sağ Siyasetin Yeni Mücadele Mecrası: Yüksek Yargı”, Birgün, 15 Nisan 2018, s. 13.

[15]  Hayri Kozanoğlu, “Maçoların Baharı Şimdi de Brezilya’da”, Birgün, 9 Ekim 2018, s. 5.

[16]  Hayri Kozanoğlu, a.y.

[17]  Hayri Kozanoğlu, “Hapse Atılan Sırf Lula mı?”, Birgün, 11 Nisan 2018, s. 5.

[18]  Magalhaes, Luciana; Jelmayer, Rogerio, “Michel Temer Seeks New Start as Brazil’s President”. The Wall Street Journal 31 Ağustos 2016.

[19]  Aylin Topal, “Brezilya’da Sağ Siyasetin Yeni Mücadele Mecrası: Yüksek Yargı”, Birgün, 15 Nisan 2018, s. 13.

[20]  Olavo Passos de Souza ve Mikael Wolfe, “Jair Bolsonaro Is Laying the Groundwork for a Coup in Brazil”, Jacobin, 9/22. https://jacobin.com/2022/09/jair-bolsonaro-far-right-coup-brazil-lula-presidential-election.

[21]  Ceyda Karan, “Lula’nın Dönüşü”, Birgün, 2 Kasım 2022, s. 9.

[22]  Esra Akgemci, “Brezilya’da Aşırı Sağ Nasıl Kazandı?”… https://marksist.org/icerik/Sectiklerimiz/10720/Brezilyada-asiri-sag-nasil-kazandi

[23]  Hayri Kozanoğlu, “Maçoların Baharı Şimdi de Brezilya’da”, Birgün, 9 Ekim 2018, s. 5.

[24]  Esra Akgemci, a.y..

[25]  Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu

[26]  Hayri Kozanoğlu, “Maçoların Baharı Şimdi de Brezilya’da”, Birgün, 9 Ekim 2018, s. 5. Ayrıca bkz. Sam Meredith, “Who is the ‘Trump of the Tropics?’: Brazil’s divisive new president, Jair Bolsonaro – in his own words,” CNBC, 29 Ekşm 2018, https://www.cnbc.com/2018/10/29/brazil-election-jair-bolsonaros-most-controversial-quotes.html

[27]  Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Tıkanıklık”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2019, s. 11.

[28]  Nick Estes, “Yerlilerin Orman İçin Mücadelesi”, Birgün, 20 Eylül 2021, s. 5.

[29]  “Bolsonaro Artık Koltuğunu Bırak”, Birgün, 25 Nisan 2021, s. 4.

[30]  “Bolsonaro Yemin Etti: Sosyalizmden Kurtulacağız”, 2 Ocak 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/11185/Bolsonaro-yemin-etti-Sosyalizmden-kurtulacagiz

[31]  Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu

[32]  Ümit Kıvanç, “Brezilya: Paramiliter-Mafyozo Kapitalizm?”, 6 Şubat 2019… http://www.p24blog.org/yazarlar/3588/brezilya–paramiliter-mafyozo-kapitalizm

[33]  Ümit Kıvanç, a.y.

[34]  Miguel Andrade, “Demokrat Ordu Aldatmacası”, Birgün, 5 Nisan 2022, s. 13.

[35]  Alexandre de Santi – Rafael Moro Martíns, “Brezilya’da Yeniden Sol”, Birgün, 25 Mart 2021, s. 5.

[36]  Özdemir İnce “Peder Betto: Ölüme Terk Edildiler”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2020, s. 9.

[37]  Ertan Erol, “Yeni Brezilya”, Evrensel, 7 Ocak 2019, s. 9.

[38]  Michael Roberts, “Brezilya’nın Tropikal Trump’ı”, 29 Ekim 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10706/Brezilyanin-tropikal-Trumpi

[39]  Frei Betto, “Brezilya Diktatörlüğe mi Dönüyor?”, Birgün, 4 Eylül 2021, s. 3.

[40]  Bkz. Cristoph Harrig, “A Postelection Coup in Brazil Is Unlikely. But the Military Is Still Too Powerful.” Jacobin, 10/22… https://jacobin.com/2022/10/lula-brazil-elections-military-administration

[41]  Ertuğrul Kürkçü, “Brezilya’nın İbreti”, Yeni Yaşam, 3 Kasım 2022, s. 10.

[42]https://www.iwgia.org/en/peru.html#:~:text=on%20their%20territory.-,Indigenous%20Peoples%20in%20Peru,to%20other%20Amazonian%20Indigenous%20Peoples.

[43]  “Ordu Brezilya toplumunda zaten son derece güçlü bir kurumdu. PT iktidarında daha da güçlü bir hâle getirildi. İşçi Partisi askerî harcamaları çarpıcı bir şekilde arttırdı. Aynı zamanda orduyu, ABD özel kuvvetlerinin ülkenin demokratik olarak seçilmiş başkanı Jean Bertrand Aristide’yi devirdiği Haiti’ye, ABD’nin arkasını temizleyen BM güçlerine yardıma gönderdi. Hem Heleno hem de Mourao bu göreve liderlik eden subaylardandı.” (Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu).

[44]  Ceyda Karan, “Lula’nın Dönüşü”, Birgün, 2 Kasım 2022, s. 9.

 

“Esas define toprağın üstünde” Hrant’ız, halklarız, kardeşiz!*

16. yılında yine Hrant Ahparig’i anmak için vurulduğu yerdeyiz. Hrant’ın yoldaşı olmaktan onur duyuyoruz.

Halkların eşit, özgür, kardeşçe yaşaması için tarihle yüzleşmek gerekliydi. Dün de bugün de. Hrant bunu en ciddi, samimi ve yürekli biçimde savundu. Ve tarihin üzerini betonlayarak karanlıkta kalmasını sağlamak isteyen, halkların düşmanı egemenlerin hedefi oldu. Alçakça aramızdan aldılar.

Halklara bir ders vereceklerdi. Özgürlük arayışının, tarihle yüzleşmenin önüne geçeceklerdi, yeni katliamlar planlayacaklardı. Amaçları buydu.

İstedikleri olmadı. İki yüz bini aşkın insan caddeleri doldurduk. Hrant’ın savunduğu değerleri, gerçekleri söyleme cesaretini, insanca, özgür yaşama isteğini sahiplenen yüz binler olarak sloganlarımız yankılandı sokaklarda. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı, bu toprakların halkları olarak, ortak bir mücadelenin büyük bir güç doğuracağının işaretiydi.

Bu güç öyle ilginçtir ki, ne zaman yüz binler olup sokaklara taşar, o zaman kendine de kendi gibi olanlara da inanır. Ne zaman sokaktaki kalabalıklar azalır, o zaman “biz azız, kaç kişi kaldık şurada” demeye ve kendi gücüne güvenmemeye başlar. Bir kurtarıcıyı aramanın, bir “kötünün iyisi”ni beklemenin fikri gelişir. Böyle düşünmenin tek nedeni örgütsüzlüktür.

Bu topraklarda işçiler emekçiler, halklar, kadınlar, gençler gücünü örgütlü biçimde ortaya koyana kadar bu böyle olacak. Hrant’ın arkasından yürüyen iki yüz bin kişi de biziz. Gezi’de sokakları dolduran milyonlar da. Ve bilmeliyiz ki, o kalabalıkları yan yana görmediğimiz anlarda da kazan alttan alta kaynamaktadır. Örgütsüz olduğu için bir umutlu, bir umutsuz; bir kalabalık, bir seyrektir. Ama yok olmamıştır, saf değiştirmemiştir. Örgütlü olduğunda ise bu yüz binler gerçek gücünün farkına varacaktır.

Bizim gücümüz sadece verdiğimiz oyda değil, Hrant’ın ve hepimizin savunduğu özgür bir dünya için yürüttüğümüz mücadelededir.

Biz bu topraklarda emeğiyle ve kültürüyle yarının sahipleriyiz. Bugün ne yaptığımız yarın ne yapacağımız her şeyi belirleyecek.

Halkların katledilmesinin planlarını yapanlar, bu topraklardaki tüm zenginliğe el koyanlardır. Tarihin aydınlanmasından büyük bir korku duyanlar da onlardır.

Onlar bir sınıftır ve bize savaş açmışlardır. Örgütlüler ve sınıf bilincine sahipler. Biz işçiler emekçiler, halklar, kadınlar, gençler daha örgütlü olmadan tarihle yüzleşemez, egemenlerle hesaplaşamayız. Egemenlerin halklar hapishanesine çevirdiği bu toprakları, halklar mozaiğine çevirmek için örgütlü güce ihtiyaç vardır. Hrant’ın “esas define toprağın üstünde” deyişinde de bu toprakların insanlarına olan büyük bir inanç vardır.

Bugün burada yan yanayız.

16 yıldır nasıl ki burada buluştuğumuzda yalnızlığımız, korkularımız azalıyor, öfkemiz ve gücümüz artıyorsa sadece acımızda değil tüm dünya halklarının yaptığı gibi isyanımızda da buluşabiliriz.

Tarihimizde onur duyduğumuz insanlar var ve hep olacak. Onları bizden alamadılar, mücadelemizden alamadılar, yaşıyorlar. Biz bu yüzden Hrant olmaktan, Hrant’ın yoldaşı olmaktan onur duyuyoruz. Bu topraklarda özgürlük isteği nasıl bitirilemezse, Hrant da öyle var olacak. Bu mücadeleyi Hrant’la, tarihe iz bırakan nice yoldaşlarımızla kazanacağız. Sesleri sesimize karışmıştır artık.

HEPİMİZ HRANT’IZ, HEPİMİZ ERMENİYİZ!
ADALET HALKLARIN ELLERİYLE GELECEK!

 19 Ocak 2023

*: 19 Ocak 2023’te, Hrant’ın vurulduğu yerde yapılan anmada dağıtılan bildiridir.

Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır*

Biz işçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler elimizde tuttuğumuz gücün ne kadarının farkındayız?

Yaptığımız kadarının, o gücü kullandığımız kadarının.

Devlet bugün bize polisle, TOMA’sıyla, yargısıyla, medyasıyla, tüm gücü ile saldırıyorsa bu, elimizde tuttuğumuz, yer yer de gösterdiğimiz gücümüz nedeniyledir. Devlet, bizim kendimizi gördüğümüzden daha güçlü olduğumuzu bildiği için, büyük bir kısmını henüz elimizde tutuyor olsak da gücümüzün nelere kadir olduğunu bildiği için saldırmaktadır.

Güç, günlük dilde hem bir şeyin zorluğunu anlatır hem de onun yapılması için gereken emek miktarını. Kendi içinde çelişkili gibi görünür; hem yapılması için güç bir iş denir hem de yapılması için çok güce ihtiyaç var denir. Her iki anlamıyla da güç, yapmak ile ilgilidir. Bir şey yapılmadan ne onun güçlüğü, zorluğu anlaşılır ne de onun için gereken güç miktarı.

Tarih bu yüzden vardır. 15-16 Haziran’ın bizim hafızalarımızdaki yeri zayıflamış olsa da devlette canlıdır. Hrant’ın ardından dalga dalga duyulan “katil devlet hesap verecek” sloganı bugün bizim için daha az duyulur olsa da onların kulaklarını hâlâ çınlatmaktadır. Gezi Direnişi bizim aklımızda güzel ve “hüzünlü” hikâyeler olarak yer alsa da devletin hafızasında geleceğini kaybetmenin ufak bir resmi olarak diri ve tazedir. Yani güç açığa çıktığında, kullanıldığında anlamlıdır ve hiç şüphe yok ki potansiyel olarak bizde bu güç mevcuttur, kullanıldıkça açığa çıkacaktır.

Ve bizim gücümüz bugün CHP’nin, 6’lı masanın dediğinin aksine sadece sandıkta açığa çıkmaz. Hatırdadır 7 Haziran’ı yaratan; memleketin her bir tarafını kuşatan Gezi Direnişi ile örgütlü Kürt halkının, Kobanê Direnişi’nin birleşmesiydi, sandığı aşan bir mücadelenin yürütülmesiydi. Bu nedenle bugün de “cehennemin kapılarının açılması” dendiğinde de “gökkubeyi başlarına yıkmak”tan bahsedildiğinde de ilk akla gelen, ilk hayal edilen şey oy kullanmak değildir. Çünkü biz bu gücü oy vermekten değil, üretimden, yaşamdan alanlarız.

Bugün tüm haksızlıklara karşı bakacağımız yer anayasa ya da hukukî işleyiş değildir. Kitap kendilerinindir ama kitaba uygun bir işleyiş de zaten yoktur.

O zaman neden sadece biz bu kitaba uygun olmalıyız?

Bugün HDP’nin kapatılması konuşulmaktadır. HEP’ten HADEP’e, DEP’ten DTP’ye, BDP’ye hangi kapatma hukuka uygundu, hangi kapatma halkların direnişini bastırabildi? Onların yasaları sadece bize işlemektedir, bizden de bu yasaları tanımamız beklenmektedir. Hâlbuki çokça gördük ki direnişin kendi yasaları vardır. Kadınlar sokağa çıkarken, Bekaert işçileri greve çıkarken, Kürt halkı kendi televizyonlarını, okullarını kurarken de direnişin yasalarını esas almışlardır. “Yasalar sokakta yazılır” sloganı bizim için biraz paslanmış olsa da onların kulaklarında çınlamaktadır.

Bir “iç savaş hukuku”nun uygulandığı bugünlerde, seçimlerin hileli olup olmayacağı hatta seçimin kendisinin bile olmayacağı tartışılmaktadır. Üstelik herkesin aklında bir de “ya seçimle gitmezlerse” sorusu bulunmaktadır. Durum buyken; seçimi tek seçenek olarak görmek, mücadeleyi seçimden sonrasına ertelemek; gücümüzü yok saymak, kendimize, direnen işçilere, halklara, kadınlara, öğrencilere güvenmemek olacaktır. Ve şu soru da akıllarda bakidir; ya seçimle gitmezlerse?

Doğrudur, tarihsel bir sorumluluk taşıdığımız bir dönemden geçmekteyiz. Taşıyalım bu sorumluluğu! Şebnem Hoca gibi gerçekler için mücadele ederek, Mücella gibi yaşamı savunarak… Yasaklamalara rağmen direnen Bekaert işçileri, yaşamlarından ve birbirlerinden vazgeçmeyip sokaklarda olan kadınlar gibi, üniversiteleri yönetmek için direnişi büyüten öğrenciler gibi taşıyalım bu sorumluluğu. Tarihsel sorumluluk, İran’daki direnişte, Sarı Yeleklilerin bitmeyen mücadelesinde, Sudan’da, Arjantin’de, Peru’da, Yunanistan’da ayağa kalkanların mücadelesindedir.

Tarihsel sorumluluk taşımanın anlamı ona uygun mücadele etmektedir. Hiç kimsenin sadece bir adet oy kullanmak gibi tarihsel bir sorumluluğu olamaz. Her seçimde “çaldılar, hile yaptılar” deyip bir sonrakinde yine aynısını yapmak bir tarihsel zorunluluk değildir. Aksine bunu kabul etmemek, ancak rolünü oynamaya direnmek olur.

Kafasının arkasında “bu yazılanlar doğru ama önce bir gitsin de” diyenler; gücün yanındakindedir. Gücün oy pusulasında değil çıkan sesindedir, bugünü de yarını da kuran ellerindedir.

Sen seçmen değil yoldaş! Gücü özgür ve sömürüsüz bir dünyayı kurmaktan gelen, senin gücün ellerindedir.

Geleceğimiz üzerinde, Aile Bakanlığının Saadet Partisi’nde, İçişleri Bakanlığının İYİ Parti’de, ekonomiyi Ali Babacan’ın yöneteceği “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tartışmaları yapılırken HDP’nin son çıkışı, yok sayılan, üstü örtülen, görülmek istenmeyen gücün varlığının görülmesine zemin oluşturmuştur.

Halkların, işçilerin, kadınların, öğrencilerin yani direnenlerin, yani bizim; geleceğimizi, sözümüzü, mücadelemizi ancak yine direnenler söyler. Sandığı aşan ortak bir mücadele ile direnenlerin buluşması, direnişin büyümesinde bir yol olacaktır.

İşçilerin, halkların, kadınların, öğrencilerin, doğa için mücadele edenlerin kararlılığının ve gücünün yan yana gelmesi fikrinden heyecanlananlar, yapılacak bellidir; bunları her alanda her düzeyde hayata geçirmek. Her yerde süren direnişleri örgütlemek ve büyütmek, bir parçası olmak bugünün tarihsel sorumluluğunu yerine getirmektir.

Güce geri dönersek, doğrudur, özgür bir dünya kurmak güçtür, zordur ama isteyene gücünü açığa çıkaracak yol da bellidir. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır. Bu da bir seçimdir.

*: Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, 15 Ocak 2023’te Kartal’da gerçekleştirdiği mitingte dağıtılan bildiridir.

Merhaba, selam ve sevgilerimi iletiyorum – Didem Akman*

Merhaba, selam ve sevgilerimi iletiyorum sizlere.

İyisinizdir umarım. Ben ve buradaki arkadaşlar iyiler.

Ben P-C davasından tutsağım 13 yıldır, derginizin de okuruyum. Uzun süredir hapishanelerdeki yasaklamalardan dolayı okuyamadım fakat. Haberiniz olmuştur muhakkak artık dergileri ya bayiden parasını verip (idare bulursa tabi) ya da abone olarak okuyabiliyoruz. Ben de derginize abonelik yaptırmak istiyorum fakat formum yok. Rica etsem birkaç tane form kağıdı yollayabilir misiniz? Ayrıca dışarda basım yapılan hangi dergiler var ? Şu an hiç bilmiyoruz, birçoğu internetten yayın yapıyor, hâliyle takip etme şansımız da olmuyor. Kültür-sanat-felsefe-siyaset-tarih vs. konularda hangi dergileri bayilerden temin edebiliriz? Önereceğiniz dergi isimleri varsa onları da yazabilirseniz çok mutlu oluruz.

Yeni bir yıla da giriyoruz. Bu yıl oldukça hareketli geçecek gibi duruyor. Yasağın, baskının artacağı zaten aşikâr da, umut, adalet ve direniş diliyorum. ……(okunamıyor) tüm halklarımıza yeni kavga yılımız kutlu olsun.

Çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum, umutla kalın.

*: Didem Akman / Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi C4 – Ankara

Merhaba yürek dostlarım – Mehmet Yamaç*

Sevgili dostlar 2022 yılı ekonomik krizlerle geride bıraktığımız bu son günlerde yeni bir mücadele yılına merhaba demeye hazırlanıyoruz.

Bu ekonomi kriz kapitalizm için can çekişme ve kudurup saldırma yılı, işçiler-emekçiler ve ezilenler içinse açlık, sefalet ve ölüm yılı oldu. Bu çürümüş sistem yıllardır ekonomi krizlerden kurtulmak için hep yol ve yönteme başvurdu. Virüsleri üretip tüm dünyaya saldılar olmadı, yine eski savaş stratejisine döndüler, uyuşturucu pazarını oluşturup tüm dünya gençliğini uyuşturucu bataklığına sürüklemeye çalıştılar ama yine de bu ekonomi krizi atlatamadılar.

Bu köhnemiş sistemin varlığı artık her yönüyle tüm dünyayı büyük bir felakete sürüklüyor. Tüm dünyayı, insanları ve diğer tüm canlıların tek bir kurtuluş yolu var o da; devrim ve sosyalizmdir. Sosyalizm tüm sorunların tek çözümüdür. Dünya ve tüm insanlar sosyalizmle rahat bir nefes alacaklar.

Bu inançla siz yürek dostlarımız olan Kaldıraç yayınlarının tüm emekçileri şahsında işçilerin, emekçilerin ve ezilen tüm dünya halklarının 2023 yeni mücadele yılınızı en içten devrimci duygularla kutluyoruz. Sersala we bi dilo can piroz be!

Devrime çoğalan yüreklerin sıcaklığıyla o proleter yüreklerinizi sevgiyle selamlıyoruz. Sevgi ile umut ve dirençle kalın.

Devrimci selamlar, saygılar. Serkeftin.

*: Mehmet Yamaç / Akçadağ T Tipi Hapishanesi B.A.T 11 – Malatya

Kaldıraç dergisinin Ocak sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ocak sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Bu durum, yani sendika mafyasının egemenliği, işçi sendikalarının zayıflığı, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin yetersizliği durumu, kendini asgarî ücret belirlenmesi sürecinde de ortaya koymaktadır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Yoksulluktan açlığa, örgütsüzlük esarettir, örgüt özgürlük!

Ama bir kere daha söylüyoruz ki, yeni bir sosyalist devrimler dalgasını yaşamadan, dünya yeni bir dünya hâline gelemez. Savaşa ve sömürüye, insanın insana kulluğuna son vermek ya da liberallerin söylediği gibi “daha iyi bir dünya” kurmak, sosyalist devrimler olmadan mümkün değildir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Kapitalist sistemin krizi, savaş ve yeni dengeler

Ve bugün, tüm ülke AK Parti’nin, Erdoğan’ın kaybetmekte olduğunu, çoktan kaybettiğini biliyor. Bu durumda her aklı çalışan, “acaba seçimle gider mi” diye sormakta ve bu nedenle, seçime doğru 7 Haziran-3 Kasım sürecinin, yani saldırı sürecinin tekrarlanacağı söylenmektedir.

Biz ise, evet bir baskı olacak, hatta seçimlerin olacağı da tartışılır ama baskı süreci, o döneme benzemeyecek; bu yeni baskı sürecinde, yasaklamalar, parti kapatmalar, belki suikastler vb. olacak diyoruz.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Saray Rejimi yıkılır mı? Nasıl?

Çocuğun cinsel istismarı, siyasal-örgütlü bir faaliyettir. Bu olay özelinde konuşacaksak, bu olay, siyasal bir olaydır ve devletin terör uygulamalarının bir parçasıdır. Yani, Kürt halkına dayatılan katliam politikaları, işçi eylemlerine karşı devreye sokulan TOMA’lar, öğrencilere karşı saldırılar, her hak arama eyleminin karşısına devletin dini, basını, yargısı, polisi, askeri ile dikilmesi, IŞİD çeteleri ile devletin kurduğu ilişki, Sivas katliamı, “affedersin Ermeni” açıklamaları, hepsi, bu cinsel saldırılarla bağlantılıdır. Hepsinin ortak noktası, devlet terörüdür.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Saray Rejimi, dincilik-milliyetçilik ve tarikatlar

Bu nedenle, yalnızca “gençliğin yozlaşması” denildi mi, burada durmak gereklidir. Toplumsal yozlaşmadan ayrı bir özel gençlik yozlaşması söz konusu değildir. Bu yozlaşmanın daha dolaysız görünümlerinin genç insanda ortaya çıkması ayrı bir durumdur.

Bu nedenle, gençliğe güvensizlik anlamına gelen “tuhaf gençlik”, “dejenere gençlik” vb. vurgularını doğru bulmuyoruz. Aslında bu vurguları, devrimci hareketin kendine güvensizliği olarak görüyoruz. Zaman zaman işçi sınıfına güvensizlik, zaman zaman gençliğe güvensizlik, zaman zaman kadın hareketine güvensizlik vb. şeklinde ifade edilen bu tutum, aslında baştan aşağı sorgulanması gereken bir tutumdur ve devrimci bir tutum değildir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – 2023’e girerken gençlik ve gençlik hareketi üzerine

 

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 258 / Ocak 2023
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ve WhatsApp’tan 0539 840 51 56’a ulaşabilirsiniz.

Kapitalist sistemin krizi, savaş ve yeni dengeler

Dünya, iki dünya savaşı gördü ve ikisi de 1900’lü yıllardadır. 1900’lü yıllar, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü tekeller çağına aittir. Elbette, kapitalist sistem yerle bir edilmedikçe, bizzat işçi sınıfı tarafından parçalanıp tarihin çöplüğüne gömülmedikçe, üçüncü dünya savaşı da çıkacaktır, dördüncüsü de.

Savaş, her zaman sınıflı toplumların bir gerçeği olmuştur. Kölecilikte de böyledir, feodal toplumda da, kapitalizmde de.

Her üç sınıflı toplum da, birbirinin kardeşi sayılırlar, yani akrabadırlar ve birbirine yabancı değildirler.

Bu üç sınıflı toplumdan her biri dünyaya, gezegene egemen olmaya çalışmıştır. Ama kapitalist toplum, bu egemenliğin en geliştiği sınıflı toplumdur. Her üçü de sömürüye, emekçinin sömürülmesine dayanır. Ama kapitalizm, sömürünün en yaygın, en derin hâle geldiği toplumdur. Yani, sınıflı toplumların bu evrimi boyunca, sömürü hem yayılır hem de derinleşir. Tıpkı meta gibi. O da hem yaygınlaşır hem de derinliğini, etkisini artırır, her ilişkiye siner.

Kapitalist sistem, dünyaya egemen olma konusunda, kendi öncülü olan feodal sistemden çok daha etkilidir.

Ve tekeller çağı, hem üretimin toplumsallaşması demektir hem de sermayenin temerküzü, yoğunlaşması ve merkezîleşmesi demektir. Tekeller çağı, hem kitle üretimi ve onun sonucu olarak “kitlesel tüketim”, yani tüketim toplumu demektir hem de pazar hâkimiyeti demektir.

Bu hâkimiyet ilişkileri, elbette beraberinde şiddeti de getirir. Bu şiddet, katmerlidir.

Her sınıflı toplum, kölecilik, feodalizm ve kapitalizm, elbette aynı zamanda sömürgecilik de demektir. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, toplumun bir önceki üretim sürecinin ürünleri demek olan üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortaya çıkması, aynı zamanda sömürgeciliğin de gelişiminin temelidir.

Sömürü ve sömürgecilik, birbiri ile bağlıdır. İnsanın insan tarafından sömürüsü yoksa, yani bu sömürünün dayanağı olarak kendileri toplumun malı olan üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoksa, sömürgecilik de olamaz.

Tüm bunlar, zaten devlet denilen egemen sınıfın aygıtını da gerekli kılar. Bu açıdan şiddet, önce devletin elinde ortaya çıkar ve devlet “terörü” bu açıdan tam da yerindedir.

Kapitalizm, sömürünün ve sömürgeciliğin en gelişmiş olduğu sınıflı toplumdur. Bu anlamda sınıflı toplumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere, en kirlisidir.

Tekeller çağı, hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet ile birlikte ele alınmalıdır. Bu tekeller çağı, içeride devletin örgütlenmesinde “demokrasi” denilen şeyi ortadan kaldırır ve daha baskıcı ve merkezî bir devlet yapısı ortaya çıkarır. Bu elbette daha gelişmiş bir devlettir ve eğer sizin kafanız “devlet iyidir” diye bir şeyle kirlenmemiş ise, bunun anlamını anlamanız zor olmaz. Daha gelişmiş bir devlet, sadece daha gelişmiş bir şiddet mekanizması, sadece daha gelişmiş bir karanlık, daha gelişmiş ve rafine bir burjuva egemenlik demek olur.

Dünyanın her alanına yayılan kapitalist ilişkiler, emperyalist güçlerin ve elbette tekellerin dünyayı kendi aralarında paylaşması da demektir.

İşte iki dünya savaşının da 20. yüzyılda, tekeller çağında, kapitalist-emperyalizm çağında yaşanması bundandır.

Üçüncüsü de gündemdedir.

Belki bugünleri tarih, üçüncü dünya savaşının başlangıcı, ön günleri olarak kaydedecektir. Eğer, dünya işçi sınıfı, Ekim Devrimi ile başlattığı dünya sosyalist devrimler çağını bir yeni çıkış ile, yeni sosyalist devrimlerle tamamlayamazsa, üçüncüsü de, dördüncüsü de olacaktır.

Egemenler, herkesi yok edecek, büyük bir yıkıma yol açacak böylesi bir savaşa “girmez” diye düşünmek, hem kapitalist-emperyalizmi hem tekeller çağını hem de daha genel olarak egemen sınıf meselesini anlamamak olur.

Evet, üçüncü dünya savaşı, büyük yıkım demek olacaktır. Bu doğrudur. O kadar ki, belki dördüncüsünden önce, gezegenimiz çok büyük zararlar görecektir. Aslında zaten kapitalizmin bizzat varlığı ve devam ediyor olması, gezegenin geleceği konusunda büyük bir tehdittir.

Tüm bunlar, savaş denilen şeyi durduracak “hâller” değildir. Değildir çünkü hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet, kendi karakterine göre işlemektedir. Bu nedenle, tüm bilimsel verileri ciddiyetle inceleyen herhangi bir dürüst bilim insanı, kapitalizmin varlığının insanlık için bir tehdit olduğunu ve sistemin yıkılması gerektiğini rahatlıkla saptayabilir.

İşte bugün dünyanın yüz yüze olduğu bu üçüncü paylaşım savaşımı, bu gerçekliğin üzerinde yükselmektedir.

Bu savaşla ilgili konuşurken, “at izinin it izine karıştığı” bugün, bazı temel noktaları bir kere daha olsun saptayarak başlamak gerekir.

1

Bu bir paylaşım savaşımıdır.

Bu paylaşım savaşımının ana aktörleri, “Batı cephesi”dir. Savaş, Batı dünyasının beş büyük emperyalist gücü arasında gelişmektedir. Zaman zaman bu gerçek gölgede kalsa da, bu gerçeği gölgede bırakacak gelişmeler olsa da, durum budur. Bu güçler; ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’dir. Elbette diğer emperyalist güçler de işin içindedir ama ana rol bunlardadır.

2

Bugün, özellikle Suriye Savaşı sonrasında, Rusya ve Çin’in sahaya inmesi, bu emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımına farklı bir “nitelik” katmıştır. Adeta emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının üstü örtülmeye başlanmıştır. Ukrayna süreci, bu süreci daha da geliştirmiştir. Savaş, bir anda, Rusya-Çin cephesi ile NATO arasında (NATO, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere demektir. Sadece o kadar değil elbette ve elbette en başta da ABD demektir) bir savaşa dönmüştür. Bu sadece bir yanılsama değildir.

Evet, bu savaş, aslında emperyalist beşli arasındaki paylaşım savaşımını “gölge”de bırakmaktadır.

Ama bu durum, bugünkü paylaşım savaşımının gerçekliği içinde anlamlıdır.

3

Bu savaşın, bu paylaşım savaşımının öncesinde, iki çok önemli süreç var.

Birincisi, “Soğuk Savaş” sürecidir.

Soğuk Savaş döneminde, emperyalist kamp, sosyalist ülkeleri boğmak için, komünizme karşı savaş adı altında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, başında ABD’nin bulunduğu bir uluslararası örgütlenme ortaya koydular. Bu uluslararası kapitalist düzen, ABD hegemonyası da demektir. ABD hegemonyası, elbette kapitalist kamp içinde geçerli idi. “İki kutuplu dünya” sözleri, bu dönemi ifade eder ama, bu “dünya”nın kapitalist-emperyalist kampında bir ABD hegemonyası vardır.

Bu hegemonya, ekonomik olarak doların egemenliği, Dünya Bankası, IMF gibi örgütlenmelerin yanında, askerî olarak NATO gibi örgütlenmelere dayanmaktadır. Bugün tüm Avrupa ve tüm Batı dünyasında ortaya çıkan devlet çarkının dişlileri, aslında Hitler faşizminin dişlilerinin kadife örtü ile örtülmüş olduğunu göstermektedir. NATO organizasyonu, aslında bugün ortaya daha fazla saçılan tüm Neonazi örgütlenmelerin, IŞİD de dahil, hepsinin örgütsel ve siyasi kaynağıdır.

Bu noktayı anlamazsak, ne Suriye Savaşı’nda ortaya çıkan İslamî örgütlenmeleri, ne de bunların da içinde yer aldığı Ukrayna’daki çeteleri anlamamız mümkün olmaz.

İkinci önemli süreç, Çin’in ve Uzak Asya’nın, dünyanın fabrikası hâline dönüştürülmesi sürecinde, Çin’in, sömürge hâline gelmeden, bir ekonomik dünya gücü olarak yükselmiş olmasıdır.

Çin ve Rusya, SSCB’nin çözülüşü sonrasındaki dünyada, sömürge hâline getirilememiştir. Bu iki büyük güç, bugün, ABD tarafından düşman ilan edilmiştir.

4

ABD, çözülmekte olan hegemonyasını korumak, sürdürmek için, tüm Batı cephesini, tüm emperyalist rakiplerini, NATO mekanizması aracılığı ile, Rusya ve Çin’e karşı birleştirerek, onlar üzerinde var olan ve “Soğuk Savaş” dönemine dayanan kontrolünü sürdürmek istiyor.

İşte savaşı NATO-Rusya ve Çin savaşına dönüştüren süreç bunlara dayanmaktadır.

Suriye Savaşı ile, Batı cephesini kendi yanında birleştiremeyen ABD, Ukrayna operasyonunu adım adım hazırlayarak, Avrupa’yı ve belli ölçülerde de Japonya’yı, kontrolü altına alma konusunda birkaç adım daha ilerlemeyi başardı.

Bugün Avrupa, Almanya ve Fransa, aslında kendi ayaklarına sıkan kovboylar gibi, ABD kontrolünü yeniden “kabul” etmiş durumdadırlar.

5

Ukrayna savaşının önemli kazananı gibi görünen ABD’dir.

Ama savaş, bugün, farklı bir süreci de ortaya çıkarmaktadır.

ABD’nin Avrupa üzerindeki, daha doğrusu emperyalist rakipleri üzerindeki artan kontrolü bir sonuç olarak kaydedilebilir. Ama aynı zamanda, bu kısa süreli “kazanca” karşılık, hegemonyasının sağlama alındığını söylemek mümkün değildir.

Putin tarafından dile getirilen, Rusya ve Çin liderlerince açıkça ilan edilen, çok kutuplu dünya vurgusu, aslında boş değildir.

ABD, bir yandan, Ukrayna’da savaşı sürdürmek, Rusya’ya karşı saldırıları ve Ukrayna ve Rus halklarına karşı katliamları devam ettirirken, aynı zamanda Rusya ile görüşmeler sürdürmektedir. Wall Street Journal, kasım ayı başında ABD-Rusya görüşmelerini haber yaptı. Buna göre, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Putin’in adı verilmeyen yardımcıları ile “gizli” görüşmeler yapmaktaymış. Beyaz Saray da bunu doğruladı.

Dört bölgenin, Ukrayna’dan bağımsızlaşarak Rusya Federasyonu’na katılması, bu sürecin öncesindedir. Ukrayna, bu dört bölgeye dönük saldırılarını sürdürmektedir. Buna cevap olarak Rusya, operasyonun başından beri tahrip etmekten kaçındığı altyapıyı, özellikle enerji altyapısını hedef almaya başlamıştır. Batı’nın her türlü silah ve asker desteğinin de devam ettiği biliniyor. Bu durum, aslında Rusya’yı, daha da sıkıştırmak için bir fırsat olarak görülmekle kalmıyor, Almanya ve Fransa’nın kilitlenmiş hâlini devam ettirmek için ABD adına bir fırsata dönüştürülüyor.

Bu süreç içinde iki gelişme, Batı bunu kabul etmese de, ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlardan biri, Rusya’ya ve Çin’e karşı uygulanan yaptırımlar, aslında herkesin beklediği gibi sonuç vermekten uzak hâldedir. Bu artık ortaya çıkmış durumdadır. Örnek olsun, ülkemizdeki NATO tedrisatlı yazarların, Rusya’nın Erdoğan’a destek olsun diye para musluklarını açtığı vurgusu bunu göstermektedir. Zira yaptırımlar, beklenen ekonomik sonuçları vermiş olsa idi, Rusya’nın “para musluklarını açması” diye bir vurgu ortaya çıkmazdı. Demek ki, Rusya, stratejik amaçlar doğrultusunda harcayacak kadar paraya sahip imiş. Oysa yaptırımların, Rusya’yı izole edeceği ve ekonomik olarak çökerteceği propagandası yapılmaktaydı.

Yine aynı durumu doğrulayacak şekilde Batı’nın Rus petrolüne taban fiyat uygulamaya kalkması manidardır. Demek ki, yaptırımlar, istenilen sonuçları vermemektedir. Ve Rusya, Türkiye’yi, bir enerji dağıtım alanı hâline getirmek istiyor, diye kıyametler koparılmaktadır.

İkincisi daha önemlidir.

Giderek daha fazla sayıda ülke, ABD ve Batı’nın dengelenmesi için, dünyanın “çok kutuplu” olmaya başladığı üzerine planlar yapmaya başlamıştır.

Çin Devlet Başkanı Xi, en son, aralık ayında Suudi Arabistan ile kapsamlı anlaşmalar imzalamak üzere Suudi Arabistan’a gitmiştir. Çin, büyük bir petrol ithalatçısı olarak orada bulunmuyor. “Kuşak Yol” projesi de devrededir. Ama aynı zamanda Suudi Arabistan, Çin ile, petrol bedellerinin Çin para birimi olan yuan cinsinden ödemeyi tartışmakta imiş. ABD’nin, Suudi Arabistan’ın, petrol üretimini artırın baskılarına olumlu yanıt vermemesine “bozulduğu” biliniyor. Hatta zaman zaman OPEC+ ülkelerine bu konuda Suudi Arabistan’ın öncülük ettiğini bile okuduğumuz açıklamalar, yorumlar görüyoruz. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Vedant Patel, kendisine sorulan bir soruya, ilgi çekici bir yanıt veriyor. Soru: “Çin’in Körfez ile her zamandakinden daha fazla angaje olduğuna ve bunun sonunda ABD’nin bölgedeki çıkarlarını baltalayacağına dair endişeniz yok mu?” ve Patel: “ABD’nin koalisyonlar kurma, savunma mimarileri inşa etme ve bölgedeki tehditlere karşı koyma konusunda karşılaştırılamaz bir avantaj sunduğu ve bu bakımdan eşsiz olduğu” yanıtını veriyor.

Suudi Arabistan, “vizyon 2030” haritasını ortaya koyuyor ve bu yol, Suudi Arabistan’ın petrole bağlı bir ekonomi olmaktan “kurtarılması”nı içeriyor.

Suudi Arabistan, Şangay İşbirliği Örgütü’nün “diyalog ortağı” oldu ve BRICS’e katılma eğilimleri de açıkça ortaya çıkıyor. Bunun böyle olacağını söylemek için erken. Ama bu gelişme, Suudi Arabistan’ın, “çok kutuplu dünya” durumunu gözlemlediği anlamına gelmektedir.

Çin, hem Katar ile hem de BAE ile enerji anlaşmaları imzalamaktadır. İran ile olan anlaşmaları saymıyoruz bile. Zira İran, zaten Rusya-Çin hattının içinde ele alınmaktadır. Batı’nın vurgusu budur. OPEC toplantısı döneminde, BAE Prensi’nin Biden’ın telefonlarına çıkmadığı, bizzat Batı basını tarafından yazılmıştır.

Tüm bunları, başka örneklerle de birleştirmek mümkündür. Rusya-Hindistan ekonomik ilişkileri de bu doğrultuda bir kanıttır. Birçok Afrika ülkesindeki gelişmeler de bunu göstermektedir. Yani, “çok kutuplu dünya”, Rusya ve Çin liderlerinin ortak açıklamalarındaki bir vurgu olarak kalmıyor.

Elbette biz bunu, konumuz bağlamında, ABD’nin Avrupa’da artan gücüne rağmen, hegemonyasının sağlamlaşmış olmadığını görmek açısından yazıyoruz. Yoksa, bize göre sorunun çözümü, savaşı önleyecek tek gerçek gelişme, dünyanın yeni bir sosyalist devrim dalgası ile kapitalist zinciri parçalamasıdır.

Çin Devlet Başkanı Xi’nin (Şi) Suudi Arabistan ziyareti, bunlarla birleştirilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, Çin, bölgede birçok ekonomik hamle de yapmaya hazırlanmaktadır. Mesele sadece enerji ya da petrol ile sınırlı değildir.

6

Bizim bir vurgumuz var: Sosyalist geçmişleri nedeni ile bağımsız ve büyük birer güç olarak kalabilen, sosyalist olmadıkları gibi, emperyalist de olmayan, iki büyük güç, Rusya ve Çin, Batı’nın bu yeni saldırısına karşı koymak için, daha fazla kendi sosyalist geçmişlerine “vurgu” yapmak zorunda kalacaklardır.

Bunu destekleyecek önemli bir gelişme, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 20. Ulusal Kongresi’dir. ÇKP Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı Xi, bu kongreye bir rapor sundu. Raporun başlığı şöyle: “Çin Karakteristiğinde Sosyalizmin Bayrağını Yukarı Taşımak ve Her Açıdan Modern Sosyalist Bir Toplum İnşa Etmek İçin Birlik İçinde Çabalamak”.

Bu rapor, bu sunum, aslında “Çin’e özgü bir sosyalizm” anlayışı sunuyor. Bizim için mesele, Çin’in Çin tarzı sosyalizminin başarısı vb. değil. Bu vurgular, Çin’i sömürge olmaktan kurtaran sosyalist devrim geçmişine bir vurgudur ve bu açıdan kıymetlidir. Hepsi budur. Yoksa bu raporun içeriği üzerine, “Çin tarzı sosyalizm” üzerine tartışma niyetinde değiliz.

Çin ve Rusya, vazgeçtikleri sosyalizme, kendilerini bağımsız bir ülke olarak tutan geçmişlerine vurgu yapmak zorundadır. Vurgumuz tam da budur.

Çünkü, kapitalist-emperyalizm, dünyanın egemenleri, kendi egemenliklerini, Çin ve Rusya’nın “iyi niyetli” dileklerine uygun olarak, onlarla paylaşma yolunda değildirler. Gorbaçov’un, savaşsız bir kapitalist düzen mümkündür sözleri, asla gerçek değildi ve bu bugün bir kere daha anlaşılmaktadır. Piyasa ekonomisi ile sosyalizm, birbiri ile uyuşan sistemler değildir ve bu biliniyor. Ama bu iki ülke, eğer o sosyalist geçmişleri olmamış olsa idi, bugün birer sömürge olmuş olacaklardı.

Bu vurgular, elbette bir anlam ifade eder.

Ama bir kere daha söylüyoruz ki, yeni bir sosyalist devrimler dalgasını yaşamadan, dünya yeni bir dünya hâline gelemez. Savaşa ve sömürüye, insanın insana kulluğuna son vermek ya da liberallerin söylediği gibi “daha iyi bir dünya” kurmak, sosyalist devrimler olmadan mümkün değildir.

Bu sosyalist devrimler, dünyanın farklı ülkelerinden yükselişe geçecektir. Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu, Uzak Asya, bu devrimlerin ortaya çıkışına sahne olacaktır. Belki o noktadan sonra, Rusya ve Çin’de sosyalizm farklı bir gelişme yolu bulabilir.

7

Öte yandan, Suriye Savaşı, ardından Ukrayna sorunu ile farklı biçimler alan savaş, giderek daha yaygınlaşırken, dünya savaş naralarına sahne olurken, gerilim siyaseti gelişirken, aynı zamanda silah tekelleri, büyük kârlar vurmaktadır.

Savaşın, önemli sonuçlarından biri budur.

Bu, kapitalist dünya ekonomisinin savaşa ihtiyaç duyması ile başlasa da, bugün, “savaş ekonomisi” politikalarının öne çıkmasına yol açmaktadır.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) yeni bir rapor yayınladı. Batı kaynaklı olduğu için, bizim NATO tedrisatından geçmiş yazar çizer takımımız bu raporu ciddiye alacaktır.

Rapor 2021 yılı sonuçlarını veriyor.

Buna göre, savunma sanayiinde faaliyet gösteren 100 büyük şirketin satışları ciddi biçimde arttı. Rapora göre, son 7 yıldır, bu 100 şirketin satışları, ardarda artmaktadır. Üstelik son birkaç yıl, pandemi nedeni ile meydana gelen problemler nedeni ile, aslında silah tedarikinde de sorunlar yaşanmış olmasına rağmen.

Listenin en başında, 5 ABD şirketi var: Lockheed Martin, Boeing, Northrop Grumman, Raytheon, General Dynamics.

100 büyük silah şirketi içinde, 40 ABD kökenli şirket var ve bu şirketlerin 2021 silah satışı, 229 milyar dolar.

Avrupa’dan 27 şirket, 2021 yılında, ilk 100’ün içindedir ve 123 milyar dolar satış yapmışlardır.

İlk 100 şirketin içine, 10 Çinli şirket, ilk kez 2021 yılında girebilmiştir. Toplam satışları 109 milyar dolardır.

Listede 6 Rus şirketi var ve 17,8 milyar dolarlık satış yapmışlardır.

Türkiye’den ASELSAN ve TUSAŞ, 3,36 milyar dolarlık satışla, listeye girebilmiştir. ASELSAN listenin 56, TUSAŞ ise 84. sırasındadır (Kaynak: mepanews.com, 5 Aralık 2021).

Hem silah satışları artmaktadır hem de aslında bir savaş ekonomisi devreye sokulmaktadır. Emekçi, ürettiği silahları satın almaz. Silahlar, daha çok devletlere satılırlar. Bunun dışında yasal olmayan satışlar söz konusudur. Silah satışları, emperyalist ülkelerin gerilim politikalarına paralel artarken, aynı zamanda, birçok silah, daha kullanılmadan eskimektedir. Silah metasının böylesi bir karakteri vardır. Silah, ne üretimde kullanılır, ne de insanın kendini yeniden üretmesi için gerekli tüketim nesnelerinden biridir. Pazarı, büyük ölçüde devletlerdir ve çok defa silahlar, kullanılmadan “tüketilmekte”, yani eskimektedir. Türkiye ve Yunanistan gerilimini hepimiz yakından biliriz. Aynı firmalar, bir o tarafa, bir bu tarafa silah satmaktadır.

Ukrayna, aslında Batı’nın, önemli ölçüde silah tükettiği bir alan da olmuştur ve 2022 yılında silah satışlarının, Batı tarafından satılanların, çok daha ciddi bir artış göstereceği kesindir.

8

Savaşın bugünkü aşamasının önemli sonuçlarından birisi de, Avrupa’da gelişmekte olan tepkilerdir. Aralık ayının başlarında, Viyana’da insanlar, Rusya’ya karşı savaşı desteklemediklerini ifade eden sloganlarla bir yürüyüş yapmışlardır. Daha, 6-7 ay önce, tüm Avrupa’da, Dostoyevski’nin bile yasaklanmasına varan Rus düşmanlığı hatırlandığında, bu kayda değer bir değişimdir.

Rusya’ya uygulanan yaptırımların geri tepmesinden söz edebiliriz.

Avrupa’da ortaya çıkan enerji krizi, giderek kitlesel protestolara dönüşmektedir. Bu durum, aslında, kitlelerin tepkisini ifade etmektedir. Bu tepki, giderek daha da gelişecek gibidir. Avrupa, kendini ABD işgal politikalarına teslim ettikçe, Avrupa’da kriz daha da derinleşecektir.

Paylaşım savaşımına tutuşmuş emperyalist güçler, aynı zamanda kapitalist sistemin derinleşen krizini de aşamıyorlar. ABD ve dünyanın egemenleri, aslında Rusya ve Çin’i sömürgeleştirme planı ile, krizin aşılması için bir yol oluşturma peşindedirler. Ama bu iş, o kadar “ucuz”a mal olmayacaktır. Rusya ve Çin, dik durmaya, boyun eğmeyi reddetmeye devam ettikçe, savaş naraları yükselmekte ama aynı biçimde sistemin krizi de derinleşmektedir.

Bu derinleşen ekonomik kriz, giderek emperyalist metropollerde de kitle hareketlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır, açacaktır. Enerji krizi ve Rusya ve Çin’e karşı yaptırımların ters tepmesi, bu süreci daha da büyütecek gibidir.

İşte bu nedenlerle, ABD, Batı, NATO, savaş politikalarını, gerilim siyasetini daha da artırmak zorundadır. Bu nedenle, ABD ve NATO, Ukrayna siyasetini sürdürmekle kalmayacak, aynı zamanda yeni gerilim alanları “organize” edeceklerdir.

ABD, kendi hegemonyasını kaybetmeme konusunda oldukça açık bir tutum almaktadır. Bazılarının sandığı ve savunduğu gibi, ABD, “dünya savaşı çıkartmamak için bir yerde duracak” değildir. ABD, bitmiş olan İkinci Dünya Savaşı’nın anlaşma imzalarının atılmasından sonra, ortada hiçbir neden yokken, Japonya’ya iki kere atom bombası atmış bir ülkedir.

Kapitalist sömürü mekanizmalarını, egemenlik, tekelci hâkimiyet, sömürgecilik vb. politikaları anlamamak için ısrar edenler, ancak onlar, ABD’nin savaştan geri duracağı masalına inanabilirler.

ABD ve İngiltere, Rusya ve Çin’e karşı savaşımın başını çekmektedir ve bu savaşın ana gücü NATO’dur. Bu son derece açıktır. Ve emperyalist egemenlerin, insanlık suçları yeni değildir. Bu nedenle, onların savaşı durdurmalarını beklemek, tam bir ham hayaldir.

Gerçekte, NATO, Ukrayna’daki savaşı kaybetmiştir.

Tıpkı Suriye’deki savaşı kaybetmiş oldukları gibi.

Ama bu savaşlar, aslında daha büyük savaşın cepheleridir ve bu nedenle, savaşı kaybedenler, henüz bunu kabul etme noktasından uzaktadır. Bu nedenle, savaşı uzatmak, yıkımı ve gerilimi sürekli tırmandırmak, adeta kaos siyaseti devreye koymak konusunda tutumları nettir. Gördük ki, zaten silah tekelleri kârlarına kâr katmaktadır. Ve savaş ekonomisi, doğrusu kapitalist sistemin krizine bir çözüm olmasa da, “iyi gelmek”tedir. Bu nedenle emperyalist egemenlerin savaş politikalarına son vermelerini beklemek saflık olacaktır.

Savaşı gerçek anlamda sonlandıracak, barışı sağlayacak şey, Ekim Devrimi’ni de aşacak olan bir sosyalist devrimler dalgası olacaktır. Sosyalist devrimler dışında, insanın insana kulluğuna, sömürgeciliğe, savaşa son vermek mümkün değildir.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...