Ana Sayfa Blog Sayfa 55

Saray Rejimi yıkılır mı? Nasıl?

Ekrem İmamoğlu, 14 Aralık günü, mahkeme kararı ile, yasaklı ilan edildi. “Daha dur,” deniliyor, “temyizi var.” Koca koca adamlar, bunları söylüyorlar. Hep birlikte, “uzman”lar, kanundan ve hukuktan söz ediyorlar. Bizi mi kandırıyorlar, halka mı yalan söylüyorlar, yoksa muhakeme yapma yeteneklerini mi yitirdiler, yoksa her ikisi birden mi, yoksa Saray Rejimi’nin gizli-açık destekçileri midirler? Karar vermesi çok zor.

Belki de her çeşitten “uzman” bunlar ve her biri “hukuk”tan söz ederken, aslında bu şıklardan birine bağlılar.

Ama en samimi olanları, trajikomik olanlar olur. Ki gerçek anlamı ile samimiyet, bu tiplerde, olsa olsa “ahmak”lıkla birleşmiş olabilir.

Şöyle düşünelim:

1- İmamoğlu, bir burjuva siyasetçidir. Bir devlet partisi olan CHP içindedir.

2- İmamoğlu, İstanbul Belediye Başkanı’dır.

3- İlkokullarda piyes sahnelenirken, piyeslerde oynayan çocuklarda bir tiyatrocu ciddiyeti aranmaz. En kötü tiyatroda dahi bir ciddiyet vardır. Mesela 15 Temmuz darbe tiyatrosunda bile bir ciddiyet var. Oysa İmamoğlu mahkemesi, bir ilkokul piyesidir.

4- Soylu’nun “ahmak” demesine karşılık, o da “ahmak” demiştir. Ve bunun üzerine bir mahkeme kurulmuştur. Bu mahkemeyi, CHP ya da 6’lı masa, dalgaya almamış, üzerine gitmemiş, gündem yapmamıştır. Bu, mahkemeden daha az “ciddiyetsizlik” değildir. Onun kadar ciddiyetsizliktir. Yanlış anlaşılmasın, biz devrimci siyaset açısından konuşmuyoruz. Burjuva siyaset için ciddiyetsizlikten söz ediyoruz; hem mahkeme hem mahkeme kararları hem de mahkeme karşısında kitlesel bir hareket örgütlemeyen CHP tutumu ciddiyetsizdir.

5- İçlerinde solcu “uzman”lar da var. Diyorlar ki, İmamoğlu o sözleri, mahkemeye değil, Soylu’ya söyledi. İyi de bu ne demek? Zaten savcı da bunu söylüyor. Bu ne ciddiyetsizlik? Ey aklını yemiş hukuk uzmanı, senin hukukunun neresinde “ahmak” demenin cezası “siyasetten men”dir? Sen neden, burada bir ciddiyet, burada bir insaf, burada bir hukuk vb. arıyorsun? Yetmedi mi sana ülkede yaşanan, Saray Rejimi ile ortaya konan hukuksuzluklar?

İşte budur. Sen Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum atanırken susarsan, burjuva hukukunu bile savunmazsan, sakın sokağa çıkmayın iç savaş çıkar, dersen, işte bunu biçersin. Ve şimdi utanmadan, “o sözleri Soylu’ya söyledi” diyorsunuz. Sanki bunu mahkeme bilmiyor. Sanki ortada bir mahkeme, ortada bir hukuk var!

Aslında ortada bir “hukuk” var.

Bu, iç savaş hukukudur.

Hukukçuların biraz ve hâlâ aklı çalışanları, bizim cepheden olmayanlar, bu duruma, bizim iç savaş hukuku dediğimize, “düşman hukuku” diyorlar. Anlaşılırdır. Onların deyimi ile, düşman hukukunun uygulandığı bir yerde, “aaa bak hukuksuzluk bu” diye nara atmak, çocukluk değilse, ahmaklıktır.

Ahmak demek hakaretse, gerçekten ahmak olmanın bir cezası var mı? Mesela “terörist” demek hakaret ise, terörist olmanın da bir cezası var ya. Ahmak olmanın bir cezası varsa, tüm bu koca koca adamlar, CHP’nin yönetimi, 6’lı masa, hukuk “uzmanları”, hepsi birlikte ceza almalı değil midir?

“Siyasetten men” cezası nereden geliyor? Kim, kimi siyasetten men edebilir ki? Mesela “devlet memurluğundan ihraç” anlaşılırdır. Zira devlet, memuruna güvenmiyor demektir. Mesela partiden ihraç bir cezadır. Peki siyasetten men ne demek? Diyelim ki, Saray Rejimi, bir Kürt milletvekilini hapse atınca, bir işçiyi siyaset yapıyor diye tutuklamışsa, bir öğrenciyi örgüt üyeliği suçu ile okuldan attıysa, onları siyasetten “men” mi etmiş oluyor? Hayır, öğrenci de, işçi de siyasetine devam ediyor. Başka biçimler altında.

Diyelim ki, hatta demeyelim yüksek bir ihtimalle olacak, HDP kapatıldı, bu durumda Kürt halkı, HDP’liler siyaset mi yapmayacak?

Ne komik kararlardır bunlar!

Saray Rejimi’ne yakışır komedidedir.

Korkularını ifade eder ve yerindedir. Soylu’dan, Erdoğan’dan, Bahçeli’den, kısacası tüm Saray Rejimi’nden ancak bu beklenir.

Ama, resme biraz daha geniş bir açıdan bakmalıyız.

Efendiler, egemenler planlar yapıyor.

Saray Rejimi, entrikalar çeviriyor.

Burjuva muhalefet halkı korkutmak için, önce kendisini korkuya bağlıyor.

Bu üç katmanlı sürece biraz daha yakından bakalım.

1

Barlas’tır adı ve bilmeyeni yoktur. Meşhurluğu, yalakalık konusundaki, yalayıcılık alanındaki yeteneğine bağlıdır. Yalakadır, efendilerinin gösterdiği yeri yalar. Efendileri Batı emperyalistleridir, ABD, İngiltere, NATO başta. Onların yalakasıdır ve onların gösterdiği şeyi yalar, dolarlarla birlikte. Ama, “ahmak” değildir. Hatta, çakal gibi kurnazdır. Yani işini bilir, öyle burjuva muhaliflerin bizde sahne alanları gibi ahmak değildir.

İşte bu Barlas, neredeyse bir yıl önce, efendilerinin emri ile, “150’likler” diye bir konuyu yazdı. Demek istediği şey, aslında 150 kişilik yasak listesinin ilan edilmesi hâlidir. Lozan görüşmelerine referanstır. İngiliz veya Amerikalı efendileri, Barlas’a yaz dediler. O da yazdı. Eğer Saray 150 kişiyi siyasetten men ederse, ne olur? Konu budur. Tepki çekti ve geri adım atmaya çalışınca, CIA’ya çalışma rütbesine çıkmış olan Nagehan Alçı, destek verdi.

2

Bu dursun.

Hep konuşuluyor: 7 Haziran seçimlerini kaybetmiş olan AK Parti ve Erdoğan, Baykal ve CHP’nin açık desteği ile, seçimleri yenileme kararı aldı. 3 Kasım’da seçimler yenilenene kadar, Suruç katliamı, gar katliamı gibi süreçler yaşandı. Bu saldırılar, Davutoğlu’nun deyimi ile oylarını artırdı. Ve sonuçta saldırılarla seçimler alındı. Hile ve desise ile, baskı ile, demokratik olmayan bir yolla tekrar AK Parti iktidara geldi, öyle ilan edildi.

Ve bugün, tüm ülke AK Parti’nin, Erdoğan’ın kaybetmekte olduğunu, çoktan kaybettiğini biliyor. Bu durumda her aklı çalışan, “acaba seçimle gider mi” diye sormakta ve bu nedenle, seçime doğru 7 Haziran-3 Kasım sürecinin, yani saldırı sürecinin tekrarlanacağı söylenmektedir.

Biz ise, evet bir baskı olacak, hatta seçimlerin olacağı da tartışılır ama baskı süreci, o döneme benzemeyecek; bu yeni baskı sürecinde, yasaklamalar, parti kapatmalar, belki suikastler vb. olacak diyoruz.

3

Şimdi bu iki süreci birleştirin lütfen. Kabul etmeniz gerekir ki, Saray Rejimi diye bir yeni rejim var. Bu yeni devlet örgütlenmesi, egemenin, efendiler ve onların yerli uzantılarının ortak kararı ile ortaya çıkmıştır. Ve bu Saray Rejimi, yönetme güçlüğü çekmektedir, çözülmekte, çürümektedir. Bu nedenle, Saray Rejimi’nin yıkılması, işçi ve emekçilerin Saray Rejimi’ni bir ayaklanma ile yerle bir etmesi ihtimali var. Bu ihtimal, nesnel olarak güçlüdür. Öznel olarak, işçi sınıfının örgütlülüğü ve devrimci hareketin gelişmişliği konusundaki eksiklikler nedeni ile zayıftır.

Ama egemen, bu nesnel süreci görmektedir.

Egemen, Saray Rejimi’ni bırakma niyetinde değildir.

Olur da, halkın öfkesi sokaklara taşar, barikatlara çıkar, bayrakları ellerinde işçi ve gençler, kadınlar ve tüm emekçiler kamu kurumlarına doğru yürümeye başlarlarsa diye, burjuva muhalefet, devleti korumak adına, kitleleri korkutma ve eve hapsetme işinde özel bir görev almışlardır.

Bu koşullarda burjuva muhalefet, 6’lı masa, Saray Rejimi’ne karşı açık ve net bir muhalefet yürütmemektedir. Onlar, devleti korumayı en öne koymakta, Erdoğan’ı, “usulce” gitmeye ikna etmek istemektedir.

Oysa ne Saray erkânı, ne Erdoğan, öyle cennetlerini kendi elleri ile teslim etmeye niyetli değildir. Hatta bu doğrultuda, efendilerine, ABD ve NATO’ya kendilerini desteklemeleri için, çok değişik hamleler yapabileceklerini bile göstermek istemektedirler.

Yani, hem Saray Rejimi’nin gerçek sahibi olan emperyalist efendiler Saray Rejimi’nden vazgeçmek istemiyor hem de Erdoğan ve çevresi iktidardan düşmenin bir yok olma olduğunu bildiğinden mevkilerini kaybetmek istemiyor.

4

Egemenler, emperyalist efendiler, ülkedeki tekelci sermaye (dikkat edin sadece beşli çete değil, tüm tekeller) burjuva muhalefete, halkı sokaktan uzak tutma görevini vermektedir.

Devlet, Saray Rejimi baskı ve şiddetle işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri korkutmaya, yıldırmaya çalışıyor. 6’lı masa ise, “sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar”, “eylem yapmayın olağanüstü hâl ilan edilir”, “sakın provokasyona gelmeyin” diyerek, baskı ile korkmayanları korkutmaya çalışıyor.

Bu zemin üzerinde, Saray Rejimi ile burjuva muhalefet anlaşmış durumdadır. İşçi sınıfı, kadınlar, gençler, emekçiler korkutulacak. Bu ortak zeminleridir.

Yine de bu durum, Saray Rejimi’nin garantisi değildir.

Değildir, çünkü NATO ve Batı emperyalistleri içinde de çatışma vardır.

Emperyalistler arası paylaşım savaşımında ABD, AB üzerinde, Ukrayna süreci sonrasında daha etkili bir kontrol elde etmiş olsa da, bu paylaşım savaşımı sürmektedir.

Bu nedenle diyoruz ki, ABD açıkça bir seçimi istemezse, ABD-İngiltere-Almanya ve Fransa anlaşarak seçim sürecine start vermezse, sadece zamanı geliyor diye bir seçim olmaz, olamaz.

5

Seçim üzerine oldukça farklı senaryolar var. Deniyor ki, seçimler 23 Haziran’dan önce olacak ve 6 Nisan’dan sonra. Kılıçdaroğlu, 28 Mayıs’ta seçimin yapılacağını söylüyor ve iki tarihin ortasına geliyor.

Bu iki tarih şuna dayanıyor: Erken seçim olmak zorunda, çünkü yoksa Erdoğan aday olamaz. Bu nedenle 23 Haziran’dan önce olacak deniyor. 6 Nisan’dan önce olursa, seçim kanunu değiştiği için, seçim eski kanunla olmak zorunda kalır. İşte bu nedenle, ikisi arasında olacak deniyor.

Tüm bunlar, komiktir.

Neden mi?

a- Saray Rejimi, hiçbir kanuna uymakta kendini zorunlu görmemektedir. Yani, istediği zaman istediği yasayı çiğnemektedir. Anayasaya, yasalara uymayan bir Saray Rejimi var. Bu durumda, “kanunî zorunluluklar” üzerinden tartışmak komik değil midir?

b- 7 Haziran seçimlerini kaybettiler, ne oldu? Durumu kabul edip, “seçimle geldik, seçimle gidelim mi” dediler? Demediler.

Belediye seçimlerinin sonuçlarını mı kabul ettiler? Etmediler, onlarca belediyeye kayyum atadılar. Ve bu kayyum atamaları yasal değildi, hâlâ değildir.

Referandumu kaybettiler ve hile ile tersini savundular, öyle oldu.

Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti ve bu durumda meşru bir cumhurbaşkanı değildir, diye bir ilan mı yapıldı? Yapılmadı. Atı alan Üsküdar’ı geçti. Bir hırsız ağzı ile, açıkça “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünü söyleyen bir cumhurbaşkanını, sistem gayrimeşru ilan etmedi. Oysa bu burjuva devletin olduğu pek çok ülkede rahatlıkla yapılabilirdi. Yani, cumhurbaşkanının aslında seçilmediğini söylemek için, devrimci, radikal vb. olmak şart değildir.

Cumhurbaşkanı’nın diploması yok.

Cumhurbaşkanı epilepsi hastasıdır. Ve bu durumda seçilmiş sayılamaz. Oysa “seçilmemiş” sayılsa, 10 yıl ne olacak? İşte size içinde yer aldığımız hukukî durum.

Bu durumda, nasıl olur da yasalara bağlı bir seçim takviminden söz edebilirsiniz? Daha ne olması gerekir ki, siz değerli burjuva hukuk uzmanları, durumun farkına varacaksınız?

Utanmadan, muhalif olduğunu söyleyip de, “Türkiye, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” diye tekrarlayanlar, gerçekten, muhalif olabilirler mi? Bırakın muhalifliği, yalancıdan, karanlığı destekleyenlerden başka ne olabilirler?

Hukukun iktidarın, Saray’ın elinde açık bir silah olarak kullanıldığını görmeyip, “hukuk ayaklar altında” diye yaygara koparanlar, samimiyetsiz değillerse, gerçek anlamı ile ahmaktırlar, aklî melekelerini kaybetmiş, görme yetenekleri kaybetmiş, iradelerini Saray’a emanet etmiş, gerçekliklere gözünü kapatmış tiplerdirler. Dahası da var, işçi ve emekçilerin de gerçeği görmesini istemiyorlar. Saray medyası, bunların desteğini alkışlamaktadır.

6

İmamoğlu’nun ahmak davası, gerçekte, en başından beri CHP dâhil, burjuva muhalefetin seyrettiği bir ilkokul piyesidir.

Buna uygun sonuçlanmıştır.

“Siyasetten men” cezası, buradan ancak bu yolla çıkabilir. Hukuk, Saray’ın elinde bir silahtır. Ve bu silah siyasal yasaklılar üretecektir.

6’lı masa, tüm gücü ile, İmamoğlu’nu sessizce kaderini kabul etmeye ikna etmiştir. Saraçhane’deki miting, en hafif tepkidir ve aslında Saray Rejimi’ne karşı muhalefet yapmama iradesinin galip geldiğinin göstergesidir.

Bu piyes karşısında bu tepki ile yetinenler, aslında, İstanbul’a kayyum atanmasını da seyretmek zorunda kalacaklardır.

Saray, bu kararla, aslında İstanbul’a kayyum atama tehdidini savurmaktadır. Bu tehdit, 6’lı masa tarafından karşılanamamaktadır. Burjuva muhalefet, burada geri adım atmıştır.

Kılıçdaroğlu, Baykal’ın 7 Haziran sonrasında, İnce’nin cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında yaptığını tekrarlamaktadır.

Demokrasicilik oyunu, başörtüsü tartışmalarında da kendini göstermektedir. İktidar, 6’lı masayı, kendi isteklerini kabul etmeye ikna etmek üzere saldırmaktadır.

Bunun ardından başka saldırılar gelecektir.

Belli olmuştur ki, yeni siyasal yasaklılar gelecektir.

HDP’nin kapatılması gündeme gelecektir.

Bu süreci destekleyecek saldırılar, gündeme gelecek gibidir. Suikastler konusunda sürmekte olan söylemler bunun kanıtıdır.

Meseleye şöyle bakmak gerekir: Egemen planlar yapmaktadır. Egemenin planları, paylaşım savaşımının bir parçasıdır. Bu açıdan, Saray Rejimi kendilerine gereklidir. Erdoğan’ın yıpranmışlığı, halk içinde etkisini kaybetmiş olması, dinin ve milliyetçiliğin tükenişi, efendileri, egemenleri zorlamaktadır. Ama egemenler, Saray Rejimi’nden vazgeçmiş değildir. Erdoğan’sız veya Erdoğan’lı bir Saray Rejimi, ama mutlaka Saray Rejimi ısrarları vardır. Saray, bugün Erdoğan’ın elindedir. Erdoğan, Saray Rejimi, çeşitli entrikalarla iktidarını sürdürmek, Saray Rejimi’ni güçlendirmek istiyor. Bu yolla egemenlere, efendilere, kendilerinin en iyi alternatif olduğunu göstermek istiyorlar. Elbette, bunun için her yolu deneyecekler. Efendilerin buna itirazı ancak belli koşullarda olur. Onlara göre, ülkenin hukuksuz vb. olmasının bir önemi yoktur. Yağma, rant ve savaş ekonomisinin devam etmesi önceliklidir. Öyle hukuka uygunluk, öyle “demokrasi” vb. gibi bir amaçları yoktur, hiç olmamıştır, bugün de yoktur. Kaldı ki, bugün, siyasal iktidar, cennetini kaybetmemek için kollarını sıvamıştır. Bu nedenle, işçilere, gençlere, kadınlara, hakkını arayan herkese azgınca saldırmaktadırlar. Sokaklarda, ülkenin her alanında, fabrikalarda, üniversitelerde, Kürt halkına karşı azgınca saldırılara karşı “demokrasi”, “hak ve hukuk” arayışı olmayanların, ülkenin doğası tahrip edilirken sesini çıkartan insanlarla birlikte hareket etmeyenlerin, Saray Rejimi’ne karşı muhalefet yapma yeteneği yoktur, olamaz.

Mimik yolu ile “terörü övme” suçunun işlenebildiği bir ülkede, hukukun üstünlüğü gibi nutuklar atanlar, muhalif olamazlar. Olsa olsa, halka yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş kişiler olabilirler.

7

Burjuva muhalefet, bugün İmamoğlu mu, yoksa Kılıçdaroğlu mu tartışmasına kilitlenmektedir. Bu aslında, muhalefet yapma yeteneklerinin olmadığının da en açık kanıtıdır. Onların arkasına sıraya dizilen sol, başka adaylarla karşılaşmayı da düşünmelidir. Sürpriz olmayacaktır.

Dahası, sol, seçimlere dayalı bir mücadele yolunu tek yol hâline getirmekle, çok büyük bir hata işlemektedir. CHP kuyrukçuluğu, Saray Rejimi’ne karşı mücadele yolu değildir. “Demokrasi” adı altında, CHP kuyruğuna takılmak, sağa yatmaktır. Sağa kayış, sol hareketin, işçi hareketi ile zaten uzak olan duruşunu daha da sabitlemek demektir.

Saray Rejimi’ne karşı gerçek çıkış yolu, işçi sınıfının devrimci mücadele yoludur. Bu, siyasal iktidarı hedefleyen, sosyalist devrimi hedefleyen bir yoldur.

Evet, işçi sınıfı yeterince güçlü değildir. Evet, işçi sınıfı devrimci harekete hâlâ uzaktır. Bizim cephemizden söyleyecek olursak, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlülüğü hâlâ zayıftır. Ama bu zayıflık, yolu değiştirmez.

Tek çıkış yolu, Saray Rejimi’ni alaşağı edecek direniş yoludur. Ülkemizde, nesnel olarak işçi sınıfının iktidarı yakındır. Sorun bunu görmek, bu gerçeğe dayalı olarak bir çıkış yolu, bir devrimci rota ortaya koymaktır. Bu rota vardır. Bu rotayı etkin ve etkili hâle getirmek, direnişleri büyütmekten geçmektedir.

Ülkemizin her alanında, her yerinde, söndürülemeyen bir direniş ateşi sürmektedir. Bu direnişlerin geliştirilmesi, örgütlü hâle getirilmesi, daha ileriye taşınması temel görevdir. Devrimci hareket, her koşulda gerçekleri temel almak, işçi ve emekçilere gerçeği söylemekle yükümlüdür. Bu gerçeği söylemek ve görmek yetmez, buna uygun bir mücadele hattını, ne kadar zor olursa olsun, geliştirmek ve büyütmek zorunluluktur. Görev budur.

Saray Rejimi, tüm uygulamaları ile bir çürümeyi, bir çöküşü ortaya koymaktadır. Ama hiçbir egemenlik, çürümüşlüğü ne kadar ileri olursa olsun, kendi kendine yıkılmaz. Egemen, kendi cenneti demek olan iktidarını, egemenliğini, rıza ile devretmez. Bu mümkün değildir. Tersine, işçi sınıfı, ezilenler, sömürülenler, gelişmiş ve çok yönlü bir mücadele hattı geliştirmeden iktidarı deviremez ve kendi iktidarını kuramaz.

Saray Rejimi, dincilik-milliyetçilik ve tarikatlar

Bazan bir olay, ciltler tutacak kadar uzun anlatılan bir şeyi, tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Yine de bu çok şeyi bir anda anlatan olayı dahi, birçok açıdan ele almak faydalıdır kanısındayız.

Üzerine konuştuğumuz olay, gazeteci Timur Soykan tarafından basına yansıtıldı.

Olay, aslında kendini birkaç kere “var etme”ye çalıştı ama, olmadı. 6 yaşındaki çocuk, bugün 24 yaşındadır. Erdoğan liderliği döneminde, o da adeta bir köle, adeta bir kapatma olarak çocukluğunu kaybetmiş, işkence içinde yaşamıştır. Birkaç kere konuyu mahkemelere taşımaya çalışmış, 14 yaşında, 15 yaşında, en son iki yıl önce, kendi durumunu yansıtmaya çalışmıştır. Burjuva adalet sistemi, Saray Rejimi koşullarında, buna izin vermemiştir. İçinden geçilen dönem, Timur Soykan’ın da ataklığı ile birleşti ve olay gündem hâline geldi.

6 yaşında bir çocuk, tarikat şeyhi olan babası tarafından, tarikatın gelecek vaadeden bir üyesine, “eş” olarak veriliyor. Bakmayın bizim kibarca, insanca “eş olarak” dememize, bu bizim dilimizde böyle ve maalesef yanlış. Gerçek böyle değil. Kızını, çocuğunu satmıyor da. Bu da yetmez. Diyelim ki Afganistan’da, borcuna karşı kız çocuğunu verme işine de benzemiyor. Şeyh, muhtemelen gelecekte şeyh olacak adama, 6 yaşındaki kızını veriyor. Satmak da değil bu.

“Genelev”de çalışan kadını aşağılayıp, “ahlâksız” diye damgalayan birçok kişi, ulu şeyhin, 6 yaşındaki çocuğu (dikkat edin, “kendi çocuğu” demeye bu noktada son veriyorum) gelecekteki şeyh adayına “ön-ganimet” olarak vermesini, “ahlâksızlık” olarak görmez ve saygıyla kabul ederler.

Bizim müthiş cumhurbaşkanımız, reis, her şeyin başkanı, dünya liderimiz, İslam dünyasının ulu başkanı, “erken yaşta evlenmek” diye olayı meşrulaştırmaya, sıradan bir sapkınlık olarak göstermeye çalışıyor.

Oysa Erdoğan’ın geldiği tarikat dünyasında “erken yaşta evlenmek” ile, “alıcı”, yani şeyh adayı, gelecekteki tarikat şeyhi için “kapatma” arasında, epeyce fark vardır.

Veren, erkenden, peşinen verilen bir “ön-ganimet” veriyor ve alan, bir “kapatma” alıyor. Hem alan, 6 yaşındaki bir çocuğa cinsel istek duyuyor hem de veren 6 yaşındaki çocuğun “cinsel çekiciliği” gibi bir duyguya sahiptir. Bu alışverişin, iki tarafında bulunan kişi de aynı karakterdedir. Biri, mal olarak gördüğü çocuğunun, gelecek için diğerine verilmesini kabul ediyor, diğeri de bunu alıyor.

Şimdi, bir an düşünelim. Diyanet İşleri sayfasına konup kaldırılan, “babaya kızı helâldir” tarzından açıklamaların anlamı nedir? Ya da bir tarikat şeyhine eşini “badeletmek” için götüren, kendisi de “badelenmiş” adamın “yine olsa yine yaparım” demesi ne anlama geliyor? Anlaşılan 20 yıllık İslamî iktidar döneminde, egemenlerin içine yeni katılan bu “seçkinlerin” din ve cinsel tercihleri arasında kurdukları bu yeni bağ, istisnai bir durum değildir. Yeni “İslamî” anlayış, devletin elinde dinin ve milliyetçiliğin bu azgın, ölçüsüz kullanımı, yeni bir duruma yol açmıştır; muktedirlerin dini onların cinsel sapıklıklarına uygun olarak yeniden organize edilmektedir.

Biz devrimciler, özel olarak AK Parti iktidarı ile devletin (AK Parti’nin değil, Saray Rejimi’nin) dini bu azgın kullanımı için, kendilerine “teşekkür” ediyoruz. Biz ne kadar anlatırsak anlatalım, dinin ve milliyetçiliğin egemenin elinde nasıl bir “afyon” görevi gördüğünü bu kadar ikna edici anlatamazdık. Elbette bu ironidir ve asla teşekkür edilecek bir hâl değildir. Saray Rejimi’nin dini ve milliyetçiliği egemen sınıf çıkarlarına bu denli azgınca kullanımının sonucu ortaya çıkan durum, devlet çarkının, devlet denilen şeyin, sömürge bir ülkedeki burjuva egemenliğin tüm iğrenç yüzüdür.

Çürüme budur.

Erdoğan, “bunu İslam dinine mal etmeyin” diye vaaz veriyor. İyi ama, bunu biz ya da bir başkaları “İslam dinine mal” etmiyor. Tersine, bunu İslam dinine mal eden bizzat sizlersiniz. Biz, bunu olsa olsa, ortaya çıkınca tartışıyoruz ve birçoklarından farklı olarak, bu durumu egemenlerin çürümesi olarak ortaya koyuyoruz.

“Dünya nimetlerine” bağlı olmayı bir kusur olarak gören birçok samimi Müslüman’ın tersine, siz, egemenler, tarikatlar, dini azgınca kullanan iktidarlar, en sıradan “dünya nimetlerine”, paraya, 6 yaşındaki çocukta cinsellik gören “uçkurunuza” tapınır durumdasınız.

Bu istisna değildir.

Tarikat şeyhine “badeleme” için eşini götüren adam, Diyanet İşleri’nin çeşitli açıklamaları, Ensar Vakfı’nda 45 erkek çocuğa tecavüz vakası, bir bakanın olaya “bakar”ak, “bir kereden bir şey olmaz” demesi, 6 yaşındaki çocuğun vakasının yargı tarafından örtülmesi, bir başka yetkilinin “insanî durum” diye konuyu özetlerken kendi durumlarını özetlemesi, birçok tarikat okulunda ölüm vakaları, bu durumun istisna olmadığının kanıtıdır.

İstisna bir yana, bu örgütlü bir davranıştır.

3 yaşında çocuğun ırzına geçilmesinin ardından, “evlenme yaşı kaç olmalıdır” tartışmalarının başlatılması, otobüste giyimi nedeni ile kadına dayak atılması, gerçekte örgütlü bir davranıştır.

Bu örgütlü terör, devlet eli ile yürütülmektedir.

Kadına karşı şiddet davalarında uygulanan iyi hâl indirimleri de bunun içindedir.

Biz diyoruz ki, “kadına karşı şiddet” bir siyasal olaydır.

Kadın cinayetleri siyasal cinayetlerdir.

Arkasında egemenler, devlet vardır.

Çocuğun cinsel istismarı, siyasal-örgütlü bir faaliyettir. Bu olay özelinde konuşacaksak, bu olay, siyasal bir olaydır ve devletin terör uygulamalarının bir parçasıdır. Yani, Kürt halkına dayatılan katliam politikaları, işçi eylemlerine karşı devreye sokulan TOMA’lar, öğrencilere karşı saldırılar, her hak arama eyleminin karşısına devletin dini, basını, yargısı, polisi, askeri ile dikilmesi, IŞİD çeteleri ile devletin kurduğu ilişki, Sivas katliamı, “affedersin Ermeni” açıklamaları, hepsi, bu cinsel saldırılarla bağlantılıdır. Hepsinin ortak noktası, devlet terörüdür.

Tarikatlar, defalarca ortaya koyduğumuz gibi, dinî yapılar değildir. Belki yüzyıllarca önce bu tarikatları, oluşumları dinî yapılar olarak ele almak mümkün idi. Ama artık değildir. Tarikatlar, devletin içindedir, tarikatlar birer holdingdir, tarikatlar ticari müesseselerdir, tarikatlar mafyatik yapılardır, tarikatlar kara para aklama merkezleridir.

Ve bu işin ucu, devletin dini kullanması dediğimiz sürece dayanır. Bir burjuva muhalif, tüm bunlara karşı çıktığını söyleyip, Diyanet İşleri Başkanlığına karşı çıkmaması durumunda, gerçekte, durumu kabul etmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının varlığını kabul edip, bunda bir sorun görmeyip, konu cinsel istismara gelince burada sorun aramak, yetersiz, çelişkili bir bakış açısıdır. Çocuk yaşta olup da iktidara karşı tweet atanların bile tutuklandığı bir yargı sistemini “normal” kabul edip, bu olayın yargıda örtbas edilmesinden rahatsız olmak, eksik bir yaklaşımdır. Tüm bunlar; (a) işin örgütlü yönünü, (b) işin siyasal yönünü görmemek demektir.

Çocuğa cinsel istismar, ensest ilişkiler, tarikat örgütlenmeleri, kadına karşı şiddet, tamamen örgütlü ve siyasal bir süreçtir, asla istisna değildir.

Tarikat örgütlenmesi de bir siyasal örgütlenmedir. Bir çeşit çete örgütlenmesidir. Diyelim ki, bir tarikatın, mesela Sağlık Bakanlığını, mesela polis teşkilâtını, mesela jandarmayı, mesela bilmem hangi tarz kaçakçılığı ele geçirmiş olduğundan söz etmek, aslında işin siyasal yönünü göstermektedir.

Tarikatların birer holding olduğu, tekelci rekabet ilişkileri içinde pazara hâkim olmak istedikleri, hâkimiyet ilişkilerine uygun olarak şiddet kullandıkları ve mafyatik bir yapılanma hâline geldikleri, açıktır.

Devletin, Saray Rejimi’nin aileyi koruma planları, bu konudaki adımları, gerçekte 6 yaşında çocuğu “malı” olarak gören anlayışın yerleşmesini istemelerindendir. Çocuğu “ailenin”, “anne-babanın” malı olarak gören sistem sakattır, burjuva egemenliğin devamını hedefleyen bir ideolojik tutumdur. Çocuk, yaşı kaç olursa olsun, ailenin malı değildir. Özel mülkiyet ilişkilerinin vardığı düzeyi göstermektedir.

Kapitalist ilişkiler, pazar ilişkileri, aileyi çözmektedir. Dünün geniş ailesini bugünün “çekirdek ailesine” dönüştüren süreç budur. Bu süreç sürmektedir. Kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun olarak bu bağlar zayıflamaktadır. Bu bağları “ahlâkî” bir tutum adı altında sürdürme girişimi, aslında birçok pisliği el altından yaşatma girişimidir. “Ailenin korunması”, gerçekte, sisteme karşı mücadeleyi yok etme, bastırma amacına dönük bir girişimdir. Burjuvazi, her zaman, baskı ve şiddet kadar, halkın önyargılarını, inançlarını, köhnemiş düşüncelerini kullanmaktan geri durmaz. Bu yolla, kendi egemenliklerini sürdürmek isterler.

İşte ailenin korunması da bunlardan biridir. Bu bir yandan çocuğu mülk görme anlayışının devam ettirilmesidir, diğer yönden ise kadının katmerli ezilmişliğini sürdürme, onu bir mülk olarak görmeyi sürdürme girişimidir.

Ve tüm bu girişimler, gerçekte, tüm cinsel istismar süreçleri de dâhil, tüm pisliğin gizlice sürdürülmesi sonucuna varır. Egemenlerin istedikleri de budur.

6 yaşında çocuğun, şeyh tarafından, şeyh adayı olarak görülen kişiye ön-ganimet olarak verilmesi süreci sistemin birçok yönünü, Saray Rejimi’nin karakterini ortaya koymaktadır. Bu çürümedir. Bu çürüme, sadece “ahlâkî” bir çürüme değildir. Bu aynı zamanda yargı sistemini de ortaya çıkarmaktadır. Yargı, tümü ile olayı hasıraltı etmek için uğraşmıştır. Bu oldukça açıktır. Defalarca, kadın, meseleyi deşifre etmeye çalışmıştır. Buna rağmen, yargı, sistematik bir biçimde bu süreci hasıraltı etmiştir. Rabia Naz olayın hatırlayalım. Unutmayalım. Burada da mesele aynıdır. 13 yaşında bir çocuğun ölümünü, siyasal iktidar, devlet çarkı, yargı vb. hep birlikte örtmeye çalışmıştır.

Tıpkı 6 yaşındaki çocuğun 14 yaşında iken konuyu dile getirdiğinde, 21 yaşında başka bir kadının kemikleri üzerinden “kemik yaşının” belirlenmesi operasyonunda olduğu gibi, Rabia Naz olayında da babanın, davayı takip etmemesi için akıl hastası olduğu yönünde raporlar düzenlenmiştir. Adlî tıp dâhil, tüm devlet kurumları, hep birlikte, polisi, basını, Diyanet İşleri, bakanı, cumhurbaşkanı ile olayı örtmek için devreye girmiştir, girmektedir.

6 yaşından beri, bu hayatı yaşayan kadının, durumunu bir davaya çevirmek için gösterdiği çaba, aslında onu bir “kahraman” hâline getirmektedir. Binlerce kadın, binlerce çocuk, bu yolu izlemeli, durumunu dava hâline getirmelidir. Bu mahkemelerde bir dava olmak zorunda değildir. Bu toplumsal bir dava hâline getirilmelidir. Bu süreçten rahatsız olanların, kadınlara, çocuklara bu yönde destek olması, cesaret vermesi gerekir. Onlar versinler veya vermesinler, kadınların, çocukların, bizzat bu işi yapmaları gereklidir.

Bu aslında bir “kahramanlık” değildir.

Bu yaşama isteğinin, insan olma isteğinin, insanlık dışı muamelelerden kurtulma mücadelesinin bir gereğidir. Buna bugünkü koşullar nedeni ile “kahramanlık” demek mümkündür. Bir cesaret göstergesidir. Ama gerçekte, bu insan olmanın gereğidir.

Bir kere daha aynı yere geliyoruz. Artık kapitalizme, Saray Rejimi’ne, bu devlete karşı mücadele etmek dışında, insan olmanın bir yolu kalmamıştır. Seçimleri beklemek, seçim sonuçlarına yaşamımızı ve yaşam hakkımızı bağlamak yeterli değildir. Bugün, her kadın, her genç, her çocuk, işçi sınıfının yeni bir dünya kurma, insanın insan tarafından sömürülmesine son verme mücadelesine katılmak zorundadır. Evet bu yol, tehlikelerle, risklerle doludur. İşini kaybetme, hapse girme, sokakta dayak yeme, hatta ölme riski vardır. Ama böylesi bir hayatı sürdürmek, zaten ölmek demek değil midir? 6 yaşında bir çocuk, 24 yaşına gelene kadar, 18 yıl, yaşamış mıdır? Buna nasıl bir yaşam denilebilir? Hangi aileden, hangi anne-babadan, hangi dinden, hangi hukuktan destek almak mümkündür?

Tek gerçek çıkış yolu vardır: Sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak. Bu meşrudur, zorunludur. Her işçi, her kadın, her genç, her çocuk, insanca yaşamak için, kapitalist sisteme, Saray Rejimi’ne karşı savaşmak, bu mücadeleyi örgütlü bir siyasal mücadeleye dönüştürmek zorundadır.

Sorun sadece tarikatlar değildir.

Devlet bizzat, dini ve milliyetçiliği, kendi egemenliklerini sürdürmek ve halkı bastırmak, daha kolay yönetebilmek için kullanmaktadır. Tarikatlar, bu siyasal egemenliğin bir parçasıdır. Sisteme karşı, Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmek dışında bir çıkış yolu yoktur.

Bunlara karşı çıkmamak, sadece evinde, sadece dostlar arasında karşı çıkmakla yetinmek, adım adım, olup bitene alışmak demektir. Birçok okuryazar, bu süreçleri, bu iğrenç olayları seyretmekle yetinmektedir. “Bunlardan her kötülük, her iğrençlik beklenir, bu da onlardan biridir” demek, aslında bu süreçlere karşı durmak değildir, bunlara alışmaktır. Kimisi, tüm bunları bizzat kabul etmekte, “normal” karşılamaktadır. Kimisi ise, “bunlardan her tür kötülük beklenir” diyerek olayları seyretmeyi sürdürerek alışmaktadır. Kimisinin açık kabulü, kimisinin ise “karşıyım” diyerek kabulü söz konusu olmaktadır. Her iki durumda da, tüm olup bitene “alışmak” süreci işlemektedir.

Seyretmek, durumu içten içe lanetleyerek başını çevirmek, gözlerini kapatmak, kimseyi “temiz” kılmaz. Mücadele etmeyenler de, bunları yapanlara ses çıkarmayanlar da, siyasal mücadeleden kaçınanlar da, aslında kirlenmektedir.

Kirlenmeden kurtulmanın, insan olmanın, insanlık onurunu korumanın tek yolu vardır: Mücadele etmek.

Bu mücadele, tüm sisteme karşı, kapitalist sisteme karşı, burjuva egemenliğin her türüne karşı, bugün Saray Rejimi’ne karşı, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı bir mücadeledir. Başka türlü temiz kalınamaz. Başka türlü bir mücadele gerçekçi değildir. Sistemin şu ya da bu yönüne, şu ya da bu saldırısına karşı durmak, mücadeleyi sadece bununla sınırlandırmak, gerçekçi değildir.

Kapitalizmi yıkma mücadelesi, insanın insan tarafından sömürülmesine son verme mücadelesi, sadece işçi sınıfının mücadelesi değildir. Artık bu mücadele, kadınların, işçilerin, gençlerin ortak mücadelesidir. Bu mücadelede işçi sınıfı, devrimin temel dayanağı olan devrimci sınıftır. İşçi sınıfının kurtuluşu, sadece onun değil, tüm toplumun kurtuluşudur, insanlığın kurtuluşudur.

2023’e girerken gençlik ve gençlik hareketi üzerine

Devrim ve sosyalizm mücadelesi konu olduğunda, her ülkede, her çağda, gençlik özel bir öneme sahiptir. Bunun nedeni de anlaşılmaz değildir. Açıktır. Hem sosyalizm, ortakçı toplum, yani komünizm geleceğe ait bir süreçtir hem de gençlik ve gelecek bağlantısı bununla örtüşmektedir. Ama eğer bu kadarı ile yetinirsek, sanırım, çok çizgisel ve o kadar da derinlikten uzak bir yaklaşımla yetinmiş oluruz.

Evet, sosyalizm, komünizm gelecek demektir. Bu hem kapitalizmin geleceği yoktur demektir; insanlığa, insana, sunacağı bir geleceği yoktur demektir hem de kapitalizmin yıkılması ve yeni dünyanın, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın kurulması işi, “geleceğin” işi demektir, bugünden başlayan geleceğin.

Bu süreç, hem kuşak olarak yaşları nedeni ile genç kuşakları işin içinde önemli bir yere oturtuyor ve hem de sistemin en az kirlenmiş, sisteme en az adapte olmuş, aynı anlama gelmek üzere insanî özelliklerini hâlâ koruyabilen toplum kesiti olarak gençliği, gelecek ortakçı toplum mücadelesinde önemli bir yere oturtuyor.

Genç olmak, ilkin sistemden daha az etkilenmek demektir. Daha az ayak bağı demektir. Daha büyük özgürlük ve hayal gücünün kaynağı da buradadır. Yeniye açıklığın kaynağı da budur.

Biliniyor, sistem, kapitalist devlet, egemenler, sadece baskı ile, sadece şiddetle, sadece zorla yönetmezler. Onların baskı ve şiddetinin yaratacağı korku, elbette egemenlikleri için önemlidir. Ama egemenler, aynı zamanda birçok önyargı ile, kör inanla vb. de toplumu yönetmeyi başarırlar, bunları kullanırlar. “Eski köye yeni adet” sözünü ağzına sakız etmiş orta ve yaşlı kuşaktan birisi, ne olursa olsun, genç gibi sistemi sorgulama, kuralları sorgulama yeteneğini gösteremez.

Genç olmak, sistem tarafından daha az “egemenlik altına” alınmış olmak, hâlâ birçok alanda hayallere sahip olmak, yeni fikirlere ve mevcut kuralları sorgulamaya açık olmak demektir. Bunların beraberinde getirdiği atiklik, cesaret vb. ise bu tartışmanın şimdilik dışındadır.

Aslında, kapitalist toplumun ya da genel olarak toplumun, gençliği etkilemediği gibi bir şey söylemiyoruz. Bu elbette ki mümkün değil. Toplumsal yaşam her kesimi, yaşı ne olursa olsun etkiler. Kapitalist ilişkiler, meta toplumu, tüketim toplumu elbette gençliği etkiler, etkilemektedir de. Genç olmak, tüm bu etkilere kapalı olmak demek değildir. Ama genç olmak, bu etkilerin henüz kör inana, henüz nasırlaşmış düşüncelere yol açamamış olması demektir.

Gençlik, hangi sınıfın gençliği, hangi toplumun gençliği olursa olsun, bazı farklılıklar gösterir. Tepkisinin daha erken ortaya çıkması, zekânın kıvraklığı, kendini ifade etmedeki doğrudanlık, kalıplaşmış ilişkileri sorgulama cesareti vb. her sınıfın gençliğinde kendini gösterir.

Bunun bir nedeni, gençliğin hâlâ “aile” geçindirme zorunluluğu olmaması olarak açıklanagelmiştir. Bir yere kadar doğrudur ama bir yere kadar. Çünkü, biliyoruz ki, milyonlarca aile geçindiren genç var. Bu açıklama, aslında “sorumsuzluk” olarak da ifade edilir. Bir yere kadar doğru gibi görünse de, doğru değildir. Tersine, genç olanın “sorumluluğunun”, sadece aile ile, sadece kendisi ile sınırlı olmaması hâli, daha çok toplumsal sorumluluk hissinin kuvvetli olması hâli söz konusudur. Yani, yaşça ileri bir kişi, aile düzeni, kurulu sistem vb. ile kendini daha bağlı hissederken, bir genç, kendini daha çok dünya, daha çok ülke, daha çok toplumsal yaşamla ilgili hisseder.

Belki de bu işin kaynağı, öğrenme tutkusudur.

Öğrenmek, her yaşta insanı canlı tutar. Öğrenmeyi bırakmış kişi, gerçekten de yaşlıdır. Kendini “her şeyi bilen” kişi olarak ifade eden bir kişinin, öğrenme heyecanı olmaz elbette. Bu, “egemen”ler için böyledir. Egemen sınıf, aslında sınıfların öğrenmeye en kapalı olanıdır denilebilir.

Genç olmanın verdiği enerji, öğrenmenin verdiği canlılık ile birleşince, genç olmak ve olmamak farkı daha fazla ortaya çıkıyor.

Birçok yaşlı beyinde, karar verme süreci son derece karışık ve yavaş işlerken, genç beyinlerde süreç, daha net, daha hızlı işlemektedir.

Tabii ki buradan, gençliğin sorunsuz vb. olduğu, gençliğin meta fetişizminden, tüketim toplumundan vb. etkilenmediği sonucu çıkmaz. Tersine, aslında pek çok reklama bakarsanız, meta sahipleri, reklam ajansları, gençleri “avlamak” istemektedir, onları etkilemek istemektedirler. Gençlik, kendiliğinden bir biçimde, meta toplumundan, tüketim toplumundan etkilenmez bir kalkan oluşturmaz.

Bizim sol çevrelerde, devrimci çevrelerde, kapitalist pazar ekonomisinin gelişimi, tüm değerleri yerle bir etmesinin etkileri sonucu, gençliğe “kayıp kuşak” diye bakmak, neredeyse “moda” gibidir. Yaygın bir düşüncedir bu. Gençliği “tuhaf”, “anlaşılmaz” bulmak, yaygın bir düşünce tarzıdır. Ve kanımızca da yanlıştır, yanılgı doludur.

Gezi sürecinde tüm toplum olarak bunu gördük. Hatta birçok genç de bunu kendisi gördü. Nasıl ki, yaşlı kuşaklar, gençlerin tutumu, direngenliği, zekâsına şaşırdı ise, benzer biçimde de pek çok genç, kendine şaşırdı, kendi eylemine, kendi zekâsına şaşırdı. Şaşırdı, çünkü, 12 Eylül’den o güne kadar, o zekânın ortaya konacağı bir toplumsal eylem ortaya çıkmamıştı. Sadece gençler değil, tüm insanlar, işçiler vb. kendilerini bu denli dolaysız ifade etme olanağını elde edememişti. Ve elbette, toplumsal olaylar, “iyileştirici” etkiye de sahiptirler. Her ayaklanma, -ki Gezi bir toplumsal patlama idi, ayaklanma değildi- aslında geniş kitleleri iyileştirir, tedavi eder, beyinleri açar, kalıpları kırar, öğrenmez hâle gelmiş beyin hücrelerini öğrenmeye açar.

Gezi, bizim yaşlı kuşak sol kesimlerde, gençlik ile ilgili birçok düşünceyi yerle bir etti. Anlaşıldı ki, bu “apolitik gençlik”, aslında pek de apolitik değil imiş. Anlaşıldı ki, bu “tuhaf” gençlik, toplumsal mücadelede de ilginç tuhaflıklar gösterebilmektedir.

Böylece, “bu gençlikten bir şey olmaz” kalıbı, epeyce aşınmış oldu.

İyi ama ardından yıllar geçiyor ve yeniden bu kalıp “bu gençlikten bir şey olmaz” kalıbı, kendine zihinlerde yer bulmaya başlıyor. Sanki, herkes, sen 70 yaşındakinin geçmesi gereken yoldan geçince “ondan bir şey olur”, yok o yoldan geçmezse, “ondan bir şey olmaz” düşüncesi işlemektedir.

Tüm bunlar, insan denilen varlığı, tarihsel ve toplumsal süreçlerinden ya da zaman ve mekândan soyutlayarak ele almak hatasından kaynaklanıyor. 1960’ların, 1970’lerin gençliği, o gün dünyada ve ülkemizde süren sınıf mücadelesinin içinde yetişiyordu. Bu sınıf mücadelesinin en önemli katılımcıları ve aynı zamanda en önemli öğrencileri idiler.

Bugünün gençliği de bugünlerin dünyasının ve bugün ülkemizin sınıf savaşımının koşulları altında yaşıyorlar. Elbette, bu mücadelenin de önemli unsurlarıdırlar ve elbette en iyi öğrencileri de onlardır.

Toplumsal yaşamda ortaya çıkan dejenerasyon, aslında, kendini tüm toplumsal grup, sınıf vb. içinde ortaya koyar. Bu aslında egemeninin çürümesinin, egemen sınıfın iktidarı altında işçi ve emekçilere, topluma, kadına ve gençlere yansımasıdır.

Bu çürüme, toplumsal bir gerçektir ve aslında dejenerasyon, bu yozlaşma, tüm toplumsal kesimleri içine almaktadır. Toplumsal süreçlerin, olumlu ya da olumsuz etkilerinin gençlikteki yansımasının daha etkili ve açık olması, sadece gençliğin bu süreçlerden etkilendiği anlamına gelmez.

Ülkemizde pazar ekonomisinin, parasal ilişkilerin gelişimi, her şeyin para ile ölçüler hâle gelmesi, her türlü ilişkiye yansımaktadır. Diyelim ki komşuluk ilişkileri, diyelim ki aşk ilişkileri buna göre biçimlenmekte, bu süreçlerden etkilenmektedir.

İnsan, tüketim toplumunda, tüketici-birey olarak varlık kazanmaya başlayınca, kişi özgürlüğünü para ile ölçer hâle gelebilmektedir. Tüketici insan, aslında her şeyi tüketmek üzere organize edilen, adeta formatlanan bir canlıya dönüşmektedir. Biz buna, kapitalist ilişkilerin, en gelişmiş üretim gücü olarak insanı tüketmesi de diyebiliriz. Sadece peynir tüketilmiyor, sadece ekmek tüketilmiyor, binbir çeşit meta, tüketilmek üzere pazara sürülmekle kalınmıyor, aynı zamanda mesela zaman tüketiliyor, mesela ilişkiler, mesela aşklar bu tüketim çarkının içine sokuluyor. Ve elbette tüm bunlar, ilk ve öncelikle genç insanda yansımasını buluyor.

Her ilişki para ile ölçülür hâle geliyor. Para, sadece metanın değerini ifade ettiği bir genel eşdeğer olarak iş görmüyor. Değeri olmayan vicdanların satın alınmasının, aşkların satın alınmasının da aracı hâline geliyor. Böylece, neredeyse “her şeyin” ölçütü hâline getiriliyor.

Her şeyin ölçülmesinin esası hâline getirilmiş para, mesela ülkemizde, krizle birlikte, kendisi bir ölçü olmaktan çıkmaya başlıyor. Bu durum, aslında, para ile ölçülür hâle gelen her şeyin alttan alta yeniden anlam kazanması olarak da ortaya çıkabiliyor. Oysa geçicidir ve yeniden para, her ilişkinin “biricik” ölçütü olmaya devam edecektir. Ta ki kapitalizm yıkılana kadar.

Bir insan, bu parasal ilişki, bu meta ilişkiler ağı içinde daha az ya da daha çok etkileniyor olabilir. Ama genç insan davranışlarında, bu etki daha açık ortaya konulabilir. Bunun tersi de doğrudur. Yani, olumlu denilen her gelişmenin de etkileri genç insan davranışlarında daha hızla ortaya çıkabilir.

Bu nedenle, yalnızca “gençliğin yozlaşması” denildi mi, burada durmak gereklidir. Toplumsal yozlaşmadan ayrı bir özel gençlik yozlaşması söz konusu değildir. Bu yozlaşmanın daha dolaysız görünümlerinin genç insanda ortaya çıkması ayrı bir durumdur.

Bu nedenle, gençliğe güvensizlik anlamına gelen “tuhaf gençlik”, “dejenere gençlik” vb. vurgularını doğru bulmuyoruz. Aslında bu vurguları, devrimci hareketin kendine güvensizliği olarak görüyoruz. Zaman zaman işçi sınıfına güvensizlik, zaman zaman gençliğe güvensizlik, zaman zaman kadın hareketine güvensizlik vb. şeklinde ifade edilen bu tutum, aslında baştan aşağı sorgulanması gereken bir tutumdur ve devrimci bir tutum değildir.

Gençlerin yaşam biçimleri, eski kuşaklara garip gelebilir. Ama bu “sıradan” bakış açısı ile böyledir. Gerçekte, onların yaşam biçimleri, tam anlamı ile toplumsal yaşamın, kapitalist ilişkiler ağının yansımalarının içindedir. Ve elbette, alışkanlıkları daha zayıf olması nedeni ile gençler, bu süreçlerden daha hızlı etkilenseler de, daha hızla bu etkiden kurtulmayı da başarırlar. Gençlerin yaşam biçimleri içinde, derinde yatan tutumu, enerjiyi görmek ve örgütlemek yerine, onları yargılamakla uğraşmak, aslında egemenin bakış açısını da aşamamak olur. Niyetimiz bu olmasa da, aslında o egemen kültürden, o egemen ideolojiden kurtulamamak olur.

Elbette, gençler de, bu konuda yekpare, bir bütün, homojen davranışlar gösteren bir topluluk değildir. Her sınıfın gençliği, bu etkileri farklı taşır ve doğası gereği de olması gereken budur.

Eğer biz, gençliğin toplumsal mücadeleye ilgisi, katılımı ve bu konudaki cesareti ve rolü ile ilgili tartışacaksak, aslında önce “bu gençlikten bir şey olmaz” anlayışını, umutsuz bu yaklaşımı ortadan kaldırmamız gerekir.

Belki de “bu yaşlı kuşaktan bir şey olmaz” daha yerine oturan bir toptancı söz olur. Kanımızca, hiçbiri doğru değildir.

Gençlik, tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde, toplumsal mücadelede, kapitalizmi yıkma, egemen sistemi devirme mücadelesinde hep önde yer almıştır, bundan böyle de önde yer alacaktır.

Biz, Marksistler, biz Leninistler biliriz ki, gençlik sınıf mücadelesinin öncü gücü değildir. Ona bu misyonu yüklemek, kapitalist toplumu, sınıf mücadelesini, sınıfların gerçekliğini yanlış anlamak olur. Gençlik bir sınıf değildir.

Yaşam deneyimleri ile 50 yaşında bir insanın insan tanıması ile, 20 yaşındaki bir gencin insan tanıması aynı şekilde olmaz. Ama bizim ülkemizde, özellikle bizim gibi sömürge ülkelerde gençlik, daha erken olgunlaşır. Almanya’daki 18 yaşındaki bir genç ile, bizim ülkemizdeki 18 yaşında genç, aynı süre bu dünya denilen gezegende kalmış olsalar da, aynı olgunlukta değildirler. Biyolojik yaşları aynı olsa da, toplumsal yaşları aynı değildir. Bizde bu hızlı olgunlaşmayı sağlayan şey, aslında yaşamın kendisidir ve bu elbette en geniş anlamı ile sınıf mücadelesinin kendisi olarak ifade edilebilir.

Bugün, ülkemizde öğrenci gençlik, elbette 12 Eylül yenilgisini yaşamamıştır, 1960’ların devrimci gençlik hareketi deneyimlerine sahip değildir. İyi ama, bizim yaşlı kuşak içinde bu deneyimlere sahip olanlar da, aynı değildir. Kimisi, 12 Eylül deneyimlerinden “devrim olmaz”, “kendini koru”, “evde kal” gibi şeyler öğrenmiştir, kimi ise militanca mücadele için yeni yollar arayacak bir bilince erişmiştir. Kimi, yenilgilerden korkmayı öğrenmiştir, devleti korkulacak bir güç olarak görmüştür, kimisi ise devleti daha ciddiye alıp daha sağlam bir mücadele yürütme yollarını öğrenmiştir, kimi “tek sağlam yerimiz kulağımızın arkası kaldı” diye deneyimlerini ifade etmektedir, kimisi ise “tek sağlam yerimiz orası ise korunmaya gerek yok, haydi geri duracak bir şeyimiz yoktur” şeklinde deneyimlerini özetlemektedir.

Hem sınıf savaşımının 50 yıllık, 70 yıllık mücadelesini öğrenmek hem de genç kalmak, işte bunun mümkün ve olanaklı olduğunu düşünüyoruz. Bu sadece tek bir insan vücudunda mümkün değildir, bu örgütlü, devrimci hareketin içinde mümkündür.

Deneyimlere sahip olanlar, genç yoldaşlarından öğrenmeye kendilerini kapattılar mı, “bilmiş” ödülüne meraklı kişiler hâline gelirler, heyecanlarını, öğrenme yeteneklerini köreltirler.

Devrimci, her yaşta iyi bir öğrenci olmak zorundadır. Ve gençlerden öğrenmesini bilmeyenin, gençlere öğreteceği bir şey de olmaz. Bu her türlü öğrenme ilişkisinde geçerlidir. Düzenin bize öğrettiği, zihinlerimize kodladığı öğretmen-öğrenci ilişkisini kökünden reddetmek gereklidir. Öğretmen, eğer öğrenci de değil ise, öğretmen de olamaz. Hayat, devrimci mücadele, öğretmen ve öğrenci ilişkisinin aynı anda iki tarafta da var olduğunu bize gösteriyor.

Bugün, ülkemizde en çok gençler, sistemin tüm çürümüşlüğü ile karşı karşıyadırlar. Okullarda ortaya çıkan intiharlar aslında bu duruma bir tepkinin ifadesidir. Özgürlük yok edildiğinde, buna en hızla tepki veren gençler olmaktadır, işçi gençler, öğrenci gençler vb. Bu gençlerin devrimci mücadele dışında bir kurtuluş yolları yoktur. Bireysel tutumlar, herkesi çıkmaza sürüklemektedir ve bunu hem işçi sınıfında hem de gençlikte görmek mümkündür. Bireysel kurtuluş yoktur dememizin nedeni de budur.

Bugün, ülkemizde sürmekte olan Saray Rejimi, onun dayandığı rant-yağma ve savaş ekonomisi, gençliği iki ana yolla büyük ölçüde etkilemektedir.

Birincisi, yoksullaşmaktır.

Bu yoksullaşma, sadece barınma, sadece açlık sorunu değildir. Yaşam, işçi ve emekçiler için her gün daha da zorlaşmaktadır. Bu durum, işçi çocuklarında, yoksul gençlerde kendini daha dramatik biçimde ortaya koymaktadır. Milyonlarca genç okulunu sürdürmek için, dün ailesinden gelen desteği yitirmektedir. Aileler çocuklarını okutmak için hangi zorluklara katlanırlarsa katlansınlar, başa çıkamaz duruma gelmektedir. Gençler, öğrenciler, bu duruma çare olsun diye, çok düşük ücretlere, öğrencilik yaşamlarının devamında işe girmektedir. Bu işler sağlıksız, sürekliliği olmayan, düşük ücretli işler olmaktadır. Bir öğrenci, okul sonrası bir restoranda garson, bulaşıkçı, ev hizmetçisi vb. olarak, oldukça düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu işyerlerinde itilip kalkılmakta, tacize uğramaktadırlar. Hayatta kalabilmek için, koşulları her geçen gün kötüleşmekte olan işlerde çalışmaktadırlar.

Ve tabii ki, bir işçiye göre bu öğrenciler, aslında mesela banka soymanın suç ilan edilmesini dalgaya almakta gecikmemektedirler. Çünkü onlar daha hızla, banka kurmanın da bir suç olduğunu, bankaların da birer hırsızlık şebekesi olduklarını anlamaktadırlar. Bir genç, kısa yaşam deneyimine rağmen, hızla, sistemin kurallarını anlama becerisini göstermektedir. Bir işçi, “büyük hırsız küçük hırsızı cezalandırır” ya da “parası olan kuralı koyar” ya da aslında “hukuk zenginlerin, egemenlerin, hırsızların hukukudur” sözlerini, bir öğrenci gence göre daha uzun sürede anlamaktadır. Gençler, toplumsal kuralları daha fazla ve daha hızla sorgulamaktadırlar.

Bu sorgulama sonucunda ortaya konulan çözüm, işte burada sorun vardır. Eğer sınıf mücadelesi yeterince gelişmiş ise, bir genç ne yapacağını bulmakta zorlanmayacaktır. Ama sınıf mücadelesi geri ise, bu durum, bir bunalım olarak gençlikte daha çabuk ortaya çıkmaktadır. O anlamsız ve köhnemiş toplumsal kuralların yerine neyi koyacağını bulmak, işte bu örgütlü sınıf mücadelesini gerekli kılmaktadır.

İkinci etken, eğitimdeki çöküştür.

Dün bir öğrenci, sistem içinde mesela doktor olarak, mesela mühendis olarak yetiştiğinde, elindeki diploma ile bir gelecek kurma hayaline daha fazla sahip idi. Oysa bugün bu anlamsızlaşmaktadır. En iyi okulu kazanan, en iyi işsiz olacağını bilmektedir. En iyi okuldan mezun olmak, artık düne göre bir avantaj değildir.

Paralı eğitim sistemi, eğitimin, sağlığın özelleştirilmesi, birçok değişikliği beraberinde getirmiştir. Bu süreç, aslında mühendisin, doktorun, avukatın birer işçi olduğunu anlatmak için gerekli süreci kısaltmıştır.

Son birkaç yılda, sağlık nasıl çökmüş hâle geldi ise, aynı biçimde eğitim de çökmüştür. Özel okullarda önceleri iyi maaş alan öğretmenler, şimdi asgarî ücret ile, hatta sözleşmeli öğretmen kadrosu ile asgarî ücretin altında ders ücretleri ile çalışmaktadır. Hafta sonları, mesai ücreti de almadan, AVM’lerde promosyon elemanı olarak çalıştırılan öğretmenler vardır. Bu durum, mesela özel okullarda örgütlenen yeni sendikal hareket tarafından açıkça ortaya konmaktadır.

Bu süreç, öğrenciler için, bundan birkaç sene öncesinde çok önemli bir ceza olan “okuldan atılma” cezasını kendiliğinden bir ceza olmaktan çıkarmıştır.

Milyonlarca ilkokul öğrencisi, okuluna açlık içinde gelip gitmektedir. Birçoğunun üzerine giyeceği giysisi yoktur ve bu koşullarda öğretmen olan, bu çocukların durumuna ilgisiz kalamaz.

Dünün gözde meslekleri bir bir yıkılmaktadır. Ve onlarla birlikte, öğrencilerin okuyarak diploma alma hevesleri de yıkılmaktadır.

Bu iki yönlü süreç, aslında hem öğrenci gençliği, işçi sınıfının bir parçası hâline getirmektedir hem de “sınıf atlama” hayallerini, kapitalist dünyada bir gelecek bulma hayallerini yok etmektedir.

Öğrenci gençlik için, bir inşaat işçisi, bir garson olmak, eskisi gibi kendi yaşamına, kendi geleceğine uzak bir durum değildir.

Bu süreç, öğrenci gençliği, sınıf mücadelesine sadece fikirsel olarak değil, yaşam olarak da yaklaştırmaktadır.

Tüm bunların ışığında, devrimci hareketin, öğrenci gençliğe ya da gençliğe yaklaşımı yozlaşma başlığı altında ele alınamaz. Bu, yozlaşma gerçeğini yanlış algılamak olur. Sistem çürümüştür. Kapitalizmin kimseye, egemenler dışında, egemen sınıf dışında kimseye vereceği bir gelecek yoktur. Ve egemen sınıfın geleceği, toplumu daha fazla bastırmak, daha fazla esir hâle getirmek, daha fazla kontrol altında tutmak, bu yolla sömürü çarklarını sürdürmek üzerine kuruludur. Yani onların geleceği, bizim geleceğimizi çalmakla bağlıdır, onların cennetleri bizim cehennemimiz üzerine kuruludur.

Şimdi, gençliğin, öğrenci gençliğin sınıf mücadelesinde oynayacağı rol kendiliğinden, bir kere daha açığa çıkmaktadır.

Bu hem tek tek öğrencilerin kişisel bunalımlarını aşmanın yoludur hem de onların gerçek anlamda toplumsal rollerini oynayarak kendi geleceklerini kurmalarının tek yoludur.

Bu nedenle, öğrenci gençlik hareketi, işçi sınıfının sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinin önemli bir parçasıdır.

Bu nedenle, egemenler, gençliğe, özellikle de öğrenci gençliğe, ülkemizde üniversiteli gençliğe özel olarak saldırmaktadır.

Sosyalizm ve devrimin bir gençlik “hayali” olduğu sözü, bir açıdan kabulümüzdür. Çünkü köhnemiş, yaşlanmış bir canavara dönmüş olan kapitalist sistemi yıkıp, yerine sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma hayali hâlâ gençtir. Eski toplumun yıkılışı kadar, yeni toplumun kuruluşu da gençliğin ellerinde yükselecektir.

Yeter ki o gençlik, sınıf savaşımının gerçeğini doğru anlayabilsin. Yeter ki, mücadele deneyimine sahip olanlar, gençliğe sadece öğrenci diye bakmasın, aynı zamanda onlardan öğrenmesini bilebilsin. Yeter ki, gençliğin ataklığını, heyecanını, bilimle, mücadelenin yüz yılı aşkın deneyimleri ile birleştirebilelim.

Egemenlerin gençliğe tutumu sadece baskı ve şiddet, sadece yıldırma ve cezalandırma olarak ele alınamaz. Bu eksik olur. Aynı zamanda sistemin köhneleşmiş ilişkiler ağının içinde gençliği hapsetmek için binbir yolla onların enerjilerini emecek uygulamalar da bu saldırının bir parçasıdır. Uyuşturucu şebekeleri, eğlence sektörünün bitmek tükenmek bilmez uygulamaları, bu nedenle devrededir.

Devrimci işçilerin, devrimci hareketin gençlikten uzak durması için hiçbir akla uygun neden yoktur. Tersine, devrimci işçiler, işçi sınıfının evlatlarını, kendi mücadelelerinin ayrılmaz bir parçası olarak görmek zorundadırlar.

Daha önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak, 1968’leri geride bırakacak bir gençlik hareketi yükselecektir.

Bu gençlik hareketi, işçi sınıfının mücadelesinin dışında değildir. Dünden farklı olarak bu gençlik hareketini doğrudan sistemin yıkılışı mücadelesine bağlayan, doğrudan işçi sınıfının kurtuluş yoluna bağlayan binlerce bağ devrededir.

Gençler, her zaman, doğaları gereği, toplumsal sorunlara çok daha fazla duyarlıdırlar. Eylemin ve harekete geçmenin birleştirici gücü, gençlik hareketinin sınıf mücadelesine büyük katkısı olmuştur, olacaktır.

Ülkemizin bugünkü koşullarında, gençlik hareketi, büyük bir öneme sahiptir. Egemenler, bu durumu görmektedir. Geleceği olmayan bir sistem, gençlerden elbette korkacaktır. Egemenler, gençliği oyalamak için her yola başvurmayı sürdürecektir. Onların asla tahammül edemeyecekleri şey, büyük bir kitlesel güç olarak öğrenci gençliğin sisteme karşı mücadelede yer almalarıdır. Bunu önlemek için, her yolu deneyeceklerdir. Kendi dejenerasyonlarını, gençliğe bir oyalama aracı olarak sunmaları, bu yolla kârlar elde etmeleri anlaşılmaz değildir.

Dünyanın her yerinde gelişmekte olan sınıf mücadelesi, sisteme karşı başkaldırılar, her zaman gençliğin ilgi alanı olacaktır. Önümüzde bu açıdan oldukça yaratıcı gelişmelere gebe bir süreç olduğu da açıktır.

Sistemin saldırılarını boşa çıkartacak bir gençlik hareketi yükselmektedir. Bu hareket, kendini dünyada ve ülkemizde işçi sınıfının kurtuluş yolunun bir parçası olarak ortaya koymaktadır. Bu büyük bir değerdir.

Kapitalizm, ömrünü, miadını doldurmuş bir sistemdir. Yeryüzüne, gençliğe, kadınlara, işçi sınıfına, kısacası insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur. Kapitalist sistemin devam ettiği her gün, insanoğlu kaybetmektedir, daha büyük yağma, daha büyük rant, daha gelişmiş bir sömürü ağı, daha berbat bir yaşam demektir bu.

Gençlik, öğrenci gençlik, bu mücadelede, işçi sınıfının kurtuluş yolunun, sosyalizm ve devrim yolunun savaşçılarıdır. Ancak bu yolla, tüm toplumu kurtararak, yeni bir dünya kurarak bir gelecek kurulabilir.

Bunun olanakları vardır. 2023 yılına girerken, sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurma hayalleri, dünden daha canlıdır.

Yoksulluktan açlığa, örgütsüzlük esarettir, örgüt özgürlük!

2023 yılının asgarî ücreti belli oldu: 8506 TL.

Öncesinde, pek çokları, asgarî ücretin kaç lira olacağı konusunda epeyce tahminlerde bulundu. Rakamlar, 11 bine kadar yükselmişti. Her gün bir kulis bilgisine ulaşılıyordu ve asgarî ücretin 11 bin TL’ye kadar yükseleceği söyleniyordu. Nihayetinde Erdoğan, “sırtımızda küfe taşıyoruz” diyerek, aslında olaya bir sınır koydu. Rakam, belli oldu: 8506 TL.

Türk-İş, kırmızı çizgisini, önce 7785 TL olarak açıkladı. Bu, açlık sınırı diye bulunan rakamı ifade ediyordu ve Türk-İş Başkanı, bu rakamı kırmızı çizgisi olarak ilan edince, aslında rakam da biraz belli olmuş oldu.

Türk-İş’in ikinci açıklaması 9.000 TL idi. İkisinin ortası bulundu ve Türk-İş Başkanı, Erdoğan’dan kendisini son toplantıda katılmama konusunda “affetmesini” istedi. Son açıklamada Türk-İş Başkanı yoktu.

Muhalif gibi duran burjuva basın, işçi temsilcisi olmadan asgarî ücretin açıklanmış olmasını eleştirdi. “Uzman işçi dostları”, Erdoğan’ın, asgarî ücreti açıklamasını, kanun dışı ilan ederek eleştirdi.

Bu burjuva muhalif basına ve “uzman”lara bakınca, insan, başka bir ülkede yaşadığını düşünüyor olmalı.

Asgarî ücret belirleme komisyonu, yapısı gereği zaten işçi düşmanı, işçi temsilcisinin olmadığı bir komisyondur. Türk-İş Başkanı’nın daha önceki dönemlerde, açık mikrofonlara yansıyan açıklamaları unutulmuş, onu da işçi temsilcisi ilan ettiler.

İşçilerin temsilcisi, eğer Türk-İş Başkanı ise, vay o işçilerin hâline!

Eğer tek sorun Erdoğan’ın asgarî ücreti bizzat açıklaması ise vay o “uzman işçi dostlarını” saflarında barındıran işçi sınıfının hâline!

Yoksulluk sınırının 20 bin TL olduğu bir ülkede, açlık sınırı 7800 TL civarında ilan edilmiş iken, asgarî ücretin 8506 TL olmasına sesini çıkartmayan sendikaların işçi sendikası olduğunu nasıl iddia edebiliriz?

Gerçek şudur: Alan memnun, veren memnun. Sendikalar, iktidar, işverenler hepsi memnun. Tüm açıklamalar, işçi sınıfının tepkisini kısıtlama, öfkesini kontrol etme çabasına dönüktür. İşçi sendikalarının görevi, işçilerin öfkesini kontrol etmek, bastırmak, gazını almak olamaz. Bu olursa, bu sendikalar işçi sendikası olamaz.

Sokağın, hayatın gerçek rakamlarını bir yana bırakırsak dahi, Türk-İş’in açlık sınırı dediği rakamları bile temel alırsak, ocak ayına gelmeden, yani yeni asgarî ücret işçilerin eline geçmeden bile, açlık sınırı, asgarî ücreti geçecektir.

Demek ki, işçi sınıfı, Saray Rejimi tarafından, burjuva devlet tarafından, açlığa mahkûm edilmiştir.

Yoksulluk sınırı, çok uzaktadır.

Yoksulluktan açlığa giden bir yoldur bu.

Çocukların açlıktan öldüğü bir sürecin daha da derinleşmesi demektir bu.

Saray Rejimi, rakamlarla oynamaktadır ve “uzman işçi dostları”, meseleyi gerçeklik içinde ele almaya bile cesaret etmemektedir.

Eğer mesele asgarî ücretin kaç dolar olduğu ise, bu büyük yanılsamadır.

Ülkede faiz düşüyor ama “piyasalar tepki” bile vermiyor. Vermiyor, çünkü, piyasalar Saray tarafından manipüle edilmektedir. Dolar bastırılmıştır.

Oysa sadece mesela peynir fiyatları ile bakarsak, sadece ekmek veya simit fiyatları ile bakarsak, asgarî ücretin çoktan açlık sınırının altına kaldığını görmek mümkündür.

Kira, doğalgaz faturaları, su faturaları, elektrik faturaları, okul masrafları, sağlık sisteminin çöküşü hesaba katılırsa asgarî ücret meselesi daha iyi anlaşılır duruma gelecektir.

Birçok işçi, birçok emekçi, asgarî ücret ne olsun sorusuna, “ne fark eder, kiralar, fiyatlar, faturalar sürekli şişmekte, keşke faturalar, fiyatlar, vergiler artmasa da, asgarî ücret de artmasa” demekteydi. “uzman işçi dostları”, Cumhurbaşkanı’nın asgarî ücreti açıklamasına vurgu yapmadan önce, keşke, aslında asgarî ücret tespitinin, işçi ve emekçileri açlığa mahkûm etmek olduğunu vurgulasalardı.

Öte yandan, son yıllarda, hızla, asgarî ücret, ortalama ücret hâline gelmektedir. İnsanlar, artan işsizlik nedeni ile, asgarî ücretin altında çalışmaya razı durumdadırlar. Göçmen işçilerin daha ucuza çalıştırılması, ülkede güvencesiz, sigortasız çalışmanın hızla artması, ortalama ücretin asgarî ücrete eşitlenmesi gerçeği, “uzman işçi dostları”nı ilgilendirmiyor.

Asgarî ücret süreci, gerçekte, işçi sınıfının örgütsüzlüğünü ortaya koymakta, örgütsüzlük ve sendikaların işçi sendikası olmadığı gerçeğini kalın çizgilerle çizmektedir.

İşçi sınıfını asgarî ücret politikaları ile yoksulluktan açlığa iten bu sürecin diğer yüzünde, örgütsüzlüğün yarattığı esarettir.

Bu esaret, gerçekte yoksulluktan açlığa giden sürecin ana nedenidir.

Esaret, işçi sınıfının sendikal alanda, gerçek işçi sendikalarına sahip olmamasına, işçi sınıfının devrimci örgütlenmeye uzak durmasına bağlıdır.

Örgütsüzlük esarettir. Bu bir kere daha ortaya çıkmıştır.

Sendikalar, ağırlıklı olarak sendika mafyasının denetimindedir. Sendika mafyası, bir yanında devlet, bir yanında sendika ağaları, bir yanında da ranta bağlı mafyatik örgütlenme demektir. Patronların denetiminde sendikal yapı budur.

Elbette, birçok işçi sendikası ya da işçi sendikası olmak isteyen sendika vardır. Ama egemen olan, işi elinde ve denetimde tutan, sendika mafyasıdır. Bu sendika mafyası, 12 Eylül yenilgisi sonrasında oluşturulmuştur. DİSK’in kapatılması bu nedenledir. İşçi sınıfı, ne yazık ki, yenilen devrimci harekete uzak durdukça, kendi sendikal örgütlenmelerini de kaybetmiştir.

Bugün de çıkış burada yatmaktadır.

İşçi sınıfı, siyasal olarak mücadele sahnesine çıkmalı, bu anlamda devrimci harekete yaklaşmalıdır. İşçi sınıfı, burjuva partilerin kuyruğuna takıldığı sürece, aslında güvende değildir. İradesini, sınıfsal çıkarlarını, sınıf olma bilincini terk etmiş demektir. Bunu yıkmanın tek yolu, işçi sınıfının devrimcileşmesidir.

Bizim cephemizden ifade edeceksek, eksiğimiz ve görevimiz, işçi sınıfı içinde devrimci örgütlenmedir. Bu sadece işçilerin devrimci harekete uzak durması ile ifade edilemez. Bu aynı zamanda biz devrimci işçilerin, sınıf içinde örgütlenmede zayıflığımız olduğu anlamına gelmektedir.

Bu durum, yani sendika mafyasının egemenliği, işçi sendikalarının zayıflığı, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin yetersizliği durumu, kendini asgarî ücret belirlenmesi sürecinde de ortaya koymaktadır.

İşçi sınıfı, asgarî ücrete bağımlı hâle getirilmiştir. Oysa esas olan toplu sözleşme sürecidir. Grevli toplu sözleşme sürecinin zayıflığı, işçi sınıfını asgarî ücrete bağlı yaşamaya itmektedir. Bu süreç de sonunda, açıklanan asgarî ücreti kabul etme “zorunluluğu”na dönüşmüştür.

Oysa asgarî ücret masasına oturan işçilerin, öncesinde toplu sözleşmelerle kendi mücadeleleriyle haklarını aramaları esas olmalıdır. Toplu sözleşme ve grev hakkının kullanılması o kadar geridir ki, tek konu “asgarî ücret” tartışması hâline gelmektedir.

İşçiler, birçok yerde, asgarî ücreti kabul etmek dışında yol yok diyenlere, “bir yol daha var, genel grev” demişlerdir.

Bu genel grevi, gerçekten örgütlemek, sağlıklı bir biçimde örgütlemek, çok büyük önemdedir. Bunu söylemek yetmiyor, genel grevi örgütlemek gerekiyor. Bunun için de geç değildir. Bugünden tezi yok, işçi sınıfı, bir genel greve hazırlanmak zorundadır.

Bu açıdan, metal işçilerinin, Erdoğan imzalı grev erteleme kâğıdını reddetmeleri, bunu bir “kâğıt” olarak adlandırmaları ve greve çıkmaları, büyük önemdedir.

Bu ise örgütlülük ile gerçekleşir.

Devrimci işçiler, örgütsüzlüğün esaret, örgütün ise özgürlük olduğunu bilince çıkarmak zorundadırlar. Esaret zincirlerinin kırılmasına giden yol buradan geçmektedir. İşçi sınıfı, devrimci hatta, sınıf çizgisinde, iktidarı almayı hedefleyen bir hatta örgütlenmek zorundadır. Mesele sadece sendikal alanda güçlenmek değildir. Hem sendikal alanda, gerçek işçi sendikacılığının geliştirilmesi, büyütülmesi gereklidir hem de işçi sınıfı içinde devrimci örgütlenmenin geliştirilmesi gereklidir. İkincisi, birincisinin garantisidir.

Açıktır ki, işçi sınıfını oldukça çetin bir mücadele süreci beklemektedir. Mücadele hem yükselecek hem de sertleşecektir. Egemenler, Saray Rejimi, işçi ve emekçilere karşı saldırılarını artıracaktır. Ve bu saldırıları püskürtme, hem günlük mücadele hem de işçi sınıfının devrimci mücadelesi için büyük önemdedir. Bunu yapmak, esareti zayıflatmak demektir.

İşçi sınıfına, “örgütlerden uzak dur” diye telkinde bulunan sahte işçi dostları gerçekte işçilere, “burjuva partilere bağlan, esaretin sürsün” demektedir.

İşçiler, iktidarın belirleyeceği asgarî ücrete tabi kalmak istemiyorlarsa; açlığa, artan sömürü koşullarına, işyerlerinin birer cinayet mekânı hâline getirilmesine karşı durmak istiyorlarsa; örgütlenmek ve daha gelişmiş bir mücadele yürütmek zorundadırlar.

İntihar etme, mücadele et! Yakınma, ayağa kalk! Seyretme, örgütlen! Dilenme, diren!

Esareti kırmanın yolu, örgütlü direnişi geliştirmekten geçmektedir.

Mevcut asgarî ücret süreci, işçi sınıfının önüne, kapsamlı bir genel grev örgütleme görevini koymaktadır. Bu elbette, uzun bir örgütlü direnişin ardından gelecektir. Bu konuda işçi sınıfının rehberi, devrimci sosyalizmdir. Devrimci harekete uzak durarak kazanmak mümkün değildir.

İşçi sınıfı, sadece kendisi için değil, tüm toplumun kurtuluşu için, bu mücadeleyi yürütmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfı, gençlerin, kadınların artan mücadelesine gözlerini kapatamaz. Tüm toplumsal muhalefetin öncüsü olmak, işçi sınıfının görevidir, misyonudur. Bu görev, ancak devrimci örgütlülük ile başarılabilecek bir görevdir. Başka da çıkış yolu yoktur.

Açlığa mahkûm olmak istemiyorsak, grev silahını elimize almamız gerekiyor.

Esaretten kurtulmak için, örgütlenmemiz gerekiyor.

Direniş yolu budur.

Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, kartlar ne söylüyor? – Seyran Güngör

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 1 Ocak 2023 itibariyle toplu taşımada, kişiselleştirilmiş İstanbulkart kullanılması gerekeceğini, aksi taktirde aktarma ücret iadesi ve resmî, dinî bayramlarda ücretsiz seyahat vb. hizmetlerini sağlamayacağını açıkladı.

BELBİM Genel Müdürü Nihat Narin konuyu İstabulkart bakiyelerinin güvence altına alınması, kampanyalardan yararlanma ve milli, dinî bayramlarda ücretsiz geçiş hakkı vs. ile açıklarken, Sayın Başkan konuyu bir adım öteye taşıyor ve anlaşılan Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın nikâh,  şehir şebeke suyu vb. hizmetleri kafasına göre herkese farklı fiyattan vermesinden ve buna “düzensiz göçmenler ile mücadele” demesinden etkilenmiş olacak ki,  “Düzensiz göçmen parasıyla binecek, ben ona ücretsiz geçme hakkı vermedim” diyerek konuya derinlikli bir boyut kazandırmış oluyor.

Ama konunun esası, bu açıklamaların herhangi bir kısmında yer almıyor. Çünkü konunun esasını İstanbul Belediyesi iştiraki olan BELBİM’in 2020’den bu yana Mastercard ile gelişen iş birlikleri oluşturmaktadır. İş birliklerinin ilk adımı 2020’de İstanbulkart’a kredi ve banka kartlarından bakiye yüklemek olurken, ilerleyen zamanlarda İstanbulkart sahiplerine FibaBanka üzerinden sağlanan krediler devreye giriyordu. Ancak bir sonraki aşama için ortaya konan hedef, İstanbulkart’ın Mastercard logolu bir ödeme aracı hâline gelmesi ve toplu taşımada banka ve kredi kartlarının geçerli hâle gelmesidir.

Kredi kartı, banka kartı, önödemeli kart vb. dünya üzerinde iki tedarikçi tarafından sağlanmaktadır. Mastercard ve Visa. Bu iki firma birlikte, dünyada yer alan bütün bankaların, bütün müşterileri ile kurduğu ödeme ilişkilerini düzenlemekte, kayıt altına almakta ve yürütmektedir. Yani bankalar bu iki firmanın müşterisidir. Öyle ise dünya çapında, her kart sahibinin, her işlemi bu firmaların sağladığı kartlar, kart okuyucular ve banka hesapları arasındaki ilişkilerden gelen veri, bu firmaların sağladığı kanallar ve sistemler üzerinden akmaktadır. Ortaya çıkan ve analiz edilmeye müsait verinin büyüklüğünü ve detayını siz düşünün. Eğer konu ile daha yakından ilgilenmek isteyen olursa Mastercard basın bültenlerinde, detaylı tüketici davranış raporlarına ve analizlerine  ulaşması mümkündür.

Sanayi sermayesi ile finans sermayesinin bir araya gelişi geçtiğimiz yüzyılın başlarına hatta biraz daha eskilere uzanır. Tekel denilen oluşumun temelini oluşturan bu yapı, hemen anlaşılabileceği gibi hammadde tedarikinden kredi akışına kadar yüzlerce araç ve sistem ile hem pazarın hem de üretimin hâkimi olacaktır. Günümüzde gelinen noktada ise kapitalizm sürekli krizle yaşamakta ve bu krizleri sürekli daha ileri bir tarihe, daha da büyüterek ötelemek için daha fazla hâkimiyete ihtiyaç duymaktadır. İşte bu hâkimiyetin temelini, tüketicinin davranışları, sosyal ilişkileri, üretim sürecindeki yeri vb. üzerinden elde edilen veri sağlar.

Bunların konumuzla ne alakası var? İstanbul’da 22 milyon İstanbulkart ve her gün 2,5 milyon kart hareketi var. Yani milyonlarca insan, bir yerden bir yere gidiyor ve bu insanlar aynı zamanda tüketici. Belediyeden sağladığı su hizmetinden çektiği krediye kadar her adımı kayıt altına alınıyor. İstanbulkart’ın kişiselleştirilmesi ile birlikte bu veri tabanına bir de günlük yolculuk ve güzergâh verileri eklenecek.

Kişi üzerinden elde edilen veri, hâkimiyetin onun elinden kayarak, tekellere geçişini sağlar. Kişi üzerinden elde edilen veri, kişinin davranışlarının da kontrol edilmesi için yapay zekâya gerekli veriyi ulaştırır. Gerisi doğru zamanda doğru yere yerleştirilmiş reklam, bildirim ya da kampanya haberidir. Bunu abartılı bulanlar Google’ın kâr kaynağını açıklamakla yükümlüdür. “Benim kimseden saklayacak bir şeyim yok” diyen kişi ise, ailesinden, arkadaşlarından sakladıklarını bir durup düşünmelidir. Çalışma arkadaşından, kendi aldığı maaşı bile saklayan kişi, tekellere sunduğu veriyi değerlendirmelidir. Sonra satın aldığı şeylerin hangisini sosyal itibarı için, hangisini gerçekten ihtiyaç duyduğu için aldığını sorgulamalıdır.

Duraklarda yapılan usulsüz kart aramaları ile, aktarmasız yapılan fahiş bedelli yolculuklar vb. yöntemlerle BELBİM İstanbulkartların kişiselleştirilmesini Mastercard adına, İstanbullulara dayatıyor.

Ne zihinlerimizin sürekli kontrol edilmesine, ne yolculuklarımızın kaydedilmesine, ne de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir finans kuruluşu gibi davranmasına ihtiyacımız vardır.

Hemen hatırlatalım ki, aktarma ücret iadesi vb. hizmetler, İstanbulkart kullanan herkesin bildiği gibi, teknolojik olarak kişiselleştirmeye ihtiyaç duymuyor, kartın kendi seri numarası zaten bu işi görüyor. Öncelikli işi ulaşım olan bir oluşumdan, daha çok kampanya yapmasını değil daha çok sefer düzenlemesini beklemek yerinde olacaktır. Gerçekten bedava kahve, market indirimi, online alışveriş avantajlarını değil de, makul bir sürede ve insanî bir şekilde ulaşım talep etmek önceliğimiz olmalıdır. Milli ve dinî bayramlarda ise otobüslerin, metrobüslerin camlarına kırmızı kazağı ile sahile vurmuş, 6 yaşında ufacık bedeni ile Aylan Kurdi’nin resmi asılmalıdır. Utanç duygusu, hem de toplumsal olarak yaşanan utanç duygusu, acıyı paylaşmak, bizi birbirimize yaklaştırır. Sanırım bayramların taşıyacağı en önemli mesaj da bu olacaktır.

Faili ‘meşhur’ bir infazın çeyrek asırlık portresi: Ali Serkan Eroğlu / Cihan Başakçıoğlu*

TEM polislerinin gözaltına alıp serbest bıraktığı, ardından okul tuvaletine asılı bulunan Ege Üniversiteli Ali Serkan Eroğlu’nun ölümü çeyrek asırda aydınlatılmadığı gibi 2017’de zaman aşımına uğradı.

1990’lı yılların karanlık Türkiyesi yüzlerce ‘faili meçhul’ cinayete tanık oldu. Failleri bilinse de yakalanmayan, yakalansa da cezalandırılmayan bu cinayetlere kurban gidenlerden biri, 19 yaşında bir üniversite öğrencisi olan Ali Serkan Eroğlu’ydu.

23 Mayıs 1978’de İzmir’in Tire ilçesinde dünyaya gelen Eroğlu, ilk ve orta öğrenimini tamamlamasının ardından Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünü kazandı. Üniversiteye girdiği yıllarda tiyatro ve müzik gibi sanat dallarıyla ilgilenen Eroğlu, okulda Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nda yer alıyordu. Yazdığı öykü ve şiirleriyle de bilinen Ali Serken Eroğlu, aynı zamanda Kaldıraç Dergisi okuruydu.

GÖZALTINDA MUHBİRLİK TEKLİF EDİLDİ

Sol, sosyalist mücadelenin ve öğrenci eylemlerinin ivme kazandığı 1997 yılında Eroğlu, gazetecilik bölümü ikinci sınıf öğrencisiydi. Daha sonra ortaya çıkan bilgilere göre 27 Kasım 1997’de Karşıyaka Vapur İskelesi’nin önünde bir sivil ekip tarafından “yaka paça” gözaltına alınan Eroğlu, İzmir Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne götürüldü. Şubede 8 saat boyunca işkence yapılarak sorgulandı, muhbirlik teklif edildi. Okuldan ve arkadaşlarından “bilgi” getirmesi istenen Eroğlu, tüm baskı ve tehditlere rağmen teklifi reddetti.

Ali Serkan Eroğlu

‘BAŞIMA BİR ŞEY GELİRSE SORUMLUSU TEM POLİSLERİDİR’

İşkenceli sorgunun ardından serbest bırakılan Eroğlu, bir hafta sonra 4 Aralık 1997 günü polisler hakkında İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Eroğlu’nun savcılığa verdiği dilekçede dikkat çeken detaylardan biri de okulda birçok öğrencinin aynı muameleye maruz kaldığını belirtmesiydi. Eroğlu’nun suç duyurusunda şu ifadeler yer aldı:

“Ben Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gezetecilik Bölümü 2’inci sınıf öğrencisiyim. Olay günü saat 16.00 sularında Karşıyaka’da bulunduğum sırada oradan geçmekte olan sivil bir arabadan inen sivil giyimli şahıslar tarafından zorla arabaya bindirilip Terörle Mücadele Şubesi’ne getirildim. Beni 8 saat gözaltında tuttular. Bu süre içinde kaba dayak atıp beni tehdit ettiler. Öğrenci eylemlerine katılmamamı, katılırsam beni yine gözaltına alacaklarını belirtip 8 saat sonra beni savcılığa sevk etmeden serbest bıraktılar. Ege Üniversitesi’nde benim durumumda olan çok sayıda öğrenci vardır. Sivil polisler hiçbir hak ve hukuka riayet etmeksizin bize yasa dışı baskı yapmaktadırlar. Eğer başıma bir şey gelirse bunun sorumlusu Terörle mücadele Şubesi’ne bağlı polislerdir.”

OKULUN TUVALETİNDE ASILI HALDE BULUNDU

Aradan geçen 20 günün ardından 23 Aralık 1997 günü sabah saatlerinde babasıyla birlikte evden çıkan 19 yaşındaki Ali Serkan Eroğlu’ndan bir daha haber alınamadı. 24 Aralık günü cesedi İletişim Fakültesi tuvaletinde asılı halde bulundu. İlk tespitler, Eroğlu’nun 24 saat önce öldüğüne işaret ediyordu. Cesedi 24 saat boyunca okulda kimsenin fark etmemesi dikkat çekiciydi. Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan “Olay Yeri Keşif ve Ölü Muayene Tutanağı”nda asılı halde bulunan Eroğlu’nun bir ayağının klozet kapağı üzerine basılı halde olduğunun belirtilmesi de “intihar süsü” verildiğine dair soru işaretlerini güçlendirdi. Tutanakta şu ifadelere yer verildi: “1’inci kattaki öğrencilere ait tuvalette 14 numaranın bulunduğu tuvaletin giriş kapısından sonra kapı arkasında maktule ait olduğu belirtilen bezden yapılma bir sırt çantası ile haki renkte bir montunun bulunduğu tuvalet girişine göre sağ tarafta lavabolardan sonra 3 tane tuvaletin bulunduğu, maktulün ikinci tuvalette tuvalet üzerinden geçen su borusuna bağlanan muhtemelen sırt çantasından ayrılan kolluk kısmı ile su borusuna bağlı vaziyette ve maktulün yüzü tuvalet girişine doğru dönük, sol ayağı tuvalet kapağı üzerinde sağ ayağı klozet kapağı yanında sarkık vaziyette sol ayağı klozet kapağına basılmış vaziyette bulunduğu klozet yüksekliğinin klozet kapağına basılmış vaziyette bulunduğu…”

ASILMADAN ÖNCE BAYILTILDIĞI ORTAYA ÇIKTI

Ali Serkan Eroğlu’na yapılan ilk otopside “Kesici ve delici alet yarası yoktur. Ası sonucu asfiksiden (oksijen yetersizliği nedeniyle boğulma) öldüğü anlaşılmıştır” denildi. Ancak Eroğlu’nun ablası Dr. Aylin Eroğlu’nun ısrarı üzerine alınan kan örnekleri, İstanbul Adli Tıp Kurumu’na da gönderildi. Kan örneğini inceleyen İstanbul Adli Tıp Kurumu’nun 20 Mart 1998 tarihli raporunda, Eroğlu’nun kanında 8mg/ dl oranında, yani bir insanı bayıltacak miktar olan 7 mg/dl’nin üzerinde kloroform ve etanol tespit edildi. Rapora göre asılma olayı, bayıltılmasından sonra gerçekleşmişti.

FAİL MEÇHUL, DOSYAYI KAPATAN MEŞHUR…

Eroğlu’nun öldürülmesi olayına ilişkin açılan dosya, 2017 yılında zaman aşımına uğradı. Sonrasında yapılan girişimler de herhangi bir sonuç getirmedi. Cinayete dair kimse yargılanmadı, cezalandırılmadı. Eroğlu’nun ölmeden önce yaptığı suç duyurusunda belirtilen dönemin TEM polisleri hakkında herhangi bir işlem yapılmadı. Ölü bulunduğu tuvalette de Savcı İskender Kutlu tarafından herhangi bir parmak izi incelemesi yaptırılmazken, dönemin İzmir Emniyet Müdürü Ahmet Demir de daha soruşturma sonuçlanmadan ve deliller tam anlamıyla toplanmadan “intihar” diyerek dosyayı kapattı. Üstelik Emniyet Müdürü Demir, daha sonra bir başka cinayet dosyasında sanık oldu.

Musevi iş insanı Nesim Malki’nin öldürüldüğü tarihte Bursa Emniyet Müdürü olan Ahmet Demir, cinayeti örtbas etmek iddiasıyla sorgulandı. Aynı zamanda Erol Evcil’in İzmir’den yurt dışına kaçmasına da yardımcı olmakla suçlanan Demir, daha sonra açığa alındı. Ahmet Demir hakkında 2001 yılında karar veren mahkeme, Nesim Malki cinayetinin azmettiricisi olmak suçundan yargılanan Erol Evcil’den rüşvet aldığı gerekçesiyle, 7 yıl 3 ay 15 gün ağır hapis ve para cezasına hükmetti.

‘ÇİÇEĞİN GÖZÜ YILDIZLARDAYDI’

Bugün, Eroğlu’nun öldürülmesinin üzerinden 25 yıl geçti. Eroğlu’dan geriye yazdığı şiirler, öyküler ve çizdiği resimler kaldı. Arkadaşlarının Eroğlu hakkında anlatımlarının yer aldığı “İnsan Kirlenmesine Yanıt; Ali Serkan Eroğlu” kitabında ise şu sözler hafızalardaki yerini koruyor;

“Çiçeğin gözü yıldızlardaydı…

Ortalama değerlerin hakim olduğu bu dünyada ortalamanın üstünde değerleri arayan, oluşturmaya çalışan, üreten insanların engellenmesi yok edilmeye çalışılması da ortalamanın hakimiyetinin devamı için gerekli kılındı.

Ve Serkan’ın hayatı, hikayesi korkakça koparıldı…”

*: GazeteDuvar / 23 Aralık 2022

3 Soru*

Adalet bu sokaklara hiç ama hiç uğramadı. Bunu biliyoruz değil mi? Sanki adalet varmış gibi yapmanın bir manasının kalmadığı ise artık her geçen gün daha aşikâr.

Örneği bol; ayakkabı kutularında saklanıp sıfırlanan milyonlarca liranın 9. yılına 2 gün var, 6 yaşındaki çocuğa tecavüz edenleri aklamaya çalışmalarının üzerinden 2 gün geçti. İşyerinde dövüldükten sonra bir de üstüne işten atılan Bilal’in direnişi başlayalı 2 gün oldu, sefalete karşı greve başlayan Bekaert işçilerinin grevi “milli güvenlik” nedeniyle yasaklanalı, işçilerin yasağı tanımayıp greve başlamasının üzerinden 2 gün geçti.

Ve burada toplanmanın 2. günüdür. Emme basma tulumba değilsek eğer, ortaya çıkan sorulara verilecek cevaplar için gerçeği kabul edelim. Kararlı, ısrarcı ve cüretli olalım. Yan yana gelelim gücümüzü büyütelim. Beklemeyelim yapalım.

Soru 1- İlk değil. 31 Mart 2019’da da, 23 Haziran 2019’da da hukuk yoktu, adalet yoktu. İmamoğlu iki defa “seçilmiştir”, daha kaç kez seçilecektir? Sandıkla seçilen, sandıksız görevden alınabiliyorsa biz neden sandığı bekleyelim?

Soru 2-  “Bu kararlar Saray talimatıyla alınmıştır” deniyor. O zaman kararı alındığı yerde bozmak gerekmez mi? Kendi öfkesine, kendi iradesine sahip çıkmak için 2 gündür burada olmak kıymetli, 3. günde neden Saray’ın önünde milyonlar olmayalım?

Soru 3- Öfke, çok önemli ve güçlü özelliklere sahip en temel duygulardan biridir. Biz niye öfkelenmeyelim? Marketlerde her gün artan fiyatlara, çocuklarımızın aç biilaç okula gitmesine, istismar edilmesine, hayatımızın, geleceğimizin çalınmasına, kararlarımızın tanınmamasına sahi niye öfkelenmeyelim? Ancak öfke ancak örgütlüyse güçtür. Örgütlü olmak kendi kaderini ele almanın biricik yoludur.

Dağılıp toplanan kalabalıklardan kendi kendini yönetmeye, kendi kararlarını uygulatan olmaya doğru bir adım atalım. Adaleti, öfkemizi örgütlersek biz sağlayabiliriz.

*: 15 Aralık 2022’de Saraçhane’de dağıtılan bildiridir.

Gelmekte olan devrimdir!

İnsanın insana kulluğunun sonuna geliyoruz… Uykusuz gecelerin sonuna, yarın çocuklarımın karnını doyurabilecek miyim diye düşünmenin sonuna… Günde 10 saat çalışarak patronun kesesini doldurmanın sonuna… İşsiz kalmanın, aşağılanmanın sonuna geliyoruz.

Bu fazladan ömür süren çürümüş düzen artık yama tutmaz. Egemenler; bizden çaldıklarıyla zenginliklerine zenginlik katan sermaye sınıfı ve onlar adına yönetenler istiyor ki, cennetleri sürsün. Var güçleriyle çırpınıyorlar, meclislerinde tiyatro oynuyorlar. İktidarı sopa gösteriyor, muhalefeti “aman sokağa çıkmayın” diyor, dört bir koldan bu sömürü düzeni sürsün diye cebelleşiyorlar.

Ama yama tutmuyor artık bu düzen. Tüm dünyada kapitalist-emperyalist sistem krize girmiştir. Savaşlarla ayakta kalmaya çalışıyor. Dünya kriz ve direnişlerle sarsılıyor. Dünya halkları, sömürüye, baskıya, aşağılanmaya, geleceksizliğe karşı direniyor. Bu düzen çürüyor, çözülüyor. Ve gelen biziz. Gelmekte olan devrimdir! Yarın dünyada, yarın Anadolu’da insanca, onurlu bir yaşam hüküm sürecektir.

Yarın Anadolu’da fabrikalar, üretim araçları herkesin olacak. Tüm insanlık için, hep birlikte, sömürülmeden üreteceğiz.

Yarın Anadolu’da kimse evsiz kalmayacak, kimse aç kalmayacak, kimse sağlık hizmetinden yoksun kalmayacak. Biz böyle bir ülke için mücadele ediyoruz.

Yarın Anadolu’da halkların imhası, inkârı ve asimilasyonu son bulacak. Halkların tüm zenginliğiyle kültürler yeşerecek.

Yarın Anadolu’da 6 yaşında kız çocukları ve hiçbir çocuk istismar edilemeyecek. Buna kalkışanlar en ağır şekilde cezalandırılacak. Biz bunun için mücadele ediyoruz.

Yarın Anadolu’da kadın cinayetleri olmayacak. Hiçbir erkek kendini kadının yaşamı üzerinde hak sahibi göremeyecek.

Yarın Anadolu’da herkes özgürce eğitim alabilecek, bilim üretebilecek, sanat üretebilecek. Biz bunun için mücadele ediyoruz. Bu düzen sosyalizmdir.

Bize inanmayanlar; içinde yaşadığınız akıl almaz dünyaya bakın! Böylesi aşağılık bir düzenin var olması mümkün de insanca ve onurumuzla, özgürce yaşamak mı imkânsız? Değişimden, iyiye güzele doğru değişirken zorlukları göze almaktan korkanlar; her gün geçinememek, geleceksiz ve mutsuz olmak yeğ midir?

Bu çürümüş düzende bir gelecek yoktur. Gelecek sosyalizmdedir.

Biz sosyalistler, onurdan ve emek vermekten, özgürlüğü istemekten vazgeçmeyen sıradan insanlarız. Bir de ölümsüz olanlar var aramızda, yoldaşlarımız…

Burhanettin Akdoğdu (Bekir Kilerci), 13 Aralık 1997’de Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledilen yoldaşımızdır. Ölümsüzdür. Adı, emeği, şiirleri, “Bir işçi çocuğu olarak doğdum/Bir işçi olarak yaşadım/Ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim” dizeleri; adımlarımızda, emeğimizde çoğalıyor. Biz yürüyoruz, o yürüyor.

Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, okuduğu Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde asılarak katledilen yoldaşımızdır. Ölümsüzdür. Adı, yoldaşlarını satmamanın adıdır. İnsan olmanın çığlığıdır. Bizimle nefes alıyor. Sesi sesimize karışıyor.

Tarihimizde ölümsüzler vardır onlar gibi. Spartaküs’ler, Şeyh Bedrettinler, Börklüceler, Mahir, İbo, Deniz… Hepsi bu sokaklara, bu fabrikalara, mahallelere bizim gözlerimizle bakıyor.

Ölümsüz olan; onurdur. Başkaldırmak ve zafere kadar kavgadır ölümsüz olan.

Bir adım attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı sermaye sınıfı. Bizse kazanmanın yolunu biliyoruz. Devrim için örgütlenmek. Devrimi örgütlemek. Onurdan emek; emekten bilinç; bilinçten yeni ve özgür bir dünya yaratmak. Yürümek isteyene yol bellidir. Zordur, engebelidir, çelme takanı çoktur. Yürüdükçe aydınlanır. Üzerinde, adımlarımızın yanında ölümsüzlerin adımları vardır.

Yarın özgür bir dünyada yaşamak için, bizler bu mücadeleye dört elle sarılıyoruz. İnsanca, onurlu bir yaşamdan yana olanlar; geleceği kurmaya, Kaldıraç saflarında mücadeleye katılın. Emeğinizi ve aklınızı mücadeleye katın! Değişin, değiştirin, özgürleşin!

Yaşasın devrim ve sosyalizm!

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

13 Aralık 2022

Onların yazdıkları / Onlara yazılanlar

25 yıl önce güneşe uğurladığımız iki devrimci, iki ortağımız, iki canımızın içi, iki insan…Ortaklarımız, yoldaşlarımız, Komutan Bekir ve Ali Serkan…

“Devrimcilik bir başkaldırıdır. Başkaldırı, çağımızın, insanın insana köle olduğu son sınıflı toplum olan kapitalizmden, sınırsız, sınıfsız, özgür bir toplum olan komünizme geçiş çağının en soylu, en insana yakışan eylemidir.

Bunun dışında başka seçenek yoktur.

Gelmekte olan bir devrimdir.

Dünyanın sokakları bu sistem içinde yaşamanın imkânsız olduğunu gösteren eylemlerle doludur. Lübnan’dan İran’a, İngiltere’den Sudan’a, Eritre’den Fransa’ya, Arjantin’den Sri Lanka’ya, Haiti’den Yunanistan’a isyan dalgası dünyayı dolaşmaktadır. İşçilerin hakları için yaptıkları grevlerde, kadınların adalet için yaktığı mahkemelerde, öğrencilerin aştıkları barikatlarda, “koca köstebek” kazmaya devam ediyor, tarih devrime akıyor!

Sadedir, nettir, kararını vereni “rahatlatır”; devrimci olmak, insan olmaktır. Devrimci; örgütlü insandır.

Bu düzende ömür tüketmek istemeyenler, yaşamak isteyenler, çağrımız sizedir!

Kaldıraç Yayınevi’nin derlediği kitaplardan ortaklarımızın yazdığı şiir, makale, öyküleri ve onlara yazılanları okuyabilirsiniz.

Savaşçının Türküsü Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci ismiyle yayınlanan şiir, makale ve öykülerden
oluşuyor. Ayrıca bu genişletilmiş 2. basımda Bekir Kilerci’nin fotoğrafları, ablasının yazdığı
bir mektup da yer alıyor. 13 Aralık 1997 tarihinde işkencede katledilen Bekir Kilerci (Burhanettin
Akdoğdu) bir şiirinde şöyle sesleniyor:

“Herkes konuştu
O, yaptı.
Sabırla kaynayan bir kaynaktı.
Mertebesini
Yaşamın ayrıştırıcılığına bıraktı.
Büyük görevin bilinciyle
Davaya tüm varlığını katan
Her insan gibi içi rahattı.”
….

Şiir sizi kavgaya davet ediyor. Biz bu daveti kabul ettik. Yaşıyoruz, yaşatacağız…

”…Yolculuğum her ne kadar uzun ve yorucu geçse de, bana verilen görev ve yüklendiğim anlam yorulmamı, ölmemi veya kaybolmamı engelledi.

Unutmayın, eğer bir gün kaybolursam üzülmeyin; çünkü ben sizde de varım. Her zaman vardım. Ve siz hep farkında olmadan benimle paylaştınız her şeyi…”

Ali Serkan Eroğlu henüz 19 yaşında, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gazetecilik öğrencisi.

Onu “insan olmanın çığlığı” yapan serüvenine, onun yazdıklarıyla, ona yazılanlarla tanık olacağız. Bu tanıklık, okuyucuyu bu sese kulak vermeye, onun sesine katılmaya çağırıyor…

Kaldıraç Yayınevi’nden edinmek için;
Savaşçının Türküsüİnsan Kirlenmesine Yanıt; Serkan

Mahir’e, Deniz’e, İbrahim’e Selâm Söyle, Bekir!!!

“Bakın! Bakın!!
Ama
İyice
Kardeşim bu yatakta yatıyor.
Gözleri
bakış dolu kardeşim

Elleri
      kavga dolu kardeşim
Yüreği
sevgi dolu kardeşim
Kardeşim, bu yatakta

yatıyor”

Şafak YILDIZ, Kaldıraç, sayı 8

Söyle onlara, onların yıldızlaşmasından beri daha çok yenilgi yaşadık, iyi takipçileri olamadık.

Söyle onlara, hâlâ bizde değil iktidar.

Söyle onlara, de ki, Kürdistan’ı tutuşturan ateşi henüz gür yakamadık Anadolu’da.

Söyle onlara, de ki, ihanetin binbir biçimini yanımızda taşıdık. Öğrendik kahpeliğin her türünü.

Söyle onlara, de ki, uzun sürdü toparlanmamız, bir kuşak gençlik böyle kaybedildi ama yeniden üçünüzü bir araya getiriyoruz.

Söyle, de ki Ortak, yeniden diriliyor Anadolu.

Sana hemen sarılmadan az önce, bir nefes durup sorarlarsa “nereden emin olalım” diye. Sakın şaşırma. Bilirsin raporlar açık, kısa ve net olmalıdır, her yerde ve her zaman. Soruların soğukluğu düşündürmesin seni. Sorularını yanıtla. “Madem ki işler iyi, sen niye geldin” diye soracaklardır Ortak. “Beni size gönderdiler” de. De ki, benim gelişim kanıtıdır yeni bir doğumun. De ki, bayrağımızın rengi tozlanmıştı biraz ve ancak kan yeniden boyardı onu.

Sen Bekir Kilerci, sen yoldaşım, giderdin özlemini. Bir mektubunda diyordun ki, “bizden ilk şehit düşecek olanın yıldızlar arasında yeri başka olur.” Evet, Ortak. Tam da öyle. Diyordun ki, “işkenceye dayanabilir miyim diye düşünüyorum, ama eminim ki, en azından Keşanlı Ali kadar olur ve efsaneye gölge düşürmem” Tam da öyle komutan. Bunu başardın. Sadece sen dayanmadın işkenceye, bize de dayanma gücü verdin. Nasıldı “Ortak” şiirinin sonu? Sen, bakıp gökyüzüne, yıldızları kestirdin gözüne, verdin komutu. “İşte yeni hedefimiz bu” diye. Ve biz, seninle aynı geminin tüm tayfaları anımsıyoruz bu anda; “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm.”

Bize sadece komutu vermedin. Bize sadece bir yıldız olmadın. Bize iyi bir tayfa nasıl olur sorusunun yanıtını da gösterdin. Ne diyordun şiirlerinle bize;

İşte,
işte kırıldı dal
alarga gönül demir al
savaş naralarıyla kavgaya dal
bulansın elin yüzün kana
bu davada
bir nefer olmak yakışır sana

Böyle anlıyoruz nefer olmayı. Böyle anlayacağız Ortak. Gemi-Denizciler dizisini okuyorum. Ne kadar duru anlatmışsın, ne kadar nehir olup coşmuşsun. Ne kadar ele-avuca sığmaz olduğunu nasıl anlatabilirim?

Biraz kaygı,
                 biraz korkuyla baktım,
eteğimdeki taşları önüne fırlattım;
‘Yani şimdi
               henüz zaferi kazanmadık diye
               bayrağımın rengi belirsiz öyle mi?’
Gözlerinin içi kendinden emin gülümsedi
‘Şüphe -dedi- emekle silinmeli,
        geleceğini devrimde gören gözler
                       bayrağının rengini
                       elleriyle belirler’
Aşağıya sarktım,
az önce temizlediğim toplara baktım,
evet güzelce parlamışlar ama işte şurada hâlâ
bir parça toz var.
Deli gibi atıldım beze,
topları sildikçe
dalgaların sesinin arasından
pare pare top seslerini dinledim,
ellerim işledikçe kızıl bayrağın ateşini içimde hissettim.

Tuzdan ve güneşten kavrulmuş tenim
                                                     yanıyor
güneş boynunu devirmiş batmaya
                                                     hazırlanıyor

Ufkun önü birazdan kızaracak,
     deniz geleceğin resmi gibi
     tatlı bir kızıllıkta uzanacak.

Başımı ufka uzatarak
                             bağırdım;
BU GEMİ ZAFERE ULAŞACAK

Evet, ufka uzatmışsın başını, güneşe benzemiş başın. Ya gülüşün. Diyordun ki, ciddiyet asık suratlılık değildir, devrimciler gülmeli her zaman. Gülümsüyorsun. Bağırdın ve biz, bağırdığını duyduk. Komutu anladık; Bu gemi zafere ulaşacak yoldaş.

Derler ki, en iyiler en önden gider, her zaman. Sen böyle komutanlaştın. Sen yendin ölümü, bize seni izlemek düşer.

Sen bize, insan inancının, insan gücünün ne kadar büyük olduğunu gösterdin. Topları, tüfekleri, tüm gelişmiş işkence aletleri ile seni konuşturamadılar. Sen boyun eğmemenin erdemini ardına bıraktın. Onların kirli dünyalarını savunmak için oluşturdukları tüm aletler, silahlar, insanın direnci karşısında eriyor. Son dersin budur bize. Bir de bir şiir bıraksaydın geriye, sana işkence ederlerken, sen güneş içinde yıldız olurken, yüzlerindeki korkuyu resmetseydin şiirinde.

İnadın inat. Sanki Laz nenenden ya da Tatar olanından mı almışsın inadını. Ve bize taşıdın bu damarı.

Bugün sorsanız bana
ne laz,
ne arap,
ne tatar,
ne boşnakım
elbette köklerime ulaştığım için çok
                                              mutlandım
ama ben öncelikle sınıfımın adamıyım.
Bir işçi çoçuğu olarak doğdum,
     bir işçi olarak yaşadım
     ve sınıfımın savaşçısı olarak
                                           öleceğim.

Öyle oldu, Ortak. Öyle yükseldin yıldızlara, öyle güneşin ortasına bir yıldız oldun. Bir solukluk dans ise yaşam, son noktayı muhteşem koydun ortak. İçinde bir iş yapmanın saadeti, rahat uyu, güneşin çocuğu.

Şöyle yazmıştın değil mi?

Düşümde gördüm seni,
metal bir masanın başında oturmuşuz;
bembeyazdı yüzün,
öldük herhalde diye düşündüm.

Sonra beni götürdüler.
sarı ampullerin aydınlattığı
dar koridorlardan geçtik;
tutsak düştük herhalde diye düşündüm.

Yüksek bir yerden fırlattılar beni.
Tam yere çakılacaktım,
birden,
insan seline karıştım.
Bir kalabalık ki sanırsın mahşer yeri.
kalabalığa hitap ediyordu biri.
baktım sen.
Kitle kalktı şaha,
sanırsın kıyamet kopacak ha.

İşte bizimle, aynen anlattığın gibi olacaksın. Bir bakacağız, kalabalığa hitap eden sen. Bir bakacağız, kitle kalkacak şaha. Bir bakacağız, ufuktan gülümseyecek Bekir. Bir bakacağız en önde yürüyor. Sen, en öne geçmesini başardın.

Mahir’lere bunları da anlat. Şiirini de okumayı sakın unutma.

Bunları anlat anne,
     sonra yakışıklı bir resmimi al eline,
                   git diğer anaların yanına
                            basın yaygarayı hep birlikte:
‘Kemikleri bile olsa
     bırakmayız size
                  verin çocuklarımızı bize’
Orada nasıl olsa
      bizden biri çıkar karşına
Tutup kaldır çenesini
bak gözlerindeki ışıltıya
derine bak
en derine
ben ordayım işte.

Gülümserim oradan sana derim ki:
‘Anne iyi bak kendine!’
Sonra yakala kolundan yoldaşımı
çek kendine sıkıca sarıl
duy kokusunu, çek içine.
Nasıl aynı ben değil mi?
Böyle işte anne
      aynen böyle
                     şimdi anladın mı beni?

İşte böyle Bekir. Biz burada, gözlerinin derinine bakılınca senin görüleceğin ortakların olacağız. Kendine iyi bak Ortak. Deniz’e, Mahir’e, İbrahim’e, Sinan’a selâm söyle. Onlara ve sana sözümüzü unutmayacağız. Şimdi senin tüm ortakların, tümümüz, daha büyük bir inançla, daha büyük bir bağlılıkla, daha inatçı bir tarzda ve daha büyük bir bilinçle kavgaya sarılacağız.

Öfkemiz derin ve derine işlemesine, tüm vücudumuzu sarmasına izin veriyoruz. Sen bir denizci olarak fırtınaları iyi tanırsın. Görüyorsun, bayrağı teslim aldık.

Devrim İçin İleri Ya Sosyalizm Ya Ölüm!

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...