Ana Sayfa Blog Sayfa 66

Kaldıraç dergisinin Temmuz sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Temmuz sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Saray Rejimi, bir kişinin diktatörlüğü değildir. Sadece Erdoğan’ın sonundan söz etmek hatadır. Erdoğan olmadan da Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyecekleri açıktır. Saray Rejimi, seçimlerle “demokratik sisteme” dönecek bir sistem değildir. Saray Rejimi, tüm tekeller, uluslararası tekeller de içinde hepsinin ortak iradesinin ürünüdür.

Bu sisteme karşı mücadele, açık ve net, bir devrim mücadelesidir.

Bu sistem, işçi sınıfının devrimci eylemi ile son bulacaktır. Gerçek anlamda, işçiler için, halk için “demokrasi” o zaman başlayacaktır.

Burjuva muhalefetin, seçimi beklemek üzerine kurulu politikaları, halkı ve işçileri, kadınları ve gençleri isyandan, direnişten uzak tutma politikalarıdır. Bu devleti kurtarma, restorasyon politikalarının parçalarından biridir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Savaş müptelası

Rusya ve Çin’e karşı süren savaş, ABD açısından, önemli bir manevra olmuştur. ABD, eski müttefikleri, yeni rakipleri olan, paylaşım savaşımında karşısına kendi hegemonyasına meydan okumaya meyletmiş diğer dört emperyalist gücü, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’yı, yeniden kontrolü altına almaya meyletmiştir.
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Savaş ve yeni dünya

ABD, Saray Rejimi’ne bazı yeni görevler vermiştir. Ukrayna savaşının sonrasına denk gelmektedir. Bu görevlerin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bunların karşılığında, “içeride” istediği gibi hareket etme özgürlüğü verilmiş olmalıdır. Tıpkı 12 Eylül’deki gibi. Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesi vb. gibi görevlerle, darbeciler, içeride serbestçe davranma yetkisi elde etmiştir. Bugün de buna benzer bir durum vardır.
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Saray Rejimi, savaş politikaları ve direniş 

Bunları, bilgilerimizi tazeleyelim diye mi yazıyoruz, elbette hayır. Tekrardan zarar gelmez ama, bizim buradaki amacımız, daha çok, bugün ülkemizde sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumdur.”
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Marazi tutumlar ya da gerçeği görmeyi reddetme

Mesele Erdoğan, şöyle bir söz etti, dedi ki; “sulu ve sigaraya o kadar zam yapıyoruz, hâlâ alıyorlar.” Aslında hayret içinde de değildi. Ama demek istiyor ki, “ben almazdım.” Çünkü bu zamların saçma olduğunu anlamaları lazım. İşte bunu söylüyor.

Ama bunu söylerken, artık ilgi noktaları çok farklı olduğundan, yanında da Sümeyye kızı olmadığından, kontrolsüz konuşuyor. “Sulu” diyor.

“Sulu”, kuru olmayan anlamındadır. Rakıya haram olduğu için “sulu” diyor. Bu takdire şayan hareketini, Diyanet İşleri Başkanı, methiyeler düzerek övmelidir, ki bir miktar daha gelir elde etsin. Ama, Erdoğan, “sulu” kavramını acaba ne zaman öğrenmiştir?

Aysun Sadıkoğlu – Utanmazlık fıtrattan mı gelir? Utanmazlık ustalık işi midir? Yoksa çürüme ve tükeniş dile mi vurur?

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 252 / Temmuz 2022
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0536 439 25 52 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Marazi tutumlar ya da gerçeği görmeyi reddetme

Gerçek, insan bilincinin dışında, yani bireysel olarak senin ya da benim bilincimin dışında bir nesnel dünyanın varlığını kabul edenler için bir anlam ifade eder. Eğer senin bilincin dışında hiçbir şey yoksa, zaten gerçeği algılamak diye bir sorunun da olmaz.

Günlük yaşantısında dahi insan, kendi bilinci dışında bir gerçekliğin varlığını bilerek hareket eder. Kapıyı açmaya çalışır, yokmuş gibi düşünüp oradan geçmeye kalkmaz ya da midesine tütsü, boş laf değil de fizikî bir varlığı olan gıda gitmesinin ona iyi geldiğini bilir. İçtiği suyun, her istediği zaman yanında olmadığını bilir.

Demek ki, kişinin, kendi bilinci dışında bir nesnel dünyanın varlığını kabul etmesi zor değildir. Ama bunu bilmek, anlamak, kabul etmek, kişiye otomatik olarak “gerçeği görme gücü” sunmuyor.

Gerçeği görmek, acaba bir “güç” meselesi olarak ele alınabilir mi? Gerçeği görmeyen ile gören arasında, gerçeği göreni daha güçlü kılacak bir durum var mıdır?

Eğer kör ya da daha kötüsü bakar ama görmez bir göz, güçsüzlük işareti olarak alınırsa, elbette gerçeği görmek bir anlamda güçtür. Ama sanırım, bu en basit yanıt olmuştur. Oysa gerçeği görmenin bir güç olduğu, gerçeği görme süreci içinde anlam kazanır. Biz öyle diyoruz: Gerçeği görmek ya da bilmek, bir güçtür. Bu nedenle biz devrimciler, tıpkı bizden önceki sınıflı toplumların sömürüsüz bir dünya için savaşan devrimcileri gibi, kitlelerin gerçeği bilmesini isteriz, gerçekten yana tutum alırız. Biz bugün, işçi ve emekçilere gerçeği söylemeyi görev biliriz. Gerçeği söylemek bir şeffaflık değildir. Asla. Mücadele edenler, elbette egemenlerden birçok şeyi saklarlar. Ama kitlelere, halka, işçi ve emekçilere gerçek durumu anlatmayı savunurlar.

Günlük dilimizde “gerçek acıdır” ya da “yalan tatlıdır” gibi vurgular, aslında bir açıdan, gerçeklik karşısında doğru tutum almanın zorluğunu gösterir.

Bilim ya da diyalektik materyalizmin bilgi teorisi, sadece, insan bilincinin dışında, ondan bağımsız bir nesnel dünyanın var olduğunu söylemekle yetinmez. Bize, aynı zamanda bu dışımızdaki dünyanın bilgisinin edinilebileceğini de söyler. Yani biz, kendi dışımızdaki nesnel dünyanın bilgisini edinebiliriz, bu nesnel dünyanın gerçekliği bilinmez değildir.

Bunun için, elbette bir eyleme ihtiyaç vardır. İster laboratuvarda deney yaparken, isterse bir fabrika önünde işçilerle örgütlenirken olsun, bu eylem, kendi dışımızdaki varlığı anlamamızın yoludur.

Diyalektik materyalizmin bilgi teorisi diyor ki, insan, bir özne olarak, bilgisini öğreneceği nesnel gerçekliğe müdahale eder. Bu “müdahale”, öğrenmenin yoludur. Durarak, eylemsiz öğrenmek mümkün değildir ya da son derece sınırlı bir öğrenmedir.

Biliyoruz ki, şeyler, göründükleri gibi olmazlar. Bir taş, durduğu yerde hareketsiz sanılır ama öyle değildir. Bir insan vücudu, ancak biyoloji bilenlere tanıdık gelmeye başlar. Oysa dışarıdan o vücut her insanınki gibidir. Doktora sorarsanız, o vücudun size sağlam ya da hasta olduğunu söyleyeceği kesindir. Şeyler, kendilerini oldukları gibi gösterselerdi, o zaman bilime gerek olmazdı. Bu nedenle, bilim, insan bilincinin dışındaki nesnel dünyanın, toplumun ve düşüncenin yasalarını ortaya çıkartmakla meşgul olur.

Daha şimdiden, görüyoruz ki, gerçeği görme dediğimiz şey, aslında bir koca alandır. Gerçek, çoğunlukla sanıldığından yalındır. Ama gerçeği görmek, sanıldığından daha fazla çaba gerektirir ve bu çaba, nitelikli bir çaba olmak zorundadır.

Bizim dışımızdaki ya da insan bilincinin dışındaki nesnel varlık dediğimiz zaman, biz, fizikçilerin sınırlarını biraz zorluyoruz, çok değil biraz. Mesela, doğayı bunun içine koyuyoruz, ki fizikçiler bu konuda bize katılma zorluğu çekmezler. Ama biz işin içine, doğanın ya da doğal tarihin bir devamı olsa da, insan toplumunu da koyuyoruz. Bu durumda, “toplumun en-boy yüksekliği” diye bir tartışma ilerletici olamıyor ve toplumsal varlığı anlamak, bilimin alanını genişletiyor. Dahası, biz Marksistler, insanoğlunun bir dönem önceki eylemini de nesnellik olarak, varlık olarak ele alıyoruz. Mesela üretim aracı dediğimiz şey, daha önceki üretimlerde maddeleşmiş insan emeğidir ve şimdi bizim canlı emeğimizin karşısına “cansız emek” olarak çıkar. Buna dayanarak deriz ki biz, aslında üretim araçları, doğaları gereği zaten toplumsaldırlar, onların özel mülkiyette olması sorundur ve işçi sınıfının önderliğinde devrim, bu üretim araçlarını, kendi tarihsel gelişimlerine uygun olarak, tüm toplumun malı, yani hiç kimsenin malı hâline getirecektir. Üretim aracı, nasıl bizim bilincimizin dışında var ise, tıpkı onun gibi bir insan eyleminin ürünü olan müzik eseri ya da bir makale ya da bir isyan, kısacası düne ait her eylemimiz, artık nesnel bir varlık olarak, bireysel insanın bilinci dışında bir varlık olarak, ortaya çıkar.

Toplumsal bilinç, bizim bilincimizin dışında bir nesnel varlıktır. Üstelik, taştan daha az sert de değildir. Diyelim ki, “namus” kavramı, tam da böyledir. Adam gider eşini şeyhine badeletir ama aynı eşi birine aşık olursa onu öldürür ve bu “namus” kavramının karşımıza çıkışıdır. Oldukça serttir. Halkın devlet konusundaki görüşleri de öyledir. Devlete “baba” der, ama aslında devletin onun anasını ağlattığını görmez. Her seferinde aldatılır ama buna rağmen, devlete başkaldırmanın bedeli nedeni ile, bu yola bile düşmez. Kişi, kadın ya da erkek, kendisi gibi olan herkesin, aynı zamanda güvenilmez olduğunu düşünür. Komşusu onu ihbar etmeden, o komşusunu ihbar eder. Ve böylece devlet “baba”ya yarandığını düşünür.

Aslında tüm bunlar, bir tarih ve mekânda oluşur. Böylece karşımıza madde olarak “toplumsal bilinç” çıkar. Bizim bilincimiz dışında vardır.

Demek oluyor ki, biz aslında bu toplumsal bilincin de bilgisini edinebiliriz.

Eğer, filozofların sadece dünyayı tanımaya çalışması yetersiz ise ve asıl olan onu değiştirmek ise, ki öyledir, demek oluyor ki, biz bu toplumsal bilincin değiştirilmesini hedefleyerek yola çıkarsak, o zaman onu daha iyi tanırız. Bu nedenle, devrimci, aynı zamanda en gelişmiş insan demektir. Değiştirmek için yola çıkmak, kendini değiştirmeyi de her zaman içerecektir. Bu durumda devrimci, gelişmiş bir insan demektir.

Bilgisini edindiğimiz nesnelliğin bilgisini, önce en dıştan, görünüşünden öğrenmeye başlıyoruz. Ama biz ne kadar ilerlersek, bilgimiz, görünüşten o nesnenin özüne doğru genişlemeye, derinleşmeye başlar. Ve her yeni aşamada, bilgimizin bir bölümü yanlışlanırken, bir bölümü doğrulanır.

Yani biz Marksistler, devrimci sosyalistler, biz Kaldıraç Hareketi, yıkıp yerle bir ederek yerine sosyalizmi kurmak istediğimiz bu burjuva egemenliği, bu egemenler dünyasını, bugün dünden daha iyi, yarından daha eksik tanıyoruz. Bunu biliriz.

Bu nedenle, bir konudaki bilgimizin her şey demek olmadığını da biliriz. Bu nedenle, mücadelenin sürekliliğine inanırız. Bu nedenle, örgütlü mücadeleyi öne çıkartırız. Örgütsüz mücadele, sürekliliği olmayan bir saman alevi gibidir, işe yaradığı olur, ama sonuna kadar gitmediği hep bilinir. Hele ki, egemenlere karşı mücadelede, süreklilik çok büyük önemdedir.

Bunları, bilgilerimizi tazeleyelim diye mi yazıyoruz, elbette hayır. Tekrardan zarar gelmez ama, bizim buradaki amacımız, daha çok, bugün ülkemizde sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumdur. Sadece, konuya girmeden, bazı noktaları vurgulamak istedik ki, derdimizi daha rahat anlatabilelim.

1

Bugün ülkemizde, giderek sertleşen bir sınıf savaşımı yaşanmaktadır. Bu sınıf savaşımı, önümüzdeki dönemde daha da sertleşecektir. Tüm dünyada, sınıf savaşımını örten “çelişkilerin” yarattığı örtü, ağır ağır silikleşiyor ve sınıf mücadelesinin sert renkleri öne çıkmaya başlıyor. Bu bizim üzerinde yaşadığımız bölgede de böyledir, belki daha fazlasıyla.

Ve bu sınıf mücadelesi karşısında, herkes, her türden örtüsünü aralayarak, bir anlamda saf tutmaya başlıyor. Bunu, egemen sınıf içinde görmek de mümkündür.

Buna, cepheler netleşiyor da diyebiliriz.

Ama buna rağmen, 12 Eylül gibi ağır bir yenilgi sürecinden geçmiş olan, SSCB’nin çözülmesini yaşamış olan, ve yanı başındaki Kürt devrimine karşı milliyetçi duygularla bakma geleneğinin içinde hapsolmuş olan birçok solcu, netleşmek, net tutum almak yerine, gerçeğe gözlerini kapamak için yollar arıyor.

Biz, solun sağa kayışından söz ediyoruz. Bunu bir eğilim olarak ortaya koyuyoruz. Deniz Adalı’nın bu konuyu dile getirişinden bu yana sanırım altı ay geçmiştir, belki daha da fazla. Ve bu solun sağa kayışı tam da işçi sınıfının eylemlerle daha öğrenmeye açık hâle geldiği bir sürece rastlıyor.

Dostlarımızdan bazıları bize, siz devrimi yakın bir hedef olarak görüyorsunuz, diyorlar. Bu eleştiri olarak gündeme geliyor. Teşekkür ediyoruz. Oysa onlara göre, devrim daha uzaktadır ve dahası arada başka aşamalar vardır.

Acaba, biz mi gerçeği göremiyoruz yoksa onlar mı? Bu tartışmanın anlaşılır olması için, hiç kimsenin niyeti ile ilgili olmadığımızı belirtmek isteriz.

Şu konuda haklı olabilirler, devrim eğer hemen yarın olacakmış gibi bir vurgu yapıyorsak, belki de yarın değil de, mesela öbür gün olabilir ve bu da matematiksel olarak bizim yarın vurgumuzdan, tamı tamına iki katı uzak bir zaman demektir. Yarına bir gün, öbür güne iki gün vardır. Ama sanırım, bizim “tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor” vurgumuzdaki gizli yarın, sadece kısa zaman belirtir, o kadar.

Eğer bize, devrim sadece uzak değil, bir de arada başka aşamalar var diyerek eleştirilerini sürdürüyorlarsa, işte bu konuda haklıdırlar. Çünkü biz arada hiçbir aşamanın olmadığını, işçi sınıfının, müttefikleri ile, siyasal iktidarı yıkıp, burjuva egemenliği yerle bir edip iktidarı almasının önündeki tek engelin, işçi sınıfının iradesi demek olan devrimci örgütlülüğündeki eksiklik olduğunu düşünüyoruz. Devrimin nesnel olarak yakın, öznel olarak uzak olmasından kastettiğimiz de budur. Yine bu aynı nedenle, küreklere daha fazla asılmamız, devrim ateşini daha fazla körüklememiz gerektiğini düşünüyoruz. Düşüncemize uygun eylem de budur.

Yaşamın eşitsiz gelişim yasasına uygun geliştiğini biliyoruz. Bugün eksik olanın, yarın nasıl tamamlanacağını, mucize diye tarif edilen şeylerin gerçekte hareketin içindeki potansiyelin açığa çıkması olduğunu biliyoruz. Gökten gelen mucizelere inanmıyoruz. Ama, emeğin, eylemin mucizeler yaratma gücü olduğunu biliyoruz.

Acaba, bizim dışımızdaki tüm bu toplumsal süreci, gerçekliği, doğru kavrayabiliyor muyuz?

Bu, dostlarımız için olduğu kadar bizim için de sorudur.

Gerçeği görmek, biliniyor ki, bir emek ve uğraş işidir. Bir fotoğraf karesini diğerinden ayıran, eğitilmiş gözün aynı şeye bakarken gördüğü şeydir. İyi fotoğrafçı, bir çelik döven işçi gibi sonucun ne olacağı konusunda bir fikre sahiptir. Bu fikir, yılların emeğine, deneyimine dayanır. O kare poz, işte öyle ortaya çıkar.

Bizim dışımızdaki süreçlere, harekete, varlığa bakarken, aslında biz bir “amaçla” bakıyoruz demektir. Bu amaç, ister kutsal olsun, ister önemsiz, bakmak ve görmek arasındaki ilişkiyi düzenleyen şey oradan gelir. Göz, buna göre eğitilir.

Demem o ki, eğer süreçlere devrim için, o gözle bakıyorsak, gerçeği görme olanağımız daha da yükselmektedir.

2

Bizim okuryazar takımı (OYT) diye nitelediğimiz bir kesim var. Bu kesim, soldan sağa epeyce bir yelpazeye ulaşmaktadır. Asla bütünlüklü değildir. Biz tabii, bu OYT’nin bizim cepheye, sola yakın olan kesimlerine sesleniyoruz. En azından ilgi noktamız onlardır. Bir durumda her şeyi bilendir bunlar, ama aynı zamanda bu bilgilerinden sorumlu değildirler.

Tarlanın nasıl ekileceğini bilirler, ama tarla ekmezler. Devrimin nasıl yapılacağını bilirler, ama bunun için bir şey yapmazlar.

Kişinin eylemi, onun bilincinin en somut ifadesi ise, bunların eylemine bakarsanız, bir cahil görürsünüz, hiçbir şey yapmazlar. Sadece yaşamlarını ayrıcalıklı kılmaya çalışırlar, sadece zevkleri konusunda seçicidirler, sadece yüksek ahlâk gösterisi yapacakları zaman devrimcilerin yanlışlarını sıralarlar, sadece içki içerken az biraz samimi olurlar ve kendilerine iğne batıracağına halktan devrimci olmaz diye konuşurlar, kendileri ile hesaplaşmazlar, çünkü hiçbir yol yürümezler. Sahip olduklarını, düşüncelerinden daha değerli bulurlar ki, bu konuda biraz haklıdırlar.

Ama bunların söylediklerine bakarsanız, söylediklerini esas ve tek ölçü olarak görürseniz, gerçekten de her şeyi bildiklerine kanaat getirebilirsiniz. Bazan o kadar güzel bir yer yakalarlar ki, zekâlarına hayran kalırsınız.

Bu bir hastalık hâlidir.

Gerçeklikten kopmak, kendini merkeze koyarak her şeyi kendinle açıklamak, sonra da suçu işçi sınıfına, halka ve devrimci mücadele yürütenlerin hatalı davranışlarına bağlamak, bunların hastalıklı hâllerinin tarifidir.

Biliyoruz ki, bu hastalık da geçecek. Bir gün iyileşeceksiniz. O gün, sizin tüm marazi davranışlarınız son bulacak. O nedenle, Gezi’nin, bir kendiliğinden patlamanın devrime dönüşmemiş olmasına, sizi devrim için savaşma zahmetinden kurtaramamış olmasına üzülerek “sonuç vermediğini” söylüyorsunuz. Bu nedenle, içine girdiğiniz, bir parçası olduğunuz Gezi’nin “yenildiğinden” dem vuruyorsunuz.

Marazi davranışlar vardır.

Marazi davranış, aslında belli koşullar ve şartlar nedeni ile refleksleri değişmiş hâlleri ifade edebilir mi?

Burada bunu görüyoruz.

Bir eylem mi başlıyor, bunlar sevinç ile korkunun karışımını hissediyorlar. Diyorlar ki, bir bakalım, eylem ne kadar gelişiyor. Seyretmeye başlıyorlar. Ama kalplerinden orada olmak geçiyor. İyi ama orada olurlarsa, cop yiyecekler, içeri girecekler, gaza maruz kalacaklar, ki kimyasal gazların zararlarını onlardan iyi bilen yoktur. Domatesin üzerindeki tarım ilacı, onlara gazın zararlarını öğretmiştir çoktan. Bu nedenle, seyretmek istiyorlar.

Sonra biraz fazla içtiklerinde, çevrelerindekilerin düşman olmadığına emin iseler, aslında “seyretmekle hayatı renklenir sanma” şarkısının ne kadar güzel olduğunu söylüyorlar.

Buna marazi hâl diyebilir miyiz?

Gerçeği görmek istemiyorlar.

Hastadırlar ve gerçeği görmeye takatleri yoktur.

Gördüklerini, devrim cephesinden, değiştirmek amacından görmüyorlar. Bu nedenle, her işçi direnişinde, gözaltına alınanları, tutuklananları, cezaları vb. görüyorlar. Yoksa, mesela Gezi’den bu yana hiç dinmeyen direnişleri görmüyorlar. Copa, süngüye, TOMA’ya, gaza, yargıya, basına vb. rağmen hiç dinmeyen direniş eylemlerinin içindeki enerjiyi görmüyorlar. Kadınların, gençlerin, işçilerin direnişlerine baktıkları zaman, sadece cop, gaz ve gözaltı görüyorlar. Barikatın üzerine yürüyen, isyan eden, polisten korkmamayı öğrenen insanları görmüyorlar.

Buna da gerçeği görmeyi reddetme diyebilir miyiz?

Egemenin gücünü görüyorlar, o kadar.

3

Tarlayı ekmeye koyulmayan kişi, tarla ekimi hakkında çok şey söyleyebilir, ama tarlayı ekmeyi öğrenmesi zordur. O bilgilerle, gerçekten tarlayı ekmeye koyulsa, köylüden daha önce, yaban otlarının ayıklanması üzerine ön müdahalede bulunabilecek şeyleri de ortaya çıkarabilirler. Ama işe koyulmadıkları müddetçe, sadece konuşan, bilgileri kafasında gölleşmiş ve çamurlaşmış adamlara dönüşürler.

Gerçeklik hakkındaki bilgileri, artık bulanıktır, net değildir.

Bu durumun da farkında değildirler.

Bu nedenle, sürekli olarak, bulanıklığı, netlik olarak algılamaya başlarlar.

Egemen, bu işe yardıma koşar hemen. Bulanıklığın netlik olduğu sanısını daha da kuvvetlendirecek her desteği devreye sokar. Böylece, yeni bir algı oluşur.

Bugünlerde, Saray Rejimi karşısındaki tutumları buna benziyor.

Seçim olacakmış gibi düşünmek istiyorlar. Çünkü Erdoğan çok oy kaybediyor. Ki, Erdoğan bir yana, Saray Rejimi’nin çok yıprandığı, devlet denilen çarkın tüm çıplaklığı ile ortaya çıktığı doğrudur. Saray Rejimi’nin yıkılışının yakın bir ihtimal olduğunu görmüyorlar. Tersine, bunlar her şeyi yapar, görüşüne sabitleniyorlar. Sanki şimdi, her şeyi yapmıyorlar mı? Biz sesimizi çıkartırsak, onlar da olağanüstü hâl ilan eder, diyorlar. İyi ama, şimdi “olağan hâl” mi yaşıyoruz?

Kendilerine sıra gelene kadar, her şey olağanmış gibi davranıyorlar. Korkularının esiri olmuş, ayaklarını korkuları bağlamış gibi, sadece konuşuyorlar.

Yalın gerçeği görmüyorlar.

Kalkıyor biri onlara, devlette çetelerden söz ediyor, ki doğrudur, onlar bundan, devlet ayrı çeteler ayrı sonucunu çıkartıyor. Oysa devlet ve çeteler, hep birlikte vardı, şimdi daha da gelişmiş bir hâldir bu. Seyirci kalıbına girdin mi bunu görürsün.

4

Toplumun çok geniş kesimleri sürekli yoksullaşıyor.

Evet, karapara (ya da sadece uyuşturucu vb. anlaşılmasın diye kayıt dışı para diyelim) cenneti hâline gelmiş bir ülkede, bazı alanlarda para kolay harcanıyor. Bu doğru. Buna bakıp, acaba “kriz var mı” diye soruyorlar. Gerçek ile iktidarın yalan propagandası birbirine karışmış hâlde kafalarını kemiriyor.

Çünkü, kendi gerçekliklerini kabul etmiyorlar.

Kapitalist toplumda işçi olmak, bir miktardan fazlaca aşağılanmak demektir. İmaj budur. Oysa işçi olmak, onurunla, emeğinle geçinmektir. Hırsızlığın, yağmanın, rantın yüceltildiği bir toplumda, emeğinle geçinmek aptallık işareti oluyor. Ülkenin çoğunluğu işçidir, işsizdir, emeklidir, yoksuldur. Ama buna rağmen, bu çoğunluğun içinde olmak, bir “prestij kaybı”dır. Üzerine markalı şeyler giymemek, sanki utanılası bir şeymiş gibi algılanıyor.

Bu egemen düşünce, OYT’nin içinde de egemendir.

İçki masalarındaki sohbetleri bir yana bırakırsak, okumuş yazmış olan biri, kendini işçi olarak görmüyor. Ne de olsa onun gömleğinin yakaları beyazdır.

Dün avukat, prestijli masasının arkasında, kendisine sığınılan ve hukukî yardım istenen kurtarıcı gibi idi. Şimdi, parasızlık nedeni ile o cafcaflı masasını da kaybediyor, kendisine sığınılan hukuk danışmanı pozisyonunu da. Artık, mahkeme salonları, en pespaye tiyatro oyunlarından bile kötüdür.

Doktorlar, ellerine geçen paraya bakarak, 20 yıl önce sahip oldukları toplumsal avantajları kaybetmiş olduklarını acı içinde anlıyorlar. Oysa özel hastahaneler açılırken, onlar “uzman” olmanın, aranır adam olmanın zevkini yaşıyorlardı. Mühendisler, bu sürecin içine daha önceden girmişti. Mimarlar, kendi içlerindeki kapitalistlerini bir yana bırakırsak, aynı durumdadırlar.

Böylece bu gözde meslekler, işçi ve kapitalist diye ayrılmayı derinlemesine yaşadı, yaşıyor.

Ama buna rağmen, işçi olduğunu, emekçi olduğunu, işçi sınıfının bir parçası olduğunu kabul etmek, bu gerçekle yüzleşmek onlara hâlâ zor geliyor.

Okuryazar olmalarının avantajlarını, devrime katılmanın risklerini kavramak yolu ile kullanıyorlar. Ya fırsatını bulup, göçüyorlar ya da seyirci konumlarını sürdürmek için içkiye sarılıyorlar. Her gün bu kesimlerden intihar edenler oluyor.

Gerçeği görmeyi reddediyorlar.

Gerçeği bilmenin, kavramanın insan eylemine bir yansıması olmak zorundadır. Bunu biliyorlar ve bu nedenle, gerçeği görmeyi reddediyorlar.

5

Demek oluyor ki, gerçeği görmek, eğer bir güç olmak ise, bunu istemek de gerekiyor. Bunu istemeyince, amaç değiştirmek olmayınca, amaç konusunda bir netlik olmayınca, gerçekliğe de yaklaşım sağlam ve net olmuyor. Görmek “istediğimizi” görür hâle geliyoruz.

Bu herkes için geçerlidir. Bizim için de. Bize, siz olup bitenin içinde, bu direniş ve sınıf savaşımı içinde, işçi sınıfının örgütsüzlüğünü bile bile, devrimi görüyorsunuz, diyorlar. Bu doğrudur. Bizim de amacımız, bizim donanımımız, görme sürecimize yansıyor ve gerçeği bu gözle görüyoruz. İyi ama, bizim gördüğümüz devrim sürecinin kendisidir. Bilim bize, toplumsal mücadele hakkında oldukça sağlam bilgiler veriyor. Hem tarihsel olarak hem de içinden geçtiğimiz süreç, bu durumu açıklamamızda iş görüyor. Henüz şahlanmamış da olsa, gelmekte olan devrimi görüyoruz. Evet bunu da istiyoruz. Bize “yanılıyor olamaz mısınız” diye soranlar var. Diyoruz ki, yanılmaya, bir kere daha yanılmaya değmez mi, gelin siz de bizimle birlikte yanılın, bizimle birlikte, sonucu zafer ya da değil, devrim saflarına katılın. Sizsiz bu mücadele daha zayıftır, sizinle daha sağlam olacaktır. Bir gün inanıp, on gün şüphe duymak yerine, bir gün inanın ve onun için bir adım atın diyoruz.

Devrim, biz başaralım ya da başaramayalım, gelişmektedir. Ve eninde sonunda zafere ulaşacaktır. Bu bilimsel bir gerçektir. Ne sınıfları biz var ettik, ne de sınıf mücadelesini. Ama biz, bu sınıf mücadelesinin nasıl sonuçlanacağını biliyoruz. Dünya devrimci hareketinin tarihi bunu ispatlamıştır.

Zafer garanti olduktan sonra devrime katılmak büyük bir adım değildir. Mesele bugünden, risklerin en yüksek oluğu noktada mücadeleye katılmaktır.

Eğer gerçeği görebiliyorsak, bu bir güçtür.

Bu gerçekliği anlamak, bunu kabul etmek, değiştirmek üzere kabul etmek, cesarettir. Devrimin gelmekte olduğunu kabul etmek cesarettir. Sınıf savaşımının yükseleceğini, sınıf savaşımının daha da sertleşeceğini kabul etmek, mücadele etmeye niyetli olanlar için bir cesarettir. Buna göre tutum almak gerekir, ayağa kalkmak, tüm enerjinle mücadeleye atılmak, emeğini tereddütsüzce ortaya koymak bir cesarettir.

Toplumsal gerçek karşısındaki tutum, fiziksel olayların karşısındaki tutuma göre daha fazla cesaret gerektirir. Çünkü o toplumsal gerçeklik, seni sarmış, sarmalamıştır. Bunu değiştirmek için, çemberi yarman gerekir.

Bugün, Saray Rejimi’nin saldırılarının ardındaki gerçek, egemenlerin artan, boylarını aşan korkularıdır. Bunu biliyorsak, bunu kabul ediyorsak, saldırma cesaretini, mücadele etme cesaretini gösterebiliriz.

Herkesin, ama herkesin bu mücadele için yapacağı çok şey vardır.

Bunun yerine, CHP kuyruğuna takılıp, milyonların bir kere daha aldatılmasına razı olmak, korkaklığın kendisidir.

Yasalarını bile tanımayan, hukuku bir silah olarak polis gücünün eline vermiş olan bir siyasal iktidarın, seçim kanunlarına vb. sadık kalacağına güvenmek, meseleyi anlamamaktır.

Sistem, saldırılarını artırırken, her adımını beka sorunu olarak görmektedir.

Bu nedenle, Kürtlere karşı soykırıma yakın uygulamalar devreye sokmaktadır. İşçi sınıfının, direnen herkesin karşısına tüm güçleri ile çıkmaktadır. Dışarıda savaş naralarını yükseltmektedir. İçeride iç savaş hukukunu devreye sokmaktadır. Tüm bunlar, korkularının ürünüdür.

Egemen, egemenliğini kolayca teslim etmeyecektir. Bu nedenle, hedefi net olarak ortaya koymak gerekir: Saray Rejimi’nin yıkılması. Bu, devrimci işçi sınıfının eylemlerinin, gelişen direnişinin daha gelişmesinin sonucu olabilir.

Gerçek budur.

Marazi tutumların devamı, hastalıkların daha da derinleşmesi demektir. Marazlı tutumları atmanın yolu, saf tutmaktır. Yüklerimizden, alışkanlıklarımızdan, toplumsal giysilerimizden sıyrılmanın yolu, yürümektir. Büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmak, insanlaşmanın biricik yoludur. Alışkanlıklarımız böyle değişecektir. Ancak bu netliğe, gerçeğin bu şekilde ortaya konuluşuna ulaşınca, kişi, kendisinin ne yapabileceğini de kavrayabilir duruma gelir. Devrim sizin kapınızdan geçen bir tren değildir ki, bekleyesiniz ve kapınıza geldiğinde ona atlayasınız. Devrim, kendi yolunu açan bir makinadır ve sizin, bunun bir dişlisi olmak için, ona doğru koşmanız gereklidir.

Yer, gökten önce yarılır. Toprağın çatırtısını bekleyen, kulağını ona vermelidir. Toprağın üstünde egemenin egemenliği, altında devrim köstebeği var. Marifet, toprağın altı üstüne gelmeden saf tutmaktadır.

Savaş müptelası

Saray Rejimi, savaş müptelasıdır. TC devleti, bugün, tüm dünyada, bölgemizde, içeride ve dışarıda savaş müptelasıdır. Egemenler, burjuvalar, uluslararası sermayenin işbirlikçileri tekeller, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” üzerine yükselen Saray Rejimi ile büyük kârlar elde etmenin, servetlerini katlamanın peşindedirler.

Saray Rejimi, hem içeride hem de dışarıda savaş naraları atmakta, savaş gerginliğini sürdürmek için fırsatlar yaratmakta, çıkan fırsatları kullanmaktadır.

Yıllardır Kürtlere karşı sürdürdükleri savaşı, giderek bir katliama dönüştürmek, bir soykırım savaşına dönüştürmek için uğraşıyorlar. Erdoğan’ın ağzından yükselen sınır ötesi operasyonlar, Yunanistan’la gerginlik vb. politikalar, aslında sadece iç politika için değildir.

ABD’nin tetikçisi olan Saray Rejimi, çevrede gelişen her gerginliğe ateşle atlamaktadır. Bu hem tetikçiliğin gereğidir hem de Saray Rejimi, başka türlü hayatta kalamaz hâldedir. Bunun için adeta savaş müptelası gibi davranmaktadır.

Öyle anlaşılıyor; Kürt halkına karşı geniş bir katliam politikasını sahneye koymak için fırsatlar kovalıyorlar. Dünya çapında gelişen savaşların kendilerine yarattığı, yaratacağı fırsatları kovalıyorlar.

Aylardır, Irak Kürdistanı’nda, savaşı yoğunlaştırıyorlar. Suriye’de işgal ettikleri alanı genişletmek için fırsatlar olmadığını gördükleri için, Irak içlerinde, Barzani yönetimi ile birlikte saldırılar düzenliyorlar. Aylardır, oradan ölüm haberleri geliyor ve bu haberler, her tür yolla, burjuva muhalefetin de katkısı ile hasır altı ediliyor. Yalan makinasına dönmüş saray medyasını, tüm burjuva medya izliyor. Ulusalcısı, dincisi, tüm devlet çarkı Kürtlere dönük saldırı ve savaş için, sessiz birlikteliğini sürdürüyor.

Savaş, sadece dışarıda değildir.

İçeride de iç savaş politikaları uygulanmaktadır.

Her işçi eyleminde, her direnişte, her kadın eyleminde, her gençlik eyleminde devlet makinası, basını, yargısı, polisi, ordusu, copu, TOMA’sı vb. ile tüm devlet çarkı, harekete geçiyor. Karanlık sürsün, korktukları başlarına gelmesin diye, her tür eyleme, en sıradan bir hak arama eylemine saldırıyorlar.

Buna rağmen, direniş durmuyor.

Bu durum, Saray’ın korkularını daha da artırıyor.

Çürümüş iktidarlarını sürdürmek için, köhnemiş devlet yapılarını ayakta tutmak için, karanlığa sığınıyorlar.

Ülkeyi karaparanın (kayıt dışı paranın) cenneti hâline getiriyorlar. Bu karaparadan alınan komisyonlarla, ekonomilerini ayakta tutmaya, ceplerini şişirmeye çalışıyorlar. Akıl almaz faiz politikaları ile, bankaları, tekelleri zenginliklerine zenginlik katar hâle getiriyorlar. Büyük para transferleri ile saray çevresindeki iş adamlarını besliyorlar. Hepsi birer vampir gibi, işçinin, emekçinin, göçmenin, kadının, gencin kanını emiyor. Bu yolla servetlerine servet katıyorlar.

Bir uçta halk, işçi ve emekçiler daha da yoksullaşırken, egemenler, tekeller, saray çevresindeki müteahhitler vb. kasalarını dolduruyor. Halkın vergilerini, her yolla kapitalistlere, rantiyelere, savaş ekonomisine, yağmacılara aktarıyorlar.

Çok aceleleri var.

Bir an önce, her şeyi toplamak, bu ülkenin ne kadar zenginliği ve birikimi varsa hepsini ceplerine indirmek, buna uygun yollar bulup güvenli ülkelere çıkartmak istiyorlar.

Tüm bu savaş ekonomisi, yağma ekonomisi, rant ekonomisi görülmez olsun diye, savaş naralarını da besleyecek şekilde, dini ve milliyetçiliği kullanıyorlar. Daha çok dini öne çıkartıp, bu çürümüş sistemi ayakta tutmaya çalışıyorlar.

Ömürleri tükenmiştir.

Saray Rejimi, bir kişinin diktatörlüğü değildir. Sadece Erdoğan’ın sonundan söz etmek hatadır. Erdoğan olmadan da Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyecekleri açıktır. Saray Rejimi, seçimlerle “demokratik sisteme” dönecek bir sistem değildir. Saray Rejimi, tüm tekeller, uluslararası tekeller de içinde hepsinin ortak iradesinin ürünüdür.

Bu sisteme karşı mücadele, açık ve net, bir devrim mücadelesidir.

Bu sistem, işçi sınıfının devrimci eylemi ile son bulacaktır. Gerçek anlamda, işçiler için, halk için “demokrasi” o zaman başlayacaktır.

Burjuva muhalefetin, seçimi beklemek üzerine kurulu politikaları, halkı ve işçileri, kadınları ve gençleri isyandan, direnişten uzak tutma politikalarıdır. Bu devleti kurtarma, restorasyon politikalarının parçalarından biridir.

Anayasası rafta duran, kendi yasalarını tanımayan, her yolla hukuku bir silah olarak kullanan, iç savaş hukukunu egemen kılan bir iktidardan, seçimle ilgili süreçlere yasal olarak uyma taahhüdü beklemek, hangi akla sığar?

Bu ülkede, 2015’te, Haziran’da yapılan seçimleri, hilelere rağmen kaybeden iktidar, o günden bu yana 7 yıldır iktidardadır. Bu iktidar, onların seçimleri meşru değildir. Her seçimleri hilelidir dahası savaş koşullarında organize edilmektedir. Her türlü hileden önce, her türlü şiddet devrededir. Kürt halkının kendi oyları ile seçtiği belediyelerin tümü kayyumun elindedir. Bu gerçek değil mi? Burjuva muhalefet, bu gerçeğe rağmen, açıkça iktidarı gayrimeşru ilan etmemiştir. Bugün, Erdoğan’ın adaylığının yasal olmadığı bile açık iken, burjuva muhalefetin seçimlerde Erdoğan’a karşı zafer arayışları saçma değil midir?

Mesele halkın desteğinin kaybedilmesi ise, bu çok uzun bir süredir var olan bir durumdur.

Dün, olağanüstü rejim, Saray Rejimi koşulları yokken bile, iktidarları halkın seçmediği bir ülkede, Erdoğan’ın bir ABD projesi olduğunu herkesin kabul ettiği bir ülkede, bugün olağanüstü devlet örgütlenmesi olarak Saray Rejimi’nin var olduğu koşullarda nasıl bir seçimden söz edilebilir?

Çürümüş bu sisteme, açık hâle gelmiş devletin baskı mekanizmalarına karşı gelişmekte olan direniş, tek çıkış yoludur. Gerçekten Saray Rejimi’nden kurtulmak isteyen varsa, bugün, direniş saflarına geçmelidir. Direnişler daha örgütlü, daha yaygın hâle getirilmelidir. Her direnişin yayılmasının koşulları oluşturulmalıdır. Tüm direnişleri birleştirmek üzere, işçi ve emekçilerin, direnişçilerin ortak hareket etmesini sağlamak üzere Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemek gerekir.

Bugün, işçi ve emekçiler, gerçekten yoksulluktan, sömürülmekten, aşağılanmaktan kurtulmak istiyorlarsa, örgütlenmek ve direnişe katılmak zorundadırlar.

Direniş dışında bir yol yoktur.

Statement on the Massacre of Migrants at the Spanish-Moroccan Border

On June 24, Spanish and Moroccan states committed a massacre against black African migrants mostly from Sudan, South Sudan, Chad and Niger trying to cross the Spanish territory Melilla. The brutality of the Spanish and Moroccan police is revealed in many videos that illustrate police firing tear gas, throwing stones, and beating up injured migrants on the ground. Reports say at least 37 migrants were killed, some sources claiming a death toll larger than 80.

The capitalist imperialist system, as it spreads violence and exploitation, makes many parts of the world unliveable through war. At the same time, it creates xenophobia and racism against migrants who not only flee the violence created by capitalist imperialism but also try to reach the life in the West created by exploitation and advertised as paradise through its cultural hegemony all around the world.

The migrants at the bottom of the Mediterranean, migrants beaten to death at the Morocco-Spain border know the true nature of Western capitalist countries that show themselves to be the most democratic and humane of civilizations. Spain and Morocco recently signed an agreement that increases cooperation between the two states in controlling immigration flow and paves the way for more violent enforcement. The recent attack as such is an example of Western countries subcontracting their dirty business to other countries. In this manner, they export their borders to other countries. The Turkish Republic is one of these states that controls migration for Europe and brutalizes other Middle Eastern people when necessary at the border.

Involvement of Morocco, a previously colonized country, in the massacre against migrants from other previously colonized countries shows how racism and the legacy of colonialism continues to undermine solidarity between oppressed peoples. Racist ideology, xenophobia and actions of puppet states of capitalist imperialism should not damage the solidarity of peoples.

Only international solidarity of the working class can end the capitalist imperialist system.

Only socialist revolution can build a world without borders.

Down with the two-faced hegemony of capitalist, so-called “democratic” Western states and their puppet collaborators!

Forward to the revolution, either socialism or death!

İşçilerin kapitalist sistemi kökünden sökme mücadelelerini hızlandırmak ve yoğunlaştırmak çok önemlidir*

Anadolu’da 1970 İşçi Direnişinin Yıldönümü
1970’de Türk hükümeti birçok halk karşıtı yasa çıkarmaya çalıştığında işçi mücadeleleri dalgası patlak verdi. 15 ve 16 Haziran 1970’de Türk hükümeti, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu yasakladığını ve kapattığını ilan etti. Hükümetin bu kararı, Türkiye’nin birçok yerinde işçileri hükümetin kararına karşı İstanbul’a doğru yürüyüşe geçmeleri için harekete geçirdi. İşçilerin direnişinin yoğunluğu nedeniyle hükümet, İşçi Sendikası’nın kapatılmasına ilişkin tasarısını geri çekmek zorunda kaldı.
Bugüne kadar Anadolu işçileri, 15 ve 16 Haziran 1970’de meydana gelen işçi direnişini ve işçileri daha fazla mücadeleye yönlendiren zaferi anıyor. Şu anda, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm ve kapitalizm için çürüme aşamasından geçerken, işçilerin kapitalist sistemi kökünden sökme mücadelelerini hızlandırmak ve yoğunlaştırmak çok önemlidir. Bu nedenle Anadolu halkıyla birlikte 15 ve 16 Haziran 1970’te meydana gelen Direniş’i anıyor, 18 Haziran 2022’de düzenlenen etkinliklerde başarılar diliyoruz. Türk işçi sınıfının ilerici mücadelesinin yanında dimdik ayaktayız.
Yaşasın Türk İşçi Sınıfının Direnişi!
Yaşasın anti-emperyalist enternasyonal dayanışma!
Teşekkürler.
yoldaşça…

Halk Kurtuluş Cephesi

*:  Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinliğe Sri Lanka Halk Kurtuluş Cephesi‘nin yolladığı mesajdır.

Bir çıkış arayanlara;

“Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.”

Sâhi, niye var kiralar, faturalar?

Uzayan kuyruklar, uzayan mesailer ve yokluklar.

Her gün gelen zamlar, adliyelerden çıkıyormuş gibi yapılan kararlar ve yalanlar. Niye varlar?

Artık bozuk parayla alınamıyor ekmek. Ve bize sunulan ya susup da bunu yemek ya da biraz daha sabredip, beklemek.

Çarkları hiç bizim için dönmeyen rant, yağma ve savaşın ekonomisidir bu.

Bir yönetenler var bir de yönetilenler, bir ezenler var bir de ezilenler, bir kanımızı emenler, sömürenler var bir de emeğiyle geçinenler.

Ve sopasını gösterenler var, yanlarında da sabredin diyenler.

Bir kurşun daha fazla atabilmek için halklara, bir umutsuz genç daha katabilmek için kervanlarına, bir kadını daha katledebilmek için ulu orta, bir kıyıyı daha açabilmek için ranta, bir işçiyi daha sömürmek için azgınca; işte onların cenneti olan dünya!

Ayan beyan ortada gerçek; beklemekle geçmeyecek!

Hepsi birliktedir. Gerçeği gizlemektedir. Saray Rejimi, direnişlerin ana gündem hâline gelmemesi, bir çıkış yolu olarak işçiler, emekçiler, kadınlar ve öğrenciler tarafından benimsenmemesi için tüm mekanizmalarıyla devrededir. Polisiyle, yargısıyla, medyasıyla, burjuva muhalefetiyle direnişleri bastırmaya, görünmelerini engellemeye çalışmaktadır.

Direnişler var ve her gün büyümektedir; direnenler var ve her gün sayıları artmaktadır. Bu kriz içerisinde gelecek, direnişlerdedir.

Direnmek bugün yaşamanın diğer adı, insanca-onurlu yaşanacak bir geleceği kurmanın adımıdır. Geleceksizlikle boğuşmak, yaşamlarımızın göz göre göre çalınmasını seyretmek istemiyorsak, direnecek ve örgütleneceğiz.

Öfkemiz, onların korkusunu büyütüyor, yönetenler korkmakta haklı: Biz birlikte kararlılıkla mücadele ettiğimizde kazanırız. Çünkü emeğin sahipleriyiz biz. Milyonlarcayız. Biz üretmezsek onların çarkları dönmez. Direnişin önemini onlar çok iyi biliyor bu yüzden. Bizim safımızda da bilmeyen kalmamalı. Herkese anlatmalıyız.

Memleketin onlarca yerinde sokağa çıkan kadınlar var.
Bir çıkış arayanlar buraya bakın;
kadınlarız, direniyoruz; biz kadınlar öldürüldüğümüzde, tacize uğradığımızda, işten atıldığımızda yan yana geliyoruz. Bunların yaşanmamasını sağlamanın ve dünyayı değiştirmenin yolu örgütlülüktür. Öfkemizi örgütlemenin, ömrü tükenmiş erkek egemen sistemi tarihe gömmenin vakti gelmiştir.

Baskıya, zulme teslim olmayan, kampüs kampüs eylemde olanlar var.
Bir çıkış arayanlar buraya bakın; öğrencileriz, direniyoruz; artık her üniversite bir direniş yeridir. Kapitalizmin tüm insanlığa vaadi daha fazla açlık, savaş, geleceksizlikken, geleceğimizi direnişle elimize almanın vakti gelmiştir.

Neredeyse direnişin değmediği havza kalmadı, grevler, işgaller, onlarca direniş, yüzlerce eylem var.
Bir çıkış arayanlar buraya bakın;
işçileriz, direniyoruz; üretmeyi bilenlerin yönetebileceğini de gösterme zamanı çoktan gelmiştir. Adeta dalga geçilerek yok sayılan milyonların var olduğunu gösterme vakti çoktan gelmiştir.

Sömürüye, aşağılanmaya ve yok sayılmaya, direnişle yanıt vermenin, örgütlenmenin, yan yana gelmenin vaktidir.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, çağırıyoruz sizi; görmeye, eylemeye, geleceğimizi ellerimizle örmeye!

Direnişlerden güç almanın, yenilerini yaratmanın, yalnız hissetmemenin, bir adım daha ileriye atmanın tek yolu örgütlenmektir.

Direniyoruz, öğreniyoruz, örgütlenerek kazanacağımız bir dünya var!

“…yalnız benimle canlanamaz bu rüya
koşmalı bir akıldan bir başkasına
sonunda bizim olanı
gerçekte kurdurtmalı

Vakit tamam!
bitmelidir saklanarak dövüşenlerin hükümranlığı.
Kalk ayağa!
Duyur arkada kalanlara
Kardeşinin fısıldadığı
Şu tok ve keskin,
Gür ve kesin
Savaş nârasını!”

22 Haziran 2022

Yeni 15-16 Haziranlara ihtiyacımız var*

Değerli dostlar,

15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümünde düzenlediğiniz etkinliği selamlıyoruz.

Bu topraklardaki sınıf mücadelesi tarihinin en önemli kilometre taşlarından biriydi 15 – 16 Haziran eylemi.

Proleteryanın görkemli eylemi, yürünmesi gereken yolu göstermişti. Bu sömürü sistemine karşı kazanmanın tek yolu , üretimden gelen gücü kullanmak, sokakları tutuşturmak, dişe diş bir mücadeleyle egemenlerin karşısına dikilmektir.

Bugün, ekonomik ve siyasi baskıların bu kadar derinleştiği, yakıcılaştığı günümüzde, yeni 15-16 Haziranlara ihtiyacımız var. Yeniden işçi sınıfının önderliğinde yükselecek kitle hareketiyle, gücümüzü göstermeye, taleplerimizi ortaya koymaya, kazanmak için direnmeye ihtiyacımız var.

Ancak bu koşulda hayat hakkımızı savunabiliriz.

Ancak bunu başardığımızda devrimin güncelliğini bütün görkemiyle ortaya koyabiliriz.

Yaşasın 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi!
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
Yaşasın Devrimci Dayanışma!

*: Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinliğe Proleter Devrimci Duruş‘un yolladığı mesajdır.

Bugünden geleceği kurmak için mücadele edenlerin, ayaklanma yolunu seçeceğini biliyoruz*

Dostlar,
KöZ olarak Kaldıraç Hareketi’nin “15-16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” şiarıyla gerçekleşen bu etkinliği coşkuyla ve devrimci duygularla selamlıyoruz.

15-16 Haziran bu topraklardaki devrimcilerin eliyle mayalanan bir işçi ayaklanmasını ifade ediyordu. Yine Gezi Ayaklanması’nda ezilenler ve emekçiler ceberrut hükümetin karşısına bir orman gibi dikildiler.

Bugünden geleceği kurmak için mücadele edenlerin, ayaklanma yolunu seçeceğini biliyor ve etkinliğinizin işçilerin, kadınların, Kürtlerin, ezilenlerin ve emekçilerin mücadelesini bu doğrultuda büyütmesi umuduyla dayanışma dileklerimizi iletiyoruz.

Devrimci selamlar.

*: Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinliğe KöZ‘ün yolladığı mesajdır.

Niye dinleyelim? İki sınıf var. Bu kadar basit işte*

Merhaba

“15-16 Haziran’dan Gezi’ye direniş ruhuyla geleceğimizi kurmaya!” şiarıyla yapılan etkinliği örgütleyenleri ve katılımcıları Kaldıraç adına selâmlıyorum.

Geçen gün eylemde yapılan bir konuşmadan tek bir şey kaldı aklımda. “Biz çoğuz” dedi konuşmacı, “eskisinden daha çoğuz, milyonlarcayız, güçlüyüz” vs.

Öyle mi gerçekten?

Ben mesela markete gittiğimde, mesela makarna almak istediğimde veyahut salça, sıvı yağ, patates hiç çokmuşuz gibi hissetmiyorum kendimi.

Ööyle duruyorum domatesin karşısında minnacık hissediyorum. Etiketlerin her biri benden çok, kira benden çok, faturalar…

Bunu bir düşünün derim.

***

Dostlar, yoldaşlar, kardeşler!

Ekmeğe mütemadiyen zam gelmesi, süte, kâğıda, elektriğe, doğalgaza… savaş ilanıdır.

Savaş, silahtan, tecavüzden, üzerine yağan bombadan çoluğunu çocuğunu canını kurtarmak için kaçtığın ve başka bir dil konuştuğundan gittiğin yerde saldırıya uğraman, aşağılanman, hatta linç edilmen mesela.

Savaş, domates dediğinde “bir mermi kaç para” yanıtını veren bir insanlıktan çıkış.

Sigaraya, çaya, una, şekere, suya, ulaşıma mütemadiyen zam gelmesi savaş ilanıdır.

Savaş ilanı, bizim, o çok olan milyonlarca olan bizim, aklımızın dumura uğratılması.

***

Seçim olacak ve seçimle bunlar gidecekmiş öyle mi?

Hangi seçim, hangi seçimle gidecek olan kim ya da ne?

Bize, seçimi bekleyin, sandıkta bunları göndereceğiz diyenlerden hangisi, üçlü, beşli, altılı masa denen zıkkımı oluşturanlardan hangisi ne vadediyor?

Hepsi ama hepsi halklara düşman, hepsi ama hepsinin eli kanlı, hiçbirinin ama hiçbirinin bizim yediğimiz ekmeğin fiyatı umrunda değil.

 

Seçim de seçim diyenler bize ne vadediyor?

Ulaşım mı parasız olacak, sağlık mı, barınma mı, eğitim mi? Temel gıda maddeleri ücretsiz mi olacak?

Bize sandık ve seçimi bekleyin diyenleri niye dinleyelim?

Hiçbir seçim sandığıyla şimdiye dek hiçbir Sabancı defolup gitmedi, hiçbir patron “sizi sömürdüm, affedin, insan değilim ben” demedi.

Niye dinleyelim?

İki sınıf var. Bu kadar basit işte.

Hiçbir Koç, hiçbir Sabancı Şok’a, BİM’e, A101’e gitmiyor.

Bizim yediğimiz ayrı.

Bizim içtiğimiz su ayrı. Bizim giydiğimiz, oturduğumuz, gördüğümüz…

Gecemiz, gündüzümüz ayrı.

Seçimmiş, sandıkmış, bu Erdoğan değil de başka biri olsunmuş. Hepsi Erdoğan bunların, hepsi. Niye dinleyelim?

Biz değiştirebiliriz ancak.

İki sınıf var; işçi sınıfı ve burjuvazi.

Biz ve onlar.

Onlar bizim devrimci önderlerimizin, Mahir’in, Deniz’in, İbrahim’in fotoğraflarından dahi korkanlar, Gezi Direnişi sendromundan mustarip olanlar, ağacın, kuşun, kadının, gencin, yaşlının düşmanları burjuva cephesi. Biz ancak birleşik emek cephesini kurduğumuzda alaşağı edeceğiz bu yağma-rant ve savaşla ayakta duran cepheyi.

Kadınlar, gençler, halklar, işçiler, işçileeer, kardeşler…

Örgütlenirsek her şeyiz, örgütsüzsek hiç.

*: Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise ve İşçi Gazetesi’nin “15 – 16 Haziran’dan Gezi’ye; direniş ruhuyla, geleceğimizi kurmaya” başlığıyla örgütlediği etkinlikte Kaldıraç Hareketi adına yapılan konuşmadır.

Saray Rejimi, savaş politikaları ve direniş

Artık açıktır, “Erdoğan diktatörlüğü”, “tek adam rejimi” hiçbir şey ifade etmiyor. Tersine, siyasal iktidarın, Saray Rejimi’nin, devletin gerçek yüzünü örtüyor, karanlıkta bırakıyor.

“Rant-yağma ve savaş ekonomisi” doğru kavranmak zorundadır. Eğer siyasal iktidar, devlet ya da Saray Rejimi, doğru anlaşılmak isteniyorsa, “rant-yağma ve savaş ekonomisi” doğru kavranmalıdır. Başka türlü, bu devlete, bu sisteme, bu iktidara karşı savaşılamaz.

“Rant-yağma ve savaş ekonomisi” üzerine yükselen bir sistemdir, Saray Rejimi.

“Rant-yağma ve savaş ekonomisi”, hem uluslararası tekellerin hem onların yerli ortakları tekellerin ortak çıkarınadır. Evet, Erdoğan ve ailesi, kendi ağzından çıkan utanılası deyimi ile “bal tutan parmağını yalar” misali, tüm ellerini, kollarını yalamakta, kasasını, ailesinin ve yakın çevresinin yedi neslini doyurmak istemektedir. Açlar ordusu gibidirler ve ne varsa yağmalamak istemektedirler ve elbette kendi paylarını da almaktadırlar. Bunu, dün, kendi çevrelerine “İslam için”, “halife de yüzde on alırdı” vb. gibi dinî motiflerin ardına sığınarak açıklıyorlardı. Artık gerekli değildir. Bu nedenle, ne bulurlarsa götürmektedirler ve birlikte iş tuttukları çetelere, karşılıklı birbirine “mecbur” olma bağları ile bağlıdırlar.

İyi ama, bu “rant-yağma ve savaş ekonomisi”, tüm tekellerin, uluslararası sermayenin, daha çok da ABD emrinde hareket edenlerin çıkarınadır.

“Tek adam rejimi”, “Erdoğan diktatörlüğü”, arkadaki bu yapıyı saklar. Oysa esas olan bu yapıdır. Bu yağma, sıradan bir yağma değildir ve ülkemiz toprakları bu yağmalara hiç de yabancı değildir. Buna rağmen, bu boyutlusuna da az rastlanmıştır.

Bu nedenle, Saray Rejimi’ni doğru kavramak gerekir.

Son günlerdeki gelişmeler, bir kere daha Saray Rejimi’ni çıplak gözlerle görme olanaklarını vermektedir.

1

Hangi yağmaya, hangi rant üretim mekanizmasına, savaş ekonomisinin neresine bakarsanız bakın, arkadaki sermayeyi görmek mümkündür.

Saray Rejimi, savaş ekonomisini sevmiştir ve bundan böyle, burjuvalar savaş ekonomisi ile ayakta durmayı hedeflemektedir. Yağma ve rant, başkalarının sofrasından aşırılmış et yemeği ise, savaş ekonomisi, bu yemeğin, daha tatlısı, kanla soslanmış olanıdır.

Uluslararası tekeller, ülkemizdeki tekeller, TC devleti, katliamları hep sevmiştir. Bu nedenle savaş ekonomisi, aynı zamanda kana susamışlıkla da paralel bir hâl almaktadır.

TC devleti, ABD’nin tetikçisidir.

Buna NATO tetikçisi de diyebilirsiniz. Sakıncası olmaz. Zira NATO, daha çok ABD örgütüdür. Ukrayna savaşında, Rusya operasyona başlayınca, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye teslim bayrağı kaldırması durumu yeterince dramatik bir biçimde ifade etmektedir. Almanya, 30 yıldır ABD egemenliğinden kurtulmak için, “Big Brother” dinlemelerini deşifre etmeyi boşuna mı yaptı? Echelon sistemini boşuna mı patlattı? Birçok ABD üssünü boşuna mı kapattı? Ama sen gel, Ukrayna operasyonu başlar başlamaz, beyaz bayrağı kaldır. Üstelik, savaşan Rusya diye propaganda ederken, beyaz bayrakla ABD’nin altına yat. İşte buna dayanarak, bugün, NATO, daha çok ABD örgütüdür diyebiliriz. ABD tetikçiliği, NATO şemsiyesi altında da yapılabilir anlamına gelir bu.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD tetikçisidir.

Bunun net olarak anlaşılması gereklidir.

Şimdilerde İsveç ve Finlandiya, NATO’ya girme kararı verip, kendi topraklarını savaş sahası hâline getirme yoluna girmişken, TC devletinin buna itiraz etmesi, elbette, bir pazarlık sürecidir. Bu tip pazarlıkların, oyun olmaktan çıkma hâlleri hep olur. Tiyatroda sahnedekiler, bir an oyuna öyle kapılırlar ki, son derece olağandışı tutumlar ortaya koyabilirler ve seyirci oyun ile gerçeği birbirine karıştırabilir. Bugünlerde her uluslararası konu, biraz kendini aşmaya eğilimlidir. Büyük savaşların arifesinde bu her zaman olanaklıdır. Bu açıdan TC devletinin pazarlık talepleri, sınırları zorlayabilir. Ama bu pazarlıkta istenen şey, Erdoğan’ın ve ailesinin korunması, seçimi tekrar kazanarak iktidardaki ömrünün artırılması desteği, ABD emri ile Suudi Arabistan’dan para aktarılması, F-35 vb. gibi şeylerdir. En önemlisi, Erdoğan’ın ve ailesinin korunmasıdır. Talepleri budur. Şimdi bu tartışmayı fazla abartıp da, ABD’nin tetikçisi midir, diye düşünmeye gerek yoktur. Öyledir ve ABD emri dışında hareket etmezler.

Gezi Davası’nda alınan mahkeme kararları, bunun bir yansımasıdır.

ABD, Saray Rejimi’ne bazı yeni görevler vermiştir. Ukrayna savaşının sonrasına denk gelmektedir. Bu görevlerin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bunların karşılığında, “içeride” istediği gibi hareket etme özgürlüğü verilmiş olmalıdır. Tıpkı 12 Eylül’deki gibi. Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesi vb. gibi görevlerle, darbeciler, içeride serbestçe davranma yetkisi elde etmiştir. Bugün de buna benzer bir durum vardır.

Gezi Davası’nın ardından Kaftancıoğlu’na tehdit misali siyaset yasağı, Barlas’ın özel istek üzerine yayınladığı makalesindeki 150’likler olayının devreye sokulmuş olduğunun kanıtıdır.

HDP’nin kapatılması bu açıdan beklenen olmaktadır. Ve bunu yaparlarken, siyaset yasağının devreye gireceğini düşünmek gerekir.

2

ABD tetikçisi olarak TC devleti, öyle anlaşılıyor ki, İran’a karşı harekete geçirilmek istenmektedir. Bu eskiden beri arzu ettikleri bir şeydir.

Yaklaşık bir aydır, Kürtlere karşı savaş tırmandırılmaktadır. Irak Kürdistanı’nda, geniş çaplı bir savaş devreye sokulmuştur. Verdikleri kayıplara bakacak olursak, savaş son derece büyük hedeflerle yapılmaktadır.

ABD emri ile, Barzani de bu savaşta TC ile yan yanadır.

Bu savaş, bir soykırım savaşı boyutundadır.

Gelişmeleri TC haber kanallarından öğrenmeyi aşamayan okuryazar takımına (OYT) önerimizdir, en azından Türkçe yayın yapan Medya Haber’i izlesinler. Bu kadarından korkmasınlar. TV izlemek hoşlarına gider elbette, ama haber almak, gerçeği öğrenmek, OYT’nin sevmediği bir şeydir. Yarı uyur vaziyette, Saray medyası ve Batı kaynaklı haberler dışında bir haber önlerine düştüğü zaman, hemen “olamaz”, “bunu doğrulamalıyız”, “yalan olmadığını nereden bileceğiz” diyorlar. Oysa Batı basınından haberler geldiğinde, hiç de öyle davranmıyorlar. Tarihe baksalar görecekler: Irak savaşı yakındır, hani kimyasal silahlar, Ukrayna savaşı ortada, artık ABD ve birçok Batı kaynaklı açıklamalar, gerçeğin farklı olduğunu itiraf etmektedir. Buna rağmen, devletten duyduklarına, medyadan duyduklarına inanırlar, ama bir Kürt’ten, bir devrimciden, farklı bir haber kaynağından duyduklarına inanmazlar. Bu nedenle özellikle söylüyoruz, Medya Haber kanalını izlesinler, belki biraz olsun gerçek onları düşündürür. Bu savaşın bir soykırım savaşı olduğunu ya da ona yakın olduğunu söylediğimizde, ne demek istediğimizi belki anlayabilirler.

Bir aydır, TC ordusu, resmî olarak Irak sınırları içindedir. Gelen ölüm haberleri, bu savaşın çok sert geçtiğini göstermektedir.

Uzun bir süredir, Kandil’e saldıracağız bahanesi ile Irak Kürdistanı’nda yerleşme hazırlıkları vardır. Kaldıraç sayfalarında, buralarda kurulan karakol gibi noktaların ABD gözetimi ile kurulduğunu, belki iki yıl önceden beri okuyanlar, durumu bir kere daha anlamalıdırlar.

Bu savaş, daha ileri hedeflere sahiptir. Ve savaş ekonomisi, bu açıdan, burjuvaların da iştahlarını kabartmaktadır.

TC devleti, hem tetikçilik görevi gereği oradadır hem de Kürt halkına karşı soykırım savaşı için oradadır. Ama aynı zamanda bu savaş, büyük kârlar getirmektedir.

Dahası, Saray Rejimi, artık savaşsız yaşayamaz hâldedir.

Nasıl ki, bazı vücutlar, uyuşturucuya bağımlıdır ve onu arar, TC devleti ve burjuvalar, savaşsız yaşayamaz hâldedirler. Biz buna, savaş müptelalığı diyebiliriz.

3

Bugünlerde Erdoğan, tüm Saray, Genelkurmay vb. dahil tüm devlet, Suriye’de yeni bir harekât başlatma üzerinde odaklanmıştır. Münbiç ve Tel Rıfat isimleri zikredilmektedir.

Gerçekte, bu propaganda, aslında Irak’taki Kürtlere karşı savaşı gizlemek için de işe yaramaktadır.

Saray Rejimi’ne muhalif olarak ortaya çıkan Kılıçdaroğlu CHP’si, bu konuda tam bir sessizlik içindedir. Erdoğan, kendisine, “teröre karşı mısın”, “sınır öteki harekâtları destekleyecek misin” diye boşuna sormuyor. CHP, bu savaşa, açıktan karşı çıkma cesaretini göstermiyor.

Tüm burjuva muhalefet, bu savaş konusunda Saray Rejimi’nin destekçisidir. Sanki, karşı oldukları Saray Rejimi’nin içerideki savaşı, bu dışarıdaki savaştan ayrı imiş gibi. Bir yandan, “tek adam” istiyor ve yapıyor, diyorlar, ama öbür yandan sıra savaşa geldi mi, hemen onu destekliyorlar. Bu açıktır.

Savaş konusunda bu denli suskunluk, sadece bu bile açık bir destektir.

Tüm işçi ve emekçileri, toplumsal muhalefeti, kadınları ve gençleri, bu savaşa karşı ses çıkarmaya çağırıyoruz. Bu savaş karşısında suskunluk, bu savaşı görmezden gelmek demektir. Kürt hareketinin her beğenmedikleri tutumunu eleştirmek için sınırsız bir atiklik gösteren solun, bugün, bu savaşa açıktan karşı çıkmaması, büyük ayıptır, suçtur.

Dahası, bu savaş konusundaki suskunluk, gerçekte, devletin savaş politikalarını desteklemek olduğu gibi, içerideki tüm uygulamalarını da bu savaştan bağımsız olarak ele alma körlüğü demektir.

Saray Rejimi’ni anlamamak işte budur.

Savaşsız yaşayamayan Saray Rejimi, savaş yolu ile ayakta durmanın yollarını aramaktadır. Savaş, yarın büyük yıkımlar getirene kadar susanlar, bu yıkımların da suç ortağı olacaktır. Tarihi katliamlarla dolu TC devletinin bugün Kürt halkına karşı devreye koyduğu savaş, en küçük bir muhalif yönü olan insanların bile görmeden geçemeyeceği bir hâldedir.

4

ABD, tüm bu savaş oyunlarında TC devletini, İran’a karşı kışkırtmaktadır. Bu nedenle, ABD’nin TC devletine verdiği yeni görevin, İran ile ilgili olma ihtimalinden söz ediyoruz. Evet böylesi bir savaş, hem İran’ın hem de Türkiye’nin yıkımı anlamına gelecektir.

Ama bunun ABD için bir kayıp olmayacağı açıktır.

Ukrayna savaşı yolu ile, ABD, Batı’yı kendi politikalarına razı etmiştir ve açık desteklerini almıştır. Avrupa, artık bir yarı varlık hâlindedir. Avrupa, kendini savaş arenası hâline getirmektedir. İki dünya savaşının ikisi de Avrupa ve bölgemizde gerçekleşmiştir. Şimdi, yeniden, dünyayı kendinden ibaret sanan Batı’nın savaş sahası Avrupa olmaktadır. Bu, ABD için en iyisi anlamına gelmektedir.

Ama aynı zamanda ABD, Ukrayna’da oyunu kaybetmektedir. Bu durumda, ABD’nin geri çekilmesini beklemek saflık olacaktır. Kapitalist dünyanın hegemon gücü olan ABD, bu hegemonyasını adım adım kaybetmektedir. Ve kaybettikçe, savaşa daha fazla sarılmaktadır. Bu doğrultuda tetikçiler aramakta, yaratmaktadır. Ukrayna’daki Neonazi yönetimi bu tetikçilerden biri idi. Polonya, bu role sokulmak istenmektedir. Bunun tarihsel temelleri de vardır. TC devleti de bu rolü çok sevmiştir. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Kafkaslarda, Balkanlarda bu rolü oynamaktadır. Şimdi, bu rolü İran için oynamaya hazırdır.

1950’lerde Menderes, kendisine Kerkük ve Musul vadedilmiş iken nasıl harekete geçmiş ise TC devleti, bugün de benzer bir tarzda hareket etmektedir. Kerkük petrolleri, burjuvazinin ağzının suyunu akıtmaktadır.

Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan (SA) ile barışması, bu görevin gereği gibi görünmektedir. Elbette bunun karşılığında bir miktar pazarlık, ülke içinden varlıklar satma ve para alma gibi bir takım ilave işler gerçekleşecektir. Ama esas olan İran’a karşı savaş hazırlığıdır. İsrail, İran içinde ABD ile ortak suikastlar gerçekleştirmektedir. Bunu da bu işin bir parçası olarak görmek gerekir. Nihayetinde Afganistan’dan taşınan askerler vb. de bunun bir parçasıdır. İran sınırından mayınların temizlenmesi süreci de bunun bir başka adımıdır.

Muhtemeldir ki, TC devletinin içinden bu savaşa karşı çıkanlar olacaktır, vardır. Zira, bu savaşın nasıl bir yıkım olacağını anlamak için, fazlaca bir deneyime, akla ihtiyaç yoktur.

Kerkük vaadi, TC devleti için, her zaman iş görecektir. 1950’lerde bunu bir kere daha yaşadık. Ayrıca Kürtlere karşı kıyım olanakları TC devletinin aklını başından almaya yetmektedir. Bu iki neden, TC ordusunun Irak içlerine doğru hareket etmesini kolaylaştırmaktadır.

Yani, hem ABD bunu istiyor hem de TC devleti buna çoktan hazırdır. Sadece ABD planı diye bakmak eksik olur.

Öte yandan, Saray Rejimi’nin devamı için, bunu bir fırsat olarak görenler de az değildir. Tüm bu faktörler, Kerkük petrolleri meselesini daha da yakıcı bir istek hâline getirmektedir.

Oysa Kerkük, İran’a karşı savaşın başlangıç noktasıdır.

TC devletinin Rusya’yı beklemede tutmak üzere NATO’nun İsveç ve Finlandiya konusunda “istemez” tutum alması da işin bir parçası olarak ele alınabilir.

İşte bu savaşı, bu boyutları ile görmek ve ele almak gereklidir. Savaş, Saray Rejimi için, bir bağımlılık gibi iş görmektedir, TC devleti savaş müptelası hâline getirilmiştir.

Ve burjuva muhalefet, bu savaşa karşı çıkmadan, içeride muhalefet edemez noktaya gelecektir.

5

İç politikadaki gelişmeleri, bu bütün içinde, savaş politikaları ile birlikte ele almak gereklidir.

Bunlara dayanarak, burjuva muhalefet, OYT ve liberal solun “kaos” çıkartmak istiyorlar yaygaraları, körlük değilse, Saray’a açık destektir, devlet politikalarına destek vermektir.

Diyorlar ki, Saray Rejimi, kaos çıkartıp, olağanüstü hâl ilan edecek.

Diyelim ki, bir gece olağanüstü hâl ilan edildiğinde, ertesi sabah daha farklı bir ülkeye uyanılmış olmayacaktır. Çünkü zaten “olağan” hâller yaşamıyoruz.

Seçimleri ertelemek ve olağanüstü hâl ilan etmek için, bir özel nedene ihtiyaç yoktur. Mahkemelerin bir tiyatroya dönmüş olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Gezi Davası’nda verilen kararlar, bir hukuk olduğunu mu gösteriyor? Gösteriyorsa bu hukuk, iç savaş hukukudur.

Her savaş, içeride bir iç savaştır.

İçeride iç savaş ile savaş birbirinden ayrı ele alınamaz.

Bu durumda, iç savaş hukukunu uygulayan bir Saray Rejimi için, hangi yasanın ne önemi vardır? Hukuk denilen şey, söylediğiniz gibi, acınaklı ifadelerle “ayaklar altında” değildir. Hukuk, iktidarın elinde bir silahtır, tıpkı polis gücü, tıpkı ordu, tıpkı basın gibi. Tümü, savaşa ve iç savaşa göre şekillenmektedir.

Kaftancıoğlu kararı, bize yasaklı siyasetçiler listesinin oluşmakta olduğunu göstermektedir. Bunun arkası gelecektir.

Büyük bir olasılık olarak HDP kapatılacak, yasaklı siyasetçiler listesi genişleyecektir. Buna sesini çıkartmayan burjuva muhalefet, ardından kendi yasaklı siyasetçileri ile karşılaşacaktır.

Ve tüm bunlara rağmen, seçimin yapılacağını düşünmek de yerinde değildir.

Eğer tüm bu yasaklı siyasetçilerle bir seçim ortaya konursa, burjuva muhalefet, seçimleri boykot etme yeteneğini mi ortaya koyacaktır?

Tüm bu yaşananlara bakarak “olağan” hâl yaşadığımızı mı iddia ediyorsunuz? Öyle değil ise olağanüstü hâl içinde olduğumuzu kabul mü ediyorsunuz?

Kaos planı diye ortaya konan şey, Saray Rejimi’nin iç savaş saldırılarıdır. Bu saldırılar, her geçen gün artmaktadır. Zaten aralıksız bu saldırılar sürmektedir. Kadınların, gençlerin, işçilerin eylemlerine saldırıları unutmayalım. Gezi Direnişi’ne dönük saldırıları unutmayalım.

Bu açıdan TİP Milletvekillerinin Boğaz Köprüsü’ne pankart asması son derece önemlidir. Kendilerini kutlamak gerekir. Direnişin simge alanı Taksim’de simge mekân AKM binasının ön yüzünde asılan pankart bu açıdan çok önemlidir.

Erdoğan’ın, “çürük ve sürtük” sözleri ile Gezi’ye katılan milyonlarca insana küfretmesi boşuna değildir.

Deniliyor ki, “bir cumhurbaşkanına bu sözler yakışmadı.” İyi ama biz bu tutumun yakışma/yakışmama hâlini ta “ananı da al” dediğinde geride bırakmıştık. Şimdi başka noktadayız. “Çürük ve sürtük” sözleri, başka bir ifadedir.

Hem Saray Rejimi’nin korkusunun ve çürümüşlüğünün kanıtıdır bunlar hem de saldırganlığın yeni boyutudur. Çürük olan Saray Rejimi’dir. Sürtük olan Saray Rejimi’nin tüm kadrolarıdır. “Sulu ve sigaraya zam yapıyoruz yine de içiyorlar” dediğinde Erdoğan, artık “yakışmayan” bir hareket etmiyor. Tam tersine, “sulu ve kuru” konusunda uzman bir yönetici olarak kendine yakışır vaziyette konuşuyor. “Çürük” ve “sürtük” konusunu da Saray’dan biliyor.

Mesele Saray Rejimi’nin kaos planı değildir. Mesele, burjuva muhalefetin ciddiyetsiz muhalefetidir. “Saygın” muhalefet, susmak mı demektir? “Edepli muhalefet”, evde kalın ve seçimi bekleyin mi demektir? Sert muhalefet, Gezi kararı sonrasında kızgın ifadelerle yetinmek midir, Kaftancıoğlu kararının ardından Bursa mitingini İstanbul’a çekmek midir?

Böylesi bir muhalefetin peşine takılmak, aslında işçi sınıfı için ölümdür, kendi iradesini reddetmektir, Gezi’den bu yana sürmekte olan direnişi bir çizgi olarak yükseltmeyi reddetmektir.

Burjuva muhalefet, Erdoğan’ı çekilmeye ikna etme isteğindedir. Oysa bu, cennetini kaybetmeyi beklemek olur. Bunu yapmasını beklemek ahmaklık değilse, Erdoğan’a destek değil midir? Devlete zarar gelmesin politikasıdır bu.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ne açık ve net bir tutum almaktan çok uzaktır. Burjuva muhalefet, gelişmekte olan direnişten korkmaktadır. Bu direnişin dalgalarının kendi boylarını aşmasından korkmaktadırlar.

Kılıçdaroğlu’nun SADAT önüne gitmesi, bir adımdır. Kılıçdaroğlu’nun çok bilinen bir konu olduğu hâlde, ABD’ye vakıflar üzerinden aktarılan paraları açıklaması önemlidir. Bu iki adım, CHP ile Saray Rejimi arasındaki anlaşmayı aşan adımlardır. Bu açıdan değerlidirler. Ama ne SADAT tektir ne de aktarılan paralar, yağma, rant ve savaş ekonomisi, ABD’ye aktarılan paralardan ibarettir. Bunu CHP ve burjuva muhalefet bilmektedir. Bu konuda atması gereken adımları bile atmaktan geri durmaktadırlar. Bu adımları atmamış olsalardı, muhtemelen İmamoğlu da yasaklılar listesine eklenmiş olacaktı.

Kılıçdaroğlu “demokrasinin bize sağladığı tüm imkânları kullanacağız” demektedir. İyi ama hangi demokrasinin? Eğer demokrasi bir “varlık” idiyse, o varlığın öldüğünü ve cenazesinin defnedildiğini görmeyenlerin, yapacağı ne olabilir?

Sormak gerekir, Kılıçdaroğlu, acaba “demokrasi” size devrimci muhalefeti susturma, işçileri evlerinde kalmaya davet etme, kaos planlarını açıklamak yerine onlarla halkı korkutma imkânları mı sağlıyor?

Bir basın açıklamasının bile büyük saldırılara maruz kaldığı bir ülkede, hapishanelerin dolduğu bir ülkede, sıradan bir hak arama eyleminin TOMA’larla, gazlarla yanıt bulduğu bir ülkede, basının susturulduğu bir ülkede, size sadece konuşma imkânı mı veriyor? Sizce, bu nereye kadar bir imkândır? “Demokrasi” size anayasal hakların kullanılmasını bastıranlara karşı, sakın bir şey yapmayın deme imkânı mı veriyor?

6

İşçi ve emekçiler, içinde yaşadıkları çekilmez hâle gelmiş yaşamı yeniden kurmak için, burjuva egemenliği yıkmak görevi ile karşı karşıyadır. Bunun olanakları da vardır. Elbette, bu bir güç sorunudur. Ama güç, CHP kuyruğuna takılarak elde edilemez.

Ülkemizde her gün kadınlar öldürülmektedir.

Ülkemizde her gün intiharlar söz konusudur.

Ülkemizde her gün çocuklara cinsel saldırılar gerçekleşmektedir.

Ülkemizde her gün insan aklına dönük saldırılar gerçekleşmektedir.

Ülkemizde doğa, insan emeği yağmalanmaktadır.

Ülkenin her yanında savaş politikaları ile yaşam yok edilmektedir.

Her gün yeni zamlarla hayat çekilmez hâle getirilmektedir.

Tüm bunlara dur demenin tek yolu, direniştir.

Kadınların, gençlerin, işçilerin direnişleri bir yeni yoldur.

Evet bu direnişler henüz yeterince örgütlü değildir. Henüz yeterince birbiri ile bağlantılı değildir.

Bu örgütlülük bir ihtiyaçtır.

Bunun yolu, işçi sınıfının kendi devrimci sosyalist çizgisidir. Bunun yolu, işçi sınıfının devrimci çizgisini öne çıkartacak, örgütlenmeyi geliştirecek Birleşik Emek Cephesi’dir.

Egemenler, tüm güçleri ile, tüm olanakları ile açıktan saldırmaktadır. Öyle tek bir yerden, tek bir alandan bu saldırıyı püskürtmek ve devrimi örgütlemek mümkün değildir. Tersine, işçi sınıfının bu saldırılara karşı, bir bütün olarak, her yerde ve tüm alanlardan direnişi geliştirmesi gereklidir. Hem gereklidir hem de olanaklıdır.

Egemenler, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri köleler hâline getirmek istemektedir. Gezi Direnişi ile başlayan süreç, bu gidişe bir cevap olmuştur. Şimdi bu direnişi geliştirmek, örgütlü hâle getirmektir görev.

Egemenler, kendi iktidarlarını seçimlerle vermezler.

Saray Rejimi, seçimlerle ortadan kaldırılamaz.

Saray Rejimi, daha köklü bir örgütlenmedir. Bunu görmek ve anlamak gerekir. “Rant-yağma ve savaş ekonomisi”ne açıktan savaş açılmadan, bir muhalefet yapılamaz.

Bunu yapabilecek tek güç, devrimci işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfının içinde gelişen direniş, daha da büyüyecektir. Sırada, büyük çaplı işten çıkartma dalgaları vardır. Sırada, işçi ücretlerinin daha da düşürülmesi vardır. Sırada daha ağır vergiler ve zamlar vardır. Ve tüm bunlara işçilerin tepkileri daha da büyüyecektir.

Bu nedenle, işçi sınıfının kendi sınıf çizgisini, kendi bağımsız çizgisini ortaya koyması, bunun için Birleşik Emek Cephesi’nde birleşilmesi büyük önemdedir.

İşçi sınıfı devrimcileşmek, toplumsal muhalefet daha örgütlü hareket etmek zorundadır.

İşçi sınıfı, siyaset sahnesine, kendi sınıf politikaları ile çıkmak, buna uygun örgütlenmeler geliştirmek zorundadır.

Bunun olanakları vardır.

Elbette görmeyen gözden daha körü yoktur. Niyeti devrimci mücadeleye katılmak, gerçekten bir mücadele yürütmek olmayanların, seyirci koltuklarından, bu olanakları görmesi, direnişi anlaması mümkün değildir. Dünyayı, sistemi değiştirmek için yola çıkmayanların, gelişen direnişi anlaması mümkün değildir.

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...