Ana Sayfa Blog Sayfa 75

Biden sonrası, emperyalist güçler arası paylaşım savaşı ve
işçi sınıfının yolu

ABD Başkanı Biden, görevine çok da alışılmamış süreçlerden sonra başladı. Trump’ın gidişi “renkli” oldu. Parlamento basıldı. Biden, bu baskının sonrasında görevine başladı. Aslında, bir süredir, Batı’nın “kamuoyu imalatı”nda etkili “aydın” isimlerinin gündeme gelmemesi için çabaladıkları bir gerçek var: Reagan’dan başlayarak, ABD başkanları, eski kalibrede olmuyor. Ne kültürel birikimleri öyle, ne kapasite ve kavrayışları öyle. Neredeyse durum şuna benziyor: Ey dünya, bakın, biz en “geri zekâlı”mızı başkan yapıyorsak, gerisini siz düşünün! Sanki, bunu demek istiyorlar (halkları bu denli hafife alanlar, aslında maskaralıkta da sınır tanımazlar). Ve sürekli kalibresi düşük kişiler yükseklerde dolaşıyor. Bu durum, sadece ABD’ye özgü de değil. Johnson örneğinde, Macron örneğinde olduğu gibi yaygındır. Bizim payımıza da, Erdoğan düştü. Zavallı Yıldırım Akbulut, çok daha “yüksek profil”li idi. Artık, Batı’nın ünlü “kamuoyu imalatçısı” yazarları, “düşünürleri”, bu gerçeğin üzerini daha fazla örtemiyorlar. Ve önümüzdeki dönemde, günlerde, bu “örtme” gereksinimi de ortadan kalkacaktır. Savaş, tüm hileleri içerse de, daha açık biçimler alır ve bir noktadan sonra, “gizlenecek” şey azalır.

Öyledir, gerçekler inatçı şeylerdir, eninde sonunda ortaya çıkarlar.

Biden, Trump’a göre “daha efendi”, daha “adap bilir” tabii ki daha “demokrat”, daha “savaş yanlısı olmayan” olarak tarif edilmişti. İyi ama bu yalan çok kısa ömürlü oldu. Onlar Biden’ı sunarken de, birçok kişi, Biden’ın aslında ne olduğunu biliyordu. Ama doğrusu, bu imajın, bu kadar kısa süreceğini tahmin etmek zordu. Bu vesile ile bir nota gereksinim var: Artık egemenlerin yalanlarının dayanma ömrü (raf ömrü de diyebilirsiniz) azalıyor.

Kabahat yeni reklam kanallarındadır. Eskiden, bir gazete ilanı ile bin kişiye ulaşılabilirdi. Ama modern kapitalizm, yani tekelci kapitalizm, kitlesel üretime dayalı kapitalizm için bu bin kişi, hiçbir şey demekti. Çare hemen geldi, 1880’lere geldiğimizde, tekellerin egemenliği ile birlikte, 1 milyon tirajlı gazeteler oluşmaya başladı. Yetmedi. Modern fotoğrafın bulunuşu (galiba ilk ortaya çıkışı 1839’da ve Fransa’da olmalıdır) ve giderek kâğıda basılması süreci, işleri daha da geliştirdi. Tekelci sermaye, büyük çaplı kitlesel üretimin ürünlerini satmak için, pazar hâkimiyetini korumak için, ek tekelci kârlar elde etmek için, insanları yönlendirmek için, kitlesel tüketimi yönlendirecek reklamcılığı bir hayli geliştirdiler. Yoksa siz, milyon tirajlı gazetelerin, halk, kitleler haberlere ulaşsın diye mi basıldığını sanmıştınız? Yanılmışsınız, özür dileriz, ama bunu bilmelisiniz. Ne cep telefonları, ne yüz elli yıl önceki gazete tirajlarındaki artış, sizin haberlere ulaşma özgürlüğünüz ile hiç alâkalı değildir. Belki bu bir yan ürün idi. Öyle ya, siz neden içinde haberler dahi olmayan salt reklamlarla dolu bir “gazete”yi satın alasınız ki? Modern reklamcılık, TV, renkli fotoğraf, Freud’un deneyleri gibi şeylerle daha da gelişti. Ve tüketim toplumu, “tükettikçe var olan bir insan” yaratmaya yöneldi. “Sahip oldukların ne ise sen osun” deyimi böyle ortaya çıktı, yani öyle çok eski bir söz değildir, daha dünkü çocuk sayılır. Sahip oldukların senin “kalite”ni belirler oldu. Sen, insan olarak (kadın veya erkek), artık nasıl bir insansın soruları ile karşı karşıya değilsin, bundan kurtuldun (belki buna özgürleşme de diyen olur). Sen yeni bir ölçü ile ölçülüyorsun, “kalite”, “kaliteli adam”, “kaliteli kadın” (kaliteli insan demezler ve demesinler) aslında, sahip oldukları ile değerlendirilen kişidir. Güzel bir elbise tasarladığını düşünen modacı-terzi, “bu güzel elbiseyi ancak güzel bir kadın vücudunun üzerinde sergilersem satabilirim” diye düşünürken, zamanla, “kadını güzel gösteren şey, elbisesi” oldu. Senin güzelliğin beş para etmezin bir başka dile gelişidir bu. Kalite, aslında, toptan bir çekiciliktir ve reklamın satmak istediği “imaj” veya “hayal” için uygun bir terimdir. Kaliteli adam veya kadın, birçok şeyi, bu arada gizli bir beğeniyi, gizlenmiş ve bu nedenle daha cazip hâle gelmiş bir cinselliği de içermektedir. Kaliteli adam veya kadın, şaşırtıcı bulunmalıdır. Çünkü, bana denildiğinde, kendimi mal gibi hissederim. Bir aşağılamadır (Zaten meta ilişkileri, insanın aşağılanmasıdır. Bir de bana kadın veya adam denirken başına “kaliteli” sıfatı eklenmesine neden izin vereyim? Kaliteli adam veya kadın olmaktansa, adam ve kadın kelimelerine gerek duyulmayan “deli” olarak adlandırılmayı yeğlerim). Ama modern tüketim toplumu, yaygın ve etkili reklamları sayesinde, aşağılamayı övgü hâline sokabilmiştir. “Seni güzel gösteren elbisedir” diyerek size satılabilen bir elbise, sizin aşağılanmanızı, övgü ve beğeni olarak algılamanız koşulunda satılabilmektedir. Tüketim toplumu geliştikçe, reklamcılığın da farklı yolları bulunmaya başlandı. Evden işe gidene kadar, sizin tüm yolunuz üstünde, okuyun veya okumayın, yüzlerde reklam size ulaşır. Küçük ekranlarda, metroda, evde, okulda, fabrikada vb. En sonunda cep telefonları ile. Facebook, Instagram vb. kanallar, aslında sizi pazara sunarlar. Sattıkları şey, bizzat sizsiniz. Siz reklam alıcısısınız ve aynı zamanda tüketicisiniz. Yani siz, onlar için insan değil, nesnelersiniz. Ve şimdi size bir tüketici olarak, “tüketici hakları” denildi mi, hoşunuza gitmektedir. Öyle ya, siz tüketicisiniz. Ama bu aynı zamanda, bay kaliteli tüketici, insan olmamak da demektir, farkında mısın?

Nihayetinde, tüm bu tekelci hâkimiyet isteğine uygun hâle getirilmiş araçların, dünyayı saran bu reklam ağlarının bir de sorunu oluşur: Hızla tükenirler, hızla işlevsiz hâle gelirler. Mesela gazete ilanlarına bakın. İlan yok, gazete yok hâle gelmiştir.

İşte Biden’ın kabahati yok derken, bu süreci araya koymak zorunda kaldık.

Biden için çizilen imaj, bu kadar geniş çaplı reklamcılık sektörünün en genel hastalığı ile karşı karşıya kaldı, çabuk tükenmek, etkisini çabuk kaybetmek.

Biden, sadece bu reklamcılık sektörünün azizliğine uğramadı, bir de olayların akışı var. ABD hegemonyası o kadar hızlı inişe geçmiştir ki, bunu durdurmak zordur. Biden, hegemonyasının çözülmesini “kurumların adamı” imajı ile durdurmak için cilalandı ama artık “cilalı taş devri” kadar uzun bir zamana sahip değildi.

Afganistan’dan geri çıkışı, süreci hızlandırdı.

Eylül 2021 sonunda, üç isim, ABD Senatosunun Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin karşısına çıktı ve Afganistan sürecine ilişkin, “ifade” verdi. Bu üç isim şunlar: Savunma Bakanı Lloyd Austin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley ve CENTCOM (Merkez Kuvvetler) Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie.

Austin, iki temel şeyi söyledi: Birincisi “Afgan ordusunun tek mermi atmadan erimesine çok şaşırdık”larını ifade etti, ikincisi “devlet kurmaya yardım ettik ama bunu ulusa dönüştüremedik.” Bunlar itiraftır. “Ulus yaratma” süreçleri konusundaki emperyalist efendilerin deneyleri, dünyanın her coğrafyası için hesaba katılmalıdır. Bizde “başardılar” mı? Ama konumuz bu değil.

Komite, Austin’e bir soru soruyor: Rusya’dan üs mü talep ettiniz, türündendir soru. Yanıt şöyle: “General Milley, kısa süre önce Rus mevkidaşı ile bir görüşme yaptı. Sizi temin ederim ki Rusya’dan bir şey yapmak için izin istemiyoruz. General kendi adına konuşabilir ama şuna inanıyorum ki general o teklifin ne olduğuna dair mevkidaşından izah istemiştir.” (Gazeteduvar, 29 Eylül 2021). Aynı soru, General Milley’e sorulunca, o, yanıt vermemiş. Ama Milley, Afganistan işgali boyunca, 4 başkanın, 8 genelkurmay başkanının, onlarca savunma bakanının değiştiğini, 20 orgeneralin görev yaptığını söyledikten sonra, “Böyle bir sonuç, son 5 günde veya 20 günde ya da 1 yılda ortaya çıkmadı. Bu savaşın sonucu stratejik başarısızlıktı. Yönetimde düşman var. Dolayısıyla bu sonucun 20 yılın değil, 20 günün çıktısı olduğunu ifade etmenin hiçbir yolu yok.” Biden, çekilme kararını generallerle oybirliği ile aldık, demesine rağmen, Milley, bu görüşmenin çekilmeden sonra, Taliban’ın Kâbil’e girmesinden sonra gerçekleştiğini söyledi. Yani Biden’ı yalanladı. “Gelişmeler itibarımıza zarar verdi” dedi. Beyaz Saray ise, Milley’in bazı açıklamalarını yalanladı.

Şimdi, olayları bir kere daha sıraya dizebiliriz.

ABD hegemonyası çözülmektedir ve bu ne Trump ile başlamıştır ne de Biden ile. Önceden gelen bir süreçtir ve Suriye savaşı, bu süreci hızlandırmıştır.

ABD’nin Afganistan işgali, aslında bu hegemonyayı yeniden ve ebediyen tesis etmek üzere dünya imparatorluğu planlarındaki ısrarının ifadesi idi. Geri çekilmeleri, Milley tarafından “stratejik başarısızlık” olarak ifade edilmektedir.

Suriye savaşı sonrasında ABD’nin güç kaybı daha da arttı ve hegemonyasının çözülüşü, adeta bir eğik düzleme bindi.

ABD, bunu toparlamak üzere, Rusya ve çevresini sarmaya çalıştı. Ukrayna operasyonu budur. Ama istenilen sonuç elde edilememiştir. Hâlâ uğraşıyorlar elbette.

Aynı anda AB ülkeleri ve NATO ittifaklarının desteğini almak üzere onlara IŞİD tehdidi gösterilmiş ve ortak davranmaları istenmiştir. Trump, tüm kovboy tavırları ile NATO müttefiklerini aşağılamış, onlara gözdağı vermeye çalışmıştır. Karşılıklı olarak ticari yaptırımlar devreye sokulmuştur. Ama NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir, diyen Macron, aslında bu sürecin tıkandığını ifade etmiş olmalıdır.

Ve aynı anda, bir ortak hedef oluşturulması denenmiştir.

Bunun üzerine, Rusya ve Çin düşman ilan edilmiştir. Biden, Rusya ve Çin düşmanlığı üzerinden, “kurumların adamı” olarak “beyin ölümü gerçekleşmiş NATO”yu ayağa kaldırmaya yönelmiştir. Gerçekleşen beyin nakli ile NATO, Rusya ve Çin’e karşı açık bir tutum almış, 2030 belgesini imzalamıştır.

Böylece ABD, NATO’lu müttefiklerine, Almanya, İngiltere ve Fransa’ya bazı tavizler vereceğini vadetmiştir. Mesela Kuzey Akım 2 hattını, Almanya’nın isteği ile onaylamak zorunda kalmıştır. Ama mesela İtalya’nın isteklerine o kadar duyarlı olmamıştır.

ABD açısından bu anlaşma, her açıdan anlaşılıyordu ki, geçicidir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde yapılan anlaşmalar gibi. Peş peşe anlaşmalar yapılıyor, peş peşe anlaşmalar bir öncekilerini geçersiz hâle getiriyor. Kimsenin henüz savaşı kazanacağına emin olmadığı hâllerdir bunlar.

Aynı anda ABD, uzaktaki “müttefik” Japonya ile farklı anlaşmalara girmek istedi. Orayı boş bırakmak olmazdı.

Böylece masaya Çin ve Rusya kondu.

Çin ve Rusya başa konulup bir Batı ittifakı yaratıldı vurgusu yapılınca, aslında esas savaşın Rusya ve Çin’e karşı olduğu izlenimini devam ettirilebilecektir. Oysa asıl savaş, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasındadır.

Görüntü, gerçeği gizlesin diye bir kere daha öne çıkarıldı. ABD’nin bu isteği, elbette diğerleri tarafından da çok uygun bulundu. Zira ABD’nin askerî üstünlüğü, onlar için açık idi. Onlar, savaşın daha uzun vadeye ertelenmesinden yanadırlar. Savaşı güncel hâle getiren ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurma isteğidir.

Almanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, İngiliz hegemonyasını en çok zorlayan iki ülkeden biri idi, diğeri ABD’dir. İngiliz hegemonyasını ekonomik olarak sallayan güçler, Almanya, ABD, Japonya idi, Fransa çok da etkili değildi. Ama sömürgeleri en fazla olanlardan biri elbette Fransa idi. Elbette Fransa, sömürgeleri olan Hollanda, Portekiz ve İspanya’dan çok farklı idi. Portekiz ve İspanya, çok sömürge kaybetti, Hollanda daha az güç kaybı ile savaştan çıktı. Savaşın kazananı Almanya, Japonya olmadı. Kazanan İngiltere oldu ama İspanyol sömürgelerini devralan ABD oldu. Bu ABD hegemonyası için büyük olanaktı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu hegemonya tam olarak ortaya çıktı, kurumlaştı.

Almanya, her iki dünya savaşında da, çok atak ve heveskâr davranmıştı. Belki İngiltere ve Fransa’ya olan yakınlığı nedeniyledir. Oysa bugünlerde Almanya, son derece sakin davranmayı seçiyor. En azından bunu deniyor. Volkswagen’e ABD cezalar kestikten bir süre sonra, Google’a cezalar kesmiştir. Merkel’in dinlenmesini deşifre ettiklerinde dahi, sanki bunu kendileri yapmamış gibi davranmışlardır. ABD ile ilişkilerini “çatışmalı” olarak ortaya koymak istemiyorlar. Kısacası, Almanya ve Japonya, ABD’nin hegemonyasını çökertmekte olan iki emperyalist güç olmalarına rağmen, oldukça alttan almaktadırlar. Bunun bir nedeni, ABD’nin askerî üstünlüğüdür. Bir diğer nedeni ise, zamanın, şimdilik onların lehine çalışmasıdır. Pandemi süreci göstermiş olmalıdır ki, bu zaman avantajı, her zaman aynı seyri izlemeyecektir.

Tüm diğer emperyalist güçler, ABD’nin “geri geldik” çıkışına “welcome America” olarak yanıt vermişlerdi. Mart 2021 bu görüntülere sahne oldu. Biden, NATO’ya bağlılığını ilan edince, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyen Macron, “ittifaka bağlılık”tan söz etmiştir.

Ama Afganistan’dan geri çekilme süreci, bu cilalı dönemin bazı cilalarını döktü. İngiltere ve Almanya, çekilmeden haberdar olmadıklarını söylediler. Hem her ikisi, öncelikle kendi askerlerini çektiler hem de bilgimiz yoktu dediler. Onlara göre, “büyük güç, büyük sorumluluk” demekti ve ABD bunu yapmalı idi.

Ardından, ilk darbeyi Fransa yedi.

İngiltere ve Avustralya’ya yeni teklifler öneren ABD, bu iki ülke ile daha özel bir ilişki kurmak isteğini ifade etmiş olmalıdır. Ama şartı vardı: Avustralya, 5 yıl önce Fransa ile yaptığı denizaltı alma anlaşmasını iptal etmeli idi. Öyle oldu. Fransa, “sırtımızdan bıçaklandık” dedi.

Demek, artık her emperyalist güç için, “sırtını koruma” dönemindeyiz.

ABD’nin Mart 2021’de geri geldik açıklaması, bazı adımların atılmasını gerektiriyordu.

– Rusya’ya karşı ambargo ve yaptırımlar bunlardan biriydi. AB bunda hiç tereddüt etmedi.

– Çin’e karşı yaptırımlar: AB bunda da tereddüt göstermedi.

– Karadeniz’de Rusya’ya daha fazla yaklaşmak.

– NATO’yu Rusya’ya doğru genişletmek.

– Avrupa’nın doğusuna nükleer füzeler yerleştirmek.

Muhtemeldir ki, bunların her birinin karşılığında da AB bir şeyler almış olmalıdır. Bunların bir bölümü de hayata geçmeye başladı. Ama Fransa’nın Avustralya ile olan anlaşmasının feshinin ABD-İngiltere-Avustralya anlaşması için şart koşulması, bu birkaç ay önce yapılmış anlaşmaların çok da kalıcı anlaşmalar olmayacağının kanıtıdır.

Zaten, AB de, yeni bir Avrupa Ordusu kurulması için çoktan harekete geçmiştir.

ABD, Afganistan’dan çekilme sürecinden sonra birkaç adım atmıştır.

Bunlardan ilki, İngiltere ile daha yakın bir ilişkiyi işaret eder gibidir. Bu konuda ne kadar kalıcı bir yol alacakları da bir tartışma konusudur. Zira, İngiltere, ABD’nin hegemonyasının çözülmesini önlemesini değil, hegemonyayı eskiden olduğu gibi kendisine devretmesini isteyecektir. Yani adaylardan biridir. Doğrusu, ABD hegemonyası, emperyalist savaşla sonuçlanacaksa, Almanya ve Japonya’dan sonra bu hegemonyayı almaya aday olan İngiltere olur. Bu arada kapitalist sistem yıkılmamış olacaksa. Bunu belirtmeliyim, zira, biz tam da bundan yanayız. Sadece yana değiliz, bunun olanaklarını da görüyoruz.

Öyle ise, İngiltere ile yakınlık meselesinin kalıcılığı her zaman bir soru işareti olmak kaydıyla, ABD’nin bu adımı attığını söyleyebiliriz. Bunu Türkiye ilişkilerinde de görüyoruz. Eğer Erdoğan sonrası adayı Akar ise, bu ABD-İngiltere ikilisinin AB’ye karşı masaya sürdüğü bir hamle olmaktadır. Gül’ün de bu hamlenin içinde olacağı açıktır. TC devletinin eski Sovyet cumhuriyetlerine doğru yeniden ateşlenen hamlesi, Turan adına doğumlar yapacaksa, babası İngiltere’dir. Yani, ABD-İngiltere yakınlaşması, Almanya-Fransa aleyhinde olmak üzere, Türkiye’de de devreye sokulmaktadır.

ABD’nin ikinci adımı, Pasifik’te, Çin’e karşı savaşı kışkırtmak, bu alanda Japonya ile daha “derin” ilişkiler geliştirmek, Çin’e karşı Tayvan üzerinden hamleler yapmaktır. Bu adım, hem Japonya’yı kendi çeperinde tutmaya devam etmek hem de aslında Çin’in tüm bölgeyi kapsayan ekonomik hamlelerinin önünü kesmeyi de hedeflemektedir. Çin’i vurabilmek için, navlun fiyatlarını artırarak, gemi ticaretinin pahalı hâle gelmesini sağladılar ve bu uluslararası tekeller, bu yolla Çin’in büyümesini frenlemeye çalışıyorlar. Çin’in bunu aşması çok uzun sürmez. Hem “ipek yolu” projesi bunun önceden öngörüldüğünün bir kanıtıdır hem de Çin’in yük gemilerini devreye sokması çok zor olmayacaktır.

Ama ABD, Japonya, Hindistan ve Güney Kore’nin öncelikli, Endonezya’nın vb. de ardından, Çin ile çatışmaya girmesini istemektedir. Öncelikle bu ülkelerin Çin ile var olan ekonomik ilişkilerini parçalamak istiyorlar. Avustralya da bu çerçevenin içindedir. Avustralya’ya verilen ABD-İngiltere desteği, Çin düşmanlığı üzerindendir.

ABD’nin bu hamleleri, Tayvan önlerine denizaltıları göndermesi olayları ile beslenmeye çalışılmıştır. Haberlere göre, bir ABD denizaltısı vurulmuş, ama ne ile vurulduğu anlaşılamamıştır. Böylece bu hamlelere ABD ara vermiştir. Her şeyde olduğu gibi, “geçici” bir ara demeliyiz.

Dahası, Japonya’nın ABD tarafında harekete geçmesine karşın Rusya, denizaltılarını, uçaklarını sık sık harekete geçirmektedir. Japonya her devreye girdiğinde Rusya da bir hamle yapmaktadır. Sanki Rusya, ABD-Çin çatışmasında, Japonya’ya “sen karışma” der gibidir.

ABD’nin üçüncü adımı ise elçilerini sınır dışı ettiği Rusya ile kapsamlı görüşmeler başlatmasıdır. İlki Ağustos sonunda, ikincisi 30 Eylül’de gerçekleşmiş olan bu görüşmeler, hâlen sürmektedir. Bu görüşmelerde de ABD, farklı bir arayışın içindedir. Kanımızca, ABD, Rusya’ya, “sen Çin’i yalnız bırak, biz de seni rahatsız etmeyelim, Suriye, Karadeniz’den geri çekilelim, Kafkaslarda sorunları çözelim, Ukrayna’dan geri çekilelim vb.” demekte. Elbette bu bir tahmindir. Bunun işaretlerinin görülebileceği tek yer, Suriye sahasıdır. ABD, TC devletine operasyon için ışık yakmamaktadır ve Suriye’deki IŞİD çetelerine daha az destek verme eğilimindedir. İyi ama belki de bu durum, zaten zor durumda olduğu bu sahaya özgüdür denilebilir. Mümkündür.

Öte yandan, Karadeniz’de sürekli ABD ve İngiltere gemileri dolaşmakta, sürekli olarak NATO tatbikatları yapılmaktadır.

Yetmiyor, Ukrayna için ABD sürekli olarak hamleler yapmaktadır. Donetsk’te sürekli saldırılar düzenleyen Ukrayna ordusunu savunmak için ABD, AB’deki müttefiklerine Rusya’nın Ukrayna sınırında yığınak yaptığını anlatmaktadır. Eski neonazileri iktidara getirmeyi başardığı Ukrayna meselesini kaşımak ve bu yolla Rusya’yı tehdit etmek için her fırsatı kolladıkları açıktır.

Bu kadarla da yetinmiyor. Doğu Avrupa ülkelerine yeni silahlar, füzeler yerleştirmektedir. Bu durum Rusya’yı kuşatma siyasetinin de bir adımıdır. Öte yandan, Yunanistan’a sürekli yeni silahlar yerleştirilmektedir.

Ve bu arada, Beyaz Rusya’ya karşı, Belarus’a karşı özel operasyonlar devreye sokulmuştur. Bunun arkasında AB desteği olsa da, esas olarak bu, ABD operasyonudur. Böylece, Kuzey Akım 2 hattının da güvenli bir hat olmayacağını göstermek istemektedir. Almanya’ya, “bu hatta onay veriyorum” derken, aslında bu hattı fiilî olarak ortadan kaldıracak, işlemez hâle getirecek bir hamle hazırlamaktadır.

Tüm bu hamleler, Çin’i yalnız bırakma pazarlığının da bir parçası olabilir. Olabilir çünkü, hem bu denli saldırgan hazırlıklar yapıp hem de Rusya ile kapsamlı görüşmeler yapmak, başka bir anlam taşımaz. Rusya’ya hem bir tehdit gösterilmekte hem de bir uzlaşma yolu, yani hem havuç hem de sopa. İyi ama, Rusya’nın bu süreci izlememesi, görmemesi mümkün müdür? Çin’i yalnız bırakırsa sıranın kendisine geleceğini anlaması çok mu zordur?

ABD, bu üç alandan, yani hem İngiltere ile daha yakın bir ittifak oluşturma hem Pasifik’te Çin’e karşı bir cephe örgütleme hem de Rusya’yı Çin’e destek vermekten alıkoyma alanlarında hamleler yapmıştır.

Mart 2021’in üzerinden, yani ABD’nin “geri döndük” demesinin üzerinden 9 ay geçti. Ve bu dokuz ayın sonunda ABD, hem Batı ittifakının çok da sağlam olmadığını gösterdi hem de savaşın esas hedefi hâline getirilen Rusya ve Çin’in geri adım atmayacağı anlaşıldı.

Rusya ve Çin, bu kapitalist dünya sistemine, ancak birer sömürge olmayı kabul ederlerse dahil olabilirler. Efendiler, yeni ortak istemiyor, yeni sömürge ve yağma alanları istiyor. Mesele bu kadar açıktır.

Bu arada hem Rusya’yı, özellikle de hem de Çin’i içeriden vuracak birçok hazırlık yaptıkları da açıktır. Afganistan’dan “savaşı büyütmek için çekildik” açıklaması biliniyor. CIA’nın Uygur meselesi diye uğraştığı konular açıktır. En son, Eylül ayında, CIA’nın, Çin’i izlemek üzere özel bir birim kurduğu ilan edilmiştir. Sanki, böylesi bir birlik kurduklarını ilan ettiklerinde, Çin titreyecek gibi “imaj” yüklü bu hamleler, bu nedenle yapılmaktadır.

Öte yandan, bir de meselenin, işçi sınıfı, dünya işçi sınıfı, dünyanın emekçi halkları açısından ele alınması gerekir.

Biliyoruz ki, dünyada bugün, işçi sınıfının enternasyonalist bir örgütlülüğü yoktur. Dünya işçi sınıfının her ülkedeki gelişimi, birbirinden birçok farklılık içerse de, büyük ölçüde zayıftır. SSCB’nin çözülmesinin üzerinden 30 yıl geçti. 30 yıllık sürede işçi hareketinin dağınıklığı son bulmuş değildir. Bunu biliyoruz.

Ama aynı zamanda biliyoruz ki, devam etmekte olan sınıf mücadelesi, birçok alanda kendini yeniden suyun yüzeyine çıkarmıştır. Deyim uygun düşerse, en dipten yükselme dönemi başlamıştır. Dünyanın çok çeşitli yerlerinde, işçi eylemleri, toplumsal muhalefet eylemleri, farklı biçimlerde ortaya çıkmış ve belli bir biçimde de varlığını sürdürmektedir.

Bir diğer konu, kapitalist-emperyalist sistemin tükenmişliğidir. 2008 krizi, bunu biraz daha fazla açığa çıkarmıştır. Dünyanın ve insanın yağmasına dayanan, gözü doymaz bir kârlılık üzerine yükselen, hâkimiyet ilişkilerini yaşamın tüm alanlarına yaymış olan, yaşamın her alanını kirleten ve çürüten kapitalist sistem, artık sürdürülebilir değildir. Birçok burjuva demokrat bile, kapitalizmin ömrünü doldurduğu görüşündedir. Gelişen robotlar vb. nedeni ile “işçi sınıfı bitti” diyenler, aslında hiçbir zaman üretim vb. için ihtiyaç duyulmayan kapitalistlerin bittiğini ilan etmek istemeseler de, kapitalist sistemin böyle devam edemeyeceğini itiraf etmektedirler.

Kapitalizm yaşadıkça, üzerinde yaşadığımız gezegenimizi de yok edecektir. Bu nedenle, artık kapitalizme karşı savaş, insanlığın savaşıdır da.

İnsanlığın savaşı dediğimizde, savaşın kapsamının, savaşa katılım için orta sınıfların neden bulmasının da kolaylaştığını söylemiş oluruz. Yoksa, bu savaşın, işçi sınıfının öncülüğünde bir savaş olmasının gerekmediğini söylemiş olmayız. Bu savaşın öncüsü işçi sınıfıdır, devrimci işçi sınıfı.

Bir süredir, sisteme karşı ortaya çıkan eylemlere liberal gözlerle bakanların ortaya attıkları, o eylemlerde gördükleri şey ya da gördüklerini söyledikleri şey, artık savunulabilir değildir. Eylemlere bakıp, “bakın, bu eylemciler, lider istemiyorlar, hiyerarşi demek olan örgüt istemiyorlar” diye bize vaaz veriyorlardı. Vaazlarının ömrü de kısa olacak.

Sanki bizim de gözlerimiz yok, sanki biz onların neden böyle söylediklerini (böyle gördüklerinden emin değiliz) bilmiyoruz gibi. Sanki, tarihte bu kendiliğinden eylemler ilk kez oluyormuş ve kendiliğinden eylemler her zaman lidersiz başlamazmış gibi.

Lider aramıyorlar, hiyerarşi-örgüt aramıyorlar demek, aslında, tam olarak bu eylemlerin başarısız olması için gerekli önlemlerin ne olduğunu açıklamak zahmetidir. Bu açıklamaları bize ulaşsın diye “kamuoyu imalatçıları” tarafından pişiriliyor. Bu koroya katılıp da “ben de böyle görüyorum” diyenler, zaten her zaman çıkacaktır. İşte onları avlamak istiyorlar, bize, işçi sınıfına daha yakın olan “okur yazar takımı”nı hedef alıyorlar. Kamuoyu yaratmanın yollarından biri de budur. Oysa, tüm bu eylemler kendiliğinden eylemlerdir ve kendiliğinden kitle eylemleri, örgütsüz, lidersiz başlarlar.

Evet sizi anlıyoruz, bir devrimin olamayacağını göstermek istiyorsunuz. Bunu bize mi göstermek istiyorsunuz yoksa kendinize mi? Gezi, diyorsunuz, “ne oldu, başarılı oldu mu?” Tam da başarılı olamayacağımızı anlatmak istiyorsunuz. Biz de sizi “hasta” olarak görüyoruz. İnanın iyileşeceksiniz, biraz sabır, biraz inat, eşiğin ardında bekleyen ölüm değil, hayat.

Bir kendiliğinden eylem, adı üstünde, örgütsüzdür.

Bu eyleme katılanlar, dayanılmaz yaşam koşullarına, dayanılmaz haksızlıklara karşı koyma isteğindedirler. Düşünülmüş, planlanmış, sevdiğim ender hukukî terimlerden biri olan ile söyleyeceksek “taammüden” yapılmış bir eylem değildir.

Örgütsüz eylemlerdir ve örgütsüz eylemlerdeki insanlar, kendiliğinden harekete geçtiklerinde, bu durum onların, örgütsüzlüğü savunduklarının kanıtı olamaz. Hiyerarşiden siz korkuyor olabilirsiniz. Ama iş yapmak, hiyerarşi demektir. Hiyerarşi, insanları alt alta, üst üste dizmek demek değildir. İşleri sıraya dizmeyen hiyerarşi, kapitalist devlet çarkında görülür, onlar insanları sıraya dizmeyi daha çok severler. Egemen olmak bu demektir. Oradakine bakarak, bize hiyerarşi dersi vermeyin. Bir yazar, neyi ne zaman yazacağını sıraya dizer, aklına geldiğini yazarak, edebî bir çalışma oluşmaz. Bir işi yapmanın düzeneği olur. Silahın namlusundan çıkan mermilerden biri ilk önce çıkar, diğerleri ardından.

Örgütten uzak durmak isteği başkadır, ama bu gözle olaylara bakarsanız, Gezi’de hiyerarşi yoktur, dersiniz. Oysa Gezi, birçok işin yapıldığı bir alandır ve polisle çatışarak barikatı yıkmak, tam da hiyerarşik bir işbirliğidir. Hangi taş önce atılacak, değil mi ya? Kendiliğindenlikten bir sisteme doğru.

Dünya çapında gelişen eylemlerin daha çok kendiliğinden bir karakterde olması, elbette sistemin yaşadığı krizin de açık ifadesidir.

Ama bu eylemlerin bir başka önemli yönü, kendiliğinden eylemler olmalarına rağmen, “ileri eylem biçimleri”ni de bağırlarında taşımalarıdır. Bir fabrikayı işgal etmek diye bir planı olmayan işçiler, bir anda, çaresizlikten, fabrikayı işgal edebilmektedirler. Buna benzer pek çok yeni mücadele yöntemi devreye girebilmektedir. Bu yeni eylem biçimleri, aslında, işçi sınıfı içinde birikmiş devrimci potansiyelin de bir göstergesidir.

Birçok eylemde, çıplak devlet gücü ile karşılaşan direnişçiler, ciddi bilinç sıçramaları da yaşamaktadırlar. Yine mesela doğayı savunmak isteyenlere müdahale eden polis gücüne kadınlar, “siz kimin polisisiniz” diye sorabilmektedirler.

Bu örnekler, sadece ülkemize özgü değildir. Tüm dünyaya yayılmaktadırlar. Son dönemde Ortadoğu’dan yükselen eylemlere bakmak bile oldukça bilgi vericidir. Lübnan’da, Irak’ta ortaya çıkan eylemler, bir nesnelliğin de ifadesidir. Birdenbire çoğalan kızıl bayraklar, kardelenler gibi betonun altından filizlenmektedir.

Tüm bunlar, devrimci örgütlenmenin potansiyeline ilişkin bir bilgi sunarlar. Yani, dünyanın her yerinde, devrimci örgütlenmelerin gelişeceği, kitlesel işçi hareketlerinin yükseleceği bir döneme girmekteyiz.

Bir de buna, işçi sınıfının değişik bileşenlerinin kendilerini eylem alanlarında ifade etmeye başlamasını eklememiz gerekir. Büyük emperyalist metropollerde “hizmet” sektöründeki işçilerin eylemleri, aslında onların “işçileşmek” konusundaki psikolojik dirençlerinin aşılmaya başlanmasının işaretidir. Fabrikalarda işçilerin daha disiplinli bir yapıya sahip olduklarını biliyoruz. Ama Walmart ya da Google işçilerinin yapısı biraz daha farklıdır. Bu işçilerin, artan sömürü ve kötüleşen iş ve yaşam koşulları karşısında gösterdikleri tepkiler, hem onların kendilerini tanımasını sağlıyor hem de işçi sınıfının bu kardeşlerini sokakta tanımaya başlaması ile sonuçlanıyor.

Önümüzde sınıf savaşımın dünyanın her yerinde daha da sertleşeceği bir dönem olduğunu söylemek mümkündür.

Çelişkilerin keskinleştiği alanlarda, kendiliğinden eylemlerin giderek artacağı, hem sayı ve hem de “nitelik” olarak, söylenebilir.

Ve açıktır ki, dünya çapında devrimin daha hızla mayalandığı alanlar oluşmaktadır. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı altında, işçi sınıfının mücadelesinin farklı etkilere açık olacağı da bilince çıkarılmalıdır.

Bugün, dünya proletaryası için önemli olan şey, her parçada gelişen mücadeleyi, daha örgütlü hâle getirmektir. Bunun için, işçi sınıfının, sahte dostlarından yolunu ayırması gerekir. Sonu, kapitalizmi iyileştirmeye varan, ısrarla örgütten uzak durun nasihatlerini veren bu sahte dostlar, mücadeleye en büyük zararı vermektedirler. İster bilerek, ister görevleri gereği, isterse bilmeyerek. Bu “dost”ların masallarını dinleyerek, devrimci mücadelenin, kitle eylemlerinin dersleri çıkartılamaz.

Dünya proletaryası, her parçada, her ülkede, az ama öz bir devrimci yapılanmaya kavuşmalıdır. Ve 150 yıllık devrimci sosyalizm tarihi, bize, bu dirilişin, enternasyonalist karakterinden taviz vermememiz gerektiğini öğretiyor.

İşçi sınıfının dünyanın bir ya da birkaç yerinde, kapitalist-emperyalist zinciri kırmak dışında, gezegenin kurtuluşunun, insanlığın kurtuluşunun, savaşı önlemenin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmanın, özgürlüğü dünyanın her köşesine yaymanın, özel mülkiyete son vermenin başkaca bir yolu yoktur.

Diyelim ki, bu devrim size çok uzak mı geliyor, kabul ama başkaca yol yok.

Diyelim ki, bu devrim sana çok mu zor geliyor, öyle ise saflarımıza katıl ki kolaylaşsın.

Diyelim ki, bu sana çok uzak bir hayal mi geliyor, sen de hayal et ve saf tut ki, hayaller gerçek hâline gelsin.

İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi ve “uzak ve yakın hedefler”

Bugünlerde ülkemizde, bizim, Saray Rejimi diye tanımladığımız rejimin gidişi üzerine tartışmalar yapılıyor. Erdoğan’ın gidişi, sanki her şeyin kendiliğinden düzelmiş olacağı anlamına getiriliyor.

CHP ve İYİ Parti’nin başını çektiği burjuva “muhalefet”, sistemi “tek adam yönetimi” olarak adlandırıyor. Bu “tek adam yönetimi” Erdoğan yönetimi anlamına geliyor. Erdoğan yönetiminin, “tek adam her şeyi yapabilir mi” sorusunun yanıtına uygun olarak “başarısız” olduğunu (Öyle ya tek adam her şeyi nasıl yapabilir? Diyorlar ki, imza atmaya bile yetişemez, o kadar çok imza atacak evrak varmış ki. İşte tüm sorunların kaynağı bu “tek adam” yönetimidir. Böyle diyorlar) ve gitmesi gerektiğini söylüyorlar.

Hem zaten, “oy oranları” da düşmektedir. Oy oranları da düşüyorsa, “akıl ve mantık” gitmesi gerektiğini söylüyor. Seçime kadar ya sabır öneriyorlar.

Bu durumda, “Erdoğan gitsin, her şey çözülür” propagandası yapılmaktadır. Böylece, tüm suç bir kişinin üzerine yıkılarak, “devlet” aklanmak istenmektedir.

Bu durum, CHP ile sınırlı olsa, İYİ Parti ile sınırlı kalsa, doğrusu bugüne kadar söylediklerimize bir şey ekleme gereği de duymazdık. Ama öyle olmuyor.

Devleti kurtarmak isteyenler, işçi ve emekçileri, kitleleri yeniden devlete bağlamak, yeniden sisteme bağlamak, onların isyanını önlemek, dahası işçi sınıfının enerjisini emmek için, hedef saptırması yapıyorlar: “Erdoğan gitsin, gerisi tamam.”

Ve sol çevreler, liberal solcular, birçok sendikacı, okur yazar takımı (OYT), hep birlikte, bu politikaya su taşıyorlar. Neredeyse CHP’yi kurtarıcı ilan edecekler.

Ve tam da bu nedenle, bir kere daha tarih bizim önümüze, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin “uzak ve yakın” hedefleri tartışmasını koyuyor.

Sol çevreler, “Erdoğan’ın gidişi her şeyin önündedir, birincil önceliktir” diyerek, CHP’nin kuyruğuna takılmaya başlamıştır bile. Elbette onlar bunu yapmakta özgürdürler; isterlerse devletin “iyi kanadına” sığınabilir, kötü kanadını iyisine şikâyet edebilir, isterlerse “demokrasicilik” oyununda rol alabilirler. Hatta isterlerse devletin kutsal kollarında kendilerine uygun bir yer de arayabilirler. Bunun için, isteyen ABD ile temasa da geçebilir, Mustafa Balbay tarzı. Bunlara bir itirazımız yok. Ama bunu, işçi sınıfı için tek çıkış olarak sunamazlar ve işçileri, bu bataklığa, devlete giden yola davet edemezler.

İşte tam da bugünlerde tartışma konusu budur.

1

“Tek adam yönetimi” yanlıştır.

Sadece yanlış değil, bizzat devlet adına, devleti temize çıkarmak için yapılan bir yanlış yönlendirmedir. OYT ve CHP’nin, devletin kendisinden onay almış “buluşu”dur. Tek adam yönetimi diye bir şey yoktur. Yeri geldiğinde “basket maçları” ile tutundurma çalışmaları yapılan, tefler eşliğinde Kemal Sunal filmlerindeki gibi alkışlanarak “takdim” edilen, her cümlesini ertesi gün düzelten bir kişi midir bu ülkeyi yöneten? Sahi, bu “tek adam yönetimi” midir? Sahi, tekeller, uluslararası sermaye, ABD, AB bu işin içinde yok mu? Öyle ise Erdoğan, kendi kendisinin mi projesidir?

Sol ve OYT, buna biraz daha “ciddiyet” katmak için olacak “tek adam diktatörlüğü” diyorlar. Hatta bunu bize Marksist ve bilimsel bir analiz olarak sunuyorlar. Yani, Hitler bir tek adam idi ve diktatördü. Krupp’un, tekellerin bu işle hiçbir ilgisi yoktu öyle mi? Yani Franco, öyle tek adam diktatör türünden idi öyle mi? Pinochet, Saddam, Mussolini, birer “kötü” adamdı ve bu kötü ruhlu adamlar, iktidarı almışlardı öyle mi? Yüzlerce yıllık bu masal, sizce artık para ediyor olabilir mi?

Ortada ne sınıf var, ne devlet. Ortada sadece bir “tek adam” var ve bunun kötü yönetimi, bunun diktatörlüğü var. Hepsi budur? Mesela Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar vb. ülkenin tekelci sermayesi, uluslararası tekeller, bu “kötü yöneten tek adam”la başa çıkamıyorlar, öyle mi? Ve bu çocukça masalları anlatıp, “tek adam”a karşı mücadele etmekten söz etmektesiniz öyle mi? Tüm bunları yaparken, işçi sınıfından, emekçilerden, halklardan yana olduğunuzu da ekleyeceksiniz öyle mi?

CHP’nin ve onun ardındaki burjuva kalemşörlerin “tek adam yönetimi”, tam anlamı ile, Saray Rejimi’nin çözülmekte olduğunun görüldüğü bir noktada, kitlelerin yükselen muhalefetinin, işçi sınıfının tepkisinin kontrol altına alınarak, devlete karşı yönelmesini önlemeyi amaçlıyor. Son derece akıllıcadır. Anlaşılırdır.

Saray Rejimi, çözülmektedir. Bu çözülüşü durdurmak için çareler aranmaktadır. Egemen sınıf, tekeller, burjuvazi, bu iş için çareler aramaktadır. İki yol organize etmektedirler. Bu iki yol, aslında “devleti kurtarmak” siyasetinin iki farklı yüzüdür, yazı-turanın bir metal paranın iki yüzü olması gibi. Bir yüzünde, egemenler, Saray Rejimi’ni güçlendirerek sürdürmek istiyorlar, diğer yüzünde ise, Saray Rejimi’ni bir geçiş süreci ile güçlendirilmiş parlamenter sisteme çevirmek istiyorlar. Bu iki politika, elbette birbirinden farklıdır. Ama her ikisi de, devleti kurtarma amacına dönüktür.

Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’den oluşmuyor. Tersine, zaten bu iki parti fiilî olarak da bitmiştir. Parlamentonun olmadığı bir yerde bu partilerin ne anlamı olabilir ki? Saray Rejimi, aynı zamanda, CHP ve İYİ Parti’den de oluşuyor. Tümü, hep birlikte bu sistemin parçalarıdır.

Soralım: Erdoğan’ın seçilmesi nasıl sağlanmıştır? CHP ve İYİ Parti, bugün herkesçe kabul edildiği gibi, hileli ve meşru olmayan seçim sonuçlarını neden tanımıştır? Madem, siz bu cumhurbaşkanlığı sistemine karşıydınız, neden buna uygun eylemler yapmadınız, direnmediniz, sokaklara taşmadınız? Sizi durduran, efendilerinizin “sus, yerinde dur” komutu mu olmuştur? Akşener, Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce, seçim gecesi nasıl da direnmişlerdi öyle değil mi? Bu, ortaklıklarının kanıtıdır, sadece bu yeterlidir. Madem seçim hilelidir ve madem Erdoğan “tek kişi yönetimi”dir, o hâlde sonuçları neden tanıdınız? Hiç değilse sonuçları tanımazdınız, zaten anlamı kalmayan parlamentodan çıkardınız. Ama bağlı olduğunuz sistem, size “muhalefet”miş gibi yapma rolü vermiştir.

Her tezkereye, hepsi birlikte evet oyu vermiştir. Son tezkereye CHP’nin hayır demesi, tümü ile Kürtlerin de içinde olduğu, toplumsal muhalefeti kendisi üzerinden devlete bağlama isteğinin sonucudur. Buna da evet derse, artık sola ve Kürtlere kendini kabul ettirebilmesi, güven vermesi çok daha zor olacaktı. Solu ve Kürtleri, işçi sınıfını bu kadarcık bir hamle ile kandıracaklarını düşünmeleri, onların kendine güveninden değil, işçi sınıfı ve Kürtlerin içindeki uzlaşmacılara güvendiklerindendir. Şimdi onlar, uzlaşmacılar, hep birlikte CHP’li bir parlamenter çözüme razı olmak için, kendi çevrelerinde propaganda yapmaktadırlar.

Madem, bu iktidardan rahatsızsınız, neden, savaş ekonomisine, savaş hamlelerine destek verdiniz? Madem “tek adam yönetimi”dir, neden süsten başka bir şey olmayan o parlamentoda durmaktasınız?

Madem “tek adam yönetimi”dir, neden halkı ve kitleleri korkutmak için, devletin baskı ve şiddetinin yetmediği yerde “bunlar iç savaş çıkartır” diye korku üretmektesiniz? Kitleleri kimin adına korkutuyorsunuz? Kitleleri, işçi ve emekçileri evlerinde tutmak için harcadığınız çabanın, yüzde birini muhalefet etmek için harcamadınız. “Tek adam” mı iç savaş çıkartacak, Bilal ile mi?

Uzatmaya gerek var mı?

“Tek adam yönetimi” yanlış bir adlandırmadır ve bu adlandırmanın amacı, sistem sürdürülemez olduğunda, Erdoğan’ı gönderip, devleti kurtarmaktır.

2

“Tek adam diktatörlüğü” de yanlıştır. “Tek adam yönetimi”nden farklı olarak, “tek adam diktatörlüğü” sanki daha sert bir adlandırma gibidir. Ama sadece gibidir. CHP, “tek adam yönetimi” diyerek, aslında diktatörlük sözünden özenle uzak durmaktadır. Böylece “diktatörlük”, sola kalmaktadır. CHP de, TC devletinin hiçbir dönemine, “diktatörlük” dememektedir. Bu denli devletçi bir format, elbette Saray Rejimi’nin doğal ortağı olur. Oysa “tek adam diktatörlüğü” çok da farklı bir adlandırma değildir.

Bizim OYT, bazı sol çevreler, diktatörlük diyerek, sanki daha ileri bir şey söylemiş gibidir. Sanki, Erdoğan’ın ilk dönemi, Özallı yıllar, 12 Eylül vb. demokrasi imiş de, şimdi diktatörlük var. Zaten, diktatörlük ancak “tek adam” ile olabilir, değil mi?

Her devlet bir diktatörlüktür. Her devlet, kendi sınıfı için bir demokrasi, diğer sınıflar için bir diktatörlüktür.

Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı ve emekçiler için, yani toplumun ezici çoğunluğu için bir demokrasidir. Ama sosyalist aşamada, komünizme geçene kadarki süreçte, burjuva sınıfı baskı altında tutmak amacındadır ve bu açıdan, burjuva sınıf ve onun bağlaşıkları için bir diktatörlüktür. Engels, proletarya diktatörlüğünün nasıl bir devlet olduğunu anlamak isteyenlere “Paris Komünü”ne bakın tavsiyesinde bulunmaktadır.

Her devlet bir diktatörlük ise, devletin egemen sınıfın bir baskı aygıtı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Burjuva devlet, burjuvazinin diktatörlüğüdür. Bu ABD’de de böyledir, Almanya’da da. İngiltere’de de böyledir, Belçika’da da. Franco, bir “tek kişi devleti” değildi. Hitler “tek kişi diktatörlüğü” değildir. Krupp vb. tekellerden bağımsız olarak Hitler açıklanamaz. Aklınıza mesela güzel Viyana sokakları geliyorsa Avusturya’daki devlet de bir diktatörlüktür, Kanada’daki devlet de, Avustralya’daki de.

Çağımızın burjuva devleti, aynı anlama gelmek üzere çağımızın (tekeller ve emperyalizm çağının “burjuva demokrasisi”) burjuva demokrasisi, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, faşizmin dişlilerini, örgütlenmesini içselleştirmiş olan Tekelci Polis Devleti’dir. Tekelci polis devleti, burjuva sınıfın çağdaş temsilcisi ve sistemin hegemon gücü olan tekellerin devletidir. Çağımızda tekelci sermayeden bağımsız bir burjuva devlet yoktur. Çağımızın olağan devleti tekelci polis devletidir. Ve bu faşizmi aratmayacak devlet, bugün, dünyanın tüm kapitalist ülkelerinde vardır. İngiltere’de, ABD’de, Almanya’da, Fransa’da dişlerini göstermeye başladığında, bunu herkes bilir, anlar. Ve elbette bu devlet, tekeller için demokrasidir.

Demek, “demokrasi” ve diktatörlük diyerek, bir şey anlatmış olmuyoruz. “Tek adam diktatörlüğü”, devlet denilen şeyi, bunun tarihi de dahil, hiç ama hiç anlamamaktan kaynaklıdır. Bir şeye “kötü” demek, aslında onun hakkında bilgi edinmeyi de önleyici bir tutumdur. “Tek adam” vurgusu ile, bunun “kötü” olduğu anlatılmak isteniyorsa, bu eksiktir, çünkü, öncesi de iyi değildir ve sonrası da eğer bir devrim gerçekleşmemiş ise iyi olmayacaktır. Devlet, burjuva devlet, hiçbir biçimde iyi ve kötü diye ele alınamaz.

Saray Rejimi, bizim ülkemiz koşullarında, devletin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Saray Rejimi, burjuva devletin kendisidir. Onu tek kişi diktatörlüğü olarak sunmak, işçi sınıfının, emekçilerin sisteme karşı mücadelesini önlemek amacı güder, bilerek veya bilmeyerek.

Saray Rejimi’nin tüm uygulamaları, tekellerin çıkarınadır. Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar bunun içindedir. Sadece beşli çete değildir Saray Rejimi’nin hizmet ettiği. Erdoğan, uluslararası sermayenin ve onların uzantıları olan yerli sermayenin, “belkemiksiz” adayı olarak “selected” bir proje hâline boşuna getirilmedi.

Erdoğan, bu sistemin, “süpürmeyin kullanın” cinsinden, belkemiksiz, sisteme, ABD’ye gerekli olan tetikçi için bulunmuş bir özel projedir. Bu proje, ABD’ye gerekli olan tetikçi için işlevseldir. Ama bu tekellerin çıkarlarına ters değildir. Bunu doğrulamak için sadece tekellerin Erdoğan döneminde, vurgunlarına, kârlarını katlamalarına bakmak yeterlidir. Erdoğan, hizmet ettiği yerli ve yabancı sermayenin isteklerinden çıkmamıştır.

Saray Rejimi, “rant-yağma ve savaş ekonomisi”ne dayanmaktadır. Bu “tek adam diktatörlüğü” değil, bu tam anlamı ile, emperyalist paylaşım savaşımının içinde şekillenen burjuva devletin kendisidir. Daha çok da tüm egemenlerin ortak koalisyonu gibidir.

Saray Rejimi’ni, olağanüstü örgütlenmeyi dayatan etkenler, başlıca üç ana grupta toplanabilir. Bunlar, emperyalistler arası paylaşım savaşımı, Kürt devriminin kendisi ve Gezi ile başlayan Batı’daki direniştir.

Erdoğan’ın iki dönemi ayrımının temeli de buradadır. Baskı ve şiddetin tırmandırıldığı, devletin Gezi ile açık saldırganlığının ileri düzeylere çıktığı, Kürtlerle masaların devrildiği, 15 Temmuz ile yeni örgütlenmelerin şekillendiği, Suriye savaşı sonrasındaki süreç, bize bambaşka bir Erdoğan yönetimi sunmadı. Bunu, o dönemin destekçisi olan Murat Belge gibi saray soytarılığını arkadan, gizlice yapanlar söylemektedir. Saray soytarılığını açıktan yapmak onlara iğrenç gelecektir ve efendileri, henüz onlardan bunu “rica” etmemiştir. Bu dönem, tekellerin, egemenlerin Saray Rejimi dediğimiz olağanüstü örgütlenmesidir. Bu döneme “diktatörlük” demek, aslında öncesini “demokrasi” olarak adlandırmak anlamını taşıyacaktır. Öncesi tekelci polis devletinin “olağan” örgütlenmesidir ve sonrası, emperyalistlerin çıkarları ve yönetme zorlukları ile şekillenen olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

Gerçekten “demokrasiye” özel bir tutku ile bağlı olan varsa, tereddüt etmeden, kapitalist düzenin, özel mülkiyet sisteminin, TC devletinin yıkılmasını savunmalı, onun için çarpışmalıdır. Erdoğan’ın gidişine “demokrasi” demek, devleti genel olarak aklamaktır. Bu ülkedeki katliamları aklamaktır. İşçi sınıfının ve emekçilerin enerjilerini emmektir.

Yok, sahi, hiçbir sınıftan yana olmayan bir demokrasi diye tutturan varsa, ona önerimiz, iç savaşın en gelişmiş olduğu, henüz iki sınıfın, iktidardaki burjuvazinin de, onu alaşağı etmek üzere barikatlara çıkan proletaryanın da henüz birbirini yenememiş olduğu ana bakmalıdırlar. Hoşlarına gitmeyecektir ama ne yapalım ki böyledir.

Dün, NATO içindeki başlıca emperyalist güçler, isterseniz bunları ABD ve AB diye gruplayalım (Daha net gruplama, ABD, İngiltere ve AB olabilir. Bu gruplama, Türkiye söz konusu olduğunda yapılabilir. Yoksa beş emperyalist güç arasında dünyanın yeniden paylaşımı savaşımında, bu denli net gruplaşma ortaya çıkmış değildir), birlikte hareket edebilmekteydi. Ama SSCB’nin çözülüşü sonrasında ortaya çıkan -su üstüne çıkan anlamında-, emperyalist paylaşım savaşımı, bu güçlerin “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’de farklı tutumlar almasını zorunlu kıldı. Bu süreç hâlâ sürmektedir. Ekonomik yapıda egemen olan AB, Türkiye’yi kendi sömürgesi ve kendi alanı olarak almak isterken, siyasal alanı (ordu, polis, yargı, bürokrasi vb.) elinde tutan ABD, Türkiye’yi bir tetikçi olarak organize etmek istedi. ABD, bu tetikçiye, tüm Ortadoğu için ihtiyaç duymaktaydı. Bu tetikçi konumu sürdürmek için, Saray Rejimi dediğimiz sistem organize edildi. Bu organizasyon yapılırken, CHP de dahil tüm siyasal burjuva aktörler, Saray Rejimi’nden yana tutum almıştır. Parlamentoyu, siyasal partileri bizzat fiilî olarak bitiren cumhurbaşkanlığı sistemi, böylece, ortak karar olarak hayata geçirilmiştir. Ve biliyoruz ki, bunun için yapılan oylama, hilelidir, yani halkın kabulüne dayanmamaktadır. “Tek adam diktatörlüğü” olarak solun sarıldığı isimlendirme, gerçekte böyle şekillenmiştir ve tüm egemenlerin ortak kararının sonucudur. “Tek adam” burada sahneye konulandır ve özelliği “belkemiksiz” olmasıdır (Bu belkemiksiz sözü, bize ait değildir, Richard Perle’e aittir).

Erdoğan, böylesi bir devlet çarkının başında egemenlerin bulduğu “süpürmeyip kullandığı” bir figürdür ve hepsinin ihtiyacına hizmet etmektedir. Yeri geldiğinde bir peygamber gibi, yeri geldiğinde bir yağmacı karakterde ortaya çıkması, tümü ile devletin ve sistemin ihtiyaçları ile paraleledir. Erdoğan bir sultan değildir, onun olsa olsa müsveddesidir. Belki, “seçilmiş adam” diye bu kadar masal dinlediği için, aynaya bakınca kendinde bir “sultan”lık gördüğü anlar olabilir. Bu anları çoğaltmak için, Saray düzeni işe yaramaktadır, hem haremi ile hem soytarıları ile hem “baş danışmanları” ile. Bir diktatör müsveddesi olarak Erdoğan’a yapılan bu yükleme, onun tek adam olduğu fikri, yarının asıl adamlarını da aklamaktan başka bir işe yaramaz. Yeri geldiğinde bir İslamcı, yeri geldiğinde bir Batılı, yeri geldiğinde tüm bölgedeki bir tetikçi, yeri geldiğinde Putin’in dostu, yeri geldiğinde kükreyen tarzı, aslında onun belkemiksiz “kolpacı” karakterinin yansımasıdır. Bir müsveddeye bu denli önem atfetmek, hem rejimin niteliğini gizler hem de devleti aklamak için olanaklar sunar.

Şu kükreme meselesi üzerine de durmalıyız. Zira kükreme anlarında, bizim OYT, sol, Erdoğan’da ve Bahçeli’de, bir “tek adam” tutumu görüyor olabilirler. Biraz konumuzun dağılmasını göze alarak, kükreme hâli üzerinde durmalıyız. “Devlet adamları” kükrediklerinde, hacimleri genişler derler. Biz, Erdoğan kükrediğinde, cismen bir hacim genişlemesi değil de, sanki bir sara nöbeti görüyoruz. Sara nöbeti, bilmeyenler için, bir “hacim genişlemesi” olarak ele alınabilir mi? Belki, bu konuda bir yanılgıya düşülebilir. En azından görüntüde bir hacim genişlemesi söz konusu olabilmektedir. Karanlıkları büyütmekle görevli Altun ve İletişim Dairesi, bu görüntüyü özellikle desteklemektedir. Oysa Bahçeli kükrediğinde, daha çok, bir “hacimsel daralma” ortaya çıkmaktadır. Belki bu “daralmış hacim”, Erdoğan’a ayar vermekte daha etkili bir hâl olabilmektedir.

Ülkemizde bir diktatörlük vardır, bu da burjuva diktatörlüktür, tekelci sermayenin, ulusal ve uluslararası egemenlerin diktatörlüğüdür.

ABD tetikçisi olmak, ABD’nin ihtiyaç duyduğu bir organizasyondur. ABD, bu ihtiyacı için, en uygun adayları bulmak durumundadır. Bu, tetikçinin, yeri geldiğinde peygamber müsveddesi, yeri geldiğinde Batıcı olması hâli, elbette onun yağma-rant ve savaş ekonomisinden yüzdeler almasının, kişisel servet biriktirmesinin de açıklamasıdır. Karşılıklı ihtiyaçlar buna izin vermektedir. Tetikçilik ciddi bir iştir ve bunun elbette yüzde ile ifade edilen bir hırsızlığa kapı aralaması, egemenler için kabul edilebilirdir. Kaldı ki, bu servetler, yeryüzündedir ve paranın egemeni olan tekellerin bu paraları geri alması her zaman mümkündür. Saddam’ın servetine bakmak yeterlidir.

3

İşte çözülmekte olan şey bu Saray Rejimi’dir, “tek adam” olarak Erdoğan değildir.

Egemenlerin sistemi ayakta tutmak ve kendi amaçları için tetikçi olarak kullanmak üzere organize ettikleri bu olağanüstü devlet örgütlenmesi çözülmektedir. Çare olarak bulunmuş ve organize edilmiş olan Saray Rejimi, artık çare olma özelliğini kaybetmektedir.

Bu durumda egemenler, ikili bir politika üretmektedirler.

İlkin, devleti kurtarmak istemektedirler. Çözülüşün, devletin yıkılmasını, gelişmelerin proletaryanın zaferine yol açmasını önlemek istemektedirler.

Devleti kurtarmak politikasıdır bu.

Devleti kurtarmak için, bir kesim, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesinden yanadır. Bunu Erdoğan ile veya onsuz yapmaları çok da önemli değildir. Ancak, Erdoğan, hâlâ ABD ve uzantılarının projesi olarak iş görebilir durumdadır. Bu, epeyce yara almış bir durumdur elbette. Anketler, Erdoğan’ın desteğinin çok düştüğünü göstermektedir. Ama yine de, Erdoğan’la veya onsuz, Saray Rejimi’ni güçlendirme alternatifi ortadadır.

İkinci alternatifi savunanların da temel amacı, devleti kurtarmaktır. Onlar bunun yolunun, parlamenter sistem olduğunu düşünmektedir.

Parlamenter sistem denilince, akla ilk gelen, yükselmekte olan direniştir. Bu direniş, nihaî olarak işçi sınıfının iktidar adayı olması riskini taşımaktadır. Bugün, bu noktadan uzak olduğunu düşünen çoktur ve yanlış bir düşünce de değildir bu. Nesnel olarak işçi sınıfı iktidara yakın olsa da, öznel olarak iktidarı alma gücüne sahip değildir. Bugün, değildir.

Bu koşullarda OYT ve sol hareketin bir bölümü, parlamenter sistem ile Erdoğan’dan kurtulmayı, en başa koymaktadırlar.

Önce Erdoğan gitsin, sonrasına sonra bakarız formülüdür bu.

Erdoğan’ın düşmesi ne demektir?

CHP ve İYİ Parti, her fırsatta Erdoğan’ın düşmesinden söz ettiklerinde, o kadar geri bir noktadadırlar ki, “darbeci” olarak adlandırılmaktan korkmaktadırlar. İktidarı almak, burjuva sistem içinde, seçimle iktidarın değişimi, bir “anormal” olarak ele alınmaktadır. Saray Rejimi’nin bir parçası oldukları için, tutumları budur. Saray Rejimi’nin bir parçası oldukları için, kendilerini iktidar adayı olarak tarif ederken bile, bunun meşruluğundan emin değildirler.

Bu nedenle her seferinde “seçimle” iktidarı almak diye vurgu yapmaktadırlar. Özetle, bir ayaklanma yolu ile, direnen güçlerin iktidarı alması, işçi sınıfının iktidara yürümesini ihtimaline kapıları kapatmak istemektedirler.

Fiziksel olarak bize bir “üretilmiş gerçeklik” sunmaktadırlar: İktidarı kim alabilir? Soru budur. Seçimle olacağı ön kabul oldu mu, CHP ve İYİ Parti olmadan, Erdoğan’ın inmesi mümkün değildir demektedirler.

Bu “üretilmiş realite” sola kabul ettirilmek istenmektedir.

Bunu kabul eden sol, bu durumda, doğal olarak, CHP’nin başında olduğu projenin yedeği konumuna düşmektedir. Bu yolla, solu yedeğine alarak, işçi sınıfının kendi öz yolunda yürümesini önlemek istemektedirler.

Uzlaşmacı sol, liberal sol, devrimden uzak duran sol, parlamenter sisteme bağlanan sol, OYT, sendikalar, hepsi birlikte, işçi sınıfının enerjisini emmek, direnişi ehlîleştirmek, direnişi seçimler hedefine bağlamak istemektedirler.

Hepsi birlikte seçimlerden söz ediyor. Ama aynı anda, savaş planları gündemdedir. Onlara göre, Batı, özellikle ABD ve Avrupa, seçimlerin garantisidir. Onlar seçim isterler. Böyle düşünülmektedir ve herkesin de böyle düşünmesini istemektedirler. Böylece, sisteme karşı açık bir iktidar savaşını ötelemek için yollar aramaktadırlar.

Bu yol, işçi sınıfını, direnişi, yeniden sisteme bağlama sonucu verir.

4

Her mücadelenin uzun ve kısa vadeli hedefleri olur.

İşçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin de uzun ve kısa erimli hedefleri vardır, olmak zorundadır. Mücadelenin kendisi budur.

Peki, bugün işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin uzun erimli hedefi iktidarı almak mıdır? Buna çoğunlukla sol, “evet” diyecektir. Aslında bu da gerçek anlamı ile bir evet değildir. Peki, kısa erimli hedef nedir? Yanıt: Erdoğan’dan kurtulmak. İşte solun, işçi sınıfını bataklığa çektiği yer burasıdır. Bataklık, sistemin kendisidir.

Bataklık, içinde yürümenin zorlaştığı, ilerlemenin olanaklarının tükendiği, büyük eforlar sarf edildiği hâlde bir arpa boyu yol alınabildiği, çoğunlukla da içinden çıkılınamadığı yerdir. Bu bataklığa, her kim ki gitmek istiyorsa özgürdür. Ama bizim, işçi sınıfının yakasına yapışan ellerini çekmeleri koşulu ile.

5

İşçi sınıfının kısa erimli hedefi, Erdoğan’dan kurtulmak değildir.

İşçi sınıfının ilk hedefi, tüm burjuva devleti yıkmak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak üzere, çözülmekte olan Saray Rejimi’ni yıkmaktır.

Kısa erimli hedef, “yapılabilir olanların en mümkünü nedir” diye sorarak bulunamaz. Yapılabilir olanının en olanaklısını yapmak, kişisel bir tutum olabilir. Ama bir mücadelenin asıl hedefine ulaşmasını sağlamayan bir kısa vadeli hedef olamaz.

Kısa ve uzun vadeli hedefler, bir mücadelenin karakterine uygun olarak stratejik olarak planlanır. Yani bunlar, gelişen durumlara göre değişen şeyler değildir. Erdoğan gitsin, birkaç sene de Kılıçdaroğlu ve Akşener ile oyalanalım, oradan da onları göndeririz demek, asla ve asla işçi sınıfının amacına hizmet eden bir yol tarifi değildir.

Savaş, mücadele, güçler dengesine göre farklı taktiklerin devreye girdiği bir yoldur. Ama bu farklı taktikler, “yakın amaç” diye ilan edilemez. Taktikler, mücadelenin metotları ve işçi sınıfının örgütünün hamleleri açısından güçler dengesini gözetir. Biz bugün, bir ayaklanma ile Saray Rejimi’ni indiremeyiz diye bir ön kabul ile, yeni bir hedef icat edilemez. Edilirse, bu, işçi sınıfının enerjisini emmek amacını güder.

Direnen güçlerin boyunlarına yapışıp, onların enerjilerini emerek, işçi sınıfının mücadelesine ancak zarar verilebilir, başka bir şey olmaz.

İşçi sınıfının önünde, “demokratik laik cumhuriyet” gibi bir hedef yoktur, bir ara aşama yoktur. İşçi sınıfının iktidarı almasının önüne, zorluklara bakarak, “gerçekçi bir yol” çizmek adına parlamenter sisteme dönüş, nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, konulamaz.

Laiklik, laik cumhuriyeti korumak vb. ile ancak işçi sınıfının iktidar mücadelesinin önüne setler çekilmiş olur.

Biraz daha konuyu açmak gerekiyor.

TC devleti, tarihi boyunca, hiçbir zaman “laik” olmamıştır. Bunu işçi sınıfının önüne açık ve net olarak koymak, kitlelerin bununla yüzleşmesini açık olarak ortaya koymak gerekir. Alevi inancındaki insanlar, laik cumhuriyete sahip çıkmak hedefi ile, her zaman sistemin yedek gücü hâlinde tutulabilmiştir.

Bu durum, TC devletinin dini sürekli azgınca kullanması, milliyetçiliği ve Osmanlıcılığı sürekli farklı dozlarda kullanması, en başından beri vardır. Bu sadece AK Parti iktidarının, ardından Saray Rejimi’nin keşfi değildir. Saray bugün, bu faktörleri daha farklı dozlarda kullanmaktadır. Bu doğrudur. O kadar ki, azgınca kullanılan din, sonuçta ateist düşüncenin yaygınlık kazanmasına bile olanak sağlamıştır. CHP ve İYİ Parti öncülüğündeki restorasyon süreci, parlamenter demokrasi hedefi, solun da destek verdiği şekli ile, bu dinin yeniden diriltilmesi ve kullanılabilir hâle getirilmesine hizmet etmeyi hedeflemektedir. Bunu görmemek körlüktür.

Aleviler, her zaman, devletin bir kesiminin saldırılarına karşı, devletin öbür kesimine sığınmışlardır. Bunun ne kadar ilerleme sağladığı da açık ortadadır. Aleviler için eğer varsa bir bütüncül hareket etme olanağı, bunun yolu, işçi sınıfının, emekçilerin devrim ve sosyalizm mücadelesi olması gerekir. Elbette bu durumda işin içine sınıfsal ayrımlar da girecektir. Aleviliği kendi burjuva dünyalarının sonsuza kadar sürmesi için kullanan mülk sahibi Aleviler, elbette buna itiraz edeceklerdir.

Bu her türden kimlik sorunu için de geçerlidir. Kadın hareketinin özgürlük talepleri, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde mülkiyet ilişkilerinin parçalanması, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasından geçmektedir. Mülkiyet ilişkileri var oldukça, kadın bir meta olarak kullanılacaktır. Erkek egemen ideoloji, gerçekte, bugün burjuva ideolojisidir. Binlerce yıllık erkek egemen düşünce, burjuvazinin elinde, burjuva ideolojisinin bir parçası olarak yeniden üretilmiştir.

OYT, liberal sol, devrimden uzak durmaya yeminli sol, insancıl sol, CHP vb. bugünlerde hep birlikte, iktidarın-devletin uygulamalarına karşı, şunu söylemektedirler: Liyakatsizlik egemendir. Baştan aşağıya yanlıştır.

Hangi liyakatten söz ediyorsunuz?

Saray Rejimi, tekellere, uluslararası sermayeye, yağma-rant ve savaş ekonomisine son derece layığı ile hizmet etmektedir. En başında Erdoğan’ın diplomasız ve saralı bir hâlde bulunduğu sistemin hangi memuru daha az liyakatsizdir? Rüşvet almakta, yağmalamakta, hırsızlıkta, rant üretmekte, rant süreçlerini merkezî olarak yönetmekte, savaş ekonomisinde daha liyakat sahibi kadrolar olmuş mudur?

Sizdeki liyakat ölçütleri nedir? Saray Rejimi’nin, rantçıların, yağmacıların, savaş yandaşlarının nasıl bir liyakati olabilir de, bunlar liyakatsizdir?

Bir yangın anında, aklına hemen TOKİ evleri gelen bir bürokrat, parababalarına tam anlamı ile hizmet ediyor demektir. Buradan ceplerine indirdikleri yüzde, onlar mı liyakat sorunudur?

MB faiz oranlarını düşürüyor ve döviz kurları yükseliyor. Bizim sol eğilimli iktisatçılarımız, herhâlde hiç sanata bulaşmamış olduklarından olacak, hep birlikte “ülkeye yabancı sermaye gelmez” diye haykırıyorlar. Hangi yabancı sermaye? Mesela eroin paralarının sahipleri mi gelmez? Mesela karapara aklayıcıları mı gelmez? Mesela Afganistan’dan Avrupa’ya organize edilmeye çalışılan yeni uyuşturucu yolunu organize edenler mi gelmez? Mesela kelepir fiyata şirket alacak olanlar mı gelmez?

CHP borazanı başlıyor, dövizi tutamıyorlar, bunlar liyakatsiz, diye. Ardından OYT ve liberal sol, “bunlar ülkeyi düşünmüyor” diyorlar. Hangi ülkeyi? Saray Rejimi’nin görevi ülkeyi düşünmek midir? CHP, İYİ Parti savaş tezkerelerine destek verirken, Türkiye’nin Libya’daki çıkarları diye söz başlarken, “ülke”yi mi düşünüyorlar? Bu kadar geri bir noktadan işe başlanabilir mi? Rant-yağma ve savaş ekonomisini bir dirhem anlamayanlar, “ülke” diye söz başlıyorlar. Oysa Erdoğan, Gezi günlerinde söylemişti: Benim görevim rant üretmektir. Görevi rant üretmek olanlar, ülkeyi mi düşünecekti? Hangi ülkeyi, Koçların, Sabancıların, beşli çetelerin ülkesini mi, yoksa işçi sınıfının, emekçilerin üzerinde kanlarının emildiği ülkeyi mi?

OYT, her fırsatta dile getiriyor: İktidar “akıl ve bilimden” uzaklaştı. Pardon, ne zaman akıl ve bilim ile yakın idiler de şimdi uzaklaştılar? Akıl ve bilim, egemenlerin egemenlikleri için gerekli olan akıl ve bilim mi, işçi sınıfını iktidara taşıyacak ve toplumu kurtaracak olan akıl ve bilim mi? Erdoğan’ın Batı’ya övgüler düzdüğü her konuşmasından sonra, “akıl ve bilim” geri mi geliyor sanıyorsunuz? Gözünüzü açın, belki görebilirsiniz, rant hesapları yapılırken, rüşvet sistemleri organize edilirken, uyuşturucu işleri kotarılırken, savaş ekonomisi planlanırken, akıl ve bilime son derece bağlıdırlar. Rant işinin matematiği, uyuşturucu yollarının yöneylem çözümlemeleri, zenginlere sermaye aktarılırken kurulan eşanlı denklem çözümleri, “akıl ve bilim” adına parmak ısırtacak cinstendir.

6

Soru şudur: İşçi sınıfı iktidarı alabilir mi? Bu tarihsel bir gerçeklik olmanın ötesinde, olanaklı mıdır?

Bizim yanıtımız evettir.

Evet, iktidar, işçi sınıfına, hiç olmadığı kadar, nesnel anlamda yakındır. Ülkemiz tarihi içinde, işçi sınıfı, iktidara, nesnel anlamda, hiç bu kadar yakın olmamıştır. NATO’ya bağlı bir ülkede, NATO organizasyonu, emperyalist paylaşım savaşımı nedeni ile, yani NATO içindeki güçlerin paylaşım savaşımının karşılıklı aktörleri olmaları nedeni ile, zayıflamıştır. Hem dünya çapında kapitalist sistem tıkanmış ve hem de ülkemizde devlet tüm baskı aygıtları ile çıplak hâle gelmiştir. Bu durum, nesnel anlamda iktidarın işçi sınıfını beklediğini göstermektedir. Bu nedenle diyoruz ki, tarih işçi sınıfını iktidara çağırmaktadır.

Bu, tarihin sesidir, bir de işçi sınıfının sesi gereklidir.

Ama öte yandan devrim, bir devrimci partinin öncülüğünde, işçi sınıfının örgütlülüğüne, yani öznel güce dayanarak zafere ulaşır. Bu açıdan, nesnellik ile öznel durum arasında büyük bir açıklık vardır. Bu anlamda diyebiliriz ki, işçi sınıfı, nesnel olarak iktidara yakın iken, öznel olarak uzaktır.

İşçi sınıfı, bir sınıf bilinci ile hareket etmemektedir.

İşçilerin kendi öz örgütleri olan sendikalar, devletin denetiminde, sendika mafyasının (artık buna sendika bürokrasisi demek mümkün değildir) kontrolündedir. Büyük gövdesi ile sendikalar, işçi sendikası olmaktan uzaktır. Bu durum, işçi sınıfının enerjisini bir sülük gibi emmektedir. 12 Eylül sonrasında organize edilen sendika mafyası (yeni sendikal düzen), işçi sınıfının ensesine devlet, burjuvazi tarafından yapıştırılmış, enerji emen bir sülüktür. Sülüğün bu türü, en çok enerji emerek yaşamaktadır. Ve bu sülüğün koparılıp atılması, acıtıcı, sancılı olacaktır. Eğer, büyük sol stratejistlere ille de bir yakın hedef lazım ise, bu yakın hedef, sendika mafyasının tasfiyesi olabilir.

Devrimci örgütlenme vardır. Bu tartışma konusu değildir. Ancak bu devrimci örgütlenmenin, işçi sınıfı ile bağları kökleşmiş, sökülemez hâlde, henüz, değildir.

İşçi sınıfı içinde yüzünü devrime, sistem dışı arayışlara çeviren işçiler, hâlâ yönsüzdür. Su, yatağını bulmuş, çatlağını bulmuş değildir, ama akmaktadır.

Gezi’den bu yana süreklilik kazanan direnişler, son derece önemlidir. Bu direnişler, çözümün kaynağını göstermektedir. Bu direnişlerin Gezi tarzı toplumsal patlamalara sıçraması beklenerek olduğun yerde durulamaz. Büyük direnişler, büyük olaylar, büyük adımlar bekleyenler, beklemek yerine, bir gerçek küçük adım atabilirlerse, iyileşme yoluna gireceklerdir. Bu adımı atanların “görme biçimleri” farklılaşacaktır. İster kadın, ister gençlik, ister işçi direnişleri olsun, hepsi için bu geçerlidir. Bu kendiliğinden kitle hareketlerinin bugününe takılıp kalmak, devrimin gelişimini anlamamak olur (Bu konuda daha detaylı bir değerlendirme için, Sibel Özbudun’un, Kaldıraç’ın 244. sayısındaki yazısına bakmanızı öneririm. Orada, kendiliğinden kitle eylemleri hakkındaki tartışmalara ilişkin önemli notlar bulmak mümkündür. Bu konu, dünya çapında gelişen kitle eylemleri üzerine sürdürülen tartışmalara bakış açısı açısından da ayrı bir önem taşımaktadır).

Ülkemizde gelişen Anadolu devriminin yakın hedefi, iktidarı almaktır, bunu izleyecek hedefi ise enternasyonalist bir ruhla, bölge devrimi uğruna kendisini feda edebilecek kadar net tutum almaktır. Bölgeyi tutuşturduğu oranda devrim, kendi yolunu genişletmekle kalmayacak, gerçek bir enternasyonalist devrim karakterini alacaktır.

Şimdi tekrar işçi sınıfının iktidarı tarihsel anlamda değil, pratik anlamda alması meselesine dönelim: Bu olanaklı mıdır?

Elbette.

Devrim için savaşmaya niyetiniz varsa, bu mümkündür.

Tarih bize gösteriyor ki, bazan tarih son derece hızlı akar. Onlarca yıla sığacak gelişmeler, haftalara sığar. Bunu anlamak için Ekim Devrimi üzerine Temel Demirer’in yazdığı yazıya (Kaldıraç, sayı 244) ve bu yazıda Lenin’den aktardıklarına bakmanızı öneririm. Ekim Devrimi, bize katıksız bir biçimde tarihin hızlı akışının örneğini sunmaktadır. Doğrusu, Ekim Devrimi öncesinde, Bolşeviklerin iktidarı alma olanağını küçük bir ihtimal olarak görenler, çok da haksız sayılmazlardı. Onların atladığı şey, tarihin bu akışı meselesidir.

Eğer, sınıf mücadelesine diyalektik materyalizm ışığında bakmıyorsanız, bu değişimi kavramanız zor olacaktır. Sadece gördüklerini anlamlandıran, sadece görünene takılıp kalan bir bakış açısı, sınıf mücadelesini anlayamaz.

Bir örnek yerinde olur. Çok değil, 5-10 yıl öncesinde dünyaya sosyalizm bitti, işçi sınıfı artık yoktur, sınıf savaşımı bitmiştir, artık görev, kapitalist dünyayı daha yaşanabilir hâle getirmektir diyenler revaçta idi. Biz o zamanda söylüyorduk, sınıf savaşımı, kendini açık biçimde, görünür tarzda ortaya koymuyor olsa da sürmektedir. Bugün, herkes kapitalizmin tarihsel sonundan, kapitalizmin böyle devam etmesinin insanlığının sonunu getireceğinden, yükselmekte olan mücadele ve direnişlerden söz ediyor. Çünkü, bunlar artık su üstüne çıkmış, görünür hâl almıştır.

İşçi sınıfının yukarıda anlatılan sınıf bilincinin ve örgütlenmesinin eksikliği, dünden gelen bugüne varan bir gerçekliktir ama onun içinde mayalanmakta olanı anlamak için, tarihsel materyalizmi kavramak gerekir. Dünyanın her ülkesinde, hareketin her alanında işleyen diyalektik materyalizmin, bizim ülkemizde işlemediğine inanmak, abes olacaktır.

“Erdoğan gitsin” gerisine sonra bakarız düşüncesi, sadece görünen ile yetinmektir. Bu anlamda, kitlelerin umutları ile oynamak, enerjilerini emmek anlamına gelmektedir. Bir anlamda Erdoğan çoktan “gitmiştir.” Kendisinin vedalaşmaları, “helâlleşmek” şeklinde gerçekleşmektedir. Yeni de değildir. Ama Saray Rejimi orada olduğu sürece, devlet çarkı orada olduğu sürece, tetikçilik görevi açık ve net olduğu sürece, gitmesi gerekenin burjuva devlet çarkı olduğunu anlamak gerekir. İşçi sınıfı, yıpranmış müsveddeleri uğurlamak için savaşmıyor. Helâlleşmek için yolculuk hazırlığı yapan Kılıçdaroğlu’nu kurtarıcı olarak göstermek, işçi sınıfının davasına, Gezi’den bu yana süren mücadeleye tam anlamı ile köstek olmak demektir. Kılıçdaroğlu’na verilen akıl, devlet adına, kitlelerle “helâlleşme” numarası ile, kitlelerin devletten kopuş sürecini engellemektir. Onun bu görevi yapmaya yeltenmesi şaşılacak iş değil, şaşılacak iş OYT’nin, işçi ve emekçileri bu yolla sisteme bağlamak için kolları sıvaması da değildir. Bunun bir aşama, yakın hedef olarak ilan edilmesidir.

Saray Rejimi, parlamentoyu bitirmiştir. Parlamento işlevsizdir. Siyasal partiler, HDP ve sol partiler hariç, işlevsizdir. Seçim ve sandık, bizzat sistem, bizzat egemenler, bizzat devlet tarafından gömülmüştür.

Şimdi, yeniden Saray Rejimi’nin eski payandaları olan burjuva muhalefet partilerinin seçim ve sandığı diriltme çabaları, Saray Rejimi’nin yaşadığı tıkanıklığın sonucudur.

Ülkede açık bir iç savaş vardır. Bu iç savaşın devlet güçleri açık ve nettir. İşçi sınıfının bu iç savaşta örgütsüz olması, iç savaşın varlığını unutturmamalıdır. Bugün, burjuva sistem, burjuva egemenlik, tam anlamı ile bir iç savaş hukuku uygulamaktadır. Bu durum, Erdoğan’ın keyfîliğinin sonucu değildir. Bu durum, Saray Rejimi’nin karakterinin sonucudur. İşçi sınıfına yasalara uymayı hatırlatmak, bu iç savaşta düşman cephesinde yer almaktır, bilerek veya bilmeyerek. Egemenler kendi yasalarını tanımaz hâlde iken, işçi sınıfına bu yasaları tanımasını önermek, başka ne olabilir? İşçi sınıfı, en küçük bir direnişinde dahi, yasaların ne demek olduğunu öğrenmektedir. İşçi ve emekçiler, kendi yasalarını sokaklarda, direnişlerde yazmayı öğrenmek zorundadırlar. Mevcut yasaların ne demek olduğunu, her direnişçi bilir. Kadınları alalım, yasaların anlamını çok iyi bilmektedirler. Her direnişte bu açıktır. Artık, öğrenmemiz gereken şey, direnişin geliştirdiği yasalardır. Bunun yeri de direnişin içidir.

Saray Rejimi, işçi sınıfı ve gelecek

2021 yılının sonbaharı, siyasal ve ekonomik krizin daha da açığa çıkmaya başladığı, buna bağlı olarak deyim uygun görülürse “olayların hız aldığı” bir dönem olarak başladı.

Hem egemenler içindeki çatışma arttı hem bu çatışmanın etkileri daha hızla ortaya çıkmaya başladı hem de işçi sınıfı ve emekçi kitlelerdeki arayış, direniş daha da gelişmeye başladı.

Bu koşullarda, birçok “görüntü” ile gerçeklikler birbirine karışmaya eğilimli hâle geldi. Bu nedenle, bir kere daha doğru bildiklerimizi toparlamak, hem de somut gelişmeleri analiz etmek önem kazandı.

Maddelerle ilerlemek istiyoruz.

1

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü hâlidir. “Olağanüstü hâl” ilan etmiş olmaları nedeni ile değil. Gerçekte tüm devlet örgütlenmesi artık bu hâldedir.

Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasını, biz üç sürece bağlıyoruz: İlki emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımıdır ve bu savaş Suriye savaşı ile, yeni bir aşamaya dönüşmüştür. Suriye savaşı sonrasında TC devleti, Suriye’nin tümünü işgal etme hevesi ile sahaya dalmış, ABD adına tetikçilik yapmaya başlamıştır. Bu elbette sadece Suriye ile sınırlı bir iş olamazdı. Libya, Kafkaslar ve öncesinde başlanmış olan Balkanlar da bu işin içindedir. Bir NATO ülkesi olarak TC devleti, kendi geleceğini, tıpkı NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermek için, asker başına cent alarak tetikçilik yapmakta gördü. Bu, ABD’nin “yeni Türkiye” planlarına da uygun düşüyordu. TC devletinin bu sahaya dalması için, Kürt meselesi yeterince teşvik edici idi. Başka bir şey düşünmelerine gerek yoktu. Hem Kürtlere karşı kıyım olanağı doğuyordu hem de yağma ve rant ile savaş ekonomisi oldukça kârlı gözüküyordu. Ama Suriye savaşı, istenildiği gibi bir yol izlemedi. Emevi Camii’nde öğlen namazı kılmak hayal hâline geldi. Ama bu aynı zamanda, Suriye savaşının TC içine yansımasının da yolunu açtı. Suriye topraklarında işgalci olan TC devleti, aslında IŞİD çetelerini tam olarak kendi içine taşımaya başladı. İkincisi Kürt devrimi ve ona karşı TC devletinin yürüttüğü kirli savaştır. Bu savaş başarısız oldukça, Kürt devrimi, sistemi çözmeye başladı. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile ortaya çıkan, nitelik olarak zayıf, örgütsüz de olsa direniştir.

Bu üç etken, TC devletinin, tekelci polis devletinin, Saray Rejimi biçiminde örgütlenmesini koşullamıştır.

Bunun dayandığı ekonomik yapı ise, yağma-rant ve savaş ekonomisidir.

2

Bu analize “evet” dediniz mi, Saray Rejimi konusunda net bir fikre ulaşırsınız.

Görüntüde “tek adam diktatörlüğü” şeklinde ortaya çıkan yapı, yanıltıcıdır. Buna “tek adam” diktatörlüğü demek, eksik, aldatıcıdır. İşçi ve emekçileri, Erdoğan gidince her şey düzelecek diyen burjuva muhalefete mahkûm etmek demektir. Amaçlanan bu olsun olmasın, tek adam diktatörlüğü, buraya çıkar.

AK Parti-MHP ittifakı Saray Rejimi demek değildir. Bu meseleyi eksik anlamak olur. Saray Rejimi’nin içinde, bugün karşımıza muhalefet olarak çıkan, zorunlu olarak “farklı gelecek” planları açıklayan burjuva muhalefet, yani CHP ve İYİ Parti de bu Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. Burası çok önemlidir.

Evet Saray Rejimi bir çeşit koalisyondur. Ama bu sadece AK Parti ve MHP demek değildir. Tersine, egemenlerin, tüm egemen güçlerin ortak koalisyonudur. Bu egemen güçler, tekellerdir, tekelci sermayedir, onların uluslararası ortaklarıdır, eski devlet kadroları olan ve “Ergenekon” diye anılan kadrolar da bunun içindedir, “ulusalcı” diye kamufle olan kadrolar da bunun içindedir, eski Kemalist kadrolar da bunun içindedir, yeni cemaatçi kadrolar da bunun içindedir, Osmanlıcılar da bunun içindedir, SADAT vb. gibi yeni örgütlenmeler de bunun içindedir.

Dahası, AK Parti diye bir parti yoktur.

TBMM tümü ile göstermelik bir organdır, işlevsizdir.

Siyasal partilerin tümü, devlet partisidir (Elbette burjuva partilerden söz ediyoruz).

AK Parti, eğer “var” olarak kabul edilecekse, birden fazla çeteden oluşmaktadır. Aynı durum MHP, CHP vb. için de geçerlidir.

Ne demek istediğimiz açık ama yine de örnek olsun: AK Parti, mesela, farklı farklı çetelerden oluşmaktadır. Bu çetelerin içinde ekonomi, siyaset, dinî tarikatlar ve bunların uluslararası bağlantıları iç içedir. Diyelim ki, ABD’nin bir Gülen hareketi olduğu gibi, ondan daha etkisiz de olsa, İngiltere’nin de, Almanya’nın da, Fransa’nın da ve İsrail’in de bir Gülen hareketi vardır. Aynı durum AK Parti için de geçerlidir. Örneğe devam edelim; mesela Milli Eğitim Bakanlığı da (en önemsizi olsun diye MEB diyoruz) böyledir, içinde çeteler yuvalanmıştır ve bunlar aynı zamanda emperyalist güçlerin içinde yer ettiği çetelerdir. Tarikatlar da böyledir. Dün, NATO şemsiyesi altında bir arada olan bu güçler, şimdi kendi güçlerini “birlikte görüntüsünü devam ettirerek” ayrı ayrı örgütlemektedirler.

3

“Çare” olsun diye ve tekellerin, egemenlerin ortak kararı ile, organize edilen Saray Rejimi, bugün, ülkeyi tümden bir “tampon bölge”ye çevirmişlerdir. Suriye savaşının başlangıcında Hatay bir tampon bölge olarak tanımlanıyordu. Bu bölgede, kimsenin hukuku geçerli değildi. Ardından Antep böylesi bir bölgeye döndü ve şimdi tüm ülke bir tampon bölge hâlindedir.

TC devleti, tetikçisi olduğu ABD emperyalizminin güç kaybına bağlı olarak, hem ileri çıkma ve savaş politikalarına devam etme isteğini göstermektedir, bu konuda çok heveskârdırlar hem de hızla çözülmektedir.

Saray Rejimi’nin, aynı anlama gelmek üzere tekelci polis devletinin, TC devletinin savaş politikalarındaki ısrarı, bu konudaki heveskâr tutumu, gayet anlaşılır bir tutumdur. Bunu sürdürmeleri, daha çok ABD’nin desteği ve onayına bağlı olsa da, onların da tek çaresidir. Bu durum, hem Erdoğan’ın özel olarak iktidarını devam ettirme isteğinin işaretidir ama hem de ondan daha büyük bir şey olarak tüm egemenlerin arzusudur. Bunu sürdürmek ise, oldukça zor olmaya başlamıştır.

Bu durum, yani savaş politikalarını sürdürmenin zorluğu, egemen sınıf içinde, farklı arayışları da gündeme getirmektedir. Biri, “güçlendirilmiş Saray Rejimi” inşasıdır, diğer ise “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” olarak ifade edilmektedir.

4

Çözülüş, çöküşe doğru evrildikçe, restorasyon çabaları da ortaya çıkmak zorundadır. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem”, işçi ve emekçiler için, toplum için, kitleler için bir çıkış yolu değildir, tersine sistemi restore etmek, devleti ayakta tutmak için düşünülen çarelerden biridir.

Bu nedenle, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun anlayışı, meselenin derinini görmekten uzak, günlük davranıştır, “ölümü görüp sıtmaya razı olmak” tutumudur.

Şimdi, egemenler, işçi sınıfına, halka, açık olarak, iki alternatif dayatmaktadırlar, ya güçlendirilmiş ve onarılmış şekli ile Saray Rejimi’nin devamı ya da “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile devletin restorasyonu. Her ikisi de, işçi ve emekçiler için aynı kapıya çıkar.

Mevcut iktidardan bıkmış kitlelere umut olarak isyan değil, umut olarak sandık gösterilmesinin ardında, bu restorasyon çabaları vardır.

5

Dışarıda savaş politikalarını devreye sokan ve buna dayalı olarak tutunmak isteyen Saray Rejimi, bu politikalar için göstermelik de olsa ihtiyaç duyduğu desteği -mesela tezkere gibi-, CHP ve İYİ Parti’den almaktadır. CHP ilk kez tezkereye hayır demiştir, ama bunun ana nedeni, kitleleri ve solu, toplumsal muhalefeti kendi yanına alma isteğidir. CHP, tüm toplumsal muhalefeti kendi etrafında toplayarak, devletin yıpranan imajını tamir etmek, gelişebilecek isyanı önlemek istemektedir. Toplumsal muhalefeti, işçi sınıfının direnişini, devletin alınması hedefinden uzaklaştırıp, Erdoğan’ın indirilmesi hedefine razı etmek için bu adım atılmaktadır. Devlet, tüm çıplaklığı ile deşifre oldukça, kimin devleti olduğu açığa çıktıkça, CHP gibi yedek güçler devreye girmekte ve muhalefeti, tekrar devletin kollarına itmeye çalışmaktadır.

Oysa dışarıda süren savaş, içeride de vardır.

Kürt halkına karşı savaş, ellerinden gelse katliamlara dönüşmektedir.

İşçi ve emekçilerin, öğrencilerin ve kadınların en sıradan hak arama eyleminin karşısına tüm devlet güçleri, polisi, ordusu, hâkimi, savcısı, basını vb. ile tüm devlet güçleri, bu nedenle dikilmektedir.

Saray Rejimi, içeride de bir savaş yürütmektedir.

Buna bağlı olarak hukuk, tam bir iç savaş hukuku hâline gelmiştir.

Bu iç savaşın, Kürdistan cephesinde örgütlü güçler olduğundan, savaş orada tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Batıda ise, işçi sınıfının, halkın, öğrencilerin, kadınların örgütlülükleri yetersiz olduğu ölçüde, bu iç savaş, bir abluka hâlinde, bir “güvenlik politikası” görünümünde ortaya çıkmaktadır.

Direnişin hem yayılması hem de nitelikçe gelişme eğilimlerine sahip olması, TC devletini farklı davranışlara da itmektedir: Saray açıktan ve şiddetli saldırırken, Saray Rejimi’nin parçası olan CHP muhalefeti, kitlelere “bekleyin”, “sakın sokağa çıkmayın” telkinleri ile onları hareketsiz kılmak istemektedir. Bu ikili politika, devletin politikasının iki yönüdür.

6

Erdoğan, nihayetinde Biden ile görüşme “muradına” ermiştir. Ne hikmet varsa bu görüşmeden çıkan fotoğraf kareleri, ona ve TC devletine nefes aldırmaktadır. Bu hızla Erdoğan, imza koyduğu iklim anlaşmasının toplantılarına katılmak için Glasgow’a gitmekten vazgeçmiştir. Ne de olsa Biden ile görüşme yapılmıştır. Üstelik zaferin daha büyüğü olarak, görüşme planlandığı gibi 20 dakika değil, 1 saati aşkın sürmüştür ve CHP muhalefetinin eleştirdiği gibi “baş başa” yapılmamış, Dışişleri Bakanı da görüşmeye katılmıştır. Yani “devlet adabı”na uygun görüşme olmuştur.

Şimdi, TC devleti, Suriye’ye yeni bir savaş hamlesi yapmak için, fırsat kollamaktadır. Bu, doğrusu ABD’nin işine de gelecektir. ABD laf olarak “yapma” diyor ama, aslında böylesi bir hamlenin Rusya’yı ve Suriye’yi zorlayacak olmasından da son derece memnun olacaktır. Sonuçta, kaybedeceği ne var ki?

7

Glasgow’a gitmeyip, Türkiye’ye dönen Erdoğan, birkaç programını iptal etmişe benzemektedir. 3 Kasım günü, Erdoğan’ın hastalığı konusunda birçok şey söylenmeye başlandı.

Telâşa düşen Saray, hemen açıklamalar yaptı. Videolu görüntüler yayınlandı. Basket maçından daha kötü bu görüntüler, Erdoğan’ın sağlık sorununu bir kere daha gündeme taşıdı. Ama bu kez şiddeti daha fazla oldu.

Erdoğan sonrası tartışmaları, bir kere daha alevlendi.

Tartışmalar şöyle: (a) Eğer Soylu gelecek olsa, polis ve jandarma elinde olduğu, MHP arkasında olduğu için, şanslı mıdır, yoksa Sedat Peker açıklamaları nedeni ile tüm şansını kaybetmiş midir? (b) Bu durumda, Akar, en şanslı aday mıdır? Hem sonra Akar, Tillo’ya da gitmiş, tarikatlardan destek almış olmalıdır. Zaten ordu da ona bağlıdır. Eğer Akar’ı MİT de destekliyor ise, yeni aday o mudur? (c) Değil ise, kimdir?

Bu tartışmalar, görüntü ile yetinmek isteyenler için büyük anlam ifade edebilir.

Ama, yetersizdirler. Çünkü bu tartışmalar, mesela parababalarını hesaba katmıyor. Tekeller ve onlar kadar Saray etrafında sıralanmış çeteler, acaba ne hamle yapacaktır, onların planı nedir? Tarikatların eğilimleri nedir? Damatların eğilimleri nedir? Ama hepsinden önce, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ne düşünüyor?

Mesele yalnız ve yalnız Erdoğan meselesi olarak ortaya konduğunda, bu tartışmalar anlamlıdır. Oysa, mesele Saray Rejimi, yani TC devletinin kendisi olarak ele alındığında, iş farklılaşmaktadır.

Bu noktada, çözülüş kadar restorasyon çabalarına da bakmak gerekir.

Evet, Erdoğan’ın sağlık durumu etrafındaki tartışma ve hele hele Saray şürekâsından yayınlanan videolu görüntülerin inandırıcı olması isteği, devletin çözülmesinin, çöküş hâline evrilmiş çözülmenin işaretleridir. Olağanüstü rejimlerin biraz doğasında bu vardır. Saray Rejimi’nin durumu budur.

Ama egemen sınıflar, egemen güçler, aynı zamanda bir restorasyon arayışı içindedir de.

Restorasyon, iki biçimde alternatif hâline getirilmiştir: Saray Rejimi’nin devamının sağlanması bunlardan biridir ve doğrusu ağırlık da buradadır. Direnişin bastırılması, kitlelerin devletin kutsal kollarına doğru çekilmesi için, bazı adımlar atılmak istenmektedir. Bir yandan ekonomik krizin etkilerini görüntüde hafifletecek adımlar atma isteği vardır, bir yandan da Saray Rejimi’ni nasıl güçlendirebiliriz arayışı vardır. Bu arayışı ciddiye almak gerekir.

Saray, bu nedenle sürekli saldırmaktadır.

Ama bu yeni saldırı dalgasını, 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi ele almak, çok yüzeysel bir benzerlik kurmakla yetinmek olur. Evet yine baskıyı artıracaklardır. Zaten artırıyorlar da. Bir iç savaş söz konusudur. Bu saldırılar daha çok işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere, kısacası toplumsal muhalefete yönelecektir. Ama bu baskının sonuç vermesi için başka saldırılar da devreye sokulabilir. Bu doğrudur. Bu açıdan benzerlik kurmak ve orada durmak doğru değildir.

İlkin, bir seçim meselesine bu kadar kilitlenmek yanlıştır. Bir süredir, mesela 2 yıldır biz sürekli yazıyoruz, bir seçim olacağını düşünenler, seçimin olmama ihtimalini niye hesaba katmazlar? Seçim diye düşünürseniz, elbette elinizde 7 Haziran-1 Kasım dönemi örnek olarak var iken, onu hatırlarsınız. Ama, bugün, sistem ciddi biçimde çözülmektedir ve Kürt halkının direnişine, işçi ve emekçilerin, toplumsal muhalefetin direnişi de eklenmiş durumdadır. Bu durumda bazı suikastler vb. gündeme gelebilir. Ama bu suikastlerin ana amacı, toplumsal muhalefeti bastırmak olacaktır. Kime yapılırsa yapılsın, gelişen direnişi durdurmak için, şok etkisi yaratmak isteyeceklerdir.

Bu saldırılar, onlara zaman kazandıracak ve Saray Rejimi’ni yeniden organize etmek isteyeceklerdir.

Diyelim ki siz, “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” diye düşünüyorsunuz, öyle ise, Saray’da başka bir kişinin varlığına razı mı olacaksınız? CHP ve İYİ Parti’nin buna razı olması çok zor değil. Akar, mesela onları razı edecek bir çözüm olmazsa, onlar da başkasını bulurlar. Bazı küçük düzenlemeler, burjuva muhalefeti razı etmek için iyi bir görüntü sağlayabilir. Hele ki, savaş senaryolarına bu denli adapte olmuş bir devlet yapısı var iken.

Bu örneği sadece ve sadece, Erdoğan’ın gitmesi yetmez meselesini anlatmak için verdim. Meseleyi Erdoğan meselesi olarak koymak, yanıltıcıdır.

Restorasyon çabaları, daha sürdürülebilir bir yapı kurmayı amaçlar.

Kaldı ki, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” de restorasyonun bir başka versiyonudur. Diyelim ki, “parlamenter sistem” için adımlar atıldı, mesela savaş politikaları ortadan mı kalkacak? Mesela Suriye meselesi, mesela Libya, mesela Kafkaslar, mesela Balkanlar, mesela SADAT vb. nasıl çözülecek? Tekeller, yağma, rant ve savaş ekonomisinden vaz mı geçecek?

Sahi bunlar sadece Erdoğan’ın politikaları mıdır? Evet, Erdoğan, bu politikaları biraz farklı uygulamıştır, cebini doldurmuş, enerji-inşaat-savaş sanayii gibi alanlarda yeni bir zengin kesim, yeni parababaları yaratmıştır. Ama sahi, Erdoğan, Koç’a rağmen, Sabancı’ya rağmen, uluslararası sermayeye rağmen mi oraya geldi? Hayır. Hepsinin desteği ile oraya geldi ve şimdi, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, tekeller içinde de bir ayrışma yaratmaktadır, egemenler içinde bir ayrışma yaratmıştır. Bu nedenle, bugün egemenler arasındaki savaş bu denli şiddetlenmiştir. Restorasyon politikaları, egemenleri, asgarî müştereklerde bir araya getirmeyi amaçlar. Geçici olabilir, ama amaçları budur. Bu asgarî müşterek, devletin ve sistemin devamının sağlanmasıdır. TÜSİAD’ın açıklamaları, Erdoğan’a muhalefet değildir, tersine bu asgarî müşterekleri ortaya koyma çabasıdır.

Erdoğan’ın sağlık sorunu üzerine çıkan tartışmalar, gerçekte, bu süreci hızlandırmaya hizmet edecek niteliktedir.

Kılıçdaroğlu’nun, devlet bürokrasisine güven vermek amaçlı çıkışları da bu restorasyonun bir parçasıdır.

8

İşte tam bu noktada, bizim, işçi sınıfının alternatifini ortaya koymamız gerekir. Bu alternatif vardır. Ama bunu açık ve net bir dille ortaya koymak, kitleleri, bu alternatif etrafında birleştirmek gereklidir.

İşçi sınıfının tek çıkış yolu, siyasal iktidarı alacak bir devrimdir.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefetin temsilcisi olarak işçi sınıfı, kendisine karşı ilan edilmiş olan iç savaşı, görmek ve karşılamak zorundadır.

Çok sık duyuyoruz; işçi sınıfı bunu yapacak güçte değildir.

Evet, bunu söyleyenler haklıdırlar. Bugün işçi sınıfı bunu yapmaktan uzak olmasa, bugün işçi sınıfı bunu yapacak güçte olsa, zaten böylesi bir tartışma da olmazdı.

Ama güç, sürekli değişen ve göreli bir kavramdır.

Bugün yeterli güce sahip olmayan devrimciler ve işçi sınıfı, yarın bu güce sahip olduklarında mı ne yapacaklarını tartışmaya başlayacaklar?

Güç, belli bir amaç için toplanır, örgütlenir. Bugünden iktidar olanaklarını görmeyen bir devrimci güç, işçi sınıfını iktidar mücadelesi için derleyip toparlayamaz. Bugün iktidar olanaklarını görmeyen ve gözünü iktidara dikmeyen bir işçi sınıfı, onu alacak gücü asla toparlayamaz.

Kürt halkının direnişi oradadır ve durmaktadır.

Mesele işçi sınıfının, gelişen direnişinin iktidar hedefi ile örgütlenmesi meselesidir.

Pandemi süreci, işçi sınıfının mücadelesinin genişleme hızını düşürmüştür. Siyasal iktidar, muhalefeti de dahil, işçileri evlerinde sessiz tutabilmek için pandemiyi kullanmıştır. Fabrikalarda çalışmanın önünde engel olmayan pandemi, eylemlere gitmenin önünde bir engel olarak sunulmuştur. Ama artık bu politika tutmamaktadır. Bu politika, 1,5 yıl sürmüştür ve artık sonuna gelmiştir.

Sonbahar, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarındaki kötüleşmeyi tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve öğrenciler, aslında bu mücadelede kendilerinin dışında kimsenin var olmadığını görmektedirler. Onların mücadeleye atılmış, hareketli kesimleri için iktidar kadar muhalefet de bir çözüm yeri değildir. Onları, Erdoğan’ın gitmesi ile bir sahte zafere inandırma ihtimali elbette vardır. Ama yine de burjuva muhalefet onlar için çekici değildir. Sisteme olan tepkilerini, her geçen gün daha iyi kavrayacakları da açıktır.

İşçi sınıfı, kendi sendikalarının ne denli pasif, ne denli devlet yanlısı örgütlenmeler hâline geldiğini görmeye başlamışlardır.

Elbette işçi sınıfının (tüm toplumsal muhalefet güçlerinin temsilcisi olarak işçi sınıfının) direnişi, kolay bir yolla gelişmeyecektir. Kolay zafer yok. Bunu biliyoruz.

Ama, tüm bu olumsuz öznel koşullara rağmen, işçi sınıfının iktidar alternatifi, tüm alternatiflerden çok daha güçlüdür. Dahası, zaten tek kurtuluş yoludur, tek çözüm yoludur.

Bunun için, bugün, atılacak en önemli adım, Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesidir. Herkesin, her devrimcinin, her yerel örgütlenmenin, her işçi grubunun, her kadın örgütlenmesinin, her öğrenci örgütlenmesinin, her meslek örgütlenmesinin, ister birey olsun ister bir kitle örgütü, isterse devrimci bir grup olsun, herkesin yapacağı şeyler elbette vardır. Herkes kendi mücadelesini yürütecektir. Ama Birleşik Emek Cephesi, tüm bu mücadelenin ortaklaşa yürütülmesinin yoludur. İşçi sınıfının çözüm alternatifini, tüm işçilerin, tüm toplumsal muhalefetin önüne koymanın yolu budur. Birleşik Emek Cephesi, emeğin kurtuluş yolunu ortaya koyma iradesi demektir.

Güçsüzlük üzerine tartışıp eyvahlanmak yetmez. Güç, gökyüzünden gelmeyecek. Güç, ancak ve ancak, işçilerin ellerinde şekillenecektir. Devrimci iradeyi buraya koymanın zamanıdır.

Devlet eli ile “yaratılan” burjuvanın liberali ya da “Allah’ın cebinden peygamberi çalma” marifeti

Mehmet Barlas, çok uzun süredir, “en liberal” olarak ortalıkta dolaşanlardan biridir. Liberalliği ile, dolara olan düşkünlüğü, ona has bir karakter yaratmış mıdır?

Sanmıyoruz.

Aslında onun benzeri çoktur.

Bu tarz, az bulunur değildir ve karakterleri yüzyıllardır birbirine benzer.

Mehmet Barlas’ın liberalliği ya da mesela bir “iktidara” desteği, en çok bin dolara bakar. Çok korku, az dolar cinsindendir.

Konu kalemlerini satmak, her türlü yalan ve hileye başvurmak, karanlıklar üretmek olunca, aslında bunlardan daha çok hiçbir şey, özellikle bu dönemde, bulamazsınız. Saray Rejimi, bunlara “çok” ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle “çok”turlar. Yoksa sayılarının çok olması gerekmez.

Bunlardan o kadar fazla bulunabilir ki, asla karaborsaya düşmezler, bu tür mal “kalemler” konusunda tedarik sıkıntısı yaşanmaz. Saray Rejimi, kendi doğası gereği, zaten bunlara yolları açar.

Ama bunların bir bölümü, sadece “her devrin adamı” olarak iş görmezler. Aynı zamanda, kendilerine “efendi” ya da “sahip” tarafından verilen emrin gereği, kime yalakalık edeceklerini çok iyi bilirler.

Demek oluyor ki, bunların bir bölümünün, iki efendisi var gibidir: Biri açık olandır, Saray’dır. İkincisi ise arkada olan ve gerçek anlamda “efendi”, “sahip” olanlardır. Barlas ve onun gibiler, aslında sadece ve sadece arkadaki efendiye sadıktırlar. Arkadaki efendi, gerçek anlamda “dolar” sahibidir ve “sahip” olarak adlandırılmasında da bir sakınca yoktur.

Bir mal olarak para ile değerleri ölçülen bu tip gazeteci vb. takımı, sahiplerine göre iş tutarlar. Sahip, onları elbette görünürdeki patronlarından çok daha iyi besler. Aynı zamanda esas bağlılıkları da “sahibe”dir.

Öyle ise, mesela Nagehan Alçı da benzer karaktere sahiptir.

Ama Barlas, en eski “mal”lardandır ve eskidiği için, daha uygun fiyatlara iş görebilmektedir. İşleri basittir. Yorucudur ama basittir. Her gün, bir çeşit fetva verecekler ve her gün bu bir çeşit “analiz”leri ile, Saray’ın alkışını alacaklar, en çok da arkadaki “sahip” için ne kadar değerli olduklarını kanıtlayacaklar. Saray’ın alkışını almaları yetmez, orada, “sahip” adına biraz olsun yer tutacaklar.

Karakterleri de birbirine çok benzer.

Bu nedenle, Mehmet Barlas ve Hayrettin Karaman üzerine dursak, sanırız, diğerleri alınganlık yapmazlar (Nagehan Alçı’ya değinmeden geçmedik ki, zira en çok o, bugünlerde alıngan olabilir. Afganistan görevi dönüşü, daha demokrat olma emri almıştır, ama bundan da ürkmektedir). Ne de olsa, onların bir anlamda gediklileridir bu ikisi. Her ikisinin de bir “sahibe” hizmet ettiklerinden şüpheniz olmasın ve her ikisinin de görünürdeki patronu Saray’dır. Yani, Saray’a, “sahipleri” öyle istediği için hizmet etmektedirler ve Saray, sık sık şaşırıp, onların “zekâ” dolu hizmetleri için, iyi ödemeler yapmaktadır. Böylece “sahip”, her zaman bir taşla, birden çok kuş vurmayı başarmaktadır. Hem ödemeyi başkasına yaptırıyor hem de sadakatlerini “SADAT”çılığa çeviriyor.

Mehmet Barlas, ülkenin en liberalidir. Liberallik konusunda eline su döken olmaz desek yeridir. Buna uygun olarak, epeyce iş kovaladığı da kesindir. Ve cukkasını, en az Hayrettin Karaman kadar doldurmaktadır. Karaman’ın cukkası da, “hayret” verici olmalıdır.

Barlas, Kasım ayının ilk günlerinde, “zekâ” dolu bir hamle yaptı.

Sahip adına patrona yol gösteren böylesi “ayarlanmış” karakterlerin de kendine özgü bir zekâsı vardır.

Barlas, “CHP kapatılabilir” dedi.

Son derece “liberal” bir yaklaşımdır. AK Parti kapatılacaksa, parti kapatmaya karşı olursun, ama HDP kapatılacaksa, niye karşı olasın ki? Ve bu arada CHP kapatılabilir dersen, HDP’nin kapatılması, çoktan konu olmaktan bile çıkar. Aslında Barlas’ınki, bir tarz düşünsel “antreman”dır. Sahip, Barlas ağzından, “CHP kapatılabilir” diyerek, aslında herkesin ayağını denk alması gerektiğini söylemektedir. Öyle, “iktidar olacağız, ilk seçimde bunlar gidecek” diye fazla konuşmak yok. Herkes, burada bir “sahip” olduğunu bilmelidir.

İşte Barlas ağzından verilen mesaj budur.

Bu kadarla sınırlı mıdır? Değildir.

Barlas, “150’lik liste”den de söz etmektedir.

TC devleti adına Lozan’da görüşmelerde bulunan heyet, işgalci güçlere hizmet etmiş 600 kişinin cezalandırılacağını söyler. Masada bulunan “efendiler”, başlarında İngiltere ve ABD, yani şimdi Barlas gibilerin “sahip”leri, “olmaz” derler. 600 fazla gelir. Bu listenin 150’ye indirilmesini isterler. Ne âlâ değil mi? 600 ihanetçin var ama sen 150’sini cezalandırmakla yetinmeyi kabul ediyorsun. Neyse, bu ayrı bir tartışmadır. İşte Barlas, derin tarih bilgisini devreye sokarak, “sahip”ten aldığı bilgi ile, 150 kişilik bir listemiz neden olmasın, der. Bu liste, 150 siyasal yasaklı bir liste olur. Yani, özel bir liste hazırlanır, mesela İYİ Parti’den şu, CHP’den şu, Saadet’ten şu gibi. Saray’a “muhalefet” edenlerin bir kısmı bu listeye alınır, böylece, onlar devre dışında bırakılır demektedir.

Demek, “Barlas, sadece dolar saymasını bilmiyor. Görünüşe göre, listenin 150 kişilik olabileceğini de hesaplamıştır” diyebilir miyiz? Hayır, diyemeyiz. “Sahibi”, kendisine 150 rakamını özellikle telaffuz etmesini salık vermiştir. Yoksa Barlas’ın, 150 kişiyi sayma durumu yoktur. Zaten bu 150 kişiyi, önce Bahçeli (yani Atasagun) sayar. “Bölücü kebapçılar” derken, acaba bu listeyi mi hazırlıyordu? Bahçeli’nin eksik kaldığı yerde, Perinçek devreye girer. Böylece, ABD-İngiliz listesi oluşmuş olur. Tam da bu nedenle, tarihsel bir olaya gönderme yapılmaktadır.

Barlas’ın sahibi ABD ise, ABD, bu yolla, Avrupalı rakiplerine, dün müttefiki olan NATO’daki karar vericilere diyor ki, “sizin en gözde 150 adamınızı yasaklı listeye koyarız.” İşte mesaj budur. Şimdi, bugünlerde, muhalefete biraz fazla hız veren diğer sahipler, bunun üzerine düşünmek zorundadır.

Sanırım, Barlas’ın meselesi biraz olsun anlaşılmış olmalıdır.

Burada bir mola verelim ve ikinci kahramanımız, Hayrettin Karaman’ı tahtaya kaldıralım. Hayrettin Karaman, sadece AK Parti’nin değil, aslında, AK Parti ile bağlı İslamî hareketin de “fetvacı”sıdır. Çok ünlü fetvaları vardır ve son günlerde patlattığı, Sünni kızın Alevi erkekle evlenmesinin caiz olmadığı yolundaki dâhiyane fetvası, öncekilerin yanında “uvertür” gibi kalır.

Hayrettin Karaman’ın ilginç fetvalarını hatırlarsınız. 17-25 Aralık sürecinde ayakkabı kutularının para yuvası olarak kullanıldığını gördüğümüzde, Karaman, devreye girdi. Tam biz, “ayakkabı kutularının farklı kullanım alanları” hakkında fetva beklerken Karaman, farklı bir fetva verdi. İşte “zekâ” budur. Ve Karaman, “peygamberin de %10 aldığını” hatırlattı. Buyurun tarih bilgisinin faydalı olduğuna dair bir kanıt daha. Bu aslında, bir nevî suçu kabullenmek idi. Ama, zaten bu fetvalar, İslamî kesime seslendiği için, bu yolla gitmiş olması “cesur”ca bulunmalıdır. Zira, “suç”u, ta peygambere kadar götürmekteydi.

Demek, Saray gediklisi ve “sahip” adına yol göstericisi olan bu Karamanların, kendine has bir cesaretleri de vardır. Bir tarafa dolarlar, diğer tarafa ise dinin emirlerinin değiştirilmesi konunca, dünya malına olan isterik heves, bunlara ayrı bir cesaret veriyor olmalıdır. Bir de korkularını unutmayalım, “sahip” dediğinin pek affı yoktur.

İşte bu Karaman, hayret ettirecek bir fetva verdi. 2021 Kasım ayının başındadır. Karaman, “bir Sünni kız, bir Alevi genç ile evlenemez” demiştir. Soran oldu mu bilmiyoruz; acaba Alevi kız, Sünni erkekle evlenebilir mi? Yani, erkek egemen düşünceye uygun olarak, kız, erkek olana “tabi” olacağından, erkeğin Alevi olması, kızın da Aleviliğe meyletme zorunluluğunu getirir. Karaman, hayret edilmeyecek şekilde böyle düşünür.

Fetva son derece “mal”cadır, çünkü, fetvanın gerekçesi ortaya konmamıştır. Neden Sünni kadın, Alevi erkek ile evlenemiyor? Öyle ya bunun bir gerekçesi olmalıdır. Mesela peygamber %10 vergi alırdı ve adı da vergi idi. Erdoğan’ın “Bay %10” lakabı, aslında vergi almasından gelmiyordu. Erdoğan %10’u, Karaman yardımı ile “akladı”, böylece İslamî camiaya, “burası İslam toprağı değildir, savaştayız ve bu %10 toplanıp, İslam adına kullanılacak” demiştir. Bunları yaparken, peygamberi de alet etmiş, küçük bir cambazlıkla, o da %10 alıyorduya getirmiştir.

Fetvacıların, mutlaka ve mutlaka biraz olsun cambaz olmaları gerekir. Zira savaştayız, bir fetvacı, eğer cambazlıkta sınır tanımaz bir seviyeye gelmemiş ise, yandık ki ne yandık.

Cambazlıkta sınır tanımaz fetvacı seviyesi nedir?

Öyle ya, bunun da ölçülebilir olması gerekir. Buyurun sayın okuyucu, tahminde bulunun: Cambazlıkta sınır tanımayan bir fetvacı seviyesi nasıl tarif edilebilir?

Sünni kızın Alevi erkeğe aşkına dönelim. Mesela bir Müslüman kadın, bir Hıristiyan ile evlenebiliyor da, konu Alevi ve Sünni olunca, neden Alevi erkek, Sünni kız ile evlenemiyor? Yoksa, Saray çevresinde böylesi bir durum mu var da, bu fetva devreye girmiştir? Sünni kız, eğer Alevi erkeğe olan aşkını bir evlilikle sonuçlandıramıyorsa, bu durumda Sünni kızın Şirin misali aşkını haykırma hakkı var mıdır, yok mudur? Fetvacılıkta sınır tanımayan seviye, buna yanıt versin.

Karaman’ın alanı, İslamî harekettir. AK Parti tabanına, orada dini referans alarak yaşadığını iddia edenlere sesleniyor. İslamî yaşamalarının ne derece samimi olduğunu bir yana bırakalım. O, AK Parti’nin oy deposuna, “oy için” değil ama, oraya sesleniyor. Zaten, mesela bizim gibilere seslenmiyor. Zaten, mesela AK Parti’ye oy vermeyecek olanlara seslenmiyor. Bu nedenle, “fetva”ları çok “kıymetli”dir. Kim bilir her biri adına, ne kadar para kesmektedir? Kıymet varsa, ölçülebilir demektir. Kaç dolar? (Lira kusura bakmasın, 1 lira 0,1 dolar oldu.) Barlas, kesinlikle bu değeri bilir. Emin olun, ileride işler ters giderse, Barlas, Karaman’ın ne kazandığını yazacaktır. Afganistan’a giderek, yeni görevler almış olan Nagehan Alçı’nın ücretini Barlas, liberal ahlâk gereği ücretin gizliliğine saygıdan yazmayacaktır, yoksa “sahip” onun mamasını kesecektir.

Karaman’ın marifetlerine dönelim. Madem böyle bir konuya girmişiz.

26 Eylül tarihli Hayrettin Karaman makalesinin başlığı “Dedim, dedi…” şeklindedir (makalesi, kendi sitesinde ve Yeni Şafak’ta bulunabilir).

Bu yazısında Karaman, kendisi soruyor (belki de kendisine sorulmuş soruları kendisi formüle ediyor) ve kendisi cevap veriyor. Birkaç alıntı yerinde olacaktır, zira anlatması kolay değil.

“H.K.- Bu eksikler, aksaklıklar, suiistimaller nefse mağlup olmalar, mal-kadın-mevki imtihanını kaybetmeler, vazifeye zengin başlayıp yoksul veya aynı servet ile çıkacak yerde yoksul başlayıp haram-helâl demeden zengin olmalar… yirmi yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var!

“Eski zamanlarda bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı, şimdi hiç değilse yalnızca uçlanma yolu tıkanabiliyor.”

Harika değil mi? Madem bu haram ve helâl demeden zengin olmalar hakkında konuşuyoruz, öyle ise, AK Parti şöyle savunulacak; “bunlar 20 yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var.” Madem bin yıldan fazladır var, öyle ise sorun olmaz değil mi?

Şimdi, siz, bir inanmış Müslüman olarak (onlara sesleniyor Karaman), AK Parti’yi eleştirdiğinizde, bilmelisiniz ki (zira Hayrettin Karaman, fetvacıdır ve derin bilgindir, size hatırlatıyor), eskiden bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı. Şimdi, öyle bir şey de yapılmıyor.

Ne cambazlık ama!

Hoca, ne oldu çalıp çırpmalar? Yanıt: Zaten bin yıldır var bunlar. Tehdit de arkasından geliyor. Konu, dili kesmeye geldi.

Demek bu mantıkla, bin yıldır işlenmiş olan hiçbir günah, aslında günah değildir. Hırsızlık, bin yıldır var, öyle ise sorun yok, ırza geçme, bin yıldır var, öyle ise sorun yok, kamu malını yağmalama, bin yıldır var mı, var. Öyle ise sorun yok. Bin yıldır var olan sömürü düzeninde, aslında yeni olan şey de yeni değildir, öyle ise sorun yok. İyi de mübarek Karaman, o zaman fetvaya ne gerek var? Sen kendi kendini mi inkâr edersin?

Bir alıntı daha:

“Çürümüşlüğün ölçüsü görecelidir. Daha sağlamını yapmak için gemiyi terk ederseniz zaten korsanlara bırakmış olursunuz.

“Sağlam yapı sağlam malzeme ile olur.

“Ortalık sağlam ve kullanınca bozulmayacak malzeme ile dolu mu? Ya mevcut kumaşla elbiseyi dikip dayandığı kadar giyeceksiniz ya da başka kültür, din ve medeniyetin terzisine işi bırakacaksınız.”

Demek, çürümüşlük kabul ediliyor. Gizlenemediği için kabul ediliyor. Samimi Müslümanlara sesleniyor. Diyor ki Karaman, “sağlam malzeme mi var” ki kullanmıyoruz?

Diyor ki Karaman; işi başka kültür, din ve medeniyetin terzisine mi verelim? Tehdit, her zaman, kendine bir yer açıyor. Karaman’ın ağzından, uygun tehdit her zaman bulunuyor.

Karaman diyor ki, çürümüş bir AK Parti iktidarı var. Kayda böyle geçmelidir. Ama, biz buna mecburuz. Çünkü, sağlam malzeme yok. Madem malzeme sağlam değil, öyle ise çalıp çırpılması da normaldir. İyi de Bay Karaman, neden bir Müslüman, sağlam olmayan malzemeye mecburdur? Ne yapmak için? Nereye kadar dayanmak için? Mesela İslam devletine mi? Sahi, sen böylesi bir devletten yana mısın? Sahi Erdoğan böylesi bir devletten yana mıdır? Sahi, sizin, cebinizi doldurmak ve hırsızlıkta seviye artırmak dışında bir hesabınız mı var?

Şöyle devam ediyor Karaman:

“- Önünüze kurtlu bulgur koysalar pirinci aramaktan vazgeçip bunu yer miydiniz?

“H.K.- Yemeyince açlıktan öleceksem daha temizini buluncaya kadar yerdim. Hayatta kalınca da temizlemek için elimden geleni yapardım.”

İşte size fetvacı Karaman.

AK Parti çevresinde dağılma var. Eleştiriler içeride kaynama yaratıyor. Karaman, buna uygun, “saygın”lığını tüketmek üzere kaleme sarılıyor. Bir yanda tehdit, bir yanda para var. Ona da kalem sarılmak düşüyor. kaleminden karanlık damlıyor. Kan damlamak üzere, kalemini Alevi genç ile Sünni kızın aşkına getiriyor. Karaman, kanı özlemiştir.

Görecelilik nedir biliyor. Daha ne olsun!

Ama cambazlık, fetvacıda özel bir hâl almış.

“Allah’ın cebinden peygamberi çalmak” eğer bu değilse nedir?

İşte size seviyenin adı. Bilmem uygun mudur? Bunlar “Allah’ın cebinden peygamberi çalar”lar.

Demek, AK Parti kurtlu bulgur olmuştur ve yine de Müslüman’ın onu yemesi gerekir, yoksa aç kalacak ve açlıktan ölecek. Önce bunu ye, sonra hayatta kalırsan, temizlenirsin.

Oysa Müslümanlıkta, açlığa dayanmak da bir irade olarak ele alınır. Her direniş kültüründe böyledir. Direnen, açlık nedeni ile, karnını doyurmak için, kendini satmaz. Satana savaşçı denmez.

Acaba, burada biraz duramaz mıyız?

Durup, bu tuhaf hilelerden, bu “sahip” için yüksek paralar eden açıklamalardan, daha öteye gidemez miyiz?

Deneyelim.

Demirören, bir Rum iş insanının fabrikasına, işine, malına çökmüştür ve bunun için o kişiyi katletmişlerdir. Bugün, Demirören, havuz medyasının en büyük ortaklarındandır ve bakın ki siz, medya şirketlerini almak için kendisine özel olarak verilen krediyi, daha geri bile ödememiştir. Ödemeyeceği de bellidir. Katil olarak işadamı hâline gelen ve bu yolla saygınlık bulan bir hilebaz, Erdoğan’ın karşısında ağlayabilir ama o krediyi vermez. Elbet onun da bir dosyası vardır. Yoksa, Soylu’ya, biraz para verir, ondan birkaç tape satın alır.

Peki Demirören, nasıl bir “burjuva kültür”e sahiptir?

Nasıl bir kültüre sahip olduğu, eylemlerinin belirleyeni olan Rum iş insanını katletmesi sürecinden bellidir.

6-7 Eylül olaylarında, devlet bizzat, çevredeki esnafa, Rumların mallarını vermeyi teklif etmemiş midir? Öldür, ırzına geç, malını al. Devlet için cinayet işle, karşılığında malını al. Ve bu katiller, devlet adına öldürürken, sadece “vatan millet” uğruna öldürmemişlerdir, bir de üç-beş kuruş almaktan geri durmamışlardır.

Osmanlı’nın zengin kesimleri, daha çok Rum ve Ermeni kökenden gelenlerdir. Yahudilerin ticarette ve Saray çevresindeki etkinliği, daha çok son yüzyılına rastlar Osmanlı’nın.

Biz elbette, “burjuva” olanları, burjuva sınıfı övmek için bunları yazmıyoruz. Biz, işçi sınıfının iktidarı ile, sadece ülkemizde değil, bölgemizde ve tüm dünyada sermayenin varlığa son vermekten söz edenleriz. Ama, burjuva kültür diye bir şey vardır. Bizim ülkemizde burjuvazinin “yaratılması” süreci, bizzat devlet eli ile olmuştur. Bu Rum ve Ermeni burjuvalar, bir kültürün de taşıyıcıları idiler. Evlerindeki müzik aletlerinden kadın-erkek ilişkilerine kadar, edebiyata olan ilgilerinden yemek kültürlerine kadar, para karşısındaki tutumlarına kadar bu kültür yansır. Oysa, onların katledilmesi ile mallarına konan yeni zenginler, böylesi bir birikime sahip değildirler ve “görgüsüz”dürler. Demirören örneğine bakın, görgüsüzlüğü paçalarından akmaktadır. Ne eğlenmesini bilir ne şarkı dinlemesini, ne sevmesini bilir ne nefret etmesini. Sadece kadınlarını aşağılamayı, güçlü olana boyun eğmeyi, pusu kurmayı bilirler.

Eczacıbaşı, onca yıldır sanata olan ilgisine karşın, aynı özellikleri taşır. Geçenlerde Bodrum’da ortaya çıkan bir arazi sorunu üzerine aldığı tutumu hatırlayın. Eczacıbaşı’nın farkı, o, Rumların mallarına 1950’lerde el koymuştu. Menderes döneminde yükselmiştir. Menderes dönemi zengini, elbette 12 Eylül dönemi zenginine göre, mesela piyanoya daha yakın durur. Bu kadar.

“Bu devlete bir millet lazım” sözünü ortaya koyanlar, “millet” yaratırken, elbette burjuva sınıfı da yaratmayı unutamazlardı. Bu eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Devlet egemen sınıf için vardır ve bu devlete bir millet lazımdır. Demek, burjuvaların devlet olanaklarını yağmalaması, “tarihin bir zorunluluğunu” ifade eder. Millet yaratmak için, Ermeni, Süryani, Pontus vb. katliamlarını devreye koydular. Bu insanların mallarına, mülklerine ise, “yaratılmakta olan milletin” gelecekteki soylu sınıfı burjuvalar el koydular.

Buna, argoda, sokak ağzında “çökme” deniyor.

Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar vb. bundan ayrı değildir. Tersine, ülkenin ilk zenginleri olarak onlar, hem bu zorla el koyma yolu ile hem de devletin olanaklarının yağmalanması ile servet edinmişlerdir. Sadece onların yağmalama dönemi farklıdır. Şimdi de AK Parti’nin zenginleri ile tanışıyoruz.

Cumhuriyetin en başından beri burjuvazi, mülkiyet değişimi ile ve yine en başından beri, uluslararası sermayenin bir uzantısı olarak yükselmiştir. Şimdiki, AK Parti dönemindeki yeni “Müslüman” zenginlerimiz de, elbette aynı yolu sürdürmektedir. Devlet olanakları ile zengin olmak, bir tarihsel gelenek halindedir.

İşte, hem Barlas’ın liberalliği bu gerçeğe dayanır hem de Karaman’ın İslam fetvaları bu geleneğe dayanır.

Burjuvası böyle bir geleneğe yaslanmış iken, fetvacısının da, liberalinin de başka türlü olması mümkün değildir.

Barlas’ın liberalliği ile Karaman’ın İslam âlimliği, birbirine çok ama çok benzemektedir. Bir çeşit Türk-İslam sentezidir bu.

Biri Alevileri tehdit etmektedir, diğeri ise “150’lik”leri. Biri daha çok tabana yönelmiştir, diğeri devletin kutsal katlarına.

Demek, “sahip”ler, kendi aralarında kapışmaktadır.

Erdoğan sonrası tartışmalarının tam da gündem olduğu bir dönemde bu açıklamalar, başkaları da var, elbette bu kapışmanın izlerini taşımaktadır.

Karamollaoğlu, Kasım ayının ikinci haftasında, daha önceden görüşmek istediği Erdoğan’dan görüşme randevusu almıştır. Gitmiştir ve görüşmüştür. Gazeteduvar, kendisi ile bir röportaj yapmıştır. O röportajda ve basına yansıyan görüntülerde, görüşmenin ilginç bir görüşme olduğu anlaşılmıştır. Görüşme, tam olarak Altun “zekâ”sının izlerini yansıtmaktadır.

İlk olarak, Erdoğan, Karamollaoğlu’nu, araya bir koltuk boş bırakarak, üçlü koltuğa oturtmuştur. Bu üçlü koltuğa oturtmanın anlamı üzerine bir hayli tartışma gündeme gelmiştir. Ama kanımızca, tartışanlar, iki şeyi birden kaçırmışlardır: Bir, görüntüde ortada boş duran koltuk, “bu koltuk Bahçeli’nindir” diyecek şekilde durmaktadır. İletişim konusunda “uzman” olan Altun’un, bu konuda iyi fotoğraf verecek bir ayarlama yaptığına şüphe yoktur, olamaz. Görüşmede, Bahçeli’nin ruhu, o boş koltukta oturmaktaydı. İkincisi şu sorudur: Neden Saray’da, o boş tekli koltuğun yanında, tekli bir koltuğa oturtulmamıştır da Karamollaoğlu, üçlü koltuğa oturtulmuştur? Üçlü koltukta Karamollaoğlu, sanki, eline kolonya dökülecek bir misafir gibidir. Sultan, kendi koltuğunda, tek başınadır, görkemlidir ama Karamollaoğlu, üçlü koltukta bir “sığınmacı” gibidir. Altun, elbette bu tip görüntülerin anlam ve manası konusunda uzmandır. Biri üçlü koltukta bir “misafir”, diğeri ise sultan. Ortada boş koltukta ruhu oturan Bahçeli’nin cismini hayal etmek de seyirciye düşmektedir.

Bu görüşme, elbette ki, “Milli Görüş” hareketinin liderliği koltuğuna, Oğuzhan Asiltürk’ten sonra oturan kişi Karamollaoğlu olduğu için yapılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, Karamollaoğlu, kendisine önerilen “haram”lar konusunda konuşmayacaktır. Öyle ya, Asiltürk’e, vefatından önce bir şeyler önerilmiş olmalıdır. Ama Karamollaoğlu, bunları dile getirmiyor.

Karamollaoğlu, “anlaşamamak konusunda anlaştık” diyor. Diyor ki, Cumhurbaşkanı, sadece 50+1 konusunda bir sorun görmektedir, ekonomi de, dış politika da dört dörtlüktür demektedir. İyi ama, bunları zaten Saray’a gitmeden de biliyordu. Saray’da, kendisine yapılan teklifleri açık etmelidir.

Tam da, Bahçeli, “biz aslında muhalefet görevindeyiz” hatırlatmasını yapmakta iken, Karamollaoğlu acaba nasıl teklifler almıştır? Hadi diyelim teklifleri, “terbiyesi” açıklamaya müsaade etmiyor, bari hangi tehditler aldığını açıklaması gerekmez mi?

Fetvalar, tam da bu döneme denk gelmektedir.

Barlas, CHP ve İYİ Parti’yi hedef alıyor ve dahası bu partilerin içinde görev yapan ve ABD’ye değil de AB’ye yakın olanları tehdit ediyor.

Karaman, AK Partili seçmen olup da dinî konularda hassas olanlara sesleniyor. Ama bu arada Alevileri tehdit etmenin yolunu da arıyor.

Her tehdit karşısında devletin bir başka koluna sığınmayı adet hâline getirmiş olan Alevi örgütleri, artık bunun bir çözüm olmadığını anlamalıdır. AK Parti tehdit edince CHP’ye, tehdit oradan gelince liberale, hiçbiri olmayınca da Anıtkabir’e sığınmak, yüzlerce, binlerce yıldır yaşadıkları bu topraklarda “sığıntı” hâline gelmek sonucunu doğurmaktadır. Korkunun ecele bir faydası görülmemiştir. Alevi örgütleri, biraz samimi olmak zorundadır. Devlet ile bağlı olmak demek, samimiyetsiz olmak demektir. Devletin hangi kanadına bağlı olursan ol. İster İslamcısına, ister Ergenekoncusuna, ister ulusalcısına, ister mafyasına, kimine bağlı olursan ol, tüm yollar boyun eğmeye çıkar.

Barlas’ın tehditleri, aslında Saray tarafından daha yüksek bir perdeden dile gelecektir. Barlas’ın tehditleri, Erdoğan projesine ABD’nin hâlâ ihtiyaç duyduğunun itirafıdır. o

Devrimin acil görevi: Direniş ve örgütlenme

Bugünlerde, “devleti kurtarma” planları pazara sürülmüştür.

Saray Rejimi çözülmektedir.

Bu çözülüşü durdurmak için, egemenler, ikili bir politikayı sahaya sürmektedirler.

Biri, güçlendirilmiş Saray Rejimi’dir. Erdoğanlı veya Erdoğansız, Saray Rejimi’ni sürdürmek isteyenler, egemen sınıfın diğer kesimlerine, “devleti kurtarma”nın planı olarak bunu sunuyorlar. Onlara göre, eğer Saray Rejimi yıkılırsa, bu yıkım, devletin yıkımına kadar gidebilir. Bu nedenle, Saray Rejimi’ni tartışmamak lazım, tersine güçlendirmek lazım, diyorlar.

İkincisi, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüştür. Egemenler diyorlar ki, eğer Saray Rejimi’ni tutmak, sürmesini sağlamak mümkün olmazsa, bu durumda parlamenter sistemi devreye sokmamız gerekir. Parlamenter sisteme dönüşü savunanların görevi, tüm muhalefeti, parlamenter sistem bayrağı altında toplayarak, “devletin kurtarılmasını” sağlamaktır.

Bu iki çözüm, aslında egemenlerin çözümleridir. İkisi de aynı yerden beslenmektedir ve birbirinin “zıddı” olmadıkları hâlde, alternatifi olarak sunulmaktadır.

Saray Rejimi, parlamenter sistemi savunanlara saldırdıkça, parlamenter sistemi savunanlar solu yanlarına çekmek için hareket etmektedirler.

Saray Rejimi, devlet, dini ve milliyetçiliği, Osmanlıcılığı da değişik dozlarda içine koyarak bir ideolojik saldırı aracına dönüştürüyor.

Onun sözde muhalifi parlamenter sistem savunucuları da, “milliyetçilik” yerine ulusalcılığı koyarak, dini daha düşük bir dozda sos yaparak, solu ve işçi sınıfını aldatacak bir ideolojik harmanlama yapmaya çalışıyor.

Tüm bu kavga, uluslararası güçlerin kendi aralarındaki paylaşım savaşımının içine sızdığı bir kavgadır. Her biri diğerini “yerli ve milli” olmamakla suçluyor.

Böylece, her alandan, bazı sol kesimlerden de, milliyetçilik ve din, değişik dozlarda pompalanıyor. Solun, egemenlerin bu ideolojik bombardımanına “ulusalcılık” ile katılmaları, aslında egemenlerin tam da istediği şeydir.

Böylece işçi sınıfının ideolojisi, adı var kendisi yok cinsinden kenara atılmak, üzeri örtülmek istenmektedir. Kimin buna, ne kadar bilerek, ne kadar korkudan, ne kadar “çaresizlik”ten katıldığı, bu noktada hiç de önemli değildir.

Saray Rejimi çözülmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu çözülüşü, devletin yıkılmasına, işçi ve emekçilerin iktidarının kurulmasına, sosyalist devrime dönüştürmek zorundadır. Görev budur. Bu görevin önünde engeller vardır elbette, ama aşamalar yoktur.

Bu nedenle, “Erdoğan gitsin, bu ilk görevdir” anlayışı oldukça eksik bir anlayıştır. Erdoğan, kendi isteği ile gitmiyor. Ve karşımızdaki devlet, bir “tek adam” rejimi değildir. “Tek adam” diktatörlüğü, devletin sınıfsal yapısını, devletin burjuvaların devleti olduğu gerçeğini gizleyen bir rol oynamaktadır. Sanki Saray Rejimi oraya, bir proje olarak gelmedi, sanki Saray Rejimi oraya, Erdoğan’ın isteği üzerine yerleşti, sanki Saray Rejimi, burjuvaların istemediği bir rejimdir, sanki Saray Rejimi, uluslararası tekellerin, ülkemizdeki tekellerin çıkarlarının ürünü değilmiş gibi bir algı yaratmaktadır. İstedikleri de budur.

Böylece biz işçiler, biz devrimciler, ne olduğu belirsiz bir “tek adam diktatörlüğü”ne karşı savaşıyoruz. Sanki, Erdoğan gidip de yerine Akar, yerine Gül, yerine Babacan, yerine Kılıçdaroğlu, yerine Akşener gelse, burjuva egemenlik son bulacak, işçi ve emekçiler özgürlüğe kavuşacak, sömürü ve savaş bitecek, gibi bir algıdır bu.

Bunu reddediyoruz.

Bu gerçek değildir.

Görünen Erdoğan’ın iktidarı gibidir, oysa bu gerçek, bunun bir Saray Rejimi olduğudur. Ve tüm burjuvalar, uluslararası ve ulusal tüm sermaye güçleri bu rejimin içindedir, yanındadır, arkasındadır.

Bu savaş, işçi sınıfının, burjuva devlete karşı, burjuva devletin özgün bir örgütlenmesi olan Saray Rejimi’ne karşı savaşıdır.

Hem dünya kapitalist sistemi bir krizdedir. Bu kriz, giderek derinleşmektedir.

Hem dünya emperyalist güçleri kendi aralarında, dünyanın yeniden paylaşımı için bir savaş içindedir. Ve bu savaşın sıcak biçimler aldığı coğrafyalardan birisi, bizim içinde yer aldığımız coğrafyadır.

Hem Türkiye kapitalizmi derin bir ekonomik kriz içindedir. Ve burjuvalar, tekeller, ulusal veya uluslararası egemenler bu krizin tüm faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak, bu yolla kriz döneminde karlarını katlamak peşindedir.

Hem TC devleti, siyasal bir kriz içindedir.

Tüm bunlar, ayrı ayrı değil, birbirinin içine girmiş hâlde yaşanmaktadır.

İşte bu koşullarda, TC devleti çözülmektedir. Bu çözülüş, olağanüstü bir devlet organizasyonu demek olan Saray Rejimi’nin çözülüşü olarak ortaya çıkmaktadır.

İşçilerin görevi, “devleti kurtarmak” değil, tüm bu sömürü çarkını parçalamak, burjuva egemenliği yıkmaktır.

Bugün Erdoğan gitsin de, ne olursa olsun, doğru bir yaklaşım değildir. Bu durum, çözülmekte olan devlet çarkını görmemek, olup biteni kavramamak, krizin derinliğini es geçmek demektir. Erdoğan’ın yerine gelecek olan, aynı çarkı sürdürdüğü sürece, yaşanacak olanlar değişmeyecektir.

İşçi sınıfı, kendi sınıf çıkarlarını ortaya koymalıdır.

İşçi sınıfı, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyadan yanadır. Toplumun ve işçi sınıfının kurtuluşu, hatta insanlığın kurtuluşu buna bağlıdır. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya, sosyalist devrimle başlayan bir süreçle kurulur. Sosyalist devrim, tüm fabrikaların, tüm özel hastahanelerin, tüm bankaların, tüm üretim araçlarının, tüm eğitimin vb. kamulaştırılması demektir. Sosyalist devrim, tüm aşağılanmanın son bulması, her türden kimlik sorununun çözümünü demektir. Sosyalist devrim, özgürlük demektir. Sosyalist devrim, tüm tarihle hesaplaşma, sosyalist devrim tüm halklarla barışmak demektir. Sosyalist devrim, bölge halklarının tek çıkış yoludur.

Evet Saray Rejimi çözülmektedir.

Bu noktada Erdoğan çoktan bitmiştir.

Tam bu noktada Erdoğan gitsin de ne olursa olsun demek, zaten gerçekleşmiş olana evet demek, onunla yetinmek demektir.

İşçi sınıfı için mesele, Saray Rejimi ile birlikte tüm burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermektir.

İşçi sınıfı, iktidara yürümelidir.

Bu mümkündür, olanaklıdır. Hayatı üretenler, hayatı yönetmeye aday olmalıdır. Bunun nesnel temeli vardır.

Mesele, direniş çizgisini geliştirmek ve örgütlemektedir.

Devrimin acil görevi budur.

İçinden geçtiğimiz süreçte devrimci görev, direnişi büyütmek, daha da kökleştirmek üzere örgütlenmektir.

Birleşik Emek Cephesi bunun yoludur.

Devrimci tüm güçler, tüm gruplar, tüm devrimci siyasal eğilimler, tüm yerel işçi örgütlenmeleri, tüm fabrikalardaki işçi konseyleri, gözlerini iktidara dikerek, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek zorundadır. Bu sadece bir çağrı değildir, bu aynı zamanda, devrimi olanaklı hâle getirmenin tek yoludur. Bu sadece bizim, Kaldıraç Hareketi olarak bizim sorumluluğumuz değildir. Bu, aynı zamanda tüm devrimcilerin ortak sorumluluğudur. Bu nedenle, bu çağrıya, daha çok, mücadele yolunun ve devrimin acil görevlerinin bir kere daha ifadesi olarak bakmak gerekir.

Her devrimci hareket, kendi örgütlenmesini yürütür ve yürütmektedir. Buna kimse engel olamaz. Zaten bu devrimci iddiası olan herkesin işidir de. Ama Birleşik Emek Cephesi, olabildiğinde ortak mücadeleyi geliştirmenin, geleceği kurmak üzere savaş arkadaşlığını geliştirmenin ve güncel olarak da işçi sınıfını burjuvazinin, devletin kuyruğuna takmak isteyenlere izin vermemenin yoludur.

Şimdi, tüm burjuva “muhalefet” hep birlikte, kitle hareketlerini, işçi direnişini, kadın direnişini, gençliğin direnişini, sisteme yeniden bağlamak için yollar aramaktadır. CHP’nin “meydanlara iniyoruz” hamlesi, gelişen hareketin sistem dışına çıkmasını önlemek içindir. DİSK’in sözüm ona eylem çağrıları, gelişmekte olan işçi sınıfının öfkesini boşa çıkarmak, sisteme karşı bir mücadeleye dönüşmesini önlemek içindir.

Her işçi eyleminin, her kadın eyleminin, her gençlik eyleminin, hayatın her alanından yükselen eylemlerin karşısında tüm devlet güçleri açık savaş güçleri olarak sıralanırken, işçi ve emekçilere, direnenlere “yasalara uyun” çağrısı yapan “muhalefet” aslında devletin baskı ile boyun eğdiremediği direnişi, arka kapıdan devlete bağlamak için hareket etmektedir.

İster ekonomik olsun ister siyasal olsun, her direniş ve her hak talebi, iç savaş hukuku ile karşılaşmaktadır. Bu noktada işçi ve emekçiler, sokaklarda, barikatlarda, direniş meydanlarında, fabrikalarda, kendi yasalarını yazmak zorundadırlar.

İşçi ve emekçilerin, direnenlerin örgütlenmesi, direnişin kök salması, her fabrikada, her işyerinde, her hastahanede, her okulda örgütlenmenin geliştirilmesi acil bir görevdir.

Genel direnişin örgütlenmesi, örgütlenme ile mümkündür. Birleşik Emek Cephesi, tam da bunu gerçekleştirecek örgütlenmedir.

Yaşasın devrim ve sosyalizm mücadelesi!

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

KADERİMİZİ ELİMİZE ALMAYA; ADIMLAR SOKAĞA, ELLER ŞALTERE, GENEL GREVE!

Her gün artıyor yoksulluğumuz, her gün azalıyor soframızdakilerin miktarı.

Bizlere bunları yaşatanlar “kur rekabeti, istihdamı artırır” gibi açıklamalarla gözlerimizin içine baka baka dalga geçiyor.

Hepsi ama hepsi. Helalleşmek isteyeninden cebimize onurumuza geleceğimize göz dikenine kendi paçalarını kurtarma derdindedir.

Tüm bu olanlara çokça şey söylemek mümkün. Söylenecek tüm sözlerin yeri, eylemlerimiz olmalı.

Bizlere kendi kaderimizi ellerimize almamız düşmektedir.

Sendikalar, işçi örgütleri, işçi birlikleri, dolarları olmayanlar, yani milyonlarca işçi emekçi bu topyekûn saldırılara karşı hep beraber topyekûn direnişi örgütlemenin mümkün olduğunu başka da bir yolun olmadığını bilmelidir. Bilineni hayata geçirecek güç ise ellerimizdedir.

Günlerce, aylarca, yıllarca çalışıp geleceğine dair binbir kaygı taşıyan herkese sesleniyoruz; bir gün de kendimiz için geleceğimiz için çarkları döndürmeyelim.

Ya günden güne ağırlaşan bu tablonun bir parçası olacağız ya da bu karanlığı dağıtacağız.

Genel grevi; havaya atılan bir slogan olmaktan çıkarıp hayatlarımız ve geleceğimiz için örgütleyelim.

Yağmaya, ranta, savaşa dayanan ekonomilerinin bize vaat ettiği bir gelecek yok.

Geleceğimiz direnişte.

Adımlarımızı sokağa atalım, ellerimizi şaltere uzatalım. Bize reva görülen bu hayata karşı, hayatı durduralım!

23 Kasım 2021

Konumuz Afrika: Emperyalizm ve Sudan dersleri – Yusuf Alp

Afrika’dan haberler alıyoruz. Bu haberlere sevinmeli mi, üzülmeli mi, yoksa temkinli mi yaklaşmalıyız?

Etiyopya’da Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) başkente doğru ilerlerken ordudan yüzlerce askerin, cephe militanlarına teslim olduğu görüntüler gördük. Sudan’da ise Askeri Konsey, geçiş hükümeti başbakanıyla birlikte bazı bakanları tutuklayıp darbe yaptı. Bunun karşısında günlerdir süren bir halk direnişi var.

Gündemimize düşen bu haberlere sevinmek veya endişelenmekten daha önemli bir konu var: Dersler çıkarmak.

Bunun için yaklaşık 150 yıl geriye gidip kapitalizmin ilk büyük krizi olan Uzun Depresyon’dan başlayarak, tarihteki bazı kilit noktalara dokunarak tarihsel akış içerisinde bugünü ele almaya çalışacağım. Bunu yaparken özellikle kapitalizmin son büyük krizine kadarki süreci ele alacak ve bugünün Sudan’ına konuyu hızla getirip bu yaklaşık 130 yıllık süreci maalesef derinlemesine konuşmadan geçireceğim. Bu konularla ilgili yayınevimizden de çıkan önemli kaynaklar bulunmakta. Ayrıca ayrıntılı bir araştırmayla bu konular derinleştirilebilir.

1- Uzun depresyondan Birinci Dünya Savaşına

Kapitalizmin ilk büyük krizi “Uzun Depresyon” olarak anılıyor. Bu krizin başlangıcı 1873 yılında Viyana Borsası’nın çöküşüne dayandırılıyor. Krizin nedenlerine dair çeşitli iddialar ortaya atılıyor. Kimi tarihçiler krizi Fransa-Prusya savaşına dayandırırken kimileri krizin çıkış sebebinin, o dönemde paranın değerini belirleyen altın miktarında yaşanan kıtlık ve ABD’nin sıkı para politikaları olduğunu savunuyor.

Kapitalizmin yaşadığı bu ilk kriz, 1914’te başlayan Birinci Paylaşım Savaşı’na kadar sürüyor. Hatta bu savaşın, krizden çıkış yolları arayan emperyalist devletlerin pazarını genişletme rekabetinden kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Birinci büyük savaş öncesinde kapitalist dünyanın liderliğini, kapitalizmin ilk ev sahibi de olan İngiltere yapıyor. Bu koşullarda pazar rekabeti, paylaşım savaşına dönüşüyor. Milyonlarca insanın öldüğü ve yerkürenin çok büyük bir kısmını harap eden bu savaş yarım kalıyor.

Birinci büyük savaşı bitirip paylaşımı yarım bıraktıran şey ise proletaryanın tarihte ilk defa kendini yönettiği bir devlet kurduğu Ekim Devrimi oluyor. Sosyalizm savaşı bitirmişti ama paylaşım yarım kalmıştı.

2- Büyük Buhran’dan İkinci Dünya Savaşına

Kapitalizmin ikinci büyük krizi ise Büyük Buhran’dır. Kapitalist dünyada İngiliz hegemonyası sürüyor ama sorgulanmaya başlanıyordu. İlk savaşta tahribat ve yenilgiler yaşanmış ve yaralar henüz sarılmamıştı.

Savaştan sonra paraya acil ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri, altın standardını terk ederek karşılıksız para basmaya başladılar. Avrupa ülkelerinin bu hamleleri, altın rezervinin ABD’de toplanmasına neden oldu. Bu büyük servet birikimi ekonomik sıçramaya, borsanın aşırı hızlı büyümesine ve bütün yatırımların borsaya yapılmasına neden oldu.

Altın girişini özendirmek için uygulanan politikalar balonlar oluşturmaya başlarken ekonomik faaliyetler gerilemeye başladı.

Bu gelişim sonucu, 1929 yılında borsada gerileme başlarken bir günde 4 milyar doların üzerinde kayıp yaşandı. ABD’de daha kısa sürse de binlerce bankanın battığı kriz, 1936 yılına kadar yoğun tempoyla devam etti. 1936’da ise Keynes’in önerisi sonucu devlet müdahalesinin artmasıyla biraz yavaşlamaya başlayarak, ikinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü.

İki büyük savaşın birbirine benzer nedenleri olmakla birlikte, onları birbirinden ayıran temel fark Sovyetler Birliği’nin varlığıydı. Savaş öncesine gene derin bir ekonomik kriz ve buhranla gelinmiş; ekonomik bunalım ve ilk savaştan daha yaralı çıkarak pazar rekabetinde geriye düşen Almanya, İtalya vb. ülkelerin rakiplerine yetişme çabaları durumu kızıştırmıştı.

Hem Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde hem de İkinci Dünya Savaşı sonrasında tazminata mahkum edilen ve aşağılayıcı koşullarda anlaşma yaptırılan Almanya’nın durumu, Alman burjuvazisinin sözcüsü Naziler için kullanışlı bir propaganda aracına dönüşmüştü.

Ancak bu seferki savaşın en ayırt edici noktası, proletaryanın sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırma potansiyelinden ödü kapan emperyalist kampın; küresel ölçekte, karşı devrimci bir saldırı anlamına gelen niteliğiydi.

Savaş sırasında faşistler Sovyetler Birliği üzerine sürülmüş, Naziler Moskova kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak Sovyetlerin direnerek Nazileri püskürtmesi ve Berlin’e kadar Almanya’yı kurtarması üzerine emperyalistler savaşa daha aktif müdahale etmiş, Japonya’ya atılan atom bombaları savaşın sonunu ilan etmişti.

Tarih tekerrür etmiş, sosyalizmin güçleri ikinci büyük savaşı da bitirmişti.

3- Savaş sonrası hegemonya el değiştiriyor

İki büyük savaş sonrası yıkıma uğrayan Avrupa, savaşı kendi sınırlarından uzakta tutan ABD’nin vereceği kredilere muhtaç duruma geliyor. ABD diğer emperyalist güçlere kredi veriyorken rakiplerine kıyasla daha az yıprandığı için, bugüne kadar emperyalist cephenin hegemon gücü olan İngiltere’nin yerini devralmaya başlıyor.

Bu aynı zamanda, komünizme karşı savaş konusunda da kapitalizmin mücadelesini komuta etmek anlamına geliyordu. 1947’de Marşal Planı ve Truman Doktrini devreye sokulurken, 1949’da NATO kuruluyordu.

Komünizme karşı savaş yöntem değiştirmişti. Devrimin yayılmasını engellemek için planlar yapılmış, Türkiye ve Yunanistan gibi birçok ülkeye ekonomik yardım yapılarak bu ülkeler ileri karakol haline getirilmişlerdi. Antikomünizm en ileri çıkan politika olurken, bu politikaya destek olanlar NATO tarafından güçlendiriliyordu.

4- Sosyalizmin prestiji yükseliyor

İki büyük dünya savaşını bitiren, sömürü çarkına büyük bir darbe vuran ve karşı devrim saldırısından ayakta kalarak çıkan Sovyetler Birliği ve sosyalizmin güçleri dünya ölçeğinde büyük bir prestij kazanmıştı. Yerkürenin her yerinde sosyalist mücadele güç kazanmaya başlamıştı.

1949’da Çin Devrimi gerçekleşmiş dünyanın üçte birine yakını kızıla boyanmıştı. Ayrıca Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sosyalizan karakterli ulusal kurtuluş mücadeleleri de yükselişteydi. Japonya, İtalya gibi emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere; Endonezya, Vietnam, Laos, Gana, Yunanistan vb. birçok ülkede komünistler hızla güç kazanıyordu.

Çin, Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya dışında; Latin Amerika, Asya ve Afrika’da gelişen bu direniş üçüncü dünyanın direnişi olarak isimlendirildi. Kendi tarzında bir mücadele ve sosyalizm anlayışı ortaya koyan bu topraklar, aynı zamanda soğuk savaşın çarpışma alanı olmamak için kendini Doğu Blok’unda tarif etmemeye ve kapitalist saldırganlığın hedefi olmamaya da çalıştı.

Ancak dananın kuyruğu kopmak üzereyken ABD, NATO ve emperyalist kamp hızla komünist avına çıkmakta tereddüt etmedi. Ayrıca Varşova Paktı’na uzak kalan bu eğilim, emperyalizm tarafından her fırsatta cezalandırıldı.

Afrika, sosyalizan karakterli bu ulusal kurtuluş hareketlerinden en fazla payını alan kıtalardan biri oldu. O güne kadar sömürge altında olan kıtada, sömürgeci güçlere karşı başlayan mücadeleler teker teker bağımsızlık kazanmaya başladı. İlerlemeye başlayan dekolonizasyon süreci karşısında daha fazla direnemeyeceğini anlayan sömürgeci güçler, bu bağımsızlıkları tanımaya başlayıp yeni sömürgecilikle bu ülkeleri ekonomik olarak kendine bağlı tutmaya devam etmeye çalıştı.

Bu sırada emperyalist güçler, bir diğerinin sömürgesinde gelişen bağımsızlık mücadeleleriyle bağ kurarak yeniden dağıtılan pastadan daha fazla pay almaya çalışıyor ve birbirlerini de boğazlıyorlardı. Ancak sosyalizmin dünyadaki varlığı, kıtadaki hareketlerin elini güçlendiriyordu.

Burkina Faso, Gana, Sudan gibi çok sayıda ülkede ikili iktidar durumları oluşmuş ve hatta ileri ve/veya geri birçok yönleri olsa da sosyalist güçler avantajlı konuma gelmişti

Bu sırada Keynesyen politikalar arka plana atılarak neoliberal politikalar devreye sokulmuş ve ilk olarak, ABD’nin laboratuvar olarak kullandığı Şili’de uygulanmaya başlanmıştı.

Afrika’da da eski sömürgeci güçler, işgal ve saldırılarını artık uygarlaştırmak ve demokrasi götürmek adı altında yapmaya başlamışlardı. Bu süreçte küresel ölçekte milyonlarca komünist, işçi önderi, halk önderi ve onlarca devlet başkanı ve komünist önder suikaste uğramıştı.

Ayrıca sosyalizme karşı emperyalizm, NATO ve ABD eliyle yeşil kuşak projesini üretti. İslam’ı komünizme karşı bir araç olarak kullanmak üzere cihatçı örgütler örgütlenmiş, finanse edilmiş ve sahaya sürülmüştü. El Kaide, Taliban, IŞİD, İhvan, Boko Haram vb. örgütlerin tamamı işte bu aynı tornadan üretildi.

Emperyalizmin bu saldırıları belli ölçekte sosyalizmin ilerleyişini yavaşlatsa da mesela Burkina Faso’da 1983’te Sankara ve arkadaşları iktidarı alıyordu. İlerleyiş durdurulamamıştı. Ta ki…

5- Sovyetler Birliğinin dağılması

Yirmi birinci yüzyıla girmeden hemen önce Sovyetler Birliği, ardında 73 yıllık büyük bir deneyim bırakarak yenildi. Bu yenilginin nedenleri, birçok başka yazının konusu oldu. O yüzden ben bu konuya değinmeyeceğim.

Nihayetinde sosyalizmin bu büyük yenilgisi, sadece SSCB’nin yenilgisi olarak kalmadı ve bütün dünyada devrimci mücadelenin üzerine çöktü. İşçi sınıfı ve devrimci hareket, bu durumun bütün ağır sonuçlarını yaşadılar.

Öte yandan sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin zincirlerinden kurtulmasına ve aslına dönmesine neden olurken aynı zamanda kapitalist emperyalist cepheyi bir arada tutan komünizm tehdidi yapıştırıcısının da ortadan kalkmasına neden oldu.

ABD’nin hegemonyası artık bir ihtiyaç olarak hissedilmiyordu ve hegemonya sorgulanmaya başlandı. Emperyalist rekabet ve ilerleyen süreçte de paylaşım savaşı tekrar öne çıkmaya başladı.

Afrika’da ise birkaç on yıl öncesinde emperyalizme karşı Afrika’nın birliğini savunan Nkrumah ve Fanon gibi teorisyenlerin öncülüğünde, Afrikalı liderler ortak bir mücadele inşa etmeye çalışırken özellikle Sovyetlerin likidasyonu sonucu bu hareketler de büyük bir yenilgi yaşadı. Kıta emperyalist saldırganlık altında paramparça edildi.

Elbette Nkrumah, Biko, Sankara, Lumumba’nın mücadelesine sahip çıkılıyordu ancak çok büyük bir gerileme yaşandı.

6- 2008: Kriz bir daha kapıda

Kapitalist dünyanın sosyalizm tehdidinden kurtulması sonucu yaşanan büyük dönüşüm, sermaye hareketlerinin serbest kalması ve bütün dünyanın egemenlerin oyun alanına dönüşmesi gene bir kriz doğurdu.

Bu kriz mortgage kredileri ve ardından borsanın iflasıyla patlak vermişti, balon yeniden patlıyordu. Krizin önce ekonomik ardından siyasi etkileri açığa çıkmıştı. Bu kriz, ertelenmeye çalışılmasına rağmen bugün halen derinleşerek sürüyor.

Bu süreçte, önce emperyalist merkezlerde sonrasında ise bütün dünyada halk hareketleri oluştu. Bu hareketler ideolojik olarak bulanıktı. Sosyalizmin düşen prestijinin de etkisiyle ne istediğini bilmeyen, itiraz yönü önde hareketlerdi.

Halk hareketleri bölgemize ve Afrika kıtasına 2010’da Tunus’ta giriş yaptı. Gezi Direnişini de kapsayan bu isyan dalgası Kıta Afrikası’nı da sardı.

7- İsyan dalgası bölgemizde

İsyan süreci Tunuslu Bouazizi’nin kendini yakmasıyla başlamıştı. Hemen ardından Mısır, Bahreyn, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılarak alanını genişletmişti. Yaşanan neo-liberal saldırıya karşı yaygın, sürekli ve kitlesel bir itirazdı. Diktatörler devrildi, isyanlar sürüyor.

Mısır’da Mübarek ve Mursi, Sudan’da Beşir, Tunus’ta Bin Ali, Cezayir’de Buteflika ve dahası bu öfkeden payını aldı.

8- Ve Sudan

Ülke kuruluşundan beri; öğrenci hareketi, işçi grevleri ve ulusal kurtuluş hareketlerine sahne oluyor.

Komünist Parti’nin ülke tarihinde önemli bir yeri var. 1956’daki bağımsızlığına kadar mücadelede Sudan Ulusal Kurtuluş Hareketi olarak yer almış, 1946’da ise Sudan Komünist Partisi adını almıştı.

Mısır’dan bağımsızlığını kazanan ülkede kitle hareketi gelişmiş ve karşı-devrim, bu kitle hareketine 1958’de kurulan askeri hükümetle cevap vermişti.

1964’te Hartum Üniversitesi’nde yapılan panele saldıran polis, iki öğrenciyi öldürmüş ve tepki eylemlerinde ölü sayısı artmıştı. Bu durum isyanı tetiklemiş, cunta dağılmış, sivil bir geçiş hükümeti kurulmuştu. Komünistlerin çoğunlukta olduğu bu hükümete 1969’da darbe yapıldı.

Cunta lideri Nimeyri 16 yıl boyunca ülkeyi yönetti.

1993’te Güney Sudan hareketinin öncüsü olan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu ile yapılan çatışmalar sırasında Beşir, darbeyle iktidarı aldı. O da yeşil kuşak laboratuvarından yetişenlerdendi. Gelişen son halk hareketiyle devrilene kadar ülkeyi yönetti.

Sudanlı Profesyoneller Birliği(SPA)’nın 2019’da yayınladığı bildiriye imzacı olan ve yaklaşık olarak bütün muhalefeti kapsayan Özgürlük ve Değişim Güçleri inşa edildi.

Askeri konseyle yapılan görüşmeler sonrası, bileşenleri ordu ve siviller tarafından ortak belirlenecek bir geçiş hükümeti konusunda anlaşıldı.

Hamdouk yönetiminin tavırları, ABD ve İsrail’le geliştirdiği ilişkiler ve devrimin taleplerine uygun hareket etmemesi eleştiriliyordu. Muhalefet ittifakındaki ilerici güçler ve komünistler, devrimin taleplerini yerine getirmesi için hükümete baskı yapmaya başlamıştı.

Sudan Komünist Partisi de o dönem ittifaktan çekilmiş; daha eskiden beri üyesi olduğu ulusal konsensus güçleri ve Sudan’daki Afrikalı halkların direniş örgütleri olan SLMA gibi gerilla örgütleriyle de direnişi sürekli ve sokağı hareketli kılmak için anlaşmış; ortak açıklamalar yapmıştı.

Nitekim geçtiğimiz günlerde, 21 Ekim’de yapılan eylemler çok coşkulu ve kitlesel geçiyor; devrimin taleplerinin yerine getirilmesine çağırıyordu.

25 Ekim’de ise eski yönetimin kalıntılarından oluşan askeri konsey Hamdouk’u da tutuklayıp darbe ilan etti. O günden itibaren ısrarlı ve coşkulu bir halk hareketi sürüyor. Geçiş hükümetini tamamen eleştirmesine rağmen cunta, şu an ısrarla itiraz ettikleri bir konu haline geldi. Ancak devrimin taleplerini de unutmuyorlar.

Şu anda süren direnişin sözcüsü durumunda Sudan Profesyoneller Birliği bulunurken örgütlenmesi ise ağırlıklı olarak direniş komiteleri aracılığıyla yapılıyor. En temel yöntem olarak sivil itaatsizlik ve politik grevi kullanıyorlar ama sokakların tamamını da barikatla çeviriyorlar.

Sudanlılar verdikleri şehitlerle birlikte devrimi büyütmek konusunda ısrarlarını gösteriyor.

9- SKP: Aralık devriminin talepleri için mücadeleye!

Sudan Komünist Partisi, 29 Ekim tarihli açıklamasında halk direnişini büyütmeye çağırdı:

Amacın, askeri komite tarafından engellenen Aralık devriminin hedeflerine ulaşmak olduğunu belirten SKP; siyasi tutsakların serbest bırakılmasını isterken, işkencehanelerin yeniden kurulma tehlikesine dikkat çekiyor.

Darbeye direnmek için mümkün olan en geniş cepheyi kurmak adına görüşmeler yaptığını belirten Parti; Direniş komiteleri, Yönetim Komiteleri, Talep Komiteleri, tüm kitle örgütleri, Sudan Profesyoneller Birliği ve tüm sivil güçleri bir araya gelmeye çağırdı.

Devrimci bir programın etrafında seferberlik çağrısı yapan SKP, eski yönetimin kalıntılarını tasfiye edip yargılamayı hedefleyen ve İMF’nin politikalarından uzak bir politikayı benimseyen bir hat öneriyor.

Komünist Parti bu hedeflere ulaşmak için barışçıl yürüyüşler, protesto grevleri, nöbetler de dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde kitlesel hareketi büyütmenin ve darbeyi hem yurtiçi hem de yurtdışında kuşatmanın gerektiğini belirtirken; kitlenin bu gücünü silah olarak kullanarak genel politik grev, sivil itaatsizlik ve darbeyi püskürtene kadar ayakta kalma çağrısında bulundu.

10- Çıkarılması gereken dersler

İlk olarak kitlesel hareketlerin coşkusuyla, ideolojik olarak bulanık olan halk hareketlerinin netleşmeye başladığını söyleyebilirdim. Ancak bunu ifade etmek için çok ilerleme sağlamak gerekiyor. Ama Sudan örneğinde olduğu gibi, hareketin kendi taleplerini yaratmaya başlaması ve SKP’nin etrafında tamamen kenetlenmese de birikmeye başlaması en azından tozların inmeye başladığını anlatıyor.

Ne istemediğini bilen bu halk hareketleri kendi hayali ve isteklerini örgütlemediği sürece bir miktar yönsüz kalacaktır.

Bu arada herhangi bir coğrafyadaki halk hareketini veya egemenlerin taktiklerini analiz ederken aklımızdan, hegemonyanın bir daha dağıldığı bilgisini çıkarmamamız gerekiyor. Tıpkı Birinci ve İkinci Büyük Savaşların sonrasında yaşandığı gibi…

Bir dünya savaşının daha öngünlerinde yaşarken ortaya, yönetme krizleri ve iktidar boşlukları çıkıyor. Bu durumda kendini, işçi sınıfını iktidara taşıyacak şekilde hazırlamamak; kafa karışıklığıyla hareket etmek yenilgi anlamına gelecektir.

Bazı zamanlarda ise siyasi boşluklar iki sınıfı eşit avantajlı konuma getirir. Burjuvazi ile aramızda yenişemediğimiz bu dönemler ikili iktidar dönemleridir. Avantajlı da olsak dezavantajlı da olsak, bu durumda unutmamamız gereken şey ikili iktidar durumunun geçici olduğudur. Yani bu durumu sınıfın lehine değiştirip ikili iktidar durumunu yok etmek zorundayız.

Ayrıca burjuvazinin kültürel, ideolojik, ahlaki ve örgütsel kalıntılarını da ortadan kaldırmak ve burjuvaziyi tamamen tasfiye etmek vazgeçilmez bir konudur.

Son olarak devrim avantajlı konuma geçse ve başarılı olsa dahi, ulusal sınırlarına kapandığında; içerde çürüme ve emperyalizmin saldırganlıkları tehlikeleriyle yüzleşmek durumunda kalıyor. Kendini, en başından itibaren dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi ve devrimini dünya devriminin bir parçası olarak örgütlemeyen her hareket yenilginin sınırlarında yaşayacaktır.

Bunlar tarihten ve öncüllerimizin mücadelesinden süzdüğümüz şeyler olarak, kolay olmayan ama unutulmaması ve örgütlenmesi gereken durumlar.

Evet henüz varmak istediğimiz yere örgütlenme düzeyi olarak uzağız ama kötü gittiğimiz de söylenemez. Ve süreklilik içinde kesikliklerle ilerleyen zamanın neresinde olduğumuz da güzel bir tartışma konusu.

06.11.2021

 

Kaldıraç dergisinin Kasım sayısı çıktı

Merhaba

İşçi sınıfı ve onun öncü partisi 1917’de Ekim Devrimi’yle, işçi sınıfına ve tüm insanlığa yeni bir dünyayı armağan etti. “Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel.”

Devrim 104. yılında insanlığa ışık olmaya devam ediyor.

Yaşasın devrim ve sosyalizm!

***
Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 244 / Kasım 2021
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Çözülüş ve Kürt sorunu üzerine

Saray Rejimi çözülüyor. Bu çözülüş, “iktidar” sorununu gündemin ortasına koyuyor.

İktidar sorunu, egemen sınıf içinde “Erdoğan sonrası” başlığı ile ele alınıyor. Egemenler içinde, iki yol ortaya çıkmış gibidir. Birincisi, her koşulda, tamir edilerek başkanlık sisteminin devamıdır. Bu, aslında Saray Rejimi’nin devamı için de, hiçbir şeyi değiştirmemek için de bir yoldur. Erdoğan ve Bahçeli bundan yanadır, Bahçeli daha çok, Erdoğan daha az olmak üzere. Erdoğan, kendini kurtaracak her çözüme yatkın olduğundan, belkemiği olmadan hareket etmeyi başarı saymak zorundadır. İkinci alternatif, parlamenter demokrasiye dönüştür. Onu da güçlendirmek istiyorlar. Yani, orada da bir ayar vardır. Bu alternatifi, CHP ve İYİ Parti öncülüğünde tüm burjuva muhalefet destekliyor. Bu burjuva muhalefet, aynı zamanda, “devleti kurtarmak” istiyor.

Elbette, egemen sınıf içinde bu iki seçenek arasında, farklı ara formüller arayışı da vardır. Ama bu iki ana seçenek açık ve ortadadır.

Bu tartışmalar, (a) TC devletinin çözülüşü ve (b) emperyalist paylaşım savaşımının beş emperyalist güç arasında kızıştığı bir dönemde yapılmaktadır. Saray Rejimi’ni savunanlar, “yoksa devlet elden gider, bu beka sorunudur” diyorlar, ama karşı cephede parlamenter demokrasiyi güçlendirmek isteyenler de “bu beka sorunudur, Erdoğan bir milli güvenlik sorunudur, kişiyi mi kurtaracağız yoksa devleti mi” diyorlar. İlk tarafta, devleti kurtarmak ile Erdoğan’ı kurtarmak birbirinin içine girmiş gibidir ve zaten çözülüşün önemli manzarası budur. Saray Rejimi’nde devamdan yana olanlar, “aslında Erdoğan’ı verirsek, her şeyi kaybederiz, zaten boğazımıza kadar battık, Saray Rejimi ile devam” diyorlar. Ama “parlamenter demokrasi” isteyenler de, devleti kurtarmaktan söz ediyorlar. Onların çözümünde Erdoğan feda ediliyor. Ama onlar, Erdoğan’dan hesap sormamaya razıdırlar.

Demek ki, tartışmanın odak noktası, “devleti kurtarmak”tır. Önerileri farklıdır o kadar, yoksa aynı şeyi istiyorlar. Mesela işçilere dönük saldırılar söz konusu olunca, hemen birleşiyorlar. Mesela Kürtlere karşı savaş ve “sınır ötesi operasyon” olduğunda hemen birleşiyorlar.

Saray Rejimi’ni güçlendirerek kurtarmak ve sürdürmek isteyenler, en başta efendilerini ikna etmeye çalışıyorlar. Efendi, esas “sahip”tir ve konumuz itibari ile, AB ve ABD’dir. Emperyalist efendiler, AK Parti projesinin sahipleri oldukları kadar, gerçekte, TC devletinin de gerçek sahipleridirler. Onlardan habersiz iş yapılmaz ve hiçbir “akıllı” burjuva siyasetçi, Washington’un onayı olmadan, ABD elçiliğinden geçmeden, ABD’li “think tank” kuruluşları nezdinde görücüye çıkmadan iktidar olamayacağını bilir. Mesela Mustafa Balbay’a sorun. Solcu diye geçinen Balbay, ABD’ye, biz daha iyisini yaparız, demek için çırpınmıştır. Bu, dün Erdoğan için de geçerli idi, şimdi de geçerlidir. Yoksa Biden ile görüşemeyince küsmesi normal olur muydu? Onun için, ABD’den onay almak, Saray Rejimi’nin sürmesi için çok önemlidir. Saray Rejimi, ABD’nin, paylaşım savaşımında bir tetikçisi olduğu ve öyle davranmakta başarılı olduğu sürece kalabilir. Ama artık, Erdoğan’ın bu “başarılı” hâli yoktur. Pislik ayyuka çıkmıştır ve artık inandırıcılığı kalmamıştır. Ama efendi olarak ABD’nin de bu kadar belkemiği olmayan bir tetikçi kadro bulması zordur. Onlar her istediğini yaparlar, yeter ki biraz ceplerini doldurmalarına müsaade et. Formül budur, “çalmana izin, her şeyi bana getireceksin.” Ama artık Saray Rejimi’nin bu durumu, AB’nin çıkarlarına dokunmaktadır. AB, ekonomik yapısında bir güç olduğu Türkiye’nin kendi sömürgesi olması için, siyasal alanda güçlenmek gerektiğinin farkındadır. AB, siyasal alanı kendi kontrolüne almak istiyor, ABD ise, siyasal alanı kontrol ettiği, AK Parti ile bir tetikçi örgütlenmesine dönüştürdüğü Türkiye’nin ekonomik alanını da devralmak istiyor. Dünün ve hâlen bugünün “ortaklaşa sömürgesi” Türkiye, iki cepheden birinin sömürgesi olsun isteniyor.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem isteyenler de, sürekli yan gözle dışarıya, efendilere bakmakta; hem ABD’ye hem AB’ye sıcak mesajlar vermektedirler. Özetle, “biz Erdoğan’ı aratmayız” demektedirler.

Öte yandan, Erdoğan sonrası tartışmalarını anlamak için, bir başka boyut daha var: Yağma-rant ve savaş ekonomisi ile kârlarına kâr katanlar, bu kârlardan vazgeçmek eğiliminde değildirler. Olası bir durum için var güçleri ile yağmayı artırmaktadırlar. Ama nihayetinde, onlar için, çok da fark etmez. Yeter ki çarklar işlesin.

Bu gruplar da, iktidar savaşının ortasındadırlar. Hepsi çeteleşmiştir ve hepsi, ister Erdoğan gitsin ister kalsın, parsadan en büyük payı almak istiyorlar.

İşte bu koşullar altında, Kürt sorunu yeniden gündeme gelmiştir.

Gelmemesi mümkün değildir.

Aslında ister Cumhur İttifakı olsun yani Saray Rejimi’nin devam etmesinden yana olanlar olsun, ister Millet İttifakı olsun, yani parlamenter sisteme dönmekten söz edenler olsun, Kürt meselesi konusunda, küçük ayrıntılar bir yana, aynı fikre sahiptirler. Bu bir devlet politikasıdır. Nasıl ki, Suriye savaşı, Libya savaşı vb. bir devlet politikası ise ve muhalefet buralara asker göndermek konusunda tereddüt etmez ise, Kürt meselesi konusunda da fikirleri aynıdır. Ama bugünlerde, farklı gibi görünen fikirler ortaya atılmıştır.

CHP, Kürt sorununu biz, parlamento içinde, HDP’yi muhatap alıp PKK’yi muhatap almadan ele alacağız, dedi.

Bunun üzerine, dünkü “çözüm süreci”nin aktörü olan Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur” dedi. Bahçeli, hemen ardından desteğe yetişti ve hızını alamayarak, “bölücü kebapçıların işsizlikteki payı” konusuna da girdi. Aslında konunun belki de Kürt sorunu ile âlâkası yoktur, belki de işsizlik için söylenmiştir. Bilmiyoruz. Sanırım kimse de bilmiyor, kendisi ise hiç bilmiyor. Ne ile âlâkalı olduğu anlaşılamadığından, biz buraya da bir renk olarak koyalım dedik. Zira, “Kavala Sorosçudur, Demirtaş teröristtir” sözünden önce, “bölücü kebapçılar” demiştir. Bir şifre olmadığı kesin.

Böylece, egemen sınıfın iktidar hesapları tartışılırken, Kürt sorunu da tartışma konusu olmaya başladı. Her iki taraf da Kürt oylarına oynuyor gibi görünmektedir. Ama kanımızca, mesele daha kapsamlıdır. Kürt oylarına oynamak olarak bakmak, işi hafife almak olur. Her ne kadar çözülüyor olsa da, TC devletinin taktik hamleleri olmaz diye düşünmek, düşmanı eksik tanımak olur. Kaldı ki, seçimlerin yapılıp yapılmayacağı bile belli değildir. ABD açık ve net bir tutumla, Erdoğan’ı seçime zorlamazsa, seçimin olması mümkün müdür? Sorudur ve işin zorluğunu göstermek için sorulmuştur. Onun için, her iki tarafın “Kürt oylarına oynadığı” değerlendirmesi, çok yüzeysel bir değerlendirme olur.

TC devleti, uzun bir süredir, diyelim ki masa devrildikten, Dolmabahçe görüşmeleri “suç” olarak ilan edildikten sonra, ABD emri ile (kesinlikle ABD’ye rağmen değil), Kürt hareketine karşı şiddeti artırmaya başladı. Bu “yumuşat ve vur” taktiğidir. Önce beklentileri artır, ama ardından şiddetle saldır. Ama bununla sınırlı değildir.

Suriye savaşı ve Kobanê direnişi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır.

Ortadoğu’daki gelişmeler, ABD’nin Kürt hareketini tamamen, özellikle de PKK’yi kendi kontrolüne alma ihtiyacını öne çıkarmıştı. Barzani zaten ABD çizgisindedir. Ama bu yeterli olmuyordu. Bu nedenle, ABD, PKK’yi teslim alabilmek için, TC devletine Kürtlere karşı savaşı yoğunlaştırma emrini verdi. TC devleti, büyük katliamlar eşliğinde, uyuşturucu paraları ile finanse edilen bir savaşa girdi. Katliamlar, kirli savaşı daha da boyutlandırdı. ABD, TC devletine sen saldır derken, arka planda Kürt hareketine “gel bana sığın” demekteydi. Bu politika tutmayınca, PKK yöneticilerinin bir bölümünü, kovboy tarzına uygun olarak, “wanted” listesine yazdı ve başlarına ödül koydu. Ama yine de, Kürt hareketi içinde, sadece Barzani bölgesi diyebileceğimiz Irak Kürdistanı’nda değil, Suriye Kürdistanı’nda da ve Türkiye Kürdistanı’nda da kendine epeyce bir yandaş toplamayı başardı.

Demek ki, TC’nin saldırıyı artırması, adeta bir soykırım uygulamasına meyletmesi ile ABD’nin PKK’ye “gel bana sığın” demesi, aynı politikanın uygulanmasıdır. Bu, bütünlüklü bir ABD politikasıdır. Böyle görülmelidir.

Şimdi ise, bir yandan Kürtlerin seçim iradelerini yok sayıyorlar, diğer yandan savaşı tırmandırıyorlar ve tam bu noktada, Türkiye içinde bir yeni Barzani partisinin oluşumuna çalışıyorlar. Yani, PKK onların, ABD’nin istediği çizgiye gelmeyince, bu kez Barzani partisini her parça Kürdistan’da örgütlemek istiyorlar.

Barzani partisi, HDP içinde uzlaşmacı kanadın güçlendirilmesi ile mümkün olabilir. Bunun için öyle bir kanat ayrımı yapmaya başladılar. Yanlış anlaşılmasın, biz değil, ABD’li efendiler bunu yapıyor. Bunun için HDP’nin on binlerce kadrosunu ve üyesini tutukluyorlar, belediyelere kayyum atıyorlar, Batı’da HDP binalarına açık saldırılar düzenliyorlar. Tüm bu politikalar, kendi istedikleri gibi, Barzanici bir Kürt hareketi yaratabilmek içindir. Yoksa zaten Barzaniciler vardır. Ama onların ayrı bir parti olması, bu partinin güçsüz doğmasına neden olabilir. Bu nedenle, HDP’nin ve elbette PKK’nin etkisinin kırılması gereklidir.

Bu, bir devlet politikasıdır. Bu, bir ABD politikasıdır.

Bu devlet politikası, AK Parti çözüm masasına oturduğunda CHP’nin “bu ne” diye yırtınmasını açıklar. Bugün de CHP, “ben çözerim” imalarında bulunurken, Saray’ın, Kürt sorunu yoktur, CHP terör örgütünün uzantısıdır, demesine neden olmaktadır. Bu kavga, Kürtleri, yeni yumuşatılmış sürece ikna etme girişiminin sahnesidir. Burjuva muhalefetin farklı roller üstlendiği bir süreçtir bu.

Konuyu daha yakından ele alalım, belki daha iyi anlatabiliriz.

1
Biz bunu yazdık. 1992 yılı Kürt sorununun “özgün” bir tarzda çözüldüğü yıldır. En azından bizim tespitimiz bu idi. Kaldıraçlar ortadadır, bakılabilir. Hâlâ bu düşüncedeyiz. Kürt sorunu, “ulusal sorun” olarak, özgün anlamda çözülmüştür. Kürt kimliği, uluslaşma bilincinin ana unsurudur ve bu sağlanmıştı. Evet, Kürtlerin bir devleti ortaya çıkmamıştı. Ama bu durum, tamamen meselenin özgün karakterinden dolayıdır. Dört parçalı sömürge olma durumu budur. Üstelik, hareketin ana parçası olan ve devrimci ateşi yakmış olan parça Türkiye içindedir ve TC devleti de bir sömürgedir. Yani, dört parça içinde farklı düzeyde gelişmiş bir hareketin, aynı anda zafere ulaşması, “alışılmış” görüntülerde ortaya çıkmayabilir. Öyle oldu. Kürt ulusal bilinci ortaya çıkmış olduğu hâlde, ortaya bir “ulus devlet” çıkmamıştır. Dünya konjonktürü de buna uygun değildi. SSCB’nin çözülmüş olması, bir dış etken olarak bu süreci etkilemiştir.

2
Bu “ulus devlet” olmama hâli, bir açıdan, sanki gelişmiş bilinç düzeyine denk gelen bir çözümün (devletli bir çözümün) olmaması olarak ele alınabilir. Bu açıdan bir “kayıp” diye de değerlendirilebilir. Ama kanımızca bu, meseleye çok üstünkörü bakmak olur. Bu durum, belki de, daha uzun süreli bir perspektiften, bir avantaja da çevrilebilirdi, çevrilebilir. Sosyalist bir devlet ortaya çıkmadan, ulus devlet, emperyalizm çağında, kapitalist sistem içinde sömürge olmakla sonuçlanmaktadır. Bu kader olmasa da, bir realitedir. Kaldı ki, Kürt ulusal bilinci ortaya çıktığında, Kürt köylüsü ve işçisi kadar, Kürt burjuvaları ve işbirlikçileri de harekete geçmiştir. Öyle ise, bu özgün şartlarda oluşmuş özgün çözüm, gelecek için büyük olanaklar barındıran bir durum olarak da ele alınabilir.

3
Kürt devriminin gelişim aşamasının 1992’deki evresi, SSCB’nin çözüldüğü döneme, dünyada sosyalizmin yenilgisinin yaşandığı döneme denk düşmektedir. Bu yeni dönem, anti-komünist cephenin, kendi içinde rekabete hız vermeye başlayacağı dönemdir de. Emperyalist güçler için ittifak, artık daha eskiye ait, paylaşım savaşımı ise daha geleceğe aittir. Öyle de olmuştur. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya arasında var olan çelişkiler, komünizm baskısı ortadan kalkınca ortaya çıkmaya başladı. Uzun süredir ekonomik olarak gücünü kaybetmekte olan ABD’nin hegemonyası tartışılmaya başlanmıştır. Emperyalist beşli başta olmak üzere emperyalist ülkeler arasında paylaşım savaşımı su üstüne çıkmaya başlamıştır. 1995’lere gelindiğinde, Kissinger öncülüğünde ABD’nin dünya devleti olması, imparatorluk kurması hayalleri ortaya konmaya başlamıştır. Tek dünya devleti, imparatorluk terimleri ortalıkta eşkıya misali dolaşmaktaydı.

Ekonomik zayıflıklarına rağmen askerî üstünlüğü açık ara önde olan ABD, savaş mekanizmalarını devreye sokmaya başladı. Bu yolla Almanya ve Japonya’nın toparlanmasına izin vermek istemedi. Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın iki yenik gücü olarak “askerî sanayi” alanında oldukça zorluklar içinde idi. Onların da ABD ile didişmeden, toparlanmaya ve ayağa kalkmaya ihtiyaçları vardı. Bu nedenle ABD politikalarına açıktan karşı çıkmak yerine, daha sessizce ilerlemek yolunu seçmişlerdi. Bu durum, hâlâ bir ölçüye kadar varlığını sürdürmektedir. Sadece ABD hegemonyasının çözülüşü daha açık hâl almış ve Almanya ve Japonya, daha toparlanmış durumdadır. Artık Almanya ve Japonya’nın silah üretimleri ileri derecede gelişmektedir.

Paylaşım savaşımının alanlarından biri Balkanlar idi. Yugoslavya artık ortada yoktur. Bir başka alan ise elbette Ortadoğu’dur. Hâlâ böyledir.

Ortadoğu’da gelişmiş, örgütlü bir hareket olan Kürt hareketi ile, bu güçler kendi çıkarlarına uygun tarzda ilişki kurmak isteyeceklerdir. Barzani hareketi, bu güçlerin işbirlikçisidir.

4
Kürt hareketinin bir devrimci diriliş ile atağa kalktığı yer Türkiye Kürdistanı’dır. Bu devrimci mücadele, Kürt kimliği sorununun çözümüne evrildikçe, toplumun orta tabakaları, burjuvalar diyelim, bu mücadelenin içine girmek zorunda kalmıştır. Kürt devrimi geliştikçe, iki kamp ortaya çıkmıştır, birincisi Kürt işçi ve köylüleri, ikincisi ise Kürt işbirlikçileridir. Bu Kürt işbirlikçilerinin temsilcisi Barzani hareketidir. Her toprak parçasında (dört parçada) Barzani hareketinin farklı versiyonları olabilir. Barzani hareketi dediğimiz işbirlikçi hareket, feodal ilişkilere, geri ilişkilere bağlıdır ve Kürt gericiliğinin de temsilcisidir.

Böylece ortaya iki çizgi çıkmıştır. Bunlardan devrimci çizgi de her parçada farklı şekilde yankı bulmuştur.

Barzani çizgisi, emperyalist efendiler tarafından desteklenmiştir, onların açık uzantısıdır, bugün de desteklenmektedir.

Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşımı, her emperyalist gücün, bölgede yer alma isteklerine bağlı olarak Kürt hareketinin içine giriş kapısı Barzani hareketi ya da ona benzer hareketler olmuştur. Kürtler içinde dinin kullanılması da bu çerçevenin içindedir. Hem dört parçadaki devletler ve hem de onların efendileri tarafından, Kürt hareketi içindeki her türlü gericilik, gelişmekte olan Kürt devrimine ve onun bölgedeki olası etkilerine karşı kullanılmıştır, kullanılmaktadır.

5
1992 eğer bizim dediğimiz gibi bir dönüm noktası ise, bu noktadan sonra izlenecek yol, tüm yukarıdaki şartlar altında, oldukça zorlu bir yol olarak ortaya çıkmaktadır.

Kürt devrimcileri, hareketin genişleyen tabanı içindeki liberal unsurların, burjuva unsurların talebi hâline gelen “ulus devlet, ne pahasına olursa olsun” tutumu karşısında ne yapmalı idiler? Ne pahasına olursa olsun bir ulus devlet çizgisinin, SSCB de yenilmiş iken, varacağı yer yeniden sömürge olmak olacaktır. Kaldı ki, bunun dört parçada gerçekleşmesi de ayrı bir zorluktur. Öte yandan, işbirlikçi Barzani çizgisi, kısa bir süre sonra, “buyurun size devlet” diyecek duruma getirilmişti. Ve Barzani çizginin, Kürt devleti açısından bir albenisi olmasına rağmen, rezil bir çizgi olduğunu Kürtler bizzat yaşayarak görmekteydiler.

Bu durum, nesnel olarak, Kürt devriminin önüne çıkan iki hattın ya da ikili hattın yansımasıdır. Ortadaki nesnellik, (a) sürmekte olan devrimci direniş ve (b) sürmekte olan ve bölgeyi saran paylaşım savaşımıdır. Bu nesnellikte, sonuna kadar devrimde ısrar etmek ya da “ne pahasına olursa olsun ulus devlet” çizgisini savunmak, iki ayrı hattır.

Bu koşullarda, Kürt devrimi, ya devrimci çizgisini ne pahasına olursa olsun sürdürecek ve bölge devrimlerinin bir kaldıracı olacak ya da bu çizgi geri düşecek ve “ne olursa olsun bir ulus devlet” ortaya çıkarma hedefi ile emperyalistler arasındaki paylaşım savaşının araçlarından biri hâline gelecek.

Yanlış anlaşılmasın, bir nesnellikten söz ediyoruz, kimseyi suçlamak için yazmıyoruz. Zaten, bu iki hattın, iki çizgisi ortadadır da. Barzani çizgisinin farklı versiyonlarda her bir türü, paylaşım savaşımının aracı hâline gelmek olur, öyle de olmaktadır. Bu çizgiyi eleştirmek, eğer “Kürtlere bir devleti fazla görmek” olarak ele alınacaksa, elbette bu bizim derdimizi ifade etmez. Biz devrimciler, her şart ve koşul altında, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanırız. Bu, bir “lütuf” değil, bir tutumdur. Hatta, bu konuda etkili bir devrimci güç olmamanın tüm hüznü ile söylenebilecek bir şeydir. Ancak, yine elbette ki biz, Kürt devrimci hareketi ile, ortak, eşit, özgür ve sosyalist bir gelecek kurmayı savunuruz. Ve dahası, Kürt devrimci hareketinden öğrenmeyi, her koşulda sürdürebilmeyi önemseriz. Öyle Türkiye solunun eski “abilik”, “büyüklük” taslama tutumunu, kibir olarak görürüz. Devrimciler kardeştir, her durumda ve hiçbir devrimci ilişkide abilik, ablalık yoktur. Öğrenmek, devrimin öğrencisi olmayı öğretmenliğin en iyisi olarak görenlerin başarabildiği şeydir.

Bu vesile ile ortaya koymamız gerekir ki, bölgemizde bir sosyalist devrimin olanakları görülmektedir. Bu sadece Kürt devrimi için değil, diğer bölge ülkeleri için de geçerlidir. Suriye savaşının bugünkü hâli, Lübnan, Irak, Mısır bu görüşü desteklemeye yeterlidir. Ancak, Türkiye dahil, bölgemizdeki hiçbir devrimci hareket Kürt devrimci hareketi kadar örgütlü değildir. Bu durumun, Kürt devrimini oldukça yalnız bıraktığının da farkında olmak gerekir. Acıdır, ama gerçektir. Bu nedenle, Kürt devrimci hareketinin, çok zorlu bir mücadele içinde olduğunu görmek, anlamak gerekir. “Kolay zafer yok”, gerçekten üzerinde yaşadığımız toprakların, yüzlerce yıllık sömürgeleşme tarihinin bir gerçeğidir.

6
İşte bu nesnellik içinde, bölgede süren her savaş, bölgedeki her gücün içinde bir iç savaş olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bölgedeki hemen her ülkenin, her devletin içinde bir iç savaş yaşanmakta olduğunu bilince çıkarmamızı gerektirmektedir.

TC devletinin çözülüşüne bakarken, bu iç savaşın Türkiye ayağında, işçi ve emekçilerin güçsüzlüğünü özellikle vurgulamak yerinde olacaktır. Bu, Saray Rejimi’ne, Kürtlere karşı savaşırken de, dışarıda başka ülkelere karşı operasyonlar yaparken de, Suriye topraklarında işgale girişirken de olanaklar yaratmaktadır. Türkiye’de devrimci hareket, mücadelede daha ileri olabilseydi, ki olacaktır, TC devletinin bu savaş hamleleri o kadar kolay gerçekleşmezdi. İşçi sınıfı güçsüz ve örgütsüz olsa da, bu iç savaşın muhatabıdır. Bunu bilince çıkartsın, çıkartmasın bu bir gerçektir.

Tüm bunları aklımızda tutarak, en baştaki tartışmaya dönebiliriz.

Aslında, üç önemli olay vardır:

– İlki, Oğuz Kaan Salıcı başkanlığında bir heyetin, Barzani ile görüşmeye gitmesidir. Bu görüşmede hem Barzani’ye, “biz gelirsek korkma, TC devletinin politikaları değişmeyecektir” denmiş olmalıdır hem de “biz geliyoruz” haberi verilmek istenmiştir. Bu durum, ABD’nin isteği üzerine yapılmış olmalıdır. Ama doğrusu, “biz geliyoruz”un henüz garantisi olmadığının bilincinde olmak gerekir. Öyle ise, gelenler, Kürt politikası konusunda bir değişiklik yapmayacaklardır. Makyajlama hariç.

– İkinci gelişme; Erdoğan’ın, Kürt sorunu yoktur, Kılıçdaroğlu’nun, bu sorunun çözüm yeri meclistir HDP muhataptır, İmralı ve Kandil değildir, demesidir.

Hem Erdoğan’ın açıklamalarını hem de Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını (isterseniz İmamoğlu’nun Diyarbakır ziyaretini de ekleyin), aynı yerde değerlendirmek gerekir. Tüm burjuva partiler, aynı anda, Kürt sorunu vardır ve çözülmelidir demezler. Bu durum, onların taktiklerini uygulamada bir sorun oluşturur. Biri vardır derken, öbürü yoktur der ve çözeceğim diyen, oyalamak için, muhataplarına, “hayır” diyenleri nasıl ikna edeceğini sorar. Bu yolla tavizler koparılır.

Bunca görüşmeye rağmen, Kürt hareketinin 1992 yılı baz alındığında, o zaman mücadele ile kopararak elde ettiği hakların üzerine hiçbir şey “verilmemiştir.” TC devleti, masada, sürekli bu elde edilen hakları budamıştır. İnsanların zaten Kürtçe konuştuğu bir yerde, Kürtçe konuşmayı, her dönem mahkeme konusu yapmıştır. Kürtçe şarkı hem yasal hem yasadışıdır. Kürtçe TV kanalı vardır ama Kürtçe konuşmak mahkeme konusudur. Bunlar sadece birkaç örnektir. Demek ki, elde edilen hakların tümü, mücadele ile, bilfiil alınmıştır ve zaten mücadele tarihiyle de uyumludur.

Bugün de TC devleti, Kürt hareketi içinde, şu ya da bu ölçüde Barzani tarzı bir hareket örgütlemek istemektedir. Bu, aynı zamanda bir taktik olarak gerillayı yalnız bırakma stratejisidir ve ABD onaylıdır. Bunu söylerken, onların bu taktiğinin başarılı olacağından asla söz etmiyoruz. Tersine, bunun da boşa çıkarılacağını düşünüyoruz. Kürt devrimci hareketinin deneyimi, bu taktikleri kavramak konusunda yeterlidir, belki Türkiye solunun bu taktikleri anlaması zordur ve Kürt devrimcilerinin bunların ruhunu bildikleri konusunda Türkiye solunun bakışı sorunludur.

– Üçüncü nokta ise, anayasa tartışmasıdır. Ortada, egemen sınıf açısından da bir anayasa sorunu vardır. Zira, savaş ve Saray Rejimi, burjuvazinin anayasayı rafa kaldırdığını göstermektedir. Saray Rejimi, bir olağanüstü örgütlenme olarak, iktidardakileri yasaların üstüne çekmiştir. Bu, devlet denilen çarkın tüm dişlilerinin de açığa çıkması demektir. Bu, dikkat edilsin, bir tek adam yönetimi değildir, olağanüstü örgütlenmedir ve adı Saray Rejimi’dir.

Hem Saray Rejimi’nin devamından söz edenler hem parlamenter demokrasiye güçlü dönüşten söz edenler, bir anayasa tartışmasının içinde olmak zorundadırlar.

Aslında anayasa tartışmalarının ardındaki gerçek budur. Bu tartışma içine liberaller, “eşit yurttaşlık” ile girmektedir ve bu durum Kürtlerin de, tüm halkların da ilgisini çekmektedir. TÜSİAD, “eşit yurttaşlık”tan söz ederken, ilgi ile dinlememek mümkün mü? Öyle ya, “eşit yurttaşlık”, halklar hapishanesi olan bu topraklarda bir “nefes” alma anlamına gelebilir mi umudu vardır.

Tam da bu noktada, meselelere sınıfsal perspektifle bakmak gerektiğini bir kere daha açıklamak gerekir.

Birincisi, yeni bir anayasa, devrimci bir anayasa olmalıdır ve bunun tek yolu, işçi ve emekçilerin iktidarı almasıdır. Bu, aynı zamanda tüm bölgeyi etkileyecek bir sosyalist devrim dalgası anlamına da gelmektedir. Bunun nesnel olanakları vardır.

Bu olmaksızın, burada anlamlı bir “yeni anayasa”, ancak, olağanüstü hâlden olağan hâle dönmek anlamına gelebilir. En ileri hâl bu olabilir. Bunun nesnel koşulları da yoktur. Egemen sınıf, yağma, rant ve savaş ekonomisinden vazgeçmeyecek, emperyalist efendiler arasında paylaşım savaşımı tüm hızı ile artarak sürecektir.

İkincisi, “eşit yurttaşlık” eksik bir kavramdır. Hoştur ve hoş olduğu kadar boştur. Derler ki, “boş şeyler hoş görünürler.” Buna uymaktadır.

Bugün kâğıt üzerinde kadın-erkek eşitliğini ele alalım. Burjuva hukukçular hep övünürler, İsviçre’den gelmiş olan medeni hukuk onların medarıiftiharıdır. İyi ama, siz gerçekten kadın ile erkeğin eşit olduğunu gördünüz mü? TÜSİAD içinde kadın-erkek eşit olabilir. Ama toplumda, halk içinde bu geçerli değildir. Bir hakim, mahkeme salonunda kadın avukatın etek boyunu ölçmeye kalktığı zaman, aslında “eşitlik” meselesi hakkında iyi bir örnek ortaya koymuş olur. TÜSİAD, işte o zaman ortaya çıkmalı idi.

Peki, ya bir işçi ile kapitalist eşit midir? Yasalar karşısında patronlar birbirine göre az da olsa eşit olabilir. Bu nedenle, buna burjuva “demokrasisi” denir. Ama her “demokrasi” bir diktatörlüktür ve işçiler asla kapitalistlerle eşit değildirler. Kâğıt üzerindeki eşitlik, olağan dönemlerde, bazı noktalarda var olabilir, ama asla olağan dönemlerde bile böylesi bir eşitlik yoktur.

Demek oluyor ki, bugün kullanılan biçimi ile “eşit yurttaşlık”, ancak farklı halkların “anayasal hakları” anlamına gelmektedir. Kürt kimliğinin yasal olarak tanınması, Kürtlerle birlikte tüm halkların kimliklerinin tanınması anlamına gelir. Bunun anayasaya girmesinden söz edilebilir. Kâğıt üstünde de olsa, bunun önemli olduğunu söylemek mümkün. Bir kazanım olur ve herkes için bir kazanım olur. Ama bu “eşit yurttaşlık” olmaz. Eşit yurttaşlık, ancak ve ancak, özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı koşullarda olabilir.

Anayasa talebi, bugün üç kesim tarafından dile getiriliyor. İkisi devlet tarafıdır, Erdoğan-Bahçeli ve ikincisi CHP ve İYİ Parti. Hepsi, kendince devleti kurtarmaktan söz etmektedir. Saray Rejimi, hiçbir zaman anayasaya uymak gibi bir derde sahip olmamıştır. CHP ve İYİ Parti ise, devleti kurtarmak adına, parlamenter sisteme geri dönüş anayasası yapmak istemektedir. Bu anayasa, kuşku olmasın ki, güdük bir anayasa olur, o da olursa.

Yeni anayasa talebinin üçüncüsü, daha çok HDP’den gelmektedir. Bu anayasa talebi, bir yandan, halkın, işçi ve emekçilerin taleplerine de açıktır. Böylesi bir anayasanın bir “reform” olacağı açıktır. Ama bu anayasanın, devrimci mücadelenin yükselişi dışında bir olanağı görünmüyor. Yani, halkların, işçi ve emekçilerin ihtiyaç duyacağı şey, bir devrim anayasası olabilir.

Devleti ayakta tutmak, sistemi “restore” etmek ile devrim, iki ayrı çizgi olarak ortaya çıkmıştır. Devleti restore etmek, aslında olağanüstü olandan “olağan”a dönmek isteğidir. Bu bir “reform” değildir. Bu bir restorasyondur. Reform, daha çok, devrimin gelişiminin ürünü, yan ürünü olarak, devrimi bir yerde durdurabilmek için ortaya çıkar. Bugün ise TC devleti, içeride ve dışarıda savaş üzerine durmakta, savaşa dayanmaktadır. İç savaşın devlet cephesi açık ve nettir. İster yangınları ele alın ister selleri, ister Kürt halkının taleplerini ele alın ister işçi taleplerini, ister kadın haklarını ele alın ister öğrencilerin sıradan hak taleplerini, hepsinin karşısına devlet, bir savaş aygıtı olarak dikilmektedir. Devlet cephesinin iç savaş idrakı içinde olduğu açıktır. İşçi ve emekçiler, Kürt halkı gibi, bu savaşın karşı cephesinde net bir duruşa sahip değildirler.

Bize denmektedir ki, sosyalist devrim “uzak bir ihtimaldir.” Şöyle sürdürüyorlar, “olması gereken o, ama şimdilik çok uzak.”

Bu sözlere şöyle yanıt vermek isteriz: Teorik olarak bile, “uzak” olanın bazan çok yakın, “yakın” olanın ise bazan çok uzak olduğu biliniyor. Evet, işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Evet, devrimci hareketin alması gereken uzun bir yol vardır. Ama sosyalist devrim, diğer tüm alternatiflerden çok daha gerçekçi, çok daha yakındır. Hele ki, bölgemizin devrimci güçlerinin ortak mücadele bilinci gelişmeye görsün.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...