Ana Sayfa Blog Sayfa 67

Bugün buradasın.
Peki yarın?

İşte buradasın. Daha 20 gün önce, 1 Mayıs’ta yine buradaydın ya da kalbin burada idi. 20 gün sonra yine Maltepe’desin. Bir hafta önce de emeklilikte yaşa takılan EYT’liler burada meydanı doldurmuşlardı.

Bundan önceki aylarda, işçiler, Nisan ayında da, Mart’ta da, Şubat’ta da, Ocak’ta da, fabrikalarında, işyerlerinde, sokaklarda, meydanlarda insanca bir ücret için direnişte idi. İşyerlerinde yeni direnişler de devam ediyor.

Mart ayında, Newroz alanları dolup taşmıştı.

Kadınlar, 8 Mart’ta Kadıköy’de, Taksim’de alanlarda direnişteydi. Direnmeye devam ediyorlar.

Öğrenciler üniversitelerinde, özgür bilimsel eğitim için, kayyumları def etmek için direniyorlardı, direnmeye devam ediyorlar.

Doğasını, yaşam alanlarını savunan köylüler, ekoloji mücadelesini yürütenler topraklarını, hayatlarını savunuyorlardı, savunmaya devam ediyorlar.

Aleviler, bilimsel, laik eğitim için, eşit yurttaşlık için meydanları doldurmuştu.

Tüm bu direnişler, eylemler, Saray’ın saldırılarına, polis jopuna, gazına, tomasına ve “Aman sokağa çıkmayın, provokasyona gelmeyin, seçimleri, sandığı bekleyin” sözlerine rağmen gerçekleşti.

Bir düşünelim; bir de “Aman durun, bekleyin” demek yerine; “hayatlarımıza sahip çıkmak için hep birlikte sokaklarda olacağız” dense idi, ne olurdu?

Sadece bir ay içinde yaşananlardan örnek olsun; sondan başlayarak gidelim…

Canan Kaftancıoğlu’na bu kadar rahat ceza verip, siyaset yasağı getirebilirler miydi?

İsyan edip insanlaştığımız, birbirimizin parıldayan gözlerine bakarak direndiğimiz Gezi Direnişi’nden yoldaşlarımız, Mücella Yapıcı’yı, Can Atalay’ı, Tayfun Kahraman’ı hapsedebilirler miydi?

Canan Kaftancıoğlu’nun davasının tarihi belliydi. Akşamında karara tepki olarak CHP İl Başkanlığı önüne çağrı yapıldı ve yüzlerce insan oradaydı. Peki, öncesinde duruşma sabahı mahkeme önüne çağrı yapılsaydı, duruşma görülürken adliye önünde sloganlarla bekleyen on binler olsaydık, acaba mahkeme bu kararı verebilir miydi?

Gezi Davası’nda temsilî sayıda milletvekili yüksek perdeden konuşmalar yaparken, kendileriyle birlikte on binleri de çağırsalardı, aklı, yüreği orada olan on binlerce insan olarak duruşmayı adliye önünde bekliyor olsa idik, arkadaşlarımız hapse gönderilebilir miydi?

Yine de bu sonuçlar olur muydu diyorsunuz? Peki nereden biliyorsunuz? Gitmediğimizde ne olduğu ortada, yaşadık. Diğer seçeneğin sonuçlarını ise denenmediği için en azından bilmiyoruz.

Kadınların İstanbul Sözleşmesi’nin Danıştay’da görülen davasına 1000 avukat ile katılması, dışarıda duruşmanın bekleniyor olması, sözleşmeyi iptal eden Saray’ın istediği kararın çıkmasını o gün engellemiştir. Bu bize bir yol göstermelidir.

Ocak ve Şubat ayında gerçekleşen yüzden fazla işçi direnişinin büyük bir çoğunluğu kazanımla sonuçlanmıştır. Bu direnişler bize bir yol göstermelidir.

Evet, her direnişimiz kazanımla sonuçlanmıyor ama hiç şüphe yok ki, direnmeden de hiçbir şey kazanılmıyor. Kazandığımız direnişler bunun kanıtıdır. Kazanamadıklarımız ise, eksiklerimizi görmek ve daha güçlü bir mücadele yürütmek için dersler çıkarttığımız deneyimlerimizdir.

Kesin olan bir şey varsa o da şudur; evimizde oturarak, olup olmayacağı bile henüz net olmayan bir seçimi, sandığı bekleyerek, hiçbir geleceğin olmadığı bu cehennem gibi hayattan kurtulamayız.

Halkın bir direnişi, mücadelesi olmadan hiçbir sandıktan özgürlük, demokrasi çıkmaz, ekonomik krizin çözüm reçetesi çıkmaz, kadın cinayetlerinin durdurulması, milyonlarcamızın geleceksizliğinin çözümü çıkmaz.

Bir çıkış ve çözüm arayanlar; Gezi’ye bakın, orada kendinizi de, çareyi de göreceksiniz, bugün gelişen işçi direnişlerine, kadın eylemlerine, üniversitelilerin kararlığına bakın, kendinizi de, çareyi de görebilirsiniz.

Biz tüm bu direnişlerin özneleriyiz. Her hakkımızı ancak mücadele ederek alanlarız.

Gerçeği kabul edelim. Kararlı, ısrarcı ve cüretli olalım. Yan yana gelelim gücümüzü büyütelim. Beklemeyelim yapalım. İnsanca ve onurlu bir yaşamı ancak direnerek, mücadele ederek kazanabiliriz. Yaşamımız ve geleceğimiz ellerimizdedir.

Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!

KALDIRAÇ

21 Mayıs 2022

Gezi direnişlerde sürüyor… Direnmek yaşamaktır!

Özgürlüğü bir nefeste içine çektiğin günler vardır. Gözlerinin içinin güldüğü… Hiç tanımadığın insanlarla kardeşleştiğin… O günleri hafızanda hep canlı tut. O günler yol göstericidir.

Rant ve yağmanın hızlanmaya başladığı zamandı. Bir yandan şehrin tarihi, kültürel varlıkları ranta açılıyor; yeni zenginler mega projelerin ihaleleriyle besleniyor; gölgesinde dinlenebileceğimiz ağaçları olan parkları bile paraya dönüştürmek için sermaye sahipleri ve yönetenler ellerini ovuşturuyordu. Aynı anda da toplumun birçok kesimini hedefe koyan saldırılar, baskı ve yasaklar geliyordu üst üste. İktidar kendini tanrı zannediyordu. Gençlere, kadınlara, öğrencilere, işçilere, toplumun ezilen tüm kesimlerine saldırıyor, fermanlar veriyordu.

Tüm bunları mahallede, işyerinde, okulda birbirimizle konuşuyorduk. Bugün geçinemediğimizi konuştuğumuz kadar gerçekti konuştuklarımız, bugün nasıl gelen her zam karşısında öfkeleniyorsak, o gün de her rant saldırısına ve yasak kararına, halkı birbirine karşı kışkırtmayı amaçlayan her ırkçı, aşağılayıcı açıklamaya öyle öfkeleniyorduk. Birikiyordu her şey, bugün biriktiği gibi… Gezi Parkı’nı yok edip Taksim’i yağmaya açmayı hedefleyen proje için ağaçların kesilmeye başlanması bardağı taşıran son damla oldu. O bardağın içinde Gezi’yle beraber Taksim’de işçilerin coplanması vardı, Hrant Dink’in katledilmesi vardı, kadınları aşağılayan, kadına şiddeti meşrulaştıran sözler vardı, gençlerin yaşamlarının zorlaştırılması, büyüyen işsizlik, rant, yağma ve talan vardı. O gün hep beraber anladık: Bir avuç zengin vardı karşımızda iktidarla beraber. Ve bizim her şeyimize gözlerini dikmişlerdi: Gölgesinde dinlendiğimiz ağaca, emeğimizin hakkına, özgürlük isteğimize, çocuklarımızın geleceğine… Her şeyi ama her şeyi çalmak istiyorlardı bizden.

Ve o gün bir şey yaptık, bardağı taşıran o son damlayla önce Taksim’e, sonra ülkenin 80 ilindeki meydanlara aktık. Kendi kalabalığımıza biz de şaşırdık. Hiçbirimizin beklemediği kadar hızla kalabalıklaştık, milyonlardık meydanlarda. Öyle haklı, öyle öfkeliydik ki, kalabalıklaştıkça, direndikçe, birbirimize omuz verdikçe, Gezi günlerinde oraya gelen on binlerce insan olarak onurlu bir mücadelede birbirimize kenetlenmiştik. Çoluk, çocuk, genç yaşlı direndik beraber. Direnen herkesin gözleri ışıl ışıldı. En anlaşmaz görünenler kol kola girdi. Halkların birbirine karşı kuşaklar önceden yaratılmış ön yargıları kırıldı o meydanlarda. Herkes değişti. Herkes birbirini sahiplendi ve birbiriyle güçlendi. Direnişin nasıl öğretici olduğunu, nasıl büyük bir umut yeşerttiğini milyonlarca insan yaşadık Gezi’de. Ve parklara komünler kurduk. Birlikte bir yaşam nasıl olur, ne istiyoruz, nasıl kazanacağız, bunları tartıştık direniş boyunca forumlarda. Televizyonda akşam programlarını seyredenler televizyonlarını kapatıp meydanlarda kendileri konuştular direniş günlerinde. Biz o direnişte sadece Gezi Parkı’nı değil, halk olarak birlikte güç olduğumuz unutulmayacak bir deneyimi de kazandık.

Kendini her şeye muktedir zanneden iktidar, halkı küçümsemenin bedelini ağır ödedi. Hala ödüyorlar. Çünkü Gezi bir kabus gibi akıllarından hiç çıkmadı. Bu yüzden 9 yıl sonra Gezi direnişiyle hesaplaşmak, kabuslarından kurtulmak istiyorlar. Gezi davasının ve tutuklama kararlarının hiçbir meşruiyeti yoktur. Gezi bu memleketi, doğayı, kenti, emeğin hakkını, özgürlüğü savunanların, yani biz halkın direnişidir. Gezi’ye “dış güçlerin oyunu” diyenler, kendileri dış güçlerle yıllardır pazarlık masalarında oturup memleketi satıp komisyon alıyorlar. Niyetleri de bunu sürdürmek… Önlerine bir engel çıkmadan yağmayı sürdürmek istiyorlar.

Çöken ekonominin tüm faturasını bizlere yıkmak, rant ve yağmaya hız verip satılmadık bir kaldırım taşı bırakmamak için onlara boyun eğmiş bir halk lazım. Zenginliklerini arttırmak için onlara boyun eğmiş bir halk lazım. Ama biz boyun eğmiyoruz. Gezi’den bugüne saldırıların en yoğunlaştığı dönemlerde bile direniş bitmedi. İşçiler, kadınlar, öğrenciler, doğayı, yaşam alanlarını savunanlar, halklar olarak direnmeye devam ettik. Bazen daha az kişi, bazen daha çok kişi; ama direniş aralıksız sürdü.

Şimdi öfkemiz birikiyor. Çünkü yine görüyoruz: Karşımızda bir avuç zengin ve onlar adına ülkeyi yönetenler var. Yaşamlarımıza, emeğimize, geleceğimize gözlerini dikmişler. Biz fakirleştikçe onlar zenginleşiyor. Öfkemiz birikiyor. Onlar saldırdıkça bizim direnişlerimiz çoğalıyor. İşçiler her sektörde fabrika fabrika, işyeri işyeri hakları için direniyor. Birbirinin mücadelesinden öğreniyor. Kadınlar tüm saldırılara rağmen yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmak için sokakta, direnişi büyütüyor. Öğrenciler üniversitelerde kayyum rektörlere karşı direniyor. Seslerimiz gürleşiyor. Gezi bugün direnişlerde sürüyor. İşte yönetenler de tam olarak bundan korkuyor ve uslu uslu açlığa razı olmazsak, yaşayan ölüler olmak yerine, insanca onurlu bir yaşam için mücadeleyi büyütürsek diye korkuyorlar. Bu yüzden iktidar saldırırken, burjuva muhalefet de “Aman sokağa çıkmayın, seçimi bekleyin” diyerek biz halkı sindirmeye çalışıyor.

Direnmeyen bugün ne elde eder? Geleceğinin güvencesi var mı? Yarın geçinebileceğinin, işsiz ya da evsiz kalmayacağının garantisi var mı? Bugüne kadar direnmeden kazanılan bir tane hak var mı?

Direnmek bugün yaşamanın diğer adıdır. Geleceksizlikle boğuşmak, yaşamlarımızın göz göre göre çalınmasını seyretmek istemiyorsak direnecek ve örgütleneceğiz.

Çünkü yönetenler korkmakta halkı: Biz birlikte kararlılıkla mücadele ettiğimizde kazanırız. Çünkü emeğin sahipleriyiz biz. Milyonlarcayız. Biz üretmezsek onların çarkları dönmez. Direnişin önemini onlar çok iyi biliyor bu yüzden. Bizim safımızda da bilmeyen kalmamalı. Herkese anlatmalıyız.

Kendi geleceğimiz için direnişi büyüteceğiz. Günde 10 saat çalışıp, patronun cebini doldurup yine de ay sonunu getiremeyenler, bu kez kendi yaşamlarımız için, çocuklarımızın geleceği için mücadeleye emeğimizi vereceğiz. Mahallelerde, işyerlerinde, okullarda bir araya gelip geleceğimiz için konuşacak, örgütleneceğiz.

Yakınmaya ve kurtarıcı beklemeye son!

Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır. İnsanca ve onurlu bir yaşam için Gezi’den öğrendiklerimizle mücadeleyi büyütmeye! Gezi’yi ve Gezi tutsaklarını sahiplenmeye!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

17 Mayıs 2022

Tarih tekerrür edemiyor
Değişmek de değiştirmek de ellerimizdedir
Biz Geziciyiz, onlar gidici!

Hepimiz Gezi’deydik.

Hatta 2013’ün “hepimiz”inden daha fazlası bugün direnişleri örgütlemeye ve büyütmeye devam ediyor. Gezi Direnişi, özgürlüğün ne olduğunu hepimize yaşatan bir direniştir. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünenlerin her şeyin değişebileceğini gördüğü bir direniştir. Başta kendisi olmak üzere her şeyi değiştirdiği bir direniştir. Katılan, direnişin bir ucundan tutan herkes için taşıdığı bir onurdur. Gezi, bizim için hep birlikte gerçekleştirdiğimiz bir hayaldir; tüm egemenler içinse yine hep birlikte gerçekleştirdiğimiz bir kâbustur.

Gezi yargılanmaz. Mahkemeler davalar açılır, bir tiyatro oyunu sergilenir ve direnişçiler tutuklanır ama Gezi yargılanamaz. Özgür ve eşit bir yaşam hayali için mücadele yargılanabilir bir şey değildir. Ethem’in, Abdullah’ın, Ahmet’in, Hasan Ferit’in, Medeni’nin, Mehmet’in, Ali İsmail’in, Berkin’in katillerini yargılayamayanlar, kendilerini yargılayamayacak olanlar yargı dağıtamazlar.

Bu tiyatro ancak toplumun direnen ve direnme eğilimine geçen tüm kesimlerini, direnişlere destek vermek isteyen herkesi korkutma çabasıdır. Diyelim ki korktuk, ne yapacağız? Hiçbir şeye ses çıkarmadan köşende otursan, önce köşeni bozuyorlar sonra hazır susuyorsun diye altından oturduğun sandalyeyi de alıyorlar.

Bugün zaten milyonlar gelecekleri için korkmaktadır. Ekonomik kriz, savaş, kadın cinayetleri, çocukların ve gençlerin aldığı niteliksiz eğitim, geleceksizlik, doğanın yağmalanması… Ve tüm bunlara karşı da adım adım direnişi geliştirmektedir.

Gezi, geçmişimizde kalan değil nasıl bir gelecek kuracağımıza dair yol gösteren bir direniş olarak akıllarımızda olmalıdır.

Gezi Direnişi’ne bir mazi olarak bakmak yerine, Gezi’ye övgüler, methiyeler düzmek yerine özgür bir geleceği kurmayı dert edinenler görebilirler ki bugün Gezi, direnişlerde sürüyor.

Direniş, bugün bir hayatta kalma yoludur. Direnişlerin birçoğunun konusunu en temel insanî ihtiyaçlar oluşturmaktadır. Hayatta kalabilmek için gerekenler direnişlerin konusu hâline gelmiştir. Aç, evsiz kalmamak, öldürülmemek, nitelikli eğitim ve sağlığa ulaşabilmek, elektriklerin kesilmemesi, ısınabilmek… Kapitalizm çürümüştür; insanlığa hiçbir gelecek vaadi kalmamıştır.

Bugünün, nereden bakıldığına göre görünen iki yüzü vardır. Direniş ve kriz. Kriz hem ekonomik hem siyasal olarak her gün yaşanmaktadır; görünendir, herkes arasında konuşulandır. Direniş ise tüm baskı ve engellemelere rağmen büyümektedir. İşçilerin, kadınların, öğrencilerin direnişi her yerdedir; göreni azdır, daha çok direnenler arasında konuşulmaktadır.

Saray Rejimi, direnişlerin ana gündem hâline gelmemesi, bir çıkış yolu olarak işçiler, emekçiler, kadınlar ve öğrenciler tarafından benimsenmemesi için tüm mekanizmalarıyla devrededir. Polisiyle, yargısıyla, medyasıyla, burjuva muhalefetiyle direnişleri bastırmaya, görünmelerini engellemeye çalışmaktadır.

Gerçeğin sadece bir kısmını görmek ise yanıltıcıdır.

Direnişler var ve her gün büyümektedir; direnenler var ve her gün sayıları artmaktadır. Bu kriz içerisinde gelecek, direnişlerdedir. Göz sadece krizlere dikildiğinde bu geleceği görmek mümkün değildir. Bu önemlidir çünkü eksikliğinde seçimler bir seçenek gibi görünebilmektedir. Direnişlerin büyüdüğü yerde, aman ses çıkarmayın, seçimlere kadar sabredin diyenler tek gerçek seçenek olan direnişi engellemek isteyenlerdir.

Çıkış arayanlar, çözüm arayanlar kendi ellerine, ayaklarına, kafalarına bakmalıdırlar. İmamoğlu’na değil, CHP’ye değil, bilfiil bizzat kendilerine bakmalıdırlar. Yaratılacak özgür bir dünya vardır ve yaratılması için mücadele etmek gereklidir. Hayır, bir yerden gelmeyecek, o ya da bu değiştirmeyecek, sen, senin kafan, işleyen elin, emeğinle değişecek. Gerçek budur. Zordur, zorludur. Çok fazla engelle karşılaşılır ama gerçek budur ve bunu kabul etmek için daha fazla hayal kırıklığı yaşamaya da ihtiyaç yoktur. Bekleyen hayal kırıklığına uğrar.

“Her şey çok güzel olacak” diyenler de “her şey çok kötü” diyenler de bilmelidir, hayır biz ne yaparsak ya da yapmazsak o oluyor ve o olacak.

Direniş her alandan gelişmektedir.

Buraya bakın, Nagehan’a değil. İşçiler grevler örgütlüyor, kadınlar barikatları aşıyor, öğrenciler kayyumları gönderiyor. Buraya bakın, gücü ancak buradan, kendi gerçekliğimizden, kendi direnişlerimizden alabiliriz. Size sallanan parmaklara kızmayın, bunca yıldır kendinize seçmen muamelesi yaptığınıza kızın. Kurtuluşu beklerken bu direnişleri büyütmediğinize kızın. Ona buna yüklenmeyin, kendinize yüklenin ve bir adım atın gerçeği kabul edin, işin başa düştüğünü kabul edin, örgütlenin ve bu direniş cephesinde kendinize bir yer edinin.

Çare arayanlar Gezi’ye bakın, orada kendinizi de, çareyi de göreceksiniz, bugün gelişen işçi direnişlerine, kadın eylemlerine, üniversitelilerin kararlığına bakın, kendinizi de, çareyi de görebilirsiniz.

Gerçeği kabul edelim. Bize kararlı, ısrarcı ve cüretli bir biz olmak gerek. Beklememek yapmak gerek.

Değişmek de, değiştirmek de ellerimizdedir.

Gezi, direnişlerde, direnişlerle sürüyor.

Biz Geziciyiz, onlar gidici!

“Laiklik” “kamusalcılık” “anti-emperyalizm” ya da barikatı cephenin en gerisine kurmak

Biz Saray Rejimi diyoruz.

Kimisi “AK Parti iktidarı” diyor, kimisi “AKP-MHP faşizmi” diyor, kimine göre “Erdoğan diktatörlüğü”dür, kimine göre “tek adam diktatörlüğü”, kimine göre “patrimonyal sultanlık”. Bu tanımların her birinde mutlaka gerçeğin bir parçası var. Ama eğer, durum doğru tespit edilememişse, devlet doğru analiz edilmemişse, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin zaferi de zorlaşır. Siyasal iktidara, egemene karşı nasıl mücadele edileceği de karışık hâle gelir.

Bu nedenle siyasal sistemin, devletin, egemen sınıfın örgütlenişinin doğru analiz edilmesi hayatî bir önemdedir.

1

Biz diyoruz ki, Saray Rejimi, modern kapitalist dünyanın burjuva devleti (isteyen burjuva demokrasisi de diyebilir) olan Tekelci Polis Devleti’nin, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir.

Demek oluyor ki, önce “tekelci polis devleti” üzerinde durmalıyız. Aynı adı taşıyan bir çalışmamız, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmıştır (1. baskısı 1990 yılında yapılmıştır, 4. baskısı 2007 yılında). O çalışmada, tekelci kapitalizmin devlet örgütlenmesindeki yansımaları, 1917 ve İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuva devletin örgütlenişi, egemen sınıfın sınıf savaşlarından öğrenmesi üzerine duruluyor. Ve Marksist hareket içindeki devlet tartışmalarının, faşizm analizleri sonrasında da sürdüğü hatırlanırsa, faşizmin gidip-gelen bir devlet yapısı, devletin faşizm ile burjuva demokrasisi arasında sallanma hâlinin olmadığı vurgulanıyor.

Günümüz burjuva devleti, günümüz burjuva demokrasisi, faşizmin tüm dişlilerini içermiş bir devlet örgütlenmesidir. Tekelci polis devleti, tam da bunu anlatmak içindir. Daha sonrasında bazı dostlarımız bize, “polis” devleti mi demek istiyorsunuz diye sorunca, bunun üzerine de yazdıklarımız olmuştur. “Polis devleti”, aslında devletin sınıfsal niteliğini gizleyen, daha çok “hukukî” bir terim olarak ele alınabilir. Oysa tekelci polis devleti, tam da günümüz burjuva devletinin her zaman tekellere hizmet edeceğinin vurgulanması içindir. Burada polis, aslında bizde ilk akla gelen “asker-polis” ayrımı ile hiç ilgili değildir. Bir yandan, iç savaşa göre devlet örgütlenmesini ifade etmektedir, diğer yandan da sistemin denetleme, gözetleme, manipülasyon mekanizmalarına dikkat çekmektedir.

Sanıyorum ki, detaylı bir açıklama, bu makalenin amacından sapmasına neden olur.

Ama özetle biz, günümüz burjuva devletinin, günümüz burjuva demokrasisinin, mesela Avrupa’nın örnek olarak verilen demokrasilerinin, gerçekte faşizmin dişlilerini içeren bir devlet olduğunu söylüyoruz ve buna tekelci polis devleti diyoruz. Bu anlamda burjuva demokrasisinin kırıntılarının bile, işçi sınıfı sisteme karşı ayaklanmaya başladığında, kapitalizm tekelci niteliği ile tüm özelliklerini ortaya koymaya başladığında, hele hele Ekim Devrimi ile sistem parçalanmaya başladığında, ortadan kalktığını söylüyoruz.

Bugün Ukrayna’ya Rus müdahalesi ortaya çıktığından beri, tüm Avrupa’da ortaya çıkan ırkçılık, ortaya çıkan yasaklamalar (müzisyenlerin işten atılması değil sadece tümü “trajikomik”tir), tüm NATO üyesi ülkelerde birden boy veren Neonazi örgütlenmelerle “kutsal devlet”in ilişkileri, burjuva demokrasisi olarak bize yutturulan şeyin ne olduğunu ortaya koymuştur.

Elbette, her devlet aynı değildir. Her burjuva devlet de aynı değildir. Devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır ve sınıf savaşımına göre şekil alır. Mesela bizde, Ermeni, Rum, Süryani vb. katliamları bir yana bırakıp, devletin örgütlenmesini açıklamak mümkün müdür? Değildir. Devlet, iki sınıf arasındaki her savaştan etkilenir ve ona uygun örgütlenmeler ortaya çıkarır. Elbette, tüm kapitalist dünyadaki sınıf savaşımından da öğrenir.

Bu nedenle, TC devletinin daha farklı özellikler göstermesi şaşırtıcı değildir. Tekelci polis devleti, Almanya’da, İngiltere’de, Sudan’da, Türkiye’de farklı biçimler ve özellikler alır. Bir kere, sömürge ülkelerdeki devlet ile, emperyalist merkezlerdeki devletler, birçok farklılıklar barındırır.

2

TC devletinin örgütlenişinde, anti-komünizm, halklara düşmanlık ve sömürge olma hâli, en başından beri vardır. Ekim Devrimi’ne karşı, 1917 sonrasında, ileri bir karakol olarak, emperyalist dünyanın ortak karakolu olarak iş görmüştür. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan “dünya düzeni” ve TC devletinin NATO’ya girmesi ile, büsbütün netleşmiştir.

TC devletinin NATO’ya girişi, bugün bazılarının sunduğu gibi “demokrasi” ile bağlantılı bir durum değildir. Tersine NATO’ya girmesi, hem sömürge olma hâlinin katmerlenmesidir hem de TC devletinin genlerine işlemiş olan halklara düşmanlık ve anti-komünizm karakterinin kökleşmesidir. Ülkemizde ortaya çıkan 6-7 Eylül olayları, tam da bir NATO operasyonudur. NATO’ya bağlı her ülkede kurulan kontrgerilla, Gladio gibi örgütlenmeler, Türkiye’de hep çok önde ve etkin olmuştur.

Darbeler, en son 12 Eylül, TC devletinin hem ABD emperyalizminin nasıl bir hareket sahası olduğunu göstermiştir hem de iç savaş örgütü olma özelliğini bir kere daha ortaya koymuştur.

AK Parti, aslında bu sürecin bir parçasıdır.

SSCB’nin çözülmesi sonrasında, normalde NATO’nun dağılması beklenirdi. Öyle olmadı. Çünkü, emperyalist merkezler arasında süren paylaşım savaşımı, ABD hegemonyasını tehdit etmekteydi. Bu nedenle ABD, NATO’yu kullanarak, tüm dünyayı kendi hegemonyası altına almak için kolları sıvadı. Tek dünya devleti, büyük imparatorluk, ABD’ye dış politika lazım mı, gibi vurgular, aslında bu sürecin ürünü idi.

TC devleti, bu çerçevede, ABD adına bir tetikçi olarak yapılandırılmak istendi. Ortadoğu-Balkanlar-Kafkaslar alanında ABD, istediği biçimde bir şekillendirme yaratabilmek ve hegemonyasını sağlamlaştırmak için, birçok adım attı. TC devletinin bölgede tetikçi olarak kullanılması da bunun içindedir.

Bu nedenle AK Parti ve Erdoğan bir ABD projesidir, doğrudur.

Ama bu proje, üç etken altında Saray Rejimi’ne dönüşmüştür. İlki, emperyalist efendiler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Dün hepsi NATO ve ABD emrinde olan Batı güçleri, artık, 2000’li yıllarla birlikte, kendi alanlarını genişletmeye başlamıştır. Bu durum, ekonomik ve siyasal olarak TC devletine de yansımıştır. İkincisi, Kürt devriminin direnişidir. Bu direniş, uzun yıllar kırılamamıştır. Dahası, bölgesel bir hâl almıştır. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile, kitlelerin 12 Eylül hukuku da dahil, devletle yüzleşmeye başlamasıdır.

İşte Saray Rejimi’ni doğuran, bu olağanüstü koşullardır. Saray Rejimi, aynı zamanda TC devletinin yönetme zorluğu anlamına da gelmektedir. Egemenler, bu zorluğu aşmak için, bir saldırı ortaya koymuşlardır ve bu Saray Rejimi denilen yapının oluşumuna varmıştır.

Saray Rejimi’nde parlamento kâğıt üstünde vardır. Gerçekte parlamento yoktur. Bugün parlamento yasama organı da değildir. Ancak ve ancak, Saray için manevra aracıdır. Saray Rejimi, bazı konuları parlamentoya gönderip, orada bir çeşit oyun sahneye koymaktadır. Denilebilir ki “oyunlar da önemlidir.” Eğer bu kadar ise, evet önemi vardır, ama bu kadar.

Siyasal partiler artık kalmamıştır. Burjuva siyasal partilerden söz ediyoruz. İktidardakiler daha erken kapanmıştır. AK Parti ve MHP yoktur. Bunlar çetelerden ibarettir. Diğer burjuva “muhalif” partiler de aynı yoldadır.

Yargı, tam anlamı ile kolluk kuvvetinin, yürütmenin bir uzantısıdır. Bunu her davada görmek mümkündür ve artık ticari davalar da böyledir.

Böyledir, çünkü Saray Rejimi, yağma-rant ve savaş ekonomisine dayanmaktadır. Yağma ve rantın önceki biçimleri de görülmüştür, ama savaş ekonomisi, nispeten ülkemiz için yenidir. Bu nedenle, yağma-rant ve savaş ekonomisi denilmeden olmaz. Bazı ekonomist dostlarımız bizi affetsin, sadece “yağma ve rant” ekonomisi, durumu anlatmaktan çok ama çok uzaktır. Hele hele, bir tetikçi olarak, TC devletinin Suriye savaşında, Libya’da, Balkanlarda, Kafkaslarda aldığı roller akıllarda iken, bu savaş ekonomisi vurgulanmadan, ekonomi üzerine laf söylenmiş olmaz.

Basın, yürütmenin önemli bir koludur.

Basın ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasındaki bağ da iyi kurulmalıdır.

TC devletinin eskiden beri, ırkçı bir milliyetçiliği vardır. Buna İslamî ton, NATO ile eklenmiştir. Komünizme karşı İslam dininin kullanılması, sadece ülkemize de özgü değildir. Zaman zaman, mesela Menderes döneminde de bir Osmanlıcılık ortaya çıkar. Bugünlerde, bu üçü, oldukça ucuz metotlarla, olağanüstü hâl koşullarına uygun olarak birleştirilmektedir. Bu nedenle basın ve Diyanet İşleri, birbirine çok yakın hareket etmektedir.

Son dönemde, Saray Rejimi dini daha etkin kullanmaktadır.

Tarihi boyunca TC devleti, hiçbir zaman “laik” olmamıştır.

Tarihi boyunca TC devletinde hiçbir zaman “demokrasi” olmamıştır.

Kurulduğu andan beri TC devleti, “anti-emperyalist” olmamıştır ve NATO ile, emperyalist efendilerin ileri karakolu olmuştur.

Sanırım, bu özetten sonra bugüne gelebiliriz.

3

Bugün, birçok kişi, ülkenin ana sorununun Erdoğan ve AK Parti iktidarının gitmesi, bundan kurtulunması olduğunu söylemektedir. Doğrusu, kulağa hoş gelmektedir. “Zulmün artsın ki tez zeval bulasın” diyebilen bir boyun eğme mantığının, Erdoğan’ı kişi olarak ele alması şaşırtıcı değildir. Zalimler, zulümleri arttığı için gitmezler, halklar, işçiler isyan ettiği için gitmek zorunda kalırlar. Mesele Erdoğan meselesi olarak ortaya kondu mu, Erdoğan’sız bir Saray Rejimi projesine de kapılar açık hâle getirilir. Evet, Erdoğan’ın, bir “sultan” olarak davranışları vardır. Ama bu, onun bir sultan olmasından gelmiyor, tersine efendilerin Saray Rejimi’ni organize etmesinden geliyor. Erdoğan’ın böylesi bir gücü olduğunu söylemek, siyaset de bilmemek demek olur.

Konuyu daha detaylı ele almalıyız.

Bugün, bir erken veya zamanında seçimle, siyasal iktidarın değiştirilmesinin mümkün olduğu fikrinin, bunun için ise tüm muhalif güçlerin ortak mücadele etmesi gerektiğinin çok sayıda savunucusu var. Elbette, “tüm muhalefet” derken, herkes, belli sınırlar içinde, belli çizgiler içinde, kendine yakın olanlarla ittifak arayışındadır. Yoksa, muhalefet kavramı oldukça geniş kesimleri de içerir, mesela biz de içindeyiz. Devam edelim, demek istediğimiz anlaşılacaktır. Ortaya çıkmaya başlamış, henüz tam şekillenmemiş olsa da ipuçları bir hayli belirginleşmiş ittifaklar var.

Bunlardan en büyüğü, burjuva “muhalefet”tir. Burjuva oldukları net, muhalif oldukları bulanıktır.

Başlangıçta, CHP ve İYİ Parti ilişkisi ile gelişen, İstanbul seçimlerinde solun ve HDP’nin desteği ile bir “kazanım” elde eden bu ittifak, “millet ittifakı”, bugün 6 partili bir ittifaka doğru evriliyor. HDP, ülkenin üçüncü partisi olduğu hâlde, onu ittifaka katmıyorlar, doğrusu HDP de bu ittifaka girmeye hevesli değildir. Parlamenter sisteme dönüş üzerinden bir anlaşmaları var. Buna uygun olarak, bazı ilkeler belirlemeye çalışıyorlar. Bu “ilerlemeyi” de oldukça küçük adımlarla yapıyorlar. Çünkü onlara göre bu muhalefet sırasında, sistem ve devlet zarar görmemelidir. Hatta, onların açık savunusu “devleti kurtarmak”tır.

Bu açıdan, egemenlerin içinde süren, “güçlendirilmiş Saray Rejimi” tartışması, bunlara uzak da değildir. Hatta, olur da bu Saray Rejimi güçlendirilerek devam edemez hâle gelirse diye, parlamenter sistem, bir yedek olarak örgütlenmeye çalışılıyor. Elbette, parlamenter sistemin açık savunucuları da var. Ama tüm denklemi, sisteme ve devlete zarar gelmemesi, kitlelerin açıktan bir isyana yönelmesinin önlenmesi, işçi ve emekçilerin sokaklardan uzak tutulması üzerine kurulu bir “muhalefet”tir bu. Bu hâli ile, Saray Rejimi ile, devlet ile, doğrudan bağlıdırlar da.

Sıradan insanların, “bu nasıl muhalefet”, “neden düzgün muhalefet yapmıyorsunuz” diye tepki gösterdiği şey, gerçekte, bu burjuva muhalefetin, devlete zarar gelmesin, halk sokaklara çıkmasın, isyan gelişmesin korkularının “muhalifliklerini” bastırıyor olmasındandır. Yoksa burjuva anlamda dahi, böyle muhalefet yapılmaz. Sokakta muhalefetten yakınanların hissettiği şey, aslında onların “devleti kurtarmak” üzere hareket etmelerinden, işçi ve emekçileri evlerine hapsetme ihtiyaçlarından gelmektedir.

İkinci bir ittifak, HDP etrafında şekillenmektedir. Elbette burada mesele, çok daha farklıdır. HDP, muhalefetin salt seçimlere dayalı olarak şekillenmemesi gerektiği fikrindedir ki, bu önemli görünmektedir.

Üçüncü ittifak, daha çok HDP ile aynı yerde olmak istemeyen, Sol Parti ile TKP tarafından dillendirilmektedir.

Bizi ilgilendiren, bu yazı çerçevesinde, solun arayışıdır.

Burada, şu ya da bu siyasal görüşün dar anlamda eleştirisi üzerinden gitme niyetinde değiliz.

Ortaya konulmuş bazı ilkeler var. Üç ilke sayılmaktadır; laiklik, kamusalcılık ve anti-emperyalizm. Biz bu “ilkeler” üzerinden bir tartışmayı, bu arada ise, bizim sürece bakışımızı özetlemek istiyoruz.

4

Kanımızca ilk mesele, Saray Rejimi’nin niteliğinin iyi anlaşılmamasından ileri gelen bir karışıklıktır. Bunun üzerinde durmak gerekir.

Saray Rejimi, Erdoğan’ın tercihi değildir, zaten böyle diyen de yok. Erdoğan’a bir ABD projesi olarak bakanlar, bunu söyleyenler, zaten Saray Rejimi’nin bir kişinin tercihi olmadığını da beyan etmiş olurlar.

Bu durumda, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun, demek eksik bir yaklaşım olur.

Saray Rejimi, gerçekte, bir isyanla, bir direnişle gitmelidir, öyle de olacaktır.

Bir seçim yapılacağı kesin değildir.

Hele, Ukrayna’ya Rusya operasyonundan sonra, AB’nin ABD’ye boyun eğmesi süreci ortaya çıktığına göre, bundan sonra, ABD isteği olmadan bir seçim olanaklı değildir.

ABD, tüm bu sürece rağmen, Ukrayna sorunu etrafında AB karşısında güç toplamasının bile hegemonyasının çözülmesini önleyemediğini gördüğünde, belki o zaman bir adım geri atabilir. Bu taktiksel bir adım olacaktır kuşkusuz. Zira, ABD, barış içinde hegemonyasının elinden gitmesini kabul etmeyecek, hegemonyasının yok olmasına seyirci kalmayacaktır. Bu, eşyanın tabiatına, egemenlik ilişkilerine, emperyalist hegemonyanın karakterine terstir.

Bu durumda ABD, bir seçime kolaylıkla evet demeyecektir. Derse bile, bu Erdoğan’ın yerine bir başkası geçmesi demektir, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi demektir.

Bu yönde çalışmalar da biliniyor. Birçok aday hazırlanmaktadır. Soylu bunlardan biri idi ve ipi çekilmiştir. Peker, Soylu’yu hedeflerinden uzağa itmiştir.

Son seçim yasasına bakılırsa, Saray Rejimi, 2023 yılının nisan ayını geçecek bir hazırlık içinde gibidir. Bu da TC devletinin kuruluşunun 100. yılının geçilmesi demektir. 100. yıl ile birçok anlaşmanın yerinden oynama ihtimali düşünülürse, aslında ABD başta olmak üzere efendilerin farklı hazırlıkları olma olasılığı güçlüdür.

Seçim ortada yoktur.

Bu nedenle, seçim üzerine kurulu stratejiler, Saray Rejimi’nin karakterini anlamakta eksiklikle bağlantılıdırlar.

Burjuva muhalefet, devleti kurtarma operasyonu çerçevesinde, tüm muhalif güçleri bir seçim çerçevesi içine sokmak istemektedir. Bu aynı zamanda, hem TC devletinin bir devrimle yıkılma olasılığını görüyor olmaları anlamına gelir hem de bunu önlemek için, toplumsal muhalefeti, işçi ve emekçilerin direnişini, Kürt direnişini dar bir sokağa sokma isteğinin ifadesi demektir. Bu, onların isteğidir.

Kaldı ki, bir seçim ile, Saray Rejimi’nin yerine bir “parlamenter demokrasi”nin geçmeyeceği de açıktır. Bu ülkede eğer bir hak kazanılacaksa, eğer bir “demokratik açılım” gerçekleşecekse, bunun direnişten başka yolu yoktur. Bu durumda da, işçi ve emekçilerin, sokaklara, direnişe davet edilmesi esastır.

Cephe buradadır.

Saray Rejimi’ni, bununla birlikte burjuva egemenliği yıkmak mümkündür. Elbette bunun zorlukları vardır. Diğeri ise, zaten çıkışsız bir yoldur, işçi ve emekçilerin yolu değildir, direnenlerin yolu değildir. Öyle ise, zor diye, direniş yolundan vazgeçilemez.

Yani, Erdoğan’dan kurtulmak diye, kısa dönemli bir hedef yoktur, olamaz. Burjuva egemenliği yıkmak bir hedef olarak açıktır. Bunun nesnel olarak olanaklarını görmemek, somut duruma gözlerini kapamaktır. Ne kadar yetersiz olursa olsun gelişmekte olan direniş esas bakılması gereken yerdir.

Bu nedenle biz, Birleşik Emek Cephesi’ni tüm gücümüzle savunmak gerektiğini söylüyoruz. Yoksa, öznel güçlerin yeterli olduğunu iddia etmiyoruz.

Eğer böyle ise, cephe ortadadır. Direniş cephesi açık ve nettir. Sisteme, Saray Rejimi’ne karşı mücadelenin önünde bir aşama yoktur.

5

İşte bu nedenle “laiklik, kamusalcılık ve anti-emperyalistlik”, barikatı cephenin gerisinde, çok gerisinde kurmak anlamına gelmektedir.

Laiklikten başlayalım.

TC devleti, hiçbir zaman, anayasasında yazıyor diye laik olmamıştır. Anayasada yazıyor ama, bu laiklik anlamına gelmiyor. Güncel bir tartışmadır, cemevlerinin elektrik parası meselesi. Aleviler, cemevlerinin elektrik parasının da ödenmemesi gerektiğini, çünkü onların da sinagog, kilise ve cami gibi ibadethane olduğunu söylemektedir. İbadethane olmasını bir yana bırakalım. Konumuz değil. Ama, aslında laik bir devlet, dinî kurumların, dinî cemaatlerin giderlerini tüm halkın vergilerinden ödeyemez. Bu nedenle, savunulması gereken şey, sinagogların, kiliselerin, camilerin de kendi elektrik paralarını ödemesi gerektiğidir.

Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı, bir devlet kurumu olarak var olması, laikliğin olmadığının en somut kanıtıdır.

Saray Rejimi’nin dini sınır tanımaz bir biçimde kullanması, tarikatların devlet ile ekonomik ve siyasal ilişkilerinin artması, çeteleşme, “durumun daha kötüye gitmesi” olarak ele alınıp, eski olanın, yani olmayan laikliğin savunulmasının nedeni olamaz. Bu da barikatı yanlış yere kurmak demektir. Hiçbir zaman laik olmamış bir cumhuriyetin, sanki laik imiş gibi savunulması, laikliğe gelen saldırılar karşısında eskinin laiklik olarak savunulması, barikatı cephenin çok gerisinde kurmaktır.

Savaş böyledir.

Genel olarak savunmada olan düzendir, işçi ve emekçiler, devrimciler saldırı durumundadır. Devleti ve güç kullanma tekelini elinde bulunduran egemenler, devlet, saldırıya geçince, savunma pozisyonuna kilitlenmek, bu amaçla eskide bir kazanım varmış gibi, o eski bu saldırıların nedeni değilmiş gibi geriye dönmek, barikatı geride kurmak, taktik değil, stratejik bir hatadır.

Laiklik diye bir savunma hattı Türkiye’de yoktur.

Saray Rejimi, önce bir şeyi fiilî hâle getiriyor, sonra ona yasal çerçeve uyarlıyor. Bahçeli’nin lafı akıllardadır, madem adam anayasaya uymuyor, fiilî başkan gibi davranıyor, o hâlde yasaları ona uyduralım. İşte bu bir yürüme tarzıdır, saldırıdır bu. Yakın gelecekte, Erdoğan, çıtayı yükseltmek zorundadır. Başkası mümkün değildir. Bu durumda “hilafet” devreye sokulacak, Erdoğan, önümüzdeki günlerde halife gibi davranacaktır. Bu durumda da “madem halife gibi davranıyor, o hâlde hilafet ilan edelim” denilecektir. Bu durumda, biz olmayan laikliği mi savunacağız, yoksa sistemin yıkılması için mi mücadele edeceğiz? Önce, eskiye dönelim, sonra ikinci aşamada sistemi yıkmayı tartışalım mı diyeceğiz?

Elbette demeyeceğiz.

Dostlarımızın da bunu görmesi, böyle dememesi tercihimizdir. İşçi ve emekçiler, direnenler, bu yolun, sürekli geriye bakarak bir “mücadele” olduğunu anlamaktadır. Barikatı, cephenin gerisine kurmak, yenilgiyi kabul etmek demektir.

6

İkinci savunu, bir birleştirici, ortak bileşen olarak “kamusalcılık” meselesidir.

Gerçekten de tüm sosyalistler, hadi hepsi demeyelim, gerçek sosyalistler, üretim araçlarının toplumsal, ortak mülkiyetini savunurlar. Bu doğrudur ve bizim de savunduğumuz şeydir.

Ama buna “kamusalcılık” denir mi?

1980’lerden bu yana, neoconlar, neoliberalizm adı altında, yeni bir saldırı dalgası örgütlediler. Bu saldırıyı örgütleyenler, emperyalist güçlerdir. Bu yeni saldırı dalgası, sosyalizmin kapitalist sistem üzerindeki etkilerini, en başta da ideolojik etkisini kırmaya dönük idi. Bu açıdan “özelleştirme” programları, gerçekte, işçi sınıfına dönük bir ideolojik saldırıdır da. Aynı zamanda öyledir. Öte yandan bu özelleştirmeler, tekellere sermaye aktarımıdır da. Bu özelleştirmeler, devlet mülkiyetindeki (toplumsal mülkiyet, ortak mülkiyet değil, devlet kapitalistlerin devletidir) işletmelerin, pazar hâkimiyetini daha da geliştirecek tarzda kapitalistlere devredilmesini de hedeflemiştir. Mesela SEK satıldığında, onu alan tekel, aynı zamanda pazarın bir bölümünü de almış olur. Dördüncü olarak, biz sömürge bir ülkeyiz ve bizdeki özelleştirmeler, uluslararası sermayenin isteklerine göre de şekillenir. Şeker fabrikaları, Cargill’in içinde yer aldığı bir operasyonun ürünüdür. Beşinci olarak, özelleştirme, işçi sınıfının örgütlülüğünü de kırmayı hedefler. Bu nedenle özelleştirme ve taşeronlaştırma süreci birlikte işlemiştir. Yani, bir taşla beş kuş.

Bugün, özellikle 2008 krizinden bu yana, kapitalist dünya, “batmasına göz yumulamayacak kadar büyük” adı altında, büyük, tekellere ait işletmeleri kurtarmaktadır. Citibank bir örnektir. Lufthansa bir başkası. Dahası var elbette, ama konumuzdan çok sapmamak da gerekli. Bu konularda yazılmış birçok makale, birçok yerde, bu arada bizim Kaldıraç sayfalarında da bulunabilir.

Bu özelleştirme saldırısı, bu neoliberal saldırı, ciddi ideolojik etkiler yarattı. Adeta özelleştirmeye karşı çıkmak, dinozor olmak anlamına geldi. Sosyalizmin uluslararası yenilgisi, bunu daha da körükledi, besledi. Bu ideolojik saldırı, işçi sınıfının davasını savunan her kesimde etkiler bıraktı.

Bugün, bu özelleştirmenin ağır sonuçlarını, ülkemiz yaşamaktadır.

Buna bakarak, solculuk “kamulaştırma” olarak adlandırılabilir mi? Elbette bunu yapan birçok iktisatçı var. Onlara sorarsak, açıktan üretim araçlarının kamulaştırmasını savunmanın zorluğundan söz ediyorlar. Bu nedenle, daha uysal bir kavram buldular, kamulaştırma.

Kamusalcılık, işte bu saldırıya karşı, onu tam cepheden karşılamak yerine, eski devlet işletmelerini savunmak olarak ortaya çıkıyor. Kapitalist devlet, bir dönem, kapitalist gelişimin önünü açmak için, bazı devlet işletmelerini örgütlediğinde, bu sosyalizm ya da üretim araçlarının ortak mülkiyeti demek değildi. Elbette, işletmelerin devlet işletmesi olması, “maksimum kâr” hedefi ile üretim yapan özel işletmelere göre daha avantajlıdır. İyi ama, bu zaten kapitalist devlet tarafından yapılmaktadır.

Pratik bir istem olarak sağlığın, eğitimin, elektriğin vb. parasız olmasını savunmak, günlük bir talep olarak değerlidir. Hepsi bu kadarla sınırlıdır. Bu günlük ve ekonomik bir taleptir. Elbette, bu özelleştirme saldırısının ipliğini ortaya çıkarmak açısından önemlidir. Ama işçi sınıfının amacı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermek, böylece meta üretimine ağır bir darbe indirmek ve sömürüye son vermektir.

Burası sömürge bir ülke olmamış olsa, örneğin şeker fabrikaları, özel ya da kamuya ait, Cargill’in isteklerine peşkeş çekilmezdi. Bu yağma ve rant ekonomisinin en güzel örneklerindendir. Bazı kapitalist ülkelerde, sağlık sektörü özel işletmelere bizdeki gibi yağmalatılmamaktadır. Bu o ülkelerin daha az kapitalist olduğunu mu gösterir? Elbette ki hayır.

Özelleştirmenin sonuna gelinmiş durumdadır. Bu, dünyada da böyledir, ülkemizde de fikrî olarak böyle olmasa da, satılmamış yer kalmadığı için böyledir.

Öyle ise, yağma-rant ve savaş ekonomisine karşı olmak, daha birleştirici bir zemin değil midir? Eğer CHP ile birleşmeyeceksek, onunla ittifak yapmayacaksak, savaş ekonomisine, rant ekonomisine, yağma ekonomisine karşı çıkmalıyız. Bu, aynı zamanda gelişmekte olan direnişlerin de ortak zeminidir.

Barikatı cephenin gerisine değil, ileriye kurmalıyız. Direnişe gözümüzü dikmeliyiz.

7

Son ortak bileşen “anti-emperyalist olmak”tır.

Emperyalizme karşı olmak, elbette sadece işçi sınıfının değil, insanım diyen herkesin ortak derdi olmalıdır.

İyi ama bizim bir tarihimiz var. Bu ülkede, emperyalist işgale karşı gelişen direniş, “Kurtuluş Savaşı”nın başlangıç noktasıdır. Bu anti-işgal hareket, o dönem bir anti-emperyalist bir bilinç düzeyine daha yükselmeden, bizzat burjuvazi tarafından ezilmiştir. Cumhuriyeti kuranlar, anti-işgal harekete katılan kitleleri kendi bayrağı altına toplamak için, direnişin önderlerini yok ettiler. Çerkes Ethem, Yeşil Ordu olayları bunun en açık kanıtıdır. Sadece Suphi ve arkadaşlarını katletmediler. Savaşın içinde, ki emperyalist bir savaştı, paylaşım savaşı idi, egemenler, halkları kıyımdan geçirdiler. 1917 Ekim Devrimi sistemi sarsmaya başlayınca, bu kez, tüm dünyada anti-emperyalist bir mücadele yükselmeye başladı. Bu mücadele, hem savaş hem de emperyalist egemenliğe karşı bir mücadele olarak gelişti. Elbette her ülkede farklı biçimler aldı. SSCB, o dönem bu mücadelelerin tümünü, doğru ve haklı olarak destekledi. Türkiye de dahil.

Bugün ise emperyalist sömürü ve egemenlik, bizim ülkemizde, diğerlerinde de olduğu gibi, doğrudan bir işgalci olarak var olmuyor. Aynı zamanda, sermaye ile var oluyor. Türkiye bir sömürgedir. Ülkemizde emperyalizm, uluslararası sermaye, yerli ortaklarından, tekelci burjuvaziden ayrı olarak yoktur, onlarla birlikte vardır. Kapitalist emperyalizm çağında, bir ülke, sosyalist değil ise, kâğıt üstünde bağımsızdır. Gerçekte emperyalist olmayan bir ülke, sömürgedir.

Önemlidir. Çin ve Rusya, sosyalist iken, kapitalist dünyanın düşmanları idi. Bugün ikisi de sosyalist değildir. Ama yine emperyalist dünyanın baş düşmanlarıdır. Bunu NATO açık olarak ilan etmiştir. Rusya ve Çin bağımsız ülkelerdir. Efendiler, dünyanın hâkimleri, kendi egemenlikleri altına girmeyen, yağmalanmayan hiçbir bağımsız ülkeyi, hiçbir bağımsız gücü kabul etmiyorlar, etmezler. Bu nedenle, Rusya ve Çin, bugün, açık ve şiddetli bir emperyalist saldırı ve kuşatmanın altındadır. Bu durum, kapitalist dünyanın, kapitalist dünya ekonomisinin açık işleyişini göstermektedir: Ya sömürge olacaksın ya da sosyalist. Kapitalist olup, sömürge olmadan kalmana kimse razı değildir. Çin ve Rusya’nın büyük güçler olarak var olmaları, eski sosyalist geçmişleri nedeniyledir. Eğer Çin ve Rusya, bu sosyalist geçmişe dönmezlerse, bir çıkış yolu da bulamayacaklardır. Bu iki ülkenin emperyalist egemenliğe ve NATO’ya boyun eğmemesi, ne olursa olsun değerlidir. Ama bunun sürdürülmesinin yolu, sosyalizmin yeniden yükselişidir. Bu yükselişin bu iki ülkeden gelişmesi ise çok ama çok zordur. Ama dünyanın başka bir yerinden patlayacak bir sosyalist devrim dalgası, bu ülkeleri de etkileyecektir. Örneğin Türkiye’de gelişecek bir sosyalist devrim, ilk anda, Balkanları, Ortadoğu’yu, Kafkasları etkileyecektir. Bu etki, dünyanın her yerinde yansımasını bulacaktır. Bu açıdan, NATO’ya karşı çıkmak çok önemlidir.

NATO’dan çıkılması diye bir seçim kampanyası yürütmek, son derece anlamlı olur.

Ama kapitalist sistem içinde kalarak, anti-emperyalizmden söz edilemez. Bu da geçmişe takılmak, barikatı cephe gerisinde kurmak olur.

8

Bir kere daha ortaya çıkıyor ki, Saray Rejimi’ne karşı direnişin ana hedefi, ülkemizde işçi sınıfının iktidarını savunmaktır.

Burjuvazi, egemenler, hem yerlisi hem yabancısı, yaşanmakta olan siyasal ve ekonomik krizden, ulusal ve uluslararası krizden çıkış yolu aramaktadır. Savaş bu nedenle, sürekli tırmanmaktadır. Daha da tırmanacağı açıktır.

Bu kan gölünden çıkış sosyalist devrimle, işçi sınıfının iktidarı ile olanaklıdır.

Bu nedenle, bugün, birleşik emek cephesi acil bir ihtiyaçtır.

Birleşik emek cephesi, işçi sınıfını gerçeklerle mücadeleye hazırlamak demektir.

Birleşik emek cephesi, gelişmekte olan direnişi daha örgütlü daha yaygın hâle getirmenin yoludur.

Birleşik emek cephesi, işçi sınıfının devrimcileşmesi, kendi gücüne güvenmeyi öğrenmesi, kendi davasını toplumun davası hâline getirmesi demektir.

Birleşik emek cephesi, savaş arkadaşlığının gelişmesi demektir.

Birleşik emek cephesi, iktidarı alma potansiyelini örgütlemek, direnişleri ortak hedefe yönlendirmek olanağı demektir.

İşçi sınıfının iktidarı almasını uzak bir ihtimal olarak görenler, bilmelidir ki, uzağı yakın kılan emektir, iradedir, kararlılıktır.

Bize mucize lazım diyenler bilmelidir ki, mucize işçi sınıfının kendindedir, örgütlü ve devrimci işçi sınıfındadır.

Tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor.

Birleşik emek cephesi, tarihin bu çağrısının devrimci yoludur. Devrimciler, bugün, bu hedefe kilitlenmelidir. Gözlerimiz direnişte olmalı, tüm maharetimiz örgütlenmede ortaya konmalıdır. Barikat, düşman hattının önünde, ileride kurulmalıdır. Kazanacağımız tüm dünyadır.

1 Mayıs 2022: CHP kuyruğunda devrimcilik, CHP kuyruğunda sendikacılık olmaz

1 Mayıs 2022, iki yıllık pandemi sürecinin ardından, işçi ve emekçilerin alanlara çıktığı bir 1 Mayıs oldu. Bu açıdan, olumludur.

1 Mayıs 2022’ye giderken, birkaç etken, oldukça etkili idi. Bunların başında, savaş naralarının yükselmesi, TC devletinin “savaş ekonomisi”ni daha da büyütme isteği gelmektedir. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” üzerine yükselmektedir. Savaş, sadece Libya’da, sadece Suriye’de değil, sadece Kafkaslarda değil, bu kez Ukrayna’ya Rusya operasyonu ile de gündeme geldi.

İkincisi, pandemidir. Pandemi, uzun bir süredir, içeride işçi eylemlerinin yasaklanması ile gündemdedir. Pandemi bahane edilerek sadece iki yıl 1 Mayıs kutlamalarına izin verilmemezlik yapılmadı, her türlü hak arama eylemi, her türlü yasal gösteri de pandemi bahanesiyle yasaklandı. Onlara her türlü toplantı ve gösteri serbest, ama işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere yasak. Bu yasak artık sürdürülemezdi.

Üçüncüsü, ekonomik krizdir. Ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin sömürüsünün artması, işçi ve emekçilerin daha da fakirleşmesi, onlardan çalınan gelirin patronlara aktarılması demektir. Kriz, daha kötü yaşam koşulları demektir. İşçi sınıfı, yoksulluğa, işsizliğe, artan sömürüye, daha kötüleşen çalışma şartlarına karşı, uzun süredir eylemlerini yükseltmektedir. Bunun 1 Mayıs 2022’de yansıması da olacaktı. Bu nedenle, 1 Mayıs 2022’nin alanının Taksim olması çok önemli idi.

Dördüncü etken, 1 Mayıs öncesinde, hemen 5 gün öncesinde Gezi Davası adı altında sergilenen tiyatro ile, cezalar kesilmesi idi. Mücella Yapıcı ve diğerleri tutuklandılar. 18’er yıl hapis cezasına çarptırıldılar.

Alanda da yansımasını bulması gereken, en başta bu sorunlardı.

1 Mayıs 2022, birçok ilde, işçilerin meydanlara çıkması ile kutlandı. Bu illerin ya da kutlama yerlerinin arasında, epeyce yeni yer var. Bu açıdan çok önemlidir. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Kocaeli, Bursa, Antep, Van, Batman, Kars, Dersim, Siirt, Rize, Sinop, Mardin, Trabzon, Samsun, Ordu, Artvin, Giresun, Balıkesir, Denizli, Aydın, Muğla, Antalya, Edirne, Diyarbakır, Malatya, Şırnak, Adıyaman, Eskişehir vb. illerde kutlanması önemli bir gelişmedir.

1 Mayıs’ın işçilerin katılımı ile kutlanması da büyük bir gelişmedir.

Ancak, bunlara rağmen, özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir 1 Mayıs kutlamalarına, sendikaların açık ve olumsuz müdahalesi çok kayda değerdir. Unutulmamalıdır. Ankara 1 Mayıs kutlamalarına dair, DİSK temsilcisi, gelen talepleri susturmak için, ki bu talepler soldan gelmekteydi, açıkça “zorlamayın, zorlarsanız, İstanbul’daki gibi yapar, sizi kaale almayız” demiştir.

İşte İstanbul 1 Mayısı’nın özeti de buradadır.

DİSK, devletle, işçi sınıfı arasına bir “arabulucu” görevini üstlenmiştir. İşçi sınıfının, devrimcilerin taleplerine karşı, devletin uzantısı olarak davranmıştır. DİSK, Çerkezoğlu, 2021 1 Mayısı’nda attığı geri adımlardan irkilip, kendini toparlamak yerine, daha da geri adım atmış, devlet ile sınıf ve devrimciler arasında bir arabuluculuğa soyunmuştur.

Alanda, kürsü ile kitle arasında açık bir kopukluk vardı.

İşte bunun nedeni budur. Kürsü, alanı hissetmekten çok uzaktı.

Kürsü, tertip komitesi, yürüyüş kollarının alana gelmelerini bile beklememiştir. Yürüyüş kolları, alana 4-5 saatte varabilmiştir. DİSK, bu gecikmeye rağmen, alandaki kitleyi tutamamıştır, onlara, bekleyin, bile dememiştir.

Kürsü, ne savaştan, ne ekonomik krize karşı yükselen direnişlerden, ne pandemi boyunca yaşananlardan, ne de Gezi Davası’na saldırılardan ciddi biçimde söz etmemiştir.

Kürsüden, direnişçi işçilerin konuşması talebi iletildiği hâlde, DİSK bunlara kapıları kapatmıştır.

Tertip komitesi, alana ses düzeni getirilmesi taleplerine karşı durmuştur.

Kısacası, alanda kürsü, tümü ile kitleden kopuktur.

Kürsü, mitingin bir an önce bitmesini istemektedir. Kürsü, adeta kitlelerden, direnişçilerden korkmaktadır.

1 Mayıs 2022 göstermiştir ki, CHP kuyruğuna takılmak, sendikalar için bir çıkış yolu hâline gelmiştir. CHP kuyruğuna, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak, gerçekte, Saray Rejimi ile mücadele etmekten vazgeçmektir. Gerçekte CHP kuyruğuna takılmak, evde oturmaktır. Gerçekte CHP kuyruğuna takılmak, direnen işçilere, direnen kadınlara, direnen gençlere sırtını dönmektir.

Bu nedenle, DİSK, 1 Mayıs alanına 5-10 bin kişilik bir kitle ile gelebilmiştir. DİSK, işçileri 1 Mayıs alanına taşımak için adeta çaba harcamamıştır.

CHP’nin, burjuva muhalefetin, Saray Rejimi’nin her adımı, her saldırısı karşısında, “evde oturalım”, “bekleyelim”, “sandık gelecek”, “provokasyona gelmeyelim” tutumu, olduğu gibi sendikalara da sinmiştir.

Bu, CHP kuyrukçuluğudur. Bu, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmaktır. Bu, işçi sınıfının gücüne güvenmemektir. Bu, işçileri bir kere daha kandırmaktır.

Sol harekette “sağa kayış” eğilimleri ile sendikaların CHP kuyruğuna takılması, aynı sürecin parçalarıdır.

Saray Rejimi’nin savaş politikaları, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikaları, işçi ve emekçilere karşı azgınca saldırı politikaları, artan ekonomik krize karşı gelişen her türden direnişe karşı saldırıları, hepsi birbirinin devamıdır.

Bekleyelim seçimle gidecekler tutumu, sağ bir tutumdur.

Seçime bel bağlayarak hareket etmek, CHP’nin kuyruğuna takılmaktır.

CHP’nin başı, Saray Rejimi’nin içindedir. Kuyruğuna takılmak, Saray için hizmetçi olmaktır, köleleşmeyi kabul etmektir.

CHP kuyruğuna takılarak sendikacılık yapılamaz, işçi ve emekçilerin hakları savunulamaz.

Sendikalar, CHP kuyruğuna takıldıkça, esas önlemleri devrimcilere karşı almaya yönelmektedir. Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmek yerine, devrimcilerin önünü kesmek, işçi sendikacılığı, solculuk vb. değildir.

1 Mayıs 2022, bunu açıkça göstermiştir.

1 Mayıs 2022 gösteriyor ki, devrimciler daha aktif olmalı, alanda kürsü ile kitle arasındaki bağın açıktan kurulmasını sağlamalı ve buna karşı tutum ve tavırları, işçiler nezdinde, anında deşifre etmelidir.

Anlaşılan, bazı sendikacılar, 2023 seçimlerinde CHP’den milletvekili olma geleneğine sadık kalmak istemektedirler. Oysa, CHP, başı Saray’a çıkan bir partidir ve asla sol bir tutum almaz. CHP tabanındaki devrimciler, kendini hâlâ devrimci diye görenler, CHP ile bir yere varılamayacağını artık anlamalıdır. Bunca deneyim göstermektedir ki, CHP; devlet adına işçileri, direnen herkesi tutmakla, sisteme yeniden bağlamakla görevlidir.

1 Mayıs 2022 gösteriyor ki, devrimci sosyalistler, işçi sınıfının gerçek temsilcileridir.

Devrimci sosyalizm bayrağı altında birleşmedikten sonra, işçi sınıfı sürekli aldatılmaya mahkûmdur. Buna son vermenin olanakları da açıkça ortadadır.

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga!

Direneceğiz, örgütleneceğiz, Birleşik Emek Cephesi ile iktidara yürüyeceğiz!

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Mücadele etmek devrimcilere karşı önlem almak değil, Saray Rejimi’ne karşı saf tutmaktır

Korkmak doğaldır.

Korkmaktan korkmak, toplumsal bir hâldir.

Korkuna teslim olmak, korkaklıktır.

Derler ki, korkak titrer ama cesur savaşır.

Sisteme, devlete, kapitalizme, Saray Rejimi’ne, onun temeli olan Tekelci Polis Devleti’ne karşı savaşmak, elbette akıl, bilim işidir. Ama, aynı zamanda cesaret de ister. Akıl, zekâ ve cesaret, irade ile birleştirilerek bu mücadele yürütülebilir. Ve biliyoruz ki, devrim için mücadelenin en önemli aracı, örgüttür. Onların devleti var, egemenlerin, binlerce yıllık devlet deneyimlerinden süzülüp gelen, sınıf mücadelesine göre şekillenmiş örgütleri devletleridir. Bizim için bu araç, örgüttür, binlerce yıllık tarih içinde ezilenlerin, sömürülenlerin, ama aynı zamanda hayatı üretenlerin mücadele deneyimlerinden gelerek şekillenen devrimci örgüt.

Bugün, Saray Rejimi’ne karşı yükselmekte olan sınıf mücadelesi, direnişler, korkarak geliştirilemez.

1 Mayıs 2022 göstermiştir ki, sendikalar, sendikacılar, bazı sol kesimler, gelişmekte olan, ayak sesleri duyulmaya henüz başlamış olan devrimden, devrimcileşen işçi sınıfından korkmaktadır.

1 Mayıs 2022, başlıca dört etken altında gündeme gelmiştir.

Birincisi, işçi sınıfının gelişmekte olan direnişidir. Hemen söyleyelim, çevre eylemlerinden kadın eylemlerine, her türlü eylem, işçi sınıfının direnişi olarak bir başlık altında toplanmaktadır. Bu eylemcilerin her birinin gerçek çıkış yolu, kapitalizmi yıkmaktan geçmektedir, bu nedenle bu eylemcilerin her birinin yolu, işçi sınıfının devrimci yoludur. Bu nedenle bu vurguyu yapıyoruz. Yoksa, kadın direnişlerini, ekoloji direnişlerini, gençlik direnişlerini yok saymak gibi bir derdimiz asla olmaz, olamaz.

Bu direnişler, son dönemde, artan kriz nedeni ile daha fazla artmıştır.

Gezi ile başlayan bu direniş hareketi, bugün, farklı biçimlerde, yerel alanlarda sürmektedir. Gezi’nin ruhu bu eylemlerin içindedir ve daha güçlü bir biçimde direnişleri beslemektedir.

Direnişler elbette egemenleri korkutmaktadır.

Direnişlerin ayırt edici özelliği, egemenleri korkutmaları değildir. Bu her zaman vardır. Gezi sendromu, iktidarın, egemenlerin, devletin kâbusu hâline gelmiştir.

Ama direnişlerin ayırt edici özelliği, onların, yeterince örgütlü olmamalarıdır. Direnişler geliştikçe, hem örgütlenme gereksinimi daha ciddi hissedilmektedir hem de bu örgütlenmeyi kesmek için, egemenlerin saldırıları artmaktadır.

Bu saldırılar, sadece cepheden, sadece açık baskı ve şiddetle, sadece polis, asker, yargı, hapishane, işten kovmak vb. tehditleri ile gelmemektedir. Aynı zamanda bu saldırıların bir bölümü, işçi sınıfının içine yerleşmiş sendikacılardan, döneklerden gelmektedir.

CHP, nasıl ki, açıktan, direnişleri boğmaya, yolundan saptırmaya, sandığa endekslemeye çalışıyorsa, sendikaların çoğu da aynı politikayı gütmektedirler. CHP, nasıl ki, işçileri evlerinde seçimi beklemeye, devlete güvenmeye ikna etmek istiyorsa, sendikacılar da aynı şeyi yapıyorlar. İşte 1 Mayıs’a bu koşullarda gittik.

Gezi Davası adlı tiyatro ile, cezalar verilmesi bunun içindir.

Gezi Davası cezaları, okumuş yazmış olanların işçi direnişlerine, genel olarak her türlü direnişe destek vermelerini önlemeyi hedeflemektedir. Saray Rejimi, devlet, sadece Erdoğan değil, tüm egemenler, açıktan diyorlar ki, işçilere destek vereni, direnişlere destek vereni, kadınların, gençlerin, çevrecilerin direnişlerine destek vereni böyle cezalandırırız.

Korku yaymak istiyorlar.

Kendi korkularını halka, işçi sınıfına bulaştırmak istiyorlar.

CHP ve burjuva muhalefet onların destekçisidir. Sanki bir haber almış gibi, “saldırıyorlar, çünkü halk sokağa dökülsün onlar da seçimleri ertelesin” fikrini pompalıyorlar. Sanki haber almış gibi, “provokasyona gelmeyin” diyorlar. Saldırılardan, TOMA’lardan, coptan, hapisten korkmayan işçi ve emekçileri, bir de onlar korkutuyorlar. Sanki bizden tarafmış gibi, bize bilgi verir gibi yapıyorlar. Kitleleri evlerine hapsetmeye çalışıyorlar.

Saray Rejimi, herkesi hapsediyor.

CHP ve burjuva muhalefet, hapishanelerde olmayanları evlerine, eylemsizliğe, sessizliğe hapsetmek istiyor.

1 Mayıs 2022’ye girerken, önemli bir süreç de, Kürt hareketine karşı saldırılardır. Bu saldırıları artırıyorlar. Böylece, Batı’da gelişmekte olan direniş ile Kürt devrimi arasında kardeşlik bağlarını yok etmek istiyorlar. HDP’ye saldırıları da bunun içindedir.

Üçüncüsü, emperyalist paylaşım savaşımının bir parçası olarak Erdoğan’ın başında bulunduğu TC devleti, Saray Rejimi, bir tetikçi olarak tüm bölgede savaş naraları atıyor. Egemenler, savaştan besleniyorlar. Rant, yağma ve savaş ekonomisi ayakta tutulmaya çalışılıyor. Zenginler servetlerini bu sayede katlıyorlar. Büyük kârlarına, kârlar katıyorlar. Tüm NATO’cu güçler, harekete geçmiş durumdadır. Sol görünümlü NATO’cular, Batı değerlerine âşık liberaller, en gericilerle kol koladır.

İşte bu koşullarda, 1 Mayıs 2022’ye gittik.

1 Mayıs 2022, işçi sınıfının ve tüm direnen güçlerin direnişlerinin sesinin sokaklara yansıması olacaktı. Pandemi bahanesinin sonuna gelindiği için, bunu artık açıktan, yasaklarla önlemeleri mümkün değil idi.

Bu nedenle, egemenler, baskı ve şiddetin yanı sıra, işçi sınıfının içindeki işbirlikçilerini de harekete geçirdiler.

“Birlikte başaracağız”, tam da budur.

Neyi birlikte başaracağız? Sömürü düzeninin bitmesini mi? Özel mülkiyete son verilmesini mi, kapitalizmin yıkılmasını mı? Onlar bunu kastetmiyor.

Onlara göre, seçim olacak ve “Erdoğan” gidecek. Bunu başarmaktan söz ediyorlar.

Seçimlere endeksli bir muhalefet yürütmek istiyorlar. Seçimlere kadar susun, bekleyin diyorlar.

Sendikalar, bu çerçeve içinde, CHP kuyruğuna takılmıştır.

Sendikaların kuyruğuna takıldığı, bazı solcuların kuyruğuna takıldığı CHP’nin başı, Saray’ın içindedir, Saray Rejimi’nin içindedir.

1

1 Mayıs 2022 göstermiştir ki, sendikalar, bazı solcular, hızla sağa savrulmaktadır. CHP kuyrukçuluğu budur, sağa yatmaktır. Sağa yatmış bir gemi, ancak devletin limanına sığınabilir, onunla mücadele edemez.

Mücadele edeceksek, neye karşı mücadele edeceğimizi netleştirmemiz gerekir. Zamlara, işkencelere, hak arama eylemlerinin karşısına dikilen devlet güçlerine, yargının silah hâline gelmiş olmasına karşı mücadele edeceksek, bu seçimlerle olmaz.

Hiçbir yasa tanımayan bir Saray Rejimi, seçimlerle gitmez. Erdoğan gider, başkası gelir ve Saray Rejimi daha şiddetli bir biçimde sürer.

Savaş naraları atan, egemenlere karşı mücadele, onları alaşağı etme mücadelesidir.

İşsizliğe karşı mücadele, sisteme, kapitalizme karşı mücadeledir. Kârlarına kâr katan zenginlere karşı mücadele olmadan Saray Rejimi’ne karşı mücadele olmaz.

Çevrenin yağmalanmasına karşı mücadele, sisteme karşı mücadeledir. İkizdereli emekçiler, köylüler bunu kendi deneyleri ile anlamış bulunuyorlar. Devletin kimin devleti olduğunu anlamak bu kadar zor değil.

Tüm bunlara karşı mücadele zaten var, sürüyor.

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, çevreciler, sürekli bir direniş içindedirler. Gezi Direnişi’nin ruhu o direnişlerin içinde boy atmaktadır. Egemenler, Gezi Direnişi’ne karşı savaşırken, bunun bilincindedir.

Oysa 1 Mayıs 2022’de sendikacılar, kürsüyü elinde tutanlar, enerjilerini işçi sınıfından yana, sisteme karşı mücadeleye, direnişleri geliştirmeye adamak yerine, alanda devrimcilerin önünü kesmek için mücadeleye akıtmışlardır.

Kürsüden, direnişteki işçilerin konuşturulmasına karşı çıktılar. Nedenleri, “ne diyecekleri belli değil” şeklindedir. Bu sansürcü, bu işçilerden, bu direnişlerden korkan mantık, CHP kuyrukçusu mantıktır.

Sendikalar, en başta DİSK, kendini devrimci hareketin yükselişini önlemeye adamış gibidir. İstanbul’da 1 Mayıs’ta, devrimcilerin istek ve önerilerinin önünü kesmek için her yolu denemişlerdir. Bu aslında, işçilerin taleplerine sırt dönmektir.

Ankara 1 Mayısı’nda getirilen önerileri reddetmek için DİSK temsilcisi, açıktan, “zorlamayın, zorlarsanız, İstanbul’daki gibi yapar, sizi kaale almayız” tehdidini savurmuştur.

Sendikacı olmak, 1 Mayıs’ı devrimcilerden korumak mıdır?

İşçi sendikacılığı, devrimcilere karşı önlem almak mıdır?

İşçi sendikacılığı, direnişleri desteklemek, büyütmek, örgütlemektir. İşçi sendikacılığı Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmektir.

İşçi sendikacılığı, bu yıl da Taksim’e gitmemeyi sağladık, deyip devletten aferin almak mıdır? İşçi sendikacılığı, işçilerin taleplerinin alana yansımasını önlemek ve CHP kuyruğuna takılmak mıdır?

2

Kürsü, alandan kopuktur. Alanda işçiler, kendi kutlamalarını yapmakta, yürüyüş kollarında kendi gündemlerini haykırmaktadır. Oysa kürsü, bambaşka bir havada iş yapmaktadır. Kürsü, alana giren bazı örgütlerin isimlerini bile okumamıştır. Kaldıraç hareketi ismi okunmamıştır. Maltepe sokaklarında polis, açıktan, Kaldıraç afişlerini, her yapılışlarında sökerken, “size izin vermeyeceğiz” demekteydi, acaba kürsü de bu kampanyaya mı dahil olmuştur?

Yürüyüş kolları, alana 4-5 saatte varabilmiştir. Son kol alana girdiğinde, alan yarı yarıya boşalmıştır. Kürsü, bu işin organizatörüdür. Kürsü, alanda kitle toplanmadan mitingi başlatmıştır. Konuşmalar yapılırken, birkaç grup değil, on binlerce insan alana henüz varmamıştı. Bu planlı yapılmıştır.

Kürsü, alandaki sloganları yansıtmamaktadır.

Kürsüde egemen olan hava, bir an önce mitingi sonlandırma havasıdır.

Bunun için alana başka ses düzenlerinin sokulmasını reddetmişlerdir.

Kürsü tam anlamı ile, kitleden korkmaktadır.

Korkmayı anlıyoruz, insan devletle mücadelede korkabilir. Ama korkmaktan korkmak, korkuya teslim olmak, açıkça korkaklığın kendisidir.

Gelişmekte olan direnişler, alanda var olan kitle, tertip komitesinden bin kat daha ileridedir.

3

Egemenler, Saray Rejimi, elinde bir silah olarak yargıyı kullanıp, ucuz dekorlu bir tiyatro sahnesi ile Gezi Davası’nda cezalar yağdırırken, bunu 1 Mayıs öncesine getirmeye özen gösterirken, aslında sendikalardaki bu korkaklığı, CHP kuyrukçuluğunu tespit etmiş, buna güvenmiş gibidir.

O gün, 25 Nisan Pazartesi günü, adliye sarayının önünde başlayan direniş, adliye sarayının işgali ile sonuçlanmasın diye, CHP, var gücü ile “tepki” koyar gibi yapmıştır. Kitleyi kararsız bırakmıştır. Yoksa o adliye sarayı, o gün işgal edilebilirdi.

Saray Rejimi, CHP ile anlaşmalıdır. Onların sadece korkaklığına güvenmiyor, aynı zamanda onların solu ve sendikaları kendi arkasına aldığını da görüyor ve buna güveniyor.

CHP muhalefeti, burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin bir uzantısıdır.

4

Sınıf savaşımı sertleşmektedir. Bu açıktır.

Bu sertleşen sınıf savaşımında, 12 Eylül’den bu yana sendikalarını kaybetmiş işçi sınıfının örgütsüzlüğü bir kere daha açığa çıkmıştır.

İşçi sınıfı, açık ve net olarak, kendi örgütlenmesini kendisi yapmak zorundadır.

Alanlar göstermektedir ki, bunun potansiyeli, bunun zemini vardır.

Birleşik Emek Cephesi’ni kurmak, örgütlemek mümkündür. Alanda bunun bileşenleri vardır. Birleşik Emek Cephesi, devrimci mücadelenin bugün çok önemli bir adımıdır ve açık bir ihtiyaçtır.

Biz devrimci sosyalistler, bu potansiyele bakmalıyız. Bizim dikkat noktamız direnişler olmalıdır. Bu direnişler hem yaygınlaşacaktır, büyüyecektir hem de daha örgütlü hâle gelecektir. Mesele burası üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Alanlarda, devrimcileşmenin işaretleri vardır. Kürsü de içinde, onları korkutan budur. Bu nedenle, işçilerin önünü kesmek istiyorlar.

Sertleşen sınıf savaşımı, tıpkı bu 1 Mayıs’ta olduğu gibi, sahte dostların, uzlaşmacı sendikacıların, sağa savrulan solcuların, liberal solcuların gerçek yüzlerini açığa çıkaracak, maskelerini düşürecektir.

CHP kuyrukçuluğu ile işçi sınıfının mücadelesi yürütülemez.

Bu durum, alanda bir kayıp olsa da, uzun soluklu mücadele açısından avantaja çevrilebilecek bir durumdur. Bu bilinçle, direnişlerle birlikte örgütlenmeyi geliştirmek görevdir. Birleşik Emek Cephesi, gerçek çıkış yoludur.

5

1 Mayıs 2022, pandemi sonrası alanlara çıkmak açısından bir kazanım olarak ele alınabilir. Ama kanımızca bu eksik bir değerlendirme olur. Sadece olumlu yönden bakmak olur. Gerçekliği net olarak görmek gerekir

1 Mayıs 2022, bir adım geridir.

Devrimci sosyalist işçi hareketi açısından bir adım geridir. Bir adım geri düşülmüştür. Hem Taksim yerine Maltepe’ye razı olmak böyledir hem de 1 Mayıs alanının özellikle İstanbul’daki durumu açısından böyledir. Kürsü, alandaki istemleri yansıtmamıştır. Direnişlerin 1 Mayıs alanına yansıması eksiktir. DİSK’in katılımı son derece sınırlıdır. TMMOB bir yana bırakılırsa, hekimlerin katılımı da zayıftır, KESK’in katılımı da.

Bunlara dayanarak, 1 Mayıs 2022 bir adım geri düşmektir, bir adım geri atmaktır.

Madem, bir adım geri attık, öyle ise, yaylarımızı gerelim. Okumuzu daha uzağa, hedefin gözüne ulaştırabilmek için, yaylarımızı gergin hâle getirelim.

Bu andan başlayarak, bu hazırlığa önem vermek gerekir.

Her hareket, kendi eksiklerini elbette kendisi değerlendirecektir. Biz bununla ilgili değiliz. Ama bir bütün olarak devrimci sosyalistler, çok yönlü ve ciddi bir çalışmanın içine girmek, daha gelişmiş bir irade koyarak çalışmak zorundadır.

Ülkenin her alanında, 1 Mayıs kutlamaları gerçekleşmiştir. Bu kutlamalara ne kadar kitlenin katıldığı ikincil bir konudur. Pandemi sürecinin ardından, burada anlaşılabilir birçok nokta vardır. Ama 1 Mayıs 2022 göstermiştir ki, kitlelerdeki öfke, daha da birikecektir. Direnişler daha da büyüyecektir.

Ülkenin her alanında, işçi ve emekçiler, direnenler, kendi iradelerini ortaya koymuşlardır. Bu değerlidir. Kayda alınması gerekir. Eksik olanlara bakarak, bunu göz ardı etmek hatalı olur.

1 Mayıs 2022 göstermiştir ki, işçi sınıfı vardır ve sahneye çıkmaya başlamıştır.

Bu bir diriliş sürecidir. 12 Eylül’den bu yana kontrol altında tutulan işçi sınıfı ve emekçilerin, ellerini toprağa basarak, ağır ağır gövdelerini dikleştirecekleri bir süreç yaşanmaktadır.

Ve bu süreç, devrimci sosyalistlerin önderliğinde gerçekleşecektir.

Gerçeği, tüm ağırlığı ile, tüm çıplaklığı ile, olduğu gibi ele almak, kabul etmek gerekir. Gerçeği değiştirecek iradenin kaynağı bu bilinç olacaktır.

Gezi Davası, iç savaş hukuku kâbuslarınızı gerçeğe çevireceğiz!

25 Nisan 2022’de, Saray Rejimi, tam da gerçek yüzünü gösterecek tarzda, Gezi Davası’nın üçüncü yargılanmasında cezalar verdi.

Gezi Direnişi’ni temsilen seçilen isimler, Gezi’yi suçlu ilan etmek için cezalandırıldı. Onuru ile, sonuna kadar dimdik duran sanıklar, en sıradan bir hak arayışına tahammülü olmayan burjuva devlet tarafından hapishaneye gönderildi.

Gezi, kendiliğinden gelişen bir kitle eylemi, bir toplumsal patlamadır. Gezi Direnişi, burjuva devletin, tekelci polis devletinin, 12 Eylül hukuku ile devam eden iktidarın tüm baskı ve karanlık politikalarına, azgın sömürü politikalarına, yağma ve rant politikalarına karşı bir direniştir.

Milyonların katıldığı, ülkenin en geniş kitlelerinin sahiplendiği bir direniştir.

Doğal yapısı gereği, önderlikten, devrimci bir önderlikten, örgütlü bir önderlikten yoksundur. Ama Gezi Direnişi, iktidarın, tüm güçleri içinde devletin kimyasını bozmaya yetmiştir. 2013 Mayısı’ndan bu yana, burjuvazi, egemenler, Saray Rejimi, sürekli kâbus görmektedir. En küçük bir kıpırdanış durumunda “Gezi geliyor” diye bağırıyorlar.

Çok korkuyorlar, çok.

Bu nedenle, Gezi onların uyanıp da kurtulmak istedikleri kâbusu olmuştur.

İktidarlarının devrileceğinden, devletin devrileceğinden korkuyorlar.

Size söz, bu kâbusunuzu gerçeğe çevireceğiz.

Biz bu ülkenin işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri, tüm devrimci enerjimizle, sizin iktidarınızı, Saray Rejimi’ni, burjuva devlet çarkını yerle bir edeceğiz. İşte o zaman, siz bu “Gezi mi geliyor” kâbusundan kurtulacaksınız.

İşte o gün, Gezi’nin nasıl kendiliğinden, örgütsüz bir direniş olduğunu anlayacaksınız. İşte o zaman örgütlü bir isyanın, devrimci bir direnişin ne demek olduğunu kavrayacaksınız. Hayat bu, size de öğretecek.

İşte o gün siz, Ethem’in, Ali İsmail’in, Berkin’in, Gezi’nin yıldızlaşan gençlerinin hayaletinin ne demek olduğunu anlayacaksınız.

Kâbuslarınız gerçekleşecek, az kaldı.

HUKUKSUZLUK MU?
HAYIR, İÇ SAVAŞ HUKUKUDUR BU

Liberaller, liberal sol, Saray destekçisi muhalefet, CHP ve diğerleri, hep birlikte söyleniyorlar: Bu hukuksuzluktur.

Hayır beyler, hayır liberal solcular, hayır liberaller, hayır Saray destekçisi burjuva muhalefet, hayır seçim ve sandık hesapları ile halkı oyalayanlar, bu hukuksuzluk değildir.

Bu, bal gibi bir iç savaş hukukudur.

Belediyelere kayyum konması da öyledir, iç savaş hukukudur.

Kürtlere karşı savaş naraları atılırken susanlar, şimdi, “hukuksuzluk”tan söz ediyorlar.

Roboski katliamına sesini çıkarmayanlar, milletvekili dokunulmazlıklarına alkış tutanlar, Saray Rejimi’nin savaş politikalarına destek verenler, şimdi bize “hukuk bitti” masalı anlatıyorlar.

Gezi Direnişi’ni kana boyayanlar, elbette Gezi Direnişi’ni mahkûm etmek için mahkemeler kuracaklardır.

Bu mahkemeler, halka karşı mahkemelerdir. Bu mahkemeler, Saray Rejimi’nin mahkemeleridir. Ve elbette işçi sınıfından, emekten yana her şeyi mahkûm edeceklerdir. Başka seçenekleri yoktur. İktidarları, devletleri, ancak baskı, şiddet, yalan, yağma, kan ve karanlık üzerinde sürdürülebilir. Onların mahkemelerinde adalet olmaz.

Onlar, Gezi Direnişi’ni, Gezi kitlesini, o kitle nezdinde, tüm işçileri, kadınları, tüm gençleri, tüm halkları düşman olarak ilan etmişlerdir. Bu düşman hukukuna uygun, bu iç savaş hukukuna uygun kararlar alıyorlar.

Saray Rejimi, egemenler tüm güçleri ile saldırmaktadır.

CHP muhalefeti, “hukuk ayaklar altına alındı” diye miyavlıyor.

Hayır beyler, bu ikiyüzlülüğe son vereceğiz.

“Hukuk ayaklar altında” değildir. Hukuk, egemenlerin, tekellerin, sermayenin, onların has rejimi Saray Rejimi’nin elinde bir silahtır. O silah her gün, siz CHP, siz İYİ Parti vb. burjuva muhalefetin desteği ile, işçilere, halklara, Kürtlere, kadınlara ve gençlere, emekten yana herkese, devrimcilere karşı kullanılmaktadır. Her gün ve her gün.

Abdullah Gül, “utanç verici” diyor. Önce, sende utanacak yüz var mı, onu bir göster. Sanki, Saray Rejimi’nin destekçisi kendileri değilmiş, sanki aynı yolun yolcusu değilmişler gibi. Murat Sabuncular, Levent Gültekinler eli ile kendini aklamak için fırsat beklerken, mahkeme kararlarını “utanç verici” ilan ediyorsun. Kavala ile barışabilmek için mi?

Gül, “üzücü, vicdanları yaralayıcı” diyor.

Demek bu halkı bu kadar salak sanıyorsunuz, bu kadar hafızasız? Siz, Gezi Direnişi’nin üzerine tanklar toplar giderken, TOMA’lar, akrepler sürülürken neredeydiniz? Gül, bu kadar demokrat iseniz, neden Kavala’yı hapiste ziyaret etmediniz? Neden Gezi Davası’na doğrudan katılmadınız, neden siz kendinizi Gezi Direnişindekilere yakın ilan etmediniz? Sizin üzüntünüz, timsahın gözyaşları gibidir, sizin vicdanınız en vicdansızdan daha kördür.

Babacan ve Davutoğlu, aynı şeyleri söylüyorlar. Hepsi aynı soydandır. Hepsi Gezi’nin düşmanıdır. Hepsi, Gezi Direnişi’nde öldürülen gençlerin kanı ile ellerini yıkamıştır. Hepinizin eline, bu halkın çocuklarının, gençlerinin, devrimcilerinin, işçilerinin, kadınlarının kanı bulaşmıştır.

Diyorlar ki, “yargı bağımsız değil.”

Nerede yaşıyorlar? Kayyumlar atanırken yargı bağımsız mıydı? Gezi’de gençler katledilirken yargı bağımsız mıydı?

Kılıçdaroğlu, grup konuşmasında, “önümde durmayın, mücadele edeceğim” diyor.

Buyur Kılıçdaroğlu, seni tutan yok. Yok, beni tutun, elimden kaza çıkmasın demek istiyorsan, o da anlaşılıyor.

Diyor ki, Kılıçdaroğlu, “Bu engerekler ve çıyanlarla çatışma ne kadar sert olursa zafer de o kadar yakın ve görkemli olacaktır.”

Sayın Kılıçdaroğlu, senin deyiminle Erdoğan, bizim deyimimizle Saray Rejimi, devlet, kılıçlarını çekmiş, iç savaş hukuku uyguluyor. Oldukça serttir.

Hiçbir işçi eylemine saldırmadan durmuyorlar.

En sıradan bir basın açıklamasına saldırıyorlar.

Kadınları sokaklarda sürüklüyorlar.

İşkencehanelerden sesler sana kadar yükseliyor.

Gençlerin her eylemine, bu ülkedeki her hak arama eylemine saldırıyorlar.

Onlar sert.

Peki senin sertliğin nerede?

Senin mertliğin nerede?

Kılıçdaroğlu’nun ağzından, “sakin olun, sokaktan uzak durun, provokasyona gelmeyin” sözlerinden başka söz duyulmuyor.

Sen değil misin, seçim akşamı YSK önüne gitmek isteyen CHP örgütlerini evlerinde oturmaya çağıran? Sen değil misin, sokaklardan uzak durun diyen? Sen değil misin, seçimleri bekleyin, sesinizi çıkarmayın diyen? Sen değil misin, “iktidarı devireceğiz” dememek için, onlar seçimle gidecekler, diyen?

Şimdi geldiyse zamanı, buyurun, sizi sokaklarda görelim.

Madem sertlikten söz açtınız, artık TÜİK önüne gitmeyin, yolunuzu şaşırmış gibi kapı kapı dolaşmayın, tüm halkı çağırın ve Saray’ın önüne yürüyün, işte size fırsat, işte size hesaplaşma yolu, işte size sertliğe cevap verme yolu, işte size onları görkemli gönderecek yol. Buyurun, sizi tutan yok. Bir dakikalığına mert olun.

Sert olmanızı bıraktık, bir dakika mert olun.

Koca koca hukukçular, “demokrasimiz entübe de olsa var” diyorlar.

Benzetmeye bakın. Entübe yaşam süren bir demokrasileri var ve bununla övünüyorlar. Korkaklık bu değilse hangisidir?

Bekleyin liberaller, bekleyin NATO’cular, bekleyin Saray’a bağlı muhalefet, ABD ve AB gelecek, sizin entübe demokrasinizi ilaçla kendine getirecek.

Demokrasiniz entübe ise, hangi hastahanede yatmaktadır?

Saray’ın altındaki hastahane değil ise hangisidir?

Sizin entübe demokrasinizi, hayata ne döndürecek, seçim ve sandık mı?

Hukukun olmadığı bir ülkeden, entübe demokrasiden söz ediyorsunuz, ama seçim ve sandık işine halkın inanmasını sağlamaya çalışıyorsunuz.

Hukukçular, “kanıt yok” diye verilen cezaları eleştiriyorlar. Elbette kanıt yok. Gezi bir kendiliğinden sosyal patlamadır. Bu direnişi organize eden kimse yoktur, örgüt yoktur. Bunu Saray Rejimi de, TC devleti de biliyor. Zaten kanıt aramıyorlar. Karar vermeleri için kanıt istemiyorlar. Davanın kendisi bile, bir suçtur. Artık “kanıt yok” gibi hukukî terimlerle konuşmak anlamsızdır. Bu bir iç savaş hukukudur. Burada kanıta artık ihtiyaçları yok. O kadar korkuyorlar ki, en küçük bir itirazı, kâbuslarının bir parçası, direnişin bir parçası olarak görüyorlar.

SARAY REJİMİ, EGEMENLER, ANCAK İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLÜ DİRENİŞİ İLE YENİLECEK

Gezi Davası’nda kesilen cezalar, korkuları boylarını geçmiş egemenlerin, sürmekte olan direnişleri korkutarak bastırmak için kesilmiş cezalardır.

Egemenler, Saray Rejimi, doğrudan, Gezi Direnişi’nin dünkü varlığına saldırmıyorlar sadece. Onlar aynı zamanda, sürmekte olan Gezi’ye, sürmekte olan direnişlere, Gezi’nin kalıcılaşmaya başlamış olan ruhuna saldırıyorlar.

Bu cezalarla, en başta, insanî değerleri olan, orta sınıftan insanların, işçi ve emekçilerden, gençlerden ve kadınların direnişlerinden, yükselmekte olan devrimden uzak durmalarını istiyorlar.

Egemenler, devlet, Saray Rejimi, okumuş yazmış olanları, direnişlere destek veren “aydın”ları, hukukçuları, öğretim üyelerini, mühendisleri, hekimleri korkutmak istiyorlar. Bu kesimlerin, işçi ve emekçilerin direnişlerinden uzak durmasını, onlara destek vermemelerini istiyorlar.

Bu onların korkusudur.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi ile, tüm halkı açıktan soyan bir rejimin korkusudur bu. Vahşi sömürü düzenini ayakta tutmak isteyenlerin korkusudur bu. Savaş ekonomisi ile beslenenlerin korkusudur bu. Dini azgınca kullananların korkusudur bu. Ülkenin kaynaklarını emperyalist efendilerine peşkeş çekenlerin korkusudur bu.

Kendi korkularını, en başta okumuş yazmış olanlara bulaştırmak istiyorlar.

Her hak arama eylemini bastırmak istiyorlar.

Her aykırı sesi susturmak istiyorlar.

Çünkü artık gelecekleri yoktur.

Daha çok baskı ve daha çok karanlık üretmek dışında yolları kalmamıştır.

Açık olarak, savaş ekonomisini yürütenler, açık olarak içeride bir iç savaş organize ediyorlar. Bu iç savaşta, Kürt halkı örgütlüdür. Ancak, Batı’da işçi sınıfı ve emekçiler, gençler ve kadınlar yeteri sağlamlılıkta, savaşkan örgütlenmelerden henüz uzaktırlar.

İşte bu örgütlü direnişin yolunu kesmek istiyorlar.

Yeni direnişlerin Gezi’yi aşmasından korkuyorlar. Gebze’den, İzmit’ten, Bursa’dan, Çorlu’dan işçilerin sokaklara dökülerek şehre akmasından korkuyorlar.

Egemenliklerini tehlikede görüyorlar.

Devrimden korkuyorlar, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, örgütlü isyanından korkuyorlar. Kâbusları budur.

Ve bu kâbusu gerçeğe çevirmek, devrimcilerin, halkların, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, insanım diyen herkesin, çevrecilerin, zeytin ağaçlarına sahip çıkmak isteyenlerin, yağmaya ve ranta karşı çıkanların, savaşa ve açlığa karşı çıkan herkesin görevidir.

İşçilerin zincirlerini kırmasından korkuyorlar.

Yoksul köylülerin, mahsullerini satamayanların sokakları işgal etmesinden korkuyorlar.

Gençlerin üniversitelerini geri almalarından korkuyorlar.

Durduramadıkları kadın isyanından korkuyorlar.

Korkularını gerçekliğe çevireceğiz.

Bunun yolu, örgütlü direnişten geçmektedir.

Bunun yolu, Birleşik Emek Cephesi’nden geçmektedir.

Bunun yolu, devrimcilerin ortak savaş arkadaşlığından geçmektedir.

Gezi Direnişi, tüm bunları başarmanın ruhudur. Bu nedenle Gezi’ye saldırıyorlar.

“Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.”

Ukrayna sorunu ve gelecek Bazı “erken” saptamalar

Tekeller çağı, karanlık çağdır.

Tekeller çağının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrası, bu karanlığın daha da arttığı, daha da koyulaştığı bir dönemdir. Ama aynı zamanda, Ekim Devrimi’ni izleyen Çin, Küba gibi devrimlerle, ayrı bir dünyanın izlerinin yeşerdiği bir dönemdir de. Bu “yeni dünya”, kapitalist dünyayı yenemedi, yok edemedi.

Ekim Devrimi, kapitalist dünya sistemini yıkmaya yetmedi. Kapitalist dünya sisteminin bir halkasını, büyükçe bir halkasını kopardı. Ama bu, yani devrim, yaralı kapitalist sistemin yıkılmasına evrilmedi. Dünya işçi sınıfı, bunu henüz başaramadı. 1989-90 yıllarından başlayarak, “büyük zafer” kazanan emperyalizm, Batı dünyası, “tarihin sonu”nu ilan ettiler. Artık tarih akmayacak, artık hareket son bulacak, tanrı evrenin tam ortasına emperyalist efendileri yerleştirdiğini ilan edecekti. Büyük bir “köleci” imparatorluk başlayacaktı. Ama, işler öyle gitmedi. Afganistan, Irak işgallerini Libya izledi. Ama Suriye’ye gelindiğinde, işler ters dönmeye başladı. Çoktan ters dönmüş olan süreçler su üstüne çıkmaya başladı. ABD’nin hegemonyasının çözülmekte olduğu ortaya çıktı.

Ve bugünün Ukrayna sorunu o dönemlerden geliyor.

ABD, en başından, çözülen eski sosyalist ülkelerde boy atmaya başlamış olan Alman sermayesinin egemenliğinden rahatsız idi. Bu aynı şey, daha az olmak üzere Japonya için de geçerli idi. Fransa ve İngiltere de bunlara eklenmelidir.

ABD, daha o günlerden, daha 2000’li yılların başından başlayarak, Ukrayna için özel planlar yapmaya başladı. Eski sosyalist ülkelerdeki yöneticilerin kapitalistleşirken rüşvet karşılığı birçok devlet işletmesini yağmalatması, hem sermayesi ile oralara giren AB tekellerinin hem de askerî operasyonlar için tohumlar eken ABD emperyalizminin işlerini kolaylaştırıcı bir rol görüyordu.

Ukrayna sorunu, o günlerden büyüyerek geldi.

Bugün askerî operasyonlar yapan Rusya’nın, o günlerden bugünlere gösterdiği “tahammül”, şaşırtıcıdır. Rusya ve Çin, sosyalist geçmişlerine bağlı oldukları bağımsız ülke olmaları konumlarının, yani sömürge olmamalarının, kapitalist dünya ekonomisini yöneten güçlerin arasına girebilmelerine olanak tanıyacağına inanmış olmalıdırlar. Görünen budur. Bu sabrın kaynağı bu inançtan geliyor olmalıdır. Savaş istememenin ve kapitalist dünyanın, kuralları içinde işleyeceğine olan aşırı güvenin, Ukrayna’da yapılan Batı operasyonlarına gözlerini kapatmaya yol açtığı söylenebilir.

ABD, Kanada ve İngiltere, bu konuda daha aktif askerî roller üstlendiler. Almanya ve Fransa, aslında kendi çıkarlarına işleyen ekonomik süreçleri koruma iradesini gösteremediler. Almanya ve Fransa, aslında, adım adım, ABD kontrolünden kurtulma yönünde ilerliyorlardı. ABD ise, NATO mekanizmalarını geliştirerek, NATO’yu kullanarak, NATO’yu genişleterek, askerî ve siyasi olarak kontrolünü geliştirmekteydi.

ABD, Kanada ve İngiltere, ta İkinci Dünya Savaşı sonunda Ukrayna’dan kaçmış olan Neonazileri Ukrayna’ya yerleştirmeye başladılar. Onların eğitimi, onların silahlandırılması, aslında “zor günler” içindi. Rusya ve Çin ayağa kalktıklarında, harekete geçtiklerinde, mesela Suriye’de olduğu gibi, mesela Ukrayna’da olduğu gibi, bu güçleri kullanacaklardı.

2014’te darbe ile iktidarı alan Neonaziler, Ukrayna’da büyük hamleler yapmaya başladılar. ABD, İngiltere ve Kanada, her gün 10 milyon doları aşan rakamlar harcayarak Ukrayna’da Neonazileri eğitti, silahlandırdı.

Ve nihayet, NATO, Ukrayna içinde ciddi üsler organize etmeye başladı. Bu kadar uzun süre sabreden Rusya, ancak bu noktada devreye girdi ve askerî operasyonlar başlattı.

Bugün, bu çatışmanın, bu operasyonların başlaması bir ayı geçmiş iken, ortaya çıkan tablo, bize, bazı saptamalar yapma olanağını sunmaktadır. Belki bunların bir bölümü, “erken” olarak da ele alınabilir. Elbette biz, erken oldukları için bu saptamaları yapmıyoruz.

1

Kapitalist sistemin, özellikle 2008 yılında zirve yapan ve “finansal kriz” olarak adlandırılan krizinin derinleşerek sürdüğünü görebiliyoruz. Ukrayna meselesi bunun içindedir.

Kapitalist sistemin 2008’de zirve yapan krizi, derin bir krizin dışa vurumudur. Uzunca bir süredir neoliberalizm bayrağı ile tüm dünyayı yağmalayan, dünya işçi sınıfına karşı azgın saldırılar organize eden sermaye, bu neoliberal politikaları değiştireceğini ilan etmiştir. İş öyle boyutlara varmıştır ki, özelleştirme dalgaları ile sermayeye kaynak aktaran devletler, bu krizle birlikte, “batmasına göz yumulamayacak kadar büyük” düsturu ile “kamu” kaynaklarını bu devasa şirketlere aktardılar. Zaman zaman, “kamulaştırmanın” gerekliliği gibi sözler de ettiler. Oysa onların “kamucu” yaklaşımları, işçi sınıfının, komünistlerin özel mülkiyete son verme uygulamalarından, ak ve kara arasındaki fark kadar uzaktırlar.

2008 krizi, ki bugün hâlâ içindeyiz, öncekilerden farklı olarak, kapitalist sistemi, içinde emperyalistler arası paylaşım savaşımı koşullarında yakaladı. ABD, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa başta olmak üzere, emperyalist güçler, SSCB’nin çözülmesinin ardından, dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşmak için savaşa tutuştular.

Kriz ve paylaşım savaşımı bir arada seyretti. Bu durum, krizin etkilerini daha da artırdı.

Dahası, Çin ve Rusya’nın yükselişi de ortadadır. Çin ve Rusya, efendilerin sofrasında değildir. Ama sistemin içine dahil olmak için hareket ettiklerinde, sosyalist geçmişlerinden kalan sömürge bir ülke olmama durumunun avantajlarını kullanmaya başladılar. Bu durum, hem Çin ve Rusya’nın sömürgeleştirilmesini zorlaştırıyor hem de emperyalist güçlerin bazı sömürgelerinden kayıplara uğramalarına neden oluyor. Bu da krizi ağırlaştıran bir etkendir.

İşte bu koşullarda, hegemonyası çözülmeye başlamış olan ABD, diğer emperyalist güçleri kendi kontrolünde tutabilmek için, Rusya ve Çin’i düşman ilan etti. Böylece onlara, tüm krizi çözecek bir yol gösterdi: Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi, boyun eğdirilmesi. Bunu başarırlarsa, gerçekten de kapitalist dünya, bu derin krizi bir süreliğine aşacaktır. Elbette, her emperyalist güç payını alacak, ama aslan payı ABD’ye kalacaktır. Plan budur. Bu durum, ister gerçekleşsin ister gerçekleşmesin, buna evet diyen Batı dünyası, AB, ABD’nin denetimine yeniden girecektir. Bu da ABD’nin arka plandaki düşüncesidir.

Ukrayna oyunu, ABD’nin Rusya ve Çin’i alt etmesini sağlamadı ama, AB’nin, özellikle Almanya’nın ve Fransa’nın, ABD denetimine girmesine yol açtı.

İlk sonuç budur.

Ukrayna operasyonuna Rusya tepki verdi. Almanya, birkaç gün içinde ABD’ye teslim oldu. Rusya Ukrayna’ya girdi, ama ilk beyaz bayrak Almanya’dan kalktı, Almanya, F-35 almak için devasa bir bütçe ayırdı. ABD silah tekelleri, korkunç siparişler almaya başladı.

AB, özellikle de Almanya ve Fransa, yıllardır uğraştıkları ABD kontrolünden kurtulma, ABD üslerinden kurtulma vb. operasyonlarının tümünü, bir anda silip attılar. Örmeye çalıştıkları kendi güvenlik duvarlarını bir anda sıfırladılar, kendi elleri ile yıktılar.

ABD, hem Almanya ve Fransa’yı son derece sıkıştırdı hem de 30 NATO ülkesinde yeni üslerle, tüm AB’yi kuşatmayı başardı. Rusya’yı kuşatma siyaseti, AB’yi kuşatma ile sonuç verdi.

AB, buna bir tepki geliştirecek midir?

Elbette, ama bu konuda oldukça geri adım atmıştır. Almanya’da 82 üs vardır, bu oldukça önemli bir rakamdır. Pandemi ile başlayan süreç, Ukrayna süreci ile gelişmiş, ABD tüm Avrupa’yı üslerle donatmıştır. Bu arada Türkiye’de 52 üs olduğu söylenmektedir. 52 üs bulunan bir ülkenin “ulusalcıları”, Yunanistan’da bir ABD üssü kurulduğunda, bunun Türkiye’yi hedef aldığını söylemektedirler. Görmek isteyemeyen göz, en kör gözdür.

2

Ukrayna süreci, çatışmalı bir sürece dönüşünce, Rusya’nın “uğraştırılması” da başlamıştır. Rusya, her ne kadar büyük özenle sivillere zarar gelmesin diye uğraşsa da, NATO güçlerinin, ABD İngiltere ve Kanada tarafından eğitilen güçlerin bu konudaki planları sahada etkili olacaktır, olmaktadır da. Bu durum, oldukça yakın duygulara sahip olan iki halkın, ortak geçmişleri olan iki ülkenin arasına kanın girmesine engel olamamaktadır.

Rusya ve Çin, özenle savaştan kaçınmaktadır. Ama, egemenliğini kaybetmeye başlamış bir emperyalist güç, bu işi savaşa evriltmek zorundadır. İşleyen süreç bunu göstermektedir.

Şimdi Rusya, ciddi bir biçimde enerjisini, Ukrayna üzerine harcamak zorundadır.

ABD, ısrarla Rusya ile doğrudan savaşa girmeyeceğini söylemektedir. Nasıl olsa kendisi adına savaşacak çok sayıda güç elinin altındadır. Hiçbir hukuk, hiçbir kural tanımadıkları için bu konuda elleri serbesttir.

ABD, bu sürecin daha da uzamasını istemektedir. Bu süreç ne kadar uzarsa, ABD açısından, o kadar avantajlı görünmektedir.

Gel gör ki, bu o kadar kesin değildir. Sürecin uzaması bugün ABD çıkarına gibi görünse de, öyle olmayabilir. Buna dair epeyce işaret vardır.

3

Batı’nın medya gücü, tam anlamı ile çürümüş, tekelci ilişkiler ağının yansımasıdır. Karanlık üretmektedirler ve bu konuda ne denli usta olduklarını, bugün bir kere daha göstermişlerdir. Anlı şanlı, üzerine toz kondurulmayan Batı değerleri, Batı demokrasisi, tüm bu süreçte kendini açık savaş dişlileri şeklinde ortaya koymaya başlamıştır.

Rus düşmanlığı, kara propaganda, öyle trajikomik bir süreç değildir sadece. Evet trajikomiktir, ama Batı değerleri ve Batı demokrasisine iman edenler için bir trajik-komedidir.

Ama gerçekte bu süreç, tüm NATO üyesi ülkelerde, devletin tüm Neonazi özelliklerinin, tüm dişlilerinin ortaya çıkması sürecidir. Tekelci polis devleti, faşizmin tüm dişlilerinin kadife örtüler altında yeniden örgütlenmesidir. Bugün bu kadife örtüler kalkmaktadır. Demokrasinin beşiği diye yutturulan İngiltere’de, Ukrayna için gönüllüler aranması, sunulduğu gibi, İngiltere’nin Neonazilerden kurtulma operasyonu değildir. İngiltere, tersine, tüm devlet çarkı içindeki Nazi artığı mekanizmalarını devreye sokmakta, bunlar artık kadife örtülerini sıyırıp atmaktadır. Bu sadece İngiltere’ye ait bir süreç de değildir. Tüm NATO üyesi ülkelerde bu süreç işlemektedir. Irkçılık değildir sadece. Irkçılık bunun sokağa yansıyan bölümüdür. Ama aynı zamanda emperyalist saldırganlığın, çürümüş tekelci egemenliğin saldırganlığının göstergesidir bu süreç.

Kutsal ilan ettikleri “özel mülkiyet” konusunda da yeni bir hamle yapmaktadırlar. Eğer özel mülkiyet, istediği kadar büyük olsun, kendi “kutsal” sömürgecilik çıkarlarına uygun olarak kullanılmıyorsa, o özel mülkiyete el koymakta tereddüt etmeyeceklerini de göstermektedirler. Böylece, tüm zengin sınıfın, tek vücut olmasının da yolu açılmaktadır. İngiltere’nin, ABD’nin politikalarını desteklemeyen hiçbir tekel, kendi özel mülkiyet haklarını da koruyamayacaktır. Böylece, tüm tekellerin bir sınıf olarak hareket etmesinin yolları döşenmek istenmektedir.

Emperyalist saldırganlık, ABD ve NATO mekanizmaları ile ortaya konmaktadır. İngiltere bu konuda oldukça aktif bir rol üstlenmiş durumdadır. AB, sürece teslim olmuş ve desteklemektedir. Tüm AB ülkelerinde NATO mekanizması, devreye sokulmuştur. NATO mekanizması ile iç içe geçmiş bu iç savaş örgütleri, devletin gerçek yüzünü göstermeye hazır pozisyon almaktadır.

Dışarıda sürdürülen savaş, içeride de bir iç savaştır.

Bu nedenle, tüm Batı dünyası, iç savaş mekanizmalarını ayağa kaldırmış durumdadır. Tekelci polis devletinin tüm dişlilerinin üzerindeki kadife örtüler bir bir atılmaktadır.

4

ABD, İngiltere NATO mekanizmaları ile, Ukrayna sürecini Rusya’yı oyalamak, Çin’i sıkıştırmak için kullanmaktadır.

Rusya’ya karşı başlatılan büyük “yaptırım” kampanyası, Rusya’yı diz çöktürmeyi hedeflemektedir. ABD, Rusya’nın tutumunun AB’yi daha çok kendi kontrolüne girmeye zorlayacağı fikrindedir. Gelişmeler, şimdilik bunu doğrular gibidir.

Ama bu yaptırımların, Çin ve Rusya tarafından karşı atakla karşılanması durumu da vardır. Sürecin uzaması, acaba, en çok Rusya’yı ve Çin’i mi zorlayacaktır, yoksa AB’yi mi daha fazla zorlayacaktır? Bu sorunun yanıtı henüz açık değildir.

Rusya, petrol ve gaz alışverişinde ruble ile ödeme şartını devreye sokmuştur. Bu durum, gelişme eğilimi ortaya koyabilir. Örneğin Suudi Arabistan, petrolünü dolar cinsinden fiyatlamaktan vazgeçebilir. Ama bu olsun olmasın, Batı’nın ambargoları, Çin ve Rusya’yı başka arayışlara itmektedir. Bu ABD için daha iyi bir sonuca mı gebedir?

Batı’nın efendileri, “the great reset” adı altında, yeni bir dünya ticaret, siyaset ve askerî sistemi kurma peşindedirler. Zira, İkinci Dünya Savaşı sonucunda oluşmuş olan, Brettonwoods sistemi, doların altına diğer paraların dolara endekslendiği sistemi, çoktan çökmüştür. Dünya Bankası, IMF, NATO gibi mekanizmalar, bu sistemin uzantıları idi. Bu sistem, bugün, ABD baskısı ile ve savaş tehdidi ile devam ettirilmektedir. Ama bu sistemin yürümediği, yürümeyeceği sistemin efendileri tarafından da kabul edilmektedir. Bu nedenle kendileri “the great reset”, büyük sıfırlama, tezini ortaya atmışlardır.

Ukrayna süreci, yaptırımlar, durumu daha farklı noktaya getirmiştir.

Yaptırımlar, acaba, dönüp Batı’yı vurmaya başlamış mıdır? Enerji fiyatlarının yükselmesi, Batı ekonomileri için kolay bir durum mudur? Dahası, Rus pazarına mal satmayacak Batılı tekeller, bu durumdan çok mu mutlu olacaklardır? Kaldı ki, Rusya’nın çelik ithalatını, alüminyum ithalatını kesmesi hâlinde neler oluşacaktır?

Rusya MB’sinin 150 milyar dolara yakın varlığını bloke eden Batı, euro ve doların rezerv para olarak kalmasını sağlamakta büyük yara alıyor olabilir mi? ABD, özel bir güç oluşturmuştur ve bu güç, “görev gücü”, düşman ilan ettiklerinin kişisel veya kurumsal varlıklarını tespit edip, tüm NATO ülkelerinde dondurmak için iş yapmaktadır. Bunun sonuçları, Batı ekonomileri için acaba nasıl bir sonuca gebedir?

Rusya ve Çin, yeni bir finansal ve ticari sistem oluşturmak için kolları sıvamıştır bile. Bu durumda, alternatif bir uluslararası sistem mi oluşmaktadır? Bu durum “the great reset” çalışmaları için nasıl sonuçlar verecektir?

5

Tam bu noktada, AB içinde gelişecek tepkiler, farklı süreçlere gebe olabilir. Böylesi bir tepki, ABD’ye karşı bir tepki olarak ortaya çıkacaktır. Bu durumda önemli sonuçlardan biri, AB’nin, Rusya ve Çin ekseni ile daha sağlıklı ve düzeyli ekonomik ilişkiler geliştirmesi isteği olur.

Ama bu istek, birçok siyasal ve askerî etkiye yol açar.

En kritik olanı, NATO’nun dağılması olacaktır.

Zaten, varlığı tartışmalı olan bir kurum hâline gelmiştir NATO.

Dün, Sovyetlere, sosyalist sisteme karşı bir askerî güç olarak örgütlenmiş olan NATO, SSCB’nin çözülmesi Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra, kendine “uyduruk” amaçlar yaratmaktadır. Biden ile, NATO Çin’i ve Rusya’yı düşman ilan etti.

NATO, SSCB var iken, 16 ülkenin içinde yer aldığı, anti-komünist, savaş örgütü idi. Kontrolü ABD’de idi. SSCB çözüldükten sonra, Varşova Paktı dağıldıktan sonra, Demokratik Almanya diye bir ülke ortadan kalktıktan sonra, NATO, ilk iş olarak Yugoslavya’yı paylaştı. Ardından, bugün 30 ülkeyi içine alan bir savaş örgütüne dönüştü. Sorun, bu savaş örgütünün kime karşı olduğu idi. NATO, şimdi kendine bir düşman bulmuş gibidir. Uluslararası terörizme karşı savaş, gerçek anlamda bir komedi idi. Oysa bugün, Rusya ve Çin’e karşı savaş, NATO için önemli bir birleştirici olacak mıdır?

Gelişmeler, NATO’nun artan başarısızlıkları durumunda dağılma ihtimalinin bir hayli arttığını göstermektedir. Belki bu “erken” bir saptama olarak ele alınabilir. Ama Ukrayna süreci, aslında askerî açıdan, NATO’nun işlevsizliğini de ortaya koymuş durumdadır. Hırvatistan NATO’dan ayrılabileceğini dillendirmiş, Türkiye uçuşa yasak alanlar içine girmemiştir.

ABD, bu nedenlerle, büyük bir telâşla, sürekli AB ülkelerine, Avrupa’nın her noktasına askerî üsler kurmaktadır. Bu telâş, aslında NATO’yu ayakta tutma telâşıdır da. Fransa ve Almanya, yeniden ABD denetimine girmekle neler kaybettiğinin bilincindedir. Başkası mümkün değildir. AB’nin NATO’yu ABD’den devralma hayalleri suya düşmüştür. Bu Ukrayna süreci öncesinde de ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, AB ordusu kurma planları devreye sokulmuştur. Şimdi, bu AB ordusu hayalleri de ertelenecektir. Almanya’nın ABD’ye F-35’ler için ödeyeceği milyar eurolar, acaba yarın nasıl etkilere yol açacaktır?

İhtimal dahilindedir ki, Ukrayna sürecinin sonucunda, AB, NATO meselesini daha fazla ve daha ciddi sorgulamaya başlayacaktır.

6

Rusya ve Çin, eski sosyalist geçmişleri ile bağımsız büyük güçler olarak ortadırlar. Sistemin kendi kuralları ile, sistemi sarsacak bir konum elde etmiş bulunuyorlar.

Sistem, bu iki ülkeye, sömürge olmayı dayatmaktadır. Bu, sistemin genel krizi açısından çok büyük önemdedir. Bu iki ülkeyi sömürgeleştirmek demek, kapitalist sistemin bu krizi aşması da demektir.

Rusya ve Çin, dün, kapitalist sistem tarafından, sosyalist oldukları ve sistemin tehdidi oldukları için kabul görmüyorlardı. Her ikisi de kapitalist yolu seçti. Belki de sandılar ki, bu yolla sistem tarafından tehdit olarak görülmeyecekler ve sistemin önemli aktörleri olacaklar. Ama eğer bunu düşünmüş iseler, bugün, bunun olmayacağını görmüş olmalıdırlar.

Bugün, hem Çin için hem de Rusya için, kurtulmak istedikleri sosyalist geçmişlerinin kendilerine sunduğu avantajı görme dönemi başlayacaktır. Bu durumu bizden çok önce görmüş olmaları da mümkündür.

Rusya ve Çin, kendi sosyalist geçmişlerini diriltme gücüne sahip olamazlar. Kapitalistleşme süreci, emperyalizm çağında, tekeller çağında, bürokratik kararlarla geri çevrilemez. Bunun için, devrimci bir dönüşüm gereklidir.

Emperyalist dünyanın içinde bulunduğu kriz, içinde yer aldıkları yeni paylaşım savaşımı, bu iki gücü de kendilerini savunmak konusunda sert tedbirlere itse de, kapitalistleşme süreci büyük bir altüst oluş yok ise devam edecektir.

Bu hâlleri ile bile, bu iki ülke, kapitalist dünyanın krizini daha da artırıcı bir rol üstlenmektedirler.

Ama görünen o ki, dünya bir sosyalist devrimle sarsılmadan, yeni bir sosyalist devrimler dalgası ortaya çıkmadan, savaşın önlenmesi mümkün değildir. Zaten, bugün, bu savaş, farklı biçimler altında, sürekli tırmanmaktadır.

Alternatif ticaret ve finans sistemleri geliştirilse bile, bu kapitalist sistem içinde olacaktır. Sadece verili sistemin, Batı tarafından organize edilmiş olan sistemin dışında bir alternatif olacaktır. Bu durum, elbette uluslararası tekelleri zorlar, bunalımı daha da derinleştirir.

Dünyanın ağırlık merkezinin daha çok Asya’ya kaymakta oluşu, savaşı ortadan kaldırmaz. Tersine, daha da artıracaktır. Rusya ve Çin ittifakı, Hindistan vb. ülkeleri de içine alarak gelişir ve alternatif bir dünya sistemine dönüşürse, elbette ABD ve AB bu süreçten çok etkilenecektir. Ama bu durum, dünya kapitalist ekonomisinin yıkılması demek değildir.

7

Tam da bu nedenle, dünya devrimi, dünyanın yeni bir sosyalist devrim dalgasına girmesi, hem gerekli hem de olanaklıdır.

Bugün, kapitalist sistemin geçirmekte olduğu sarsıntılar, derinleşen ekonomik ve siyasal kriz, dünyanın her yerinde, işçi sınıfının üzerinde artan baskı ve sömürü, bir karşı tepkiyi de ortaya çıkarmaktadır. İşçi ve emekçiler, oldukça ağır da olsa bir diriliş sürecine girmişlerdir.

Dünyadaki işçi eylemlerinin örgütlülüğünün zayıf olması, apayrı bir konudur. Başkası mümkün değildir. Elbette işçi sınıfı, kendini önce kendiliğinden eylemlerle ortaya koyacaktır. Buraya bakarak, gelişmekte olan süreci “örgütsüzlük” ile tanımlamak eksik olur. Elbette örgütsüzlük önemli bir sorundur, ama bu gelecek değil, dün ve bugündür. Ve dün ve bugüne gelecek perspektifinden bakınca, direnişin geliştirilmesi görevini görmek, net olarak görmek olanaklı olacaktır.

Yoksa, her Marksist için devrim, mutlaka ve mutlaka, er ya da geç gerçekleşecektir. Ama biz bundan söz etmiyoruz. Biz, bugün, dünya işçi hareketinin ayağa kaldırılması sürecinden söz ediyoruz.

Dünyanın birçok bölgesinde nesnel olarak devrim olgunlaşmaktadır. Ama öznel güçler son derece yetersizdir. Bu öznel yetersizlikler, zaman ister. Evet. Ama bazan zaman, bir yıla bir asrı sığdırır. Hareketin gelişimine böyle bakmak gereklidir.

Dünya, bir sosyalist devrime ihtiyaç duymaktadır. Sadece dünyanın bozulan ekolojik dengesinin bile, devrimi acil bir ihtiyaç hâline getirdiği açıktır.

Kriz ve paylaşım savaşımı birlikte ele alındığında, bunlara Rusya ve Çin’in sömürge olmayı kabul etmeyişleri eklendiğinde, önümüzde önceden öngörülmeyecek fırtınaların var olduğunu kestirmek zor olmasa gerektir.

Dünyanın birçok yerinde nesnel olarak olgunlaşmakta olan devrim, bir yerden, bir parçadan zafere ulaştığında, bu devrimin yayılma hızı, önceki süreçlerle karşılaştırılamayacak kadar güçlü bir potansiyele sahiptir. Bu nedenle, her ülkedeki devrimcilerin tetikte olması, tüm enerjileri ile devrime hazırlanması gerekliliktir.

Tüm bu savaşlara, tüm bu kapitalist yağmaya, insanın insan tarafından sömürülmesine son verecek bir sosyalist devrimler dalgası, önümüzdedir.

İnsanlığın kurtuluşu buradadır.

İnsanlığın kurtuluşu, işçi sınıfının zaferine, sosyalist devrime bağlıdır.

Elbette, bu devrimci, birleşik, güçlü örgütlülüğe dayalı bir işçi hareketi demektir.

Kavramların iğdiş edilmesi, alışkanlıklarla düşünme, düşünce ve eylemin bağının koparılması

İçinden geçtiğimiz tekeller çağı, belki tekeller çağının zirvesi ve aynı anlama gelmek üzere sonu, “Ortaçağ” karanlığı ile kıyaslanmayacak kadar karanlık bir dönem anlamına geliyor. Bir yandan bakarsanız, bu karanlık, gün doğumundan önceki koyu karanlık gibi ele alınabilir. Başka bir yönden bakarsanız da insanlık tarihinin bu kadar “rafine” karanlığı hiç olmamıştır.

“Rafine” karanlık demek mümkündür.

Evet Ortaçağ’daki de egemen sınıfın elinin mahsulü idi, onlar tarafından yaratılmıştır ve onların eseridir. Bugünkünün “rafine” olması oradan gelmiyor. O noktada bugünün egemenleri Ortaçağ’daki dedelerine, soy kardeşlerine benziyorlar. Ne de olsa, egemenler, sınıflı toplumlar değişirken, feodaliteden kapitalizme geçilirken, belli nicel ve nitel değişimlerden geçseler de, geniş anlamda birbirinin devamı olmayı sürdürürler. Bugünün efendileri, bugünün egemenleri, elbette ki köleci toplumdan bu yana egemen olanların devamcısıdırlar. Bu nedenle köle sahiplerinin tüm davranışlarını kendi genlerinde taşırlar ve devletleri de, egemenlerin egemenlik araçları da, zaten kendinden önceki egemenlerin devletlerinin tüm özünü içinde taşır.

Sanırım yanlış bilmiyorum. İngiltere’de, okullarda kız çocuklarını eğitme aracı olarak kullanılan kayış, erkek çocukları eğitmek için kullanılan sopa sistemi, en son 1986 yılında yasaklanmıştır. Sadece not düşmek için, Johnson’un bu sopa sisteminden, “demokrasi” denilen şeyi iliklerine kadar öğrenmiş olma ihtimali yüksektir ve bu nedenle, demokrasi konusunda “çok bilmiş” olarak konuşabilmektedir. Kölelik, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Ekim Devrimi’ni boğmayı başaramayan kapitalist-emperyalist sistemin bir kere daha yenilgiyi tatması sonrasında, 1948 yılında yasaklanmıştır.

Demek, kölelik, yıkılışını Roma’nın çöküşü olarak ele alırsak, en az 1600 yıl daha varlığını sürdürmüştür. Kaldı ki, bugün zaten hâlâ sürdürmektedir. Üstelik, 1990 yılında SSCB çözülene kadar olduğu gibi, değişik “örtüler” altında da saklanmıyor artık, açık kölelik devrededir, içinde köle pazarları da dahil olmak üzere.

Sınıflı toplumların tümünü bir bütün, içinde farklı gelişim aşamaları olan bir bütün olarak ele alırsak, bunun en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en vahşisi olan kapitalizm, köleliğin de zirvesidir.

Bu sınıflı toplumların tümünü, bir canlı olarak ele alırsak, öyle anlaşılıyor ki, tıpkı insanın yaşlanınca çocukluğuna dönmesi gibi, sömürü toplumlarının yaşlı hâli demek olan kapitalizm de, köleliğe adeta “dönüş” yapmaktadır.

Egemenlerin egemenlik aracı olan devletleri de, böylesi bir gelişim çizgisi izler, kendinden önceki devletlerin birçok özelliğini, metodunu ve aracını, geliştirerek içselleştirir. Şiddeti, toplumun tümüne, aynı anda daha geniş kitlelere yayarlar. Yaşamın hiçbir alanını, kapitalist devlet, boş bırakmaz. Nefes almayı zorlaştıracak ölçüde, tüm yaşamı denetlemeye başlarlar. Ve bu durumda, egemenlikleri de daha “rafine” hâle gelir.

Egemen, hem baskı ile hem de rıza üretim mekanizmaları ile, ideolojik şiddetle egemenliğini sürdürür. Demek ki, sadece baskı aygıtları, egemenin kendi tekelinde tuttuğu zor kullanma aygıtları gelişmez, aynı zamanda ideolojik aygıtları da gelişir. Bu “gelişme” sadece daha yeni metotlar anlamında bir “merkezîleşmeyi” ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda yaygın olarak tüm toplumu, tüm mekânı ve zamanı da kapsamaya başlar. Kapitalist egemenlikte, çağımızın burjuva egemenliği demek olan tekelci egemenlikte, bu toplumun ve toplumsal yaşamın tüm alanını kontrol etme durumunu çok net görebiliriz. Eski dünyanın devletin denetim alanı dışında kalan “parçaları” gibi “sivil toplum” artık yaşamın hiçbir alanında yoktur. Yatak odasından tüm çalışma süreçlerine, düşünme süreçlerinden duygulara, her alana sızmak için egemen, her yolu denemektedir.

“Rafine karanlık”, böyle ele alınabilir.

Tekeller çağının bu karanlığı, Ortaçağ karanlığı ile ortak yönlerine vurgu yapmak için dile getirilmemelidir. Daha çok, bu rafine karanlık meselesinin ortaya konması için bir gereklilik olabilir Ortaçağ karanlığına gönderme yapmak.

Bu rafine karanlık, kapitalizmin yasalarından doğmaktadır. Kâr için ve daha fazla kâr için üretim ile, üretimdeki rekabet ve anarşi, bu süreci doğuran, bugünlere taşıyan şeylerdir. Birçok açıdan bu süreç örneklenebilir elbette. Ama bu örneklerin her birinin dayanağı, gerçekte kapitalizmi kapitalizm yapan yasalardır. Orası ile bağı, bu nedenle çok önemlidir.

Yoksa, örneğin, bilimin tekellerin kasalarına hapsedilmesi bile, tek başına bir örnek olarak, süreci anlamak için, dikkati çekmek için yeterlidir. Okuyucuyu biraz daha uzun bir yolculuğa çağırmamızın ana nedeni, sürecin gerçek işleyişini ortaya koymaktır. Zira, tek tek çarpıcı örneklerle herkes karşılaşmaktadır ve belki birçok örnek bizim burada anacaklarımızdan çok daha çarpıcı olacaktır.

Tekel, tekelci egemenlik, kapitalizmin temel yasalarından, kâr için üretim ve üretimde rekabet ve anarşiden doğar. Tekel, kapitalizmin bir uru değildir ve tekelci kapitalizm, kapitalist sistemin olgunluk çağıdır. Yani tekel “tedavi” edilmez. Yıkılır, kapitalizmle birlikte.

Maksimum kâr için üretim, tekele nasıl evriliyor, bunun bilindiğini varsaymalıyız. Okuyucu bu konuda eğer bilgilerini tazelemek istiyorsa, ki öneririz, bu durumda birçok Marksist kaynağa, bu arada bizim Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmış kitaplara da başvurabilir (Modern kapitalizm, emperyalizm üzerine, üç çalışmamıza bakmalarını önermek durumundayız. “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” 2007, “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” Haziran 2020 ve “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” Temmuz 2020).

Daha fazla kâr amacı, elbette kâr için üretimin devamıdır. Daha çok kâr, elbette, pazar üzerinde bir denetim, daha büyük payı almak işini de içerir. Ve pazar üzerinde denetim, tekelleşmenin kendisidir.

Lenin’in, “pazar hâkimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet” vurgusu, aslında tekeller çağında devletin de değişimi konusunda bize büyük bir ufuk açar. Biliyoruz ki, pazar hâkimiyeti, öyle salt “ekonomik” bir olgu değildir. Öyle de olmaz. Tekeller, elbette burjuva devletin en kritik yerlerine yerleşirler. Pazarı kontrol etmek, öyle sıradan bir iş değildir. Bunun gerektirdiği tüm önlemler, yasalar ve şiddet ile (yasalar bu şiddetin ve egemenliğin bir çeşit tarifi ve topluma kabul ettirilmesidir) devreye sokulur.

Tekelci çağ, hem emperyalizmin doğuşu, sermaye ihracı denilen şeyin meta ihracının yerini alışının ismidir hem de kapitalist üretimin kitlesel üretim hâline gelmesini ifade eder. Yani bir yandan, kapitalist sistemin bir dünya sistemine dönüşümüdür bu, bir yandan da “ulusal pazarın” her noktasına sızmadır. Bu dönüşümün 1870’lerde tüm yönleri ile ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Elbette bunlar süreçlerdir ve öncesi vardır ve elbette ki 1870 sonrasında ortaya çıkanlar da bu sürecin oturtulması demektir.

Pazar hâkimiyeti ve kitlesel üretim, kapitalizmin yasalarından doğmuştur, bunun bilinmesi önemlidir. Bu bir “tercih” meselesi değildir. Kapitalist sistemin olgunluk çağıdır ve gerçek anlamı ile kapitalist sistemin tüm özelliklerinin açıkça ortaya çıkması da demektir. Bir sistem olarak kapitalizm, tekeller çağında kendini daha iyi ifade eder, daha tam ifadesine kavuşur diyebiliriz.

Tekelci dev şirketler dünyasının oluşumu, elbette yaşamın değişimi de demektir.

Tekelci dev şirketler, aynı zamanda kitlesel büyük çaplı üretim de demektir.

Büyük çaplı üretim, üretim sürecinde emeğin ileri düzeyde kontrolü, emekçinin makinaların uzantısı hâline gelmesi demek iken, aynı zamanda, kitlesel üretimi yeniden yapabilmek, sürdürebilmek için, tüketim toplumu denilen şeyin devreye sokulması da demektir. Bu ise, büyük çaplı manipülasyon demektir.

Reklamcılık, tekelci bir alan olarak tekelleşirken, aynı zamanda kitlesel üretimin pazarda mas edilmesi, tüketilmesi, metaların tekrar paraya dönüştürülmesi için büyük bir araçtır. Bu araç, bizzat tekelci ilişkiler ağı tarafından ihtiyaç duyulmuş ve yaratılmıştır. Modern reklamcılık, daha çok 1870’lerden başlayarak, esas olarak 1920’lerde gelişerek bugünkü hâlinin ilk görünümünü almıştır. Bugün “metaverse” uygulamalarını doğuran süreçler, tıpkı sanal sermaye, “türev işlemler” diye adlandırılan süreçleri doğuran tekelleşme sürecinin devamıdır.

Tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet, deyim uygun düşerse, “kişilik hâlinde sermaye” demek olan kapitalistin, kendini tarifsiz bir engel tanımazlık içinde tüm karakterini ortaya koyması da demektir. Yani bizim “Anadolu irfanı”nın “bunca parayı, bunca gücü, bunca varlığı ne yapacaklar, bu dünya ölümlü değil mi” soru ile karışık yakınmasında dile getirilen “gerçek”, aslında sermayenin karakterini anlamamaktan ileri gelmektedir. Kapitalist, senin gibi bir insan değildir, o insan hâlindeki sermayedir. Önce onu “insan” addetmek, sonra da bu ne açgözlülük, bu ne doymazlık demek, aslında günlük bilinç ile davranmaktır, gerçeği görmemektir.

Hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet, önce devlet örgütlenmesinde, onunla birlikte tüm yaşamda etkilerini gösterir. Kültürel alan, duygular vb. buna göre şekil almaya başlar.

Kitlesel üretimin sonucu ortaya çıkmış olan modern reklamcılık ile yaratılmış olan tüketim toplumu, bu hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti, içselleştirmeyi, bu konuda toplumun bir rıza üretmesini sağlamaktadır.

Tüketim toplumu, toplumun ihtiyaçlarını hesaba katmayan kâr için üretimin sonucu ortaya çıkmış olan aşırı üretimin emilmesi, metaların tekrar para sermayeye dönüşmesi için vardır. Ve bu durumun, bir toplumsal kabul, bir rıza üretmesi, ancak tüketim toplumu ideolojisi ile sağlanmaktadır.

Yani demek oluyor ki, TV kanalları, medya, artık eğlenceyi de içine almış hâli ile devasa medya-eğlence sektörü, aslında bunun için vardır. Dahası, ne 1 milyon tirajlı gazetelerin 1900’lerin başlarında ortaya çıkışı, ne de bugünün cep telefonları vb. ne televizyonlar, ne dünün radyosu, “iletişim” için gelişmedi, tersine, tek yönlü olarak egemenlerin, tekellerin kendi ihtiyaçları için geliştirildi. Buradan, “acaba televizyon gibi araçları başka amaçlar için kullanmak mümkün değil mi” sorusu da çıkar. Elbette, ama sadece bu soru yeterli değildir, belki de tekeller, kâr için üretim, insanın insan tarafından sömürülmesi vb. olmamış olsa idi, biz bu araçların yerine bambaşka araçlar da ortaya koyabilecektik. Yani, insanlık, insan ihtiyaçları ve insan yaşamını temel alan bir toplumda yaşamış olsa idi, enerjiyi de mevcut hâli ile organize etmezdi, teknolojiyi de. Bunu bilmek artık zor olmasa gerek. Ve soruyu, bu alana kadar götürmek gereklidir.

Kapitalist üretim, bunun sonunda oluşmuş olan tekeller, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onların gerektirdiği şiddet, kitlesel üretimin sonucu ortaya çıkan tüketim toplumu ideolojisi vb. olmamış olsa idi, farklı bir ilerleme ve gelişme yolu mümkün olacaktı.

Teknolojinin sadece örgütlenmesi değil, kendisi de ideolojiktir, taraflıdır. İki sınıf arasında süren mücadeleye göre şekil almaktadır.

Tekelci hâkimiyet ilişkileri, tüketim toplumu ideolojisi, elbette, bugün evrenin yağmalanmasının, insanlığın geleceğinin yok edilmesinin nedenleridir.

KAVRAMLARIN İĞDİŞ EDİLMESİ

Tekelci hâkimiyet ilişkileri, bunların gerektirdiği şiddet, bununla bağlı tüketim toplumu ideolojisi, aslında insanoğlunun kendisine dönük en büyük saldırıdır. Bu açıdan da çürümedir. Bu çürüme, eşi benzeri olmayan bir boyut almıştır.

Bugün, kapitalist sistemin dünya çapında yaşadığı kriz, aslında bu çürümenin tarifsiz boyutlarını da ortaya koymaya başlamıştır. Artık, birçok şey, üzerindeki örtüler atılarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bir ölçüde görebilmeyi olanaklı kılmaktadır, tabii ki görmek istemeyen gözden daha kör göz de yoktur.

İnsan, kendi dışındaki gerçeğin bilgisini edinirken, kullandığı beş duyu organı içinde, en çok veriyi toplayanın göz olduğu söylenir, hem de yüzde 90 gibi bir orandan söz eden bilim insanları vardır. Bu oranı bilmiyoruz, ama görmek, birçok durumda, anlamak ile, kavramak ile, bilgisini tam olarak edinmek ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır da. Bu açıdan, oranlarını bir yana bırakırsak, görmenin önemini vurgulamamız gerekir.

İyi ama, mevcut tekeller çağında görmek, gerçeği algılamak, hele ki toplumsal süreçleri anlamak o kadar da kolay değildir.

İnsanın, birçok alanda gerçeği anlaması, kavraması, değiştirmesi, ona müdahale etmesi vb. için, kavramlara ihtiyacı vardır.

Egemenler, bu kavramları iğdiş etmekte ustalaşmıştır. Reklam sektörü, eğlence sektörü, baştan aşağıya bunu yapmaktadır. Hatta bunu, “algı üretmek” gibi bir aşamaya çoktan getirmiş durumdadırlar.

Bir pop star üretim süreci buna örnektir. Pop star, aslında bir metadır. Satın alınan o pop starın şarkıları değildir, tümü ile kendisidir. Bu pop star, bir üretim bandında üretilen deterjan gibi üretilmektedir. Ambalajından, özelliklerine kadar bu böyledir. Pop star, şarkısı, klibi, imajı, giyinişi, dansı, hareketleri vb. ile bir bütün mal olarak banttan çıkmaktadır. Sonrasında bu pop star, halka ulaşmak için uygun bir reklam malzemesi olmaktadır. Ve elbette, hızla sönmektedir.

Önde yıldızlı bir sahne olmadan, arkadaki karanlık içinde iş görmek o kadar kolay olmasa gerek. İşte bu yıldızlı sahne, herkesin kendinden bir parça aradığı sahnedir ve kitleler o sahneye fokuslandıkça, yönlendirilmeleri oldukça olanaklıdır.

1900’lerin başlarında, psikanaliz de içinde birçok araçla, “ihtiyaç” yaratma girişimi, reklamcılığın önemli alanlarından biri olmuştur. Kitlesel üretim var ve kapitalizm aşırı üretim krizlerine girmektedir. Mallar satılıp para-sermayeye dönüşememektedir. Bu durumda, insanın “ihtiyaç” tanımının değişmesi gereklidir. Bir arabaya ihtiyaç duymak, bir metaya ihtiyaç duymak, öyle kullanmak için duyulan ihtiyaçla sınırlandırılmamalıdır. Bunun için, gerçekte ihtiyacın olmasa da, almak ve tüketmek esas olmalıdır. Ürünün son kullanım tarihi, moda ile değiştirilmelidir. Böylece, ihtiyaç olmadan almak ve tüketmek devreye sokulmuştur. Artık ölçü, tüketerek var olma hâline gelmiştir.

Anlaşılacağı üzere, “ihtiyaç” kavramı, köklü bir çarpıtılmaya uğramıştır. Eşyayı satın alan, ona ihtiyaç duymadan da onu satın almalıdır. Zira mesela o, bir toplumsal statü aracı hâline gelmiştir. Günümüz dünyasında markalı bir ayakkabı, gözleri gizleyen bir gözlük, kanser eden cilt bakım ürünleri, egzotik kokular, cep telefonu vb. giderdikleri ihtiyaçlar açısından tartışma konusu durumundadır. Cep telefonunu, hem de akıllısını, bir sosyal statü gereği almak esastır.

İhtiyaç kavramındaki bu değişim, sanırım bizim kavramların iğdiş edilmesi meselesini anlatmamıza yarar niteliktedir.

Ama dahası var.

Tüketim toplumu, insanın kendisine köklü bir müdahaledir. Bir psikolog, hastasına, “biraz alışveriş yap, rahatlarsın” diyebilmektedir. Mesleğine bizim göstereceğimiz saygı bir yana, kendisinin bu denli “pratik” bir çözüme yönelmesi, sözü geçen ruhsal rahatsızlığın bizzat kendisinde de olduğunun kanıtıdır bu.

Bugün, insanın karakterinin “tüketmek” olduğunu ileri sürenler vardır. Ne kadar ilgi çekici, insan karakterinde ne var sorusu, reklamcıların büyük konusudur. Eğlence sektörü ile birleşmiş medya sektörü, insanın “değişiklik” arayışları için, akıl almaz iğrençlikleri pazarladıklarını görmemizi sağlamaktadır. Bunu da bize “insan doğası” olarak sunmaktadırlar. İnsanın doğasında sömürmek ve sömürülmek varmış, insanın doğasında ezmek varmış, insanın doğasında hor görmek, aşağılamak varmış vb. İşte tekeller çağı, hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddetin yansımaları, işte tüketim toplumu.

Her şeyin satılık olması, bizzat insan hâline bürünmüş sermayenin isteğidir. Her şey satılık ise, parası olan kazanacaktır. Her şey satılık ise, onların egemenlikleri çok daha uzun sürecektir. Her şey satılık ise, hiçbir “insanî” değer kalmayacaktır. Burjuva egemenlik, bugün buna ihtiyaç duymaktadır.

Her şeyi, tüketim nesnesi hâline getirmek gereklidir. Aşk, sevgi her türü ile sevgi, bunun içindedir. Tek bir şeye bağlılık şarttır o da para. Bunun dışında bağlılık, ancak egemene bağlılık ise anlamlı ve alkışlanırdır.

Bu elbette, insan ilişkilerine köklü müdahaledir de.

Tüketim toplumu ideolojisi, kavramların iğdiş edilmesinde bir sıçrama yaratmaktadır, hem yaygınlık hem de köksüzleştirme anlamında. Kavramların içi boşaltılmakta, derinlikleri yok edilmektedir. Kavramlar adeta tarihsizleştirilmektedir, tıpkı insanın ve toplumun tarihsizleştirilmesi gibi. Ve bu sadece ideoloji ile yapılmıyor, şiddet de devrededir.

Tüketim toplumu ideolojisi, insanların, eşitlenmesi olarak savunulmaktadır. Böylece eşitlik kavramı yeniden tarif edilmektedir. Markete gittiniz, ister işçi olun ister patron, mal almakta ve parasını ödemekte eşitsiniz. Bu modern tüketim toplumu eşitliğini sağlayan şey, paradır.

Bir metre, tahta bir metre veya metal bir metre ile, bir duvarı, bir elektrik direğini ölçmek ile, bir insanın boyunu ölçmek aynıdır. Metre, ister tahta olsun ister metal, ölçüm için kullanıldığı uzunluğun niteliği ile ilgili değildir, onun için uzunluk ölçmesi vardır. İnsanın boyu ile direğinki eşit mi değil mi, bunu bize söyler. İyi ama, bu insanla direğin niteliklerini unutmamızı nasıl sağlar?

Para, sizin marketten alışveriş yaparken, ne kadar alabileceğiniz için bir ölçü sağlar, ama kapitalist ile işçiyi nasıl eşitler?

İşte bunun için bir kavramımız var: Tüketici. Artık, insan yok. Ne var? Sadece tüketici var. Tüketici olarak herkes birbirine eşittir. İşte size yeni eşitlik anlayışımız.

Kapitalist ile işçi, bir iş sözleşmesi yaparlarken, aslında özgürdürler. İşçi, işgücünü satmak zorundadır. İşgücünü satmama özgürlüğü yoktur. İşgücünü satarken ortaya bir çeşit “eşitlik” çıkar. Kapitalist, işgücünün değişim değerini öder ve onun 8 saatlik kullanım değerini satın alır. Bu eşit ilişki, gerçekte, kapitalistin üretim araçlarına sahip olması, işçinin ise işgücünü satmak zorunda olması eşitsizliği üzerinde yükselir.

Şimdi buradan yola çıktığımızda, eşitsizlik gizlenebilir değildir. Oysa insan işçi, patron vb. olarak ele alınmaz da, her biri tek bir adla, “tüketici” olarak ele alınırsa, bu sefer, durum değişir. Tüketici olarak insan, sahip olduğu para, yani alım gücü ölçüsünde eşit hâle gelmektedir. Sanki bu “tüketilen” şeyler, hiçbir yerde üretilmemektedir.

Dahası, insan, herkesi kapsayan bir ortak ad olarak kullanılmak yerine, eğer bu ortak ad tüketici olursa, insan hakları da “tüketici hakları” hâline gelir. Tüketici, aldığı ürünün bozuk olması durumunda onu geri verir ve yenisini alır. İşte size müthiş bir hak. Modern hukukumuz, tüketici haklarını bulmuştur bile. Peki ama, reklamında bir kadın vücudu kullanılan arabayı aldığında, kadını da isteme hakkı var mıdır? Ya da dermakozmetik ürününün bizim yaşlanmamızı önleyeceğini iddia eden güzel ses, yaşlanmamız sürdüğünde bize ninni söyleyecek midir? Bunlar servise dahil değildir.

İnsan bir kere tüketici damgasını yedi mi, artık onun her tür kullanımı mümkündür.

Tüketici olarak kimse, kimsenin karşısında değildir. Tüketiciler ve satıcılar var. Üretim, üretim ilişkileri, mülkiyet, üretim araçları üzerindeki mülkiyet, toplumun çok büyük bir kesiminin işçi olarak sömürülmesi vb. artık çöpe atılabilir. Nihayetinde tüketici olarak hepimiz eşitiz.

Bir eğlence kanalından, medya-eğlence sektöründen, bir film seçip seyredebilirsiniz. Günlük ne kadar film tükettiğiniz, tükettiğiniz filmlerin şirketin portföyünde hangi kategoriye girdiği, sizin hangi profilde bir tüketici olduğunuz, şirketin size nasıl ulaşabileceği, “sizin beğenilerinizle %95 eşleşen bir film çıktı öneriyoruz” mesajını size nasıl ulaştırabileceği hep satıcının elindedir. Ama siz bir tüketicisiniz ve tükettikçe var olabilirsiniz.

Komşunuz, arkadaşınız sizin ne tükettiğinizle ilgilidir. Onun kadar tüketiyorsanız, onunla daha da fazla eşit oluyorsunuz.

Dahası, sizin seyredeceğiniz film farklı ise, siz farklı profildesiniz ve tüketiciler farklı eğilimde olurlar hoşgörünüz olmalıdır. Erkek ya da kız arkadaşınızla film üzerine tartışmanız abestir, çünkü belli ki siz farklı tüketici profillerisiniz. Zaten başka da bir ölçüye ihtiyaç yoktur.

İşte size tüketici ve eşitlik kavramı.

Bu kadar mı? Değil elbette. Biz daha çok, okur yazar takımına (OYT) gelmek istiyoruz. Tüm bunlar, bize bu konuda yardımcı olur düşüncesindeyiz.

ALIŞKANLIKLARLA DÜŞÜNME

İnsan eğer okur ve yazar ise, elbette kavramlar onun için daha fazla önemli olabilir. Ne de olsa o kavramları sadece okumuyor, onlarla aynı zamanda yazıyordur. Kavramların sözle kullanılışına göre, yazarak kullanılışı daha ciddi bir iş gibidir.

Ukrayna savaşı patlak verdiğinde, çok sıkça duyduk: Tek yönlü bakmayın. Çok yönlü bakmak diye bir kavram her gün masamızın önüne gelmektedir. Sadece bu olay nedeni ile değil, her durumda bu kavram çok gündemdedir.

Egemenler, egemenliklerini sürdürmek için, kavramların içini boşaltmayı çok severler. Bunun için epeyce bir uzman, onların etrafındaki OYT’yi etkileyerek, bunu yapmayı görev edinmiştir. Görev derken, elbette her şeyin bir bedeli var sözünü unutmadan, dolarla karşılığını alarak. Nihayetinde onlar da tüketicidir, hem kavramların içini boşaltarak tüketmekle görevlidirler hem de bunun karşılığında elde ettikleri paralarla, marketten, eğlence kanallarından “mutluluk” artırıcı metalar almaktadırlar. Değil mi ki, insan artık bir tüketicidir.

Diyelim ki bir nesneyi inceliyoruz, dokunmadan sadece bakarak. Elbette bir ön yüzünden bakmışsak, bir de arka yüzünden bakmalıyız. Bunu çoğu insan yapar. Ama bu nesnenin altını kaldırıp bakmak ya da o nesneye üstten, kuş bakışı bakmak daha az yapılır. Böylece nesneye daha fazla “çok yönlü” bakmış oluruz.

Yetmez, ona dokunuruz. Böylece nesneye bakışımız daha da ilerlemiş olur. Onu tadarız, onun sesini dinleriz vb.

Ama yine de, bize o nesneyi anlamak için başka müdahaleler yapma işi çıkar. Onun hareketini inceleriz, zaman içinde değişimini gözleriz, yapısını anlamaya çalışırız vb. Şimdi, dış görünüşten öze doğru bir yolculuğa çıkmış oluruz.

Diyelim ki, bir yerde bir savaş var. Ukrayna’ya karşı Rusya bir operasyon başlatmış. Daha ilk anda, ilk haberlerle birlikte “Rus işgali”nden söz etmek, çok yönlü bir bakış mıdır?

Dün Kazakistan’da bunu yaşamıştık ve işgalci Rusya, Kazakistan’dan artık çıkmaz idi. Oysa öyle olmadı. Ama bununla bir bağlantı kurmaya gerek yoktur.

Emperyalist propaganda makinası büyüktür ve işlemeye başlamıştır.

Artık bu makinanın kustuğu bilgiler, her türlü propaganda için malzeme olarak kullanılmalıdır. Bunun dışında birisi, bir başka gerçekten söz ederse, o mutlaka, “tek yönlü” bakmak ile suçlanmalıdır.

Ukrayna halkının özgürlüğü ne olacak?

İyi ama, Ukrayna’ya Neonaziler taşınırken, orada üç bini çocuk olmak üzere binlerce insan katledilirken, bu özgürlük yok muydu? 2014’te darbe gündeme geldiğinde Ukrayna halkının iradesine saygı neredeydi? Ukrayna’da NATO askerleri, İngiliz, Kanadalı, ABD’li uzmanlar Neonazi kampları kurup, onları eğitirken, sokaklarda çıplak vücutları ile insanlar direklere bağlanırken, insan hakları neredeydi?

Bize çok yanlı bakın, siz tek yanlı bakıyorsunuz diyorlar.

İyi ama, biz Batı dünyasının haberlerinin %90’ını tedarik eden, servis eden 4 büyük tekelci ajansın haberlerini zaten izliyoruz, sizden farklı olarak Rus ve Çin kanallarını da izlemeye başladığımız için mi, tek yönlü bakıyoruz? Yoksa siz, sadece ABD, Alman, Fransız, İngiliz kanallarını izlediğiniz için, siz tek yönlü bakıyor olmayasınız?

Egemenlerin borazanları, ideologları, basındaki yazarları vb. birer taraf olarak savaşın bir parçası olarak açık tutum alıyorlar. Bu doğası gereği de böyledir. Irak savaşında, birçok yalan üzerinden işgal gerçekleşmiştir ve hâlâ ABD askerleri Irak’tadır. Savaş sırasında “eklenmiş gazeteciler” olarak isim koyarak medya bombardımanı gerçekleştirdiler. Sonunda gerçekler ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, aslında bu emperyalist propaganda aygıtı, gerçeği tümden saklamaktadır. O zaman da bize “yoksa siz Saddam’ı mı destekliyorsunuz” diye sorma cesaretini gösterenler, bu aynı OYT idi. Oysa ABD saldırıyordu, Saddam, ABD’nin oradaki eskimiş uzantısı idi. Ve şimdi, bu gerçek çok daha net açıktadır. Bir milyon Iraklı ölmüştür, sakat kalanlar vb. üstüne konulmalıdır. Irak yerle bir edilmiştir. Ve tüm bunları yapan ABD olduğu hâlde, NATO olduğu hâlde, şimdi bize NATO’nun demokrasinin garantisi olduğunu söylüyorsunuz. Yoksa siz gerçekleri gizlemek, gerçeği karanlıkta bırakmak için özel çabalar gösterenlerden olmayasınız?

Emperyalist propaganda aygıtı, yukarıda anlattığımız gibi kavramları iğdiş etmektedir. Bunun üzerine siyasal amaçları, savaş için hedefledikleri amaçları koyun. Ve karşımıza, böylesi bir karanlık olarak çıkmaktadırlar. Ve üstüne üstlük onlar özgürlükçü, onlar demokrat oluyor, biz ise diktatörleri savunan, biz ise özgürlüğü reddeden oluyoruz.

NATO ile, hangi anlayışla ifade edilirse edilsin demokrasiyi yan yana getiren bir akıl, düşünme yeteneğini kaybetmiş değil ise, hileli bir akıldır.

Burjuva demokrasisinin (ne demek ise artık, biz burjuva demokrasisinin tekelci polis devleti olduğunu söylüyoruz) beşiği diye ilan edilen Batı dünyası, NATO ile birlikte tüm özel savaş mekanizmalarına sahiptir. Hitler faşizminin tüm dişlileri bu devletlerde vardır. Ukrayna süreci, bu özel savaş aygıtlarını, tüm dünyada, tüm Batı’da ortaya çıkarmaktadır. NATO, içeride de, dışarıda da katliam demektir. NATO’yu özgürlük ve demokrasi ile yan yana koyabilmek, ancak ve ancak, egemenlerin aklı ile düşünmek ile mümkündür.

Bu nasıl bir özgürlük ve demokrasi anlayışıdır ki, Yemen’de unutuluyor? Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, bugün içinde yaşadığımız ülkede unutuluyor? Ülkemiz tarihinde NATO’nun bulaşmadığı katliam var mıdır? Tarım sorunundan, eğitim sorunundan söz edenler, acaba Batı emperyalizminden söz etmeden durumu açıklayabilirler mi?

NATO, Ukrayna’daki katliamların, tüm sürecin içindedir, baş rolündedir. İdeologlar, burjuva kalemşörler, bunların açık savunucularıdır. Onların cephede gördüğü işi, cephe gerisinde görmek üzere savaştadırlar, savaşa dahildirler. OYT ise, onlardan aldıkları bilgilerle, utanmadan, bize dönüp, demokrasi, özgürlükler, çok yönlü bakmak gibi erdemlerden söz ediyorlar.

Sizin için, ölen her işçi, öldürülen her kadın, ölen her Kürt, egemenlerden olmayıp da ölen her insan, Batı demokrasisi için gerekli kayıplardır. Sizin için, hapse atılan her öğrenci, hapse atılan her işçi, bir teröristtir. Ukrayna’da öldürülen her çocuk Batı demokrasisi için gerekli ölümlerdir. İyi ama özgürlük ve demokrasi konusunda neden bu kadar konuşmakta heveslisiniz?

Buyurun açıktan NATO’yu savunun.

Buyurun açıktan ABD egemenliğini savunun.

Konu OYT olunca, iş biraz daha derine inmektedir. Kaldıraç’ın Nisan 2022 sayısında “NATO tedrisatı” diye dile getirdiğimiz gerçek önemlidir. NATO bakış açısı, sadece bu tedrisattan doğrudan geçmiş olanlar için değil, OYT için de etkilidir.

Günlük yaşamda birçok OYT, sizinle konuşurken, sanki düşünüyormuş gibi fikir dile getirmektedir. Oysa birçok durumda bu, düşünme değildir. Siz ona bir soru sorarsınız, aldığınız yanıt, karşınızdakinin düşünerek verdiği bir yanıt değildir.

Daha çok alışkanlıklarla düşünme eğilimi diyebileceğimiz bir hâl vardır. Bir çeşit formatlanmadır bu. Toplumsal kültürün, egemen kültür olduğunu, egemenin baskın olduğu bir kültür olduğunu biliriz. Örneğin, kadın ve erkek ilişkilerinde, ister kadın olsun ister erkek, ortalama bakış açısının egemenin bakış açısı olduğunu, onunla şekillendiğini biliriz. Erkek egemen kültür, aslında egemenin kültürüdür. Birçok erkek, egemene karşı olduğu hâlde, bu kültürü genlerinde taşır. Aynı şekilde birçok kadın için de bu geçerlidir. Gerçek anlamda bu egemen ideolojiden kurtulmak, ancak devrimle, egemeni devirmekle, kurulu düzeni yıkmak ve yerle bir etmekle mümkündür. Elbette biz bu egemen kültürü reddederiz, ona karşı savaşırız. Aslında reddettiğimiz zaman, o kültürün etkisinden kurtulmuş olmayız, ama ona karşı savaştığımız zaman, bu kültürün uzantılarına karşı savaşmayı da öğreniriz, hem o egemen kültürü daha derinlemesine kavrarız hem de onun etkisinden o ölçüde kurtulma olanağını elde ederiz.

Sıradan insanlarda da egemen olan kültür, egemenin kültürüdür ve onunla savaşmadıkları sürece, onunla yüzleşemezler de.

Bu egemen kültür, düşünme kalıplarını da oluşturur. Bu nedenle birçok insan, sizinle konuşurken, aslında gerçek anlamı ile düşünmez, sadece alışkanlıklarla düşünür. Buna düşünmek demek zordur elbette.

Siz Amerikalı bir generalin, Ukrayna’da esir düştüğünü söylerseniz, bunu TV kanallarında görse dahi, ilk tepkisi bu propagandadır olur. Burada düşünmüyordur. Oysa aynı kişi, örneğin Zelenski’yi dinlerken onun söylediklerinin, Biden’ın söylediklerinin propaganda olduğunu söylerseniz, “bunlar gerçekler” diye yanıt verecektir. Biden, bir konuşmasında, ABD’deki enflasyonun, aslında Ukrayna savaşından kaynaklı olduğunu söylediğinde, Amerikan halkı, buna inanır, iyi ama işadamları, tekeller ve onların yöneticileri gerçeğin böyle olmadığını bilir.

Emperyalist propaganda, karanlıktan besleniyor. Bu karanlık, aslında düşünme alışkanlıkları oluşturuyor. Bir psikolog hastasına “alışveriş yap mutlu olursun” derken, aslında alışkanlıkları ile düşünüyordur. Yoksa, düşünüyor olsa, zaten o kişinin alışveriş yapmakta olduğunu bilir. Bir çeşit düşünmeme hâlidir bu. Sinir bozucudur ama düşünen insan için öyledir. Egemenlerin her yol ve kanalla tekrarladıkları sözleri, uygun bir anda bir kişinin farkında bile olmadan size anlatıyor olması, aslında düşünme eyleminin gerçekleşmediğinin kanıtıdır.

Tüketim toplumu ideolojisi ile sürekli bombardımana uğrayan beyinler, en sıradan, günlük bir durumda bile, fikirlerini ezberlenmiş kalıplarla vermektedir. Sevgisini belirtmek için, reklam filmlerinden alıntılar gibi konuşulmaktadır. Çocukları ile ilişkilerinde, arkadaşları ile ilişkilerinde hep bu kalıplar vardır ve bu alışkanlıkla düşünme eğilimi oldukça yaygındır.

Çoğunlukla sorulan soruya verilen yanıtlar, alışkanlıkla düşünme çerçevesi içindedir.

İşçilerin eylemleri gündeme geldiğinde, kişiye düşüncesini sorarsanız, alacağınız yanıt, bununla devrim olmaz şeklindedir. Öğrenilmiş bir kalıptır bu. Aslında demek istediği ben bir şey yapmak istemiyorum olarak okunabilir. Oysa daha kendisine düşüncesi sorulmuştur, hepsi budur. Ama yanıt “bilmiş” bir yanıttır. Bilmiştir, çünkü ezberlenmiş bir kalıptır.

Yaşamını alışkanlıklarla sürdüren bir canlı gibi davranmaktadırlar. Sabah kalk, işe git, patrona karşı çıkma, örgütlenme, kaderine razı ol, markete git, fiyatlar artmış ise, az al, şaşır, kendi kendine kız, kimseye belli etme, evdekilere patla, onlara küfret, başka bir şey yapma. TV seyret vb. Bu alışkanlıklar, düşünme işinde de devam etmektedir.

Düşünmek kötüdür, öğrenilmiş olan budur.

Düşünen baş ağrır. Öyle ise, kafana takma, düşünme, ama her konuda bir fikrin olsun, arkadaşların sorarsa söyle, zaten diğeri de öyle söylüyor. Bunun için yeni kelimelerden oluşmuş kalıplar daha dikkat çekmektedir. Öyle ise onlardan da birkaç tane öğren. Öğren ki lazım olur tekrarlarsın. Hazırcevap olmak iyidir. Filmlerden replikler al, dizilerden haberdar ol, ama çoğunlukla beğenme. Hep beğenmediğin şeyleri izle, zaten izlemekten başka da bir şey yapma. Hele ki düşünme, o güzel kafanı yorma. Arkadaşlarını tüketici profilleri ile sınıfla, hiçbiri ile içten, samimi konuşma.

Bu hâl, bir süre sonra düşünmemek de demektir.

Kavramlar derinliklerinden koparıldı mı, yüzeyselleşti mi, iğdiş edildi mi, o kadar kullanışlı hâle geliyorlar, günlük düşünmeme hâli için uygun oluyorlar.

DÜŞÜNME ve EYLEM BAĞININ KOPARILMASI

OYT için, en önemli özelliklerden birisi, düşünme ve eylem bağının koparılmasıdır.

Eğer düşünmek, bir eylem olmaktan çıkarsa, yani alışkanlık ile düşünme hâline gelirse, bir çeşit idare lambasına dönmüş olur. O kadar ışık ile, o kadar düşünülür hesabı.

Gerisi şöyle işliyor. Farklı fikir ve görüşlerin dile getirildiği ortamlarda, fikrin bir önemi olmaması için, salt konuşma hâli eylem oluyor. Bunu da sınırlı ortamlarda yapmak mümkündür. Mesela içki içerken. Mesela bir eğlencenin ortasında. Böylesi ortamlarda, düşünme-konuşma, eylemden kopmaktadır da.

Eylem yok ise, düşünme, “yorma sen güzel aklını” moduna inmekte zorluk çekmez.

Söylenen ile yapılan arasındaki tutarlılık bozulmadan önce, işi garantiye alan şey, düşünme ile eylem bağının koparılmasıdır. Bu durumda, insanın kendisini bağlayacağı bir düşünme süreci de reddedilmektedir.

Boş konuşmak için, boş konular ele alınmalıdır. Ama işin gerçeği, hiçbir konu da boş değildir. Öyle ise, insanın kendini işin içine katmak zorunda kalacağı bir tartışma sürecinden uzak durmak gerekir. Bir kere daha işin samimi olmaması önemlidir. Samimi bir konuşma, tartışma, bağlayıcı da olabilir. Bu nedenle, genel-geçer konular konuşulmalıdır. Ne olacak bu memleketin hâli cinsinden. Memleketin hâli, konuşanların hâline gelmemelidir. Oraya geldiğinde ise, alışkanlıkla düşünme örneği, “ben ne yapabilirim” sözü imdada yetişmelidir. Aslında samimi olunsa, ben ne yapabilirim, bir şey yapma ve buna bir yol bulma isteğini ifade eder. Oysa bu hâli ile, “ben ne yapabilirim” yanıtı belli, “hiçbir şey”dir. Hiçbir şey yapamam, o hâlde ne yapabilirim ki. Sanki düzeni ben mi kurdum ki ben mi düzelteceğim demektir bu. Kendinin suçlanması durumuna önden yanıttır. Düzeni o mu kurmuştur, elbette hayır. Öyle ise, o da değiştiremez. Düzeni kuran değiştirir demektir bu. İyi ama düzeni kuran ondan memnundur ve yakınan, sorun gören, ne olacak bu memleketin hâli diyen sensin. Demek “ne olacak bu memleketin hâli”, bir kalıptır, alışkanlıkla düşünmenin örneğidir ve zaten bu durum, düşünce ile eylem bağını önceden koparmış demektir. İşin garantisi de buradadır.

İnsan düşüncesi eğer akmıyorsa, eğer dışarıya çıkmıyor ve gün yüzü görmüyorsa, mutlaka kirlenmeye başlayacaktır. Bu kirlenme, OYT’de görülmektedir. O denli bir kirlenmedir ki bu, en olmadık bir anda, OYT sol eğilimli iken, birdenbire bir gericiye dönüşmektedir. Birdenbire, olaylar karşısındaki tutumu farklılaşmaktadır. Katliam eğer Avrupa’da ise, ona karşıdır, ama Kürt ölünce birdenbire, tüm alışkanlıkla öğrenilmiş olanlar devreye girmekte ve o Kürd’ün aslında bir terörist olduğu fikri patlak vermektedir. İşçilerin sömürüldüğü ve eylemlerinin hakları olduğunu söyler, ama sıra sendika çalışmasına katılan bir beyaz yakalı arkadaşının işten atılmasına gelince, onunla birlikte hareket etmek yerine, “onun da salaklık yaptığını, çünkü işçilerin bile onun kadar ateşli mücadele yanlısı olmadığını” göresi gelir. Sanki, yıllardır aradığı bir düşünceye erişmiş gibi, bunun ateşli savunucusu olur. YemekSepeti işçileriyle dayanışmadan yanadır, bunun için bir şey yapmaz, ama siparişi geç gelince o işçiye en çok kızan o olur. Zira tüketici olduğunu hatırlar ve tüketici hakları tam da onun için yaratılmış haklardır. Motokuryelerin aslında haklı eylemler yaptığını söyler ama, araba ile trafikte iken, yanından birdenbire geçen motokuryenin ardından küfürler ederek rahatlar. Güzel kafasını yormamak gerektiğini bildiği için, trafikteki düzeni, sistemi aklına bile getirmez. Çünkü bir kere öğrenmiştir ki, eylem yapmayacaksın. Madem eylem yapmayacaksın, ona uygun düşünmek gerekir.

Ellerinden gelse, tümden eylemsiz bir yaşamı isterler, tuvalete gitmese, okumasa, konuşmasa vb. İyi ama, ya zevkler, güzel yemekler yemek, Netflix’ten bir film satın alıp izlemek, seks ile arkadaşlığını tüketmek, zamanı boş boş tüketebilme özgürlüğünü hissetmek, alışveriş yapmak, bunlar da eylem sayılır. Sonuçta yaşamak gerek. İşte bu nedenle, tümden düşünmeden de olmuyor.

Değil eylemlerinde risk almamak, değil söylerken konuşurken risk almamak, düşünürken de risk almamak eğilimi böyle doğuyor.

Büyük kirlenmedir bu.

Bu kirlenme, karanlıktan beslenen sistemin yarattığı karanlığı kanıksamaktır da.

İşçilerin, kadınların, gençlerin eylemleri, en çok bunların dikkatini çekiyor, ama en çok da bunları ürkütüyor. Her eylemde, bir durma noktası, bir sınır arıyorlar. Her eylem polis barikatından geri dönünce, “bak gördün mü, ben haklıyım, böyle olmaz” demekten kendilerini alamıyorlar.

Arada, ortada, tarafsız durmaları ile övünüyorlar. Eylemsizliğe methiyedir bu.

Şimdi dünya, yeniden sınıf savaşımının yükselişine sahne olmaya başlamıştır. En çok bunlar kırılacak, dökülecektir. Çünkü artık bitti, ortada durulacak yer kalmamıştır. Egemen için orta yoktur. Kendinden olan, olmayan vardır. Bunlara bizim önerimiz, tez elden, kıymetli hayatlarını korumak için, egemenin saflarına katılmalarıdır. Ama bu da onlar için bir koruma kalkanı olmayacaktır, zira egemen, ilk onları cepheye sürecektir. Egemenin yanında pasif durmak yoktur. Solcuların yanında pasif durabilirsin. Ama egemenin yanında bir iş alman gerekir ve bunun sonu yoktur.

Yanılsama

Sağ ayağı hafif uyuşmaya başlayınca yerlerini değiştirdi. Üçlü kanepenin ortasına yerleşip ayaklarını ara sehpaya uzatıyordu. Konu sinemaya geldiğinde en az yüz kez izlediğini söylediği filmi açmış büyük ekran televizyonda izliyordu: 14’üncü defa.

Gözlerini nadiren kaldırıp büyük ekrana bakıyor çoğunlukla elindeki küçük ekrana indiriyordu. Sırtındaki üçte biri Marmara Denizi ve ardındaki yarımada manzarasından oluşan büyük pencerenin, sağındaki açık mutfağın ve solundaki kısa ve geniş koridora açılan kapının sınırlarını belirlediği salon filmin kaliteli sesleri ve telefondan gelen ‘bing’ sesleriyle doluyordu.

Filmin en sevdiği sahnesine geldi:

>> … maskeli bir adama kim olduğunu sormandaki çelişkiye dikkat çekiyorum. <<

‘bing’

“Bugün ev arkadaşımın doğum günü. Dansa gidecez, belki başka bir gün. Hem adın ne senin?”

Kahverengiye çalan kırmızı; kekre soğuk çayından bir yudum alıp, önündeki kutuyu açtı.

>> Görünüşte kaderin cilvesiyle hem kurbanı hem de suçluyu oynamak zorunda kalan vasıflı bir vodvil oyuncusuyum <<

Yuvarladığı tütünün içerisine kattığı kökleri kokladı. Bu sefer aldığı otun kokusu daha iyiydi. Sağ eliyle mesaj yazarken sol elinde tuttuğu rulo kâğıdın bir ucunu diliyle ustaca yaladı. İyice kapatıp, çakmağı altında gezdirdi. Yandaki tekli ikea koltuğa uzanıp kül tablasını önüne çekti. Sigarasını yaktı.

>> Gördüğün bu çehre sadece görünüşümün gizlenmesi değil… <<

Ciğerine çektiği dumanı bir süre bekletip tavana doğru üfledi. Omzunu kasıp, kafasını geriye doğru yatırdı, camdan dışarı baktı bir süre.

‘bing’

“İngiltere kralına suikast planladım diyorsun yani. 400 yıl önce, başarısız. Gerçek bir adın yok mu Fawkes?”

‘bing’

“Yüzünü tam göremiyorum. Nasıl emin olabilirim Guy Fawkes olduğundan jhfdssfgda”

Telefonu çaldı. Arkadaşına onunla spordan sonra buluşacağını söyledi. Telefondayken eşyalarını toplamaya başladı. Çantasını yanına koyup filmi devam ettirdi.

>> Uzunca süre maske takarsan altındaki kişiliği de unutursun… <<

Uygulamanın profil kısmına geçti. Birkaç soruya cevap verdi. En ilgi çekici cevapları vermeye çalıştı. Kuralı yok; her şeyi denemeye açıktı. İşaretlediklerine göre sevmeyeceği biri, birileri, bir şeyler yoktu.

Sonra yüzde 90 ve üstü oranda eşleştiği herkesi sağa attı.

‘bing’

“Boş ver ya ben engellemiim seni. Bi yerleri patlatma işin vardır. Hem hiç yüz yüze görüşmeyelim, başıma bela olma :()”

Kız son iki mesaja cevap vermeyip yazmayı kesti. Jenerik akarken filmi durdurup, televizyonu kapattı. Çantasını omzuna alıp evden çıktı.

3-4 sokak ilerde giriş katta bulunan spor salonunda bir kişiyle selamlaştıktan sonra ağırlık çalıştı. Aynada kendisine baktı. Az çalışmasına rağmen göğsündeki gelişmeyi fark edebiliyordu. Hızlı bir duş alıp saçlarını kuruttu.

Dışarı attı kendini. Hafif tempoda yürüyerek Khalkedon’da bekleyen arkadaşının yanına geçti. Bir eli omzundaki çantasında, sağ eliyle arkadaşının eline çaktı ve tuttu. Birbirlerini çekip hafif bir sarılmayla selamlaştılar.

Ufak bir arayıştan sonra her zaman oturduğu yere götürdü arkadaşını. Aylardan sonra oturmanın şerefine içtiklerini saymamaya karar verdiler. Bunu yapmak kolay gelebilir ama Koray için; şınav sayan, saat sayan, bölüm sayan, gün sayan, ritim sayan, para sayan, mesafe sayan, kalori sayan, nabız sayan, sayan adam için değildi. İçtiklerini de saydı bir süre.

Uzun bir süre arkadaşına işyerindeki projeleri, izlediği filmleri, yaptığı egzersizi anlattı. Hâlâ içtiklerini sayarken, beşinci içkisini yudumlarken, “Nasılsın?” diye sordu arkadaşı.

Beşinciyi bitirene kadar sessizleşti masa. Arkadaşı da kendi içine gömülmüştü. Kendi sorusunu cevaplıyordu içine doğru. Koray’ın ne diyeceğine, nereden başlayacağına, nasıl cevap vereceğine dair bir fikri yoktu. Burada saymayı bıraktı.

Bir vampir gibi yaşadığını anlatmak istedi. Sanki hiç ölmeyecekti ve seveceği her insan ondan önce ölecekti. Her merhabası, içine bir yara bırakacaktı. Eninde sonunda göğsünü her açtığı, bir gün kaybolacaktı. Her başlangıç bir ölüm.

O yüzden geceleri daha rahattı. Hem daha az karşılaşıyor ve hatta daha az tanık oluyordu. Gecenin bir tehlikesi yoktu.

Neyi anlatacaktı ki? Yutkunamadığını, sürekli nefes aldığını ama ciğerindeki havayı bir türlü boşaltamadığını mı?

Arkadaşı elindekini dikti. Omzuna dokunup; “İyiyiz, çook iyiyiz dostum” dedi. Koray, sarhoşluğun ve iki defa iyi kelimesini duymanın etkisiyle iyi olduğunu ama mutluluğun ne demek olduğunu unuttuğunu söyleyip konuyu kapattı.

36 yıllık ömründe hiç mutlu olmamış değildi adam. Ama her mutluluğunun ortak noktası bir gün bitmesiydi. 36 birimlik sayı doğrusu kesik kesik yeşillikler dışında gri ve siyahtı.

Sonraki içkilerde o yeşilliklerden konuştular. O yeşillikler adamı yaratmış, bugüne getirmişti. Olduğu adamı konuştular, atıldıkları kavgaları, polisten kaçışını, kovalayışını, bir kadını sevişini, kaygısızlığını, korkusuzluğunu, mutluluğunu…

Siyahları sildi, grilerden sıkıldı. Adam, belki bir daha asla yapamayacağı tatlı anıları anlattı.

Görüşü kaybolana kadar içtikten sonra arkadaşının desteğiyle eve gitti. Kanepeye sızdı.

Sonraki gün gözlerini arkadaşının bilgisayara yapıştırdığı nota açtı. “Buzdolabında soda ve limon var. İç, iyi gelir. Kendine dikkat et.”

Hızla kalkıp biraz sallanarak lavaboda yüzünü yıkadı. Bir tane limonu ikiye böldü. Sodadan biraz içip limondan ısırarak ağzında karıştırdı. Hemen bilgisayara geçip çalışmaya başladı. Tüm günü yarı sersem, yarı sarhoş geçirdi. Mide bulantısını ve baş ağrısını geçirmek için kahve ve ağrı kesici içti.

Akşama doğru yaptığını mail attı ve yatağa geçip bir daha sızdı. Saatlerce uyudu.

Tatil gününe uyanmak Koray’ı biraz daha canlı hissettiriyordu. Aşağı inip her cumartesi gittiği yerde kahve içti. Eskiden tanıştığı bir kıza mesaj attı. Kahvaltıya çağırdı.

Ne yaptıklarına, nasıl olduklarına dair kısa bir sohbetten sonra, kadın adama neden iletişimlerinin kesildiğini sordu. Adam biraz serbest takılmak istediğini, daha ileri bir yakınlık istemediğini söyledi. Bundan çekindiği için aramamış, kadının mesajlarına kısa cevaplar vermişti.

Her limanda bir sevgili klişesini yapabilecek bir adam değildi Koray. Elindeki uygulama bir liman değil, görüştüğü insanlar da sevgili değildi zaten. Kadın da adamdan adanmışlık veya fedakârlık beklemiyordu. İlk gördüğünde etkilenmiş, güzel vakit geçirmişti. Bunun için iletişimi sürdürmeye çalışmış, adama ilgi göstermişti sadece. Adamın tavırlarına anlam verememiş, sadece saygı bekliyordu.

O gün adamın eve davetine karşılık bu ilgisini ve açıklık beklentisini anlattı. Adam o günü geçirmek için lafı her ne kadar dolandırsa da kendi isteğini ifade edemedi ve kadının sorularına cevap vermedi. Kadın geri adım atmayınca adam daha sonra görüşmek üzere vedalaştı.

‘bing’

“Koray Kadıköy’deyim. İşim yok, buralardaysan görüşelim.”

Geçen gün görüştüğü arkadaşı yazınca, yanına geçti. Arkadaşının son görüşmeden aklı kalmış, onu merak etmişti. Ayık kafayla nasıl olduğunu sordu. Koray’ın cevabına inanmayan arkadaşı ısrarcı oldu. İçerken anlattıklarını sordu.

Adam bütün soruları geçiştirip eve döndü. Çok sinirlenmişti. Sarhoşken zaaflarını anlatmış, açık vermişti arkadaşına. Arkadaşı da ilk fırsatta yüzüne vurmuştu zaten. “Oğlum ne istiyorsun lan bu hayattan?” sözleri çınladı kulaklarında. Tekrar tekrar bu soruyu duydu. Arkadaşının haddini aştığını düşünüyor ama bu sorudan kurtulamıyordu.

Koltuğa oturdu, kutuyu alıp ayaklarını uzattı. Bir sigara sardı. Yakmadan kül tablasına koydu. Bilgisayarı aldı koynuna ve yazmaya başladı. Yazdığı mesajı şifreledi ve şifresini 30 yıla kadar kendisinin dahi açamayacağı bir şekilde ayarladı. 30 yıl sonra dosya açılacak ve kendisine mail olarak gelecekti.

Son bir kez okudu yazdığını: Ne mi istiyorum? Bu mail açıldığında haber okurken endişelenmemek, iğrenmemek, yorulmamak, kaybolmamak istiyorum. Evden gündüzleri, isteyerek, gönül rahatlığıyla, keyifle dışarı adım atmak istiyorum.

Çiğnediğim yemeğin tadını, içtiklerimin ferahlığını alırken suçluluk duymamak istiyorum. Bundan 30 yıl sonra çocuğum olmasın ama her yerde mutlu çocuklar ve insanlar olsun istiyorum. Sabahtan akşama kadar onların heyecanını dinlemek istiyorum.

Çile çekmeden istediğim yere varmak; trafik çekmemek, pasaport göstermemek istiyorum. Kendi hapishaneme kira vermemek, hapishane sahibi olmamak, istediğim yerde yaşayabilmek, bir merhabayla yatıya kalabilmek istiyorum.

Ön şartsız, korkusuz sevmek…

Ne mi istiyorum? Gözlerimi son kez kaparken yaşadım, ben de geçtim bu devrandan diyebilmek istiyorum. Bunu istiyorum.

Dosyayı kalıcı olarak sildi bilgisayarından. Sigarasını yaktı. Bilgisayarını yana koyup, “Somewhere over the rainbow” açtı.

Gözlerini yumdu. Sırtı pencereye dönüktü.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...