Ana Sayfa Blog Sayfa 67

Kaldıraç dergisinin Kasım sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Kasım sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri siyasidir. Bunların hepsi siyasal cinayetlerdir. Bunların hepsi, tekellerin, parababalarının, devletleri eli ile Saray Rejimi eli ile uyguladığı devlet terörünün bir parçasıdır. Kürt halkına nasıl kimyasal silahlarla saldırıyorlarsa, bunu yapan aynı devlettir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Yaşamak pahalı ama can ucuz

IŞİD çetelerini destekleyen, onlara silah, eğitim ve lojistik destek veren bir devlet, kimyasal silah kullanmaz nasıl diyebilirsiniz?

Turnusol kâğıdı, renk değiştiriyor. Demek oluyor ki, burjuva muhalefet tamamen, sol liberaller, liberal solcular, ulu-solcular, hepsi asidiktir. Hepsi, savaş konusunda Saray Rejimi’nin destekçileridir. İşte size “helalleşme” pratiği. Asidik bir helalleşmedir bu.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Turnusol kâğıdı: Savaş politikaları karşısında tutum

Tüm bu savaş süreci dünyada, sisteme karşı toplumsal muhalefeti de geliştirecektir.

Kapitalist dünya ekonomisi 2008’de başlayan krizi atlatmış değildir. Krizin daha da ağırlaştığı açıktır. Önümüzdeki yıllarda, bu kriz daha da ağır bir biçimde etkilerini gösterecektir. Bu durumun, emperyalist metropollerde sınıf savaşımının şiddetlenmesine neden olacağı açıktır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Savaşta yeni durum ve sosyalist devrim yüzyılı

Devletten korkma ile, devlet içinde ‘iyi’ adam arama, birbirinin ikizi olarak ortaya çıkıyor. Korktukça kendine güvenemeyenler, bir ‘kurtarıcı’ arıyorlar ve bu elbette egemenin içinden ‘anlayışlı’ bir kişi olabiliyor. Bu hayali durum, gerçekmiş gibi kitlelerin çıkış yolu, umudu olabiliyor.

Bu süreci besleyen ise, aslında devlet hakkındaki hurafelerdir.

Bugünlerde, birçok olay, en çok da ‘seçimler’ üzerine süren tartışmalar, bu hurafeleri yeniden gündem hâline getirmektedir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Devlet hakkında hurafeler

Bu üç gelişme, aynı dönemde, peş peşe devreye sokulmuştur. İlkini, “muhalefet” yani Kılıçdaroğlu devreye sokmuştur. İkincisini ise Erdoğan. Üçüncüsü doğrudan Saray Rejimi tarafından parlamento devreye sokularak gündeme alınmıştır. Rastlantı mıdır?

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Başörtüsü “yasası”, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, modern Takrir-i Sükûn Saray Rejimi’ni güçlendirme programı

Ayrıca dergimizin bu ayki sayısında birçok röportaj bulunmakta. Kanber Saygılı, Kamil Kartal, Dr. Fathi Al-Fadl, Wasantha Samarasinghe, İran İnşaat İşçileri Meclisi ve Okay Deprem ile yaptığımız röportajları isimlerin üzerine tıklayarak ve sitemizde yeni açılan “Röportajlar” bölümünden okuyabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 256 / Kasım 2022
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ve WhatsApp’tan 0539 840 51 56’a ulaşabilirsiniz.

Turnusol kâğıdı: Savaş politikaları karşısında tutum

Biliniyor, turnusol kağıdı diye bir kâğıt var. Turnusol kâğıdı, asit ve bazı ayırmak için kullanılıyor. Aslında işin temelinde boya var. Bu mavi renkte bir boyadır ve bazı bitkilerden elde edilir. Boya, asit etkisi ile kırmızıya, bazların etkisi ile ise maviye dönüşüyor. Kâğıt bu boya ile boyanınca, maddenin asidik olup olmadığını anlamak için kullanımı kolaylaşıyor.

Turnusol kâğıdı, günlük dilde de kullanılıyor. Bir olayın, mesela doğru ve yanlış karar vermeyi ölçmesinde çok önemli olması durumu gibi. Mesela “bu konuda alınacak tutum, turnusol kâğıdı etkisine sahiptir” deriz.

İşte bugün, Saray Rejimi koşullarında, dünyanın bu coğrafyasında, savaş politikaları karşısında alınacak tutum, insanın hangi saftan olduğu konusunda belirleyici bir gösterge oluyor.

Ülkemiz solunun ve sözüm ona muhalefet olan burjuva partilerinin savaş karşısındaki tutumu, tam da böyledir.

Sadece dışarıdaki savaştan söz etmiyoruz. O da var tabii.

Değil mi ki, her savaş bir iç savaştır. Öyle ise içeridekini de hesaba katalım.

Bize göre, ülkenin sadece Kürt illerinde değil, batısında da bir iç savaş sürmektedir. Ama biliyoruz, bizim bu tespitimize katılmayanlar var. Onlara göre, Saray Rejimi, işçi ve emekçiler sokağa çıksın diye bekliyor ki “iç savaş” çıkartsın. Oysa bize göre zaten bir iç savaş yaşanıyor.

Onlara göre, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin sokağa çıkmasını isteyen Saray Rejimi var, çünkü bu sayede “olağanüstü hâl” ilan edecekler. Oysa, sokağa çıkan herkese saldırmalarına bakılırsa, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin sokaklara taşmasını hiç de istemiyor gibiler. Ve dahası, bize göre, zaten “olağanüstü hâl” içinde yaşıyoruz. Yoksa bu hâl, “olağan hâl” midir?

Bunu yine tartışacağız.

Ama, Kürt hareketi ile bir savaş sürdüğü konusunda galiba herkes aynı fikirdedir. Kimisine göre PKK terör örgütüdür, bize göre ise devletin kendisi bir terör örgütüdür. Ama herkes ortada bir savaş olduğu konusunda hemfikirdir.

İşte bu savaş konusunda tutum da dahil edilerek, savaş konusundaki tutumun bir turnusol kâğıdı olduğunu iddia edebiliriz.

Hatta bu turnusol kâğıdı, savaş karşısındaki tutum, hemen her gün karşımıza bir sınav olarak tekrar tekrar çıkmaktadır.

Mersin’de, PKK, bir eylem gerçekleştirdi. PKK, bu eylemin, kendilerine karşı kimyasal silah kullanımına son verilmesi için bir uyarı olduğunu açıkladı. Biliniyor, Mart 2022’den beri yoğun bir biçimde TC ordusu kimyasal silahlarla saldırmaktadır. PKK kaynakları 40’ın üzerinde gerillanın, bu kimyasal silahlarla öldüğünü söylüyor (Bu arada ordunun kaybının bin kişiden fazla olduğu konusunda bilgiler ortada dolaşıyor). Kimyasal silah kullanımı ile ilgili, dünya basınına da yansıyan görüntüler, videolar vb. de var.

Ama, Mersin’de gerçekleştirilen eylemden sonra, birçok grup, kişi, örgüt, PKK’nin bu eylemini “lanetleme” yarışına girişti.

Oysa bunlardan hemen hemen hiçbiri, Mart 2022’den beri yoğunlaşan kimyasal silah kullanımı konusunda “devleti uyarma, lanetleme” tutumu içine girmediler.

Siz, örnek olsun, Kürt sorununun çözümünü barış içinde gösteriler, seçimler vb. yolu ile yürütülecek bir mücadeleye bağlı görebilirsiniz. Diyelim ki sizce yasal mücadele ile Kürt sorunu çözülecek. Kabul edelim ki, bu durumda dahi siz bir Kürt sorunu olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Öyle ise, bu sorunun niteliğini ortaya koymanız gerekir.

6-7 Eylül olaylarını hatırlayın, 16 Mart katliamını, Sivas katliamını hatırlayın, Çorum ve Maraş’ı, 1 Mayıs 1977 katliamını hatırlayın, Roboski’yi hatırlayın, işkencehaneleri hatırlayın, Suruç katliamını ya da Ankara Garı katliamını hatırlayın. Saymakla bitmez. Soma’da madende ölen, onlara göre 301 bize göre 700’ün üstünde kişinin cinayetini hatırlayın. Sizce, böylesi bir devlet geleneği ile hangi sorunu çözebilirsiniz?

Bir teğmen var. Kendisi “ulusalcı”lıktan geliyor. Bizim ulusal-solcularımıza ya da müsaade ederlerse ulu-solcularımıza soracak olursak, son derece gerekli bir değerdir “ulusalcılık”. Teğmenimiz de bu cenahtandır. Devletin bir kanadının diğer kanadına karşı başlattığı operasyonlarından birinin mağduru teğmen, birdenbire AK Partili oldu. Her şeyin reisi, hakarete uğrama konusunda dünya rekorunu kıran Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini kabul töreninde, teğmene, kaç çocuğu olduğunu soruyor. Bir çocuk yanıtını alınca, “PKK’ye bak, 5-10-15 çocuk yapıyorlar” dedi. Gördünüz mü kafayı? İşi çözmüş, PKK’nin taktiğini kavramış, 5-10-15 çocuk yapıp, bu çocukları zorla savaşçı yapacak, kendisi öyle yapıyor ya, oradan da çoğunluğu sağlayıp, ülkenin nüfus dengesini değiştirecek. İşte PKK’nin taktiğini en iyi kavrayan cumhurbaşkanı budur. Bu dil ve bu kafa ile, nasıl bir çözüm ortaya çıkartabilirsiniz? Tabii, barışçıl çözümden söz ediyoruz.

PKK, bugün silah bıraksa, ertesi gün, o kimyasal silahlar, tüm Kürtlerin üzerine yağmaya başlayacaktır.

Büyük reis ve dünya liderimiz, derin tarihsel bilgilere sahiptir ve buna dayalı olarak “affedersin Ermeni” demektedir. İşte size kafa, işte size devlet tutumu.

Uzatmayalım, siz tüm bunlara rağmen, barışçıl bir Kürt sorunu çözümü önerebilirsiniz. Kabul, ama bu durumda dahi, bir Kürt sorunu var demiş oluyorsunuz.

Bir sorun varsa, elbette, bu soruna ilişkin birden fazla çözüm de olacaktır. Kürt halkının büyük çoğunluğu, bu çözümü, PKK’nin mücadele yolunda görmektedir. Bu nedenle, Reis, Kürtler 5-10-15 çocuk yapıyor demek yerine, PKK 5-10-15 çocuk yapıyor demektedir.

Siz, bir savaş ilan etmişsiniz. İçişleri Bakanı, uyuşturucu paralarını saymaktan, uyuşturucu ve suç örgütü liderleri ile fotoğraflar vermekten, sigorta poliçesi kesen printer’ın sesini müzik olarak dinlemekten kalan zamanında, PKK’lilerin ayakkabılarını saymaktadır. Buna göre, zaten 200’ün altında PKK’li kalmıştır. Her ölen Kürt gencini terörist ilan etmektesiniz. Ve tüm bu savaşı daha da tırmandırmak adına, ABD ve AB’yi de arkanıza alarak, kimyasal silah kullanmaktasınız. Ve tüm bunlar olunca sesini çıkartmayan “aydın”larımız, OYT, bazı sol çevreler, Mersin’de eylem ortaya çıkınca, bunu kınamak için harekete geçmektedirler.

12 Eylül döneminde, Murat Belge, birçok yere gider, küçük paneller yapardı. Bu panellerde Belge, hapiste, işkencede olan devrimcileri eleştirmek için sınır tanımaz bir özgürlüğe sahip idi. Ama onun bu eleştirileri, kısa süre sonra tepki çekmeye başladı. İnsanlar, bu devrimcilerin eylemlerini övmenin suç olduğu bir ortamda, onların arkasından bu biçimde atıp tutmaya, eleştiri demekten geri durmaya başladılar. Öyle ya, içeridekileri öven, suçu övmekten tutuklanacak, ama onlara söven, “eleştiri” yapmış olacak. Ne âlâ değil mi? İşte insanlar bir süre sonra bu panellere katılmaz hâle geldiler. Belge de bu panelleri sonlandırmak zorunda kaldı. Belge, 12 Eylül savunucusudur. Bundan kurtulamaz.

Oysa ahlâken, suçlu ilan edilmiş birisini savunmak bir suç ise, ona küfretmekte biraz olsun tedbirli olmanız gerekir. Erdoğan’ı eleştirmenin suç olduğu bugün, ona direkt veya dolaylı övgüler düzmek, ahlâkî açıdan, o ölçüsüz övgüler kadar sorunlu görülmelidir.

Bu ilkeyi PKK’nin eylemlerine de uygulamak mümkündür. Siz, Suruç katliamına, siz Ankara Garı katliamına, siz Kuzey Irak’ta PKK’nin gerillalarının bulunduğu alanlarda kimyasal silah kullanımına karşı bir ses çıkartmıyorsanız, bari devleti destekleyecek adımlar konusunda da biraz efendi olmayı deneyin. Yoksa sizin Ahmet Hakan’dan, sizin Nagehan Alçı’dan, sizin Mehmet Barlas’tan bir farkınız kalmaz.

Diyelim ki Filistin meselesini ele alalım. Örnek bu olsun. Bu sorunu da siz, “barış” yolu ile çözmek istiyor olabilirsiniz. Mesele değil. Ama Filistinli bir çocuğun elindeki taşı ve molotofu kullanmasına “terör” diyemezsiniz.

Eğer siz Filistinli çocuğun eylemini eleştirmekle işe başlarsanız, İsrail’in saldırılarını aklamış olursunuz. Bugün de olan budur.

Bu sadece Filistin söz konusu olunca doğru olmuyor.

Dünyanın başka bir coğrafyasına bakıp, orada “doğru ve haklı”dan yana tavır almak kolaydır. İyi ama, yaşadığınız yerde, savaş karşısındaki tutumunuz nedir?

Her yerde yalan söyleyen Saray Rejimi var. İşsizlik rakamları yalandır. Enflasyon rakamları yalandır. Yolsuzluklar konusunda yalan söylüyorlar. Hırsızlıkları konusunda yalan söylüyorlar. Hırsızların, rantçıların, savaş ekonomisini ayakta tutanların doğru ve haklı ile, gerçek ile ilişkileri ne olabilir ki? Tüm bu konularda yalan söyleyen bir devlet, “kimyasal silah kullanmıyorum” derse doğru mu söyler?

IŞİD çetelerini destekleyen, onlara silah, eğitim ve lojistik destek veren bir devlet, kimyasal silah kullanmaz nasıl diyebilirsiniz?

Turnusol kâğıdı, renk değiştiriyor. Demek oluyor ki, burjuva muhalefet tamamen, sol liberaller, liberal solcular, ulu-solcular, hepsi asidiktir. Hepsi, savaş konusunda Saray Rejimi’nin destekçileridir. İşte size “helalleşme” pratiği. Asidik bir helalleşmedir bu.

Şimdi, bir kere daha, Libya savaşını düşünün. Neden burjuva muhalefet, bu “fetih” ruhunu desteklemektedir? Neden muhalefet, Suriye savaşını, Suriye’deki işgalci konumu desteklemektedir? Neden muhalefet, Irak’ta ABD operasyonları da içinde, her türlü savaşı desteklemektedir? Bunları anlamak zor mudur?

Rant-yağma-savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin ekonomi politikasıdır. Buna karşı çıkmadan, rüşvete, ihalelerdeki suistimallere, yolsuzluklara, hırsızlıklara karşı çıkmak mümkün değildir.

Saray Rejimi, bir savaş müptelasıdır.

Uyuşturucu cenneti hâline getirilmiş bir ülkede yaşıyorsunuz. Artık burada bu uyuşturucu, en tepeden başlayarak büyük bir çürüme hâlinin de ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çürüme, tüm yapıyı sarmıştır. Herkes yağmadan, ranttan, savaş ekonomisinden, başkaları kendisinden fazla pay alıyor diye cırlamaktadır. Buna da eleştiri demektedir. Burjuva muhalefet, bunun üzerine yaslanmıştır.

Hayatı üreten işçilerin, emekçilerin emeği, tümü ile, çetelere, zenginlere, parababalarına, tekellere, bankalara aktarılmaktadır. Elbette, komisyoncu başı olarak Erdoğan ailesi bundan payını almaktadır. Ama bu çarka karşı durmadan, bu sistemi parçalamadan, bir çıkış yolu da yoktur.

Saray Rejimi, her şeyini savaş politikalarına dayandırmaktadır.

İçeride ve dışarıda savaşı tırmandırmak, onlar için bir ihtiyaç, bir zorunluluk hâlindedir. Bu nedenle, ülkenin işçi ve emekçilerine karşı açık bir saldırganlık devrededir. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin tümü, Saray Rejimi, TC devleti için birer düşmandır. Saray Rejimi, sadece Kürt halkını değil, tüm işçi ve emekçileri, tüm halkları düşman olarak görmektedir. Davranışları da buna uygundur. İçeride şiddeti bu nedenle sürekli tırmandırmaktadırlar.

Bu aynı zamanda dışarıda savaş çığırtkanlığı ile bağlıdır.

Saray Rejimi, TC devleti, bir ABD tetikçisidir ve bu yolda dünya çapında sürmekte olan Batı güçlerinin paylaşım savaşımında bir rol almış bulunmaktadır. ABD tetikçiliği, Saray Rejimi eli ile, sorunsuz uygulanabilmektedir. Bu nedenle, yeni bir rejim organize etmişlerdir. Parlamentoyu devre dışı bırakmışlardır, siyasal partileri yok etmişler, tabela partisi hâline getirmişlerdir. Hukuk, bugün artık, iç savaşın bir parçası, devletin elinde bir silah olarak devrededir. Artık, tüm maskeler inmektedir.

ABD ve AB desteği ile, NATO mekanizmalarının desteği ile, bugün bölgemizde kimyasal silah kullanılmaktadır. Bu kimyasal silahlar, yarın daha geniş bir alanda da kullanılacaktır.

Bunları, bu savaş politikalarını, ulusal değerler maskesi altında onaylamak, tam olarak Saray Rejimi’nin yedeği hâline gelmektir.

Bu yolla muhalefet yapılamaz.

Bu yolla, Saray Rejimi’ni bir seçime zorlamak mümkün değildir.

Halkı, işçi sınıfını, kadınları ve gençleri, seçimlere kadar sessiz, evlerinde kapalı tutma girişimi, Saray Rejimi’nin baskı ve şiddetine, copuna ve TOMA’sına, gazına ve her türlü saldırganlığına açık bir destektir.

Daha dün, maden ocağında ölenlerin ardından, “kader” nutukları atanlarda “insanî değer” aramak, boşuna bir çabadır. Hiçbir yasayı tanımayan bir iktidardan seçimle ilgili süreçlere uymasını beklemek boşunadır. Kürt gençlerinin üzerine kimyasal silah atanların Kürtlerden oy alma hesapları yapması, ancak daha büyük şiddet ve katliam politikaları ile “olanaklı”dır. İçişleri Bakanı hiç utanmadan, bir beş yıl daha kayyum atasak, halk bize alışır demektedir.

Saray Rejimi, her türlü yol ve araçla, halkı, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri ölüme mahkûm etmekte, onları açıkça esir almak istemektedir. Bu esareti, Batı değerleri savunması ile, NATO’ya bağlılıkla örtme işi burjuva muhalefete, bazı “aydın”lara verilmiştir. Sol içinden bu örtme işinde görev almak isteyenlerin, bunu “ulusalcılık” ile açıklamaları boşunadır.

Artık, cepheler nettir, savaş açık ve çıplak bir hâl almıştır.

İki sınıfın savaşımıdır bu.

Hem ülkemizde hem de dünya çapında.

Bu savaşta “orta yer” yoktur.

Orta yolculuğu “yüksek değer” olarak sunmak, devletin tüm pis işlerini örtme girişimidir ve uzun süre etkili olması mümkün değildir.

Örnek mi, bakınız Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan vb. tüm uğraşlarına rağmen, bir rotada Saray Rejimi’ni destekleyecek bir çizgi bulamamaktadırlar. Bir gün söylediklerini, ertesi gün yutmakta, ertesi gün söyledikleri birkaç gün öncesi söylediklerini yalanlamaktadır.

Gökyüzünde yıldızların dizilişine, ayın büyüklüğü ve şekline, kahvenin telvesine bakarak, üç vakte kadar “iyi günler” beklemek, kendini kandırmaktır. Bu beklentileri siyasal bir yol hâline getirmek ise, tam olarak halkı kandırma girişimidir. Falcılara değil, sisteme karşı açık ve net bir mücadele çizgisini örgütleyenlere ihtiyaç vardır.

Çıkış yolu, devrimci mücadele yoludur.

İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin kendi kaderlerini, kendi geleceklerini yazma olanağı vardır. Bu, örgütlü direniş yoludur.

Güzel günler elbette gelecektir. Bu topraklar bir devrime gebedir. Bu devrim, yerin altından gelmektedir ve mücadele etmeden, emek vermeden, bedel ödemeden bu mücadele yürütülemez. Gerçek budur.

Savaşta yeni durum ve sosyalist devrim yüzyılı

Eylül ayının son günlerinde, Donetsk, Lugansk, Herson ve Zaporojye bölgelerinde halk referandumla, Rusya’ya katılma kararı aldı. Referandum sonuçlarının en düşük evet çıktığı yer Herson ve yüzde 87. Zaporojye’de evet yüzde 93’ün üzerinde iken, diğer iki bölgede, evet oyları yüzde yüze yaklaşıyor (98 ve 99).

Donetsk ve Lugansk, önceden bağımsızlıklarını, “halk cumhuriyeti” isimleri ile ilan etmiş yerlerdi.

Putin, geniş bir açıklama ile, bu bölgelerin Rus toprağı hâline geldiğini, böylece bu bölgelere yapılacak saldırıların Rusya’ya yapılmış saldırılar olacağını duyurmuş oldu.

1

Birincisi, bu savaş, gerçekte Rusya-Ukrayna savaşı değildir. Bu savaş, NATO tarafından iradesi teslim alınmış, 2014’ten bu yana halkı katleden bir Neonazi iktidarın egemen olduğu Ukrayna kullanılarak, Rusya’ya karşı bir savaştır.

Eğer öyle ise, ABD-İngiltere başta olmak üzere NATO ile Rusya ve arkasında Çin arasında bir savaş ise, denilebilir ki, bu savaşın bugün odaklandığı, yoğunlaştığı yer Ukrayna’dır. Ukrayna’da sıcak çatışmaya dönüşen bu savaş, eğer bir ABD-İngiltere ekibinin başını çektiği, Rusya ve Çin’e karşı, bu iki ülkenin sömürgeleştirilmesi savaşı ise, bu savaşın, daha en başında olmasak da, başında olduğumuzu söyleyebiliriz.

Ukrayna sürecinin ardından ABD’nin Tayvan’a dönük hamleleri, aslında bunu doğrulamaktadır.

Benzer biçimde, Kafkaslarda yaratılmak istenen çatışmalar da bunun içindedir.

Tacikistan sınırından, Taciklerin başlattığı saldırılar da bunun bir parçasıdır.

Öyle ise, bu savaşın, mantığını anlamak gerekir, öncelik bundadır.

2

Savaş, bir yandan, ABD hegemonyasını zorlayan gelişmelere ABD’nin tepkisi olarak da ele alınabilir. Ama bu noktayı geçmişe benzemektedir.

Şöyle ki; ABD hegemonyasının net olarak başladığı tarih, II. Dünya Savaşı sonrasıdır. 1945 ve sonrası demek doğrudur. ABD, İkinci Dünya Savaşı’nda, tüm emperyalizm adına, SSCB’ye saldıran Almanya’nın yenilgisinden en az zararla çıkmıştı. Fransa, Nazi işgalini, ne kadar anlaşmalı olsa da yaşamıştı. İngiltere az ya da çok tahribatla karşılaşmıştı. Japonya, savaşı bitiren anlaşmanın hemen ardından iki kentinde nükleer bombaların patlaması ile büyük moral çöküntü yaşamıştı. Ama ABD, uydurma bir Japon saldırısı sayılmazsa, hiçbir zarar almamıştı. Ve savaşın sonunda tüm Nazi artıklarını toplayarak, kendi hegemonyası için yol döşemeye girişti.

Hegemonya lafla olmaz. Salt psikolojik bir şey değildir. Hegemonya için fizikî güç gerekir. ABD hegemonyasının kurumları, NATO, IMF, Dünya Bankası ve Bretton Woods anlaşması idi. Bu son anlaşma ile ülkelerin paraları dolara, dolar ise altına endeksleniyordu. Böylece, ABD, adına Batı dünyası denilen kampın hegemon gücü oluyordu. İngiltere eski hegemonyasını, bu tarihten itibaren tamamen kaybetmiş oluyordu.

ABD hegemonyası dediğimiz zaman, ABD’nin kapitalist dünyadaki hegemonyasından söz ediyoruz demektir. Yoksa SSCB, Çin, Küba gibi sosyalist ülkeler, Doğu Avrupa üzerinde bir hegemonyasından söz etmiyoruz.

Sweezy ve Baran, ABD ekonomisi ve tekelcilik üzerine yaptıkları çalışmalarda, aslında bu ABD hegemonyasının ekonomik anlamda yolun sonuna geldiğini ta 1970’lerde yazmışlardı. Nitekim 1971 krizi bunun ifadesidir de. Vietnam yenilgisi, ABD’nin tüm savaşı karşılıksız para basarak finanse etmesi, aslında Batı kampı içinde bir hayli sorun olmaya başlamıştı. ABD’nin petro-dolar hamlesi, tüm petrollerin dolarla satılması ve dolarların da ABD bankalarında tutulması uygulaması bu krize bir “çözüm” oldu. Hatta o güne kadar İngiliz kuyusu gibi işlev gören Katar’ın ayrı bir ülke hâline gelişi de bu tarihlere rastlar.

Hegemonyanın çözülmesi, anlaşılacağı üzere, öyle tek yanlı bir süreç değildir. Yani, bir kere çözülüş başladı mı, kendiliğinden hızlanarak sürer denmez. Evet sürer, ama karşı hamlelerle de bu süreç yavaşlatılabilir.

Elbette ABD hegemonyasını zorlayan, ekonomik anlamda zorlayan, Japonya ve Almanya idi. Her ikisi de, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına göre silah üretmeleri yasaklanmış ülkelerdi. Silah ve ordu, askerî alan, bu iki ülkede de daha çok ABD kontrolü ile denetleniyordu. Bu ABD kontrolü ortadan kalkmadı. Ama bu iki güç, siyasal alanda yansıması çok olmayan ekonomik gelişme ile ABD hegemonyasını sarsmaktaydı. 1980’lerde, Çin’in bazı bölgelerinin uluslararası sermaye yatırımlarına açılması ile, ABD tekelleri, öncelikle Çin’e akmaya başladılar. Kâr oranlarını korkunç yükselten düşük maliyetli emek süreçleri, bir süre sonra, tüm uluslararası tekellerin ilgisini çekmeye başladı. 1990’lara gelindiğinde, SSCB çözülmeden bile, Çin neredeyse Batı’nın fabrikası hâline gelmişti.

SSCB çözülünce ABD, kapitalist dünya üzerindeki hegemonyasını, tüm dünya üzerindeki hegemonyaya çevirmek için hamle yaptı.

Ama artık, SSCB çözüldükten sonra, emperyalist dünyanın diğer güçlerinde de bu hegemonyayı kırma eğilimi güç kazanmaya başladı. Almanya, Japonya, her ikisi ABD kontrolünü azaltmak için harekete geçtiler. Bazı üslerin kapatılmasını sağladılar vb.

1990 sonrasında, dünyanın yeniden emperyalist güçler arasında paylaşımı savaşımı gündeme geldi. Almanya, Doğu Avrupa’da ciddi bir etki alanı yarattı. ABD, NATO güçleri ile Yugoslavya’yı parçalayarak, Avrupa’nın ortasına askerî güçlerini yerleştirdi. Böylece Almanya’da kapanan üslerin yaratacağı riskleri azaltmış oldu.

ABD, hegemonyasını sürdürebilmek için, bugün Rusya’yı ve Çin’i sömürge hâline getirmek istiyor. Ukrayna savaşı, uzun süredir bunun için devrededir. 2014’ten bu yana bu plan sürdürülmüştür ve ABD, tüm Batı’yı, son Biden yönetimi ile arkasına alma adımlarını atmıştır. Suriye savaşında Rusya’nın devreye girmesine karşılık, Ukrayna hamlesi ile ABD, tüm Batı’yı, özellikle de AB’yi yeniden kontrolüne almayı başarmıştır.

Ukrayna ve Tayvan hamleleri, aslında Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirme planlarının bir devamıdır.

Putin, dört bölgenin referandumlarının ardından yaptığı konuşmada, SSCB’nin dağılmasına özellikle vurgu yapmaktadır. “1991’de Belovejskaya Ormanı’nda (Belovejskiye Anlaşmaları ile) büyük ülkemizi yıktılar. Sovyetler Birliği artık yok ve geçmişi geri döndüremeyiz. Kaldı ki Rusya’nın da buna ihtiyacı yok.” (Sputnik, 30 Eylül).

Bu vurgu, aslında sömürgeleştirme planlarının açık olduğunu ortaya koymaktadır. Rusya’nın bu planlardan haberi olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir gün önce, BDT ülkelerinin istihbarat servislerinin yöneticileri ile yaptığı görüşmede Putin, “Batı’nın BDT coğrafyasında yeni çatışmaları körüklemeye dönük senaryolar üzerinde çalıştığını biliyoruz. (Bu bölgede) Yeteri kadar çatışma var zaten. Şu anda Rusya ile Ukrayna arasında neler yaşandığına, bazı diğer BDT ülkelerinin sınırlarında neler olup bittiğine bakılması yeterli. Elbette tüm bunlar, SSCB’nin dağılmasının bir sonucu.”

Demek oluyor ki, Batı emperyalizmin; (a) kendi ekonomik krizlerini çözmek, (b) kendi aralarındaki paylaşım savaşımını ertelemek, (c) ABD hegemonyasının çözülüşünü durdurmak üzere bu savaşı büyütecekleri açıktır.

İşte bu nedenle, artık mesele sadece ABD’nin kendi hegemonyasının çözülüşünü önleme noktasını aşmıştır. Almanya’nın, Rusya’ya karşı duralım ki, ABD, Çin ile başa çıkabilsin açıklamaları, tüm resmi net olarak ortaya koymaktadır.

3

Referandumdan sonra, Kiev yönetimi, acilen NATO’ya katılma hamlesi yapmıştır. Kiev yönetiminin bu hamlelerinin ABD’den bağımsız olmadığı açıktır. Ancak buna rağmen ABD, “henüz zamanı değil” açıklamasını yapmaktadır. Bu durum, aslında ABD’nin geri durmayacağının kanıtıdır.

Bir senaryo olarak, referandum sonrasında, Rusya toprağı hâline gelen bölgelere saldırıların olmayacağı, bu yolla Ukrayna savaşının sönümleneceği düşünülebilir. Elbette teorik bir olasılıktır bu. Ama gelişmeler bunun tersine işaret etmektedir. ABD, İngiltere ve tüm AB, tüm güçleri ile savaşı desteklemek isteyeceklerdir. ABD ve İngiltere için, zaten bu açık bir konudur. Ancak AB’nin, özellikle de Almanya ve Fransa’nın bu savaştan zarar gördüğü açıktır.

Savaş, yeniden Avrupa kıtası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yani, sonuç ne olursa olsun Avrupa’nın bir kere daha tahrip edileceği açıktır. Ama buna rağmen, ABD baskısına direnmeleri mümkün olmamıştır. Öyle süreceği, büyük bir sürprize kadar bunun böyle süreceği açıktır. Almanya için, “ortak düşman” Rusya’dan pay koparmak daha olabilir görünmektedir.

Böylece, ABD, yeniden, tıpkı “Soğuk Savaş” dönemindeki gibi, yeni bir “ortak düşman” yaratmayı başarmıştır. “Ortak düşman”, Rusya olarak ortaya çıkmakta, Çin de denklemin içine sokulmaktadır.

Bu nedenle, ABD’nin, hem Çin’e karşı Tayvan hamlesini el yükselterek devam ettirmesi hem de Ukrayna meselesini daha da kaşıması beklenen olacaktır.

4

Rusya’nın Ukrayna müdahalesi, operasyonu, iki şeyi gözetiyor gibi idi. Bunlardan biri, altyapının tahrip edilmemesi ve ikincisi halkın hedef alınmaması. Bu durum, oldukça zorlu bir savaş yolu demektir. Bu nedenle hastahaneler, okullar, su ve elektrik şebekeleri vb. hedef alınmadan operasyon devam etmiştir.

Harekâtın ise üç hedefi açıklanmıştı: İlki bağımsızlığını ilan etmiş olan bölgelere saldırıların önlenmesi, ikincisi Ukrayna’nın silahsızlandırılması ve üçüncüsü Neonazi yönetiminin uzaklaştırılması.

Lavrov, hâlâ bu hedeflerin geçerli olduğunu söylemektedir. Ancak, iki bölge, dörde çıkmıştır. Zaporojye bölgesi nükleer santralin de bulunduğu bölgedir. Öte yandan ise, Neonazi yönetimi hâlâ yerindedir ve tüm kayıplarına rağmen, Batı Ukrayna’yı hızla silahlandırmaktadır. Böylece, ABD-İngiltere-NATO, bir oyuncak hâline, elverişli bir alet hâline gelmiş olan Ukrayna yönetimi ile savaşı sürdürme olanaklarına sahiptir. Öte yandan Rusya’ya karşı yaptırımlar, bir sonuç vermekten uzak olsa da, hatta Batı bizzat Türkiye üzerinden bu yaptırımların bir bölümünü bizzat kendi eli ile işlevsiz hâle getirse de, tüm hızı ile devam etmektedir. Yaptırımlar, Rusya’yı izole etmeye ve dünya ticaret sisteminin dışına çıkarmaya dönüktür.

Öte yandan, Türkiye, dört bölgenin referandum sonrası Rusya’ya katılmasını kabul etmeyeceğini ilan etmekle kalmadı, Rusya’nın MIR ödeme sisteminin devre dışı bırakılmasını da kararlaştırmıştır. Demek oluyor ki, yaptırımlar daha da sertleşecektir.

Öyle ise, savaşın daha da tırmanmasını beklemek mümkündür.

5

Süreç, hem Rusya’da hem de Çin’de, bugün bağımsız ülkeler olmalarının dayanağı olan sosyalist geçmişlerine daha yakın hareketlerin güç kazanmasına neden olacaktır. Putin’in açıklamalarında daha sık geçen SSCB vurguları da bunun kanıtıdır. Bu durum, her iki ülkede de kapitalist yola karşı çıkan komünistlerin güç kazanması için bir olanak yaratacaktır.

Ancak ne olursa olsun, dünyada güçlü bir devrimci dalga oluşmadan, sosyalist devrimler başlamadan, bu iki ülkede büyük dönüşümler uzak görünmektedir.

Tüm bu savaş süreci dünyada, sisteme karşı toplumsal muhalefeti de geliştirecektir.

Kapitalist dünya ekonomisi 2008’de başlayan krizi atlatmış değildir. Krizin daha da ağırlaştığı açıktır. Önümüzdeki yıllarda, bu kriz daha da ağır bir biçimde etkilerini gösterecektir. Bu durumun, emperyalist metropollerde sınıf savaşımının şiddetlenmesine neden olacağı açıktır.

Yani dünya, daha geniş bir biçimde sosyalizmin gündeme geleceği, kapitalizme karşı mücadelenin daha da artacağı bir döneme evrilmektedir. Gerçekte savaşı durduracak şey de budur. Savaş, ancak, güçlü bir sosyalist devrim dalgası ile durdurulabilir. Emperyalist egemenlik, 21. yüzyıldan ötesini görmeyecek gibidir. 21. yüzyılın ilk çeyreği dolmadan, dünyada sosyalizmin yeni bir yükselişi gündeme gelmeye gebedir.

Emperyalist metropollerde sınıf çelişkilerinin öne çıkması, gelişecek olan sosyal mücadeleler, sömürge ülkelerde, daha ciddi bir yansıma da bulacaktır. Almanya’nın Yeşiller Partisi’nden savaş tanrıçası kesilen savunma bakanı, aslında bu sosyal patlamalara dikkatleri çekmektedir. Bu süreç ABD ekonomisinin derinleşen krizi nedeni ile ABD’de de etkisini göstermeye adaydır.

Kanımızca, dünya, yeni bir sosyalist dalganın, dünya proletaryasının yeniden ve bu kez daha güçlü bir biçimde sahneye çıkmasının arifesindedir. Bu tüm dünyada sınıf savaşımının sertleşmesi demek olacaktır.

Bu noktada, dünya devrimci hareketinin enternasyonalist bir temelde gelişmesi büyük öneme sahiptir. Savaş naraları arasında, geçmişte olduğu gibi, kendi burjuvazisini destekleme, “ulusal çıkarlar” adına devrimleri feda etme eğilimleri var olacaktır. Kautskycilik hâlâ diridir ve sol hareketin içinde oldukça etkindir. Savaşa karşı, savaşı iç savaşa çevirme, işçileri silahlarını kendi devletlerine, kendi egemenlerine çevirmeye çağırma devrimci politikası, ancak enternasyonalist bir ruh varsa mümkündür.

Önümüzde, savaş ne denli bir gerçek olarak durmakta ise, yeni bir dünya savaşı ile dünyanın yok olması sorunu ne kadar güncel ise, sosyalist devrimlerle dünyanın kurtarılması olasılığı da o kadar mümkündür, o kadar gerçektir.

Kapitalizmin varlığını sürdürdüğü her gün, dünyanın, bir gezegen olarak yok olma olasılığının artması demektir. kapitalizm, insanı, doğayı tahrip ederek yaşayan bir canavar gibidir. Bu canavarın yok edilmesi, sadece işçi sınıfının değil, insanım diyen herkesin ortak sorunudur. İşçi sınıfı, kapitalizmi mezarına gömebilecek, nesnel anlamda bunu yapabilecek tek devrimci güçtür, kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Ancak, kapitalizm, kendi kendine bu mezara girmeyecektir. Onu yıkacak, kapitalist egemenliği tarihin karanlığına itecek şey, devrimci mücadeledir.

Bugün, dünyanın neresinde olursak olalım, birincil gündem devrimin örgütlenmesi, işçi sınıfının devrimcileştirilmesidir. İster devrimci mücadelenin çok geri olduğu bir ülkede yaşayalım, isterse devrimci mücadelenin gelişmiş olduğu bir ülkede, her durumda devrim birincil gündemdir. İşçiler, dünyanın her yerinde, sistemi bir bütün olarak sorgulamaktadır. Kapitalist emperyalizmin tahrip etmediği hiçbir köşe bucak, hiçbir değer kalmamıştır. İşçi ve emekçiler, bir avuç azınlık dışında tüm yeryüzü, kapitalist egemenlikten rahatsızdır. Bunun ne denli gündeme çıkmış olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, burjuva egemenliği parçalamak, kapitalist dünya sistemini yıkmak, mümkün ve olanaklıdır.

Savaş naralarının yükseldiği, savaş bulutlarının tüm gökyüzünü kapladığı bugün, dünyanın devrime, sosyalizme her zamandakinden daha fazla ihtiyacı vardır.

Kapitalist Batı dünyasının cilalı “demokrasi” söylemleri yerle bir olmaktadır. Elbette görmek isteyenler için bu böyledir. Kapitalist dünyanın demokrasi yalanlarının ardına gizlenmiş tüm gerçek yüzü görünmeye başlamıştır.

Dün Yugoslavya’yı parçalayanlar “demokrasi ve özgürlükten” söz ediyorlardı. SSCB dağılırken “demokrasi”nin ve kapitalizmin zaferinden söz ediyorlardı. “tarihin sonu” diye sevinç çığlıkları atıyorlardı. Bugün, taze insan kanı emmeye alışmış, sömürünün en vahşi biçimlerini devreye koymuş, sömürgecilik politikaları ile dünyayı yağmalamış kapitalist sistem, tüm pislikleri ile ortadadır. Bugün, Endonezya’daki, Afrika’daki, Latin Amerika’daki tüm sömürgecilik politikaları, insanların bilincine çıkmaktadır. Batı değerleri, gerçekte bunlardan oluşmaktadır. Batı değerleri, İngiliz işgali, insanların köleleştirilmesi, hayvanlar ve eşyalar gibi pazarlarda satılmasına dayalıdır. Batı değerleri açgözlülük ve azgınca sömürü üzerine kuruludur. Batı değerleri, soygun ve hırsızlık üzerine kuruludur. İnsanları köleleştiren bu sistem, artık tüm gezegeni, fizikî olarak gezegenin varlığını tehdit etmektedir. Tüm insanlığın aşağılanması demek olan bu Batı değerleri, artık parıltılı bir gelecek değildir. Tüm parıltıları dökülmektedir. Canavar, tüm çirkinliği ile insanlığın önünde durmaktadır.

İnsanoğlu, binlerce yıllık sömürü, binlerce yıllık sömürgecilik, binlerce yıllık aşağılanma ve horlanma politikaları ile yüzleşmek zorundadır. Binlerce yıllık bu sömürüyü tarihe gömmenin olanakları, 21. yüzyılın ilk çeyreği dolmak üzereyken oluşmaktadır.

Hangi ülkede, hangi toprakta, hangi coğrafyada olursak olalım, bulunduğumuz yerde sınıf mücadelesi hangi zorluklara sahip olursa olsun, devrimci hareket ne denli gelişmemiş olursa olsun, devrim ve sosyalizm mücadelesinin bayrağını yükseltme dönemindeyiz.

Bunun olanaklarını bulup çıkartmak, örgütlemek zorundayız.

Bu büyük kavgada, olanaklar, ancak onları kullanacak olanlar var ise, ancak onları kullanmaya cesaret edenler var ise anlamlıdır. Bir yüz yıl daha, kapitalist egemenlik altında yaşamak mümkün değildir. Kapitalizmin egemenliği artık insanlık için bir sorundur. Ve insanlık, işçi sınıfının, dünya proletaryasının büyük eylemine, devrimci kalkışmalara muhtaçtır.

Mücadeleyi, dünya çapında devrimci mücadelenin parçası olarak ele almak, öyle hazırlanmak, öyle mevzilenmek gereklidir. İster ömrünüzün daha baharında olun, ister 70 yaşınızı devirmiş olun, bu mücadelenin size ihtiyacı vardır. Dünya devrimci hareketinin 150 yılı aşkın, Paris Komünü’nden bugünlere gelen birikimi, dünyayı değiştirmek için gerekli olan her şeyi içinde barındırmaktadır. Tüm mücadele tarihini, yenilgileri ile zaferleri ile bir bütün olarak ele almak, karşımızdaki düşmanı doğru tanımak son derece önemlidir. Bunu başarabilecek birikim, dünya devrimci hareketinde vardır.

Hiçbir zaman, bu mücadele kolay olmayacaktır. Hiçbir coğrafyada bu mücadele kolay olmayacaktır. İster gelişmiş bir devrimci güç olalım, isterse gelişmesinin başında olan bir devrimci güç olalım, hiçbirimiz için, önümüzde kolay bir mücadele süreci yoktur, olmayacaktır. Ancak insanlık tarihinin hiçbir döneminde, devrimciler, dünyayı değiştirmek için yola çıkanlar, kolay olduğu için bu mücadeleyi seçmemişlerdir. Zorluklar, mücadelenin zevki de demektir.

Mayalanmakta olan devrim, bugün, kendini zafere taşıyacak güçler aramaktadır. Devrimciler, bunun gereklerini yerine getirmek için yola çıkanlardır. Bunu başarmamızı sağlayacak birikim, dünya devrimci hareketinin içinde vardır. Bu deneyimi, kendi öz deneyimimiz hâline getirmek, öyle ele almak temeldir.

Bugün, biz Anadolu’da, Türkiye’de, tüm Ortadoğu’da, devrimi zafere ulaştırabilecek, zafere gidişin önündeki engelleri kaldıracak yolları bulmak zorundayız. Bunun enternasyonalist bir ruhla olacağını biliyoruz. Bu nedenle, kendimizi dünya devriminin, dünya devrimci güçlerinin bir parçası olarak görüyoruz.

Ülkemizde de sınıf savaşımı sertleşmektedir. Daha da sertleşeceğini söylemek, müneccimlik olmayacaktır. Bu görünmektedir. Bu sınıf savaşımının gereklerini kendi gündemin hâline getirmek, işte iş budur.

Devrim için ileri!
Ya sosyalizm ya ölüm!

Yaşamak pahalı ama can ucuz

Bartın Amasra’da, Türkiye Taşkömürü İşletmelerine ait maden ocağında, 14 Ekim 2022 günü, bir grizu patlaması oldu. Patlamada 41 kişi öldü.

İktidar, Saray Rejimi, Soma’da madenci tekmeleyenler, kendi ahlâk ve kültürlerine uygun olarak, “fıtrat” meselesine bağlı kalarak, “biz kadere inanırız” diye açıklamalar yaptılar. Onlar “kadere” inanıyorlar, ama nedense bu “kader” hep işçilerin emekçilerin ölümü oluyor. Erdoğan’ın çocuklarından birinin başına gelince “kader” olmuyor. Zengin çocuklarının başına gelince kader olmuyor. Hırsızlık, rant ve para çalmak olunca kader olmuyor. Ve kader, sürekli fakirler için, sürekli emekçiler için devreye giriyor.

Demek Erdoğan, demek Saray Rejimi, tümü birden “kadere inanıyor”lar.

Öyle ise, işçi ve emekçilerin sokaklara çıkmasını ve iktidarı alaşağı etmesini, Gezi Direnişi’nin daha ilerisi bir ayaklanma ile işçi sınıfının iktidara el koymasını da günü geldiğinde “kader” olarak isimlendirecekler, öyle mi? Eğer öyle ise, bunca cop, bunca TOMA, 3 bin kişilik koruma ordusu ile dolaşmak niye? Yok eğer öyle değil ise, neden kader her işçi ölümünde, her kadın cinayetinde devreye giriyor?

Sadece maden kazalarına bakalım, AK Partili dönem konumuz olsun.

– 2003’te Karaman Ermenek’te özel bir kömür ocağında grizu patlaması ile 10 işçi öldü. İşçilerin cenazelerine haftalar sonra ulaşıldı.

– 2004 yılında Kastamonu’da bakır madeninde çıkan yangında, 19 kişi hayatını kaybetti.

– 2009 yılında, Bursa Mustafakemalpaşa’da metan gazı patlaması sonucu madende 19 işçi öldü.

– 2010 yılında, üç ayrı olay var. İlki Balıkesir Dursunbey’de Odaköy madeninde gerçekleşti. Biyogaz patladı 17 ölü, 30 yaralı.

Aynı yıl ikinci olay Mayıs ayında gerçekleşti. Karadon Taşkömürü İşletmesi (Zonguldak) tarafından işletilen bir madende metan patlaması gerçekleşti ve 30 kişi öldü.

Üçüncüsü, 3 can kaybı ile, Edirne Keşan’da Temmuz ayında gerçekleşti. Yangın ve çökme sonucu madende 3 kişi öldü.

– 2013 yılında Türkiye Taşkömürü Araştırma Enstitüsü’ne ait bir kömür ocağında meydana gelen patlamada 8 işçi öldü.

– 2014’te sekiz cinayet sahası var.

İlki Soma’da, resmî rakamlara göre 301 ölü var. İşletme özel sektöre ait.

İkincisi Elbistan’da kömür briket makinasının çarpması sonucu yaşandı, 1 işçi öldü.

Üçüncüsü Kemerli’de (Şırnak) 3 işçinin ölümü ile sonuçlandı.

Dördüncüsü yine Şırnak’ta, Dağkonak mahallesinde gerçekleşti. Göçük sonucu 18 işçi hayatını kaybetti.

Beşincisi, Ermenek kazasında 18 işçi su baskınında öldü.

Altıncısı, Amasra’da göçük nedeni ile 2 işçi öldü.

Yedincisi Gelik-Zonguldak’ta oldu, 1 işçi öldü.

Sekizincisi Elaziğ Alacakaya’da gerçekleşti ve 1 işçi öldü.

– 2015’te altı olay var. Her birinde 1 işçi olmak üzere 6 işçi öldü.

– 2016’da Şirvan-Siirt’te 16 işçi bakır madeninde öldü.

– 2019’da Soma’da 1 işçi öldü, Yeni Çeltek’te 3 işçi yaralandı.

– 2022’de ise Amasra’da grizu patlaması sonucu 41 işçi öldü.

İşte size “kader” takvimi. Nasıl oluyorsa, kader, işçi ve emekçiler için işliyor. Zenginler için, iktidardakiler için kader diye bir şey tecelli etmiyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), düzenli olarak işçi cinayetlerini raporlamaya çalışıyor. Elbette, kendilerine ulaşmayan bilgiler de vardır. İSİG’e göre, 20 yılda, 989 madenci iş cinayetinde öldü.

Şimdi, bu ölen madencilere “şehit” diyerek, sözüm ona onlara mertebe vermeye çalışan zihniyet, aynı zamanda, daha işçi cenazeleri kaldırılmadan, ölü başına 50 bin TL vereceğini açıklıyor.

Gördünüz mü, can ne kadar da ucuz.

Burjuva devletin yönetenleri, parababaları, bürokratlar, Saray Rejimi’nin tüm kadroları, tekeller, bir cana değer biçmekte tereddüt etmiyorlar. Yaklaşık 2500 dolar. Ve bunu hemen cenazeler daha kalkmadan yapıyorlar. Çünkü, hayat o kadar zor ki işçi aileleri için, 50 bin TL ile, yarım yılın maaşını kazanmış olacaklar.

Ne dul kalanlar, ne çocuğunu kaybedenler, ne canının bir parçasını madene verenler, bu çaresizliğe isyan edecek durumda değiller. Değiller, çünkü, Saray Rejimi’nden korkuyorlar. Değiller çünkü, hayat pahalılığı onların boynunu büküyor. Her yerde, her koşulda çalışmaya mecbur kalıyorlar. Örgütlü olmadıkları için, haklarını arayamıyorlar.

İşte tam da bu nedenle, bir zibidi, maden işçisini tekmeleyebiliyor. O ayağının kırılmayacağını düşünüyor. İşte tam da bu nedenle, büyük muktedir, utanmadan “kader”den, “fıtrat”tan söz edebiliyor, hem de hiç korkmadan, densizce ve kibir içinde. İşçilerin dinî inançlarına, işçilerin kör inançlarına, hurafelere sesleniyor. Kadere inanmak gerekir, diyor. Kaderin bedeli 50 bin TL, 2500 dolardır. Ve Erdoğan için 50 bin TL, günlük çerez ve afyon parası bile değildir.

İşte onlar bu cesareti, işçi sınıfının örgütsüzlüğünden, işçi sınıfının sessizliğinden alıyorlar. O nedenle bu kadar fütursuz, bu kadar utanmazca konuşabiliyorlar. O nedenle, bu denli üst perdeden konuşuyorlar.

Yaşamak, oldukça pahalıdır. Domatesin fiyatı, maydanozun fiyatı, yol parası, benzin parası, bir simit parası, bir şişe bira parası, bir şişe rakı parası, bir sigara paketinin fiyatı, bir elektrik faturası, peynirin en sahtekârca üretileninin fiyatı, bir kilo şekerin fiyatı, doğalgaz faturası, bir ev kirası vb. her biri birer canavar gibi işçinin karşısına dikiliyor.

Yaşamak çok pahalıdır.

Ne asgarî ücret, ne onun iki katı yetmiyor.

Ne vergilere, ne faturalara, ne sağlık harcamalarına ve ne eğitim masraflarına yetişmek mümkün değil.

Yaşamak pahalıdır.

Hayat pahalıdır.

Ama can ucuzdur.

Ölüm, fabrikalarda kol gezmektedir.

Her gün bu ülkede, onlarca çocuğun ırzına geçilmektedir.

Her gün bu ülkede onlarca çocuk organ mafyasınca kaçırılmaktadır.

Her gün bu ülkede, fabrikalarda en az 4-5 işçi ölmektedir.

Her gün bu ülkede kadınların 3-4’ü, cinayetlere kurban gitmektedir.

Ve biz katili tanıyoruz.

İş kazası diye bir şey yoktur.

Yukarıdaki döküme bakın, özelleştirmelerden sonra, AK Parti döneminde, iş güvenliği hiçe sayılmaktadır. Mevcut yasalar bile uygulanmamaktadır. İşçilerin hayatları ile oynanmaktadır. 2003 öncesi yirmi yılda meydana gelen maden kazası sayısı 5’tir. 1983-2003 arasında 5 maden kazası vardır. Oysa 2003-2022 arasındaki kazaları yukarıda okuyabilirsiniz. Özelleştirme, işçi sınıfının kanını emmek, canını pazara sürmek demektir.

İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri siyasidir. Bunların hepsi siyasal cinayetlerdir. Bunların hepsi, tekellerin, parababalarının, devletleri eli ile Saray Rejimi eli ile uyguladığı devlet terörünün bir parçasıdır. Kürt halkına nasıl kimyasal silahlarla saldırıyorlarsa, bunu yapan aynı devlettir.

İş kazası değil, bunlar cinayettir.

İş cinayetleri siyasal cinayetlerdir.

Saray Rejimi, bu cinayetlerden doğrudan sorumludur.

Erdoğan’ın dilinden dökülen kelimeler, ellerindeki kanın yansımalarıdır. Eli kanlı katiller, Soma’da madenciyi tekmeleyenlerin arkasında olanlardır.

İşçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece, direnişleri geliştirmediği sürece, hayat daha da pahalı olacaktır ve can elbette daha da ucuz olacaktır. Bir direnişçiye, bir Gezi direnişçisine kurşun sıkanlar, o can için bir kurşun kadar maliyet hesaplamışlardır. Maden ocağındaki cinayetlerin her biri de ucuzdur. Kadın hayatlarını almak, ucuzdur. Ama bir çorba kaynatmak, bir ev geçindirmek, bir yaşam sürebilmek, oldukça pahalıdır.

Bunun bir nedeni, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür.

Bize tekme atana izin vermek, bize “kader” biçenlere izin vermek, bu örgütsüzlüğün doğurduğu çaresizliğin ürünüdür.

Bunu yenmek, bu esareti, bu çaresizliği yenmek mümkündür. İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, gençler, devrimci olmak, devrim saflarına bir nefer olarak katılmak zorundadır.

Seyretmekle hayat değişmez.

Kaderimizi kendi ellerimizle yazmamız mümkündür.

Kaderini kendi elleri ile yazmak isteyenler, bu sisteme karşı mücadele etmek üzere, örgütlenmek zorundadırlar. Yol budur. Başka da bir çıkış yolu yoktur.

Bu karanlık, bu çaresizlik, bu esaret, kader değildir.

İşçi sınıfı ancak devrimci ise, hem kendisinin hem de toplumun kaderini, emeği ile belirleyebilir.

Devlet hakkında hurafeler

Öyle görünüyor ki, üzerinde yaşadığımız topraklarda “devlet” meselesi, anlaşılması en zor konulardan biri hâline gelmiş. Oysa devrimden, işçi sınıfının iktidarı almasından, mevcut kapitalist düzeni değiştirmesinden söz ettiğimiz zaman, ilk olarak devlet meselesini çok net anlıyor olmamız gerekir.

Her devrimin ilk ve temel sorunu, iktidar meselesidir. İktidarı almak, iktidarda bulunan egemenin egemenliğine son vermenin tek yoludur. Yoksa, egemen, kendi iktidarını koruduğu sürece, bir devrimden söz edilemez. Belki, iktidarı alamamış, yani yenilmiş bir devrimden söz edilebilir. Diyelim ki, işçi sınıfı iktidarı almak için geliştirdiği ayaklanma ile, iktidarı henüz alamadı ise, egemen, burjuvazi, ara formülasyon olarak reformlara başvurur ve bu yolla devrim cephesini yanıltmayı düşünebilir. Böylesi durumlarda, burjuvazi hâlâ egemenliğini koruduğu hâlde, bazı reformlar ortaya çıkabilir. Elbette bu da geçicidir. Burjuvazi, ilk fırsatta, kendisine karşı isyan etmiş işçi sınıfını ezmenin yollarını arayacaktır.

Yani, egemenin iktidarı, egemenliği söz konusu olduğunda, “gel biraz akıllı ol, bu kadar egemenlik yeter, dünya Sultan Süleyman’a kalmadı” gibi masalların bir kıymeti harbiyesi yoktur. Hiçbir egemen bunları dinlemez. Ve bunları dinleyeceğini, ikna yolu ile iktidarını, egemenliğini devredeceğini ya da daha “yumuşak” hâle getireceğini düşünmek, ya çocukçadır ya da egemene karşı yürütülen savaşımı yoldan çıkartma hamlesidir. Yoksa böylesi bir “insaf” egemenden beklenmez.

Bizim ülkemizde, aslında devlet, tüm çıplak hâli ile kendini açık olarak ortaya koyduğu hâlde, sadece genel olarak kitlelerde değil, en çok da sol liberallerde, bazı sol çevrelerde, okumuş-yazmış takımında (OYT), devlete ilişkin tuhaf, hurafe diyeceğimiz düşünceler oldukça “sağlam” yer edinmiştir. Devletin içinde “iyi” paşa, “iyi” adam arama, “kötü” olana karşı “iyi” paşayı ya da “iyi” adamı destekleme hep süregelmiştir. Oysa, hiçbir zaman öyle bir “iyi” varolmamıştır.

Belki de Anadolu’da yaygın olan inançlar nedeni ile bu böyledir. Mesela Baba İshak, mesela Bedreddin, Börklüce vb. hiç ele alınmaz, ama mesela onun yerine, Mevlana, mesela Hacı Bektaş-ı Veli göklere çıkartılırlar. İsyan geleneği, tarikatlarda bile çok ustaca örtülen bir olgudur. Böylece “Anadolu irfanı”nda, iyi adam arayıp, devlete iyi adam aracılığı ile sığınmak bir yol olmuş gibidir. Mesela bugün Aleviler içinde devlete sığınma, devlete bağlanma için “iyi” bir adam bulma eğilimi oldukça güçlüdür.

Bunun bir yönü, aslında devleti, devletin şiddetini, katliam politikalarını iyi bilmekten kaynaklıdır. Devlete başkaldırmanın nasıl katliamlara, çoluk çocuk nasıl ölümlere yol açacağı bilinmektedir. Bunun tarihi vardır. Ve dahası, 1984 çıkışı ile PKK, bu boyun eğme geleneğini kırmaya başladıktan bu yana, Kürtlere karşı tüm bu katliamlar, her türü birden devreye sokulmuş ve hâlen uygulanmaktadır. Kürtler, bu devletten korkma hâli ile hesaplaşmışlardır, hesaplaşmaktadırlar. Ama Anadolu’nun kalanında durum böyle değildir. Açık katliamlarda bile birçok kişi, “bana ne” tutumunu almakta, “gözlerini” yummaktadır. Bir kadına uygulanan şiddet için, TV kanallarına çıkıp, “ama o da, tahrik edici giyinmişti” diye uzman görüşlerinin sunulabiliyor olması, aslında, kendi başına gelene kadar sesini çıkartmama “geleneği”nden alınan gücün etkisiyledir.

Devletten korkma ile, devlet içinde “iyi” adam arama, birbirinin ikizi olarak ortaya çıkıyor. Korktukça kendine güvenemeyenler, bir “kurtarıcı” arıyorlar ve bu elbette egemenin içinden “anlayışlı” bir kişi olabiliyor. Bu hayali durum, gerçekmiş gibi kitlelerin çıkış yolu, umudu olabiliyor.

Bu süreci besleyen ise, aslında devlet hakkındaki hurafelerdir.

Bugünlerde, birçok olay, en çok da “seçimler” üzerine süren tartışmalar, bu hurafeleri yeniden gündem hâline getirmektedir.

Oysa, Gezi Direnişi’nden bu yana, “devlet baba” anlayışı yıkılmaya, işçi ve emekçiler nezdinde devletin “yağma-rant-savaş ekonomisi” nedeni ile bir zorba, bir hırsız olduğu düşüncesi gelişmeye başlamıştır.

Kürtlere karşı uygulanan şiddet, iç savaş, Gezi ile birlikte yaygın olarak kitleler tarafından görülmeye başlandı. Gezi’de ölen gençler, yaralananlar, devlet denilen şeyin ne olduğunu ortaya koymuştu. Bu yaygın şiddet, kitleleri, özellikle de gençleri, devlet denilen şey konusunda hurafelerden kurtulma eğilimine itti.

Medyanın manipülasyonları, Gezi ile birlikte ayyuka çıktı. Milyonlarca insan, 10 milyonlarca insan, kendilerinin bizzat içinde yer aldıkları süreçleri ve olayları, TV kanallarından akıl almaz bir yalan furyası ile karşılarında görünce, işte o zaman Kürt halkına karşı sürdürülen savaş konusundaki yalanları da anlamaya başladı.

Bugün, eğer korkmazsa, sıradan bir TC vatandaşının, devlet görevlisi denilince, aklına gelenin hırsız, rüşvetçi, soyguncu vb. olduğu konusunda herhâlde kimsenin kuşkusu yoktur.

İşte durum böyle olunca, TC devleti, süreci durdurmak için, dört koldan harekete geçti. Saray Rejimi baskıyı ve şiddeti artırırken, CHP ve İYİ Parti’de, “devletin imajını” koruma planlarını devreye soktular. Bu yolla, kitlelerin, Saray Rejimi’ne karşı direnişini kırmak, öfkesinin sokaklara taşmasını önlemek, bir ayaklanmanın ortaya çıkmasını önlemek için yeni “umut”lar dağıtılmaya başlandı.

Öyle görünüyor ki, bu konuda, sol içinde, liberal sol çevrelerde, OYT içinde bir hayli yol almaktadırlar.

Eylül ayının sonunda, Mersin’de polise karşı gerçekleştirilen saldırı karşısındaki tutum buna iyi bir örnektir. TC devleti, Kürt hareketine karşı, içeride ve dışarıda, kirli bir savaş yürütmektedir. Bu savaş, ABD, İngiltere ve AB tarafından desteklenmektedir. NATO operasyonlarının bir parçasıdır. Irak içlerinde daha açık bir biçimde kimyasal silah kullanan TC güçleri, Batı dünyasının sessizliğini yanlarına almışlardır. Kürt halkına yeni bir katliam dayatılmaktadır.

Bu katliam politikalarına, bu kimyasal silah kullanılmasına sessiz kalan birçok güç, şimdi, Mersin’deki saldırıyı kınama yarışına girmiştir. Neymiş, “barış dışında yol yoktur” imiş. Oysa ortada bir savaş zaten var. TC devleti, bir iç savaş örgütü hâlinde hareket etmektedir. Kimyasal silahlarla insanlar katledilmektedir. Tüm bunlar sürerken, bu saldırılara karşı direniş neden kınanacak bir durum hâline geliyor? İşte aynı şey burada da karşımıza çıkıyor: Devletin içinde kötü adamlar var, bunlar savaş yanlısı, uyuşturucu işini bunlar yapıyor, katliamları bunlar yapıyor, bunlar devletin içinde yer etmiş güçler, oysa devletin içinde “devlet adamı” gibi adamlar da var, bunlar aslında barış istiyor.

İşte savunu budur.

Evet, devletin içinde “iyi” adamlar var, “barış” da istiyorlar, ama ancak tüm Kürtler öldükten sonra.

Polise düşmüş her TC vatandaşı bilir. Bir polis iyi, bir polis kötü rolünü oynar. Kötü polis saldırgandır, vurur, küfür eder, işkence eder, tehdit eder. Ama “iyi” polis, seni ikna etmeye çalışır, “gel şu suçlarını kabul et”, “bana birkaç isim ver” vb. Eğer siz o iyi polisin dediğini yaparsanız, işte o andan itibaren polisler kardeş olur, siz de çözülmüş, direnişi kırılmış, tükenmiş bir insan olursunuz. Devletin yaptığı da budur.

Sanki bu ülkede yaşanan katliamlar hayal ürünü imiş gibidir. Roboski mesela, “kötü adamların işi”, mesela Sivas katliamı, “aaa devletteki İslamcıların işi”, mesela 1 Mayıs 1977, “aaa devletteki Gladio’nun işi,” mesela Suruç katliamı “aaa o da IŞİD’in işi.” İyi ama tüm bunlar devlet denilen şeyin ta kendisidir.

Bize önerilen şudur: Bunları unutun. Hatta sadece unutmayın, bunlardan dolayı devlet budur diye düşünmeyin. Siz devleti affedin. Allah da zaten affetti. İşte olan biten budur.

Devlet saldıracak. Gezi’deki gibi gençleri alçakça katledecek. Biz ise, bir sonraki ölüme kadar gözyaşı dökeceğiz.

Cumartesi Annelerine bakın, gözlerinde yaş kalmamıştır. Kaybettiler gözyaşlarını. Gidin onlara anlatın, aslında devletin içindeki iyi adamların, onların çocuklarının faillerini 40 yıldır bulamadığını.

Konuyu biraz daha geniş ele almak gerekiyor.

Biliniyor, Marksist teoriye kadar, devlet üzerine yazılanlar, büyük ölçüde yanlıştırlar. İlk kez Marksizm, devlet denilen şeyi, kapsamlı biçimde ortaya koydu. OYT, belki bu durumu unutmuştur. Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli çalışmasında, devlet meselesini detaylıca ele aldı, tarihsel boyutu ile. Lenin, “Devlet ve İhtilal” broşüründe meseleyi açık ve net ortaya koydu. O günlerden bugünlere, devlet üzerine yapılmış birçok çalışma var. Bu çalışmaları “zaten biliyoruz” diyenler, belki de bir ara bunlara yeniden bakmalıdırlar. Zira devlet denilen şeyin ne demek olduğu konusunda hurafeler, gerçeklerden daha etkili hâldedir.

Biliniyor, devlet, sınıflı toplumlara aittir.

Yani insanlık tarihinin en başından beri “devlet” yoktur. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu gibi, devletin de başlangıcı ve sonu var.

Devletin ortaya çıkışı, ilkel toplumun, ilkel komünal toplumun sonunda, köleliğin ortaya çıkışına denk gelir. Kölelik, toplumun sınıflara bölünmesinin, çıkarları uzlaşmaz iki karşıt sınıfın ortaya çıkmasının ilk hâlidir. Toplumun sınıflara bölünmesi, elbette üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin oluşumu ile ortaya çıkar. Bu süreç, öyle birkaç yılda gerçekleşmedi. İnsanlar, ortaklaşa yaşadıkları toplumsal hayatın içinde birdenbire bu fikre kapılmadılar. Tersine, sınıf, egemenlik vb. onların yaşamına yabancı idi. İlkel komünal toplum, bir yandan üretim araçlarının gelişmemişliği nedeni ile “ilkel”dir. Ama öte yandan, insanların ortaklaşa yaşadığı bir toplumdur. Ve insanlık tarihinin oldukça uzun bir dönemini kapsar. İnsanın “mülkiyet tutkusu” ile doğduğunu iddia edenler, atalarının böylesi bir tutkudan uzak olduklarını bilsinler. İnsanın doğası gereği açgözlü olduğunu söyleyen bugünün burjuva ideologları, aslında insanların ilk topluluklarında kardeşçe, komünal bir hayat sürdüklerini gizlemek isterler.

Toplumun iki karşıt sınıfa bölünmesi, bu yıllarca süren sancılı süreç, sonunda devletin ortaya çıkışının temelidir.

“Devlet, sınıfların varlığının itirafıdır” sözü bunu anlatır. İki karşıt sınıftan biri, diğerini bastırmak üzere, devleti organize eder. Bu devlet, egemen sınıfın egemenlik aracıdır. Egemen sınıf, özel silahlı adamlardan oluşan, zor kullanma tekelini eline alan, sömürülen sınıfı bastırmak üzere bir örgütlenmeye gider. İşte devlet budur. Bir sınıfın diğer sınıfları bastırma aracıdır. Bu yolla, mesela kölenin sürekli olarak köle kalmasını sağlar. Yoksa, hiçbir köle, “kulun kölen olayım” sözündeki gibi, gidip birisinin kulu ve kölesi olmaz.

Kul, köleden sonradır. Önce köle bulunur, köle sahipleri, gerisini adım adım bulurlar. Toplum bir kere iki karşıt sınıfa bölündü mü, egemen bir kere iktidarını kurdu mu, zamanla her eksiğini tamamlar ve devlet, gelişkin bir mekanizmaya dönüşür.

İki sınıf arasında bir savaş sürer. Bu savaş, sömürülen, ezilen, baskı altında tutulan sınıfın mücadelesi ölçüsünde açık hâle gelir, sömürülen sınıf sustukça savaş görünmez hâle gelir.

Egemen de, sömürülen de, bu sınıf savaşımından öğrenir. Zaten başkası mümkün değil. Bu sınıf savaşımı sürekli olduğu için, egemen sınıf, öğrendikleri aracılığı ile devleti, kendi egemenlik organını, “geliştirir”. Burada “geliştirir” olumlu bir şey değildir. Gelişmiş devlet, gelişmiş egemenlik aracıdır ve aslında en iğrenci de bu en gelişmişidir. Burjuva devlet feodal devletten, feodal devlet de köleci devletten daha gelişmiştir. Üstelik bu devletler, deneyimlerini bir sonrakine, az ya da çok aktarırlar. Böylece, burjuvazi, hazır bir devlet çarkını devralır.

Oysa işçi sınıfı için durum farklıdır. İşçi sınıfı, burjuva devleti yerle bir etmek, parçalamak zorundadır. Burjuva devlet, reforme edilerek düzelmez, işçi sınıfının burjuvaziyi bastırmak için kullanacağı bir araca dönüşmez. Oysa burjuva devlet, feodal devleti devralabilir, onu dönüştürebilir. Olayların gelişim sürecine bağlı olarak hızlı veya yavaş bir dönüşüm süreci ile, kendinden önceki “kardeş” sınıf olan feodal sınıfın egemenliğini, burjuva egemenliğe dönüştürür. Fransız Devrimi, bu dönüşümün hızlı yaşandığı bir devrim olmuştur ve ardından bir kere daha tekrarlanmamıştır. Burjuvazi, karşısına çıkan işçi sınıfını, köylülüğü görünce, radikal değişimleri sürece yaymayı akıl edebilmiştir.

Demek ki, devlet, öyle toplumun üstünde yer alan, kutsal vb. bir şey değildir. Tersine toplumun temelinden doğan ve egemen sınıfın diğer sınıfları baskı altına almasına yarayan bir mekanizmadır. Öyle ise bir erken söz söylenebilir: Sömürülenler için, devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, meşrudur ve aynı zamanda da zorunludur.

Devlet, egemen sınıfın kendi cennetini korumasının aracıdır. Egemen sınıf adına, toplumu yönetmek üzere geliştirilmiş mekanizmadır. Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinde, devlet adamlarının şiddet, baskı ve katliamları, egemen sınıf tarafından, bir sonraki dönemde dahi “normal”leştirilir. Savunma şudur: Devleti korumak şarttır. İyi ama kimin devletini koruyacaksın?

Sanki, devlet tüm toplumun ortak aracıdır gibi bir izlenim ortaya konmaktadır.

Egemen sınıf sadece baskı ile, çıplak şiddetle egemenliğini sürdüremez, sadece şiddetle yönetemez. Şiddet, elbette devletten korku duyulmasını -buna bizim OYT “saygı” da der- sağlar. Bu korku olamadan, silah ve zor kullanma tekeli devletin elinde olmadan, egemenliklerini koruyamazlar. Ama egemenler, devlet aracılığı ile, aynı zamanda bir “rıza” üretirler. “Rıza üretme”, aslında devletin halk tarafından baskı aygıtı, egemen sınıfın devleti olarak görülmesini engellemektir. Sömürülen, ezilen, yönetilen sınıflar, “bu bizim devletimiz” hissine, duygusuna kapılmalıdır. Bunu yapmak için, önyargıları, kör inanları, dini, aile içi eğitimi, medyayı vb. kullanır. Bunlar aslında “ideolojik” aygıtlar olarak da ele alınabilir. Ama “rıza üretme” daha geniş anlamdadır ve sadece aygıtları değil, kültürel öğeleri de içine alır. Zaten bu işi, devlet, bu aygıtları ile yapar. Ve bazan baskının sağlayamayacağı kadar etkilidir bu rıza üretme ya da ideolojik aygıtlar.

Tüm bunlar, ülkede ve ülkenin yer aldığı dünya sisteminde, belli bir tarihsel süreç içinde şekil alır. Örneğin milliyetçilik, kapitalist toplumdaki ya da “ulus devlet” örgütlenmesinin ortaya çıkmasının sonrasındaki kadar etkili olmamıştır.

Devlet, günlük olarak şiddeti kullanır ve örgütler. Bu açıdan, “korku ve panik yaratmak üzere şiddetin kullanılması”na “terör” diyorsanız, en başta devlet terörü gelir ve ondan daha fazla terör uygulayan kurum yoktur, olamaz. Zira, devlete karşı savaş, toplumu korkutmak amacına yönelmez, tersine, toplumun sinmişliğini ortadan kaldırma ve toplumu, kitleleri uyandırma amacına dönüktür. Bunu ne ölçüde başarıp başaramadığı ayrı olmak üzere, bu eylemler terör olarak adlandırılamaz. Terör, devlet eli ile yapılan eylemlerden kaynağını alır. Bu nedenle en büyük terörist devletlerdir. Her birinin on binlerce silahlı adamı, suikast timleri vb. vardır. Ve günümüz burjuva devleti, iç savaşa göre örgütlenmiş bir devlettir.

Devlet, bir egemenlik aracı, aynı anlama gelmek üzere bir diktatörlük aracıdır. Buna rağmen, çok sık, günümüz dünyasında “demokrasi” sözünü duyarız. Varsayım şöyledir: Demokratik devletler vardır, bir de otoriter devletler. Bu “demokratik” olma hâli ile “otokratik” olma hâli, başındaki adama, kişiye bağlıdır. Aşağı yukarı anlatılan masal budur.

Mesela İngiltere, ABD, Almanya, Fransa’da vb. devletler “demokratik”tir. Oysa mesela bizim ülkemizde devlet “otokratik”tir. Bu öyle bir hâle getirilir ki, “iyi” devlet, “kötü” devlet noktasına ulaşır. Oysa her biri burjuva egemenlik demektir.

Elbette devletler arasında fark vardır. Mesela TC devleti, sömürge bir kapitalist ülkenin devletidir. Mesela bazı devletler “yok” gibidir, sayılmazlar. Bu devletlerin oluşumu, tarih-coğrafya ve zaman bağlamında ele alınır. Yani, her devletin şekillenişi, sınıf savaşımına göre olmaktadır. Bu sınıf savaşımı sadece yerel, sadece uluslararası sınıf savaşımı değildir, hepsi birliktedir.

Mesela TC devleti, yarı-sömürge hâle gelmiş Osmanlı’nın paylaşımı sürecinde, emperyalist paylaşım savaşımının içinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı’dan kalan bu parçada, sosyalist bir dönüşüm gerçekleşmemiş, bir sömürge ama görünüşte bağımsız bir devlet olarak TC devleti kurulmuştur. Bu süreç içinde, en başta halkların katliamları olmak üzere, birçok katliam gerçekleşmiştir. TC devleti, emperyalizme bağlı, Sovyet Devrimi’ne karşı bir ileri karakol olarak organize edilmiştir. TC devleti, en başından beri, halkların imhası ve inkârına dayalıdır. TC devleti en başından beri anti-komünizmi bayrak edinmiş bir iç savaş örgütlenmesidir.

Devletleri bu tarihsel ve toplumsal süreçlerden ayırıp, “demokrasi” ve “otokrasi” diye ikiye ayırmak, aslında çok şekilci, son derece derinlikten uzak ve devletin bir sınıfın egemenliğinin ifadesi olduğunu gizlemeyi amaçlayan bir “teknik” tartışma metodudur. Baştan aşağıya bilim dışı bir yaklaşımdır.

Oysa İngiltere “demokratik” bir devlete sahip değildir. İngiltere, İngiliz burjuvazisinin, İngiliz emperyalizminin, İngiliz tekellerinin çıkarlarını ifade eden, gelişmiş, aynı anlama gelmek üzere daha çirkin bir devletle yönetilmektedir. İngiliz burjuvazisinin çıkarları, bize “insan hakları” olarak sunulmaktadır. İngiliz, ABD, Alman, Fransız burjuvalarının çıkarları bize, “Batı değerleri” olarak sunulmaktadır. Oysa, tüm bunlar, emperyalist yağmacılıklarını örtme aracıdır. Egemen, sömürgeleştirdiği bir ülkede, kendisine en “üst değerler” sistemini laik görmektedir. Ben İngiliz’im, efendiyim ve elbette seni kurtarmak için seni öldürüyorum, ırzına geçme nedenim seni kutsamaktır, ülkeni işgal etme nedenim seni medeniyetle tanıştırmaktır vb. İşte size Batı değerler sistemi. Koca koca adamlar, bilim insanı (kadın veya erkek) unvanını taşırken, utanmadan “Batı değerleri”ni, insan olmanın değerleri olarak sunarlar. Ne kadar paran varsa o kadar insansın, ama İngiliz, ABD hegemonyasına kul köle olman koşulu ile.

Burjuva demokrasisi, burjuva devlete, burjuvaların verdiği isimdir. Sakıncası yoktur, yeter ki her demokrasinin bir diktatörlük olduğunu bilelim. Bu, burjuvalar için bir demokrasidir ve aynı anlama gelmek üzere işçiler ve halkın çoğunluğu için katıksız bir diktatörlüktür.

Bugün İngiltere’de, ABD’de, Almanya’da, “demokrasi” mi var? Devletin baskı ve terörü, açık ve seçik olarak ortadadır. Çıkan yasalara, insanların kontrolüne bakın. Utanmadan, Çin’de insanların kameralarla kontrol edildiğini söylüyorlar. Peki ya Londra’da, ya Washington’da, ya Berlin’de, ya Paris’te, ya Roma’da vb. insanların kontrolü çok ama çok daha gelişmiş değil mi? Elbette öyle.

Bir İngiliz işçi, bir Alman proleter, bir Fransız proleter, bir ABD’li proleter, yaşadıkları ülkenin devletlerinin sahibi değildirler, olamazlar. Her eylemde karşılarına dikilen copları, barikatları vb. gördükçe, zaten bunu kolayca anlarlar. Bu nedenle, ne zaman bir savaş varsa, o durumda o ülkelerin proleterleri, silahlarını kendi burjuvalarına, kendi devletlerine çevirmek zorundadırlar. Silahını, sana emir verenin isteği ile, başka bir ülkedeki senin gibi işçi ve emekçi çocuğuna çevirmek, aptallıktır, şovenizmle kirlenmiş bir kafanın ürünüdür. Her işçi, önce kendi burjuvazisine silahlarını çevirmek zorundadır.

Barışın yolu budur.

Bize birisi barıştan söz ediyorsa, biraz olsun ciddi ise, gerçekten barış istiyorsa, yeryüzünden sömürüyü, sınıfları ve devletleri kaldırmak gerektiğini bilmeli ve bunun için adım atmalıdır. Diğer türlüsü, samimiyetsizliktir, eğer aptallık değilse.

Aslında bu bilgiler, devlet konusunda biraz okuyan, Ekim Devrimi hakkında biraz mürekkep yalamış herkesin bileceği şeylerdir.

Ama hayat günlük işliyor ve o günlük işleyiş, sizin atacağınız adımlara göre, sizi belirliyor. Eğer siz, adım atmazsanız, korkularınıza boyun eğerseniz, gerçeğe gözlerinizi kapatırsanız, yüreklerinizi sağır hâle getirirseniz, devlet denilen şeyi anlama şansınız da olmaz. Tüm devlete ait hurafeler, sizin kafanızda da canlı hâle gelir ve kendinizi bir devlet adına savaşırken bulursunuz. Düşmanınız da, sizin gibi bir insan olur.

Bugünlerde, ülkemizde seçim tartışmaları güncel. Buna bağlı olarak ise, son derece canlı tartışmalar yapılmaktadır.

Mesela bir tanesi şudur: Bir içişleri bakanı, nasıl yalan söyler, bir içişleri bakanının suçlularla fotoğrafı olur mu?

İşte size hurafelerin esiri olmuş bir anlayıştan gelen sorular.

Aslında, içişleri bakanı tam da böyle olur. TC devleti, bir sömürgedir. Bu sömürge ülke, ABD ve AB’nin ortaklaşa sömürgesidir. Şimdi, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında bir paylaşım savaşımı var. Evet, son bir yıldır bu beşli, Rusya ve Çin’e karşı bir aradadır. Ama bunun nedeni, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirdikten sonra paylaşmak hevesleridir. Bunu başarabilirlerse, kendi aralarında yarım kalan paylaşım savaşımını tekrar başa alacaklardır. Bu sömürge ülkede efendilerin her biri, kendini güçlendirmek ve diğerlerinin gücünü kırmak istemektedir. Buna bağlı olarak, her birinin burada uzantıları vardır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail’in uzantılarını fark etmek mümkün. Ve bunların her biri, birer suç örgütüdür. Her bir efendi, birer suç örgütü, dünya halklarının tescilli katilleridir. Bunda kimsenin şüphesi yoktur.

Şimdi soru; bunlardan hangisine yakın durursa dursun, içişleri bakanı, nasıl bir kişi olabilir ki? Tam da Soylu gibi olur.

Deniyor ki, Cumhurbaşkanı bilmem ne söyledi, bilmem ne yaptı, yakışıyor mu? Kanımızca ne yapsa yakışıyor. Mesela “sürtük” dedi, “çürük” dedi, “çapulcu” dedi vb. gayet iyi yakışıyor. Ona yakışmayacak da, mesela sen sevgili “aydınlanmış” profesör sana mı yakışacak? Bence kendinize haksızlık yaparsınız, Cumhurbaşkanı’na tam da güzel yakışıyor. Derler ya, ne giyse yakışıyor, buna da ne yapsa yakışıyor: “Ananı da al git” de yakışıyor, TV kameraları karşısında olmadan ettiği küfürler de yakışıyor. İyi ama sevgili profesör, elleri kanlı bu insanlara neyin yakışıp neyin yakışmadığını tartışmak size yakışıyor mu? Karşı çıkamıyorsunuz, anladık, iyi ama bari böylesi tuhaf sorular sormayın.

Deniyor ki, Cumhurbaşkanı bilmem ne yaparsa, seçimleri kabul etmezse vb. meşru olmaz. Vah vah bu ülkenin muhalif diye geçinenlerine! İşçiler, emekçiler, işte bunlar böyledir. Amaçları sizi kandırmak, sizin direnişinizin hızını kesmektir. Cumhurbaşkanı’nın diploması yok, kendisi sara hastası, kendisi meşru olmayan bir seçimle orada. Tüm bunlar meşru ve yakışıyor da, bundan sonra bir şey yaparsa o mu yakışmıyor?

Deniyor ki; bir “devlet adamı” böyle yapmaz, insanlara hakaret etmez. Ne kadar da müşfik bir yüreğe sahipsiniz beyefendi, yapmaz diye düşünüyorsunuz. Peki, bunlar yapıyor, ne diyelim? İşte ben de onu diyorum, bunlar devlet adamı değil. Ya öyle mi? Mesela Ermeni katliamını yapanlar, 6-7 Eylül olaylarını organize edenler, binlerce Kürd’ü katledenler, IŞİD’i halkın üzerine salanlar, Sivas katliamını yapanlar vb. onlara devlet adamlığı yakışıyor muydu? Mesela Batı normlarına göre mi yakışmıyor? Hadi diyelim öyle, bunlar Batı normlarında değil, katılıyoruz. Ama nedenlerimiz farklı. Bize göre, NATO suç örgütüdür, savaş makinasıdır ve Batı değerlerinin katışıksız ortaya çıkmış hâlidir. Bizimkiler onlar kadar “devlet adamı” değil çünkü onların elleri temiz olduğundan değil. Onların elleri de kirli. Aradaki fark, biz bir sömürge ülkeyiz ve bizimkilerin devlet adamlığının limiti, onların Batı değerlerine bağlıdır. Yoksa, emperyalist efendiler, daha iyi değiller.

Kaldı ki, “devlet adamlığı” dediğiniz şey, burjuva egemenliğin kusursuz temsili ise, zaten o da iyi bir değer değil. Devlete bağlı hiçbir tanımlama, “olumluluk” içermez. Devlet adamı, mesela Hitler, mesela Churchill, mesela Biden, hepsi aynıdır, hepsinin eli kanlıdır, hepsi katildir. Katillerin bir bölümü devlet adına adam öldürür hapse girer, diğer bölümü ise adam öldürmeyi planlar ve hapse girenleri arka kapıdan çıkartır. Hangisine “devlet adamı” diyorsunuz bay profesör?

Bizim ülkemizde devlet, tarihi boyunca halka karşı, işçi ve emekçilere karşı açık ve aleni suçlar işlemiştir. Almanya, İngiltere, Fransa, ABD’den farklı olarak bu suçları, tek başlarına da işlememişlerdir, efendilerinin emri ile işledikleri de vardır. Bu nedenle, sadece Erdoğan dönemi değil, öncesinde de durum budur. Katildirler, hırsızdırlar, uyuşturucu organizatörüdürler vb. Hepsi öyledir.

Bu ülkede Topal Osman diye bir ismi kahraman olarak anan devlet ile, onun kendi katilleri olduğunu bilen halk var.

Bugün Saray Rejimi’ne karşı muhalif bir kimlik takınan ve “böyle devlet olmaz” diyenler var. Peki, hanımlar beyler, devlet bu değil ise nedir? İnsanları koruyan, insanların eşit olmasını sağlayan, haksızlıkları önleyen vb. gibi bir şey midir? İyi ama, hangi dönem, bir işçi ile bir kapitalist eşit oldu? Hangi dönem, devlet halka kurşun sıkmadı, hapse atmadı, gözaltında kaybetmedi? Hangi dönem, insanlar, kendilerini özgür hissettiler?

Devlet tam da böyle olur.

Hele hele, sömürge bir ülkede tam da böyle olur: Sınır güvenliği olmaz, çünkü efendileri öyle istiyor. Uyuşturucuya karşı mücadele etmez, çünkü zaten o işi kendileri yapıyor. Artık çocuklar dahi biliyor, bizim OYT bilmiyor, bir uyuşturucu operasyonu varsa, amacı, daha büyük çaplı bir malın rahat geçişini sağlamaktır. Bunu bilmeyen yoktur.

Diyorlar ki, cumhurbaşkanı yalan söyler mi? Niye beyefendi, niye söylemez? Mesela cumhurbaşkanı yemin ederken “yalan söylemeyeceğim” mi dedi? Diploması olmayan bir cumhurbaşkanın varsa, sen bu soruyu nasıl soruyorsun? Kabataş yalanı diye, artık tarihe geçmeye başlamış olan “fantazi dolu yalan”, acaba kimin tarafından söylendi? Cumhurbaşkanı, devletin başı ise, en çok o yalan söyler, çünkü tüm devlet yalan söyler. Tüm devlet zaten yalan söylüyor. Demek ki, yalanın en hasını en baştaki söyler.

Halka diyorlar ki, seçimlere kadar sabret. İyi ama, neden? Seçimler adil midir? Sandıklar gerçekçi midir? Mesela işçilerin, emekçilerin söz hakkı var mıdır? Mesela kadınlar, gençler düşüncelerini açıklama hakkına sahip midirler? Mesela kadınlar, gençler, işçiler, eylem yapma hakkına sahip midirler? Seçime kadar sabredin, bir başka Saray numarası değil midir? Halkı kandırmak, halkı evine kapatmak, artık baskı ve korku ile sağlanamıyor, artık Diyanet İşlerinin fetvaları işe yaramıyor, artık ordudan gelecek açıklamalar bir işe yaramıyor. İşte bu nedenle, şimdi muhalefet diye ortaya çıkan 6’lı masa, halkı evinde tutmak için uğraşıyor.

Devlet, başında bulunan bir kişinin davranışlarından ibaret değildir. Devlet çarkı, olduğu gibi işçi eylemlerinin üzerine yürümektedir. Tüm devlet kurumları, başından sonuna kadar, yargısından askerine, polisinden basınına kadar hepsi, işçi ve emekçilerin eylemlerine azgınca saldırmaktadır. Devlet, tam da budur.

Diyorlar ki, Cumhurbaşkanı hırsız, ailesini büyütüyor. İyi ama siz bunu yeni mi fark ettiniz? Devletin tümü böyledir. AK Partili dönemin farkı, hırsızlık, yağma ve rant işinin organizasyonunun daha gelişmiş olmasıdır.

Diyorlar ki, bu hükümet işçi düşmanıdır. Doğrudur. Ama bundan öncekiler de işçi düşmanı idi. Bundan sonra, bir devrim olana kadar gelecek olanlar işçi düşmanı olacaktır. Devlet budur, burjuvazinin, uluslararası sermaye ve onların yerli uzantılarının devletidir bu. Elbette işçi düşmanı olacak. İşçi dostu olacak tek devlet vardır, o da, sosyalist bir devlet olur. İşçilerin ayaklanma ile, mevcut sistemi alaşağı ederek kuracakları yeni dünyanın devleti, işçilerin dostu olur. sosyalist devletten başka işçi dostu devlet olmaz.

Demek ki, şu konuda hemfikiriz, Saray Rejimi de, onun muhalifi olarak ortaya çıkan burjuva muhalefet de, aslında aynı devletin savunucusudur. Saray Rejimi, durumu sürdürmek istiyor. Egemenlerin, yani emperyalist efendiler ve onların ortağı tekellerin isteği budur. Saray Rejimi’nin Erdoğan ile ya da o olmadan sürmesi, onlar açısından sorun değildir. Her durumda onlar Saray Rejimi’ni güçlendirmek istiyorlar.

Ama bu arada, halkın, işçi ve emekçilerin, Kürtlerin ve Gezi ile başlayan direnişlerin gelişen öfkesi var. Egemenler, bu öfkenin taşmasından, sokaklara çıkmasından, fabrikaları, okulları, hastahaneleri işgal etmesinden korkuyorlar. Bu nedenle, burjuva muhalefete açık bir görev verdiler; halkın evinde tutulması, seçim vaadinin güncel tutulması, seçime kadar sabretme eğiliminin beslenmesi, bu yolla devletin garanti altına alınması. İşte sahneye konan oyun budur.

Şimdi, burjuva muhalefet, liberal solcular, OYT, hepsi, devletin bu olmadığını, devletin temiz bir şey olduğunu, devletin iyi bir şey olduğunu anlatıp duruyorlar. Devlet konusunda parçalanmaya başlamış önyargıları yeniden canlandırmak istiyorlar. Devlet konusundaki hurafeleri canlandırarak, halkın isyan etmesini önlemek istiyorlar.

Sanki, temiz insanlar, efendi insanlar, ahlâklı insanlar topluluğu devlet imiş gibi konuşuyorlar. Bu yolla, devlet iyi ama içinde kötüler var diyorlar. Bu kötüleri ayıklayacaklarını söylüyorlar. Mesela rüşvet, mesela özelleştirmeler, mesela yağma, mesela rant, mesela bankaların kârları, mesela holdinglerin kârları bir anda ortadan kalkacak. Sanki Kılıçdaroğlu veya bir başkası gelince, ülke güllük gülistanlık olacak, işçiler sömürülmeyecek, fabrikalar- bankalar kamulaştırılacak.

Bu ahlâklı insanlar grubu, o kadar ahlâklıdır ki, fazla ahlâkları paçalarından akmaktadır, tıpkı altına kaçırmış adamınki gibi. Oysa insanın insana kulluğu, ahlâksızlığın en büyüğüdür, sömürü, ahlâksızlığın en büyüğüdür. Sizin ahlâk diye yücelttiğiniz şey, çoğunluk için zulümdür.

Bize diyorlar ki, “hukuk ortadan kalktı.” İyi ama zaten hangi hukuk ortada idi ki? 12 Eylül hukuku mu? Mesela Sivas katliamı hukuku mu? Mesela 1 Mayıs katliamı hukuku mu? NATO hukuku mu ortadan kalktı? Elbette hayır.

Hukuk ortadan kalkmadı. Hukuk, Saray Rejimi’nin, TC devletinin elinde bir silahtır ve öyle kullanılmaktadır. Burjuva hukuku her zaman işçiler için adaletsizlik demektir.

Yaşam işçi ve emekçiler için, kan ve gözyaşı demektir, açlık ve sömürü demektir, esaret ve borç içinde yüzmek demektir, aşağılanmak ve horlanmak demektir. Sizin ahlâkınız, sizin demokrasiniz budur.

Devletin kendisi, baştan aşağıya bir suç örgütüdür. Elbette onun bakanları, onun bakmayanları da bu suç örgütünün parçasıdırlar. Yargıcı, gazetecisi, generali, polisi, profesörü, yazarı, hepsi hep birlikte, işçilerin kanının üzerine kurdukları düzenin bekçileridir.

İşçi ve emekçilerin bu yalanlara, bu hurafelere karnı toktur.

Biz devrimciler, durmadan, yılmadan, işçilere gerçeği anlatacağız. Bugün, sürmekte olan iç savaşın işçi ve emekçilere karşı bir savaş olduğunu söyleyeceğiz. Ne zaman olursa olsun, işçilerin ilk görevi, devrimcilerin ilk işi, kendi egemenleri ile hesaplaşmaktır. Biz, işçi ve emekçilerin, hiçbir halka, hiçbir başka ülke vatandaşı işçiye kurşun sıkmasını savunmayacağız. Biz her koşul ve şart altında, işçilere devletin ne olduğunu, bir kere daha anlatacağız.

Bu topraklarda suç adına ne varsa, devlete aittir. İster iktidarda olsun, ister muhalefette burjuva politikacılar bu suçun içindedir. Kimse bize ahlâkçı kesilmesin. İnsanın insana kulluğuna karşı, savaşa ve sömürüye karşı mücadele etmeyenin ahlâkı olmaz. NATO ahlâkı, Batı değerleri, savaş ve egemenlerin özgürlüğünü savunan değerlerdir, sömürgeciliğin değerleridir, dünyanın yağmalanmasının değerleridir. Bunlara karşı, net bir tutum almayan, ikircikli olan, kendi devletini işçilerin ve mazlumların karşısında savunan kimse ahlâk ve erdemden söz edemez. İşçinin ve emekçinin çıkarlarını savunmak, özgürlük ve emekten söz etmek, her zaman devlete karşı mücadele etmek demektir. Bunun başka bir ölçüsü yoktur.

Ülkenin tüm servetinin, tüm zenginliğinin kaynağı işçi ve emekçilerdir, halktır. Ve elbette bu servetin, bu zenginliğin üzerine çöreklenmiş burjuva egemenlik yerle bir edilmeden, insanî hiçbir gelişme sağlanamaz.

İşçilerin ve elbette kadınların ve elbette gençlerin ve elbette tüm ülkenin, toplumun kurtuluşu, sosyalist devrimdedir. Bu sosyalist devrim, enternasyonalist bir devrimdir. Hiçbir kimliğin aşağılanmasını kabul etmez. Her ülkedeki işçi ve emekçilerin kardeşliğini temel alır. Her kapitalist devlet düşmanımız, her kapitalist ülkedeki işçiler ve halklar dostlarımızdır.

Mücadele ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın, biz devrimciler, doğru olanı işçilere anlatmaktan geri durmayacağız. İşçi ve emekçilere gerçeği, çıplak gerçeği anlatmaktan geri durmayacağız. İşçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olur. Başka bir kurtarıcı aramak, hayal kırıklıkları demektir. Burjuvazinin bir kesiminin kuyruğuna takılıp, Saray Rejimi’nden kurtulmak mümkün değildir.

Biz devrimcilerin önünde zorlu bir mücadele süreci vardır. Bu süreçte birincil olan, cepheni kaybetmeden, rotanı kaybetmeden, doğru bir yerde durmaktır. Yalpalamak ölümdür.

Sadece ülkemizde değil, tüm yeryüzünde, kapitalist egemenlik ömrünü doldurmaktadır. Bu burjuva egemenlik, sadece işçilerin yaşamını zindana çevirmekle kalmamaktadır, sadece kadınların ve gençlerin geleceğini çalmakla kalmamaktadır. Artık bu burjuva egemenlik tüm gezegeni tehdit etmektedir. Tutarlı her barış savunucusu, tutarlı her çevre savaşçısı, bu kapitalist egemenliğe karşı mücadeleye katılmak zorundadır.

Başörtüsü “yasası”, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, modern Takrir-i Sükûn Saray Rejimi’ni güçlendirme programı

Eylül 2022 sonunda ve Ekim 2022 başında, peş peşe üç hamle ortaya çıktı.

İlkinin “sahibi” Kılıçdaroğlu görünüyor. Kılıçdaroğlu, birdenbire, “türban” meselesini yasaya bağlama sevdasına düştü.

Aynı dönemlerde, Erdoğan, Alevilere “müjde” verdi. Bundan böyle müjde Saray’dan geliyorsa, bu türden olacaktır. Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kurulacakmış.

Ve üçüncüsü, daha önceden çıkması ertelenen ve tekrar meclise getirilen sansür yasası diye adlandırılan, modern “Takrir-i Sükûn” yasasıdır. Sosyal medyanın tam kontrolü için özel bir yasa hazırlanmıştır ve bu yasa meclisten geçirilmiştir.

Bu üç gelişme, aynı dönemde, peş peşe devreye sokulmuştur. İlkini, “muhalefet” yani Kılıçdaroğlu devreye sokmuştur. İkincisini ise Erdoğan. Üçüncüsü doğrudan Saray Rejimi tarafından parlamento devreye sokularak gündeme alınmıştır.

Rastlantı mıdır?

Rastlantı süsü verilmek istenmiştir. Üçünü de Erdoğan devreye sokmamıştır. Ama üçü de devlet adına, Saray Rejimi adına devreye sokulmuştur.

Bu üç hamle, seçimler bahanesi ile Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi planlarını göstermektedir. Burjuva muhalefet “güçlendirilmiş Saray Rejimi” derken, karşımıza çıkartılan “güçlendirilmiş” Saray Rejimi’dir.

Bu en başta ifade ettiğimiz düşüncemizi detayları ile ele almadan, süreci biraz daha yakından bakarak incelemeliyiz.

İlkinden başlayalım. Çünkü, sıra da önemli görünüyor.

İlk adım, Kılıçdaroğlu’ndan geldi.

Akşam istihareye yatmış, ABD’ye yolculuk öncesinde kendine gaipten haberler gelmiş, devlet yani Saray Rejimi, ona fısıldamış ve o da, hamleyi yapmış. Başörtüsünü yasaya bağlama çağrısı yapmış. Elbette, kendisi de biliyordu ki, Erdoğan da buna yanıt olarak “Anayasa” değişikliği önerecekti.

Kılıçdaroğlu, bu hamle ile, Erdoğan’a “pas” mı verdi? Erdoğan böyle dese de, hayır. Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi için, bir hamle yaptı.

Ona sorarsanız, aslında o, bu hamle ile, Erdoğan’ın elinden bir aleti aldı, Erdoğan artık başörtüsünü kullanamazmış.

Ne kadar ucuz bir politikadır bu!

Gerçekten, bunlara inanıyorlarsa, mesela Kılıçdaroğlu ve CHP bunlara inanıyorsa, vay hâllerine. Yok bunlara inanmıyorlarsa, ki inanmıyorlar, vay CHP’ye kurtarıcı olarak bakanların hâllerine.

Demek artık, iktidar “başörtüsünü” bir koz olarak kullanamazmış. Bunu söylemek için, aklî melekelerini buhar hâline getirmiş olmak gerekir. Gerçekte Erdoğan, zaten bu sorunu kullanabilecek durumda da değildir. Ülkede son derece ciddi bir derinliğe sahip ekonomik kriz herkesi vurmakta iken, iktidarın başörtüsünü kullanacağını düşünmek, aklî melekelerini gökyüzüne salmış olmak demektir.

İktidarın dini ve milliyetçiliği kullandığı, kullanacağı kesindir. CHP veya diğer burjuva muhalif partiler, gerçekten birer parti iseler, bu milliyetçiliğin ve dinin kullanımına karşı dururlar. Bunun için solcu olmaları gerekmez. Laikliği savunmak için, devrimci olmak şart değildir, tüm kapitalist ülkelerde bu vardır, hatta bizim ülkemizdeki tarzı ile laikliği savunmak, “laiklik elden gidiyor” diye nutuklar atmak, oldukça geri bir durumdur. Hiçbir zaman laik olmamış, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumla, Sünni İslam’ı ya da başka bir dini halka dayatan, halkın vergileri ile imamların maaşlarını ödeyen, “din hizmeti” vermek gibi bir kamu hizmeti keşfetmiş olan bir ülkede laiklik savunusu adına, bu sistemi savunmak, ilerici olmak bile değildir. Bunun solculukla bir alakası yoktur. Diyanet İşleri dağıtılmadan, havralar, kiliseler, camiler vb. için devletin para ödemediği bir sisteme geçilmeden, bir ülke laik olarak nitelendirilemez.

Erdoğan’ın dinî sureler ile, Naslarla vb. yönettiği ekonomiyi, ona inat daha farklı ayetlerle yönetmeye kalkmak, hiçbir burjuva partiyi farklı bile yapmaz. CHP, din ve milliyetçiliğe daha da yakınlaşarak, AK Parti’den iktidarı almayı mı hedefliyor? Elbette ki hayır. CHP bu milliyetçilik ve dincilik “açılımları” ile, aslında, dini ve milliyetçiliği, toplumun her katmanına yerleştirmeye çalışan Saray Rejimi’ni sağlamlaştırmaya çalışıyor.

Sözüm ona, seçimleri kazanmak için, başörtüsü kozunu iktidarın elinden almak istiyorlar. İyi ama, öyle bir koz kaldı mı ki? Bundan 20 yıl önce böyle bir ortamı yaratanların içinde CHP, Baykal ile vardı. Şimdi aynı sürecin içine Alevi kimlikli Kılıçdaroğlu dalıyor. Oysa bugün, AK Parti döneminde türbana bürünmüş birçok genç kadın, başörtüsünü çıkartıp atmaktadır. Birçok samimi Müslüman, AK Parti iktidarının 20 yıllık döneminden sonra dinden dahi uzaklaşmaktadır.

Her gün, en az 3-4 kadının cinayete kurban gittiği bir ülkede, CHP, başörtüsü için yasal güvence üretmektedir.

Önerileri de komiktir: “Kadın giyinmeye ve giyinmemeye zorlanamaz.” İşte size özgürlük. Neden “kişi” değil de, kadın? Erkeklerin şalvar ya da şort giymesi sorunu ne olacak? Ya takke, cüppe, fes vb. ne olacak?

Her gün 3-4 kadın öldürülmektedir.

Her gün işyerlerinde 5 işçi iş cinayetlerinde ölmektedir.

Her ölen işçi, her ölen kadın için devlet, mahkemeler eli ile teşvik edici tutumlar ortaya koymaktadır.

Her gün onlarca çocuğun ırzına geçilmektedir.

İnsanlar oruç tutmadığı için dayak yemektedir.

Öğrenciler yurtlarda intihar etme eşiğine gelmiştir.

İşçi ve emekçiler, ciddi bir açlıkla karşı karşıyadır.

Ülkenin her yanında uyuşturucu mafyaları cirit atmaktadır.

TC devleti, Kürt halkına karşı kimyasal silahlar kullanmaktadır.

Cumartesi Anneleri, kayıp çocuklarının nerede olduğunu sordukları için yerlerde sürüklenmekte, polis copunun tadına varmaktadır.

Ve CHP, başörtüsü kozunu AK Parti’nin elinden almak için, yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlerden önce, dinî ve milliyetçi vizyonuna yeni hamleler eklemektedir.

Ve bunu sunarken, kadının giyinip, giyinmeme özgürlüğünden söz etmektedir. Kişi bile diyememektedir.

Oysa bu hamle ile CHP, bizzat başörtüsü sorununu toplumun gündemine, ekonomik ve siyasal gerçek gündemi örtmek için sunmaktadır.

Şimdi, Saray kadar burjuva muhalefet de, gerçek gündemi gizlemek için, sunî gündem yaratmakta rol almaktadır.

İkincisi büyük reis, her şeyin başı olan Erdoğan tarafından dile getirildi. CHP, başörtüsüne sarılırken, Erdoğan da Alevi meselesine sarıldı. CHP nasıl ki, başörtüsü ve kadın meselesine ucuz yaklaşımlar sergiliyorsa, iktidar da Alevi meselesine “çürüme”nin tüm tonlarını gösteren yaklaşımlar sergiliyor.

Şöyle diyor Erdoğan:

“Alevi ve Bektaşi vatandaşların etrafında bir araya geldiği mekânların meselelerinin devlet nezdinde takibini ve yürütmesini yapacak kurumsal yapı kuruyoruz.

“Cemevlerinde erkan hizmetlerini yürütmekten sorumlu Alevi-Bektaşi inanç önderlerinden talep edenlere, bu kurumsal yapı bünyesinde kadro verilecektir.

“Cemevlerinin aydınlatma, içme ve kullanma suyu, yapım, onarım ve bakım giderlerinin karşılanmasıyla ilgili tüm sorunlar çözülmüş olacaktır. Kuracağımız Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, muhtarlıklara, derneklere, belediyelere, federasyonlara bağlı cemevlerinin yönetimini yürütecektir. Kültür ve İçişleri Bakanlığı koordinasyonunda yürütülen milli birlik beraberlik çalışması kapsamında, 1585 cemevi ziyaret edilerek muhataplar dinlendi.”

İşte size Alevi açılımı.

Biri başörtüsünden, diğeri ise Alevilikten destek arıyor. Ama her ikisi de, “milli birlik ve beraberlik projesi” ile ilgilidir. Bu “milli birlik ve beraberlik projesi”nin ne olduğunu, bu ülkenin tarihini bilenler, devleti biraz tanıyanlar, çok zorlanmadan anlayabilirler.

Her ikisi de “milli birlik ve beraberlik projesi” içindedir.

Şimdi, burada durmamız gerekir.

Cemevleri için, “elektrik ve su paralarını, biz de camiler gibi ödemek istemiyoruz” denildiğinde, biz Kaldıraç Hareketi olarak, açıkça yazdık. Bu doğru bir talep değildir. Bu laik bir tutum bile değildir. Tersini talep ediyoruz, nasıl ki cemevleri kendi kiralarını, kendi elektrik, su vb. giderlerini kendileri ödüyorsa, aynı biçimde, sinagoglar, kiliseler ve camiler de içinde, tüm dinî ibadet yerleri, kendi giderlerini vergilerden ödememelidir. Herkes, kendi giderlerini kendi cemaatinden toplamalıdır. Devlet, din adamı görevlendirmez, onların maaşlarını ödemez. Devlet, dine karışmaz. Tüm dinlere eşit mesafede durmalıdır. Bu nedenle nüfus cüzdanlarında “dini” maddesi olmamalıdır. Kimsenin dinî inancı, devleti ilgilendirmez. Devlet bir dini savunmaz, ateist ya da farklı dinden birilerini “düşman” ya da “kötü” ilan edemez. Aslında tüm bunlar, burjuva devletlerin doğuşunda vardır. Yani bunları savunmak için, ille de komünist olmaya gerek yoktur.

Siz laiklik adına kalkıp, cemevlerinin elektrik paralarını devletten isterseniz, kendinizi cami imamı ile aynı yere koyarsınız ve bu doğrusu devletin işine gelir.

Osmanlı, bazı fethettiği bölgelerde, etkili ailelerden bir kişiyi devlet memuru yapardı. Bu sayede, o kişi ve ailenin geliri devlete bağlanmış olurdu. Buna “gırtlağı kontrol etme politikası” da denir. TC devleti, Kuzey Kıbrıs’ı işgal ettikten sonra, Kıbrıslı ailelerin etkin olanlarından birini, hiç çalışmasa da devlet maaşına bağladı. Böylece, tüm adayı kontrol etmeyi başardı. İşte bu çok eskilere dayanan politika, şimdi, Aleviler için uygulanmaktadır.

İzzettin Doğan gibi zaten devlete bağlı Alevi dedelerinin sayısını artırmak, Alevi derneklerinin devlet tarafından tam kontrolünü sağlamak için “inanç önderlerinden talep edenlere” maaş bağlanması kararı almaktadırlar.

Tüm Alevi dernekleri, Kültür Bakanlığı bünyesinde bir merkeze bağlanacaktır. Böylece, devlet maaşı ile “boğazların kontrolü” sağlanmış olacaktır. “Boğazlar” derken, İstanbul ve Çanakkale boğazlarından söz etmiyoruz, ailelerin geçiminden söz ediyoruz.

Proje ciddidir.

Projeye karşı çıkan Alevi dernekleri vardır elbette. Ama bu projeye yatacak çok sayıda Alevi dedesi vardır. Eğer İzzettin Doğanlar istisnadır diye düşünen varsa, 12 Eylül denilen şeyi ve TC devletini hiç anlamamışlar demektir.

Saray Rejimi, Erdoğan eli ile, aslında Alevileri sisteme bağlayacak adımlar atmaktadır. Bu adımlara CHP dünden razıdır. Nasıl ki, Saray Rejimi, başörtüsü konusunda CHP eli ile adımlar atmaya kalktığında AK Parti bunlara dünden razı ise.

“Milli birlik beraberlik projesi” budur. CHP eli ile başörtüsü, AK Parti eli ile Alevi meselesi gündeme taşınmaktadır. Bu yolla, herkes, “ortaya” toplanmak istenmektedir. CHP buna “helalleşmek” adını veriyor. Erdoğan buna, “milli birlik ve beraberlik projesi” diyor. Her iki adım da, devlet adımıdır ve Saray Rejimi’ni güçlendirme adımlarıdır.

Başörtüsü ile “dinden soğuma” sürecini durdurmak istiyorlar, Alevi açılımı ile Alevi asimilasyonunu geliştirmek istiyorlar. Her iki kanal da devlet denetimine gider. Devlet, tüm örgütlenmeleri, tüm dernekleri vb. 12 Eylül ile başlattığı kontrol sürecini ilerleterek, tam denetime almak istiyor. Devletin başörtülüsü, kadın sorununa kadar ulaşıyor. Devletin Alevisi, halklar sorununa kadar ulaşıyor. Devlet, Saray Rejimi, her yolla, hem iktidar hem de muhalefet aracılığı ile restore edilmeye çalışılıyor.

Elbette bu “ılımlı İslam” politikasına uygundur. Gülen Hareketi de bu politikanın bir ürünü idi. Ilımlı İslam ve Yeni Türkiye projesi, ABD projesidir. Bu proje Saray Rejimi’ni doğurmuştur. Ve bu projenin ürünlerinden biri Erdoğan-Bahçeli ittifakı ise, biri de Kılıçdaroğlu-Akşener ittifakıdır.

Saray Rejimi, iktidarda olanları ile, muhalefette olanları ile, tüm burjuva partileri kapsamaktadır. Mesela yurtdışı tezkerelerine hepsi onay verir, mesela milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına hepsi birlikte onay verir.

Erdoğan, bir eski Ergenekon sanığı subayı partisine katarken, çocuk sayısı üzerinden PKK’ye göndermeler yapmıştır. Demek ki, Erdoğan, bir devlet projesi olarak, “milli birlik ve beraberlik” projesi kapsamında, dinî kesimlerin, Sünnilerin vb. 3 çocuk yapmasını bir nüfus planlaması olarak ele almaktadır. Artık, dili fren tutmadığı için, her şeyi kusmaktadır, itiraf etmektedir. Bu kusmuklu itiraflar, arka plandaki düşüncenin iğrençliğini çok daha net ortaya koymaktadır.

Başörtüsü ve Alevilik üzerindeki bu tartışmalar da, aynı şeyin, Saray Rejimi’nin, TC devletinin çürümüşlüğünün itirafları gibidir.

Üçüncü hamle, iktidardan meclise havale edilen sansür yasası ile ortaya çıkmıştır. Sosyal medyanın kontrolü için bir yasa devreye sokulmuştur. Elbette, tüm aklı evvel solcularımız, “aydınlarımız” bu yasayı “seçim hazırlığı” olarak ilan etmiştir. Zaten her ne gelişme olursa olsun, onlar seçim hazırlığı diyorlar.

Okuryazar takımı (OYT), Aralık 2021 ortalarında asgarî ücretin 4250 TL olarak ilan edilmesini, “seçim hazırlığı” olarak yorumladılar.

Kayıtlar ortadadır. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, birçok devrimci grup ile birlikte, bu asgarî ücret artışını, “sosyal patlamayı” önleme hamlesi olarak yorumladık. Ve dedik ki, zaten bir ay sonra, tüm artış, enflasyonla geri alınmış olacak. Ama bu maaş artışının yanılsaması bir-iki ay sürecek. Haziran 2022’de yeniden asgarî ücret artırıldı, 5500 TL oldu. OYT, muhalif burjuva kanat, bunu da seçim hazırlığı olarak ilan etti. Aynısı oldu. Kârlarına kâr katan bankaların, emekli maaşları için promosyon vermesini ve bu promosyonun yükseltilmesini bizzat devlet, Saray Rejimi emretmiştir. Bu yolla, emekli maaşları çok artmadan, bankaların onlara “rüşvet” dağıtması sağlanmıştır. Aslında bankalar bu işten de zarar etmemiştir. Bu da “seçim yatırımı” değildir. Bu da, sosyal patlamaları önleme hamlesidir ve tüm devlet adına yapılmıştır. Nasılsa enflasyonla bu gelir artışları, fazlası ile geri alınmaktadır.

İşte aynı şekilde, bu yeni sansür yasasını, sosyal medyanın susturulması yasasını, “seçim” için yaptıklarını iddia ediyorlar.

Elbette, bu yasa, iktidarda olanlar için, eğer seçim olursa, orada da işe yarayacaktır. Ama esas kullanım yeri sadece seçimler vb. değildir. Bu yasa, her alanda kullanılacaktır. Amacı, sosyal patlamaları, sosyal medya üzerinden gerçekleşen organizasyonları önlemektir.

Bunun için korku ortamı yaratmak istiyorlar. Bu nedenle yasa, KHK ile cumhurbaşkanlığı tarafından yayınlanmıyor, mecliste tartışılıyor.

Daha yasa çıkmadan, yürürlüğe girmeden, şimdiden sosyal medyada sansür etkisini göstermiştir.

Bu yasa, Takrir-i Sükûn yasasına benzemektedir. Olağanüstü hâl zaten var. Varolan olağanüstü hâli, “taze” bir görüntü ile daha fazla korku salarak, kitleleri susturmayı hedefliyor.

Olağanüstü hâl, zaten vardır. Uzun süre olağanüstü hâlde yaşarsanız, o olağanüstü hâl, olağan hâl hâline gelir. Bu yeni olağan hâl, devletten korkuyu da azaltmaya başlar. Bunu tazelemek gerektiği kanaatindedirler. Buna, aynı zamanda, Saray Rejimi güçlendirmek de diyebilirsiniz.

Tekrar olacak, bu üç gelişme, Saray Rejimi’nin restorasyonu programı içindedir. Erdoğan’ın ağzından çıktığı şekli ile, “milli birlik ve beraberlik projesi” kapsamındadır.

Biliniyor ki, Saray Rejimi, Erdoğan ile devam edebileceği gibi, Erdoğan’sız da devam edebilir. Asıl olan Saray Rejimi’dir, yoksa onun başında kimin olduğu değildir. Bugün sorun, bu Saray Rejimi’nin artık yürütülemez olmasıdır. Bunu, restore etmek, bunu güçlendirmek istiyorlar. Erdoğan ile veya onsuz, bu ikinci konudur.

İşte bu aynı nedenle, biz devrimci işçilerin ana sorunu, Saray Rejimi’ni yerle bir etmektir, Erdoğan’ın devrilmesi çok daha kolay olanıdır.

Bu adımlara “seçim adımı” diyenler, tümden, tamamen hatalıdır diyemeyiz. Elbette, bunlar seçimde de kullanılacaktır. Diyelim ki, yeni TOMA alındı, bu elbette seçimlerde de işe yarayacaktır. Bu üç adım, seçim adımı değildir. Bu üç adım, seçimlerde de kullanılabilir. Ama bu üç adım, esas olarak Saray Rejimi güçlendirme adımlarıdır.

Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisi demektir.

Bu alanda bir geri adım yoktur. Bu rejimin devamı için, kitlelerin her hak arama eylemine copla, TOMA ile saldıran devlettir.

Bu durumun bizzat kendisi, yeni tarzda bir Takrir-i Sükûn yasasını, bu sosyal medya sansür yasasını gerekli kılmaktadır.

Seçim için diyenlere sormak isteriz, savaş için bu yasa işe yaramıyor mu? Buyurun, Kürt halkına karşı, PKK’ye karşı kimyasal silah kullanıldığını söyleyin, bunu yayın. Bakalım, karşınıza hangi yasalarla çıkacaklar?

İşte mesele buradadır.

Artık, hiçbir yasa işe yaramıyor. İnsanlar, yasaların, hukukun vb. işe yaramadığı fikrindedir. İşte bu nedenle, yeni yasa da işe yaramayacaktır. Bu nedenle, uzmanlar, bu yasayı KHK ile çıkartmıyor, tartıştırmak istiyor, tüm kanallarda bu yasanın ne demek olduğunun adeta “eğitimi”ni veriyorlar. Yani, yasayı, aslında hiçbir yetkisi, hükmü vb. olmayan mecliste tartıştırmalarının nedeni, korkuyu bulaştırmak isteğidir. Yoksa, devletin iplemediği yasaları, halkın da iplememe eğilimi zaten vardır ve sürecektir.

Aklımızı seçimlerin olacağı fikri ile bu denli bozmamak gerekir.

Ortada, fiilî bir gündem vardır. İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, öğrenciler, kısacası nüfusun büyük çoğunluğu için yaşam dayanılmazdır. Bu gerçeği, bunun nedenlerini, kapitalist sistemin çözümsüzlüğünü, olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olan Saray Rejimi’ni ve bu rejimin de ayakta durmakta zorlandığını tüm çıplaklığı ile, işçi ve emekçilerin gündemine taşımak gerekir. Gündem, bu Saray Rejimi’nin, işçi ve emekçiler eli ile yıkılması gündemidir.

Savaşın bu denli yakın olduğu bir coğrafyada, Saray Rejimi gibi bir devlet yapılanması koşullarında, seçim olacak diye bu denli kendini bağlamak, hayal kırıklıkları yaratacaktır. Seçim olursa yapılacak olan zaten bellidir. Saray Rejimi’ni yıkma hedefi, canlı ve güncel bir hedeftir. İşçi ve emekçilerin gündemi bu olmalıdır.

Dersim’den Zap’a; Katliamlarla, kimyasallarla direniş bastırılamaz

Bugün, ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin, yoksulların, emeklilerin, gençlerin, kadınların yaşamlarını çekilmez hâle getiriyor. Yoksulluk, açlık, işsizlik birlikte kol geziyor.

Bunlara cinayetler eşlik ediyor; işçi cinayetleri, kadın cinayetleri vb.

İçeride, Saray Rejimi, açık bir iç savaş yürütüyor.

Bu iç savaş açıktır, ama devlet, Saray Rejimi, adını iç savaş olarak koymadan, bunu deklare etmeden savaşı yürütüyor.

İç savaş, Kürt devrimine karşı ve her türden işçi, kadın, gençlik, çevre direnişine karşı yürütülüyor. Egemenler, Tekelci Polis Devleti, mevcut iktidarı sürdürebilmek için, kendi yasalarını tanımayan bir saldırganlık içindedir.

Halk Savunma Güçleri 17 Ekim’de “6 aylık savaş bilançosu” açıkladı. Savaş gerçeğinin boyutu bu bilançoda mevcuttur. Bölgenin en örgütlü gücü, Rojava’nın yaratıcısı, emperyalistler arası paylaşım savaşı içinde büyük bir plan bozucu olarak Kürt halkının direnişi, NATO’suyla, BM’siyle, AB’siyle, ABD’siyle beraber örgütlenen büyük bir imha saldırısıyla karşı karşıyadır. Bu saldırıya karşı büyük de bir direniş sergilenmektedir.

İşçi sınıfının reddi, halkların inkârı ve imhası üzerine kurulmuş bu devlet, katliamlar tarihine her gün yenisini eklemektedir. Kendi cennetleri sürsün diye, yağma-rant ve savaş üzerine yükselen ekonomileri tıkırında olsun diye, Bartın’da 41 madenciyi göz göre göre ölüme yollayanlarla, Bâşûr’da kimyasallarla Kürt halkına saldıranlar aynıdır.

Egemenlerin tarihi katliam, halkların tarihi ise direniş tarihidir.

38’de Dersim’de Almanya’dan alınan zehirli gazlarla, ABD’den alınan uçaklarla mağaralardaki halkı katledenler, Cizre’de 300’den fazla insanı binaların bodrumlarında kimyasallarla katledenler, 19 Aralık 2000’de devrimci tutsakları kimyasallarla katledenler hiçbir direnişi engelleyemeyecektir.

Egemenler ne krizi çözebilirler ne savaş politikaları ile bir yere varabilirler. Tıpkı ABD’li efendilerinin Vietnam’da ve tüm dünyada yaptığı gibi, kaybettikçe vahşileşen TC devleti, çözülüşünü de boyun eğmeyen isyanı da durduramayacak.

Krize ve savaşa karşı direniş dışında bir seçenek yoktur.

Dünya, artık, yeni bir devrimci yükseliş dönemine girmektedir. Bunun işaretleri vardır. Dünyanın her yerinden eylemler yükselmektedir. Bu süreç katlanarak artacak, gelişecektir. Bu süreci karşılamak demek, direniş hattına sahip çıkmak demektir.

Katliam saldırılarına karşı, direnişi büyütelim!

İşçilerin birliğini, halkların kardeşliğini ellerimizle örgütleyelim!

19 Ekim 2022

Kaldıraç dergisinin Ekim sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ekim sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Burjuva muhalefet, halkın, kitlelerin, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin tepkisini devlete karşı bir tepkiye dönüşmeden önlemek için, seçim gülümsemeleri dağıtmaktadır. Seçime kadar susun, sabredin demektedir. Saray, Diyanet İşleri’ni de devreye sokarak, sabır duası yaparken, burjuva muhalefet de, “az kaldı seçime kadar sabır” söylemi ile bu dualara katılmaktadır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Direnişi ve örgütlülüğü geliştirmek

Eğer Saray Rejimi, Erdoğan’ın histerik hâllerinin sonucudur diye düşünmüyorsanız, eğer Saray Rejimi’nin dayandığı yağma, rant ve savaş ekonomisi Erdoğan’ın kararlarının ve iradesinin sonucudur demiyorsanız, eğer TC devletinin ABD tetikçisi olarak Suriye, Kafkaslar, Balkanlar, Libya faaliyetlerini Erdoğan’ın seçimleri olarak okumuyorsanız, Saray Rejimi’nin bir seçimle ortadan kalkacağını nasıl iddia edersiniz, bunu nasıl işçi ve emekçilere bir rota olarak gösterirsiniz? Eğer, gerçekten tüm bunların Erdoğan’ın bozuk kişiliğinin ürünü olduğunu söylemiyorsanız, bunların seçimle düzeleceğini söylemek, işçi ve emekçileri mücadeleden, direnişten, velhasıl devrimden uzak tutmak için söylenen bir yalan olduğunu kabul etmek zorundasınız.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Çürüme ve korku

Mesela bugünlerde Soylu ile kapışan Ümit Özdağ, Soylu’nun kendisine ABD çocuğu demesine karşılık olarak, bir hafta süre verdikten sonra, Soylu’nun ABD elçisine beni destekleyin parti kurayım haberi gönderdiğini, ABD elçisinin de Soylu’ya, önce uyuşturucu işini bırak dediğini açıklamamış mıdır? Demek ki, herkesin, “siyaset uzmanları” bilir mi bilmiyoruz, ama “uzman siyasetçiler”in hepsinin, seçilmenin yolunun Washington’dan geçtiğini bildiklerini varsayabiliriz.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Seçimler, “demokrasi” ve işçi sınıfı

Mesela Soylu’nun foto albümünde yer alan tombik bir çocuk ya da ergen, çok büyük paralar vurur ve Arnavutluk’a kaçar. Balkanlardan getirilmesi de zor değildir. Çocuk, tombiktir ve annesini özlemiştir. Bu durumda ona özel bir af formülü bulunur elbette, çünkü ne de olsa 2 milyar dolar, yani 400 milyar TL söz konusudur. Bu da “güzel” bir örnektir, değil mi?
Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 255 / Ekim 2022
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ulaşabilirsiniz.

Çürüme ve korku

Saray Rejimi’nin geleceği üzerine, epeyce geniş bir kesimce tartışmalar yürütülüyor. Bu tartışmalar elbette bir nesnelliğe dayanıyor. Saray Rejimi, burjuva egemenliğin çürümüş hâlidir. Bu çürüme, bu kokuşma, her yerden, her mesafeden, hemen her burun tarafından koklanabilir durumdadır.

Yani, “dışarıdan da anlaşılıyor.”

Sadece iktidar, sadece Saray çevreleri tarafından hissedilen bir şey değil, dışardan, yoldan geçen tarafından da anlaşılıyor. Saray erkânı, bir gün “bu nefis koku da ne” deyip, kendini her şeyin iyi olduğuna inandırmak istese de, kısa bir süre sonra bu durumun, ağır hastanın zaman zaman hayata tutunma isteğinin yarattığı bir yanılsama olduğunu anlaması uzun sürmüyordur. Hasta benzetmesi buraya kadardır. Zira, Saray erkânı, iktidarı kaybetmenin bedelini yakından bilen, oldukça diri hâldedir. Burjuva muhalefetin, bugün, Saray erkânını iş bilmezlikle suçlaması, hiçbir biçimde doğru değildir. İş bilmez, liyakatten anlamaz, beceriksiz değildirler. Tersine, görevleri ve yapmak istedikleri konusunda nettirler. Burjuva muhalefetin, CHP ve İYİ Parti’nin, onları izlemekte tereddüt etmeyen okuryazar takımının (OYT) ve liberal solcuların, “devlet yok”, “hukuk yok”, “bu kadar liyakatsiz kadrolaşma nedir”, “bu nasıl bir iş bilmezliktir” türünden yakınmaları, onların kafalarının ve kurgularının ürünü olan, burjuva devleti, “demokrasiye bağlı”, “liyakate bağlı” vb. bir şey sanmalarındandır. Onun için, sürekli Batı değerlerinden, sürekli NATO ve demokrasi arasındaki bağdan söz ediyorlar. Bu nedenle sürekli cumhurbaşkanının saygıdeğer bir kişi olması gerektiğinden, yasaların üstünlüğünden söz ediyorlar. Cumhurbaşkanı açıkça yalan söylüyor, sürtük vb. diyor, onlar da “aaa yakışmadı” diyorlar. Nasıl bir algıları varsa, Cumhurbaşkanlığını, burjuva siyaseti, “saygıdeğer” insanların işi diye düşünüyorlar. Bu onların “hüsnü kuruntusu” değilse bile, Batı’ya olan körce bağlılıklarının sonucudur. Bazı aydınlar (biz OYT diyoruz ve bunlar da kendilerini cahilleştirerek bunun içine alıyorlar) devletin düştüğü hâlleri görüp “utandığını” ifade etmektedir. Ne acıdır: Saray erkânının utanmazlığını görüp, onların yerine utanç hissetmek ve bunu da ülke adına hissetmek, olsa olsa, kafada kuruntu hâline getirilmiş Batı değerlerinin yarattığı körlükle açıklanabilir. Oysa, Saray, kendi işini yapmaktadır. Hırsızdırlar, yağmacıdırlar, savaş müptelasıdırlar, tetikçidirler, rantçıdırlar. Ve bunlar, tek tek hepsinin ortak paydasıdır, ortak özellikleridir. Tüm yapı budur. Acaba, onların bu “düzeysizliklerine” bakıp, ülke adına utanç duyanlar, katliamlardan sonra da, bu duruma, katliamlara bakarak “utanç” duyuyorlar mı? Yoksa korkuları utançlarını bastırıyor mu? Diyarbakır katliamlarına bakıp, sizden utanç duyuyorum mu diyorlar, yoksa, “terörist tabii, biraz orantısız şiddet var” demekle mi yetiniyorlar?

Erdoğan’ı değiştirip, yerine Kılıçdaroğlu’nu koyup, aynı yapıyı sürdürmeyi, böylece devleti “adam gibi devlet” hâline getirmeyi hayal eden burjuva muhalefetin izindeki liberal solcular, gerçekliği görme yeteneğini kaybetmiş durumdadırlar. Bu nedenle, sanki cumhurbaşkanı efendi bir adam olurmuş, sanki bu ülkede Saray Rejimi yokmuş, sanki bu ülke laik ve demokratik bir hukuk devleti imiş, sanki bu ülkede devlet cinayet işlemezmiş, sanki bu ülkede mafya at koşturmazmış, sanki tarikatlar dün ortaya çıkmış, sanki bu ülkede Ermeni katliamı hiç yaşanmamış, sanki bu ülkede Kürtlere katliam dayatılmıyormuş, sanki kadınlar öldürülmüyormuş, sanki işyerlerinde işyeri cinayetleri için Diyanet’ten fetvalar çıkmıyormuş gibi varsayarak davranmaktadırlar. Sorun, kendilerinin gerçeği algılamalarındadır. Yoksa sokaktaki çocuk bile, insanların işkence gördüğünü, polisin her hak arama eylemini azgınca bastırmak için saldırdığını, iktidarın hırsızlarla ve son derece işini iyi bilen yağmacılarla, rantiyelerle dolu olduğunu, efendilik diye bir şeyin devlet görevlilerinden beklenmeyeceğini, her gün kadınlara karşı şiddeti bizzat devlet çarkının ve Saray Rejimi’nin teşvik ettiğini vb. bilir.

Eğer, siz ille de bir şeyden dolayı utanacaksanız, bırakın devletin, mafyanın, Saray’ın yaptıklarını TC devletine yakıştıramamak nedeniyle utanmayı, sıradan gerçeği görmemekten, görme yeteneğinizi kaybedecek kadar devletçi, NATO’cu veya korkak olmaktan utanın.

İşte bugünlerde geniş bir kesim, Saray Rejimi’nin ve TC devletinin nasıl kurtulacağı ile ilgilidir.

Sanki, “Asiye Nasıl Kurtulur” oyunundayız. Ama bu kez, yardıma muhtaç olan Asiye değil, bu kez kurtarılması gereken TC devleti.

Cephe geniş. Kurtarma cephesinde, Saray Rejimi var, Erdoğan da var, Perinçek de, Bahçeli de var, Şems de, Diyanet İşleri de var, çocukların ırzına geçen tarikatlar da, işadamları da var, büyük çeteler de, Koç da var, beşli çeteler de, bankalar da var, tefeciler de, uluslararası sermaye de var, mafya da, burjuva muhalefet de var, CHP de var, İYİ Parti de, Özdağ da var, Soylu da, liberal solcusu da var, “aydın” da, OYT de var. Cephe geniş. Hepsi farklı farklı yerlerde, bu devlet nasıl kurtulur tartışması içindedir.

Devleti kurtarmaya soyunan tüm bunlar, aynı zamanda “devleti” kendi kontrolüne, kendi efendisinin kontrolüne almak için de güç kullanmaktadır.

Görüldüğü gibi, gayet “beyefendi”lere yakışır işleri var. Öyle biz devrimciler gibi, komünistler gibi, devleti yıkmaya çalışmıyorlar. Bizimkisi haydutluk, onlar haramileri geride bırakan yol kesme numaralarını yaparlar ama “saygıdeğer” adamlardırlar.

Sedat Peker mesela bazı açıklamalar yapıyor. Bir bölümü, “Sedat Peker’e mi düştünüz, onunla mı Saray Rejimi’ne muhalefet edeceksiniz” diye sormaktadır. Soranlar, Peker’i tasfiye etmek isteyen eski işbirlikçileridir. Karşı cepheden ise, evet onun açıklamalarını önemsiyoruz, değerli buluyoruz demeden önce, “Peker bir suç örgütü lideridir” açıklaması geliyor. Zaten Peker kendi suçlarını da açıklıyor. Ama muhalif olanlar, “şimdi suç örgütü liderini övmeyelim” diyorlar. Eğer överlerse, bu kez iktidar, “bak bunlar mafya ile işbirliği yapıyor” dermiş ve halk da bizimkilere oy vermezmiş. Sizce, hangisi aptallıktır? Bir suç örgütü lideri kendi bildiklerini açıklayınca, bunları önemli bulanlara, suçlananların “bak bunlar mafya ile işbirliği yapıyor” diyerek oy kaybettirmeleri mümkün müdür? Diyelim mümkün ise, o hâlde, siz de basını değiştirecek hamle yapın. Efendim yapamayız, çünkü Saray çok güçlü. O hâlde, neden Saray’ı beceriksizlikle, liyakatsizlikle suçluyorsunuz, siz mücadele yöntemlerinizi değiştirin, cepheden saldırın. Yo, bu olmaz, o zaman devlet zarar görür. Siz karar verin, hangisi aptalcadır? Hangisi iş bilmezliktir?

Peker açıklamaları ile, milyonlarca insana erişiyor. İzlenme rekorları kırıyor. Üstelik açıklamaları içinde, bilinmez şeyler çoğunlukta da değil, çoğu zaten konuşulan şeyler. O “oy”unu artırıyor, ama burjuva muhalefet bu nedenle oy kaybedecekmiş.

Diyelim ki Sedat Peker içişleri bakanı olsa, Soylu’nun yerine geçse, sizce, liberal solcular, sizce efendi ve saygın muhalifler, sizce devletin düştüğü hâllerden utanmayan yöneticiler nedeni ile hicap duyanlar, daha mı kötü olur? Kanımızca, Peker, Soylu’dan bin kat daha saygındır. Şimdi buradan, bu cümleden, bazı solcular, bizim aslında Peker’i desteklediğimizi de söyleyeceklerdir. Eğer onlar Soylu’yu destekliyorsa, bizi de Peker’i desteklemekle suçlayabilirler. Sakıncası yoktur.

Uslu muhalefet olmaz.

Burjuva anlamda da olsa muhalif, ciddi olmak zorundadır. Saray Rejimi’ni liyakatsizlikle, iş bilmezlikle, Saray Rejimi’ni hukuku ayaklar altına almakla vb. suçlamak, aslında, Saray Rejimi’ni desteklemektir. İşlerini gayet iyi biliyorlar. Nerede ustalaşmış bir hırsız varsa, nerede rant kokusu alan birileri varsa, nerede ABD adına tetikçilikte mahir birisi varsa, nerede iç savaş hukuku konusunda uzman varsa, nerede katil ve cani varsa, nerede savaş müptelası varsa, nerede uyuşturucu baronları varsa, nerede din taciri, “Allah’ın cebinden peygamberi çalma”da maharetli varsa, kendilerine sadık kalmaları koşulu ile, hepsini toplamaktadırlar. Bu gayet becerikli, gayet liyakate uygun, bu gayet iç savaş hukukunun gereklerini gören bir tutumdur.

Hukuk ayaklar altında değildir, Saray’ın elinde bir silahtır.

Burası laik, sosyal bir hukuk devletidir diyenler, kendi gözlerini, varsa başka algılama organlarını kontrol etsinler. Bir şeyi varmış gibi düşünmekle, o şey var olmaz.

Sevgili duyarlı, devlet saygınlığı, Batı normları, NATO değerleri konusunda hassas, Saray Rejimi’nin davranışlarını devlete yakıştıramayan “aydın”larımız, utançlarından kurtulmak istiyorlarsa, direnişlere bakacaklar. O kadar bakacaklar ki, içine girecekler. İşte o zaman onların tedavi olması, iyileşmeleri mümkün olabilir. Kendine bir garantili konuşma mesafesi bulup da, o mesafeden devlet adına utanç duymak, sizin niyetinizi sorgulamasak da, devlete destek olmaktır, Saray destekçiliğidir, bu devlet nasıl kurtulur sorusunun beyinde fazla yer kaplamış hâlinin yansımasıdır.

Bize, bunu, hümanizm olarak sunmayın.

Siz, istediğiniz kadar liberal olup, istediğiniz kadar devleti savunun, istediğiniz kadar “temiz devlet” kampanyası yürütün. Sorun değil. Ama bize bunu, hümanizm olarak sunmayın. Bize, sizin körlüğünüzü gerçeklik, gözlerinizi kapattığınız gerçekliği, başka türlü sunmayın. Öldürülen kadınların, katledilen Kürt gençlerinin, coplanan öğrencilerin, öldürülen Gezi gençlerinin, bu ülkenin tarihindeki katliamlardan ayrı bir şey olduğu masalını bize anlatmayın. Çünkü, bu noktada bizimle alay eden sadece Saray Rejimi, TC devleti değil, siz de oluyorsunuz.

Devleti kurtarma cephesi oldukça geniştir.

Elbette, Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyen Erdoğan ile, mesela Bahçeli bile aynı duygulara sahip değildir. Bu nedenle devleti kurtarmak isteyen, mesela Oğuz Kaan Salıcı’yı, Erdoğan ile aynı kefeye koymayız. Aralarında farklılıklar var. Biri dünden beri görevi gereği iktidarda olan, biri ise dünden beri görevi gereği muhalefette olandır. Her biri devleti kurtaracağım derken aynı görüşleri savunmazlar.

Bu ülkede, TC devleti içinde muhalefet, burjuva anlamda asla muhalefet demek değildir. Baykal, yıllarca muhalefette oldu ve doğrusu onun Saray Rejimi’ne katkıları tartışılmazdır. Demek ki, aslında aynı zamanda iktidardır. Baykal, mesela size göre saygın birisi midir? Bu sonuca varmak için giyim tarzına mı bakarsınız?

Burjuva muhalefet, aslında Erdoğan olmadan bir Saray Rejimi’ne razıdır. Bunu nereden mi anlayabiliriz? Şuradan; tüm eleştirileri Erdoğan’adır. Erdoğan devleti “itibarsızlaştırmakta”dır, Erdoğan, “beşli çeteleri beslemektedir”, Erdoğan, rantiyedir, Erdoğan liyakati ortadan kaldırmıştır, Erdoğan hukuka uymamaktadır vb.

Sahi, bunları sadece Erdoğan mı yapıyor? Evet, Erdoğan, yağma-rant-savaş ekonomisinin, ABD adına tetikçiliğin, Türk-İslam sentezinin, Fuller’in isimlendirmesi ile “Yeni Türkiye”nin, belkemiği olmayan, efendiler tarafından “seçilmiş”, halka uyduruk seçimlerle onaylatılmış, projeye uygun adamıdır. Bu tamam. İyi ama, hukuka uyan, yağma-rant ve savaş ekonomisinin parçası olmayan bir devlet çarkı mı var? Beşli çetelere paralar gidiyor da, bankalara gitmiyor mu? TÜPRAŞ, bir yağma değil midir?

Oysa Kılıçdaroğlu ve Akşener’e sorarsanız -bu ikisi nezdinde tüm burjuva muhalefeti kastediyoruz-, diyeceklerdir ki, Erdoğan giderse, sorun yok. İşte Erdoğan giderse, Saray Rejimi, Erdoğan’sız sürdürülebilir vurgusu burada saklıdır. Madem tüm sorunlar Erdoğan gidince çözülecek, o hâlde, bunların Saray Rejimi ile bir sorunları yoktur. Demek istiyorlar ki, başka birisi gelir, devleti düzeltir, saygın ve efendi bir insan olur (zaten Ekmeleddin öyle değil miydi, son derece beyefendi, son derece saygın), saygın ve efendi olarak, mesela narko merkezi hâline gelmiş olan ülkeyi mafyalardan kurtarır ve devlet kurtulmuş olur. Halk? Halk bu yolla kurtulur mu? Şimdi olmadı, bu soru yanlış, önce devleti kurtarmalıyız, bir gün sıra halka da gelir değil mi? İşçisi, işsizi, kadını, öğrencisi, açı, evsizi zaten böyle yaşamaya alışıktır. Önce devleti kurtaralım. İşte böyle düşünülüyor.

Bu nedenle diyoruz ki, meseleyi Erdoğan meselesine indirgediniz mi, meseleyi sadece beşli çete meselesine indirgediniz mi, gerisi kolay oluyor, devleti kurtarmak, Saray Rejimi’ni kurtarmaktır hâline geliyor. Burjuva muhalefetin söylediği de budur.

Diğeri, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”, belki bir başka baharadır. Önce devleti kurtaralım, sonra eğer halk buna razı olmazsa, efendi bir diktatörle, Erdoğan tarzı bir diktatörle değil de, yumuşak huylu bir diktatörle Saray Rejimi’ni sürdürmeye halk razı olmazsa, işte o zaman parlamenter sistem yedekte dursun.

Acaba, bu ülkede Saray Rejimi’nin ne olduğu gerçekten doğru kavranıyor mu?

Liberal sol, CHP’nin etkisi altına girmeye yatkın sol, aslında devletin bugünkü durumunu, Saray Rejimi’nin ne demek olduğunu anlamıyor. Sanıyorlar ki, seçimler ile her şey değişecek. İşçi ve emekçilere de bu hayali veriyorlar. Bugün, Saray Rejimi, seçim meçim yok, diye bir açıklama yapsa, yaşadıklarına katlanmakta ve sabretmekte olan milyonlarca insan, harekete geçme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle Saray Rejimi, bunu açıklamaz. Bu nedenle, tersinden de CHP, seçimin yapılacağının garantisi olduğunu ilan eder. İyi ama, TC devletini, Tekelci Polis Devleti’ni, bu olağanüstü örgütlenmeye, yani Saray Rejimi’ne zorlayan etkenler ne oldu? Bunlar ortadan mı kalktı? Egemenler, içlerine emperyalist efendileri de koyun lütfen, bugün Türkiye’de organize ettikleri Saray Rejimi’nden neden vazgeçsinler?

Eğer Saray Rejimi, Erdoğan’ın histerik hâllerinin sonucudur diye düşünmüyorsanız, eğer Saray Rejimi’nin dayandığı yağma, rant ve savaş ekonomisi Erdoğan’ın kararlarının ve iradesinin sonucudur demiyorsanız, eğer TC devletinin ABD tetikçisi olarak Suriye, Kafkaslar, Balkanlar, Libya faaliyetlerini Erdoğan’ın seçimleri olarak okumuyorsanız, Saray Rejimi’nin bir seçimle ortadan kalkacağını nasıl iddia edersiniz, bunu nasıl işçi ve emekçilere bir rota olarak gösterirsiniz? Eğer, gerçekten tüm bunların Erdoğan’ın bozuk kişiliğinin ürünü olduğunu söylemiyorsanız, bunların seçimle düzeleceğini söylemek, işçi ve emekçileri mücadeleden, direnişten, velhasıl devrimden uzak tutmak için söylenen bir yalan olduğunu kabul etmek zorundasınız.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, krizin tüm faturasını yıkmak için uğraşan, yağma-rant ve savaş ekonomisine dayanan, tekellerin, tüm burjuvaların, sadece beşli çetelerin değil, tüm parababalarının, emperyalist efendileri tarafından dayatılan olağanüstü devlet örgütlenmesidir. Saray Rejimi, hiçbir zaman “demokrasi” anlamına gelmeyen tekelci polis devletinin, olağanüstü örgütlenmesidir. Saray Rejimi, emperyalist efendilerin kendi aralarındaki Batı’nın kendi aralarında paylaşım savaşımının etkilerini taşır. Saray Rejimi, Kürt devrimini bastıramamanın, bunun üzerine gelen Gezi Direnişi’ni bastıramamanın dayattığı bir olağanüstü örgütlenmedir. Tüm burjuvazinin ortak örgütü olan devletin, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Saray Rejimi, asla seçimlere dayanmamıştır ve ABD emperyalizminden bağımsız değildir.

Türkiye, bir sömürge ülkedir. Bu sömürge ülke, uzun yıllar NATO üyesidir ve NATO mekanizması ile siyasal olarak ABD’ye bağlıdır. Ekonomisi ise Avrupa’ya, daha çok da Almanya’ya bağlıdır. Bu farklılıklar, SSCB var iken, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş bir ülke olduğundan, görünmez hâlde idi. Oysa bugün, Batı emperyalist güçleri, kendi aralarında dünyayı paylaşmak için savaşa girmişlerdir. Bu nedenle, Almanya, ABD, Fransa, İsrail, İngiltere en aktif güçler olarak TC devletinin içinde etkindirler. Saray Rejimi, bu nedenle emperyalist güçlerin paylaşım savaşımının etkisi altında oluşmuştur. Bir devletçi gücün, bir başka devletçi güç tarafından tasfiyesi buna dayanır. Çeteler arasındaki savaşlar, bir yandan ekonomik nedenlere dayanırken, bir yandan da, her gücün devlet çarkını ele geçirme isteğine dayanır.

Almanya veya AB, ekonomik alandaki gücüne uygun olarak siyasal alanda ABD gücünün yerine geçmek ister. ABD ise, NATO kanalları ile örülmüş siyasal gücünü destekleyecek bir ekonomik güç elde etmek ister.

Sorudur: Acaba Türkiye’nin bir karapara cenneti ve bir narko devlet hâline gelmesi süreci, bu emperyalist efendilerden, ABD ve İngiltere’den bağımsız mıdır? ABD, uyuşturucu ile ve karapara ile, beşli çetelerle, devlet olanakları ile vb. ekonomik olarak bir güç toplama yolunu seçmiş değil midir?

Elbette tüm bu süreçten Erdoğan ve ailesi ciddi bir pay alacaktır. Tersi mümkün değildir. Bu durum, emperyalist efendileri için de sorun değildir. Zira o paraları, istedikleri zaman geri alırlar. Bu paraları, mesela Çin’e kaçıracak değildir Erdoğan ve ailesi. Batı sistemi içinde bu paralar, her zaman efendilerin elindedir. Mesela İsviçre’de, 8 milyar dolarlık bir meblağları olduğu söylenmektedir. Saddam’a bakın, gerisini anlayabilirsiniz. Erdoğan’ın aldığı rüşvetler bu açıdan katlanılması gereken bir maliyettir. ABD ve efendiler, kirli işleri yapmak için bir öğretmen bulacak değildirler, bir suçlu bulmak zorundadırlar.

Demek ki, ülkenin narkotik bir merkez, bir uyuşturucu merkezi hâline gelmesi, öyle rastlantı falan değildir.

Eğer öyle ise, Afganların vb. gelip ülkede 400 bin dolar karşılığı daireler alarak vatandaş olması rastlantı değildir. Bu durumun, ülkede müteahhitlerin ve emlakçıların ceplerini doldurma karşılığında, konut krizine, konut fiyatlarının yükselmesine yol açması, doğrusu Saray Rejimi’nin iş bilmezliğinin sonucu değildir, iş bilmesinin karşılığıdır. Gayet iyi şekilde işi biliyorlar. Zaten yaptıkları iş, efendileri ne diyorsa onu yapmak, bu arada ceplerini doldurmaktır. Soylu, mesela cebini düşünmekten başka bir şey yapmaz, tıpkı müzik anlayışının poliçe keserken nokta vuruşlu printer’ın çıkardığı ses ile sınırlı olması hâli gibi.

İşte sorun şuradadır: Durumu düzeltmek için, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımının etkileri (mesela bölgede tetikçi olarak ABD adına rol oynamak), Kürt devrimini bastırmak ve Gezi Direnişi’nin etkilerini bastırmak için organize edilen bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, Saray Rejimi, çözülmektedir.

Sorun, bu hâli ile, böyle devam etmenin, egemenler için zorluğudur. Bir çözülüşü durdurmak için organize edilmiş olan olağanüstü rejim, Saray Rejimi, çözülüşü durduramamıştır ve şimdi kendisi de çözülmektedir.

İşte bu konuların, bu pis kokuların kaynağı budur. Artık, devletin kanalizasyon sistemi, sistemin ürettiği ve sürekli ürettiği pisliği görünmeden taşımaya yetmemektedir. Tüm ülkeyi, her alanı bir koku sarmıştır. Bu, çürüme kokusudur.

İşte Saray Rejimi, bu nedenle, çok ama çok korkmaktadır.

Tüm tekeller, sadece beşli çeteler vb. değil, bankalar, Koçlar, Özilhanlar, Eczacıbaşılar, Sabancılar, Doğuşlar vb. çok ama çok korkmaktadırlar.

Sadece Saray’ın sakinleri değil, muhalefet görevi ile Saray Rejimi’ni destekleyenler de çok korkmaktadır.

Elbette bu korku, en çok Saray’da yansımasını bulmaktadır. Bu doğal olanıdır. Bir çürüme nasıl vücudun belli yerlerinde daha önce başlarsa, bir korku da bir sistemin en tepesinde daha önce ortaya çıkar. Saray, içine Erdoğan da dahil, korku içindedir.

Egemen, korktuğu zaman, kayığa binip kaçmaz. Egemen korktuğu zaman, cennetini kaybedeceği için, benden sonrası tufan anlayışını geliştirir. Egemen, kendini sağlama almak için, kendi korkusunu, halka, kitlelere bulaştırmak ister.

Bu nedenle, Saray Rejimi, işçi ve emekçi düşmanlığını, halk düşmanlığını, her geçen gün artırmak zorundadır.

Bugün var olan iç savaş hukuku, işte buna dayalıdır. İç savaş hukuku, yasaları kâğıt üstünde anlamsız metinlere dönüştürür. Ancak bizim ülkemizdeki burjuva muhalefet, ancak sömürge bir ülkedeki burjuva muhalefet, bu kâğıt üzerindeki yasaları, demokrasinin göstergesi olarak görür ve gösterir. Ancak sömürge bir ülkedeki burjuva muhalefet, sokakta yaşananı, iç savaş hukukunu görmezlikten gelir. Bunu da halka, her gün yutturabileceğini düşünür. Açlığı yok sayarak, iç savaş hukukunu yok sayarak, insanları sürekli yalanlarla avutabileceklerini düşünmeleri, efendilerinin emirlerine, en az Saray Rejimi kadar sadık olmalarındandır.

Korku, en tepede, en fazla hissedilir.

Korku, egemen için daha büyük ve yoğun şiddet ile kendini ortaya koyar. O çok sevdikleri Abdülhamid döneminde de böyle idi. Abdülhamid, önce halktan korktu, sonra Saray çevresinden, sonra kendi tuttuğu casuslardan korktu, sonra kendi ailesinden, en sonunda kendi gölgesinden korktu ve korkularının tümü gerçek oldu. Ya Allah’ın iyi kulu idi ve duaları gerçekleşti, her gün düşündüğü korkuları yaratan tarafından “istek” statüsüne alınıp olur verildi ya da korkuları onu daha da korkak yaptı ve sonunda ayakta duracak hâli kalmadı. Sonuçta korkuları gerçek oldu.

Bugün Saray Rejimi’nin korkuları da boylarını aşmış durumdadır.

Korku, eğer bir benzetme ile bir çeşit foseptik çukurunun içinde debelenmek olarak ele alınırsa, korkunun boyunu aşması, belki daha iyi anlaşılır.

Saray Rejimi’nin korku ile imtihanı bu durumdadır.

Biliniyor, Erdoğan, en çok hakarete uğrayan cumhurbaşkanı unvanını almak için, bu alanda da “reis” olmak için bir hayli aktiftir. Avukatları, illa kendisine, “en çok hakarete uğrayan cumhurbaşkanı” unvanını vermek istiyorlar. Bunun elbette tescili lazım. Yoksa, düşünün, bir ülkede bir cumhurbaşkanı her gün küfürler yiyebilir ama bunu, kaç küfür yediğini nasıl sayacaksın? Diyelim ki, Hitler, belki de en çok küfredilen adam değildir, belki de Churchill daha çok küfür ve hakaret işitmiştir. Bunu nasıl sayabilirsin? Bunun için bir yol bulundu. CHP muhalefeti, bir de Saray için, liyakatsiz kişilerden oluşuyor diyor. Yanlıştır. Hiçbir yerde bu denli usta hırsızlar, bu denli becerikli dolandırıcılar yoktur. “Allah’ın cebinden peygamberi çalacak” kadar mahirdirler. İşte en çok hakarete uğrayan cumhurbaşkanı unvanını almak için de davalar açıp, sayıyı netleştirmek istemiş olabilirler.

Durum şudur:

2021 yılı sonu itibari ile, 194 bin 142 kişiye Cumhurbaşkanı’na hakaret soruşturması yapılmıştır. İşte size bir rakam.

Korkuyu gösterir.

Bazan sayılardan daha çok, sayıların içindeki detaylar, daha iyi bilgi verirler.

Cumhurbaşkanı’nın dava açtığı, 18 yaşından küçük, yani CHP’nin hukuk devletiyiz dediği şeyi dayandırdığı yasalara göre reşit olmayan (Erdal Eren, reşit olmadığı hâlde, yaşı büyütülerek idam edilmiştir), yani çocuk diye kabul edilen kişi sayısı 305’tir. Bu 305 “çocuk”, Cumhurbaşkanı’na hakaretten davalık olmuştur. Bunların, 204’ü, 15-17 yaş aralığında, 101 kişisi ise 12-14 yaş arasındadır. Garanti veriyoruz, ebeveynleri müdahil olmasın, bu yaş sınırı 6 yaşına kadar iner.

Sizce, bu durum, korku denilen şeyin ne olduğunu göstermez mi?

Yoksa Cumhurbaşkanı’nın avukatları, bu davaları açıp da, akılsızca Cumhurbaşkanı’nı zor durumda bırakmak mı istemiş? Kesinlikle değil.

Tersine Saray Rejimi, halkı, kitleleri, gelişmekte olan direnişi bastırmak istiyor. Kendi korkusunu halka, işçi ve emekçilere bulaştırmak istiyor. OYT’de var olan, “aydın”larda var olan korkunun kaynağı, Saray Rejimi’nin kendisidir. Bu korkusunu egemenler, işte bu yollarla işçi ve emekçilere, toplumun geniş kesimlerine, kadınlara ve gençlere bulaştırmak istiyorlar.

Ülkedeki karapara, ülkedeki uyuşturucu çetelerinin egemenliği, kadına karşı şiddet, her türlü şiddet, bizzat egemenler tarafından, yol verilen şiddettir. Onlar bu yolla, insanların düşünme ve karar verme yeteneklerini dumura uğratmak, geniş kitleleri susturmak istiyorlar.

Bu nedenle, her grevde, her hak arama eyleminde, her öğrenci gösterisinde, öğrencilerin en küçük bir hak arama eyleminde, kadınların her sokağa çıkışında, baskı ve şiddetle, polis copu ve TOMA ile yanıt veriyorlar.

Bir süre sonra, insanlar buna alışır. Her hak arama eylemine polisin geleceği bilinir. Ve buna devam edilir. Bir süre sonra, o polis de, bunun bir parçası olur, protestocu ile yakınlaşır.

Saray Rejimi, kendi korkularını ne kadar halka, geniş kitlelere yansıtmak isterse istesin, kendi korkuları asla hafiflemez.

Gerçekte, hümanist “aydın”larımız, gerçekten hümanistlikte ciddi iseler, bu Saray erkânına acıma hissetmelidirler. Onlar adına utanmakla yetinmesinler. Onlara acısınlar. Bir an önce bu acılarının son bulması için, devrim cephesinin önünden çekilsinler -ki yardımlarını istemeyiz-, onlara yardım edip, bizim önümüzden çekilsinler ki, adlarına utandıkları Saray Rejimi bir an önce yerle bir olsun. Biraz gözyaşı dökerler ama bu korku ile onların yaşaması zaten bir hayat sürme sayılamaz.

Seçimler, “demokrasi” ve işçi sınıfı

Giderek, son günlerde seçimlerin yapılacağına dönük algı güçleniyor. Özellikle Kılıçdaroğlu’ndan gelen “garanti”lerin etkisi ile, normal seçim süresinin de yaklaşmakta olduğu hesaba katılarak, bu algı güç kazanıyor.

Hatta, bir bölüm insan, “eninde sonunda seçim yapılacak” düşüncesi ile, seçimlerin savaş vb. nedenlerle ertelenmesi durumunda bile, bir gün yapılmak zorunda olduğunu öne sürüyor.

Böylece seçimlerin yapılacağı düşüncesi, yapılmayacağı düşüncesine göre daha geniş kalabalıkları etkiliyor. Hatta seçimler yolu ile Erdoğan’ın gideceği, dahası, Erdoğan gidince ülkemize “demokrasi” de geleceği umudu yayılıyor.

Gerçekten de üzerinde durmaya değer bir durumdur bu.

Eğer, diye söyleniyor CHP tarafından, bir ülkede seçimler yapılıyorsa, o ülkede diktatörlük yoktur. Bu fikir açıkça söyleniyor. Bu fikri destekleyen pek çok “öğretim üyesi”, “hukukçu”, “siyaset uzmanı” var. Tümünü tırnak içine aldım, çünkü bu unvanlardaki kişilerin söylüyor olması, bu konulardaki “doğru” bilginin adresinin öğretim üyeleri, hukukçular ve siyaset uzmanları olduğu anlamına gelmiyor.

Aslında bu tüm Batı dünyasının ölçüsüdür.

Duyarsınız, “insanî gelişim endeksi” ya da “demokrasi endeksi” gibi adlarla ülkeler sıraya dizilir. Belki ülkelerdeki zenginliği, bu zenginliğin dağılımında halka ne denli bir pay düştüğünü, işsizlik, evlilik, ölüm, açlık vb. gibi konulardaki istatistiklerin bir anlamı vardır. Ama “insanî gelişim endeksi” vb. gibi sınıflamaların tümü ile Batı dünyasının, kapitalist sistemin metropollerinin, yani emperyalist merkezlerin değer yargılarına göre oluşturulduğunu ve ideolojik saldırının bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Bu böyledir de.

Sanırım bu konu uzun bir tartışma konusudur da. Çünkü, sol liberaller, liberal solcular, bazı “aydın”lar, NATO tedrisatı ve Batı değerler sisteminin savunuculuğunu kendine iş edinmiş olanlar, bu “endeks”leri çok severler. Demokrasi endeksinde mesela ABD, İngiltere, Almanya vb. çok önde, yükseklerde çıkarlar. Zaten endeksin değerlerini de onlar verirler. Tıpkı bizim TÜİK’in enflasyon sepeti çalışmaları gibi, büyük yalanların istatistikle gizlenmesidir bu. En tepede yer alan İngiltere’nin “demokrasi” endeksini siz bir de İrlandalılara sorun, Malezya’ya sorun mesela, Afrika’nın altın madenlerinin etrafında ikamet eden halklara sorun, mesela Hindistan halklarına sorun. Siz ABD’nin demokrasi endeksini Guantanamo’da kalanlara sorun, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda anlaşmalar imzalanıp “barış” geldikten birkaç saat sonra Hiroşima’yı bombalayan ABD’nin insanî gelişim endeksinin içeriğini Hiroşima’dan sonra ayakta kalan Japonlara sorun.

Bu büyük yalandır, büyük ikiyüzlülüktür.

Bugün, Kürt halkına katliam politikalarını dayatanlar, “demokrasi endeksinde” zaten diplerde olan TC devleti değildir sadece, bu endekste yukarılarda yer alan AB, ABD ve İngiltere de içinde tüm emperyalist Batı dünyasıdır.

Daha fazla uzatmaya gerek yok. Çünkü eğer bu endekslerin detaylarına inecek olursak, ki gereklidir de, makalenin sınırlarını çok zorlamış olacağız.

Demek ki, bir ülkede seçim varsa, o ülkede “demokrasi” var düsturu, Batı’nın ölçülerini ifade etmektedir diyebiliriz.

Elbette, sonuçta seçimler önemlidir. İyi ama, gerçekten adil seçimler önemlidir.

Mesela, eğer adayları halk seçemiyorsa, o seçim nasıl demokratik olabilir? Mesela ülkemizde milletvekili adaylarını kim seçer? Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener vb. Yani partilerin merkezleri seçer. Ve dahası o milletvekili için, milletvekilliği, “demokratik ve eski sistemimizde” bile, seçim bir yatırımdır. Milletvekili adaylığı bir merkez tarafından seçilen kişinin, mesela 300 bin TL para vermesi de gereklidir (Bu miktar partiden partiye değişir). Milletvekilliği maaşı 20 bin TL olsa, yılda 240 bin maaş almış olacak ki, bu seçim dönemi sonuna kadar 1 milyon TL eder. Bu 1 milyon TL, deyim uygun düşürse, tamamen “kâr” değildir. Zira, maaştır ve bir bölümü harcanacaktır. Bu durumda milletvekilliğini kârlı kılacak tek şey, bu sayede elde edilecek “haklar” ve yağmadan alınacak paydır. Diyelim ki siz bir uyuşturucu baronusunuz, milletvekili oldunuz, elde edeceğiniz gelir sizi ilgilendirmiyor, bu sayede erişeceğiniz eşsiz olanaklar sizin konunuzdur. Eğer yağma-rant ve savaş ekonomisi var ise, bundan pay almak üzere milletvekilliği yatırımı yapabilirsiniz.

Aday oldunuz diyelim. Eğer seçilebilecekseniz, önce birileri tarafından seçilmiş olmalısınız. İşte bu adaylıktır. Sizi, mesela bir ilden ilk sıraya koyduklarında bazan bu garanti iken, bir ilden 5. sıraya koyduklarında da seçilmeme garantiniz var demektir.

Şimdi geriye şu soru kalıyor: Acaba, sizin partiniz, seçimlerden güçlü çıkacak mı? Eğer bu olursa, şansınız artmaktadır.

Buraya kadar, aslında sandıkta, seçim sürecinde hiçbir manipülasyonun, hilenin vb. yapılmadığı bir durumu konuştuk.

Bu hâli ile buna “demokratik seçim” diyebilir misiniz? Sanırım hayır diyeceksiniz. Seçilmiş birilerinin halka seçimler yolu ile onaylatılması sürecidir bu. Zira, hiçbir burjuva parti zaten demokratik bir kurum değildir. Seçimle işbaşına gelenin istenildiği zaman görevden alınamadığı bir sistem, demokratik diye nitelenemez.

Kaldı ki, bizim gibi sömürge ülkelerde, kimin, hangi “ekip”in seçileceği, uluslararası merkezlerce karar altına alınır. Mesela Mustafa Balbay, ABD’ye gidip, bizi seçin, biz İran’a karşı daha etkili mücadele yürütürüz, dememiş midir?

Mesela bugünlerde Soylu ile kapışan Ümit Özdağ, Soylu’nun kendisine ABD çocuğu demesine karşılık olarak, bir hafta süre verdikten sonra, Soylu’nun ABD elçisine beni destekleyin parti kurayım haberi gönderdiğini, ABD elçisinin de Soylu’ya, önce uyuşturucu işini bırak dediğini açıklamamış mıdır? Demek ki, herkesin, “siyaset uzmanları” bilir mi bilmiyoruz, ama “uzman siyasetçiler”in hepsinin, seçilmenin yolunun Washington’dan geçtiğini bildiklerini varsayabiliriz.

Sorudur: Kılıçdaroğlu, seçim yapılacağını garanti ediyorsa, ne zaman ABD yolcusudur?

Şimdi, anladık ki, efendiler (biz buna Almanya-Fransa-İngiltere ve ABD diyebiliriz), önce birilerini, muhtemelen bir “ekip”i seçiyorlar. Bu seçim, kapalı kapılar ardında yapılıyor. “Demokrasi” tam da budur. Ben öyle, çiftliğimi yönetecek kişiyi, çiftlikteki “cahil” halkın oylarına bırakamam. Değil mi? Kapalı kapıların ardında seçilen bu kişi ve ekip, halka onaylatılmak üzere bir seçime gidiliyorsa, buna “demokrasi” diyorlar. Bunun için her türlü manipülasyon devreye giriyor. Mesela bugün ABD’de, Trump’ın seçildiği seçimlerin hileli olduğu, demokratik olmadığı söyleniyor. Ne güzel. Sandıklar kaçırılmamış, içlerinden oylar çalınmamış, geçersiz oylar geçerli sayılmamış, asker tarafından insanlar sıraya dizilip oy kullanmaya zorlanmamış, kimseden oyunu açık atması istenmemiş, oylar büyük hilelerle sayılmamış, elektrik hatlarına kedi girmemiş, çöplerden oylar toplanmamış olduğu hâlde, ABD’de seçimlerin “demokratik” olup olmadığı tartışılıyor. Demek ki, Facebook vb. sosyal medya üzerinden yapılan manipülasyonlar açıktan kabul edilir durumdadır. Yani seçimlere hile karışıyormuş. Ve bu durum “demokrasi”nin varlığını gölgelemiyormuş.

Demek ki efendi, kendi çiftliğini yönetecek kadroyu, öyle cahil halka onaylatmıyor, risk almıyor. Bu kadronun seçilmesi için, bunu sağlamak için her türlü, yasal veya yasadışı mekanizmaya sahiptirler ve bunu yapıyorlar. Sonra “atı alan Üsküdar’ı geçiyor.”

Tüm bunlara rağmen, seçimler önemlidir.

Seçimler “demokrasinin” olduğunun ölçüsü değildir. Asla.

Ama seçimler, birçok açıdan, tüm hilelere rağmen, bu hileleri bilenler için bir gösterge olabilir, halkın eğilimlerini ortaya koyabilir, dahası, ciddi bir olanaktır, sistemin deşifre edilmesinde güçlü olanaklar sunabilir. Her zaman mı? Elbette hayır. Birçok durumda bu olanak olsa da, her zaman olacağını söylemek doğru değildir. Dahası belli şartlarda seçimleri boykot etmek de bir olanak, bir yol olabilir.

Öncelik şuradadır ki, seçimlerin yapılması bir “demokrasi” işareti, ölçüsü değildir.

Örneğin Erdoğan, yasalara göre Cumhurbaşkanı, Başbakan, bu hâli ile bir başka Cumhurbaşkanı vb. olamaz. Bunun önünde iki yasal engel var. İlki, Erdoğan’ın 4 yıllık üniversite diploması yoktur. Demirtaş’ın, tam da yağma, rant ve savaş ekonomisi gerçeğine de işaret eder tarzda “neden üniversite arkadaşlarının hiçbirini bir yerlere yerleştirmedin” sorusu bunu işaret eder. Erdoğan, elbette bu soruya, “üniversite dönemimdeki arkadaşlarıma, ilkokul dönemindeki kadar yakın olamadım” diye yanıt verecek değildir elbet. Diploması olmaması, bizim için sorun değildir. Sadece sistem, yasalar bunu öngörmektedir ve Erdoğan’ın dönemi iptal edilmek zorundadır.

İkincisi var. Erdoğan epilepsi hastasıdır. Bu kamuoyuna açıklanmıştır. Yani bilinmektedir. Elbette bir insanın hasta olması ayıp, utanılası vb. bir şey değildir. Ama yasalar, bu durumda kamu görevleri konusunda kısıtlamalara sahiptir.

Bu durumda, bu seçimlerin tümü iptal edilmelidir. İyi ama hani seçimler demokrasinin göstergesi idi?

Altılı masa, mesela onlara haber de ulaştıran devlet kanallarını da devreye sokarak, seçimleri bu nedenlere dayanarak iptal etseler, “Erdoğan diktatörlüğü” bir anda çökmüş olmaz mı? “Ülkeyi tek adam rejiminden kurtaracağız” diye bağıranlar, bu yola başvursalar, hiç seçim vb. de beklemek zorunda kalmazlar. Biden ile Erdoğan’ın, görevli olmayan çevirmenlerle görüşmesinin de önüne geçerler. Olmaz mı? Erdoğan’ı iktidardan indirmek için, meşru olmayan seçimleri iptal etmek mümkündür. Olmaz mı?

Hem sonra, mesela Kürt illerinde, ilçelerinde seçilmiş belediye başkanlarını kayyumla değiştirme pratiği ortada olduğuna göre, tek başına “seçim” ne anlama gelebilir ki?

Demek ki, seçim ile “demokrasi” arasında o kadar güçlü bir bağ da yok. Hatta, biraz daha ciddiyete sahip burjuva aydınlar, bakın bizim cepheden olanlardan söz etmiyoruz, derler ki, “demokrasi sadece seçim demek değildir.” Peki daha ne lazım? Mesela yasalara uyulması mı? Öyle diyorlar. Mesela “yasaların demokratik olması” mı? Öyle diyorlar. En azından “insan hakları” konusunda uluslararası hukuka uygunluk lazım, diyorlar. Biz demiyoruz, onlar, biraz ciddiyete sahip burjuva aydınlar söylüyorlar.

Onlara göre seçimlerin varlığı önemli de olsa, “demokrasi”nin varlığının kanıtı değildir.

Biz biraz daha ileri gitmekten yanayız.

“Demokrasi” dedikleri şeyin, bugün, bir burjuva devlet örgütlenmesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi, burjuvazinin diktatörlüğü demektir.

Her devlet, bir sınıf için demokrasi, bir sınıf için ise diktatörlüktür. Burjuva devlet, her zaman burjuvalar için bir demokrasidir. Ve elbette burjuva devlet, işçiler için, köylüler için, tüm emekçiler için katıksız bir diktatörlüktür.

Köleci devlet, köle sahipleri için bir demokrasidir, köleler için bir diktatörlük. Feodal devlet, beyler için, soylular için bir demokrasidir, katıksız ve köleci devlete göre daha gelişmiş cinsinden, ama serfler için bir diktatörlüktür, hem de köleci olandan daha vahşi bir diktatörlük. Kapitalist devlet, burjuvalar için bir demokrasidir, daha önceki köleci ve feodal devletten daha gelişkin bir demokrasi, ama işçi sınıfı ve emekçiler için bir diktatörlüktür ve köleci devlet ve feodal devletten daha acımasız bir diktatörlüktür.

Kapitalist devlet, burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi, tekel öncesine göre bir evrim geçirmiştir. Bu evrim, 1900’lerin başı ile başlamış, Ekim Devrimi ile sürmüş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam şeklini almıştır. Burjuva devlet, tekellerin devletine dönüşmüştür. Tekelci sermaye, burjuva sınıfın tümünün çıkarlarının genel olarak koruyucu bir sistemi kurarken, aynı zamanda tekellerin çıkarlarını önceleyen bir sistem kurmuştur. Ne kadar hâkim isen, ne kadar zengin isen, kapitalist demokrasi senin için o kadar vardır. 1870’lerde başlayan tekelci egemenlik, tüm sisteme egemen olmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı, dünyanın bu tekeller, onların devletleri arasında paylaşımı savaşımıdır. Bu burjuva demokrasisi, savaş döneminde ortaya çıkan Ekim Devrimi ile, daha farklı bir devlet örgütlenmesine yöneldi. Yeni burjuva devlet, faşizm olarak ortaya çıktı. Faşizm, Ekim Devrimi’ne, işçi sınıfının komünizm mücadelesine karşı bir karşı-devrim olarak ortaya çıktı. Olağanüstü bir burjuva devlet demek idi. Ama faşizm, tekeller için, parababaları için, kapitalist sınıfın öncüleri için katıksız bir demokrasi idi. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizm yenildi. Bu kez, komünizme karşı savaş, “demokrasi” bayrağı altında, demokrasi şalı altında faşizmin tüm dişlilerini yeniden örgütleyen bir sistemle yapılmaya başlandı. İşte Tekelci Polis Devleti, faşizmin dişlilerini içeren modern burjuva demokrasisidir, modern burjuva devlettir.

Demek oluyor ki, öyle tüm toplum için “demokrasi” diye bir şey yoktur, hiç olmamıştır. Devlet, zaten bir sınıfın diktatörlüğüdür. Tarihsel olarak devlet, sınıfların varlığının itirafıdır. Devlet var ise, diktatörlük, bir sınıfın egemenliği var demektir. Devleti ortadan kaldırmak, ancak tüm toplumun kendini yönetmesinin yolunu açabilir.

Öyle ise, seçimler ve “demokrasi” arasındaki bağ, olsa olsa, ancak burjuva demokrasisi arasındaki bağ şeklinde ele alınabilir. Demek ki, şöyle yazılabilir; seçimler ve burjuva demokrasisi arasındaki bağ ya da seçimler ve burjuva diktatörlük arasındaki bağ ya da seçimler ve günümüz burjuva devleti arasındaki bağ. Eğer böyle yazılırsa, bir itirazımız olmaz.

“Demokrasi”, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyalizmin faşizmi yenmesinin dünya halkları üzerindeki etkisini kırmak için öne çıkartılmıştır ve işçi sınıfına yeni saldırının maskesidir. Egemenler, işçi sınıfına, emekçilere saldırırken, her zaman ideolojik maskelere ihtiyaç duyarlar.

Buradan ülkemizin günceline dönebiliriz.

Varsayım şöyledir:

– Seçimler olacak (Burada bazıları inandırıcılığı güçlendirmek için “er ya da geç” diye ekliyorlar).

– Seçimler “demokratik ve adil” olacak (Hile yapılmasını CHP ve İYİ Parti engelleyecek. Davutoğlu ve Babacan da tam saha pres yapacak. Zaten Ümit Özdağ, Soylu’yu düelloda yenecek gibidir).

– Bunun sonunda, Erdoğan seçimleri kaybedecek (Oysa Erdoğan, şimdiden seçimleri kaybetmiştir).

– Sonunda parlamenter demokrasiye geçilecek.

– Halkın ekonomik ve demokratik sorunları çözülecek. Bu yolla demokrasiye dönülmüş olacak.

Aslında sıralama böyle gibidir.

1

Diyelim ki seçimler oldu (Burada “er ya da geç” vurgusu anlamsızdır. Mesela seçimler eğer savaş bahanesi ile ertelenirse, bu arada her şey sabit kalmayacaktır. Bu nedenle, er ya da geç anlamsız bir vurgudur. Diyelim ki seçimler 2025’te yapılacak, bu durumda yaşam ve tüm siyasal güçler, halk ve iktidar duracak mı, donmuş gibi?). Diyelim ki, Erdoğan iktidarı devretti. Bu durumda Saray Rejimi, yenilenmiş hâli ile, bir açıklama yapacak. Diyecek ki, NATO ve Batı değerlerine bağlıyız. Bu yeni başkanımsı kişi, muhtemelen Kılıçdaroğlu, bir geçiş programı mı açıklayacak? Yoksa, kitlelerde meydana gelen hareketliliğe göre nabız mı ayarlanacak? Mesela Erdoğan yargılansın davaları için gösteriler yapılırsa, o yönde adımlar mı atılacak? Bu arada yeni iktidar, halka ve kitlelere baskıyı mı artıracak?

Mesela bürokrasi, polis ve ordu nasıl temizlenecek? Mesela Milli Eğitim Bakanlığı ne olacak? Ya da mesela tarikatlarla Kılıçdaroğlu daha kapsamlı ilişkilere mi girecek?

Bu durumda başkanlık sistemi denilen şey, bizim Saray Rejimi dediğimiz şey devam mı edecek?

Seçimleri alan ve ardından NATO ve Batı değerlerine bağlılık ilan eden yeni iktidar, belki bu yolla, döviz kurlarının bir nebze olsun tansiyonunun düşmesini sağlayabilir. İyi ama ekonomik sorunları nasıl çözecek? Elbette tekellerin, sermayenin, bankaların ekonomik sorunlarından söz etmiyoruz. Devlet onların devletidir. Ama mesela kira sorunu nasıl çözülecek, mesela gaz fiyatları ne olacak, mesela gıda sorunu ne olacak vb. Tüm bunlar, kapsamlı bir kamulaştırma programı gerektiren şeylerdir. Öyle ekonomik, siyasal, askerî ve bürokratik alanların tümünde bir hamle olmadan, bu sorunlar çözülemez.

2

Bu durumda Kılıçdaroğlu ya da yeni kişi kim ise, doğrudan IMF’ye mi gidecek? IMF’nin vereceği kararlar, bunun için seçilecek kadrolar, bugünden belli midir? IMF, ABD, İngiltere ve AB anlaşması ile hareket edecektir. Bu üçlünün ortaklaşa aynı yerde buluşması, TC devletinin ABD tetikçiliğine devam etmesi demek olacaktır. Bu durumda da bu ittifaklar oldukça geçici ittifaklar olmaya mahkûm demektir.

Eğer tüm bunlar, (a) arkada bir ABD-İngiltere ve Almanya uzlaşması yoksa, (b) bu doğrultuda ABD açıktan ve net bir biçimde Erdoğan’ı bir seçime zorlamamışsa, mümkün değildir.

Erdoğan, ABD emirleri dışında hareket etmeyecektir.

Son dönemde TC devleti içinde artan bir İngiliz etkisinden söz edilebilir. Bu mümkündür. Ama bu sadece ABD ve İngiltere arasında ittifakla çözülebilecek bir mesele değildir. Almanya ve Fransa’nın da bu anlaşmanın içinde yer alması gereklidir. Bu durumda ise, ABD’nin bir anlaşmaya yanaşması mümkün değildir. Avrupa, ABD etkisinden kurtulmak için çok uğraşmış iken, bugün Ukrayna savaşı sırasında yeniden ABD’ye bağlılığını ilan edip durmaktadır. ABD, bunu yapabiliyorsa, Türkiye konusunda neden İngiltere ve Almanya’ya, Fransa’ya el uzatsın? Bu sorudur ve AB’nin azalan etkinliği nedeni ile anlamlıdır.

Demek oluyor ki, Özbekistan’dan sonra ABD’ye giden ve parklarda dolaşan Erdoğan’ın ardından, Kılıçdaroğlu ya da başka bir aday kişinin ABD yolculuğu, aydınlatıcı olacaktır.

ABD, Erdoğan gibi tetikçi olarak kullanmak konusunda elinin rahat olmayacağı bir adaya yaklaşmayacaktır.

3

Dahası, efendiler, Saray Rejimi’nden vazgeçmeyi istememektedirler. 1 Mart tezkeresi sırasında, efendiler, bir yandan ordu, bir yandan parlamento, bir yandan iktidar vb. ile uğraşmışlardır. Şimdi ise kararlar KHK ile verilebilmektedir ve bu durum tetikçilik işini kolaylaştırıcıdır. Şimdi efendilerin bu sistemi feda etmeleri beklenir değildir. Evet Saray Rejimi zor durumdadır. Halk ve kitleler nezdinde inandırıcı değildir. Ama bunu düzeltmek yerine, bunu restore etmek yerine, parlamenter sistemi yeniden gündeme getirmeleri, daha düşük bir ihtimaldir. Efendilerin ihtiyacı farklıdır.

Halkta var olan “parlamenter sistem”e dönme isteği, aslında Saray Rejimi’nden kurtulma isteğidir. Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek değildir.

İşte işler tam da burada karışmaktadır.

Yükselen Saray Rejimi karşıtlığı, eğer Erdoğan karşıtlığına indirgenir ve orada tutulursa, önce Erdoğan gitsin gerisi kolay anlayışı yerleşirse, işte o zaman efendiler, rahat edecektir.

Erdoğan gitsin, gerisi önemli değil, aslında bir kolaycılıktır.

Bir açıdan bakılırsa Erdoğan zaten gitmiş durumdadır. Artık Erdoğan bir güç olarak yoktur. Erdoğan, efendilerin elinde bir alettir ve salt alet durumuna gelmiştir. İktidarda Perinçek, iktidarda Kalın, iktidarda Saray ekonomistlerinden bazıları, iktidarda Diyanet İşleri Başkanı, bazı tarikatlar, bazı hukuk danışmanları, bazı inşaat şirketleri, bazı uyuşturucu baronları tek tek daha etkilidir. Erdoğan, artık bir gücü temsil edebilme olanağını kaybetmiş gibidir. Bu denli sallanması ondandır. ABD’de park yürüyüşleri ondandır. Erdoğan ABD’den yeniden vize almak için yalpalıyor, farklı arayışları varmış gibi görünüyor. ABD’nin eli de o kadar sağlam değildir. En azından “Erdoğan’a bir süre daha ihtiyacımız var” kararını vermeleri mümkündür. Doğrusu bu kararı verirlerse, öyle devam edeceklerdir ve gereğini yapacaklardır.

Bu durum ise, mesela Rusya ve Çin çevresindeki kısa süreli adımlara, Ukrayna ve İran’a, Suriye’ye, kısacası TC devletinin görevli olarak doğrudan veya dolaylı biçimde ABD uzantısı olarak içinde yer aldığı savaş süreçlerine bağlıdır.

4

Kılıçdaroğlu, seçimlerin yapılacağını, hatta bu seçimlerin sonuçlarını bile dile getirip durmaktadır. Bu “özgüven”den çok, devlet içlerinden kendine gelen duyumların sonuçlarıdır. Elbette bunun bir de ABD ayağı olmalı. Ülkemizde ABD’ye gitmeden seçilmek diye bir şey yoktur.

Varsayalım ki, Kılıçdaroğlu seçildi. Ülkeye demokrasi mi gelecek? Elbette hayır.

Varsayalım ki Kılıçdaroğlu, seçimler oldu ve görevi devraldı, ülkeyi mi düzeltecek? Elbette hayır. Eğer ülkenin düzelmesi, tekellere hizmet ise, bankalara hizmet ise, parababalarına hizmet ise, evet onlar için “belirsizliği daha az” bir dönem başlayabilir. Bilirler ki yasalara uyulacak. Ama eğer ülkeyi düzeltmek, işçi ve emekçilerin sorunlarını çözmek ise, tarımı, ekonomiyi, eğitimi, sağlığı çözmek ise, biliyoruz ki, bin kere hayır. Ülkenin hiçbir sorunu, burjuva egemenliğin devamı ile çözülemez. Bıçak kemiğe dayanmıştır ve ülkenin sorunlarının tek çözücüsü devrim ve sosyalizmdir. İşçi sınıfı dışında ülkenin geleceğini kurtaracak hiçbir güç yoktur.

Kılıçdaroğlu, bir yandan kendini efendilerine kanıtlamak zorundadır, diğer yandan da, halktan gelen talepleri frenlemek zorundadır.

Bu son bir yılda, belki biraz daha uzun bir sürede, kitlelerin taleplerini evlerine hapsetme konusunda epeyce iş gördüğünü, bu konuda bir yeteneği olabileceğini göstermiştir. Bunun bir nedeni aldığı güç ise, bir nedeni de solun bu politika konusunda kendine yardım ediyor olmasıdır. İşçi sınıfı, güçlü bir devrimci örgütlenmeye sahip değildir. Bu nedenle, umut olarak birçok şeye sarılma eğilimi sürmektedir. Ama iktidarda bunu sürdürmesi zordur. Bunun için, bazı ileri hamleler attığında sermaye önünü kesecektir.

Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları, CHP içinde kendini destekleyenleri aramaya dönüktür. Kılıçdaroğlu, MHP’den ayrılan kadroların (onların ülkücü kardeşlerim dediklerinin) desteğini almıştır. Akşener de içindedir. Kılıçdaroğlu, bazı AK Parti eski kadrolarının desteğini almıştır. Kılıçdaroğlu, bazı sol çevrelerin desteğini almıştır. Kılıçdaroğlu bazı Kürtlerin desteğini almıştır. Anlaşılan, şimdi kendi partisinin desteğini almaya çalışmaktadır.

Ancak, tüm bu hamleler, kitlelerin direnişi, eylemler daha ileriye gitmesin diyedir.

5

Aslında CHP, açıktan HDP ile bir ittifaka yönelse ve bunun gereklerini ortaya koysa (ki bu olmaz, yapmazlar), her ikisi seçimleri kazanırlar. Ancak CHP, bu durumun Erdoğan’ın elini güçlendireceği gibi tuhaf şeyleri öne sürmektedir. Oysa, bizzat CHP, devlet kurtarıcısı olarak üstlendiği görevi gereği, HDP ile açıktan bir ittifakın yaratacağı “demokratikleşme” eğilimini kesmek istiyor.

İş gelmiştir ve muhalefetin kitlelerdeki özgürleşme, haklarını arama, direniş eğilimlerini nasıl frenleriz sorusuna gelmiştir.

Burjuva muhalefet bunu yapmaktadır.

İşçi sınıfı için ise, durum değişmeyecektir.

İşçi sınıfı, örgütsüzlüğü, güçlerinin eksikliğine takılıp kalarak, burjuva muhalefetin “parlamenter demokrasi” taleplerinin peşine takılmamalıdır. Bu, işçi sınıfı için, kendi bağımsız güç olmama hâlini sabitlemek demek olacaktır. Bu, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal aktör olarak sahne almasını reddetmek demektir.

Oysa işçi sınıfı, tüm bu süreçlerden ülkeyi ve kendini çıkartacak yegâne güçtür.

İşçi sınıfı, devrim ve sosyalizm yolunda büyük potansiyel olanaklara sahiptir.

Ülkede tarım sorununu, ülkede yağma ve rant sorununu, ülkede savaş ekonomisi sorununu, ülkede eğitim sorununu, sağlık sorununu, ulaşım sorununu, konut sorununu çözebilecek tek güç, devrimci işçi sınıfıdır.

Bunun yolu da bellidir.

İşçi sınıfının bugün yetersiz güçlere sahip olmasını temel alıp, bunun sürekli süreceği üzerinden hareket ederek, işçi sınıfının burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmasını “gerçekçi politika” olarak önermek, işçi sınıfının kendini reddetmesini istemek demektir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, bugün yetersiz örgütlenmelere sahiptirler. Bu doğrudur. Politika güç ile yapılır. Bu güç, her zaman sistemin öğrettiği şekilde bir güç olsa idi, dünyada kimse isyana kalkmaz, kimse devrim yapamazdı. Ama yine de işçi sınıfının güçleri yetersizdir. Bunu görmek gerekir.

Ama bu değişmez değildir. Bu, denklemin sabit, değişmez öğesi değildir.

İşçi sınıfının sahneye çıkmasının yollarını döşemek mümkündür.

Dün, işçi sınıfı bitti, devrim artık hayal nutukları ortalıkta dolaşırken birbirine çarpıyordu. Bugün artık öyle değil. Bugün, kapitalizmin sürdürülemez olduğu, doğanın mahvedilmesine yol açtığı, işçi ve emekçilerin açlık ve sefilliğinin kaynağının kapitalizm olduğu söylenebiliyor.

Gezi Direnişi’nin öncesi ve sonrasında, kitle eylemleri açısından ortaya çıkan farklılığı görmek, kör olmayan her göz için mümkündür.

İşte bu süreç, işçi sınıfının devrim yolundaki yetersizliklerini yenmenin mümkün olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle, daha ortada seçimlerin yapılacağı bile belli değilken, seçimlere dayalı, bunu önceleyen bir hattı temel alarak, işçi sınıfı ve emekçileri, burjuva muhalefetin kuyruğuna takmak doğru tutum değildir.

Bu açıdan, HDP önderliğinde oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, emek, özgürlük ve barış vurgusu kadar, “seçim öncelikli değildir” vurgusu önemlidir.

Mesele sadece Erdoğan meselesi de değildir.

Saray Rejimi’nin devrilmesi, bugün, mümkündür. Bunun için, gözümüzü direnişlere, örgütlenmeye, en çok da işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine çevirmemiz gereklidir. Öncelikli olan da budur.

Adayların bile belli olmadığı, tarihinin açıklanmadığı, yasalarına bizzat yasa koyucularının uymadığı, iç savaş hukukunun geçerli olduğu bir ülkede, meseleyi seçimlerde hangi adayı destekleyeceğiz sorusuna kilitlemek komiktir. Bugün, işçi sınıfı, ancak kendi örgütlenmesine, kendi mücadelesine güvenebilir. Biz tüm güçlerimizle bunu yapmalıyız. Direnişlere, gelişen her direnişe bu gözle bakmamız gereklidir.