Ana Sayfa Blog Sayfa 68

Hiper sömürü ve artık nüfus

BAHADIR ÖZGÜR, 10 Mayıs 2022 Birgün

Türkiye kapitalizmi daha fazla artı değer için daha fazla artık nüfusa ihtiyaç duyuyor artık. Bu artık nüfus da hızla toplumun orta katmanlarından devşiriliyor.

Derler ya hani, “böylesi ancak savaşlarda olur” diye. Prof. Erinç Yeldan tam da bunu anlatan bir resim koydu önümüze. BirGün gazetesinde 3 Mayıs günü yayınlanan Havva Gümüşkaya’nın röportajında sunduğu veriler, istatistiki birer sonuç olmaktan ziyade, bir ‘iç savaş’ tasviri gibiydi. Muharebenin taraflarını, ortadaki ganimeti, mağlubu-galibi açık seçik ortaya koyan bir büyük resimdi.

Prof. Yeldan’ın hazırladığı grafiği tekrar hatırlayalım.

2019 yılından sonra ülkede üretilen değerin bir avuç sermayedarla milyonlarca emekçi arasında nasıl paylaşıldığını görüyoruz. Daha doğrusu paylaşım demek hafif kalır. Zira emekçilerin aldığı pay yüzde 31,2’den yüzde 26’ya inerken, sermayenin payı yüzde 56,2’den yüzde 64’e fırlamış. Bu kadar kısa zamanda, bu denli büyük bir gelir transferinin ancak, “emeğin hiper sömürüsü ve spekülatif rantlara dayalı servet transferi” sayesinde gerçekleşebildiğini belirtiyor, Yeldan.

Bir süredir Prof. Korkut Boratav da benzer şeye dikkat çekiyordu zaten. Emekçiler aleyhine, “Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir bölüşüm şoku” yaşandığını söylüyordu.

Bölüşüm manzarasını tamamlayabilecek bir grafiği de aktaralım şimdi. Borsa İstanbul’a açık şirketlerin bilançolarından yapılan hesaplama, cephenin karşı tarafının durumu hakkında bir fikir veriyor:

Türkiye’de en alt sınıflara yapışık olmaktan çıkıp, toplumun orta katmanlarını da içine çeken yoksullaşmanın sebeplerini buralarda aramak lazım. Nitekim yoksulluk gelirin adil paylaşılmamasının değil, gelirin adil paylaşılmamasını garantiye alan emek rejiminin bir parçasıdır. Esnek, güvencesiz bir emek rejiminin işlemesi, ancak ve ancak toplumun geniş kesimleri yoksullaştırılarak sağlanabiliyor çünkü. Türkiye kapitalizminde son 20 yılda yaşanan en önemli kabuk değişimlerinden birisi bu. Ve AKP’nin de hakkıyla yerine getirdiği başarılı bir politika.

Sermayenin aldığı payı büyüten hiper sömürü yaygın bir yoksullaştırmayla beraber gerçekleşiyor çünkü. Türkiye kapitalizmi daha fazla artı değer için daha fazla artık nüfusa ihtiyaç duyuyor artık. Bu artık nüfus da hızla toplumun orta katmanlarından devşiriliyor. Orta sınıfların ani çöküşüne, liyakatsizliğe, diplomaların geçerliliğini yitirmesine ya da yaşam tarzının yok edilmesine dair isyanlar, tahripkar dönüşümün gündelik yaşamdaki tezahürleri. Lakin bölüşüm şokunu ıskalayan, sebebini sermayenin artık nüfus ihtiyacında görmeyen; meseleyi iktidarın kötü tercihleri, torpil vs. ile sınırlayan bir siyasetin de kederli bir isyan olmaktan öteye geçemeyeceği muhakkak. Siyasal İslamcı zorbalıkla irili ufaklı bütün sermaye kesimlerinin ihtiyacının etle tırnak olduğu en önemli yer burası. İkisini birbirinden ayırarak bir çözüm üretilemez.

PEKİ NEDİR ARTIK NÜFUS?

Hakim iktisat düşüncesine yabancı bir kavram. Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin artı değerle beraber hayati bir yapı taşı. Genel geçer iktisatta nüfus ile ekonomik büyüme arasında da bir bağ kuruluyor kuşkusuz. Düşük nüfus hızının problem olduğundan veya genç, eğitimli, vasıflı nüfusun öneminden filan bahsediliyor. Oysa artık nüfusun artmasıyla, nüfusun artması apayrı şeyler. Yani normal nüfus artmasa da artık nüfustaki artış büyük boyutlarda olur.

Marx, Kapital’de “Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesi yaratır” der. Tüm zamanlara ait değil, kapitalizme özgü bir nüfus yasasıdır. Emek piyasasının bir nevi balans ayarıdır. Kriz dönemlerinde çalışanlar üzerinde baskı kurar, üretimin hızlandığı zamanlarda ise emekçilerin fazla pay taleplerini dizginler.

Marx artık nüfusu alt gruplara ayırır: Akıcı, saklı, durgun gibi. Akıcı nüfus; teknolojik vb. gelişmelerin sonucu işsiz kalır veya yeniden işe dahil olur. Saklı nüfus; çoğunlukla ev içi emek, küçük aile işletmeleri ve tarımdadır. Durgun nüfus ise kötü şartlarda minimum ücretle çalışanları, uzun süre işsiz kalıp yılanları, umudunu kesenleri vs. kapsar. Sermaye için “bitip tükenmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü kaynağı”dır. Sermaye birikim süreciyle ilişkili olarak çöken yeni alanlardaki fazla nüfusla da yakından ilişkilidir. Düzensiz, esnek, güvencesiz, eğretidir.

İşte AKP’nin özellikle faiz-kur-enflasyon politikalarıyla beraber artırdığı servet transferleri, aynı anda gerçekleşen paranın değersizleşmesi, durgun artık nüfus havuzuna yönelik korkunç bir emek tahkimatına dönüşmüş durumda.

Hizmet sektöründeki ucuz emek patlaması, 200’den fazla üniversite açıp mezunlarının buralara mecbur bırakılması, milyonlarca gencin ne işte ne eğitimde ne de herhangi bir kamusal faaliyette yer almaması, eğitimli-eğitimsiz emeğin vasıfsızlaştırılması, pek çok esnafın pandemide zora düşüp, kur şokunda kuryeliğe geçiş yapması, durgun artık nüfusu hızla büyütüyor. Orası büyüdükçe çalışanın da, çalışmak isteyenin de, “bu ücrete hayatta çalışmam” diyenin de emeği değersizleşiyor. Ortalama ücret, asgari ücrete yaklaşıyor böylece ve tek bir ücret rejimi, emek rejiminin mutlak dayanağı haline geliyor.

Geleceğe dair de bir şeyler anlatıyor gelişmeler bize. Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar sınıfların keskinleştiği bir topluma dönüşüyor esasında. 6 milyona yakın kamu çalışanı ve tarımdaki istihdam hariç, 2009’da 7.5 milyon olan ücretli emekçi sayısı bugün 13.7 milyona ulaştı. Ücretli emeğin işgücüne oranı yüzde 32’den yüzde 41’e; istihdama oranı ise yüzde 37’den yüzde 47’ye yükseldi. Normal nüfus artışı hızıyla kıyaslandığı zaman, yoksullaşmanın ve sınıf değişiminin hızı dikkate değer bir inceleme konusu.

Haliyle sadece 20 yılın enkazına değil; siyaseti de düşünme biçimlerini de toplumsal davranış kalıplarını da değiştiren/değiştirecek bir geleceğe de bakıyoruz…

Toplumsallaşan ergen tutumlar, melankoli ve erişkinliğin sınıfsallığı

“Bu ikisi, ayrılacaklarına pek de üzülmüyormuş gibi görünüyorlar. Eğer Wendy ayrılığı umursamıyorsa, Peter kendisinin de umursamadığını gösterecekti Wendy’ye.

Aslında umursuyordu tabii Peter. Her zamanki gibi her şeyi berbat eden yetişkinlere öyle bir öfke duydu ki, ağacına girer girmez her saniyede yaklaşık beş olmak üzere, hızlı hızlı solumaya başladı. Bunu bilerek yapıyordu; nedeni de, Düşler Ülkesi’nde şöyle bir özdeyiş olmasıydı: Her soluk alışınızda bir yetişkin can verir. Peter da intikam alırcasına, yetişkinlerin kökünü kazımaya çalışıyordu.”[1]

Her şeyi berbat eden yetişkinlere karşı büyümek istemeyen bir çocuk, bir ebedi ergen; J. M. Barrie’nin Peter Pan romanının baş kahramanı. Çocukluğunun ve kayıplarının yasından kaçınan, çareyi büyümenin yasak olduğu Düşler Ülkesi’ne kaçmakta arayan, adeta düşlemlerine sığınan bir yaslı ergen; Peter Pan. Tıpkı yukarıdaki sahnede olduğu gibi ayrılıklardan ve dahası ayrılığa dair hislerinden kaçmaya çalışan bir daimi ergen…

Ergenlik; aslında bir yas sürecidir, bir kopuş, bir ayrılıktır, büyük bir dönüşümdür; sonu belirsiz ve kaygı verici bir dönüşüm. Çocuk olmanın tüm ayrıcalıklarının terk edildiği, bedensel dönüşümlerin ruhsallığı çocukluktan kopuşa zorladığı bir kayıp sürecidir. Ergenlikte kaybedilen, çocukluk bedenidir, çift cinselliktir, erişkin bir bedene geçiş süreciyle artan bastırmayla birlikte kaybedilen ödipal nesnelerdir, artık çocuksu nesneler yitirilecek ve dışarıda yeni arzu nesneleri aranacaktır. Çocukluktan erişkinliğe geçişin yolu, ne yazık ki ayrılıktan geçmektedir.

Peter’in aksine tüm çocuklar büyümek istemektedir; çünkü büyüdüklerinde ebeveynlerinin baskısı olmadan istediklerini yapabileceklerini düşünürler, adeta büyüdüklerinde haz ilkesinin egemenliğinde yaşayacaklardır. Ancak bu düşlemin hayalkırıklığıyla sonuçlanması uzun sürmez; çünkü büyümekle birlikte gerçekliğin soğuğu yüze çarpacak ve haz ilkesi yerini gerçeklik ilkesine bırakacaktır. Dolayısıyla erişkinlik, haz ilkesinden gerçekliğe geçiştir. Belki de bu ergenliğin, dayanılması en güç yaslarından biridir. Adeta düşlemlerin yitimi gibidir. Çocuksu hayallerimizin yitimidir. Çünkü bir yanıyla doğrudur, hele ki sınıflı bir toplumda büyümek; kaybetmek, kaybettiklerinin acısını çekmek, vazgeçmek ve en sonunda unutmaktır. Belki düşlerini dahi unutmak…

Bu yönüyle Peter Pan, büyümeyi kendine ve kendisi gibi ihmal edilmiş diğer çocuklara yasaklayarak Düşler Ülkesi’ne kaçmakta haklı görünmektedir. Ancak yastan kaçsa bile kaybettiklerinin -dahası terk ettiklerinin- acısından kaçamamıştır. Freud’un “Yas ve Melankoli” isimli makalesinde tarif ettiği şekliyle “yas, her zaman sevilen bir insanın ya da ülke, özgürlük, ülkü vb. gibi insanın yerini almış olan bir soyut kavramın kaybına tepkidir.[2] Ancak melankolide, kişi adeta kaybettiğinin kim olduğunu bilmemektedir, ya da kaybettiğini bildiği kişide neyi kaybettiğini bilmemektedir. “Yasta yoksul ve boş hale gelmiş olan şey dünyadır; melankolide ise bizzat ego. Hasta bize egosunu değersiz, herhangi bir şeyi başarmaktan yoksun ve ahlaki açıdan aşağılık olarak gösterir; kendini suçlar, karalar ve bir yana atılıp cezalandırılmayı bekler.”[3]

“Melankolinin ayırt edici özellikleri derinlemesine acı verici bir hüzün, dış dünyaya yönelik ilginin kesilmesi, sevme yeteneğinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması ve kendini önemseme duygularının kendini suçlama ve kendini yemelerde anlatım bulacak olan azalması ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanmasıdır… Yasta kendini önemsemede bozukluk söz konusu değildir ama diğer özellikler aynıdır.”[4]

Freud, birçok vakada kişinin kendisiyle ilgili ağır eleştirilerinin, suçlama ve küçümsemelerinin, esasen hastanın sevdiği ya da sevmiş olduğu biriyle örtüştüğünü tespit eder. Melankolik kişinin kendisine yönelttiği sözler aslında öteki hakkındaki düşünceleridir; bilinçdışı biçimde, eleştirilerinde bu kadar çekincesiz ve akendisine karşı cımasız oluşunun altında da bu yatar.

Melankolik kişide, erken dönemde bozulan nesne ilişkisinin ardından, serbest kalan libido başka bir nesneye aktarılmamış, egoya geri çekilmiştir. Libido serbest kalmamış ve terk edilen nesneyle özdeşleşmede kullanılmıştır. Yani terk edilen ve kaybedilen nesne bir anlamda içe, benliğe alınmıştır. Adeta benliğin üzerine nesnenin gölgesi düşmüştür. Nesneyle ilgili kayıp, şimdi benlikle ilgili gibi yaşanmaktadır.  Dolayısıyla diyebiliriz ki melankolik için kayıp dışarıdan değil, içeriden yaşanmıştır. Nükhet Duru’nun seslendirdiği Melankoli şarkısıyla bir geçiş yapalım tam bu noktada:“Ne bir dost, ne bir sevgili, dünyadan uzak bir deli, beni sarar melankoli”. Sabahattin Ali’ye ait bu dizeler, adeta Freud’un bu makalesinden esinlenmiş gibidir; zira ilginç şekilde şarkıda yer almayan – ölçüye mi yoksa besteleyenin kayıplarına karşı dirençlerine mi kurban gittiği belli olmayan – son dize kuramı özetler gibidir: “Beni sarar melankoli: Kafamın içerisi ölür.” Sahiden de yitirilen içeride bir yerlerdedir.

‘Çağımızın hastalığı depresyon’ denilen bir zamanın içinde, insan ilişkilerindeki hallerden bahsettiğim bir yazıda elbette ki daha sonra tekrar melankoliden söz açacağım; ancak şimdi adeta toplumsallaşan ergen tutumları, ergen ruhsallığının öne çıkan yönleriyle bağlantılar kurarak inceleyelim.

Az önce söylemiştim, çocukluktan erişkinliğe geçiş, bir anlamda haz ilkesinden gerçek ilkesine geçiştir. Bitmeyen bir ergenlik hali, gerçeklik ilkesine bir karşı duruş gibidir. Yine aşk, tutku ve günümüz ilişki biçimleri gibi benzer temalar üzerinden hareket ettiğimiz bir önceki yazımda[5], şizoidleşen toplumdan söz etmiş, toplumsal ilişkilerde açığa çıkan şizoid biçimlere ve gerçekliği çarpıtmanın bir biçimi olarak yaratılan umutsuzluk ve tutku yitimine değinmiştim. Şizoid bölmede de gerçeklikle düşlemler arasında bir bölmeye gidildiğinden ve düşlemlerin bir gerçekten kaçış alanı olarak kullanıldığından bahsetmiştim. Daimi ergenler için de söz konusu olan budur. Ve benzer şekilde düşlemlere kaçışa sıklıkla başvurulur, tıpkı Peter’in Düşler Ülkesi’ne yolculukları gibi. Üstelik bugün Düşler Ülkesi’ni süsleyen bir sosyal medya zemini de vardır ve bu düşlerin gerçekmişcesine deneyimlenebileceği bir sanal gerçeklik söz konusudur. Bir anlamda, büyüyerek de küçük kalmak mümkündür.

Hiçbirimizin inkar edemeyeceği şekilde açıktır ki, sosyal medyada çocuksu şeyler yapmak, sokakta yapmaktan çok daha mümkündür. Bu açıdan düşündüğümüzde beklemediğimiz kişilerden, beklemediğimiz çocuksu paylaşımlar görmek aslında şaşırtıcı olmamalıdır. Ve yine yüz yüzeyken yapamayacağımız şekilde garip iletişim veya iletişimden kaçış biçimlerini sanal iletişimde kullanabilmek de buna iyi bir örnektir. Çokça dile getirildiği gibi, “Yüz yüze oturduğunuz birine konuşmanın bir noktasında ‘görüldü’ atmak mümkün değil” midir gerçekten de? Aslında mümkündür; fakat ancak çocuksu bir dikkat dağınıklığı ya da çocuksu bir inkar ve ortamı terk edişle mümkündür; ancak yetişkin olmak, ‘gerçek hayatta’ size koşup dolaba saklanma lüksünü vermeyecektir, size bu lüksü ancak ‘sanal hayat’ verebilir.

Elbette ki sanal ortam bir biçimiyle çocukluğa regresyondur. Bana kalırsa bu çocukluğa gerileme, bilgisayarla kurduğu ilk ilişkiyi -çocuklukla her daim bağlantılandırılabilecek olan- oyunlar üzerinden yapan X ve bilhassa Y kuşakları için çok daha geçerlidir. Z kuşağının sanal dünyayla kurduğu ilişki, içinde büyüdüğü teknolojik ortamın kapsayıcılığıyla birlikte, önceki kuşaklara göre daha çok, gerçek dünyayla kurduğu ilişkiyle iç içe gibidir. Ancak kuşaklararası aktarım sürdüğü müddetçe elbette ki sanal dünya kuşak farketmeksizin bir düşlem alanı olma özelliğini sürdürecektir.

Ergenlikte ‘boş zaman’la olan ilişki de ilgi çekicidir. Boş zaman, ergen için, libido üzerindeki baskının azalması ve doyurulmamış bilinçdışı arzuların yarattığı rahatsızlığı açığa çıkarır. Kendi düşlemlerinin mahremiyetinin ortaya çıkmaya başladığı, çocuksu düşlemlerin yerine, yeni bir bedende, artık cinselliğin ‘mümkün’ oluşunun yarattığı çelişkiler ve bunun yarattığı utançla baş etmek, boş zamanda oldukça güç hale gelir. Ergen için sıkılmak ve sıkıntı tam da bu yüzden dayanılmazdır. Bugün, gözümüzün önünde duran sürekli oyalanma hali de buna benzer bir biçimdir. Doyurulmamış bilinçdışı arzuların açığa çıkışına karşı duyulan bir rahatsızlığın emaresi. Sürekli oyalanmak, en ufak bir ‘boş zaman’ anında telefon ekranını kaydırmak ve bunu yaparken pek de eğlenir görünmemek, bağımlılıklara yönelmek, sürekli Netflix içerikleri tüketmek, sürekli görsel uyaranlar arayışında olmak, anonim sekse yönelmek, özetle hiçbir şey yapmasa bile boş durmamak. Çünkü ‘boş’ durmak, bize içimizdeki boşluğu hatırlatacak gibidir. Bu nevrotik hal, en yakın ve en belirgin şekilde kendisini pandemi döneminde göstermiştir. Zamanın ‘bolluğu’ güzel bir düş olarak durmuş, o düşe zihinlerde yapılacak onlarca iş sığdırılmış ve şükür ki hemen hiçbiri yapılamamıştır. Çünkü pandemide zaman, ritüeller eşliğinde akmamıştır, deneyimlenmeye muhtaç bir hale gelmiştir, ‘boş’luğundan çıkıp ‘var’lığıyla ortaya koymuştur kendisini.

Bu kapsamda şu dikkat çekicidir; sıkıntıyı tolere edebilecek en güçlü şeylerden biri mizahtır. Bir anlamıyla mizah sıkıntıya verilen tepkidir.  Toplumsallaşan ergen tutumlar içinde sıkıntıya tahammülsüzlük tespitini yaparken, bilhassa sosyal medya üzerinde, hemen her ‘kara habere’ karşı hızlıca gelişen mizahi yaklaşımları bu açıdan düşünmek mümkündür. Mizah, burada, örneğin Gezi Direnişi’nde olduğu gibi bir toplumsal mücadele aracı olarak kullanılmamaktadır. Daha ziyade çocuksu bir alay ediştir bu. Adeta çok ciddi bir ciddiyetsizlik halidir. Çocukluğa bir gerilemedir; zira ‘ciddiyet bir yetişkinlik işidir’.

Oyalanmaktan söz açmışken, dilimize dahi yansıyan ergen tutumlara ve bugünkü sosyalleşme biçimlerimize ışık tutması açısından ergenin dış dünyayla – dışarıdakiyle- ilişkisine dair bir alıntı paylaşmak isterim Talat Parman’dan:

“Ergenlik çıkmak zamanıdır. Çıkmak, dışarı çıkmak, bir yandan çocukluğu, bir yandan mekanı, evi terk etmek, bir yandan da aşk nesnesini evin dışında aramak demektir. Böylece dışarısı tüm yeni deneyimlerin alanı haline gelir (…) Kapıdan dışarı oynamak için çağrılan gizil dönem çocuğu yerini, “dışarıda takılmak” için çağrılan gence bırakmıştır. Çıkmak ve takılmak, aslında zıt anlamlar taşımıyorlar mı? Takılmak en iyi ergenliğe uyar ve ergenin bağlanmak arzusunu, bağlanacağı bir nesne bulma arzusunu tanımlar. “Arkadaşlarla takıldık” sözü küçük çocukların dilinde gülünç bulunur, erişkinlerin dilinde ise olsa olsa nosstaljik bir çağrışım uyandırır. Takılmak en çok ergenlerin ağzına yaraşır. Ergenler takılmak için çıkarlar. Hatta çıkmadan bile takılırlar. Kapısını kapadığı odasında  müzik, internet, televizyon, cep telefonuna takılan ergen modern yaşamın verdiği olanaklarla odasından ötekilere takılmaktadır.” (Ergenliğin Yüzleri, Talat Parman, Bağlam Yayınları, syf 148)

Ergenlik, çelişkilerin neredeyse norm haline geldiği bir süreçtir. Değil ruhsallık, ergenliğin bedensel dönüşümlerine kadar çelişkilerle doludur. İrileşen bir bedene küçük gelen bir baş, çocuksu bir yüzde kalınlaşmaya başlayan bir ses vb. Ergenlik adeta bir kaostur. Ve yasın bu süreci tanımlayan en belirleyici tablolardan biri olduğunu düşünürsek, tıpkı Melanie Klein’ın kuramında olduğu gibi, zıtlıkların bir aradalığının kavranamaması[6] depresif konumu yaratacaktır. Bu noktada zıtlıkların kavranması çözücüdür, depresif konumdan çıkışı sağlayan da budur. Bu bir anlamda yetişkinlikte diyalektik düşünbilmekle eş tutulabilir. Ancak daimi bir ergenlik halinde, tıpkı şizoidleşen toplumda değindiğim üzere, diyalektik düşünceden yoksun kalınacak ve zıtlıklarla boğuşulacaktır. Yine artan bir kararsızlık hali, ergenlikteki kararsızlıklara benzer düşünülebilir.

Bir başka biçim olarak ergen, bu değişimle -dönüşümle- baş etmenin yolunu eskiyi yıkmakta bulur. Bununla birlikte özyıkım davranışları da gelir. Ergen, çocukluğu silerek, çocuksuluğunu redderek bir sıçrama yapmaya çalışmakta gibidir. Adeta geçmişine reset atmaya çalışır. Bu, bugünkü ilişki ve oluş biçimlerindeki resetleme fikirlerine benzerdir. Çareyi, Şebnem Ferah’ın buram buram ergen melankolisi kokan parçasındaki gibi “sil baştan başlamak, hayatı sıfırlamak, her şeyi unutmak”ta aramaktadır. “Yeni ve bembeyaz bir sayfa açmak” fikrinin dayandığı bana göre sakat zemin de budur. Ötekiyle kurulan ilişkide de sıklıkla aynı yaklaşım görülmektedir. Bitenin yası yerine, reddiyesi yapılır gibidir; öteki kaybedilmemiş, aksine hiç var olmamıştır; hatta bugünün biçimiyle, silinmiş, takipten çıkarılmış ve her türlü platformdan engellenmiştir.

Ergenlik, bir yalnızlıktır, çocukluk nesnelerinden kopmuş ve yeni nesnelere özlem duyan bir yalnızlık hali. Ve yine Talat Parman’ın dediği gibi “ergen ıssızlık, tenhalık arar. Odasına kapanır, kapısını kapatır, kuytu köşelere çekilir (…) erişkinlerin gözünden ırak; ama ergenlerin gönüllerine yakın, yani yalnızlık çağrıştıran bucaklar (…) Ergenlik, sayısız mesajın kimse tarafından bulunmamak üzere yaşam denizine bırakıldığı bir dönemdir (…) Ergen şişeye kendi umudunu yazar.”[7] Ergen, yalnızlığın içerisinde ötekini aramakta; ancak bunu ıssızlığa çekilerek bulunmak arayışıyla yapar. İzi sürülmek istemektedir. Bu bir anlamıyla melankolik kişinin davranışlarına da benzetilebilir. Bu yalnızlık içerisinde ve görünme, bulunma arzusunda olma hali, yine şizoid duruma benzemektedir ve günümüz iletişiminde sıkça kendisini göstermektedir. Sosyal medyada, gizli nesneye hitaplı ve imalı paylaşımlarda, kişilerle kurduğumuz sözlü iletişimdeki açıklık sorunlarında kendini göstermektedir. İsteklerini, arzularını, kırgınlık veya kızgınlıklarını açıkça dile getirmek yerine dolaylı yollardan anlatmaya çalışmak, anlaşılmaz söz ve davranışlarla, “triplerle” kendini ifade etmek daha revaçta gibidir. İlginçtir; trip, aynı zamanda argoda uyuşturucu etkisinde olarak gerçekten kopmak anlamına gelmektedir. Bir anlamda haz ilkesine kaçış çabasıdır. Bu anlamıyla da kelime seçimi oldukça manidardır.

Garip olan, kendini açıkça ifade etmekten kaçan kişi, çoğu zaman hislerinin ve düşüncelerinin anlaşılmasından kaygılanmaktan çok, bunları dile getirmekten kaygılanır gibidir. Çocuksu bir biçimde, sözlerinin sorumluluğunun ağırlığından kaçınır. Söylemeden anlaşılmak ister. Bulunmak ister. Sezdirmek ister. Ve muhtemelen anlaşılmadığında da içten içe, adeta ergenlerin mottosu haline gelen şu sözleri söylecektir kendisine: “ Kimse beni anlamıyor.”

İronik olan, ergenliğin büyük savaşlarından birinin edilgenlik korkusuna karşı olmasıdır. Ergenin kendi bedeni üzerindeki kontrol hissini kaybettirircesine hızlı bedensel değişimi, onda edilgenlik duygusunu ortaya çıkarandır. Kendi bedeni ve dürtülerini kontrol edemeyişi üzerinden yaşadığı çaresizlik burada belirleyicidir. Ergenin en büyük korkularından biri bu çaresizlik içinde yitip gitmek, kontrolünü kaybetmektir. Bu çaresizlik, yeni doğanın çaresizliğine ve annenin bakımına muhtaç olma halini hatırlatır. Dolayısıyla ergenlikte bu edilgenlik duygusu hem bir korku hem de arzu açığa çıkarır; ancak kontrolünü kaybetme korkusu ağır basar. Ve kendisiyle başedememek en belirgin korkusu haline gelirken, ötekinin ilgisine olan ihtiyacını da reddeder. Bu da yine ebedi ergende “Ben kendimden korkuyorum” şeklinde ifade bulan bir ötekiyle ilişkilenme sorunu olarak ortaya çıkar.

Bir yandan, büyümek ve özgürleşmek, kendi mahremiyetini kazanmak zorundadır, öyleyse tam da ilk arzu nesnelerinden koparken yeniden bir nesneye bağlanmak kaygı verici midir? Mahremiyetin kavranması sürecinde ötekine duyulan ihtiyacı, ötekinin kendi üzerindeki tahakkümü gibi algılamaya eğilimlidir. Bu bir anlamda şizoddeki yutulma korkusuna eştir. Hem arzu nesnesine müthiş bir ihtiyaç duyar hem de yutulmaktan korkar. Ve yine şizoidde de arzu nesnesiyle ilişkiden kaçınmanın en büyük sebeplerinden biri kişinin kendi yıkıcılığından korkmasıdır. Tıpkı burada, kendini kontrol edememekten kaygılanan bir ergen gibi.

Keza bu yıkıcılığa ve edilgenlik korkusuna benzer olarak, Peter Pan da, yazının başında yaptığım alıntıda, yetişkinlerin -bir anlamda büyümenin- yarattığı çaresizlikle baş etmek için edilgen değil, etken bir konum almaya çalışarak düşlemlerinde yetişkinliği öldürüyordu.

Tam bu noktada, Peter Pan örneğine de geri dönmüşken, bir ek yapmak istiyorum. Burada ergen ruhsallığıyla bağlantılandırarak bahsettiğim ilişkilenme biçimleri ve davranış kalıplarının bir çoğunun daha çok erkeklere dair olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Literatürde ebedi ergen, daimi genç olarak da tanımlanan vakaların çok büyük çoğunluğu erkeklerden oluşmaktadır; hatta buradan yola çıkarak, psikanalist Dan Kiley, bunu narsistik kişilik örgütlenmesi bulunan erkeklerde görülen bir durum olarak tanımlamış ve buna Peter Pan Sendromu adını vermiştir. Çerçeveyi daraltarak, geniş ve etkin dinamikleri dar sendrom tariflerine sığdırmayı tercih etmediğimden, burada üzerinde durmak istediğim asıl konu, psikopatolojik tanıların dağılımının toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkisini göstermektir. Örneğin; benzer erken dönem nesne ilişkileri ve benzer dinamiklerinden açığa çıkmasına rağmen, border kişilik örgütlenmesine kadınlarda erkeklere oranla çok daha fazla rastlanırken, narsistik kişilik ve şizoid kişilik için de tam tersi geçerlidir. Bu yaygınlık durumları, elbette ki toplumsal cinsiyet rolleri içerisinde makul kabul edilen veya bastırılan dürtü ve davranışlarla ilişkili olarak şekillenmektedir.

Bunu da göz önünde bulundurarak, şimdi tekrar biraz başa gidelim ve melankoli ve yas ayrımına dönelim. Melankolide kaybedilenin kim ya da kimde ne olduğuna dair bir bilmeme ve farkındalık sorunu söz konusuydu. Başta da belirttiğim gibi, bugün erişkinleşmenin önünde engel teşkil eden toplumsal koşullarını da düşünürsek, belirsizlik, geleceksizlik, annenin kapsayıcılığından mahrumiyeti ifade eder bir tekinsizlik ve güvensizlik ortamında, melankolinin açığa çıkıyor olması çok da şaşırtıcı değildir. Topluma sirayet eden melankoli hali her ne kadar genele yayılır gibi görünse de, bana kalırsa bu halin daha çok erkekleri -dahası erkekliği- etkisi altına aldığını söylemek mümkün gibidir. Ve bu farkı yaratan, son yıllara daha çok damgasını vuracak şekilde, tüm dünyada ortak şekilde görülebilir olan kadın hareketindeki yükseliştir. Kapitalizmin krizi ve çürümüşlüğünün etkileri tüm dünyada benzer bir ‘karamsar’ atmosfer yaratırken, en başta kadınlar bu havanın altında ezilmemiş, ayağa kalkarak, mücadele ederek karşılık vermiştir. Bana kalırsa bu sebeple, bugün, umut ve tutku daha çok kadınlar üzerinde somutlanmakta ve erkeklerle kadınlar arasında melankoli düzeyi açısından bir uçurum oluşmaya başlamaktadır. Kabaca bir benzetme yaparsak, kadınlar erişkinleşirken, erkekler ergenleşmektedir. Belki de bu, kadınların ayağa kalkışıyla birlikte, iktidarı sarsılan egemen erkekliğin yasının tutulmaya başlamasının bir göstergesidir.

Bu noktada şunu vurgulamak istiyorum; daha önceleri, yine yaşam koşullarına bağlı olarak daha çok kadınlara atfedilen ve meşrulaştırılan depresif durum, bugün yine toplumsal koşullar ve hareketin sonucu olarak aynı meşruiyet zemininde değildir ve bu oldukça olumludur. Ancak bugün, erkeklik için depresif durum daha meşrulaşır bir halde gibidir – yine bunun ardında erkekliğinin yasının tutulması yatıyor olabilir. Tıpkı ergen ruhsallığında olduğu gibi, ergenin melankolisinin bir ikincil kazanç – ötekinin ilgisini üzerinde tutmak – sağlamasına benzer şekilde, erkeklikle melankoli arasında bir ikincil kazanç ilişkisi oluşmaya başlamıştır. İktidarı sarsılan erkeklik, bu halin melankolisi üzerinden bir ikincil kazanç edinmeye çalışır gibidir. Benim “depresif erkeklik” olarak tanımlamayı tercih ettiğim bir ‘erkeklik depresyonu’ hali söz konusudur. Adeta depresif durum, erkeğin ötekinin ilgisini ve dikkatini tutma biçimi haline gelmektedir.

Elbette bu durum, yalnızca erkeklere dair değildir; ancak daha çok burada açığa çıktığı da göz ardı edilemez haldedir. Mizahta bile psikopatolojilerin bir ilgi çekme yöntemi olarak kullanıldığı günümüzde, standupların içeriklerini incelemek bile bunu gözlemlemek açısından yeterlidir. Depresif ve benzer patolojik durumlar üzerinden yapılan sarkastik mizahın ya da son dönemde artan kara mizah örneklerinin içeriğini çok büyük çoğunlukla erkekler oluşturmakta ve erkek standupıyla kadın standupı arasında bu yönden belirgin bir fark görülmektedir. Kadınların ürettiği mizah, daha çok kadının gücünden içeriklenirken, erkeğin ürettiği mizah daha çok erkeğin güçsüzlüğü ve melankolisi üzerinden şekillenmektedir.

Bu ergen melankolisi ve ikincil kazanç meselesi, kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi de değişik bir biçimde şekillendirmektedir. İlginçtir; ebedi ergen örneğimiz olan Peter Pan’ın Wendy ile ilk tanışması da böyle bir andan beslenmektedir. Wendy, kaybettiği gölgesini arayan Peter’in ağlayış seslerine uyanır ve onunla ilk tanışması, ona olan ilk ilgisi burada açığa çıkar. Tıpkı ağlayan bebeğine koşan bir anne gibi onun yardımına koşar. Hatta bir anlamda bu, bebeğiyle ilk tanışma anını, doğumun hemen ardından gelen o ağlayışla yapan anneyi hatırlatır gibidir. Aynı eserde doğum anına yapılan bir atıf da mevcuttur üstelik; Peter Düşler Ülkesi’ndeki perilerin, yeryüzündeki ilk bebeğin ilk gülüşünün kırılıp parçalanmasından doğduğunu anlatır. Peter, gülüşünü, neşesini Düşler Ülkesi’ne hapsetmiştir. Yaşadığı derin acıdan kaçmak için çocuksu neşeye gizlenmiştir. Ancak bu hüznü belli ki Wendy’den gizleyememektedir. Onun ilgisini, neşesinden önce hüznü ve muhtaçlığıyla çekecektir; tıpkı annesini arayan bir bebeğin ağlayışlarındaki gibi.

Üstelik Peter, Wendy ile tanıştığında kaybolan gölgesini aramaktadır ve Wendy onun gölgesini ona geri verir ve üzerine diker. Buradaki gölge metaforu, melankolideki benliğin üzerine düşen nesnenin gölgesini hatırlatmaktadır. Peter’in melankolisinin daha iyi bir tarifi olamaz belki de. Ve bulduğu yeni nesnesi, ona gölgesini geri vermektedir. Düşünürsek, gölgesizlik, ışıksızlığa denktir. Peter’de asıl eksik olan güneştir. Ve yine Peter, yalnızca geceleri insanlar arasına karışabilmektedir. Bu noktada, güneşin astrolojide ve birçok farklı kültürde benliği simgelemesi de tam yerine oturmaktadır.

Yine muhtemelen Peter Pan isminin seçimine de ilham olmuş olan mitolojik Pan’ı hatırlarsak, çirkinliği sebebiyle annesi tarafından terk edilen Pan’ın insanlara korku salmasına dair en belirgin anlatı onun ağlayışları ve çığlıkları üzerindendir. Bugün panik kelimesinin de kökeninin dayandığı bu korkunun ardında da acı çığlıkların ve ağlayışların yatması ilgi çekicidir. Bugün de depresyon ve paniğin, kaygı bozukluklarının bir arada ve sıkça görülmesi, günümüzü saran bu Pan’ik halleri anlamak açısından kafa açıcıdır.

Tüm bunlarla birlikte, yazının başında da değindiğim gibi, Peter’in büyümek istemek istemeyişinde anlamlı yanlar vardır. Bilhassa kapitalist toplumda sahiden de yetişkinlik her şeyi berbat eder gibidir. Yetişkin olmak; vazgeçmek, unutmak, yeni deneyimlere kapalı olmak, bitmek, tükenmek, tamamlanmaktır. Tamamlanmak bir bitiştir. Yetişkin olmak ölmek gibidir. Yetişkinliğin yaşamsızlığını Peter şöyle tarif eder:

“Artık oğlanların da hepsi büyüyüp olgunlaştı, bu yüzden onlardan daha fazla söz etmeye değmez. İkizler’i, Küçükbey’i ve Kıvırcık’ı, ellerinde birer çanta ve şemsiyeyle her gün işlerine giderken görebilirsiniz. Michael makinist oldu, Tüysiklet soylu bir kızla evlenip lord unvanını aldı. Demir kapıdan çıkan şu peruklu yargıcı görüyor musunuz? İşte bir zamanların Dütdüt’ü. Çocuklarına anlatacak bir tane masal bilmeyen sakallı adam ise, eskiden John’du.” (Peter Pan, J. M. Barrie, İş Kültür Yayınları, syf 167)

Bugün, Peter Pan’ınkine benzer bu bitmeyen ergenlik hallerinin artması, daha görünür hale gelmesi, kapitalizmin krizinin daha gün yüzüne çıkması ve derinleşmesiyle oldukça ilişkilidir. Belirsizlik, geleceksizlik, uzayan eğitim süreleri, artan işsizlik, ekonomik açmazlar, en basit haliyle yapılan büyüme tariflerine bile – eli ekmek tutmak, kendi ayakları üzerinde durmak- olanak tanımamaktadır. Büyümek, sınıfsal bağları içerisinde gelişmekle ilişkili olmaktan çok, kapitalist üretim içerisinde yer tutar hale gelmekle ilişkilidir. Yetişkinlik son derecede sınıfsaldır. Elbette ergenlik de sınıfsaldır. Esasen ergenlik tanımının kendisi de buradan beslenir, yaklaşan sanayi devriminin gerekliliği olarak ortaya çıkan zorunlu eğitim süreci, çocuk işçilikteki dönüşüm üzerine açığa çıkmıştır; çocuklukla erişkinlik -üretime katılım- arasında geçen bu süre, tanımlanmaya ihtiyaç duyulmuştur. Dolayısıyla büyümeye, yitmeye karşı ergende oluşan bu kaygı da gayet sınıfsaldır.

Sürekli genç kalmak istemek, basitçe bir ölüm korkusuna karşı geliş değildir sadece. Bunu anlamak gerekir. Aslında karşı durulan büyümek ve erişkinleşmek değil, yetişkinliğin içine hapsedildiği sınıfsal zemindir. Kapitalist toplumun kendini var etmek adına gerektirdiği ve dayattığı yaşamasızlıktır.

Ergenlik tutku barındırır. Belki de tutkunun en yoğun olduğu zamandır ergenlik. Ergenlik devrimcidir, devinimseldir, tarihsel karşılıklarıyla da görüleceği üzere ergenin tutkusu devrimlere ön ayak olandır. Bu anlamıyla gelişen, toplumsallaşan ergen tutumların bize anlattığı bir başka taraf da vardır. Yetişkinliğin reddi, yetişkinliğe duyulan kaygı, aslında sistemsel bir karşı duruşun da ifadesi gibidir. Ancak bunun çözümü tümgüçlülük düşlemlerine sığınarak, yeni bir yaşamasız hal yaratarak, ne çocuk ne de yetişkin olarak, bir daimi ergen kalışta değildir. Kohut, daimi ergeni şöyle tanımlar:

“Bilinçdışı acıdan korunmak için terkedilme, reddedilme ve kayıp ihtimallerini ortadan kaldıracak önlemler almak zorundadır. Bu nedenle gerçek hayatta ve hayata yatırım yapmaktan kaçınır. Hayalkırıklıklarını bertaraf etmek için kimseye bağlanamaz. Ölümsüzlük ve kayıpsızlık mücadelesinin sonucunda ortaya çıkan bir çeşit yaşamsız, hafızasız, geçmiş ve geleceksiz olma halidir. Sanki yarı-canlı gibidir. Hayal ve fikir dünyasında yaşar, felaketleri önlemek için kavgasını da, öfkesini de rekabetini de hayalinde yaşar, tabii ki de hep kazanır ve kahraman olarak kalır; bir sonraki yoksunluğa kadar… Esasen hep alacaklıdır, dünyanın ona borçlu olduğu yaşamı vereceği günü bekleyerek ömür geçirir. Mutsuz bile değildir belki, çünkü duygularını ayırt edemez ve derinlemesine hissedemez.”

Evet, hayattan alacaklıyız. Ancak alacaklı olduğumuz yaşamın bize sunulacağı günü bekleyecek kadar da ahmak ya da düşlemlerimize sığınıp avunacak kadar yaşamasız kalamayız. Burada önemli olan melankoliye yenik düşmek yerine, kaybettiklerinin yasını tutup aşarak, ergenliğin tutkusunu erişkinliğe taşımaktır. Bu sıkışmışlıktan gerçekliği bölerek, çarpıtarak ya da gerçeklikten kaçarak değil, gerçekliği değiştirerek çıkmaya çalışmaktır; ergenliğin tutkusunu da yanında taşıyarak. Düşler Ülkesi’ne kaçmak değil, gerçekliği düşleriyle yeniden inşa etmektir. Edilgenlik korkusuna saplanmak değil, etkin olmaktır. Tıpkı edilgenlik duygusundaki denklem gibi, ötekine duyduğu ihtiyacı bir tahakküm ya da benlik sorunsalı olarak görmeden, ötekine duyduğu ihtiyacı kabul ederek ilerlemektir. Tümgüçlülük düşlemlerinden uzaklaşmaktır; çünkü kimse tek başına düşlerini gerçeğe dönüştüremez.

Son olarak şunu hatırlayalım. Ergenlik bir dönüşümdür. Böylesi bir dönüşümün en belirgin benzetmelerinden biri, bir tırtılın kelebeğe dönüşümüne dairdir. Ve bu benzetmenin içinde gizli olan gerçeği çarpıtma biçimi de yetişkinliğin sınıfsallığına dair bize tekrar ipucu verir.

Tırtıl bir koza içinde ‘tutsak’tır. Büyüyecek, bir kelebeğe dönüşecek ve sonra özgürce uçacaktır. Ancak bu hikayeye hemen şu eklenir; kelebek onca tutsaklığın ardından kozadan çıkar ve özgürlüğünün keyfini yalnızca bir gün sürebilir. Yani kozadan çıkış ölüme denktir. Kelebeğin yolculuğunu bunca karanlık yapan, akıbetini bunca melankoliyle süsleyen, yetişkinliğin sınıfsal ayakbağlarıdır. Kelebek olup uçmaktan kaygılanıp, kozaya hapsolmayı tercih etmek ya da koza içinde bir sonsuz kelebek olmayı düşlemekse oldukça gariptir; hele ki kelebeklerin yalnızca bir gün yaşadığı düpedüz bir yalanken!

[1]Peter Pan, J. M. Barrie, İş Kültür Yayınları, syf 108

[2]“Yas ve Melankoli”, Metapsikoloji, Sigmund Freud, Payel Yayınları, syf 243

[3]“Yas ve Melankoli”, Metapsikoloji, Sigmund Freud, Payel Yayınları, syf 246

[4]“Yas ve Melankoli”, Metapsikoloji, Sigmund Freud, Payel Yayınları, syf 244

[5] “Şizoidleşen toplumda tutku yitimi ve gerçekliği bölmenin biçimi olarak umutsuzluk”, İdil Özkurşun, Kaldıraç Dergisi Sayı 247, Şubat 2022

[6]Bebeğin oral dönemde anneyle kurduğu ilişki üzerinden, iyi nesne kötü nesne ayrımına gitmesi ve şizoid bölmeyi kullanmasına atıf yapılmaktadır.

[7]Ergenliğin Yüzleri, Talat Parman, Bağlam Yayınları, syf 87

“Bizim ellerimiz dönen çarka çomak sokabilir”

Merhaba

İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs için yaptığımız pikniğin tüm katılımcılarını Kaldıraç adına selâmlıyorum.

Bazen şöyle düşünüyorum:

Biz zannediyoruz ki, insan topluluklarının dünya yüzünde ortaya çıktığından bu yana hep böyleymiş. Bazıları çalışır çalışır çalışır, bazıları da yer. Bazıları üretir, bazıları da ürünlere el koyar. Öyle bir zannediyoruz ki, maaş diye bir şey var ve bu hep olacak. Para diye bir şey var ve ilelebet olacak. Ülkeler var, sınırlar var, sınıflar var ve hep olacak. Pazar paylaşım savaşları var, dünya yüzünde bir “dikili ağacı olmayan” insanlar, bu savaşlarda savaşırlar, ölürler, öldürürler, göç ederler, göç etmeye çalışırken yollarda, ulaşamadan, ulaştığını sanarak ölürler. Zannediyoruz ki hep böyleydi, böyle olacak.

Zannediyoruz ki, Araplar kötü, Ruslar boktan, Lazlar fıkra kahramanı, Kürtler şöyle, Ermeniler böyle, Türkler zavallı, Çinlilerin hep gizli emelleri var, Alevilerin katli vacip, Amerikalılar ve Avrupalılarsa dünyanın en haklı ve en güzelleri, hayran olunası; hep böyleydi, böyle olacak…

Zannediyoruz ki, bazıları hizmetçi, bazıları hep patrondur. Yemeğini önüne koyduğumuz, çocuklarının götünü temizlediğimiz, hayatımızda asla, bir kere bile göremeyeceğimiz zenginliğin içinde yaşamasını sağladığımız o patronlar ki, mesela eskaza iflas ettiklerinde bizim onlar için üzülmemiz beklenir. Ve insanız sonuçta, hata yaparız.

“Böyle gelmiş böyle gider” sandığımız çok şey var yani.

Ama öyle değil.

Tarihin başından bu yana değişmediğini izleyebildiğimiz şey, canlıların, hayatta kalmak için mücadele etmesi. Ve fakat herhangi bir canlı olmayan insan, tarihin de öznesidir, değişir ve değiştirir.

Sömürü düzeninin son kısmı kapitalizmin, tarihin çöp sepetine atılması gereken bu çürümüşlüğün, bize, en baştakini yani “hayatta kalma” mücadelesini dayatması, kahrolunası bir gerçek. Biz bunu reddediyoruz. Irkçılığı da, erkek egemenliğini de, sınıfları da, sınırları da… Elektrik faturasını da, salgın hastalıkları da, önlenebilir hastalıkları da, ekmek fiyatını takip etmeyi de… Ay sonunu da, işsiz kalırsam’ı da, işsiz kalmayı da… Reddediyoruz.

Dünyada patronlar var ve onların devletleri. Bir de, biz varız. Biz, onların çok güvenlikli yalılarının ve saraylarının adreslerini biliyoruz. Bir de biz varız. Bizim ellerimiz var. Bizim ellerimiz dönen çarka çomak sokabilir. Bunu biz biliyoruz. Bunu onlar da biliyorlar. Ekmek parasını düşünmekten başımızı kaldırıp, “biz geldik” diyeceğimiz anı bekliyorlar. Korkuyla bekliyorlar.

Daha sıkı tutsunlar ellerindekini. Biz milyonlarcayız.

17 Nisan 2022

US hegemony, NATO and war “hysteria”

In recent months, we have been sleeping and waking up with the Ukraine problem. The US says Russia will “invade Ukraine”. The CIA even gave the day for it, February 16, 2022. Most, if not all, of the Western press is hung up on the Ukraine issue every day. Of course, our “Palace press” too… The Palace not only rubs its hands about the beginning of the Ukraine war, it also tries to play a role on behalf of the United States and to fulfill the assigned tasks.

In our country, predictions such as “war will break out” and “war will not break out” are competing with each other. Indeed, both Turkey is a member of NATO and the Palace Regime’s love of war is grounded on a legendary hitman status. In this case, war hysteria concerns us closely.

Is it “war hysteria”?

It is as if US imperialism cannot survive without war. For this reason, policies of war and tension constantly fill the agenda.

Thus, in Ukraine, for example, this tense situation can turn into a war, no matter how “prudent” Russia behaves and how much it avoids war.

This war hysteria of the US does not belong only to today.

The US has succeeded in being the “winner” of both the First and Second World Wars. In both wars, it suffered very little damage and profited greatly. It is the peoples’ front, the front of socialism, led by the Soviet Union, that defeated German fascism in the Second World War. But the US organized great provocations for the Japanese to carry out the attack on Pearl Harbor in order to enter the war at the most opportune moment. It eventually got involved in the war and dropping the atomic bombs on Hiroshima and Nagasaki, earned the title of the winner on the Western front of the already finished war. It became the leader of the “Western world” by collecting the remains of Hitler, taking in all the murderers of German fascism. It’s a big win and the first of “the great reset”.

At the end of the two world wars, it became the leader of the capitalist-imperialist camp.

Now, it is losing its hegemony. According to Deniz Adalı’s analogy, this hegemony is mounted on an “inclined plane” and is constantly losing altitude.

The dissolution of its hegemony begins after the Vietnam War. A system was created that stands by printing fake (meaning “unbacked”) dollars, and this system collapsed with the oil crisis in 1973. The West’s acceptance of US leadership under the banner of anti-communist war has been a factor that slowed the dissolution of this hegemony. This crisis has been overcome with tying the oil sales to the dollar; however an even bigger one came on the doorstep.

Economically, Germany and Japan have outstripped the US economy since the 1970s. US took the lead of shifting production to China with the rapid movement opportunities provided by the world banking system under its control, and took a breather, but this did not last long. The economies of Germany and Japan surpassed the US economy with a serious development. Those who look at the issue with national income figures, of course, cannot see this.

The US economy is mostly based on the military industry. It is a militaristic economy. However, the Japanese and German economies are less militaristic, due to the prohibitions that resulted from the Second World War.

The dissolution of the Soviets somewhat reduced the impositions of the anti-communist war, and this situation began to bring forth the war of partition between the imperialist powers. The rivalry between Germany and the USA in Eastern Europe and the Balkans is well known. Germany has spread heavily to Eastern Europe.

Today, there is a war of partition between the five major imperialist powers. These are the US, Germany, Japan, the UK and France. Setting aside some other countries like, Italy, Canada etc., because they have lesser influence, does not affect the understanding of the situation. Of course, they are also in this war.

In this war, it is Germany and Japan who are pressuring the power of the US economically. But politically, France and Britain have the opportunity to act with more ease. This situation affects the formation and dissolution of temporary alliances and the process of their re-formation.

Today, the US is superior to its rivals in the military field.

It wants to reflect this situation on the field.

When the twin towers were brought down, the US took advantage of this and invaded Afghanistan and Iraq. These occupation/invasion policies made us think once more about what our front calls “neocolonialism”. It should. The age of imperialism allows for the colonization of countries without war. The export of capital provides this. This is true. However, in a world without the Soviets, capital can bolder than before in introducing its policies of occupation, and it has been so.

During the occupation of Afghanistan and Iraq, the “one world state” or “empire” policy boldly proclaimed by Kissinger, had reached the point of “does the USA need a foreign policy” arrogance. The world was seen as the space of dominance of the United States. The whole world was “domestic” for the USA; there was no need for foreign policy.

This is the first period of post-Soviet US policy.

But it did not give the desired result.

GMEI (Greater Middle East Initiative), which ravaged our region, belongs to this first period. However, there were needs for alterations in this project that did not give the desired result. Because, during this period, Germany and Japan, as well as Britain, which is a NATO ally, made moves to get rid of the control of the US and made progress in this way. The Obama era is the era of these alterations. The US has taken action to reorganize its forces and to deploy new forces to stop the dissolution of its hegemony. Libya, then the Syrian war, is, in fact, a test of this old policy once again. But the result is even worse.

In the Syrian war, Russia and China’s landing on the field has changed the situation.

The imperialist Western powers did not accept Russia and China as new partners to the capitalist world system, but imposed colonization on them. It is tragic: While Russia and China were socialist countries, they were not accepted by the system, but they were not accepted again when they turned towards the capitalist path. New colonial territories were required to the imperialist world. And these two great powers rejected this. Russia’s military power and China’s economic power have affected the whole system and accelerated the disintegration of US hegemony.

At one stage of the Syrian war, in 2013, Russia and China openly stepped on the field. This resulted in the US’s defeat in Syria (although, no defeat is a complete defeat as long as the war continues) and this situation started to disintegrate the hegemony even more.

In this situation, the US created a new enemy in order to hold the Western front together. The Islamic elements fed and used in the Green Belt, which is the product of the long years of Soviet encirclement policy, were put on the field as the common enemy of the West, with names such as ISIS and Al Qaeda. Today, including Afghanistan and Iraq, the US has not been able to achieve what they wanted. The situation in Syria is far from victory for the US.

Here, the new US policy that started with Biden -which will be remembered with Harris in the near future after Biden-has been put forth to resurrect NATO, regroup and wage a more open war against Russia and China.

The Ukraine issue is an example of the implementation of this open war policy.

The United States has activated NATO.

NATO is a war machine of the imperialist camp. NATO has nothing to do with peace or democracy, as some of our liberal leftists and fans of the EU think. Not in the least, never has been. The liberal left’s admiration for the West is a remnant of the anti-communist Cold War era, it means nothing else. For this reason, if they say that we should stick to the Western values, including NATO membership, it is objectively the defense of the imperialist front, if not blindness.

NATO is identical with anti-communism, it is identical with warmongering, it is identical with the imperialist aggression of the Western world, and it is one of the most important instruments of the US hegemony. Today, it is the most important international organization remaining in the hands of the US to maintain its hegemony.

The US failed to unite the entire Western front around itself with the fear of ISIS. This no longer works. In this case, instead of the old enemy, the Soviets, the new enemy is described as Russia and China.

The US says to its imperialist rivals, “let’s defeat Russia and China together, then a brand new colonial geography will open up before us”. That is their project.

Today, this project works in the form of making Russia the main target.

It is understandable.

The US, which is militarily superior to its rivals, presents Russia’s military power as a threat. This is what it did in Ukraine. It wants them to be afraid of this military power. Thus, it wants them to take shelter under its wing against Russia.

On the other hand, investments are made to the possibility that if threats of aggression against Russia increase, Russia could break its alliance with China. So this is a two-way strategy; first, breaking the alliance of Russia and China, second, putting the EU back under US control.

This means that the Ukraine war is as much a provocation against Russia as a clear threat to the EU.

It is not possible for the EU, Germany, Japan and France not to see this. Britain, on the other hand, tries to secure itself by getting closer to the US in this process and announces that it is a candidate for the throne of the US. It wishes to do so as its deputy, without conflicting with the United States.

Starting from November 2021, the Ukraine problem was exposed and exacerbated.

The US made a show of power in the Black Sea, Britain followed, France as well. But the situation changed when Russia shot down two of its own satellites in space in this friction.

This time, soldiers, military experts, ISIS fighters, paramilitary forces, weapons, etc. have begun to pile up in Ukraine to support the Neo-Nazis. Ukraine is using all kinds of provocations and attacks against the two regions that have declared their independence. On the other hand, Russia started moves that will give the message that if war is necessary, we are ready.

Tension has been escalated.

All Western media, if not all most, are fed with false and fabricated news and it was presented as if it were a fact that Russia will invade Ukraine. In this way, an artificial reality is produced. On the Western front, this is an old habit, an outdated trick, and it seems desperation that the old tricks are used so vigorously.

Of course, all this tension can also cause the ropes to break from one point. The United States and the West recalled their citizens from Ukraine and evacuated their embassies in Kiev. Thus, the thesis of the Russian occupation is processed.

The attempt in Kazakhstan to encircle Russia was in vain. Now, if war cries don’t work in Ukraine, the United States takes the position that it will do anything for a provocation.

Russia has openly wanted NATO to withdraw from its borders.

NATO is intended to be kept alive as a war machine and as the military support of US hegemony during the Cold War. The incendiaries of the Korean War are the USA and NATO. Turkey is a country that became a member of NATO by paying the price of participating in the Korean War.

NATO has been a civil war organization that creates and nurtures devices like Gladio in member countries. There are traces of NATO in every massacre that has taken place in our country since 1952.

Today, the former socialist countries of Eastern Europe are eager to gather together under the umbrella of NATO.

The Ukraine process has shown that these countries are not very aware of the path they are taking. All hell broke loose when the Ukrainian ambassador to Britain said on one occasion that they did not want war and were ready to give up their NATO membership. The United States and Britain rejected these statements. Is Ukraine an independent country now? The President of Ukraine corrected the ambassador’s statements. This means that the US and NATO forces are trying to be dominant in Ukraine. This is a secret civil war in Ukraine.

Biden’s tidal mind was not sufficient for the situation, and Harris stepped in. She began to make explanations. This means that this civil war has the tendency to create turmoil within the US as well.

In this whole process, the two hit men of the US, Poland and Turkey, stepped in.

The Turkish state is a clear US hitman. We know this from Syria, Iraq, Libya, the Aegean Sea and the Caucasus. Now the Black Sea and Ukraine are added to this. The Palace Regime has openly declared that it is on the Ukrainian front. Afterwards, it proposed mediation between Russia and Ukraine in order to reconcile the situation. Russia’s stance caused NATO to take a step back.

Currently, NATO is declaring that Russia is actually planning to invade all of Europe.

As the imperialist domination, fed by darkness, raises its war cries, it increases the darkness even more in order to hide and turns it into pitch darkness. All the Western press, together, is behind this propaganda.

Here are the Western values for you.

Here is the ethics of journalism for you.

Here is the freedom of information for you.

This is the West which makes all kinds of excuses for not accepting Sputnik V, the first vaccine developed against the pandemic, that liberal “intellectuals” embrace for its values of humanity. Imperialists always wear masks, always take shelter in the dark instead of standing under the sun, always act like champions of democracy, and present their own values as “values of humanity” in every field. Go to the British, American, Dutch, Spanish colonies and ask them what these values are, what it means to bring civilization. Go to Iraq and ask dead, orphaned, crippled children how democracy is being carried over.

These are the values that put on a pedestal as Western values.

NATO is the bloody organization of this system, the warmonger, the military power of a network that threatens the world; it is the monopoly domination itself.

Is this the NATO that the people of Ukraine want?

If the Ukrainian people were asked, would they be in favor of a war with Russia?

Power was taken in Ukraine with old Nazi leftovers brought from Canada and the US. Is it possible to sell this to the Ukrainian people as a democracy?

The US has to continue its war policies. This is a vital issue for it. Otherwise, it will lose its hegemony. Will it accept losing its hegemony peacefully? We don’t think so. That would be a very, very optimistic approach. The destructiveness of war is clear, but can submission to NATO and the United States be a guarantee of peace?

The US is militarily stronger than its other imperialist rivals, and this is still the case. Germany and Japan want to postpone this war, not because they are very peace-loving, but because their military strength is not enough.

Britain’s strange Prime Minister, Johnson, claims that Russia is planning a bigger war than in 1945. However, the Second World War is known as a war started by Hitler’s Germany. Johnson looks at the consequences of this war and remembers the Red Army’s landing at the gates of Berlin. It would be a mistake, of course, to expect him to remember the 20 million Soviet people who died.

The Palace Regime is the US hitman in this war. Nobody will ask Turkey whose side it is on. The Palace Regime is both in favor of this war for its own future and the war economy requires it. This is not only Erdogan’s wish, but also the policy of the entire Turkish state, its indispensable policy.

For this reason, the Turkish state acts more pro-US than the US when it comes to war policies. That’s what being a hitman is. It requires it.

War hysteria seems to have engulfed the entire imperialist camp. The hysteria of the US is now gripping all of Europe. However, the main factor that the US threatens is the EU as well as Russia.

All these policies are clear evidence of the US’s desire to make the EU a prisoner of its own policies.

This war is also the result of the crisis of the imperialist system.

The only force that will stop this war is a new wave of socialist revolution that will develop in the world. The world proletariat can prevent such a war. It is the working class and laborers who will suffer the most from this war, and who suffer the most from every war. For this reason, the working class and laborers have to wave the flag of revolution in order to stop this war.

If the US takes a step back in Ukraine today, it will start fueling the war from somewhere else tomorrow. When it withdrew his forces from Afghanistan, the President of the US declared that this withdrawal was made for bigger wars with his mind that comes and goes. Therefore, it is not possible to wait for the US to stop. US imperialism needs this war.

The power to stop this war is the proletariat all over the world.

Now, a new era is opening in the world. This period will be a period when the class struggle will come to the fore. There are signs of this in many ways. Therefore, a social revolution, breaking of the capitalist chain from any part of the world, is highly probable. “The revolutionary will” must set its sights on this point.

In Ukraine, too, a revolution, an upheaval, the possibility of rectifying the whole situation can be realized.

US imperialism will continue to develop all kinds of warmongering against Russia and China, and around them. As the US hitman, the Turkish state will not refrain from diving into all kinds of tensions and wars. In that case, a revolution that will develop in our country is a candidate to be a great opportunity for the world to change.

Of course we know that revolution does not happen by itself. It will be the work of an organization, the vanguard organization of the working class. Only when the working class is united around its revolutionary vanguard can it become a real force, a force that can change the world.

The gap between the objective situation and the subjective power to bring about the revolution is the main issue today. This issue should not lock us in a observing position. On the contrary, we have to wage the struggle for the organization of the working class with all our might. Observing, immobilizing oneself is unacceptable.

March 4, 2022

NATO must be disbanded! If there is a war crime, it is NATO to blame

It’s called the “Ukrainian war”. We should doubt its truth. On February 24, 2022, Russia first announced that it recognized the Donetsk and Luhansk Republics, and then started sending troops to these two regions. Neo-Nazis escalated their attacks with NATO forces. They then sent troops towards Kharkov and Kiev. Still, the parties have not called it “war”.

The events unfolded as follows:

First of all, the USA and the EU have tried every opportunity to use Ukraine against Russia. After the USSR dissolved, they continued these moves. For this, they took all kinds of steps. They played the same games over Georgia at the same time. In fact, Saakashvili, who was defeated in Georgia, later emerged in the neo-Nazi-ruled Ukraine. In other words, this is important in terms of showing the link between the operations in both countries.

The architect of all these intervention projects is the USA, but they are all of them are supported by the EU, the UK, and Japan. Germany, as the country that gained the largest portions of the markets on the field (it would not be an exaggeration to say that Germany has achieved market dominance in all former socialist Eastern European countries), while supporting these projects, is also trying to get rid of the US hegemony. Hence, its dual stance on the war emerges. Previously, it was sending only helmets to Ukraine, now it is acting with all its racist and warlike face. All of this was in a one week process.

During the Second World War, Ukrainians, and Nazi collaborators, who helped the German army which started to flee from the Red Army, were immediately evacuated to Canada and the USA by the latter. There, these Nazi leftovers were moved to the country after a while, following the dissolution of the USSR.

Before everyone’s eyes, they staged an open coup in Ukraine. Since 2014, the country has been under their de facto control.

Before everyone’s eyes, they burned people in their hotel rooms in Odessa.

It is the same mechanism, NATO, that burns people in Sivas, burns people in Syria with the hand of ISIS, and burns people in Ukraine.

Since those days, in the last six years, 14 thousand people, one third of them children, have been massacred in Ukraine by these neo-Nazis.

The question is: Today, Why were those, who were saying that “war is harmful to civilians, democracy, anti-war etc.” and rushed to take their place on the stage of the great theater, silent in those days? If life is important, why did you watch 14 thousand people being killed when there was no war?

This neo-Nazi government took the administration of Ukraine. Resisting this process, Donetsk and Luhansk declared their independence as “people’s republics”. The war, this time, was intensified even more in these areas.

There was a civil war in Ukraine, but the impact of this civil war in other parts of the country was felt weakly.

Probably the Ukrainian people thought that these days would end with the next election. Perhaps for this reason, perhaps for other reasons, the struggle against these neo-Nazis was not developing, could not develop. Even the killing of 14,000 people was not enough to change the situation.

Ukraine, on the other hand, had literally become a puppet government. About a week before the start of the process, which Russia calls a “military operation”, some Ukrainian officials (some of them still have Ukrainian last names) made statements such as “We do not want to join NATO” and the pressure from the US and England came into play. This situation, in fact, shows both the issue of the puppet government and what the situation has turned into.

If a country’s rulers join NATO, like Turkey’s joining in 1952, it is considered legitimate and democratic. It’s as if the people were asked. But in Ukraine, all hell breaks loose if even a diplomat refuses to join NATO. NATO both does not accept Ukraine and also does not allow it to “give up entry”.

Ukraine is ruled by both a neo-Nazi government and a puppet government. And in all this recent past, this power has existed as a US-NATO extension. They committed massacres.

Today, neither Russia nor the neo-Nazi administration of Ukraine has declared a war.

Therefore, it would be too much to even call this war a full-blown war. If it’s a war, it’s between the United States, NATO and Russia. The US wants to take its former ally the EU back under its control. It wants to control Europe, thus pressing it over Russia. In this way, it wants to prevent, and stop the dissolution of its own hegemony.

The second begins here, this war belongs to the US-NATO front.

It is known that the US sat on the throne of the capitalist-imperialist system after the Second World War. Let’s call this the US hegemony. This US hegemony has begun to dissolve. And this is not new. In Kaldıraç, we describe the dissolution process of this hegemony in detail. We even reveal new stages that we are able to detect in this regard. Therefore, in this article, we would prefer not to go into these details further.

US hegemony is dissolving. This is important; it should be kept in mind.

The dissolution of this hegemony means the risk of the US losing its privileged role within the imperialist camp. This, by its very nature, opens up new possibilities mostly for Germany, Japan, England and France. The fight between these 5 imperialist powers is growing and we call this fight the “war of partition-“. It is this war of partition, not the Ukraine issue, that brought the world to the eve of the third world war today.

The USA will not hand over this hegemony on its own. It is a rule, the sovereign does not transfer its sovereignty by speaking, and it resorts to every means to protect it. This should also be kept in mind.

And the US today, in this war, is militarily stronger than Japan, Germany, England and France. This is also an important point.

In Syrian war, the US saw that the dreams of “one world state” and a “great empire” will take longer. Russia and China took the field. While China made a major economic attack after 2010, Russia saw that the promises made to them during the dissolution of the USSR will not be kept. And this process brought these two forces together.

Russia and China were, of course, outside the system when they were socialists, but they could understand that. They were trying to integrate into the system economically. They had already given up on their dreams of world revolution.

They must have thought that if we give up on socialism, then we can be in the system as equal partners.

That didn’t happen.

The rulers did not bring neither Russia nor China to that table. Because they did not need equal partners, they needed new colonies. It could be these neo-colonial areas that would solve the great crisis of the world capitalist system. For this reason, they imposed and are imposing colonization on Russia and China, they want to break the will of both countries. Let’s say it once again, not because these two countries are socialists, but because they do not accept being a colony, that they are not given a place in the world system.

This is how Russia and China took to the field. They, too, have decided not to surrender in to this process. Every independent state has such a right.

The US met the limits of its “military power” in the Syrian war.

It both entered the war against the other four imperialist powers and it started to realize that it was not very strong militarily.

In these circumstances, a new plan was put into effect.

Russia and China will be enemies. Under the leadership of the US, the West will try to colonize these two countries. After achieving this, the US will maintain its hegemony, having profited from the war on partition.

Thus, hostility to Russia and China is also the way to regain control of the West. This is the other side of the coin.

To this end, NATO must be brought back on its feet.

This is the plan.

Russia’s intervention in Ukraine came to the fore in these events.

It is possible to summarize the process in this way.

Now, it is possible to make some analyses of today.

1

This war is not a Russian-Ukrainian war. This war is a war to weaken Russia as one of the steps in NATO’s colonization process under the leadership of the US. The developments in Kazakhstan last month, while indexed to the Ukrainian business, were taken under control by Russia and Kazakhstan.

This war is the war of the US against Russia and China.

This war is the war of the US to drag Europe into the war with NATO’s hand, and thus to take it under its control.

This war is led by the US and the UK.

The incendiary of this war is the US and the NATO war machine.

2

It has become clear that the US and the UK do not intend to openly go to war against Russia.

So why did they provoke Ukraine so much in this situation?

The reason is clear. Because basically, the US wants to neutralize the EU, most notably France and Germany, and to re-establish the US control that they have begun to overcome. That is the issue. It is desired that Germany and France re-enter the US hegemony.

Meanwhile, they want to check Russia’s lines and test its courage.

According to them, this is a “dynamic research”. If Russia intervenes in Ukraine, there will be bloodshed between the two countries and it will be difficult to clean up, it will take time, this is a win for the US front. If it doesn’t, it’s possible to go a little further this time. These same imperialist powers were behind the Nazi armies in the Second World War. Under the command of these same imperialist masters, the Nazi armies had destroyed much, reaching to Ukraine. Now, however, if these neo-Nazis, who moved from Canada, could get Ukraine the way they wanted, they would have reached the borders of the Second World War.

For Russia, consenting to this would mean denying its own existence.

3

The following question should be asked: Why does NATO exist?

Until the USSR dissolved, NATO existed against communism. Its greatest activity was establishment of the counter-guerrilla structures within the member countries. Gladio in Italy is a good example, as it has been disbanded. We, in Turkey, know more than that. Such is the case with Ergenekon, the Gülen movement, the new organization of the AKP, Islamic organizations and many Kemalist organizations.

Well, when the USSR dissolved, didn’t this communist threat disappear?

If not, then why did you declare “victories”? Why did you write the “end of history” books? What was this joy all about?

If the threat disappeared, then why did NATO reach 30 members?

If someone is walking around peacefully, talking about animal rights, ecology, etc., and if someone is talking about people being killed, how can s/he not be against NATO?

NATO is a war machine.

Is the US really the angel of Ukraine?

When and in their relationship with whom did the US or NATO ever become an angel?

NATO is the joint war organization of the West and imperialism.

In fact, when France spoke of NATO’s brain death, it did not want to disband NATO, but to bring it under EU control.

Now, Mr. Macron is personally experiencing this thing called control, which is exactly what the US is doing. It puts this joint war organization into action.

The EU is once again bowing to US policies.

Once again, the UK-USA duo speaks openly about the collapse of Russia.

Once again, these two want to see Europe as a battleground.

4

Turkey entered NATO by sending troops to the Korean War. If anyone is talking about the country, if anyone is talking about the homeland, first of all, they should intend to call for accountability for this betrayal. They are dishonest. They talk about the homeland, the country, but they do not talk about the sale of soldiers cent by cent. They talk as if entering NATO means choosing “democracy”. Many people died in Korea and they said that it was for the homeland. Today too, NATO is presented as if it were the guarantor of democracy. A war machine, can be presented as the guarantor of democracy; a murderer can be presented as the most democratic.

Those who want to talk to us about the “war of independence” should first talk about Soviet aid. They must say the names of the leaders of the Red Army at the front of the Great Offensive.

Today, when the Ukraine issue arises, how is it that Ergenekonists, Kemalists, Gülenists, sectarians, SADATists, Islamists, Erdoganists gather under the same flag; it is worth to see it.

Just as the darkness escapes the sun and takes shelter in the hole, they all run under the NATO and US flags.

The fronts are getting clearer.

Russian intervention in Ukraine accelerated the clarification of these fronts. It will accelerate after this as well. It will no longer be possible to present curling as a dance and talk about great foreign policy.

The Turkish state, with the Palace Regime, shows that it is a puppet regime just like the one in Ukraine.

Perhaps for this reason, Russia is hitting targets in Ukraine from the Mediterranean. Maybe this is why Russia is flying missiles 5 times faster than sound so that the war does not escalate any further.

5

In this war, the EU failed to resist the USA.

When it comes to Ukraine, it is natural for Germany to be confused. Previously, they sent empty helmets as support, but now they talk about sending missiles. While the Ukrainian army lays down its weapons, the joint conversations of Ukrainian and Russian soldiers are broadcast on Russian TV channels, neo-Nazi troops are launching missiles at Donetsk and Lugansk. The West is sending weapons to these places with all its forces.

On the other hand, economic sanctions are introduced.

This situation will not yield any results other than exacerbating the global crisis. UK’s threats and the US’s pressure will not change the situation.

Once again, Europe consents to US hegemony. The EU has now lost its will to be an “independent power” to the lure of war against Russia and China under US hegemony.

The US has made gains in this respect.

The same US wants to create conflict between China and Taiwan in the Far East.

The plan is clear: To break the resistance of Russia and China, to prevent them from defending themselves, and then to flatten the world to repartition it.

These are the people who talk to us, to humanity, about democracy.

These are the people responsible for the killing of millions of children in Syria and Iraq.

Why did NATO reach 30 members?

The EU is literally shooting itself in the foot.

Germany has suspended Nord Stream 2. The result of this is high-cost energy. They want to bring Russia to its knees in this way.

After China becomes a big player with the rules set by the capitalist-imperialist system, they took action.

Now, in Europe, all the racism, all the fascist tendencies, all the aggression, which have been buried since the Second World War, are resurrected. From the Netherlands to Germany, France to their smallest countries, they all started to emerge as racists and fascists. Racism and reactionism, under the veneer of European civilization, has once again blown their minds.

All together they are putting ISIS forces, all neo-Nazis into action. Under the leadership of UK, racists have already taken action to participate in the Ukraine war.

The fronts are getting clearer: It is once again revealed who the real owners of ISIS are. Those who teach the lesson of humanity and democracy every day, now, no matter what propaganda they do, are not holding back one step from highlighting racist and neo-Nazi aggression.

6

Our country’s liberal left speaks of “democracy” like a fairy tale, as if it promises us a paradise. They say, “For Western values and democracy,” we have to say yes to NATO, even if it is a murderous war machine. That’s what’s been said.

You cannot oppose war without opposing NATO.

It is impossible to talk about democracy without opposing NATO.

It is impossible to talk about an anti-imperialist struggle without opposing NATO.

Just look at our country, behind all massacres there is the NATO mechanism. NATO has been committing crimes against humanity since the day it was founded. Those who talk to us about humanism should at least be serious, we cannot defend NATO and talk about humanism.

Our country’s leftists and intellectuals are also affected by this propaganda.

These are the effects that the one-sided press which with the information of the media that produces darkness, and their praise of NATO and the West, has on the left. The broadcasts of channels other than Western channels are already prohibited. The BBC is openly making fake news, citing a house hit by Ukraine in Donetsk as a house hit in Kharkov, but no one talks about closing or banning the BBC. RT and Sputnik are banned all over the Western world. However, however much biased they are, biased RT and Sputnik are that much biased. When the BBC is banned, democracy is lost, but when RT is banned, it becomes a necessity of “democracy”.

The Ukrainian people do not want this war.

This war is not a Russian-Ukrainian war.

This war is the West’s struggle to maintain the dominance of imperialism and to partition the world. In this war, China and Russia are on the target, not because they are socialists, but because they do not accept to be a colony.

When Russia sent troops to Kazakhstan, they were saying, “Russia won’t come out of here”. We know what the US, Japan, France and UK have done to the places they have entered. But today Russia is not in Kazakhstan.

For us, the issue is clear.

One cannot oppose war without opposing NATO, the US and Western hegemony.

Nobody talks about the socialism of Russia and China. Nobody is saying that Putin is fighting as a socialist resistance fighter. This isn’t necessary either. But every country has the right to resist against imperialist aggression and the NATO war machine.

What is happening in Ukraine is Western aggression. It is high time to put a stop to this. If only the Ukrainian people had reacted in Odessa and Kiev, as they did in the Donetsk and Luhansk Republics. The murderers of 14 thousand people killed so far are shown on Russia Today screens one by one. It is the effect of Western propaganda to remain silent about them, to acquit NATO and accuse Russia.

We are revolutionaries of the world. We do not favor bloodshed neither for the Russian empire nor for Western imperialism. We are only in favor of the people’s war against imperialism, against the sovereigns. We are against the war. That is why we say that one cannot oppose the war without opposing NATO, which is the incendiary of war.

Wherever the US attacks, that country is wrong, and the US is always right. The US is right in Afghanistan, right in Iraq, right in Libya, and right in Syria. It is necessary to reverse this propaganda. It is necessary to see clearly the plans of the US and NATO on Ukraine. By ignoring this, one cannot oppose war.

The US and the EU, lining up behind it, clearly want to bring Russia and China to their knees. In this war, declaring Russia and China as imperialists in every resistance against the USA and the West is blindness, it is like proclaiming every bearded person an imam.

It is the neo-Nazis, and the NATO forces, who are calling the Ukrainian people, at least some of them, to resistance. They want bloodshed this way. NATO and neo-Nazis are not resisting in Ukraine, on the contrary, they want to let civilians involve and for the two nations to kill each other. Thousands of Ukrainian soldiers lay down their arms for the same reasons.

The US and NATO want to paint the whole region in blood. The EU has taken on an auxiliary role in this regard. Germany, on this occasion, immediately revealed its teeth that it could not show against the USA. After all, ex-Nazis are on the same side with neo-Nazis.

This makes war even more dangerous. Therefore, it is not possible to be in favor of peace without opposing NATO and advocating the dissolution of NATO.

It is clear that the only thing that will stop the war is the revolution.

The world capitalist system is in a great depression.

As of the end of 2021, the indebtedness status is as follows:

World household debt is $56.9 trillion. This is 64.8% of the world’s total GDP.

Non-financial corporate debt is $88.8 trillion. This is 104.7% of the total GDP.

States, public debt: $88.1 trillion. This is 98.4% of the world GDP.

Debts of financial companies (bank etc.): $69.8 trillion. This is 83 percent of total GDP (see IFF Global Debt Monitor Report). This situation shows the dimensions of the crisis. The capitalist system is like an inflated balloon. It’s ready to explode.

The peoples of the world, workers and laborers are getting poorer.

All this increases the anger towards capitalism.

This is exactly why the US leader Biden cries out in his wandering mind that Putin wants to re-establish the USSR. This is proof of the resurgence of the fear of socialism. In this way, the US admits that it has started a new cold war.

The capitalist system, which could not bring Russia and China to their knees and turn them into colonies, and could not plunder them, now wants to recover by withdrawing to its former position. In this way, the USA is trying to maintain its hegemony with the NATO mechanism. Fear of the US “convinces” the EU to this goal.

In this environment, a revolution that will develop, a revolutionary upsurge from outside the former Soviet geography will have the opportunity to change the whole world.

Such a revolution is needed as much as air and water.

The time has come for the world proletariat to stand up and rise from its knees.

The only force that will save the world from war and save the planet from war and destruction by capitalist rule will be the revolutionary struggle of the world working class.

For this reason, world revolutionaries must stand firm. Therefore, it is time to mobilize all our strength for the victory of the working class. Therefore, now is the time to raise the banner of socialism again.

Capitalism is rotten, extra-living, tyranny. It is the last system of the systems of exploitation and world with classes, that is based on the human beings’ servitude to human beings. Destroying capitalism is the only way of salvation not only for the working class, but also for humanity and our planet.

It’s time to say enough is enough.

March 9, 2022

Her şey çok kötü!
Her şey çok güzel olacak! DEĞİL; Ne yaparsak o olacak!

Bir maaş kaç simit eder, domatesin kilosu ne kadar olmuş, doğalgaz faturası, yumurta geçen aykinin iki katı, manda yoğurdu, kestane balı, okul pantolonu, kuzu kestireyim demiş, su faturası, benzin, ulaşım…her gün konuştuklarını bir kenara bırak. Her gün bunların içinde yaşayıp, yaşamaya çalıştıktan sonra bir de bunları okuma.

Bir de tüm bu koşulların yarattığı direnişler var. İster duymuş ol ister ilk defa okuyacak ol. Direnenler kazanıyor! Bu krizi sen ben yaratmadık ama yaşıyoruz. Her gün konuşuluyor tüm bunlar ama sohbetin sonu derin bir ah be! Nereye gidecek pekii sorusunun cevabı okkalı bir küfür hep.

Eğer yoksa bir çıkış, eğer bunun içinde gün be gün öleceksek bir seçenek var diyenlere bakmak lazım. Doğru bulursun bulmazsın ama bakman lazım, o da kendin için. Sen direnişin bir çözüm olduğunu düşün ya da düşünme; sen başkaldırmayı bir yol olarak gör ya da görme bununla yaşayıp kazananlar var yaşamlarını, ellerine alanlar.

Son iki ayda her 850 işçiden 1’i greve çıktı. Sadece İstanbul’da 25’ten fazla işyerinde işçiler direnişe geçti, memleketin her 6 şehirden 1’inde bizim gibiler “yetti artık” dedi. Bu direnişlerin her ikisinden biri kazanımla bitti.

Aras Kargo’dan HepsiJet’e, Digiturk’ten Alpin Çorap’a, Çimsataş’tan Trendyol’a, YemekSepeti’nden Migros’a, Kayı İnşaat’tan Sinbo’ya, Farplas’tan Pas South’a…

“Bizden çaldığınız her şeyi alacağız. Korkun yine geleceğiz” diye bağırdı biri patronunun evinin önünde, “çalıştığımız yer cehennem, bizler de köle olmayacağız” pankartıyla yürüdü yüzlercesi, “attığın işçileri geri alana kadar sana huzur yok” diye şirketin gözüne soktu iradesini kimisi, “hakkımızı batık şirkete yedirmeyeceğiz” diye Ankaralara kadar gitti onlarcası.

Sokak sokak isyanı örgütleyen kadınlardan kampüsleri parkları yurtları kuşatan öğrencilere, milyonlar olup alanlara akan Kürt halkından çocukları için eyleme çıkan Alevilere, sefalet ücretine karşı meşru militan eylemlerle kendini ifade eden işçilerden zamlar geri alınsın diyen binlere, pandemi sürecinde sözlerle göklere çıkarılıp iş haklarını vermeye gelince isterseniz gidin denilen sağlık emekçilerine direnişin değmediği tek bir konu kalmadı.

Geleceğimiz direniştedir!

Göz sadece krizlere dikildiğinde bu geleceği görmek mümkün değildir. Bu önemlidir çünkü eksikliğinde seçim bu cendereden çıkış için bir seçenek haline gelmektedir. Direnişlerin büyüdüğü yerde, aman ses çıkarmayın, seçime kadar sabredin diyenler tek gerçek seçenek olan direnişi engellemek isteyenlerdir. Gücümüzün bir araya gelmesini engellemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Seçimle, fazla mesaisiz geçinebilmeye, gece gündüz sömürülmemeye mi başlayacağız? Son 40 yıldır asgarî ücret hiç açlık sınırının üstünde olmamıştır. Seçimle, insanların aşağılanması mı son bulacak? Seçimle, sokak ortasında kadınların öldürülmesi mi son bulacak? Dereler, kıyılar, yeni değil, sadece 5’li çeteye değil yıllardır Koç’undan Sabancı’sına, Eczacıbaşı’sından ABD’li Kanadalı tekellere peşkeş çekilmiş durumdaydı. Seçimle, doğanın yağmalanması mı son bulacak?

Hayır, hiçbiri son bulmayacak. Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.

Karnı aç yatağa giren milyonlarcamızı bu masallarla uyutmaya çalışıyorlar.

Bu masalları bir yana bırakmalı ve kendi gündemlerimize odaklanmalıyız. Bize vaat edilen onlarca yalandan sıyrılıp bu direnişleri geliştirmek, daha örgütlü hâle getirmek, kök salmasını sağlamak için emek harcamak, gündemlerimiz için mücadele etmek isteklerimizi gerçeğe çevirecektir.

Bu düzeni biz kurmadık yıkacak olan biziz!

2022, 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik-mücadele ve dayanışma günü, tüm bu direnişlerin yan yana geleceği, sözün birlikte söyleneceği bir gün olacaktır.

Açlığa, işsizliğe, sömürüye, savaşa, katliamlara, doğanın yağmalanmasına, yağma-rant ve savaş ekonomisine karşı, Saray Rejimi’ne karşı gelişmekte olan direnişi, bir adım daha yükselten bir gün olacaktır.

Üzerimize yıkılmak istenen ekonomik krizin faturasını ödememenin yolunun bir arada mücadele etmek olduğunu gösteren bir gün olacaktır.

Egemenlerin krizlerini aşmak için tek seçenek olarak gördükleri, bizler içinse yıkım, daha fazla yoksulluk, tecavüzler demek olan savaşlarına karşı, halkların tescilli katili NATO’nun biz işçilere, kadınlara, halklara, öğrencilere kan, gözyaşı, sömürü, zülüm dışında verebileceği bir şey yoktur deneceği bir gün olacaktır.


MÜCADELEYE!

Isınma, elektrik, su, iletişim kamulaştırılmalı, ücretsiz olmalı!
Eğitim, sağlık, ulaşım kamulaştırılmalı, ücretsiz olmalı!
Temel gıda maddeleri ücretsiz karşılanmalı!
Herkese nitelikli ve sağlıklı koşullarda ücretsiz barınma hakkı sağlanmalı!


Tüm bunların isteneceği bir mercii kalmamıştır. Bunları ancak bir arada mücadelemizle kazanabiliriz. Krize, savaşa, işsizliğe, yoksulluğa, geleceksizliğe, karşı sesimizi birleştirirsek, örgütlenirsek tüm bunlar gerçek olacaktır.

Nasıl ki Nebati gözlerindeki ışığa dayanarak bu ülkenin bizler için kölelik olan ekonomisini yönetiyorsa, nasıl ki sağlık bakanı Koca pandemide biz işçilerin emekçilerin fabrikalara kitlenerek çalıştırılmasına rağmen evde kalın çağrıları yapabiliyorsa, nasıl ki eğitim bakanın ki kendisinin adı bile bilinmezken Boğaziçi Üniversitesi’ne Bulu atanabiliyorsa ve hatta kendisi bir süre direnişlere rağmen Boğaziçi’nin metallica dinleyen rektörü olmakla övünebiliyorsa, nasıl ki aile ve sosyal politikalar bakanı çocuklar tecavüze uğrarken bir kereden bir şey olmaz diyebiliyorsa, işte hepsi bu gücü örgütlü olmalarından almaktadırlar. Bu gücü, örgütlü olmanın gücünü bildikleri için bizim kendi yaşamlarımız ve geleceğimiz için geliştireceğimiz örgütlenmelere karşıdırlar.

Bize rezil bir yaşamı dayatanlara karşı özgür bir dünya kurmak için örgütlenmek bizim en büyük gücümüzdür. Örgütlenmek haklarımızı almanın, hayatın gerçeklerini işçilerden, emekçilerden, öğrencilerden, kadınlardan yana değiştirmenin büyük bir adımıdır.

Tüm yalanlarına, yağmalarına ve sömürülerine karşı;

İşçiler, her işyerinde arkadaşlarımızla konuşalım, ne istiyorsak onu haykırmaya 1 Mayıs’a akalım!

Kadınlar, sömürülmekten, tacize uğramaktan, aşağılanmaktan, yok sayılmaktan bıkan kim varsa koluna girelim, 1 Mayıs’a yürüyelim!

Öğrenciler, barınamayan, nitelikli eğitim alamayan, hayal bile kurmayı unutan sıra arkadaşlarımızı özgür bir yarına kurmaya, 1 Mayıs’a çağıralım!

Şimdi kendi gündemlerimizle 1 Mayıs’ta yer alıp, özgür bir geleceği ellerimizde yaratmak için örgütlenmenin, direnişi büyütmenin zamanıdır.

Geleceğimiz bu direnişlerden geçmektedir.

Geleceğimiz devrimdedir, geleceğimiz sosyalizmdedir!

 

 

1 Mayıs Bültenimizi buradan indirebilir, bulunduğun yerde çıkartıp, dağıtabilirsin

NATO “tedrisat”ının derin izleri

Rusya’nın, Ukrayna’ya operasyon başlatması, Donetsk bölgesini tanıması ve ardından Neonazi Ukrayna yönetiminden gelen saldırılar karşısında askerî harekât başlatması, cepheleri netleştirmeye başladı.

Bazı durumlarda, insanlar, pek de kendi renklerini tam olarak vermeden, konuşmalarını, eylemlerini sürdürebilirler. Kimisi, bunu bir maske takarak, bizzat planlayarak gizlemek ister. Kimisi ise, yaygın olduğu için “orta yol”dan devam etmeyi bir alışkanlık hâline getirmiştir. Ama nihayetinde, işler kızışır, olaylar netleşmeye başlar ve herkes, kendi tutumunu olanca açıklığı ile ortaya koymaya başlar. Olaylar öyle akar, gelişmeler bunu dayatır.

Örneğin Erdoğan’a karşı olmanız, sizden başka ona karşı olanlarla aynı fikirleri savunduğunuz anlamına gelmez, ama öyle görünebilir. Birisi, “bizi Batı değerlerinden koparıyor” diye karşı çıkıyordur, ki bu kendi içinde çelişkilidir, diğeri ise işçi ve emekçi düşmanı olduğu, halk düşmanı olduğu için ona karşı çıkar. Karşı çıkma konusunda anlaşıyorsunuz gibidir. Ama “Batı değerlerinden bizi koparıyor” diye Erdoğan’a karşı çıkmak, son derece yüzeysel bir yaklaşım, derinliği olmayan bir bakıştır. Çünkü, bu aynı kişiler AK Parti ve Erdoğan projesinin aslında bir ABD, bir NATO, bir Batı projesi olduğunu da söyleyecektir, ki bu sonuncusu doğrudur. Bu durumda, “bizi Batı değerlerinden koparıyor” demek, aslında olayları hiç anlamamak demektir.

Gün gelir, işler değişir. NATO mekanizması ile Rusya-Çin hattı karşı karşıya kalınca, “Batı değerlerinden bizi koparıyor” diye Erdoğan’a karşı çıkanlar, onunla aynı NATO safında kendilerine yer bulurlar.

Kılıçdaroğlu, açıkça söyledi: NATO demokrasinin bekçisidir. Bu sözler, Kılıçdaroğlu’nun biat ettiği yerin açık kanıtıdır. Tekrar olacak, Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ne, eften püften konularda muhaliftir, ama hiçbir ciddi konuda muhalif değildir, tersine yanındadır. Böylesi “muhalefet”, her siyasal iktidara lazımdır. Saray Rejimi, iktidar kadar muhalefeti de belirleyen bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

İşte Rusya’nın Ukrayna’ya, “artık yeter” diyerek operasyon başlatması, birçok açıdan cepheleri netleştirici bir etki yarattı.

Mesela sevgili İsmail Saymaz’a bakalım. Birdenbire Saray basını ile aynı dili kullanmaya başladı. Ukrayna’da “Neonazi”lerin öldürdüğü 14 bin kişiden asla söz etmiyor ve ısrarla bu Neonazilerin sivil halkı kalkan eden uygulamalarını görmüyor. Oysa, bunlara ulaşacak kadar olanağı da vardır.

Saymaz, sadece bir örnek. Ahmet Hakan ile aynı telden çalması, kendisini düşündürmüyor da.

Daha fazlası var.

Tüm liberal sol, tüm liberal solun aydınları, tüm gazeteciler, tüm burjuva basın, Saray Rejimi’nin kendisi, Barzanici Kürtler vb. hep birlikte aynı yere vurmaya başladılar: Savaşa karşıyız, demek ki Rusya işgalcidir, Rusya emperyalisttir, Rusya suçludur.

Hepsi bunu söylemektedir.

Onları dinleyince, insanın, NATO denilen bir savaş makinasının, emperyalist cephenin ortak örgütünün, bugüne kadar ne kadar da barış sever olduğunu düşünesi geliyor. 1952’de Kore’ye 35 cent üzerinden asker göndermiş bir ülkenin insanlarının, NATO’nun ne olduğu konusunda bu kadar cahil olması mümkün değildir. Yanıbaşımızda Yemen, Irak, Suriye, Libya vb. örnekler dururken ve henüz “toplumsal Alzheimer” durumu bu denli ilerlememiş iken, bunlar NATO’nun barış ve demokrasinin garantörü olduğunu söylüyorlar. Irak’ta 2 milyon insanı katleden bunlardır. Yemen’e bakın, söze gerek var mı? Suriye savaşını kundaklayanlar kimlerdir? Ya IŞİD çetelerini örgütleyen, onları Kafkaslara kadar sevk eden, bugün Ukrayna’ya IŞİD çetelerini, Türk savaşçıları gönderen Saray Rejimi değil midir? Saray Rejimi’nin arkasında NATO ve ABD yok mudur?

Birdenbire NATO, savunma örgütü oluyor.

Birdenbire NATO, demokrasi savunucusu oluyor.

Savunma örgütü olarak NATO, kimi kime karşı savunuyor? SSCB çözüldüğünde 16 üyesi bulunan NATO bugün neden 30 üyeye sahiptir? NATO neden genişletilmek istenmektedir ve bunun sınırı neresidir?

Demokrasinin yılmaz savunucusu NATO, Batı değerlerinin koruyucusu NATO, neden bizim ülkemizdeki her cinayetin arkasında vardır? Mumcu’nun katili kimdir? Hrant’ın katili kimdir? 1 Mayıs 1977’nin katili kimlerdir? Sivas katliamının arkasındaki güç kimdir? Maraş, Çorum katliamlarının organizatörü kimdir? Kürtlere karşı kirli savaşın, Susurluk’ta ortaya çıkan durumun arkasındaki güç kimdir?

Sahi, bunları NATO yapmıyor mu?

Madem NATO demokrasiyi savunuyor ve koruyor, bir TV kanalı olan RT’nin yayınlarını neden yasaklıyorlar? Her gün BBC ve CNN’in yalanlarını bir bir ortaya koymak mümkündür. Bunu da zaten yapanlar var. Buna rağmen, BBC ve CNN neden yasaklanmıyor, DW neden yasaklanmıyor da, RT yasaklanıyor? Buna basın özgürlüğü mü diyeceğiz? Buna, demokrasinin savunulması mı diyeceğiz? Öyle ise soralım, kimin demokrasisinin; tekellerin, parababalarının, mafyanın vb. demokrasisini mi kastediyorsunuz? Öyle ise haklısınız. NATO olmadan, uyuşturucu ağları olmaz, NATO olmadan savaş olmaz, NATO olmadan kirli savaşlar olmaz, NATO olmadan basının karartmaları olmaz. NATO, karanlık demektir. NATO, savaş ve saldırganlık demektir. NATO, İtalya’da “Gladio”, Türkiye’de “Ergenekon” ve “Özel Harp Dairesi”, Yunanistan’da “Sheepskin”, Almanya’da “Gehlen örgütü”, Fransa’da “Rüzgâr Gülü” İngiltere’de “Secret British” vb. demektir.

Şimdi, çıkın bize tüm bunları, “demokrasi” olarak açıktan savunun.

Şimdi, çıkın bize tüm bunları “savunma örgütü” mantığı ile savunun.

Tüm bunlar, Batı değerlerini, “insanlık değerleri” olarak gören NATO’cu kafaların içinde farklı durmaktadır. Bundan eminiz. Kürt halkına saldırmak, 1 Mayıs 1977’yi kana bulamak, mutlaka devletin âli çıkarları için gereklidir. Ve bu âli çıkarlar, her zaman, “savunma” ve “demokrasi” demektir.

Bu cehalet, bu denli cehalet, öyle kendiliğinden oluşmaz. Bu NATO’cu cehaletin, bu “NATO kafa, NATO mermer” kafaların nedeni NATO müfredatıdır. Askerleri, üst düzey yöneticileri, iktidarları, muhalefetleri, gazetecileri, iş-adamları, öğretim üyeleri, roman yazarları, hepsi ama hepsi, bu müfredattan geçirilmiştir. İşte bu NATO müfredatı, kendi işleyişi içinde, Ukrayna savaşı ile tüm yönleri ile kendini açığa vuruyor.

Anti-komünizm, şimdi Neonazileri görmelerini engelliyor. Ukrayna’da direnişten söz ediyorlar, ama aslında sivillerin kalkan olarak kullanılmasını görmüyorlar. Üniversite öğrencisi Afrikalılar, elbette sarışın ve mavi gözlü olmadıkları için, insan olarak da sayılmıyorlar.

Sahi, NATO, Ukrayna’ya demokrasi getirebilir mi?

Bunun yanıtını bilmediklerini söyleyecekler ve Ukrayna’nın Rus işgalinden kurtulmasının öneminden dem vuracaklar.

Ne büyük bir utanmazlıktır: Rusya’ya karşı kara propaganda yürütmek için, NATO’cu bilinçaltı devreye giriyor ve bakın ABD Irak’ı iki günde hâlletti, oysa Rusya Ukrayna’yı hâlledemiyor, diyorlar. Bu nasıl bir kafadır? Hem Rus işgali diyeceksin hem savaş kötüdür diyeceksin hem de Rusya’nın ABD’ye göre daha yavaş ilerlemesi nedeni ile suçlu olduğunu mu söyleyeceksin? Demek istiyorlar ki, Rusya da, ABD gibi su depolarını, hastahaneleri, okulları, kentlerin yaşam alanlarını bombalasın. Bunu mu istiyorlar? Yoksa, bakın ABD daha güçlüdür, sakın ABD yanlısı olmayı bırakmayın mı diyorlar? Anlamak zor.

Kurumuş kafalar, çürümüş yürekler taşıyorlar. Birisini taşımaları yetiyor ve herhangi biri diğerinden daha az iğrenç değildir.

Ukrayna’daki durumun en temel gerçeklerini ortadan siliyorlar, hokus pokus ile halı altına sürmek istiyorlar.

– İlkin, Ukrayna’da, 2014’te bir darbe olmuştur. Bu darbeciler, “demokrasi” diye yücelttiğiniz şeyi yerle bir etmiş, iktidarı devirmiştir. Bu devrilen iktidarın rüşvet çarkına bulaşmış olması ayrı bir konudur. Bizim ülkemizdeki hâli ile rüşvet çarkı, yolsuzluk çarkı başka yerlerde pek rastlanmaz. Ama Ukrayna’da da durum bu idi. Darbeyi gerçekleştirenler, İkinci Dünya Savaşı sonunda ülkeden kaçıp, ABD operasyonu ile Kanada ve ABD’ye yerleştirilenlerdir. Bunlar Neonazilerdir. Bu Neonaziler, Batı dünyasının birçok yerinde vardır ve derinlere işlemiş ırkçılık ile beslenmektedir.

– İkincisi, bu Neonaziler, mesela Odessa’da 40’tan fazla kişiyi bir otelde yakmışlardır. Bu ve benzeri saldırılar sürekli gelişmiş, organize edilmiştir. Devlet çarkı bunun bir parçası hâline getirilmiştir. O kadar ki, Ukrayna’da, 2020 yılına girildiğinde bağımsız bir Ukrayna yönetimi yoktur. Yönetim, Batı’nın, ABD ve NATO’nun kuklasıdır. İngiltere’deki Ukrayna büyükelçisinin “NATO’ya girmek istemiyoruz” açıklaması karşısında İngiliz, ABD ve NATO güçlerinin saldırgan açıklamaları tazedir. Zelensky dahil, Ukrayna hükümeti bir kukladır, gerçekte Neonazi çeteleri devletleşmiştir ve bu tam da Rusya’nın Suriye sahasına inmesini, Suriye savaşına açıktan taraf olmasını takiben gerçekleştirilmiştir.

– Üçüncüsü, 2014 yılından başlayarak, bugüne kadar Ukrayna’da 14 binden fazla insan öldürülmüştür. Donetsk ve Lugansk’ın bağımsızlığını ilan etmeleri süreci bu katliamlara dayanmaktadır. Öldürülen 14 bin insanın 3 binden fazlası çocuktur. Bu, açık bir katliamdır. Bu katliam Ukrayna halkı tarafından yapılmıyordu, bu katliam, NATO ve ABD destekli Neonazilerce yapılıyordu.

Şimdi, tekrar soralım, sahi NATO, Ukrayna’ya demokrasi getirir mi?

Ukrayna’da, 2014 öncesinde var olan eğer “demokrasi” idiyse, eğer “bağımsız bir ülke” konumu idiyse, bunu zaten bozanın, tahrip edenin NATO olduğu açık değil mi? NATO, yıktığı şeyi mi kuracak? Yoksa, siz, NATO müfredatından geçmiş NATO mermer NATO kafalı hâline gelmiş olanlar, insanları bu kadar salak mı sanıyorsunuz?

Almanya’da kaç tane ABD üssü var? Dünyada kaç adet ABD üssü var? Doğu Avrupa’nın sonradan NATO üyesi olmuş 14 yeni ülkesinde acaba kaç adet NATO üssü var, kaç adet ABD üssü var? Sadece Almanya’daki üs sayısının 82 olduğunu bilirseniz, belki şaşırırsınız ve bunların sayısı pandemi sürecinde artmıştır.

Neden?

Madem komünizm yok, madem artık “hür dünya” komünizmi yendi ve yerle bir etti, madem Rusya ve Çin kapitalistleşme yoluna girdi, siz neden hâlâ bu kadar üs kuruyorsunuz, bu denli savaş hazırlığı yürütüyorsunuz?

Savaşın ortaya çıkan ilk sonucu şudur: ABD, bir kere daha eski soğuk savaş dönemindeki gibi, tüm Batı güçlerini kendi savaş bayrağı altına toplamıştır. Almanya ve Fransa, savaş naraları atmaya başlamıştır. Hollanda gibi zaten bu konuda açık eğilimler taşıyanları bir bir saymaya gerek yoktur. Esas önemli olan Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya’nın tutumlarıdır. İngiltere zaten ABD ile açık bir planlamanın içindedir. Ukrayna’daki birçok Neonazi kampı, ABD ve İngiltere tarafından organize edilmiştir. Almanya ve Fransa, ABD’nin denetiminden kurtulmak için hamleler yapmakta iken, birden 10 yıl geriye gittiler ve yeniden ABD politikalarının dışında davranamayacaklarını ortaya koydular.

Japonya da benzer durumdadır. Bölgeye uzaktır. Ancak, Çin’e karşı, aynı anda ABD hamleler yapmış, Tayvan ve Çin arasındaki sulara gemilerini sürmüştür. Bu durum, Japonya’yı elde tutmak için ABD hamlelerinin bir devamıdır.

Savaşın ortaya çıkan ikinci sonucu, Rusya’ya karşı yaptırımlar adı altında ortaya konan saldırganlıktır. Bu saldırganlık, tam bir ırkçılığa dönüşmüş, bilim, sanat ve spor alanında Rusya’ya karşı açık bir ırkçı yaklaşım sergilenmeye başlanmıştır. Bu durum, soğuk savaşın da ilerisindedir. Nazi dönemini hatırlatmaktadır. Nazi ırkçılığı, birdenbire kendi renklerine bürünmüş, canlanmış ve sahaya çıkmıştır. İngiltere’nin Ukrayna’ya savaşçı gönderme hamlesi, tam da böylesi bir hamledir. TC devleti, Saray Rejimi, sadece silah göndermekle kalmamış, IŞİD’li savaşçılar da göndermiştir. Şimdi tüm çeteler, pisliğin sineği çekmesi gibi Ukrayna cephesi tarafından NATO savaş makinasının emrinde oraya koşturulmaktadır. Irkçılığın her tonu, NATO müfredatını yansıtmaktadır. Tekeller çağı, bize ırkçılığı, “zarif” elbiseler içinde, beyefendilik olarak sunmaktadır, ki Batı değerleri bu olsa gerek.

Savaşın ortaya çıkan üçüncü sonucu, Rusya’nın, daha fazla müsamaha gösteremeyeceği noktaya gelinmiş olmasıdır.

Burada, Rusya ve Çin’e biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

Biliniyor, biz, Rusya ve Çin için, emperyalist nitelemesini kullanmıyoruz. Bunun ana nedeni, bu ülkelerin “sosyalist” olması değildir. Böyle bir düşüncemiz yok, böyle bir savunumuz yok. Olması da mümkün değil. Ama her ikisi de, kapitalist sistemin içinde açıklanamayacak derecede küçük oranda özel mülkiyete sahiptir. Devasa şirketler, devlet mülkiyetindedir. Bu, tekelci sistem ile çelişik, dünü sosyalist olup da kapitalist sisteme tam entegre olmaya çalışan iki ülkenin özel hâlidir. Bunun ne kadar süreceği de belirsizdir.

Evet, her iki güç de büyük güçlerdir.

Trajik bir süreçtir bu.

Hem Rusya ve hem Çin, ama daha çok Rusya, SSCB zamanında sistemin baş düşmanı olarak, kapitalist sistem tarafından sarılmış, dışlanmıştır. SSCB çözüldükten sonra, Çin kapitalist gelişim yolunda devasa adımlar atmaya başladıktan sonra, herhâlde, bu iki ülke de, sisteme eşit ortaklar olarak kabul göreceklerini düşünmüş olmalıdırlar. G7 serüvenine bakın, önce Rusya’yı aldılar, ardından çıkarttılar.

Trajik dememizin nedeni budur. Sosyalist iken, sosyalizm adına ne eksikleri olursa olsun sistem tarafından, egemenler tarafından düşman görülüyorlardı. Onlar, bu yoldan vazgeçti ve kapitalist yola girmeye başladılar. Bu kez de, kendilerine “eşit ortaklar” diye davranılması yerine, tersine, “sömürge olmayı kabullenmeleri” dayatıldı.

Çin ve Rusya eğer sömürge olmayı kabul ederlerse, yani eğer yağmalanmayı kabul edip direnmezlerse, işte o zaman, efendilerin masasında yem olarak kabul göreceklerdir. Bu ise, aslında, onların istemediği bir şeydir.

Bugün, SSCB’nin çözülmesinin ardından 33 yıl geçtikten sonra, yani bir hayli zaman geçtikten sonra, hem düşman olarak görülüyor ve ilan ediliyorlar hem de etrafları bir bir sarılıyor. Ekonomik, ideolojik, siyasal, askerî bir savaş devreye sokulmuştur bile.

ABD veya İngiltere ya da Fransa, bir ülkeye, sömürgeleştirmek amacı ile, işgal amacıyla saldıracak olsalar dahi, Japonya aynı şeyi yapsa dahi, diğerleri pay isteyerek çözüm bulmaya çalışırlar. Yoksa “yaptırım” vb. kararlar almazlar. Swift sisteminden Rusya’yı çıkarmak, gerçek anlamda çaresizliğin de bir işaretidir. Ama bir Rus piyanisti işinden atmak, sporcuları cezalandırmak üzerinden hareket etmek, Dostoyevski’yi yasaklamak, trajikomiktir. Komiktir, çünkü çaresizliğin boyutlarını gösterir, trajiktir, çünkü Nazi mantığının nasıl sistemin tümünde egemen olduğunu gösterir.

Biz, İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuva devleti, tekelci polis devleti olarak nitelerken, faşizmin tüm dişlilerinin günümüz burjuva devleti tarafından içselleştirildiğini söyleriz. Faşizmin sadece ruhu değil, gözleri de oradadır ve son Ukrayna olayı, bu gözlerin ne denli diri olduğunu göstermektedir.

Yazık ki, SSCB çözülürken, bize Batı demokrasilerinin gelişmişliğinden söz ediyorlardı. Oysa en kötü hâli ile sosyalizm deneyimleri, kapitalist sistemle kıyaslanmayacak kadar değerli bir mirastır.

Şimdi, Rusya ve Çin, kapitalist sistemin içinde etkin birer güç oldukları hâlde, egemenlerin masasında yer alamamak bir yana, savaşla tehdit ediliyorlar. Ekonomik, siyasal, ideolojik, askerî bir savaşla karşı karşıyadırlar.

Bunları ele almadan, Rusya ve Çin için emperyalist değerlendirmelerini yapmak, aslında işin özünü bir dirhem anlamamaktır. Kendi ülkelerinin PKK nedeni ile Suriye ve Irak’a operasyonlar yapmasını alkışlayanlar, sıra Rusya’ya gelince, 14 bin kişinin ölümüne, Neonazilere, NATO güçlerinin Ukrayna’ya yerleşmesine rağmen, Rusya’nın kendini savunma hakkını emperyalistlikle suçlamaları, kafa karışıklığının ürünüdür. Kaldı ki, bizim bulunduğumuz yerden bakıldığında, TC ordusunun Suriye ve Irak’a saldırıları, ABD’li efendileri ve NATO kararları ile gerçekleşmektedir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı her şart altında tartışmasız vardır. Kürt halkına karşı dayatılan bir katliamdır. Ve Ukrayna’da Rusya’nın müdahalesinin, pek yakında görme ihtimalimiz kuvvetlidir ki, işgalle sonuçlanmayacağı açıktır. Bunu Suriye’de de gördük, Gürcistan’da da, Kazakistan’da da. Daha dün, Kazakistan’a giren ortak gücün, oradan çıkmayacağı söyleniyordu. Öyle olmadı. ABD ve NATO, girdikleri yerden çıkmıyor.

Bir ülkenin emperyalist olması, onun kötü olması anlamında bir tanımlama değildir. Nasıl ki, faşist = kötü, kaba bir yaklaşımdır, bize faşist olmanın gerçek anlamını anlatmaz, emperyalist olmak da öyledir. Her emperyalist güç, saldırgandır, ama mesela her saldırgan güç, örneğin TC devleti, emperyalist değildir. Emperyalist olmak, kapitalist sistemden söz ediyorsak, sömürgelere sahip olmayı, bu da kapitalizmin bu çağında tekelci kapitalist ilişkilerin belirleyici olduğu bir ülke olmayı gerektirir. Tekeller, burjuva iktisatçıların söylediği gibi, devlet tekelleri de olamazlar. Hayır. Tekelci kapitalizm bu değildir. Bu konuda bilgisi yetersiz olanların, kaynaklara bakmalarını öneririz, zira bu bölümü, tekelci kapitalizmi anlatacak şekilde genişletirsek, konuyu çok uzatmış oluruz. Kapitalist-emperyalizm, emperyalist merkezler ve onlara bağlı sömürge ülkeleri (kimileri bu ülkelere az gelişmiş, gelişmekte olan ülkeler vb. demektedir) içeren bir dünya sistemidir. Bu sistem için, bir sömürge ülkenin, büyük bir altüst oluş gerçekleşmeden, bağımsız bir ülke olması mümkün değildir. Yani, emperyalist efendiler, kendi masalarına yeni ortaklar kabul etmezler. Efendiler, kendileri arasında dünyayı paylaşırlar. Dünya hâlihazırda paylaşılmış olduğu için, bu yeniden paylaşım demektir ki, bu da savaşları gündeme getirir.

Rusya ve Çin, büyük güçlerdir. Bu onların sosyalist geçmişlerinden geliyor. Sosyalist geçmişleri, bu nedenle onların peşini bırakmaz. Rusya ve Çin, efendilerin sofrasına eşit kapitalist güç olarak kabul görmedikleri sürece, ya sömürge olmayı kabul edecekler ya da zorunlu olarak o eski, kurtulmaya çalıştıkları sosyalist geçmişlerini bir tarz yeniden taşıyacaklar. Rusya ve Çin, sömürge olmayı, yağmalanmayı, boyun eğmeyi kabul etmiyorlar. Görünen budur. 33 yıldır Rusya, yeniden sosyalist geçmişi ile yürümek mecburiyetinde kalıyor. Elbette bu bulaşık bir süreçtir. Ama bugün, Rusya’ya baktığımız zaman, eğer Putin gitsin denecekse, gelecek olan komünist partisidir. Ki bu durumu, efendiler, emperyalist cephe asla istemiyor. Bu durumda da Putin’e razı olmak zorunda kalıyorlar. Ukrayna meselesi, Rusya için, sömürge olmayacaksa, boyun eğmeyecekse, yeniden sosyalizmin yükselişinin başlamasının zorunluluğunu gösteriyor. Bu kadar kolay işleyecek bir süreç değildir, olamaz. Halkın, bu açıdan süreci anlaması, mücadeleye atılması o kadar kolay değildir. Sosyalizmin yükselişi, devlet eli ile de gerçekleşemez. Bu nedenle, belki de eski sosyalizm toprakları dışından, mesele Türkiye’den yükselecek bir devrimci şahlanış, tüm süreci sosyalizm cephesinden toparlamaya olanak tanıyacaktır. Bu yükseliş, mesela Hindistan’dan da gelebilir, mesela Brezilya’dan da.

Bölgemizde gelişecek bir devrim, tüm bölgeyi saracağı için, oldukça görkemli bir yükselişe sahne olacaktır. Böylesi bir devrim, elbette tüm dünyayı etkileyecektir, ama eski sosyalist ülkeleri, daha büyük bir hızla etkileme olanağına sahip olacaktır.

Elbette tüm bunlar, Ukrayna’daki durumun çözümünü görmeyi engellemez. Ukrayna halkı, Neonazilere karşı direnmek, dahası, kaybettikleri sosyalizm için yeniden savaşmak ve bağımsız bir sosyalist ülke olmak için mücadele etmek zorundadır. Bugün Ukrayna’ya Rus askeri girmiştir. Dün, Ukrayna’ya, NATO, açık olarak girmişti. Ve NATO, Neonazi çeteler eli ile, Ukrayna’nın tüm gururunu, tüm onurunu, bağımsızlığı, özgürlüğünü ayaklar altına almıştı. Ukrayna halkı, 2014’ten beri bağımsız bir ülkede yaşamıyor. Ukrayna, 2014’ten beri, NATO ve onun desteklediği çeteler tarafından iğdiş edilmektedir. Kapitalist ilişkiler içinde sömürü sistemi yeniden kurulmaya çalışılırken, çeteler ve NATO mekanizması ile, tüm özgürlükleri ellerinden çoktan alınmıştı. Onları kurtaracak olan da Rus askerleri ya da herhangi bir dış güç değil, kendileri olmalıdır. Rusya yarın geri çekilecektir. Bu durumda Ukrayna halkının, sosyalizm temelinde ayağa kalkması, sadece Ukrayna’da İkinci Dünya Savaşı’nda, Ukrayna’yı kurtarmak için ölen, birçok halktan 6 milyonu aşkın insanın anısına sahip çıkması gereklidir.

Emperyalist cephe, onun savaş makinası olan NATO; onların organize ettiği Neonazi çeteler, açıkça Ukrayna’da “komünizmin kalıntılarının temizlenmesinden” söz etmektedirler. Lenin heykelleri sökülüyor, sosyalizmden kalan değerler aşındırılıyor, ırkçılık halkların kardeşliği yerine geçiriliyor. 14 bin kişinin öldürülmesine rağmen, Rus ve Ukrayna halklarının kardeşliği hâlâ bozulabilmiş değildir. Bizim ülkemizde, her ırkçı saldırı, çok daha net sonuçlar verebilmektedir. İşte sosyalizmin kalıntılarının temizlenmesinden söz ettiklerinde, tam da bunu söylüyorlar.

Biz de tüm dünyadan, Nazi anlayışının temizlenmesi gerektiğini savunuyoruz. Günümüzde bu Nazi kalıntıları, tüm burjuva devletlerde içselleşmiştir. Tekelci polis devleti budur. Siz buna burjuva demokrasisi demeyi yeğlerseniz, bizim için sorun yok, bu sizin sorununuz. Bu “demokrasi”, tekelci sistemin, iç savaşa göre örgütlenmiş, emperyalizmin savaş örgütü NATO tarafından beslenen modern devletidir. İşte bu devlet, içinde faşizmin tüm dişlilerini, “normal” zamanlarında da, olağan dönemlerinde de içselleştirmiştir. Biz de bu devlete karşı savaşmadan, Nazizmin, ırkçılığın, savaşın yeryüzünden temizlenmeyeceğini söylüyoruz.

Bize barıştan mı söz ediyorsunuz; samimi iseniz, NATO karşıtı olmalısınız ve bunun için eyleme geçmelisiniz.

Bize savaş karşıtlığından mı söz ediyorsunuz; ABD, Alman, Fransız, İngiliz ve Japon emperyalizmine karşı savaştan söz ediyorsunuz demektir. Değilse, siz savaş karşıtı değilsiniz, bir şarlatansınız.

Bize demokrasiden mi söz ediyorsunuz, samimi misiniz? Öyle ise, devrim için savaşmaktan, işçi sınıfının iktidarı için savaşmaktan, sosyalizm için savaşmaktan söz etmelisiniz. Gerisi en hafifinden laf ebeliğidir.

Bugün Ukrayna’da Neonazilerin ortaya koyduğu savaş suçu, bugün Suriye’de IŞİD çetelerinin (ki hepsi NATO tarafından beslenmektedir) ortaya koyduğu savaş suçu, bugün Yemen’de Suudi Arabistan’a bağlı çetelerin ortaya koyduğu savaş suçu, yarın dünyanın başka bir ülkesinde de karşımıza çıkacaktır.

ABD ve NATO nerede varsa, orası savaş alanı için hazırlanmaktadır. Bunun istisnası yoktur. Letonya, Estonya, Finlandiya vb. hepsi yarının savaş alanı hâline getirilmektedir.

Ülkemiz 1952’den beri NATO üyesidir. Bu ülkede hangi cinayet varsa, hangi katliam varsa, hangi darbe varsa hepsinin arkasında NATO ve ABD vardır. Bunu görmeden, buna karşı tutum almadan, ne gazetecilik yapabilirsiniz ne objektif olabilirsiniz, ne demokrat olabilirsiniz ne halkını seven bir insan olabilirsiniz, ne yurtsever olabilirsiniz ne de sıradan bir insan olabilirsiniz. NATO’ya karşı çıkmadan, ABD egemenliğine ve emperyalizme karşı çıkmış olmazsınız.

Ülkenin tüm eski ve yeni yöneticileri, bürokratları, uzmanları, askerleri, emekli askerleri, polisleri, uyuşturucu baronları, yazarları, gazetecileri, öğretim üyeleri vb. hepsi NATO tedrisatından geçirilmişlerdir. Başka türlü bakmaları mümkün değildir. Onlar için, ülke NATO’nun çıkarları demektir.

Bu NATO formatlaması, uzun ve ince bir eğitimle verilmiştir. Öylesine basit bir cehaletin ürünü değildir, körlüğün ürünü değildir. Tersine, bunca cehalet ancak eğitimle yaratılabilir ilkesine uygun olarak, NATO tedrisatı ile sağlanmış bir eğitimdir bu.

Ukrayna’da yaşananlar, böylesi bir bakış açısı ile ele alınmalıdır. Dünya çapında bir devrimci mayalanma yaşanmaktadır. En geri noktaya kadar çekilen devrimci işçi hareketi, yeni bir diriliş dönemine girmektedir.

Kapitalist sistemin 2008’de başlayan ve hâlen süren, derinleşen, dahası emperyalist beş güç arasında kızışan paylaşım savaşımı ile birleşmiştir. Bu ekonomik ve siyasal bir krizdir. Emperyalist efendiler, doların bir dünya parası olmaktan çıkması da dahil, birçok kurumu yeniden organize etmeyi tartışmaktadır. Buna “the great reset”, yani büyük sıfırlama demektedirler. Bu İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan, IMF, Dünya Bankası, NATO gibi örgütlenmelerle temsil edilen sistemin sonunun geldiğinin kanıtıdır.

İşte bu koşullarda, dünya halkları, dünyanın tüm işçileri, yeniden ayağa kalkmanın olanaklarını aramak zorundadır. Dünya işçi sınıfı, sosyalizm için mücadeleye daha güçlü girişmek zorundadır. Tartışma konumuz, Rusya Ukrayna’da acaba ne yapsa daha doğru olurdu, değildir. Tartışma konumuz, dünyanın yeniden güçlü bir sosyalist çıkışının nasıl sağlanacağıdır. Bunun olanakları, içinden geçtiğimiz nesnellik içinde vardır.

Saray Rejimi, savaş ve restorasyon

İki gelişme var. Biri Ukrayna savaşıdır. Diğeri ise, “seçim yasası” adı altında meclis denilen yere sunulan yasadır.

Bu iki gelişme, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi ya da Erdoğan sonrasının şekillenmesi çalışmalarını yakından etkiliyor.

İster “güçlendirilmiş Saray Rejimi” diyelim, ister “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diyelim, her ikisi de egemenlerin, restorasyon çalışmalarıdır. İlkini biz söylüyoruz, egemenler “güçlendirilmiş Saray Rejimi” demiyorlar. Onlar, Saray Rejimi’nin devamından yanayız, diye dile getiriyorlar. İkincisini onlar söylüyorlar, isim babası onlardır: Güçlendirilmiş parlamenter sistem.

İlki ya da ikincisi, aynı amaca dönüktür. Olağanüstü bir örgütlenme olan Saray Rejimi’nin tıkanmışlığını aşmak istiyorlar. Bu yolla, sistemi restore etmek istiyorlar. Çözülmekte olan burjuva egemenliği restore etme çabasıdır bu.

Öncelik Saray Rejimi’ni sürdürmektedir. İyi ama bu o kadar kolay değil. İşte olur da burada bir aksilik olursa diye, “güçlendirilmiş parlamenter” sistemden söz ediyorlar.

Elbette ilkini savunmak, iktidara düşer. İkincisini savunmak ise “muhalefet” diye adlandırılan burjuva muhalefete düşer. Ki bu burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin her açıdan bir uzantısı, bir parçasıdır. Akşener’den daha fazla, Kılıçdaroğlu Saray’a bağlıdır.

Kılıçdaroğlu liderliği etrafında toplanmış burjuva muhalefet, aslında, normal bir seçim olsa, yüzde on bile alamayacak olan AK Parti ve Erdoğan’ı indirmek için, egemenlerin vereceği onayı bekliyor. Onun için, hiçbir zaman “muhalefet” yapmıyorlar ve en sıradan bir konuda dahi, seslerini çıkarmaktan korkuyorlar.

Nerede bir küçük, eften püften bir konu var, işte o zaman konuşuyorlar. Ne zaman ciddi bir mesele var, o zaman Saray destekçisi oluyor ve halkı susturmaya çalışıyorlar, tepkilerin sokağa taşmasını önlemeye çalışıyorlar.

İşte onların muhalefet dediği de budur.

Erdoğan, hem suçları çok olduğu için hem de bunca suç dosyası olan birisini yönetmenin ABD için kolay olması nedeniyle, koltuğunu ömür boyu sürdürme hevesindedir.

Daha da ileri gidiyor, işi büyütme yönünde adımlar atmaya çalışıyor ve 2023 sonrasında, sanki, halifeliğe fiilî geçiş için hazırlık yapıyor. Yoksa Bilal, çocuklar, eşler, servet nasıl kurtulacak? Fiilî halifelik önce gelsin istiyor, nasılsa Bahçeli ve Atasagun ekibi, “fiilî olarak yapıyor, öyle ise yasaları buna göre düzeltelim” demekte tereddüt etmeyecektir. TC devleti, bu hâldedir.

“Muhalefet” ise, “nasılsa Erdoğan gidici” havasındadır ve daha şimdiden, hangi arpalığın kime verileceğinin hesabı içindedir. Nasılsa halk, Erdoğan ve çevresine bunca yağma, soygun için izin verdi, biraz da “muhalefete” izin verecektir, değil mi?

Burjuva muhalefet, Erdoğan’ı devirmek istemiyor. Burjuva muhalefet, Erdoğan’ın devrileceği haberini efendilerinden, ABD’den almak için bekliyor. Olur da haber gelmezse diye, yerinden kıpırdamıyor. Her zaman devlete bağlı olduğunu göstermek için, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri, sokağa çıkan herkesi evlerine hapsetmek istiyorlar. Görevleri budur. Olur da efendileri, “şimdi sıra sizde” derlerse, zaten bir şey yapmaya gerek yoktur. İşte bu haberi bekliyorlar. Bugünlerde kuşlar, Kılıçdaroğlu’na, hazır olun, sizin de sıranız geliyor mesajlarını veriyor olmalıdır. O nedenle, ille de kendisi cumhurbaşkanı adayı olacakmış gibi hazırlık yapıyor. Bu nedenle, dinci bir söylemi öne çıkartıyor. Bu nedenle, sanki şimdiden iktidarmış gibi konuşuyor.

Sanki, Erdoğan, seçimlere, yasalara, anayasaya vb. bağlı imiş gibi, tüm CHP; seçimlerden, yasalardan söz ediyor. İyi ama, 2018’de yapılan seçim meşru mu idi? Elbette değildi ve bu seçimi meşru hâle getiren CHP ile İYİ Parti’dir. Onlar, muhalif değildirler.

Şimdi, seçim kanunu meclise sunuldu.

İlk soru şudur: Neden meclise sunuluyor? Pekâlâ, Cumhurbaşkanı bir kararname ile bunu hâllederdi.

Meclise sunuluyor, çünkü pazarlık yapılmak isteniyor.

Yeni seçim sistemi, aslında Saray’ın neler yapabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Saray, Millet İttifakı denilen ittifaka CHP ve İYİ Parti dışındaki katılımların önünü kesmek istemektedir.

Hem, ülke genelinde yüzde 7 baraj var hem de o ilde. Her ikisini geçmemiş bir parti, oradan milletvekili çıkartamıyor. Ve aynı anda, “seçim barajını daha da aşağıya indirebiliriz” diyorlar. Pazarlıktır. Ne istiyorlar? Erdoğan’a garantiler mi? Tekrar aday olabilmesi garantisi mi, yargılanmama garantisi mi, devlet olanaklarını kullanma garantisi mi, şeyhülislam gibi davranması karşılığında bunun onaylanması garantisi mi? Muhalefet, bu pazarlıkları dahi ortaya koyacak cesarete sahip değildir.

Yasanın meclise sunulmasının nedeni budur, pazarlıktır.

İkincisi, yasanın meclise sunulması, bir seçimin olacağının da garantisi değildir. Ama yasa meclise sunulunca, tüm muhalefet, sadece burjuva muhalefet değil, Saray Rejimi’ne karşı olan çeşitli güçler de, seçimin gelmekte olduğu algısına inanacaktır.

Oysa 1 yıl, bizim topraklarımızda, bu zaman diliminde, oldukça uzun bir zamandır. Bir yıl sonraki seçime hazırlanmak, bir yıl boyunca, eylemsiz ve seyreder durumda durmak, gerçekte, toplumsal muhalefeti tüketecektir, direnişçileri yoracaktır. O nedenle, meclise sunulmasının anlamı budur ve buraya dikkat etmek gerekir.

Biz diyoruz ki, Saray Rejimi, parlamentoyu etkisiz kılmıştır. Parlamento diye bir şey yoktur. Böylesi seçim yasası teklifleri ile insanları oyalamak vb. gibi bir anlamı olmasının nedeni, aslında hiçbir işe yaramayan mecliste, “muhalif” partilerin hâlâ var olması, bu yolla, halka, meclisin önemli olduğu inancını yerleştirmeye çalışmalarıdır.

Meclis, gerçekte yoktur.

En küçük bir kürsü konuşmasının bile soruşturmaya tabi olduğu, dokunulmazlıkların, AK Parti ve CHP eli ile kaldırıldığı bir parlamento, egemenlerin apış arasını örtecek bir incir yaprağı bile değildir.

Parlamento yoktur.

Seçim sistemi, sandık, bizzat egemenler tarafından gömülmüştür. 2015 Haziran seçimlerinden bu yana, hiçbir seçim meşru değildir. Yeni seçim yasası, tüm bu hile ve anti-demokratik uygulamaların yasal hâle getirilmesi çabasını içermektedir. Yüzde 20 oyla AK Parti, Cumhur İttifakı, tüm seçimi kazanır ve yüzde 50 oy aldık derler. Bunun benzerini yaptılar. Burjuva muhalefet, Kılıçdaroğlu, Akşener vb. bir şey mi yaptılar? Yapmadılar. Şimdi bir kere daha yapacaklar. Bunu önleyecek bir güç vardır elbette, sokaklardır, ama burjuva muhalefet, halkın sokağa çıkmasının önündeki barikattır.

Demek ki, seçim de yoktur.

Seçim sonuçları önceden bellidir, her detayına kadar.

“Milli irade” dedikleri şey, her seçim kanunu ile değişmektedir. Bu nasıl bir “iradedir”? Bu, egemenlerin iradesidir. Seçim halk için bir anlam ifade etmemektedir. Seçim, eğer olacaksa, yeni yönetimi halk seçti demek için, meşruluk sağlamak için bir araçtır.

Parlamento yoksa, zaten seçimin de anlamı yoktur.

İkisi de yok hükmündedir.

Siyasal partilere bakalım.

AK Parti diye bir siyasal parti var mıdır? Değil gerçek anlamda, burjuva anlamda bile bir AK Parti var mıdır? Mesela 2002 yılındaki gibi kurulları ve kuralları var mıdır? Bu soruya zaten AK Parti yandaşları, uzmanları, kalemşörleri de açıktan yanıt veriyor: Yoktur. AK Parti, çeteler birliğidir. Ve bu çeteler, devletin içindedir de.

MHP diye bir parti var mıdır? Atasagun itmeli Bahçeli çetesidir MHP. MHP, siyasal bir parti olarak ne yapar? Gider adam mı döver, sokaklarda polis koruması ile terör mü estirir? MHP adına bir tartışma olur mu?

Bunlar iktidarda olanlar, devlette olanlardır.

İyi ama muhalif olanlar da böyledir. CHP, bir siyasal parti midir? Mesela CHP’nin misyonu nedir? İktidarı almak mı ister? İktidarı almak için, eylemler mi organize eder? Sahi ne yapar bu CHP?

Sürekli olarak, kendi içindeki muhalif tabanı tutmak için vaatler sunar, sürekli olarak rüşvet için kapılar açar, sürekli olarak solu durdurmak için manevralar yapar. İşlevi budur. Görevi, tüm toplumsal muhalefeti durdurmak, onlar için bir sibop olmaktır. Bu görevi ölçüsünde bazı işlevleri vardır. Bunun ötesinde bir parti değildir CHP.

Yeni sistem, pazarlığa açılmış hâli ile, siyasal partileri daha da azaltıyor. Parlamentoda üç parti olabilir bu yeni sistemle. AK Parti, CHP ve HDP. Bunun dışındaki partilere sistem kapatılmaktadır.

Bu da, güçlendirilmiş Saray Rejimi demek değil midir?

Ukrayna savaşı, Erdoğan için, yeni bir olanak ortaya koymuştur.

Erdoğan, bugün ABD nezdinde, daha önemli hâle gelmiştir.

Ukrayna savaşının ilk kaybedeni AB olmuştur. Almanya, ilk teslim olan olmuştur. Almanya, AB, ABD’ye teslim olmuştur.

Bu teslimiyet, Türkiye’deki süreçleri de etkileyecektir.

Bize göre, ABD ile AB arasında var olan paylaşım savaşımı (aslında bu beş büyük emperyalist güç arasındadır, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa. Burada söz konusu Türkiye olduğu için AB’den söz ediyoruz) Türkiye’nin kimin elinde kalacağı konusunda da bir savaşa dönüşmüştür.

TC, ya siyasal olarak, NATO aracılığı ile kontrolü altında olduğu ABD’nin sömürgesi olacak ya da ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin sömürgesi olacak. Bugüne kadar ve bugün hâlâ, TC bir ortaklaşa sömürgedir. Tüm soğuk savaş dönemi boyunca böyle olmuştur. Bu paylaşım savaşımı açısından böyledir (Elbette işçi sınıfının kurtuluş yolu, devrim ve sosyalizm yolu dışında bu durum böyledir). Bu durumda, Erdoğan sonrasının nasıl şekilleneceği, Ukrayna savaşından önce, ABD ile AB arasındaki pazarlıklara bağlı idi.

Hâlâ öyledir.

Ama artık, AB, ABD’nin kucağına tekrar oturmuş, tekrar güçlü bir biçimde ABD’ye teslim olmuştur. Bu durumda, AB’nin Türkiye’de ne ölçüde etkili olacağı ayrı bir tartışma konusudur. ABD, Ukrayna savaşı ile, ilk sonucu elde etmiştir. Kaybettiklerini bilemiyoruz, ama kazancı AB’yi kontrolü altına almak olmuştur ya da kontrol mekanizmalarını yeniden güçlendirmiştir. Sadece Almanya’da 82 NATO ve ABD üssü vardır. ABD, şimdi tüm Avrupa’ya yerleşmektedir. Almanya ve Fransa, çözülen ABD hegemonyasının karşısında kendi şanslarını, rakip emperyalist güç olarak, bir düzey kaybetmişlerdir.

Elbette, Almanya’nın, Fransa’nın hiç mücadele etmeyeceği sonucuna varılamaz. Ama, bu açıdan güç kaybettikleri kesindir. Almanya ve Fransa, bu yeni duruma uygun, yeni metotlar geliştireceklerdir. Ama Ukrayna meselesinde ABD’nin ve NATO’nun karşısına dikilememişlerdir.

Şimdi, Erdoğan, ABD tarafından desteklendiği sürece, açıktan bir mücadele ile Saray Rejimi’ne karşı çıkmayan bir burjuva muhalefetin, yapacağı çok şey olmaz. Erdoğan, daha rahat hile yapabilir. Baskı ve şiddet daha da genişleyecektir. İşçi ve emekçilere karşı zaten hep vardır, ama şimdi etki alanını daha da genişletecektir. Saray sistemi daha rahat kontrol edilebilir. Yüzde onu, yüzde elli göstermek mümkündür vb. Evet Erdoğan ve Saray Rejimi yıpranmıştır. Bu durum, pazarlıklarla ilerlemeyi olanaklı kılar. AB’nin açıktan bir güç ortaya koyma ihtimali zayıflamaktadır. Elbette bir yıl, uzun bir süredir. Ama bu yapısı ile burjuva muhalefet, Saray için avantajdır.

Erdoğan, bu nedenle, çeşitli hamleler yapmaktadır.

Mesela Elon Mask ile tartışmasına bakın: Elon Mask, ne karşılığı bilinmez ama, Erdoğan’dan, bor ve lityum madenlerini istemektedir. Bu konu, tek başına, yağma, savaş ve rant ekonomisinin ne kadar “önemli” olduğunu göstermektedir. Egemenler için, bu yağma, rant ve savaş ekonomisini nasıl sürdürebilecekleri çok önemlidir. Elon Mask, lityum ve bor madenlerini isterken, Erdoğan’ın bazı ricalarını kırmaz diye düşünmek gerekir.

AB, bu süreçte, Ukrayna savaşı ile düştüğü zayıflığı toparlayamazsa, Erdoğan’ın saldırganlığının artması da muhtemeldir.

Çiller isminin bu kadar ortada dolaşması, ABD ile farklı kaynaklar yolu ile ilişkileri sağlamlaştırma isteğinin ifadesi olsa gerek. Yoksa Çiller’in bir oy potansiyeli yoktur.

Halifelik fiilî olarak davranışlara yansıyacaktır. Çanakkale köprüsünün açılış konuşması, bir yandan Saray Rejimi’nin pespayeliğini göstermektedir, diğer yandan da Erdoğan’ın halifelik özlemlerini dışa vurmaktadır.

Kaldı ki, artık Saray için, hamlelerin ne kadar oy potansiyeli olduğuna göre ayarlanmadığından emin olmak gerekir. Saray, artık oy peşinde değildir. Doğrusu, oy, sandıkları sayanların vereceği karara bakmaktadır.

Uygun bir zamanda HDP’nin kapatılması da işin içindedir. Ne olursa olsun, yeni bir Barzani partisi kurma planı işlemektedir. Bu elbette, Suriye’deki gelişmelere de bağlıdır.

Öyle anlaşılıyor ki, birkaç suikast ile yeni bir şekillendirmeye gitmeleri de olanaklıdır.

Demek ki, mesele, burjuva muhalefetin gördüğü gibi ya da bize anlattıkları gibi değildir.

Tüm bunların dışında elbette, bir çıkış yolu vardır. O yol, işçi sınıfının kurtuluş yoludur, devrim ve sosyalizm yoludur.

Ülkenin her yanında gelişmekte olan bir direniş vardır. Bu direnişe bakıp, “henüz iktidarı alacak bir güç” göremeyenler, bundan dolayı bu direnişi küçümsemektedir. Bu, en çok da, okur yazar takımı (OYT) tarafından yapılmaktadır. Onlara göre, iktidarı alacak güç hazır olduğunda, onlara haber vermek gerekir. Yoksa bu direnişlere bakmalarına gerek yok. Çünkü onlar, bugün, devletten daha fazla korkmaktadırlar ve okumuş yazmış oldukları için, kimden daha çok korkmaları gerektiğini iyi bilmektedirler.

Ama ülkede var olan direniş, bir gerçektir.

Bu direniş genişlemekte, yayılmaktadır. Bu direnişin kendi zayıflıkları, kendi aşması gereken engeller ayrı bir konudur. Ama bu direnişin kendisi göstermektedir ki, işçi sınıfının kurtuluş yolu, sömürünün sona ermesinin yolu, savaşlara son vermenin yolu demek olan devrim ve sosyalizm mücadelesi bir çıkış alternatifidir.

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, burjuva muhalefet ile Saray Rejimi arasında seçim yapmak zorunda değildir.

Zaten böylesi bir seçimin de anlamı yoktur.

Devrim ve sosyalizm için mücadele, bugün, hem ülkemiz hem de tüm bölge açısından çok daha önemlidir. Önemli olduğu kadar da, olanaklıdır. Hem tek seçeneğimizdir hem de gerçekleşmesi olanaklı, mümkün bir seçenektir.

Devrimci savaş arkadaşlığı ve Birleşik Emek Cephesi

Üç süreç, üst üste yaşanmaktadır. “Üst üste” belki de doğru düşmez, iç içe girmiş, birbirilerini etkiler şekilde yaşanmaktadır. İlki, dünya kapitalist sisteminin bunalımı ve bu bunalımla birleşmiş biçimde emperyalistler arası paylaşım savaşımıdır. 2008 yılında patlayan ekonomik kriz, kapitalist sistemi sarsmaya devam etmektedir ve daha bir çözüm ortaya çıkmış değildir. Dahası, 1990’larda SSCB’nin çözülmesi ile ortaya çıkan yeni pazarlar, emperyalist güçlere hareket sahaları açarken, aynı zamanda Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa için, en çok bu dördü için, ABD hegemonyasından kurtulma olanakları yarattı. Bu durumu gören ABD, savaş naraları atmaktan geri durmuyor. Böylece, dünyanın bu başlıca beş emperyalist güç arasında paylaşımı, krizle birleşerek gelişiyor (Biliniyor, biz Rusya ve Çin’i, savaş onlara yönelmiş olsa da, kelimenin Marksist anlamında emperyalist güç olarak görmüyoruz. Sosyalist olmadıkları açık. Ama büyük güç olmak, bağımsız bir güç olmak ile, emperyalist olmak aynı şey değildir). Süreçlerden ilki budur.

Süreçlerden ikincisi, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda, içine Kuzey Afrika’yı da katarak bölgemiz diyeceğimiz alanda yaşanan süreçlerdir. Bu süreçler sadece savaşlardan ibaret değildir, aynı zamanda devrimci gelişmeleri de içine almaktadır. Bu coğrafyada, her ülkede farklı biçimlerde de olsa devrimci mücadele yürümektedir.

Üçüncüsü ise, tüm bunlardan bağımsız olmamak koşulu ile, ülkemizde yaşanan süreçlerdir. Bir yandan Saray Rejimi çözülmektedir, diğer yandan egemenler bu duruma çözümler aramaktadır ve aynı anda, ülkede siyasal ve ideolojik açıdan gelişmiş ve yaygın örgütlülüklere sahip olmayan işçi sınıfının eylemleri, direnişi yükselmektedir.

Bu üç süreç, birbirini etkileyerek, bazan hızlandırarak, bazan yavaşlatarak, birbirinin içine girerek yaşanmaktadır.

SSCB’nin çözülüşü sonrası dünya için, yeni bir dönem başlayacak gibidir, başlamış da denilebilir. Dünyanın her yanında sisteme karşı direniş ve mücadeleler gelişmektedir. Dünya, bir bütün olarak, sosyalizm için hazırlanmakta gibidir. Bunu nesnel anlamda söylüyoruz. Kapitalizmin ölüm demek olduğunu, gezegenin geleceğinin dahi kapitalist kâr için üretimi durdurmayı dayattığını birçok kişi görmeye başlamıştır.

1917 ile başlayan kapitalizmden komünizme geçiş çağı, bir kere daha kendini açık sınıf savaşlarının yükselişi şeklinde ortaya koymaya başlamıştır.

Bölgemizdeki gelişmeler de, bu açıdan devrimin gereksinim olduğunu hissetmeye yetecek boyuttadır. Hatta, sadece devrimciler için değil, geniş halk kitleleri için de, kapitalizmden kurtulmak bir seçenek olarak akıllara işlemiş durumdadır. Bölgemizde, devrimci mücadele, her ülkede çok farklı biçimde sürmektedir. Kürt devrimi, bölgenin en örgütlü gücüdür. Ama buna rağmen, son derece örgütsüz güçlerin yer aldığı ülkeler de vardır. Buna rağmen, tüm bölgede, emperyalist egemenliğe son vermek ve sosyalizm mücadelesi, albenisi yükselen bir mücadeledir. İbre yukarı doğrudur.

Ülkemizde de Saray Rejimi’nin çözülüş süreci yaşanmaktadır. ABD emperyalizminin NATO’nun tetikçisi olarak hareket etmeyi yeğleyen, bundan başka bir iradesi kalmamış olan TC devleti, organize ettiği Saray Rejimi ile, kitleleri, işçi ve emekçileri susturmayı hedeflerken, aslında direnişi durduramamaktadır.

Ülkemizde, sosyalist devrim, nesnel olarak olanaklıdır.

İşte bizi bu noktaya getiren süreç de, bu üç sürecin bileşimi, karışımıdır.

İşçi sınıfı, sosyalist bir devrimle iktidarı almaya, nesnel olarak yakın, ama öznel olarak ise, bir o kadar uzaktır. Bu, durum tespitidir. Somut durum budur. Bu durum tespiti, devrimci mücadele açısından oldukça önemlidir.

Bu nedenle biraz daha açmak isteriz. Bizim görüşümüz, nesnel olarak devrime yakınlık ile, öznel olarak uzaklık arasındaki çelişkinin, bugün devrimci mücadeleyi belirlediği yönündedir. Bu nedenle, devrim safları içinde görülebilecek çevrelerde, bir anda şaha kalkan bir devrimci inanç görülürken, başka bazı çevrelerde ise, “devrim olmaz gerçekçiliği” öne çıkmaktadır. Bu bir uçtan bir uca gidip gelen hâl, nesnel durum ile öznel durum arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Devrimi, uzak bir olasılık, “gerçekleşmeyecek bir hayal” olarak görenler dahi, yarın büyük bir toplumsal olay patladığında, kendini onun içinde bulacaktır.

Biz biliyoruz ki, devrim örgütlenir. Yani toplumsal olayların, sosyal patlamaların yanı sıra, devrimci eylem ve örgütlenme vardır. Esas olan da budur. Bizim öznel yetersizlik dediğimiz de burasıdır, başka yer değil.

Demek ki, nesnel olarak devrimin olanaklı olması, bunu gerçekleştirebilecek güçlerin hazır olması anlamında değildir. Öyle ise, bu hazır olma durumu, bir gündem olarak her şeyin önündedir, olmalıdır.

Devrimin olanaklı olduğu görüşü öne çıktığında, solun bir kesimi hemen, “ayakları yere basmayan analiz bunlar” diye feryadı basmaktadır. Oysa, gördüğünüz gibi, burada feryadı basacak bir şey yok. Daha gün o gün değil. Çünkü, öznel olarak devrimin siyasal ordusu hazır değildir. İşte yol ayrımı da buradadır. Biz, bu öznel yetersizliği yenmenin ana gündem olduğunu söylüyoruz. Bunun detayları da var elbette. Bazı dostlarımız ise, “nasılsa devrim anında değiliz, öyle ise mücadele olağan biçimde sürmelidir” diyorlar. Biz, esas gündem öznel yetersizliği yenmektir, diyoruz ve bunun için, örgütlenmeyi, işçi sınıfının devrimcileştirilmesini, kitlelerin örgütlü direnişini geliştirmeyi ayrı ayrı gündemler olarak, bütünün parçaları olarak ele alıyoruz. Devrimci dostlarımız, bu ayrı ayrı parçaları saydığımızda ilgi gösteriyorlar, ama bunun bir hedefe doğru akmasını gereksiz buluyorlar.

Ne yapalım, bu kadar farklılık, hatta daha fazlası da hep olacaktır.

Devrimin güçleri, hatta işçi sınıfı homojen olmadığına göre, herkesin kendi devrimci yoluna saygı duymalıyız, samimi olduğu sürece.

***

Bugün, ülkemizde egemen sınıf, bir “restorasyon” süreci peşindedir. Devlet çarkını restore etmek, tamir etmek istiyorlar. Sıradan insanların devletle sorunları ayyuka çıkmıştır ve bunu bastırarak idare etmeleri artık o kadar da kolay değildir. Ne baskı aygıtları, ne yalan mekanizması olan medya, ne ideolojik aygıtları (din ve milliyetçilik) eski prestijlerine sahip değildir. Bu, kitlelerin gözünde de böyledir.

Egemenler (egemenler kavramının içine burjuvazi, tekeller kadar, emperyalist güçleri de katıyoruz, eski Özel Harp Dairesi, Ergenekon kadar, yeni güçleri, tarikatları vb. de katıyoruz), iki alternatif üzerinde çalışmaktadır. İlki, Saray Rejimi’nin böyle sürmeyeceği için, güçlendirilmiş hâle getirilmesi alternatifidir. Bu o kadar kolay görünmüyor. Aksiliklere açık bir süreçtir bu. Bu aksiliklere karşı da, önlem olarak, güçlendirilmiş parlamenter sistem öne sürülmektedir.

Nasıl ki, konu NATO olunca, iktidarı muhalefeti ile tüm burjuva cephe, “demokrasinin koruyucusu” diye bağırıyor ve bir aradadırlar, nasıl ki konu Suriye savaşı olunca hepsi aynı fikirdedir, aynı şekilde bu ikili proje konusunun özü olan devleti kurtarmak konusunda, aynı fikirdedirler. Sadece, kimin cebinin dolacağı, kimin ne alacağı bir ayrım noktasıdır. Bir de, emperyalist efendileri arasında süren kavganın, ülke içine, iktidar savaşlarına yansımaları var.

Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamı, mevcut iktidar tarafından savunulmaktadır. Erdoğan ve Bahçeli, bu cephenin öne çıkan figürleridir. Daha çok Erdoğan üzerinden, sadece oradan yorum yapmak, aslında sığ düşünmenin ürünüdür. Saray Rejimi’nin en büyük savunucusu Erdoğan da değildir. Ama savunanlar, Erdoğan olmadan da Saray Rejimi’ni savunmaktan geri durmayacaktır. Belki de Erdoğan, kendini garantiye almak koşulu ile, parlamenter sisteme bile evet diyebilir. Ama mesele Erdoğan meselesi değildir. Saray Rejimi, başka bir şeydir ve bu Kaldıraç sayfalarında detaylıca ele alınmıştır.

Egemenlerin alternatifinin bir yüzünde bu var.

Öbür yüzünde, egemen çözümün diğer yüzünde, güçlendirilmiş parlamenter sistem meselesi var. En son, 6 parti, bu konuda bir deklarasyon yayınlamıştır.

Her iki proje de devleti kurtarma projesidir.

Her iki proje arasındaki farklılıklar ABD ve AB arasındaki farklılıklar ölçüsünde, onların çıkarlarının izdüşümleri ölçüsündedir.

Bugünlerde, Almanya ve Fransa, Ukrayna konusunda ABD emirlerine uyacaklarını beyan ettiklerine göre, Rusya ve Çin’e karşı savaş konusunda ABD hegemonyasını kabul ettiklerine göre, mesela Türkiye’nin kendilerine, AB’ye bırakılmasını talep etmiş olabilirler. Yaşayıp göreceğiz.

Bize bu parlamenter sistem savunusunu yapan burjuva muhalefet, demokrasi vaadinde bulunuyor. Bu nedenle, her zaman, her durumda, her olay karşısında halka, işçi ve emekçilere, “seçimlere kadar sabredin” diye nasihat ediyorlar.

Oysa bir seçimin olacağı kesin de değildir.

Tam bu noktada, biz devrimci sosyalistler, kendi yolumuzu, işçi sınıfının yolunu ortaya koymakla mükellefiz.

Bir devrim mümkündür. Tüm nesnellik bunu göstermektedir.

Bir devrimi yapacak ölçüde gelişmiş bir örgütlülük henüz yoktur.

Bu durumda, devrimcilerin savaş arkadaşlığını geliştirmeye dayalı bir çıkış, aynı zamanda işçi sınıfının örgütlenmesi ve direnişini geliştirmesini hedefleyen bir yol ortaya koymamız gerekir.

İşte Birleşik Emek Cephesi budur.

(a) Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının bağımsız yolunu, sosyalizm ve devrim yolunu, devletin ürettiği alternatiflerden birinin seçmenin bir seçim olmadığını işçi ve emekçilerin önüne koyacaktır.

(b) Tüm toplumsal muhalefete, işçi sınıfının çıkış yolunu, bir yol olarak ortaya koymak demektir.

(c) Var olan ve durdurulamayan direnişlerin daha örgütlü, daha bilinçli, daha yaygın hâle gelmesini sağlama gereğine işaret edecektir.

(d) Devrimci işçilerin, devrimcilerin, farklı örgütsel yapılardaki devrimcilerin, kendi yapılarını korumalarına olanak vererek bir savaş ve mücadele arkadaşlığının geliştirilmesinin önünü açacaktır.

(e) Sadece işçi sınıfı için değil, işçi sınıfı öncülüğünde, tüm toplumsal direnişin bir adresi olmayı sağlayacak, kadın direnişinin, gençlik direnişinin, işçi direnişinin bir yerde toplanmasının olanaklarını ortaya çıkaracaktır.

Tartışma, budur.

Tartışma bunun adının ne olacağı değildir.

Değildir, zira Birleşik Emek Cephesi, kimsenin tekelinde değildir.

Mesele, bugün, bir cephe olarak Birleşik Emek Cephesi (BEC) içinde sadece örgütlü yapıların değil, daha gevşek birlikteliklerin de var olmasının gerekliliğidir. Yani, BEC, sadece belli sayıdaki örgütlü devrimci yapılardan oluşup, kendini yerel, gevşek örgütlenmelere kapatamaz. Bu büyük bir hata olur.

Kaldı ki pratik de böyle değildir. Bir yandan zamlara karşı, bir yandan işsizliğe karşı, bir yandan sendikalı işçilerin işten atılmasına karşı, birçok ortak davranış geliştirilmektedir. Bu ortak davranış ve direnişler, sürekli gündeme bağlı oluşmaktadır. Örneğin avukatlar içinden bir veya beş grup buraya çağrılmamakta, bu da bilinçsizce yapılmaktadır. Yani, direnişi geliştirmek için, daha örgütlü hareket etmek esas olmalıdır.

Bu, eski tartışmalardaki gibi, mesela bir “çatı partisi” adı altında bir ortak mücadele değildir. Bu, daha geniş bir perspektifle ortak mücadeledir. Herkesin kendi görüşlerini korumasında bir sakınca olmayan, savaş arkadaşlığını geliştirmeyi temel alan bir yaklaşımdır bu.

Savaş arkadaşlığı, kıymetli, önemli bir değerdir. Farklı siyasal görüşlere sahip olup da, aynı talepler için dövüşmek, zor da olsa, bizim topraklarımızda az görünen bir durum da değildir.

Birleşik Emek Cephesi, elbette, direnişlerin gelişmesi, daha örgütlü bir yapıya kavuşması, sürekliliğinin sağlanması açısından, önemli katkılar sağlayacaktır. Sadece işçi örgütlenmelerinden değil, kadın ve gençlik örgütlenmelerinden de bileşenler içinde olacaktır. Üzerine odaklanacak ilk hedef, direnişlerin yaygınlaştırılması, örgütlü hâle getirilmesi, direnişler arasında bağların kurulmasıdır.

Devrimin ana sorunları konusunda bir fikir birliğini, bir ideolojik birliği gerekli, ön şart olarak zorunlu bir şey hâline getirmez. Herkes, devrim, devrimin ittifakları, devrimin gelişim yolu, mücadele metotları konusunda kendi fikirlerine sahip olmayı sürdürecektir. Belki mücadele arkadaşlığı, birbirini daha iyi dinlemeyi beraberinde getirebilir. Bu ayrı bir şeydir. Biz, sadece devrimci güçlerin ortak mücadelesinden söz etmiyoruz. Yaşam, eşitsiz ve bileşik gelişiyor. Devrimciler kendilerini örgütlerken, işçiler, kadınlar, gençlik arasında farklı örgütlenmeler de ortaya çıkmaktadır. Mesele, tüm bunları, bir direniş cephesi olarak örgütlemektir.

Gelişen nesnelliğin önümüze koyduğu görev budur.

Egemenlerin arayışlarına, restorasyon çabalarına karşı, işçi sınıfının alternatifi Birleşik Emek Cephesi’dir.

Ukrayna-Donbas meselesi: Karanlığın içinde kızılı aramak

Ukrayna’ya Rusya’nın müdahalesi sonrası ortaya döktük avcumuzdakileri. Klavyeye ve kâğıda işledik bugünü ve yarını.

2014’ten beri coğrafyada binlerce insan vahşice katledilirken susan diller, kemiğini bıraktı. Kemiksiz diller ve kör gözler melekler ve şeytanlar atıyor ya da ilk gördüğü şeytandan konuşuyor. Direnenler kim peki, nerede yaşıyor, ne istiyorlar? Muamma mı?

Sosyalizmin ilk büyük yenilgisi sonrası dünya kapkaranlık. Savaşlar, yıkım, sömürü boğaza kadar. Bedenimizdeki kelepçelerin hepsi kolayca kırılacaktır. Ama en kötüsü aklımıza ve ruhumuza takılıyor.

Bu karanlığın içinde kızılı arıyor yoldaşlar. Yoldaşlarımız, bu karadan kızılı süzmeye, onu büyütmeye ter döküyorlar. Direniyor, savaşıyor, can veriyorlar.

Kara ile kızılı ayırmak

Evet tabii ki, Ukrayna ve Donbas meselesini; emperyalizmi, NATO’yu, Rusya’yı konuşuyoruz. Ancak öncelikle ilkeler ve hatalar üzerine konuşmak gerek. Ezilen halklar ve işçi sınıfının kurtuluşu perspektifinden bir görüş ve yola ulaşmalıyız.

Bu noktada birçok kez tökezlendiğini, yanlış okumalar ve hamleler yapıldığını iddia ediyorum. Marksizm ve Leninizmden, devrimci teori ve praksisten sapıldığını öne sürüyorum. Bu sapmaların bir kolu NATO’culuğa kadar varırken diğeri ulusalcılıkla kardeşleşiyor.

Daha az kötü senaryoda bile önemli bir gövdemiz bu iki eğilimden etkileniyor. Tabii buna karşı mücadele edenler var. Sade, net ve kolay olandan kaçmayıp, kolaycı bir sapmaya girmeyenler. Yani iki uçlu kapitalist-emperyalist propagandayı görüp, bunu yarmaya çalışanlar.

Belirleyici cephe:
Propaganda savaşı

Son süreçte emperyalizmin propaganda kapasitesine dair önemli doneler edindik. Aklın ne kadar kuşatılabileceğini, karanlık pompalama gücünü gördük. Evet ekonomik yaptırımlar, askerî destek önemli ama sanırım ana savaş propaganda alanında sürüyor.

Abartmadan sayfalar dolusu örneğini doldurabiliriz bu cephenin; ancak Anadolu’dan iki örnekle bahsedeceğim sadece. Solcu görünme çabasına sahip iki kanal olan Artı Gerçek ve T24’ten birinde ABD askerlerinin Kiev’e bağlı bir köyü “kurtardığı” yazarken; diğeri de savaş suçlusuna ağıt yakıyor bugün. 500 binden fazla Iraklı çocuğun katili Madeleine Albright’a…

Bunu okuyup bu medya organlarının zaten fonlarla çalıştığını, liberal olduğunu ve aslında solla alakası olmadığını haklı olarak söyleyenler olacaktır. Ancak bu örnekler buzdağının maalesef ki görünen yüzü.

Öyle bir karanlık pompalandı ki, bizim cephenin eski kavgalarına, içimizdeki faylara dokunuldu. Bu fayların depreştirilmesi sonucu eski bagajlar bizim cephenin içinde emperyalist propagandalara payanda olunmasına ve körleşmeye neden oldu.

Özellikle 60’lar ve 70’lerde gerçekleşen ÇKP-SBKP ayrımı o dönem dünya işçi hareketini temelde iki damara bölmüş; bağımsız konum almak isteyenler, Arnavutluk Emek Partisi çizgisi vb. birkaç küçük ayrım da oluşmuştu.

İşte bugün bu tarihsel gerçeğin etkisi, emperyalist paylaşım savaşı ve gelişen direnişle ilgili devrimci tutum geliştirilmesinin önünde engeller açığa çıkarıyor. Bu eksiklikler kızılı bulmayı, kızılı kurmayı zorlaştırıyor.

Bu arayışa küçük bir katkı sunmak için bu yazıya çalıştım.

Metod: Bilgi çöplüğünden elmas çıkarmak; arayış, kaynak ve zorluklar

Ukrayna’daki durumu incelerken en önemli konulardan birinin Donbas meselesi olduğunu düşünüyorum. Kiev’deki kukla hükümete karşı gelişen direniş, Novorossiya (Yeni Rusya) ve Malorossiya (Küçük Rusya) projeleri önemli.

Ancak bu konuda bir araştırma yapmaya başlayınca çok büyük bir mücadele içerisinde kalıyorsunuz. Bilgi çöplüğünden, gerçek bilgiyi süzmek çok zor oldu. Özellikle son yıllarda bu noktaya eğilen yüzlerce makale, tez, haber vs. buluyorsunuz.

İlk aşamada ABD ordusuna bağlı birimler, “düşünce kuruluşları”na bağlı olan ve bunların logosunu taşıyanları elemek kolay oluyor. İkinci aşamada NATO, AB ve ABD kaynaklı hazırlanmış ama bunu okurken anladığınız tezleri eliyorsunuz. Son aşamada çok sayıda çalışma yapılmadığı için elinizde gene objektif veya ezilen halklar ve işçi sınıfının tarafında yazılan pek bir şey kalmıyor.

Ancak gene de bu kaynakların içerdiği bilgileri süzerek bir akış hazırlamaya çalıştım. Öncelikle bir adım geri giderek Çarlık Rusyası’nın yıkıldığı ve Sovyet Ukraynası’nın henüz tesis edilemediği döneme gideceğim ve o zamanın tarihsel-politik durumuna değineceğim.

Ardından Perestroyka hareketi, liberalizasyon ve SSCB’nin çöküş dönemine geçiş yaparak dönemin durumuna dair birkaç fotoğraf aktarmaya çalışacağım.

Son olarak turuncu devrimler ve Ukrayna’nın bugününe dair yaptığım araştırmalarımı paylaşacağım. Bu yazıda kaynaklardan aldığım Mozgovoy ve Litvinov röportajlarının ilgili kısmını aktaracağım.

Konuya çalışırken yaptığım okumaların bir kısmını paylaşıyorum.

“Donetsk olmasa sosyalizmin inşası hayalden ibaret kalır”

Donetsk’teki Lenin heykelinin yanında vaktinde söylediği şu söz yazıyor: “Donetsk sıradan bir şehir değildir. Donetsk olmasa sosyalizmin inşası hayalden ibaret kalır.”

Ekimde devrimin kendisini örgütlemesinde ve devrimi kalıcılaştırmasında Ukrayna ve Donbas bölgesi önemli. Burası için tartışmalar yapılmış, savaş verilmişti. Bolşevikler içinde de tartışılarak ilerledi tüm bu süreç.

19. yüzyılda bugünün Ukrayna’sının yer aldığı bölge üçe bölünmüştü: Kuzeybatıda Kiev hükümeti; kuzeydoğuda Küçük Rusya (Malorossiya); doğu ve güneyde yer alan Yeni Rusya (Novorossiya).

Şubat Devrimi çarlığa son verirken; imparatorluğun tümünde olduğu gibi, Ukrayna’da da işçi sovyetleri ve geçici hükümet iktidar mücadelesine başladı. Ancak Kiev’de iktidar mücadelesinde üçüncü bir aktör yer alıyordu: Ukrayna’nın özerkliğini savunan partilerin bir araya geldiği Rada.

Merkezî hükümetin tasfiyesinden sonra bu bölünme derinleşti. Çarlıktan bakiye olan bu fiilî bölgeler Şubat ve Ekim Devrimi’nden sonra hemen ortadan kaybolmadı.

İleride Ukrayna olarak kurulacak coğrafyada 1917’de üç işçi sovyeti vardı: Biri Kiev bölgesinde, diğeri Odessa, üçüncüsü de Donetsk-Krivoi Rog sanayi bölgesinin sovyetlerini bir araya getiriyordu. Ancak Ekim 1917’de, Kiev’deki geçici hükümeti alt eden Bolşevikler değil, kendi gücünü pekiştiren Rada oldu.

Bolşeviklerin yeni bir planı doğaçlamaları gerekiyordu ve “proletaryanın daha kalabalık, daha yoğun, daha bilinçli olduğu bir yer aramaya” karar verdiler.

Böylece Bolşevik temsilciler doğuya, büyük bir sanayi şehri olan Kharkov’a gitti. Yeni gelenler, yoldaşlarını hepsinin ortak bir hedefle -Ukrayna’yı bir bütün olarak sovyetleştirmek- bağlı olduklarına ikna etmeye çalıştılar.

Ancak doğudaki Bolşevikler, batı eyaletlerindeki Ukraynalı köylülerin “kendi isteklerine göre” bir hükümet seçmelerine yol verirken, önce kendilerini sanayi ve işçi sınıfı Donetsk-Krivoi Rog bölgesinde kalıcı olarak kurmak istediler.

Kievli Bolşevikler, yoldaşlarının yaklaşımını eleştirdiler ve onları “Donbas’la yetinmek” istedikleri için suçladılar.

Donbas ise, tersine, Sovyet propagandasını büyütebilen, Sovyet iktidarına sadık bir bölgeydi. Planları temelde aynıydı: Donbas’ı işçi devletine dâhil etmek ve güçlerini düşmanı kendi ana bölgelerinden kovmak için kullanmak.

Ocak 1918’e gelindiğinde ise Sovyet güçleri Ukrayna başkentinin kontrolünü ele geçirdi. Rada hükümeti kaçtı. Kharkov’daki Bolşeviklere göre, taktik görevi -Ukrayna üzerinde kontrolü ele geçirmek- yerine getirildiğinden, Sovyet Ukraynası’nı korumaya artık gerek yoktu.

Böylece Yekaterinoslav, Kharkov, Tauride (Kırım hariç) ve Don Oblastı’nın bir bölümünün artık ayrı bir cumhuriyet – Donetsk-Krivoi Rog Sovyet Cumhuriyeti (DKRSR) olduğuna karar verdiler.

DKRSR fikrini savunanlar, sosyalist devrimle birlikte “sınıf ilkesi, ulusal ilkenin önüne geçmiştir” diyerek devlete ulusal bir biçim vermenin yalnızca “uzak geçmişe dönüş” anlamına geldiği, “Ukrayna’yı, hatta bir Sovyet Ukraynası’nı yaratmanın gerici bir karar olacağı” konusunda ısrar ettiler.

1917-18’de Bolşevik Parti üyelerinin çoğunluğu olmasa da önemli bir kısmı, sosyalist devrimin ve getirdiği eşitliğin “ulusal sorun”u geçersiz kıldığına inanıyordu.

Bolşevik Parti Merkez Komitesi birleşik Ukrayna projesini destekledi ve sonunda net bir talimat verdi: “DKRSR Ukrayna’nın bir parçası olmalı ve temsilcilerini kongreye göndermeli.”

Ayrıca Sovyetler Birliği’nin tesis edilmesinde doğu şehirleri, endüstriyel döküm potaları çarlık döneminin sanayi merkezleri olarak, metropoller ile “köylü” Ukrayna çevresi arasında bir tür geçiş kuşağı hâline gelebilirdi.

Moskova’nın artık bu bölgeyi Ukrayna’dan ayırmayı planlamamasının nedenlerinden biri buydu. Yoksa ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve Bolşeviklerin ulus sorununa geliştirdiği halkların kardeşliğine dayalı projenin genel hatları nedeniyle bu anlamıyla sosyolojik ve demografik yapısıyla birleşik bir Ukrayna’ya illaki gerek yoktu.

Devrimin yıkılışına doğru Donbas: Ekonomide dönüşüm ve madencilik

1986’da Donbas’tan çıkarılan kömür hacmi, tüm SSCB kömür üretiminin yaklaşık yüzde 39’unu oluşturuyordu. Sonuç olarak, Donbas’taki madenciler, Ukrayna’nın SSCB’deki işgücünün önemli bir parçasıydı. 1989’a kadar ortalama 450 rublelik bir gelirle, aynı zamanda Sovyet nüfusunun daha iyi ücret alan kesimindeydiler.

1 Aralık 1991’de yapılan referandumda Donbas’ın büyük bir kısmı Ukrayna’nın bağımsızlığı için oy kullandı ve ekonominin liberalleşmesini umdu. Beklemedikleri şey, tam olarak bu liberalleşmenin onlara daha fazla zorluk getirmesiydi: 1993’ün sonunda, Ukrayna’daki gayri safi yurtiçi hâsıla (GSYİH) yüzde 40’tan fazla düştü. Hâlâ kötüleşen ekonomik durum nedeniyle, madencilerin grevleri, birçoğunun sonunda kömür endüstrisinden ayrılmak zorunda kaldığı 1998 yılına kadar sürdü.

Çözülüş sonrası Ukrayna

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden ortaya çıkan on beş devletten, en büyükleri sırasıyla 150 ve 50 milyon nüfusa sahip Rusya ve Ukrayna’ydı (Dünya Bankası 2019-05-20). Ülkeler ortak bir tarihî ve kültürel kimliğe sahipti ve Rusça ve Ukraynacanın yakından ilişkili diller olmasının yanı sıra, Ukrayna’da Rusça da yaygın olarak konuşulmaktadır.

Günümüz Ukrayna toprakları, son derece farklı tarihsel geçmişe sahip bölümlerden oluşmaktadır. Batı bölgeleri, Polonya ve Avusturya-Macaristan topraklarından alındı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Ukrayna Sosyalist Cumhuriyeti’ne dâhil edildi. Kharkov, Donetsk ve Odessa gibi büyük Rus şehirlerinin bulunduğu güneydoğu, Rus imparatorluğunun bir parçasıydı ve 1922’de Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti’ne dâhil edildi. Kırım ise 1954’te, Rus-Ukrayna birliğinin 300. yıldönümü için Ukrayna’ya verildi.

Tarihsel algıda da derin bir ayrılık var: Nazi Almanyası ile işbirliği içinde Kızıl Ordu’ya karşı savaşan Ukraynalı milliyetçi Stepan Bandera, batı Ukrayna’nın bazı kesimlerinde kahraman olarak kabul edilirken, doğuda faşist olarak algılanıyor. Buna bağlı olarak, Sovyet mirası, İkinci Dünya Savaşı kahramanları, ülkenin tümünde ama daha fazla doğu bölgelerinde oldukça saygıyla anılıyor.

Kapitalizasyon Sovyet insanının yaşamını trajik bir şekilde etkiledi

Sosyalizmin çöküşünün sosyal etkisi felaket oldu ve Ukrayna özellikle sert darbe aldı. 1989’dan 1995’e, ortalama ömür beklentisi dört yılda kadınlar için 71’den 67’ye; erkekler için 66’dan 61’e düştü (Dünya Bankası 2019-05-20).

Elimizde Ukrayna ve Donbas’a dair çok sayıda kaynak yok. Ancak çözülüşün bu etkisi hayatın her alanına yansırken, biz burada bir örnek olarak kadının toplumsal yaşamdaki yerini özellikle inceleyeceğiz:

Gorbaçov’un kadın politikasındaki değişikliğinden önce, 1980’lerde SSCB dünyadaki kadın istihdamında en yüksek oranlardan birine sahipti: Uygun yaş gruplarında yaklaşık yüzde 86; aynı dönemde, ABD ve İngiltere yüzde 60 civarındaydı.

1931’de Donbass’taki kömür madenlerinde çalışan kadınların yaklaşık yüzde 72’si sendika üyesiydi. Bu yüzde, erkeklerden biraz daha yüksekti.

Madenlerde çalışmayan sendika üyeleri, maden personeli için kültürel faaliyetler için eğitim ve dil kursları ve gruplar düzenlerdi. Ayrıca kreşler, okullar, çamaşırhaneler, kantinler ve hastaneler gibi kamu kurumlarının hijyenini sağlamak için denetim görevlisi oluyorlardı.

Çözülüş, aile kurumunun yeniden tesisi, mevcutta da olan ama devrimin etkisiyle zayıflatılan toplumsal cinsiyet rollerinin güçlendirilmesinden başka anlam ifade etmiyordu. Erkekler kayıt dışı ekonomide sıklıkla ikinci bir iş ararken, kadınlar işten sonra enerjilerini ev işlerine harcamak zorunda kaldılar. Giderek artan kıtlık ve fiyat artışı, artan çocuk ve akrabalara bakma zorunluluğu, kadınların rolünü daha da stresli hâle getirdi.

1990’larda birçok aile yoksulluk sınırının altına düştü ve yaşam koşullarının kötüleşmesi ve yaşanan dönüşüm ve çürüme, evli kadınların istismarının artmasına ve tecavüz vakalarının ortaya çıkmasına neden oldu.

1995’te verdiği bir demeçte Donbaslı Samofalova, belki de zamanın politik, ekonomik ve ideolojik ruh hâlini anlatan bir portreydi. Kardeşleri gibi Donetsk Kimya ve Teknoloji Okulu’ndan mezun olan Tatiana, işini ailesi için iyi yaşam koşullarını sürdürmek için mutlak bir gereklilik olarak gördü. Kocası bütün aileyi besleyecek kadar kazansaydı, bundan kaçınırdı: “Bu işi sevdim; araştırma yapıyorduk. Bize hiçbir zaman çok para vermediler ama bu iyi bir işti. […] Ama elimde olsaydı, işe gitmemeyi, sadece evi idare etmeyi ve çocuklara bakmayı çok isterdim. Bence bir kadın kaderine bağlı kalmalı, ocağı kollamalı.” (Walkowitz; Siegelbaum 1995: 195–196).

Ukrayna’nın dönüşümünde Turuncu Devrimler

SSCB’nin çözülüşünden sonra Rusya ve NATO arasında bir uzlaşı sağlanmıştı. NATO doğuya doğru yayılmayacaktı. Ancak onursuz koşullarda rotayı tam hız kapitalizme kıran ülke güçsüzleşmişti. NATO ve batı bu durumdan faydalanıp, Yugoslavya, Baltık ve Doğu Avrupa’yı yağmalayıp, üslendi.

Hızla eski Sovyet ülkelerine yayılan NATO resmî ve gayrı resmî olarak etki alanını genişletip Rusya’yı çembere aldı. Bu yayılmanın duraklarından biri de elbette Ukrayna’ydı. İlk olarak 2004’te başlayan Turuncu Devrim’in ikincisi 2013 sonlarında başlayıp ve 2014’te Maidan darbesiyle tamamlandı.

2004 sonlarında turuncu devrim olarak bilinen kitlesel protestolarda Viktor Yuşçenko cumhurbaşkanı olmuştu.

Dokuz yıl sonra senaryo tekrarlandı, ancak bu sefer riskler çok daha yüksekti. Başkan Yanukoviç’in Kasım 2013’te Avrupa Birliği ile bir ortaklık anlaşması imzalamama kararı, Ukrayna’nın başkentinde büyük protestoları başlattı ve polis güçlerinin -Berkut- protestoları bastırma girişimi, yalnızca protestoları ateşlemeye hizmet etti. Bastırma girişiminin üzerindeki sis perdesi ise hâlâ aralanmadı.

Protestolar 2014 kışı boyunca devam etti ve 18-21 Şubat arasında kimliği belirsiz keskin nişancılar protestoculara ateş açarak yaklaşık yüz kişiyi öldürdü ve Yanukoviç rejiminin kaderini belirledi.

Darbeyle iktidara gelen yeni rejim değişime hızlı başladı: “İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere eşlik etmiş Stepan Bandera ve Roman Şukheviç’in mirası yasallaşırken, Sovyet mirasının sembolleri yıkılıyor. Rusça konuşmak yasak. Yani Donbass’ın neredeyse yüzde 100’ünün konuştuğu dil… Banderistlerin Sağ Sektör, Azov Taburu gibi Nazilerin Wolfsangel sembolünü logosu kılmış Ukrayna parlamentosunda ırkların karışmasının yasaklanmasını talep edebilen neo-faşist çeteleri Ukrayna ordusunun yanı sıra Donetsk ve Lugansk sınırlarında kol gezmekte.”

Ancak Ukrayna’nın bir kısmında yaşanan olaylar madalyonun sadece bir yüzüydü: “Batılılar fazla yazıp çizmeyince bizim memlekette de fazla bilinmiyor. 2013 Kasım’ndan başlayarak 2014 boyunca Kiev’de Meydan kurulduğunda, Donetsk ve Lugansk’ta Anti-Meydan gösterileri yaşanmıştı. O günleri yaşamışlar çoluk çocuk ahalinin orak-çekiçli bayrakları kapıp caddelere dökülmesini, Halk Konseyi’nin bağımsızlık deklarasyonu ilan etmesini ‘İkinci Ekim Devrimi gibiydi’ diyerek anmakta.”

Darbeden bir hafta sonra, ülkenin güneydoğusundaki Kırım’ın her yerinde, amblemsiz askerler dolaşmaya başladı. Birkaç gün içinde yarımadanın kontrolünü ele geçirdiler ve 16 Mart’ta yapılan bir referandumla Kırım, Rusya Federasyonu’na bağlandı. Batı, o dönem Rusya’ya ilk yaptırımları uyguladı.

Donbas’ta Maidan karşıtı isyan patlak verdi. Kiev doğuda bir Terörle Mücadele Operasyonu ilan etti. Mayıs ayının ikinci günü, Ukrayna’nın güneyindeki liman kenti Odessa’da Maidan yanlısı Neonaziler, Maidan karşıtı eylemcilere saldırdı; Maidan karşıtları, bir yangının ortalığı kasıp kavurduğu ve 40’tan fazla kişinin ölümüne neden olan yerel sendika binasına çekildi. Katliam Donbas ve Kırım’daki isyanın büyümesinin temel nedenlerinden biri oldu.

Sert süren savaşın ardından yapılan ateşkes anlaşmalarından sonra Donetsk ve Lugansk (Donetskaya i Luganskaya Narodnyie Respubliki – bundan böyle DNR ve LNR olarak anılacaktır) Halk Cumhuriyetleri kuruldu. İsyan bölgesinde ve halk cumhuriyetlerinin kuruluşu ve savunmasında pek çok önemli figür var.

Mozgovoy’un yanı sıra, uzun süre DNR’nin başkanlığını yapan ancak Ağustos 2018’de öldürülen Aleksandr Zakharchenko, Vostok taburunun lideri Aleksandr Khodakovskiy, Mikhail Tolstykh (takma adı Givi) gibi öne çıkan başka isimler de vardı. Somali taburunun başında, Sparta taburunun başında Arseniy Pavlov (Motorola takma adı), Igor Bezler (isim adı Bes) ve DNR’nin 2014’te istifa eden ilk başkanı Aleksandr Boroday. Denis Pushilin, Igor Plotinskiy ve diğerleri…

İdeolojik motivasyonları birbirinden çok farklı olan ulusal yönü olan bir halk hareketiydi patlak veren. Bütün bu heterojen hareketin içerisinde Donbas’ın nasıl bir coğrafya olduğunu ise Ceyda Karan’ın izlenimlerinden aktaralım:

“Sadece Sovyet Ukraynası değil, bizatihi Sovyetler Birliği sanayisinin ana damarı olmuş, her yerinden kaliteli kömür fışkıran, metalürji ve sanayi merkezinde artık sosyalizm yok. Oysa örneğin Sovyetler’in şehircilik ve mühendislik dehasının ürünü olarak adeta orman içinde yarattığı 1960’lara kadar anılan ismiyle ‘Stalino’, yani Donetsk’i dolaşırken, sosyalizm nostaljisine kapılmamak elde değil. Dört yanda Sovyet liderlerinin anıtları, onların isimlerini taşıyan semtler, sokak ve cadde isimleri var. Lenin’in yahut KGB’nin öncülü Çeka’nın kurucusu Leh asıllı Bolşevik lider Felix Djerzinski’den kömür ve metalurji proleterlerine uzanan anıtlarla… Merkezdeki Krupskaya Kütüphanesi gurur kaynağı. İnsanlar Leninski, Varoşilovski, Kalininski, Budyanovski, Proletarski, Kievski, Kirovski, Petrovski diye sıralanan ilçelerde yaşıyorlar. Tarihi miraslarıyla gururlu görünüyorlar.

“Ortada tarihi miras ve semboller çok, ancak sosyalist sistem yok. Ukrayna’nın bağımsızlığı ve küresel kapitalizmle flörtü döneminde oligarkların eline düşmüş bir coğrafya burası. Hissiyatı ‘sosyal adalet’ fikri eşliğinde küçük girişimcilik belirliyor.

“Onlara göre bu direniş Meydan’daki emperyalist işbirlikçiler ve neo-faşistlere karşı. Sosyalizmin eksikliği anımsatılınca ‘Venezüela’da da yok. Suriye’de de yok. Ama onlar direniyorlar’ diyorlar. Sağcısı solcusu Donbass’ta nasyonalistlere karşı birleşmiş. Bunu 1990-1991’de Moskova’da komünistler ile monarşistlerin ülkeyi çökerten Boris Yeltsin’e karşı birlik olmasıyla kıyaslıyorlar. Bu gelenek Halk Milisleri’nin komünist Prizrak (Hayalet) Taburu ile emperyal üniformalı Motorola Sparta taburunu buluşturuyor. Ünlü Vostov (Doğu) Taburu ile suikassta öldürülen Gigi’nin (Mikail Tolstıh) Somali taburları da var.”

Ceyda Karan Donbas’ta Ukrayna Komünist Partisi’nden ayrılan Donetsk KP’sinin genel sekreteri Litvinov’la röportaj yaptı. Litvinov’un sözlerinden aktarırsak: “Ukrayna’daki olayların hedefi Donbass’tı. Burası tarihi açıdan üretim ve ağır sanayi merkezi, emekçi kollektivizmi karakteri. Tabii ki Sovyetler sonrası çok sayıda işletme kapatıldı. Ama vasıflı işçi ve teknisyenler kaldılar. Onlarda ağır basan sosyal adalet duygusuydu. Sosyalizmi kastetmiyorum. Ama Kiev’deki nasyonalist, faşizan ideoloji, Donbass’takinin tam zıttıydı. Kaçınılmaz olarak karşı karşıya geldiler. İki sene önce Paraşenko savaşın temel hedefinin Donbass’taki sosyalist bilinci yok etmek olduğunu açıkça söylemişti. Savaşın başka amacı yoktu.

“Yanukoviç 1990’larda her yerde ortaya çıkan mafyatik adamların temsilcisiydi. Tabii ki politik kapasitesi vardı. Ama oligarkları zenginleştirmek için kullandı. 2010 sonrası yine başkan seçildiğinde Rusya-Avrupa ilişkilerini dengeli idare etmek, halkın refahı için imkânları vardı. Halk onu destekledi. Çünkü halk 2004’te Batı destekli kalkışmaya karşı durmuştu. 2014’te Meydan’daki kaosu sonlandırmak için elinde tüm yetkiler vardı. Kullanamadı, yapamadı. Çünkü malını mülkünü ve kendi çıkarını düşünüyordu.

“Kime sorsanız, hele de eski kuşaklara sosyalizm taraftarıdır. Ama her sıradan vatandaş kendi işini kurma güdüsüyle hareket eder. Bu ikilemden ötürü sosyalizmin doğru ve kollektif iktidar yönlendirmesini sağlayamıyoruz. Bunun için partiler gerekiyor. Şu anda bu yok. Parti olmayınca küçük burjuva eğilimler baskın çıkıyor.”

Mozgovoy: Zafer sadece askerî bir şey değildir

DNR ve LNR’nin örgütlenmesi ve savunulmasında birçok önemli milis gücünden biri Hayalet Tugayları (Prizrak Brigade) idi.

Tugayların komutanı Aleksey Mozgovoy, yaptığı sosyal adalet vurgusuyla diğer figürlerden farklıdır. Lugansk eyaletine bağlı Satovo’da doğdu ve savaş öncesi aktörlük ve şarkıcılık dâhil birçok işte çalıştı.

YouTube’da yaptığı bir dizi konuşmayla öne çıktı. Donetsk’te bir halk mahkemesi kurdu, Ukraynalılara ortak bir mücadeleye katılmaları için çağrıda bulundu. Bu yönüyle genel atmosferden farklı davranıyordu.

Medyaya verdiği röportajda Maidan’ı “senaryo” olarak tanımladı. Darbenin sömürü ve tekelci paylaşım ilişkileriyle ilgili olduğunu belirtti.

Bunun üzerine DNR ve LNR’nin proje olup olmadığıyla ilgili gelen soruya ise “Bu senaryo Maidan ile başladıysa, dün bittiğini size kim söyledi? Bu senaryo daha uzun süre devam edecek. Ve ancak halk iktidarı inşa edildiğinde tüm bu senaryolu, sahnelenmiş gösterilerin sonundan bahsedebilirsiniz. O zamana kadar, güç… tam olarak insanların değil…. [DNR ve LNR’de] seçimlere karşıydım. Çünkü savaşlar sürerken kitlesel bir seçim düzenlemek mümkün değildir. Aynı şekilde Ukrayna’da da seçimler yapılmamalıydı. Nasıl bakmayı seçerseniz seçin, mükemmel ayarlanmış bir senaryoda yaşıyoruz.” sözleriyle cevap verdi.

Hayalet Tugaylarının bu projede yer alıp almadığına dair soruya ise Mozgovoy kısa bir cevap verdi. “‘Hayalet’ tüm senaryolara karşı çıktı. Biz var olmamalıydık. Herkesi şaşırtarak ortaya çıktık. O yüzden adımızı Hayalet koyduk.”

Röportajın devamında zaferin sadece savaşın sona ermesiyle kazanılamayacağını, insanların düşünme biçimlerinin gelişmesi ve değişmesi gerektiğini, yoksa bütün savaşın ve bedellerin boşa verileceğini belirtiyor. Yozlaşmış güçlerin halkı ittiği kölece koşullardan kurtulunması ve özgür düşünceye ihtiyacı belirten Mozgovoy çözümün makinalı tüfeklerle gelişmeyeceğini ifade ediyor.

“Makinalı tüfekler zaten her iki taraftan da çalışıyor. Aynadaki yansımanda kendinle savaştığını anlamak yeterli değil mi? Bir yanda işçi, diğer yanda işçi, bir yanda taksici, diğer yanda taksici. Ne için veya neye karşı savaşıyorlar? Oligarklara karşı, özgürlük için, daha iyi bir yaşam için. Tek fark, bazılarına ‘toprağınız için savaşıyorsunuz’, bazılarına da ‘faşizme karşı savaşıyorsunuz’ denmesidir. Örnek bulundu, anlatılıyor. Bu haliyle hiçbir taraf farklı düşünmeye başlamaz. Aksi takdirde sonsuza kadar savaşacağız.”

Mozgovoy kendi mücadelesini, iktidarı halka vermek olarak çerçeveliyor ve halk ile mafya arasındaki farkta ısrar ediyor. Onun için oligark yapılardan kurtulmanın yolu hem silahlı bir mücadele hem de bir fikir mücadelesiydi.

Hayalet Tugayları komutanı Aleksey Mozgovoy, Givi ve Zaharchenko gibi suikastle öldürüldü.

Sonuç yerine

Maidan darbesinden sonra yaşanan çok yönlü süreç bize kolay bir mücadele ve kolaycılıkla bulunamayacak doğrular olduğunu anlatıyor. Kapitalist-emperyalizmin en büyük güçlerinden biri karanlık yaratma ve sanal gerçeklikler yaratma kapasitesi.

Bu karanlığın içinde gerçeğin her yönünü görmek bu kadar zorken, karanlığın yayılmasına paydaş olmamak, onu engellemek can alıcı önemde. Ve mutlaka var olan direnişçileri arayıp -karanlığın içindeki kızıl- sesini duymak, ses vermek ve omuz vermekse vazgeçilemeyecek bir görevdir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...