Ana Sayfa Blog Sayfa 75

Saray Rejimi ve sınıf savaşımı üzerine saptamalar

İçinden geçtiğimiz koşullar, çok farklı düşünceleri besleyen, umudu ve umutsuzluğu aynı anda artıran, gerçekliğin silikleştiği ama aynı anda gerçekliğin çıplak olarak ortaya çıkmaya başladığı, her tür düşünce ve görüş için oldukça zengin verilerin ortaya çıktığı koşullar gibidir.

Denir ki, “doğada her düşünceyi destekleyecek yeterince veri bulunabilir.” Gerçekten de öyledir. İsterseniz “dünya öküzün boynuzları üzerindedir” deyin, bunun için de yeterince veri bulunabilir. İsterseniz “bu ülkede devrim olmaz, bu halktan adam olmaz” deyin, bunun için de yeterince veri bulabilirsiniz.

“Doğada her düşünceyi destekleyecek yeterince veri bulunabilir,” evet bu mümkündür, bu nedenle “mesele bakış açısındadır.”

Bu aynı zamanda bilimsel bir gerçeği ifade eder, bilim verileri yan yana koyma ile sınırlı bir faaliyet değildir. Öyle olmuş olsa, gerçekliği, hareketin, dışımızdaki gerçeğin değişimini vb. anlamamız mümkün olmazdı. Elbette veriler önemli, ama bir de o verilere, kim, hangi açıdan bakıyor, bu da önemli.

Bugünkü siyasal mücadeleye bakarak, kimisi gelişmekte olan bir devrimi görür, bunun için veriler elde eder ve sunar, kimisi ise güçlenmekte olan Saray Rejimi görür ve bunun için veriler sunar. Kimisi, bugün sürmekte olan direnişlere bakar ve “bu direnişlerden bir sonuç çıkmaz” der, evinde oturmaya karar verir, kendini rahat ve korunaklı sandığı dünyasına kapatır, kimisi ise bu direnişlere destek olmak için hareket eder, örgütlenir ve bir damla da o katkıda bulunmak ister, rahatını bozar, risk alır ve insanlaşmaya doğru adım atar.

Bu her dönem böyledir. Her dönem, farklı görüşler için veri bulunabilir. Ama bizim vurgumuza göre, bu dönem bu konuda daha zengin veriler veriyor. Umut ve umutsuzluğun aynı anda beslenebileceği durumdan söz etmek, tam da budur.

İşte bu nedenle, içinden geçilen sürece ilişkin bazı saptamaları gerekli buluyoruz. Bu hem kendimiz için gereklidir hem de dostlarımız için.

1

Sınıf savaşımı daha fazla yüzeye çıkmaktadır. Bunu özellikle vurguluyoruz, çünkü gelişmektedir dersek yeterince net olmaz. Geçmiş 30 yılı aşkın süredir, dünya çapında sınıf savaşımını “görünmez” kılan gündemler nedeniyle, sanki sınıf savaşımı sürmüyor algısı yaygınlaşmıştı. Aslında Marksistler için sır değildir. Bazan sınıf savaşımı güncel yaşamın içinde çok da öne çıkmaz. Böylesi dönemler hep vardır. Ama köstebek, yer altında kazmaya devam eder. İşçi sınıfının ve kapitalistlerin arasındaki çatışma hep sürer. Bunu bilmek ile, içinden geçilen dönemlerde, bunu anlamak aynı şey değil.

Bizde ve tüm dünyada, kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin geri düştüğü, daha doğru bir terimle “görünürlüğünün azaldığı” bir dönem, artık geride kalmıştır. Üstelik bu süreç yeni de değildir. 2008 krizi ile başlayan bir süreç olarak ele alınabilir. Ama bunun, örneğin Yunanistan’a yansıması farklıdır, zaman ve karakter olarak, Sudan’a yansıması farklıdır, Kolombiya’ya yansıması farklıdır, Kürdistan’a yansıması farklıdır, Fransa’ya yansıması farklıdır, Türkiye’ye yansıması farklıdır. Ama sürecin tümüne bakıldığında bu süreç, sınıf savaşımının yeniden su üstüne çıkmaya başladığının açık göstergesidir.

Biliniyor, canlı bir organizmadaki, mesela insan vücudundaki bir gelişimin, değişimin, kendini dışa vurma biçimleri, aynı olmaz. Bu, toplumsal mücadelede de böyledir. Sınıf savaşımının yüzeye çıkması, her toplumda aynı biçimleri almaz.

Dahası bu görünüş biçimleri, farklı eğilim ve süreçleri de ifade edebilirler. Öyle ya, nihayetinde bu sınıf savaşımıdır ve karşılıklı iki sınıfın çatışmasını ifade etmektedir. Her toplumda burjuva devlet, kısaca egemen, bu gelişen ve yüzeye çıkmaya başlayan sınıf savaşımına farklı tepkiler geliştirir. Aynı şekilde, işçi sınıfı ve onun geniş müttefikleri de bu süreçlere, her toplumdaki sınıf mücadelesi tarihi ve kendi öznel durumları çerçevesinde yaklaşırlar.

Yüzeye çıkmaya başlayan sınıf savaşımı, farklı güçleri, kendi konumları ve o toplumdaki mücadele tarihi çerçevesi içinde, farklı etkiler. Buna gelişen toplumsal devrim dersek, toplumsal devrimden herkes, aynı biçimde öğrenmez. Zira her öğrenme süreci, bir pratik müdahale, bir eylemsel tutum almak da demektir.

Devrim, yani büyük öğretmen, herkesi aynı biçimde eğitmiyor, kendisine daha fazla şey öğretene daha fazla şey öğretiyor.

Sınıf savaşımının yüzeye çıkması, daha fazla yüzeye çıkması ya da gelişmesi ve aynı anlama gelmek üzere sertleşmesi, bizim ülkemizde de yaşanmaktadır.

Bu gelişim, ülkemizde direnişlerde gözle görülür hâldedir. Elbette, görmek istemeyen gözden daha körü yoktur.

Eğer sınıf savaşımının gelişimini, “devrimin otomatik olması” olarak algılarsanız, böyle bir şey hiç olmayacağı için, gelişimi-değişimi kavramanız da mümkün olmaz. Birçok kişi, izninizle bunlara, bizim cepheye yakın “gözlemci dostlar” diyelim (demek oluyor ki, bunları okur yazar takımından -OYT- ayırıyoruz), gelişen bir eyleme baktıklarında, ilk değerlendirmeleri “bundan devrim olmaz” oluyor. Bizim “gözlemci dostlar”ımız, zafere hasretler, devrimin zaferini çok özlüyorlar. Ama bunun için eylemli olmadıkları için, eylemlerini sınırladıkları için, mesela sadece 1 Mayıs alanlarına gitmekle yetindikleri için, gelişimi kavramakta, özetle öğrenmekte de eksik kalıyorlar. Öğrenmek, eylemli bir süreçtir ve birçok hâlde öğrenmek, emek istediği kadar cesaret de ister. Bugün, bizim ülkemizde sınıf savaşımından, devrimden öğrenmek, cesaret istiyor. Cesaret, gerçeği kabul etmek anlamına da geliyor. İşin zorluğunu gören “gözlemci dostlar”ımız, saf tutmak yerine, gerçeğe gözlerini kapatmayı yeğliyorlar. Dahası, kendileri gerçeği böyle gördükleri için, bize de “hayalperest” diyorlar. Diyorlar ki, siz her şeyden bir olumluluk çıkartıyorsunuz, eylemleri, direnişleri abartıyorsunuz.

“Kâğıdımız çaput bizim,
kefenimiz bulut bizim
mesleğimiz umut bizim
kılanlara selâm olsun”

İşte bizim bu tutumumuzu, abartılı buluyorlar. Bu sözler, onlara şarkı sözü olarak güzel geliyor. Sınıf mücadelesinin gelişimi, onları henüz ikna etmiş değil. Henüz, kendilerini riske atacak bir tutum almak istemiyorlar. Henüz kendileri eylemli bir sürece dalmıyorlar. Bu elbette “etik” bir sorundur da. Eylemli adamın etik değerleri olur. Taşın etik değeri olmaz. Eylemli adam olmayınca, “gözlemci” olmakla yetiniyorlar. Ve sonunda her kaybedilen çatışmadan sonra, “ben demiştim, böyle devrim olmaz” diyorlar. Hem devrimi özlemek hem de bunun için saf tutmamak, aslında ahlâkî açıdan bir bozulma demektir.

2

Egemenler, gelişen sınıf savaşımını, birçok sol çevreden, gruptan, partiden daha net görüyor. Bu nedenle, Gezi sendromu ile yaşıyorlar.

Egemenlerde bir Gezi sendromu vardır. Tedavisi de yoktur. Onları bu sendromdan kurtaracak tek güç işçi sınıfı, tek eylem devrimdir. Devrimin zaferi, onların egemenliğini yerle bir edene kadar, bu sendrom, onlarda hep var olacaktır.

Kendiliğinden bir eylem olan Gezi Direnişi, egemenler içinde derin yaralar açmıştır. Egemenler korkmuştur. Saray Rejimi, tek başına bu Gezi Direnişi’ne, gelişen sınıf mücadelesine bir yanıt değilse de, aynı zamanda buna bir yanıttır.

Son Gezi Davası kararı, sadece bir tiyatro değildir. Aynı zamanda usul açısından bu tiyatro, bir karşı-devrim saldırısıdır. Burada ceza alanlar, egemenin hedefleri açısından bir anlam ifade eder. Egemen, Kavala ile, hem ABD adına birilerine mesaj veriyor hem de kendi adına, “iş dünyasına” mesaj veriyor. Ama esas mesaj, “tarafsız” durma eğilimini bir marifet olarak sunan OYT’yedir. OYT, sınıf savaşımının gelişimi içinde, egemenden yana, Saray Rejimi’nden yana tavır almakta eskisi kadar kararlı değildir. Saray Rejimi’nin ve düzenin çürümesi, onları da etkilemektedir. Bu etkiyi ortadan kaldırmak ve onları korku ile Saray Rejimi’nin destekçileri hâline getirmek istiyorlar. OYT’nin, işçi sınıfından, gelişen direnişlerden, gençlik ve kadın direnişlerinden yana tutum almasını, OYT içinde bir çözülmeyi önlemek istiyorlar.

Burjuva devlet, Saray Rejimi, riskli hamleler yapmaktadır. Gezi Davası kararı, o akşam, adalet sarayının işgaline dönüşmüş olsa idi, ki bunu esas olarak önleyen devlet adına CHP ve liberal soldur, süreç bambaşka bir sürece dönüşebilirdi.

Egemen, bir iç savaş hukuku uygulamaktadır.

Oysa, davada ceza alanlar, devleti tanımaktan, Saray Rejimi’ni kavramaktan uzaktırlar. Seçilmiş simgesel isimlerdir ve Mücella Abla hariç, birçoğunun Gezi Direnişi ile ilişkileri oldukça zayıftır.

Açıklamalar, “cumhuriyeti savunuyoruz” şeklindedir. Ki, bu Gezi Direnişi’ni de doğru anlamaktan uzak bir yaklaşımdır. Hiçbir yasanın anlam ifade etmediği, anayasanın rafta olduğu, parlamentonun işlevsiz olduğu, halkın kendi yasalarını yapma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunduğu, doğanın akıl almaz yağmasının hâlen yaşandığı, devlet çarkının yeniden organize edildiği, savaş ekonomisinin devrede olduğu, ABD adına açık bir tetikçilik yapıldığı, her hak arama eylemine azgınca saldırıların ortaya konduğu bugün, “cumhuriyeti savunuyoruz”, halka, işçi ve emekçilere, kitlelere mesaj değildir, egemene mesajdır. İç savaş hukukunun egemen olduğu bir ortamda, egemene karşı, açık ve net cephe almak dışında bir mücadele yolu yoktur. Elbette, herkes, kendi gücü kadarını yapacak. Kimseye “gel en öne geç” demiyoruz. Onu biz yaparız. Ama herkesin, yanılgılara yol vermeden, net tutum alması önemlidir. Mademki Gezi Direnişi’ni yargılamak isteyenler sizleri simge isimler olarak seçmiştir, en azından Keşanlı Ali destanındaki kadar, “ününüze uygun davranmak” bir borçtur.

3

Saray Rejimi’ni doğru kavramak gerekir. Egemen sınıfın en gelişmiş siyasal örgütü devlettir. Devlet, her türlü başkaldırıyı, isyanı, egemen adına bastırmakla görevlidir. Bunu sadece baskı ve şiddetle yapmaz. Dünyanın hiçbir yerinde yapmaz. Aynı zamanda, korkuları, kör inançları, dini, milliyetçiliği, yalanı devreye sokar. Saray Rejimi için yaşamak, karanlığı egemen kılmakla mümkündür. Saray Rejimi, güneşi, gün ışığını, gerçekliği sevmez, sevemez. Devletin eski hâlini Saray Rejimi’nin karşısında savunmak, devrimcilerin işi değildir. Yağmaya, ranta ve savaş ekonomisine karşı savaşmak, dünü, öncesini, mesela Ecevit dönemini, mesela 61 Anayasası’nı savunmakla mümkün değildir. Zaten, bugüne oradan gelinmiştir. O günler de egemenin devletidir. O günlere razı olmak, aslında Saray Rejimi’ni olduğu kadar, devlet denilen şeyi de anlamamaktır.

Bu iş Kılıçdaroğlu’nun, Akşener’in işidir. Onlar zaten “devletin olağan” hâle dönmesini savunuyorlar. Bu devrimcilerin, bu solcuların, bu işçi ve emekçilerin işi değildir, dahası işçi sınıfının çıkarına da uygun değildir.

Saray Rejimi’ni oluşturan egemenlerdir. Erdoğan değildir. Emperyalist efendileri de içinde, tüm egemenlerdir.

Bugün, Saray Rejimi çözülmektedir. Bunun üç ana nedeni vardır: Kürt devriminin direnişi, Gezi Direnişi ile sınıf savaşımının yükselmeye başlaması ve emperyalist efendiler, NATO güçleri arasındaki paylaşım savaşımı. Saray Rejimi’nin oluşumunu gündeme getiren bu süreçler, hâlâ işlemektedir ve bugün Saray Rejimi çözülmektedir. Egemenler, bu olağanüstü devleti, Saray Rejimi’ni sürdürmek, güçlendirmek istiyorlar. Bu oluşumun içinde tüm burjuva partiler vardır. MHP’nin açık desteği kadar, CHP’nin desteği ortadadır. Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin kaybolmakta olan toplumsal desteğini yedeklemek, kitlelerin devlete karşı mücadeleye geçmesini önlemek için devrededir. Parlamenter demokrasi vb. ile ortaya konulan program, tam da budur.

7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan durum, tüm burjuva partilerin, bu arada CHP’nin desteği ile, 1 Kasım seçimlerine taşınmıştır.

Bugün, Saray, benzer bir süreci devreye sokmuştur. Artan halk tepkisini bastırmak, engellemek, kontrol altında tutmak için CHP ve burjuva muhalefet eli ile yürütülen “seçime kadar bekle” kampanyası, sistemi ayakta tutmak amacına dönüktür.

Bugün, Saray Rejimi yeni saldırılar devreye sokacaktır.

Bu saldırılar, 7 Haziran-1 Kasım sürecinin aynısı olmayacaktır.

Gezi Davası kararları bunun açık göstergesidir. CHP, açık olarak bu kararlara aktif bir tutumla karşı çıksaydı, sadece sözle yetinmeseydi, Kaftancıoğlu kararları ortaya çıkmazdı. Arkası gelecektir. Kılıçdaroğlu’nun “Canan, Canan” diye sözde savunması, komiktir. CHP tabanını tutmaya dönüktür. Görevi de budur.

Neymiş, Bursa mitingini İstanbul’a almıştır. Bunun anlamı açıktır. Bir, CHP, Bursa’yı, daha az etkili olsun diye seçmiştir. Şimdi, Kaftancıoğlu kararı ortaya çıkınca, mitingi İstanbul’a almak, bu hesabın itirafıdır. İki, mitingleri, kitlelerin gazını almak için yapmakta olduklarının da açık göstergesidir. Zavallılıktır bu. Kılıçdaroğlu kızmış ve mitingi İstanbul’a almıştır. Bakın siz şu işe! Bursa mitingi artık gaz alamaz, İstanbul’da da miting lazımdır. Yoksa İstanbul mitingi, kitlelerin denetimden çıkmasına yol açabilirdi. Hesap açıktır. Mersin mitingi de böyleydi.

Saray Rejimi’ni göndermek için “seçim beklemek”, süreci, yaşananları örtme girişimidir. Yargıyı bir silah olarak kullandıkları açıktır. Bunu biliyorlar. Buna rağmen, “seçimlerin” yasalar içinde yapılacağı masalını anlatıyorlar. Böylece, devrimci işçi hareketinin önünü kesmeye çalışıyorlar, direnişlerin önünü kesmeye çalışıyorlar.

Kılıçdaroğlu, her saldırıdan sonra, Erdoğan’a sözler söylemeyi yeterli sayıyor ve bununla kitleleri tutmaya çalışıyor. Oysa o da biliyor, yarın Ankara’da Gezi Davası’nda benzer kararlar çıkacak ve bu kez daha etkili bir saldırı olarak devreye sokulacak, yarın başkalarını da yasaklı ilan edecekler. İmamoğlu sisteme bağlılığını ne kadar ilan ederse etsin, yarın onu da yasaklı ilan edecekler. Böylece, tüm kavga, sanki burjuva muhalefet ile Saray arasında oluyor izlenimini verecekler. Bu yolla sınıf savaşımını, gerçek mücadele alanını gölgede bırakmak istiyorlar. Tüm bu çabalar, işçi ve emekçilerin gelişen direnişini rotasından, devrimden, sisteme karşı savaştan çıkartmak içindir.

Oysa durum böyle değildir. Saray Rejimi, açık bir iç savaş yürütmektedir. Dışarıdaki savaş politikaları, içeride de bir iç savaş olarak gündemdedir. Bu konuda, emperyalist efendilerinden de onay almışlardır.

4

Sol hareket, sağa kaymaktadır.

Sol hareket, artan saldırılara karşı sisteme açıktan cephe almak, işçi ve emekçilerin mücadelesine devrimci anlamda öncülük etmek yerine, laiklik, cumhuriyet gibi şeylere sarılmaktadır. Hiçbir zaman halkla bir bağı olmamış olan cumhuriyet, hiçbir zaman var olmamış olan laiklik üzerinden bir muhalefet, devlete sığınmaya döner, sağa kayıştır.

TC devleti, her zaman halklara, işçi ve emekçilere düşman olmuştur. Katliamlar tarihine bakmak yeterlidir. Dini azgınca kullanan Saray Rejimi’nden önce, Sivas’ta aydınları yakan, aynı devlettir. Çorum ve Maraş katliamlarında ortaya konan pratik devletin pratiğidir. Bugün Kürt halkı başta olmak üzere, tüm halklara karşı açık bir savaş yürüten devlet, dün Ermeni, Pontus, Süryani katliamlarını gerçekleştiren devletin kendisidir. Bugün her hak arama eyleminin karşısına polisi, yargısı, askeri, medyası ile dikilen devlet, 1920’lerde de Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkartan devlettir, 1950’lerde komünist avına çıkan devlettir. Bugün Suriye’de işgalci olan devlet, dün Kore’ye asker gönderen, Kıbrıs’ta işgalci olan devletle aynı devlettir.

NATO mekanizmasını doğru anlamadan, TC devletini anlamak mümkün değildir. Bugün, dünyanın her yerinde Neonazileri besleyen NATO’dur ve bunun Türkiye’de paramiliter güçleri organize etmesi şaşırtıcı değildir. Dün kontrgerilla, Özel Harp Dairesi gibi organizasyonları yaratan NATO, bugün SADAT vb. güçleri yaratmaktadır. Bunu anlamak için Sedat Paker’in açıklamalar yapmasına gerek yoktur.

İşte bunları es geçerek, sanki ortada böylesi bir tarih yokmuş gibi, laiklik, demokrasi ve cumhuriyet vurgularına sarılmak, ülkemiz solunun işi değildir, olamaz.

Bu durum, solun sağa kayışıdır.

Sol hareket, bu yolla kendini inkâr etmektedir. Ne Suphi’nin, ne Çayan’ın, ne Deniz’in, ne Kaypakkaya’nın yolu bu değildir.

Sol, kendini CHP kuyruğuna kilitleme işini, Ecevit döneminde de yapmıştır.

Bugün, CHP kuyruğuna takılmak, bin kat daha olumsuz, bin kat daha savrulmak demektir. Bugün CHP, tam bir sağ partidir, düzenin partisidir ve dünün sağ partilerinden de farkı yoktur. Sağ, giderek Neonazi çizgisine yerleştikçe, CHP, daha da sağa, sol da CHP’nin içine kaymaktadır.

1 Mayıs 2022 bunun en somut kanıtıdır. Solun sağa kayışı, kitlelerde tam bir ruhsuzluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, kitlelerin umudunun kırılmasının da yoludur.

Bu sürece, sendikalar da dâhildir. Sadece Türk-İş, sadece Hak-İş değil, KESK ve DİSK de bu sürecin içindedir. DİSK açık olarak CHP çizgisine yatmış durumdadır. Devrimci hareketi, 1 Mayıs organizasyonunun dışında bırakma tehditleri, bu sağa kayışın ne denli cesaret bulmaya başladığının da göstergesidir.

5

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır. Saray Rejimi, egemenler, bu ekonomik düzeni sürdürmek için kararlıdır.

Bu, doğanın yağmalanması demektir. Bu, insanın tüketilmesi demektir. Bu, büyük kirlenmedir. Bu, aklın kirlenmesidir.

Kriz, her geçen gün daha da derinleşecektir. Bunun faturasını işçiler, milyonlar ödemektedir. Kriz, yoksullaşma, açlık, işsizlik demektir.

Bunu yapabilmek için, bunu sürdürebilmek için daha şiddetle saldırmak zorundadırlar. Bu saldırılar, gerçekte, işçi ve emekçiler ne kadar örgütsüz ise o kadar ve o süre boyunca sonuç verecektir.

Bu geçici bir saldırı değildir.

Ne yağma-rant ve savaş ekonomisi geçicidir ne de bunun gerektirdiği şiddet ve baskı.

Burjuva muhalefetin ekonomik reçeteleri, Saray Rejimi’nin ekonomik reçetelerinden farklı değildir. Uluslararası sermayenin ve onların yerli ortakları tekellerin çıkarları bunu gerektirmektedir. Ekonomik sistem, bir bütün olarak, işçi ve emekçileri köleleştirmek dışında yol bulamamaktadır. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin her direnişine azgınca saldırmaktadırlar. Buna rağmen, işçi ve emekçilerin direnişi durmamaktadır. En olmadık durumda, direniş kendine bir yol bulmaktadır, bulacaktır.

İşçi sınıfının satılmış sendikalar ile buna karşılık vermesi olanaklı değildir. İşçi sınıfı, her işyerinde örgütlenmek zorundadır. İşçi sınıfı sendikalarını geri almak için mücadele etmek zorundadır. İşçi sınıfı siyasal alanda örgütlenmek zorundadır. Bir bütün olarak işçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır. Başka yolla, yaşamak mümkün değildir.

Saray Rejimi, açık olarak, her adımında, burjuvaziden, tekellerden, uluslararası sermayeden yana adımlar atmaktadır. Başkasını beklemek mümkün değildir. Devletin bu yönünü, onun egemenlerin devleti olduğu gerçeğini açık olarak hissetmek mümkündür. Buna gözünü kapayarak, direniş ve muhalefet yapılamaz.

6

Tüm bunlara rağmen, sınıf savaşımı daha görünür hâle gelmektedir ve bu süreç önlenemez. İşçi ve emekçilerin direnişleri daha da gelişecektir.

Mesele, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişinin CHP çizgisine, burjuva muhalefet çizgisine razı olmamasıdır.

Bunu önlemek devrimci görevdir. Bugün, devrimci hareketin asıl üzerinde durması gereken şey budur.

Bunun yolu açıktır.

İlk olarak, direnişleri geliştirmek, yaymak ve daha örgütlü hâle getirmek gerekir. Bunun olanakları vardır. Gelişmekte olan direnişler, farklı yollarla, daha çok yerel olmak üzere bir yol almaktadır. Bunu doğru anlamak gerekir. En küçük bir direnişi desteklemek, geliştirmek bir görevdir. Bilmek gerekir ki, işçiler kendi deneyimlerinden öğrenecektir.

İkincisi, bu elbette yeterli değildir. Her direniş, daha örgütlü hâl almalıdır. Bunun yolu, işçi sınıfı içinde, direnişçilerin içinde devrimci örgütlenmeyi geliştirmekten geçmektedir. Bunun sabırlı, çetin, zorlu bir süreç olacağı açıktır. Hiçbir ülkede devrim, kolay bir iş olarak ele alınamaz. Bunu bilince çıkartmak gerekir. Direnişlerin, direnişin içinde yer alanların bilincinde bir açıklık yaratacağı kesindir. Sabırla, sürekli, devrimci rotayı anlatmak, gelişmeler karşısında yılgınlığa düşmeden mücadele etmek gereklidir. Zaten örgütlü olmak bu değil midir?

Üçüncüsü, tüm direnişçiler, tüm devrimciler, işçiler, kadınlar ve gençler, Birleşik Emek Cephesi perspektifinde bir araya gelmelidir. Birleşik Emek Cephesi (BEC), hiçbir hareketin, hiçbir grubun kendi gelişim çizgisini inkâr etmez. BEC, daha uzun süreli bir mücadele perspektifini hayata geçirmek, gelişmeler karşısında “ortak eylem” çizgisini sürekli kılmak, mücadele arkadaşlığını geliştirmek için şarttır.

Biliyoruz ki, sınıf savaşımı daha da sertleşecektir. Bu açık olmalıdır. Her geçen gün mücadele daha da sertleşecektir. Egemen, kendi gelişmiş örgütü ile, devlet çarkı ile bu sınıf savaşımında tutum almaktadır. Direnişçilerin, daha sağlam, daha ileri tutumlar almalarının yollarından biri BEC’dir. BEC, aynı zamanda işçi ve emekçileri, ortak mücadele ile daha sağlam ve örgütlü kılmanın, direnişleri geliştirmenin yolu olacaktır.

7

İsyan güzelleştirir.

İsyancı, bugünün tekelci kapitalizminde, insan olmaya en yakın insandır.

Susmak, boyun eğmek, insan olmayı da reddetmektir. Bu aynı zamanda ölmektir, yok olmaktır.

Beklemek, susmak, eylemsiz kalmak, aslında sıranın sana gelmesini beklemektir. Yani susan, boyun eğen, sistem tarafından ödüllere boğulmayacaktır. Susan bir işçi, her işçi gibi yaşama olanaklarını kaybedecek, açlıkla karşı karşıya kalmaya devam edecek, fabrikalarda iş kazalarında ölecek vb.dir. Susan her kadın, ölüm korkusunu daha çok yaşayacak, aşağılanmayı daha fazla yaşayacaktır.

Seçime kadar beklemek, susmaktır.

Susan her insan, insanî özelliklerini kaybedecektir.

Çok eski bir hikâyedir, halk eğer devletten, üst tabakadan, egemenlerden bir kurtarıcı beklerse, her zaman kaybeder. Bunun sayısız örneği ülkemizde vardır. Bir Alevi, sisteme yaslanır ve oradan bir kurtarıcı beklerse, kendi inancına saygı duyulacak bir güne erişmeyecektir, tersine, bir kere daha aldatılacak, bir kere daha kötünün iyisine razı olacaktır. Her seferinde, razı olacağı kötü, öncekini aratır olacaktır.

Aşağılanan, sömürülen, hor görülen, ezilen hiç kimse, susarak, merhamet bekleyerek kurtulamaz, daha güzel günlere ulaşamaz.

Tersine, isyan eden güzelleşir.

İsyan, insanın en güzel hâlini bulduğu eylemdir.

İsyanın en güzeli, örgütlü isyandır. Çünkü süreklidir, çünkü bilinçle yapılmış olacaktır, çünkü isyan zamanını kendin seçmek demektir.

Susmak, uyumaya devam etmek demektir. Medyanın yalanlarını bir ninni gibi dinleyip uyumak, insan olmaktan çıkmak demektir.

Uyanmak, hem bu karanlığı görebilmektir hem de gelişen direnişi, sınıf savaşımının gelişimini görebilmek demektir.

Susmak, uyku hâline devam etmek ise, isyan uyanmak demektir.

Susmak, tüm olup biteni kabul etmek demek ise, isyan etmek tümünü birden reddetmek ve kaderini eline almak demektir.

Gelişmekte olan devrim, uyku hâlindekinin göreceği şey değildir. Gelişmekte olan devrim, uyanık olanın, uyanmış olanın göreceği bir şeydir. Uyuyanın, susanın, eylemsiz duranın umudu kurumuş ağaç gibidir. İsyancının umudu, yemyeşil, güneş altında güzelleşen orman gibidir, yaşam gibidir.

ABD hegemonyası ve NATO

An Anti-NATO protester holds up a banner reading 'NATO= legal terrorism' in front of riot police during a demonstration on April 4, 2009 in Strasbourg. The NATO summit, which marks the organisation's 60th anniversary, is taking place on April 3 and 4, 2009 in Strasbourg and the neighbouring German cities of Baden-Baden and Kehl. AFP PHOTO/DDP/Axel Schmidt (Photo credit should read AXEL SCHMIDT/AFP/Getty Images)

Ukrayna’ya dönük NATO operasyonları, ABD-İngiltere ve Kanada başta olmak üzere, Batı operasyonları, nihayetinde, bir sınıra dayandı ve Rusya, askerî operasyonla yanıt verdi. Bugün, ardından iki ay gibi bir zaman geçtikten sonra, Rusya’nın askerî operasyonu ve Ukrayna’da gerçekte neler olduğu konusunda yaratılan Batı kökenli kara propaganda bulutlarının arasından, olup biten görünmeye başlamış gibidir.

Ukrayna, ABD ve Batı’nın elinde, Rusya’ya karşı operasyon alanı hâline geldi ve bugün Ukrayna sahası, tüm ülke, savaş sahası hâline geldi. Hiçbir ülke, burjuva devlet yönetimi altında bile, kendi ülkesinin bir savaş sahası hâline gelmesini, rasyonel olarak istemez denilebilir. Ama Ukrayna, Neonazi yönetimi ile, 2014’ten bu yana, kendi topraklarını operasyon sahası hâline getirmiştir. Neonaziler için orası bir “vatan” değil ve onlar uluslararası tekellerin, ABD emperyalizminin, NATO’nun emirleri ile hareket etmeye “ulusal”, “ülke” bilinci adını veriyorlar.

Savaş sahası Ukrayna’dır.

Ama savaşan taraflar, NATO ve Rusya’dır.

Fikret Soydan’ın Kaldıraç’ın Mayıs 2022 sayısında bir tespiti var. Çarpıcıdır: Savaşanlar ABD-İngiltere üzerinden NATO ile Rusya’dır, savaş meydanı Ukrayna olmuştur, ama ilk teslim olan Almanya’dır ve Almanya, beyaz bayrağını ABD için kaldırmıştır. ABD’nin zaferi, Almanya ve Fransa’yı kendi politikaları temelinde bir kere daha teslim almak olmuştur.

Şimdi, NATO, daha da genişlemek istiyor, İsveç ve Finlandiya, NATO’ya katılmak istiyor. Yani, bu her iki “tarafsız” ülke, ne hikmet ise, kendi topraklarını savaş sahası hâline getirmek istiyor. Buna akıl yitimi mi diyeceğiz? Sadece Ukrayna’da ortaya çıkmakla kalmadı, şimdi, İskandinav ülkelerinde de NATO üyeliği tartışma konusu. Bu, akıl yitimi değil ise nedir?

Son yıllarda dünya, çeşitli savaşlar gördü.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin fiilî işgal politikalarına dönüş işaretleri idi. İstenilen sonucu vermedi. İşgaller yapıldı ama sonuçları istenildiği gibi, ABD’nin “dünya imparatorluğu” kurma fikrine hizmet etmedi. Tüm diğer emperyalist güçler, ABD’nin önünde eğilmedi. İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya, ABD egemenliğini kemirmeye devam etti. Dahası, dünyanın artık sosyalist olmayan, ama sosyalist geçmişlerine borçlu oldukları bağımsız ülke olma konumunu koruyan Çin ve Rusya, sürece boyun eğmedi.

Yugoslavya, önemli bir deneyim idi, tüm Batı için. Dağıtıldı ve Rusya sesini çıkarmadı. Rusya ve Çin, ne Yugoslavya’da ne de Libya’da ses vermediler.

Libya, Yemen savaşları devreye sokuldu. Yemen’de ABD, Suudi Arabistan üzerinden sonuç almak istedi. Libya, ABD’nin, kendinden kopmak isteyen AB ülkelerine, özellikle de Fransa’ya bir tutam bal verme girişimi idi.

İş Suriye’ye gelince, işler değişti.

Rusya ve Çin, sahaya inmeye karar verdiler. Rusya ve Çin’in “büyük sabrı” bu noktaya kadar dayanabildi.

O güne gelindiğinde anlaşılmıştı ki, ABD, saldırganlığına devam edecek. Bu bir. İkincisi, Çin ve Rusya, yeni kapitalist ülkeler olarak, dünyayı yönetenlerin masasına eşit ortaklar olarak oturamayacak, bu açık hâle geldi. Rusya ve Çin bunu mu umuyordu, onlara sormalı. Ama sosyalist geçmişlerine borçlu oldukları bağımsız, yağmalanmamış, sömürge hâline getirilmemiş güçler olmalarının, ABD tarafından bir tehdit olarak algılanacağı, o günlerde de sır olamazdı. Egemen, kendi sofrasına, eşit ortak almaz. Alırsa egemen olmaktan çıkar.

Sanırım, bu süreci anlamak için, biraz tarih bilgisi de lazım. Olup biteni, Ukrayna’daki durumu, Neonazi organizasyonlarını, NATO’nun varlığını, biraz tarih bilgisi ile beslemezsek, anlatmak kolay olmayacak.

Biz, kapitalist dünya ekonomisi ya da kapitalist-emperyalizm diyoruz. Bu kavramları açmalıyız.

İlkin, kapitalist dünya ekonomisinin bir bütün olduğunu söylüyoruz. Yani, bu kapitalist dünya ekonomisi, bir tek birimdir. Çağımızın egemen sistemi kapitalizmdir. Kapitalizm, kendinden önceki kölecilik ve feodalizm ile, yani eski sınıflı toplumlarla kardeştir, akrabadır, onların devamıdır. Ve bu üç sınıflı toplum da, kendi içinde bir “bütünlüğe” sahiptir. Buna göre, insanlık tarihi, ilkel-komünal toplum, sınıflı toplumlar (kölecilik, feodalizm ve kapitalizm) ve komünizm, yani sınıfsız toplum olarak ayrılabilir. Doğru olduğunu iddia ediyoruz.

Sınıflı toplumlar, sömürünün, insanın insan tarafından sömürülmesinin var olduğu toplumlardır. En gelişmişi kapitalizmdir.

Sınıflı toplumlar, aynı zamanda sömürgeciliğin de ortaya çıktığı toplumlardır. Sömürgeciliğin en gelişmişi, en rafinesi, aynı anlama gelmek üzere en vahşisi kapitalizm dönemine denk düşer.

Hepsinde, devlet vardır. Hepsinde devlet egemen sınıfın devletidir. Her sonraki devlet öncekilerinin deneyimlerini içselleştirir, içerir. En gelişmiş devlet, aynı anlama gelmek üzere en gelişmiş egemenlik sistemi, aynı anlama gelmek üzere insana en fazla zarar vereni kapitalist devlettir.

Köleci dönemde, bir alan, bir yer, bir bölge, şu ya da bu nedenle, sömürgeleştirilememiş olabilirdi. Bu feodal dünyada da mümkündü. Ama kapitalist dünya, sömürge yapmadığı alan bırakmaz. 1492’de Amerikan yerlilerini hatırlayın. Henüz sömürge olmayan bir toprakta, daha çok insan olarak yaşıyorlardı. Onları “keşfeden”ler, “insan” değillerdi, sömürgeci idiler. Oysa yerliler, daha fazla insan idiler. Bunu bizzat “fetihçi” kollarının başında bulunanlar, şaşkınlıkla yazıyordu. Kolomb’un yazdıkları, bugün bile, yüz kızartıcıdır. Ve emin olun, egemenlerin yüzlerini kızartmaz, insan olarak kalmış olanlarınkileri kızartır.

Yeri gelmişken, bize kimse “ortak insanî değerler” üzerinden nutuk atmasın. Hırsızlar, işçi ve emekçilere “dürüst” olun derler. Çünkü, işçi ve emekçiler kamulaştırmaya başlarsa, hırsızlıktan mal edinmiş kapitalistlerin mallarını kamulaştıracaklardır. Çalmamış, sömürmemiş, yağmalamamış kapitalist yoktur. Ortak insanî değerler masalına, artık, anaokulu çocukları bile inanmıyor. Meta egemenliği buna izin vermez.

Ama kapitalist toplum, 1600’lerin sonundan başlayarak egemen olmaya başladı. Bu konuda detaylı bilgi birçok yerde vardır. Kapitalist toplumun gelişimi ile sömürgecilik ve yağma arasındaki bağlar biliniyor. Biz okura, üçlü çalışmamızı öneririz (Bakınız, Deniz Adalı, “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm”, 2007, “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem”, 2020 ve “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim”, 2020. Üçü de Kaldıraç Yayınevi’nce basılmıştır).

1600’lerde başlayan kapitalist gelişim, 1700’lerde boy atmaya başlamıştır ve 1800’lerin ikinci yarısında, dünya sistemi hâline gelmiştir.

Feodal dönemde geniş sömürgelere sahip olan Portekiz, İspanya, Hollanda gibi ülkeler, yeni kapitalist dünyada, 1800’lerin sonlarına doğru sömürgelerini kaybetmeye başladılar. İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa, ABD, Rusya, İtalya öne geçmeye başlamıştır. Bu eskiler, yenilere sömürgelerini kaybetmeye başlamıştır. Feodal dönemin sömürgeci büyük güçlerinden Osmanlı, 1800’lere gelindiğinde bir yarı-sömürge hâline gelmeye başlamıştı bile.

Bu dönem, sistemin hegemon gücü İngiltere idi. İngiltere, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk idi. Ve 1870’lerden başlayarak, İngiliz burjuvazisi, eski kardeşleri aristokratlarla birlikte, sadece ırkçılığın temellerini atmıyordu, bilimin “zarar”larından toplumu, yani kendi egemenliklerini korumak için, faaliyete geçiyorlardı. Sahneye çıkan işçi sınıfı, 1870’lerde, 1848’dekinden daha ileri adımlar atıyordu ve bilimin durdurulması gerekiyordu. İngiliz hegemonyası, bu konuda öncü rolünü üstlendi.

İngiliz hegemonyasını, ABD hegemonyası izledi. Ama ikisi, oldukça farklı idi. Öz olarak aynı olsa da, ABD hegemonyası, farklı bir dünyada şekillenmekteydi.

İngiliz hegemonyasını, Avrupa’da Almanya, Uzak Asya’da Japonya, Atlantik’te ABD zorlamaktaydı. Fransa, bunların epeyce gerisindeydi. ABD ve Almanya’da sanayinin gelişimi son derece hızlı idi. Ve elbette Almanya, Avrupa’nın ortasındaydı, Fransa ve İngiltere’ye, daha geriden gelen Rusya’ya, Avusturya-Macaristan’a çok yakın idi.

Birinci Paylaşım Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, bu koşullarda ortaya çıktı. Osmanlı başta olmak üzere, sömürgelerin yeniden paylaşımını hedef almışlardı. Çünkü, mesela 1910’da, dünya toprak açısından, sömürgeler şeklinde bölüşülmüştü. Savaş dışında bir yeni paylaşım mümkün değildi ve henüz tam sömürge hâline getirilmemiş toprakları da hâlletmek gerekiyordu. Bu aynı zamanda, İngiliz yüzyılına son verme girişimi de idi.

ABD hegemonyası, aslında 1. Dünya Savaşı’nın sonundan başlatılabilir. Ama tam doğru olmaz, zira bir süreçtir bu. ABD toprakları savaşın dışında kalmıştı ve yıkım yaşamayan ABD, savaştan sonra, bir adım öne geçmişti.

Ama savaşın sonu, emperyalist paylaşım savaşı olarak emperyalist güçlerce sonlandırılamadı. Çünkü, savaşın tam ortasında, 1917’de, Büyük Ekim Devrimi ile, proletarya Rusya’da iktidara geldi. Sovyet iktidarı, hızla yayılmaya başladı. Birçok küçük ülke devrime katıldı. Devrim, halkların bağımsızlığını da kışkırtıyordu. Bu ortamda, tüm emperyalist güçler, savaşı durdurmak zorunda kaldılar.

Savaşın tarafı emperyalist güçler, kendi aralarındaki düşmanlıkları bir yana bıraktılar. Paylaşım artık böyle devam edemezdi. Paylaşım başka bir döneme kaldı. Tüm emperyalist güçler, yeni doğan ve sistemin dışına çıkan Sovyetlerin, devrimin yayılmasını durdurmak, devrimin gelişimini durdurmak üzere, yeni bir tutum aldılar.

İngiltere öncülüğünde Sovyetlere karşı Denikin ordularını (Beyaz Ordu) beslemekle kalmadılar, Japonya doğudan, İngiltere batıdan saldırıya geçti. Alman devriminin 1919’da yenilmesi, Avrupa için büyük bir rahatlama oldu. 1921’e kadar kuşatma tamamlandı ve 1921’de anlaşma yapılarak, Sovyetlere karşı açık savaş durduruldu. Zaten içeride Denikin orduları Kızıl Ordu tarafından yenilmişti.

Böylece yeni bir dünya oluştu. Kapitalist sistemin dışında, ona meydan okuyan bir sosyalist dünya, gözlerini dünyaya açmıştı. Bu devrimi boğmak, emperyalist kampın ana hedefi idi.

Almanya’da yenilen devrim, elbette karşı-devrimin güçlenmesini beraberinde getirdi. Sovyetlerin varlığı, Almanların ağır borçlarının bir bölümünün silinmesine de neden oldu. Böylece, İngiltere, ABD, Fransa arasında, daha eşite yakın, ama Almanya ve Japonya da içinde, yeni cepheler oluşturulmaya başlandı.

İkinci Dünya Savaşı, Sovyetleri boğmak üzerine kurulu idi. Bunun koçbaşı ise Hitler Almanyası’ydı. Almanya, bu yolla, hayallerini gerçekleştirecekti, bir bütün olarak kapitalist dünya Sovyetlerden kurtulacaktı, sonrasında ise paylaşım yeniden devam edecekti. Elbette bunlar iç içe süreçlerdir de.

Bu aynı dönemde, yükselen ABD kapitalizmi, tekelci egemenliğin, kitle üretiminin tüm “yeniliklerini” devreye sokuyordu. Reklamcılık, Freud ile birleşerek, tüketim toplumunu pompalıyordu. Tekelci büyük çaplı üretim, kitlesel üretim, beraberinde “ihtiyaç” olmadan tüketmenin gerekliliğini besliyordu. Nasıl ki domates satıcısı “domates” diye bağırmak zorundadır, benzer biçimde, milyonlarca, kitlesel olarak üretilmiş metaların sahipleri de bağırmak zorundadır. Bu bağırma, reklamcılık idi. Öyle ihtiyacın kadar tüket felsefesi ile yürüyecek bir durum değildi ortada olan. Kitlesel üretim, tüketim toplumunun yaratıcısıdır. Artık, “insan” yok, “tüketici birey” var. Bunu hayata geçirse de ABD kapitalizmi, 1929’da, büyük bir krizle karşı karşıya kalmıştı.

Yani, Hitler yükselirken, kapitalist dünya derin bir krizin de içindeydi. Savaş, her açıdan uygun çözüm olarak ortaya çıkıyordu.

Bu arada, tekeller dünyasına uygun devlet örgütlenmesi de değişiyordu. Ekim Devrimi ve dünyanın birçok ülkesinde yenilen devrimler, egemenlere sınıf savaşımından öğrenme olanağı da veriyordu. Kuraldır, zafere ulaşmamış bir devrim, karşı-devrimle bastırılmış demektir. Karşı-devrim, egemenin devlet çarkını her açıdan yetkinleştirmesi de demektir. Hitler Almanyası bunun örneklerindendir. Ve yeri gelmişken, bugünün İngiltere’si, ABD’si, Hitler Almanyası’nı mumla aratacak kadar, bu konuda “sofistike”dir. CIA’nın yaptıkları, İngiliz ve ABD devletinin, Fransa’nın vb. yaptıkları Hitler’in “deneylerinin” yanında tam bir ustalık işi “övgüsünü” hak eder. Aynı anlama gelmek üzere, faşizmin modern devlet tarafından içerildiğinin de kanıtıdır.

İkinci Dünya Savaşı 1942’den sonra değişmeye başladı. Stalingrad savunması, Hitler’in yenilgisinin başladığı yer oldu. Bu sefer, Almanya kaybetmeye başladı. Fransa ve İngiltere güç kaybediyordu. ABD, Japonya’yı etkisiz kılmak için, Pearl Harbour operasyonunu planladı ve Japonya’ya atom bombalarını attı. Böylece, beş emperyalist güç içinde ABD sivrildi. ABD, artık, Kızıl Ordu’yu durdurmak üzere, Avrupa’ya çıkartma yapabilirdi. Öyle oldu.

Böylece, Sovyetlerin zaferinden sonra, kapitalist dünya, yeni hegemon gücünü bulmaya başladı. ABD hegemonyası, öncesi olsa da, tam olarak 1945 sonrasında başlamıştır.

ABD hegemonyası, tüm emperyalist ve kapitalist dünyayı bir araya toplama yolu ile gerçekleşti. Çöken uluslararası ekonomik sistemi yeniden kurmak üzere, bazı adımlar atıldı. Dünya Bankası, IMF kuruldu. Bunlar, kapitalist dünyanın iç işleyişini düzenlemek üzere devreye sokuldu. Bretton Woods adlı kasabada, yeni para sistemi kabul edildi. Buna göre, tüm kapitalist dünya paraları dolara endeksli olacaktı, dolar ise altına. Bu aslında, sistem için büyük bir açık demekti. Ama aynı zamanda ABD hegemonyasının kabulü demekti. Ve NATO kuruldu.

Demek bazı uluslararası örgütlenmelere gidildi, para sistemi, IMF, Dünya Bankası vb. gibi. Aynı zamanda ise bir askerî organizasyon kuruldu, NATO. Böylece, tüm NATO üyeleri, ABD şemsiyesini kabul etmiş oldu.

NATO, ABD hegemonyasının aracıdır.

NATO, komünizme karşı mücadele adı altında, ABD’nin hegemonyasının garantisidir.

NATO, tüm tarihi boyunca savaş makinasıdır.

NATO, tüm tarihi boyunca, komünizme karşı mücadele adı altında, devletlerin içinde gizli yapılar oluşturulmasıdır.

İşte bugün sözünü ettiğimiz, “ABD hegemonyası” böyle kurulmuştur.

İşte bu hegemonya, ekonomik olarak 1970’lerden beri, siyasal olarak ise SSCB’nin çözülmesinden bu yana, çözülmektedir.

ABD hegemonyası çözülmektedir.

Bu, eğimli zemine binmiş bir cismin kayması gibi bir durumdur. ABD hegemonyası “irtifa” kaybetmektedir.

Dolara bağlı uluslararası para sistemi çoktan çökmüştür. 1971-73 arasında ortaya çıkan krizden çıkmak için ABD’nin (sahte paralar basması ile işleyen sürecin dışında) yeni bir müdahalesi olmuştu, ABD petrol satışlarını dolara bağlamayı başarmıştı. Petro-dolar denilen kavram o günlerden gelir. Bugün, mesela Suudi Arabistan’ın kendi petrol gelirleri üzerinde bile denetimi yoktur. Paralar, ABD bankalarına yatırılmaktadır ve 2001’de Suudi Krallığı bu 6 trilyon doların bir kuruşunu bile alamamıştır. ABD karşılıksız para basmaktadır. Bu artık, eskisi gibi “bir Sovyet yalanı” olarak adlandırılmıyor. O zaman da yalan değildi, ama bugün bunu kabul etmeyen kalmamıştır. Euronun doğuşu da bununla ilgilidir. Kripto paraları da bunun içine koymak gerekir. Rusya’nın dolar olmadan ticaret önerileri, 2008’den beri ABD’yi rahatsız etmektedir.

IMF ve Dünya Bankası eski rollerine sahip değildirler. Bu nedenle, İngiliz Kraliyet Ailesi, dünyanın büyük tekelleri, Dünya Ekonomik Forumu gibi organizasyonlar aracılığı ile, “the great reset”ten söz etmektedirler. Bu yolla, yeni bir uluslararası sistem oluşturmaktan söz ediyorlar. Çünkü mevcut olan artık çökmüştür.

Bu uluslararası organizasyonlar içinde, NATO, hâlâ varlığını korumaktadır.

Trump döneminde, Trump, NATO’ya müttefiklerin daha fazla para vermesini talep etmiştir. NATO, ABD için bir ekonomik yük demiştir. Ama Biden ile, strateji değişmiş ve NATO yeniden diriltilmeye çalışılmıştır.

Burada dönüm noktası, iki olaydır: İlki 2008 krizidir. Bu, neoliberalizmin de sonudur. Hâlâ bu kriz sürmektedir. İkincisi ise Suriye savaşında Rusya ve Çin’in ayağa kalkışı, sahaya inmesidir. Çin’in ekonomik hamlelerine Rusya’nın askerî tutumu eklenince, ABD, açık olarak bu ikisini düşman ilan etmiştir.

ABD hegemonyasını zorlayan şey, Almanya, Japonya ekonomilerinin gelişimidir. Bunun yanı sıra İngiltere ve Fransa da çeşitli talepler yükseltmişlerdir.

ABD, tüm bu güçlerle savaşa girmek yerine, öncelikle, bunların tümünü yanına alarak, Rusya ve Çin’e karşı savaşı öne koymuştur.

İşte, Tayvan sorunu da, Suriye savaşı da, Ukrayna’daki ABD-İngiltere-Kanada operasyonları da bu amaca dönüktür.

Ukrayna savaşı, bu konuda etkili bir yer tutmuş gibidir.

Almanya, Rusya’nın NATO güçlerine karşı operasyon başlatmasını takiben, doğrudan ABD’ye teslim olmuştur. Fransa ve Almanya, hem ABD karşısında siyasal güç kaybına uğramıştır hem de AB içinde. Bu elbette ABD’nin kazancıdır.

Şimdi, ABD, NATO’yu daha da büyütmek istiyor.

Sovyetler var iken, komünist tehdide karşı kurulduğu söylenen NATO, 16 üyeye sahip idi. Biz, Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, NATO’nun ne demek olduğunu, 70 yıldır biliriz. NATO, Kore’ye asker göndermektir. NATO, 6-7 Eylül olaylarıdır. NATO, darbeler demektir. NATO, Maraş ve Çorum katliamlarıdır. NATO, 12 Eylül darbesidir. NATO, devrimcilere işkence uygulamalarına CIA’nın girmesi demektir. NATO, Denizlerin asılmasıdır. NATO, Diyarbakır işkencehaneleridir. NATO, 1 Mayıs katliamıdır. NATO, 16 Mart katliamıdır vb. NATO, Ergenekon’dur, Gladio’dur. Saymakla bitmez. NATO’ya “demokrasinin koruyucusu” diyen her kim ise, satılmış bir ruhtur.

Bugün NATO, Sovyetler çözüldükten sonra, Varşova Paktı dağıldıktan sonra, 30 üyeye çıkmıştır.

Bu kime karşı, bu neye karşı bir genişlemedir?

NATO, elbette ABD hegemonyasını tutma girişimidir.

Aslında dağılmakta olan bir kurumu, ABD, silah zoru ile ayakta tutmaktadır. NATO, ABD isteklerini, kendisinin “müttefik” dediklerine kabul ettirmesinin yoludur.

Bugün NATO, İsveç ve Finlandiya’nın başvurusunu almıştır.

Ukrayna operasyonu bahane edilerek, Avrupa’da Rusya korkusu pompalanmaktadır. Bu korku, tüm AB’yi, ABD esiri yapmak için, oldukça işlevlidir.

Buradan bazı sonuçlar çıkmaktadır.

ABD, hegemonyasının çözülüşünü görüyor. Örneğin, Ukrayna’da Rusya’nın karşısına bizzat kendisi çıkmıyor. ABD generallerini dahi savaşa soktuğu hâlde, biz Rusya ile açık bir çatışmaya girmeyiz, diyor. Ukrayna sahasını bir savaş alanına çevirdiği hâlde, bu tutumu alıyor.

Çünkü ABD, Rusya’ya karşı, AB güçlerini organize etmek istiyor. AB ile Rusya arasındaki ilişkileri kesmek istiyor. Bir cadı avı gibi Rus düşmanlığını besliyor. AB tekelleri bundan şimdilik memnun olmalıdır. Hiçbir AB ülkesi, birkaç Balkan ülkesi hariç, açıkça bu duruma karşı tutum almıyor. Bu yolla, AB ülkeleri, ağırlıklı olarak da Almanya ve Fransa üzerinde egemenliğini artırıyor. Avrupa’nın her tarafı, üslerle donatılıyor, her yerde ABD askerleri devreye sokuluyor. AB, daha şimdiden, kendini bir “güç” olmaktan çıkartmıştır. Dahası, bu tutumları ile Avrupa’yı yeniden savaş sahası hâline getirmiştir.

Rusya’ya yaptırımlar programı ile, sözüm ona pazarı denetlemeye çalışıyor. Bu yaptırımların ne kadar etkili olacağı da belirsizdir. ABD, AB ülkelerinde ciddi bir Rus düşmanlığı tohumu ekmiştir. İrili ufaklı birçok ülkede bu Rus düşmanlığı açık hâldedir. Ama yaptırımların istenilen sonuçları vermesi zor görünmektedir. Zira, Rusya diğerlerine daha az ihtiyaç duyarken, Batı hem lüks tüketim için hem de enerji ve hammadde için Rusya’ya daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Rusya’nın Çin ile ilişkileri, birçok ürünü oradan karşılamasını kolaylaştırıyor. Dahası bu cepheye yeni ülkeler katılıyor.

Bu saldırı ile ABD ve Batılı güçler, açıkça Rusya ve Çin’i kapitalist ortaklar olarak görmeyeceklerini ilan etmişlerdir. Sosyalist iken, zaten Batı’nın düşmanları idiler. Şimdi bu hâlâ sürmektedir. Bu durum, Rusya ve Çin’in kendi etraflarında bir ekonomik sistem oluşturmalarına neden olacak gibidir.

Not edilmelidir, Ukrayna’da başlayan süreç, dünyada yeni bir düzenin kuruluşunun da habercisi gibidir. Bu yeni düzende, “the great reset” diye nara atanların istekleri dışında bir yön vardır. Rusya ve Çin, yeni bir eksen oluşturmaktadır ve bunu bir ticari sisteme dönüştürecekleri de belli olmuştur.

Ancak ABD, bugüne kadarki hamleleri ile, gerginlik tırmandırma ve savaş naraları atarak hegemonyasını koruyamayacağını da ilan etmiş durumdadır. Ne 2008’de başlayan ekonomik krize bir çözüm üretilebilmektedir ne de pandemi ile istedikleri sonuçları elde edebilmişlerdir. Ukrayna operasyonu ile de aldıkları sonuçlar yeterli olmayacak gibidir.

Bu nedenle ABD saldırılarına devam edecektir.

İsveç ve Finlandiya bu açıdan yeni sahalardır. Her iki ülke de, kendileri açısından Ukrayna örneğini takip ederek çamura gitmektedir.

İkinci olarak ABD, Tayvan meselesi üzerinden Çin’e saldırılar düzenlemeye, Japonya’yı bu sahada aktif desteklemeye çalışmaktadır. ABD’nin bu konuda hamleler yapmaktan geri durmadığı biliniyor. Japonya’nın buna katılması, her durumda olmasa da mümkün görünmektedir. Kaldı ki, bölgede, başka hamleler de yapacağı kesindir. Her ne kadar Güney Kore, böylesi bir savaşa Türkiye gibi dalmakta hevesli değilse de, ABD’nin bu bölgede tüm kartlarını oynadığını da söylemek mümkün değil.

Bir başka saha ise, Suriye alanıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye, bu alanda yeni görevler üstlenmeye heveslidir. İran’a karşı operasyondan ABD’nin geri duracağını düşünmek hata olur. Kendisi doğrudan olmasa da, Türkiye’yi bu alana sürmesi mümkündür. Hele ki, AB, özellikle Almanya ve Fransa ABD’nin kollarına sığınmış durumda iken, İran’a karşı saldırıların gündeme gelmesi çok olanaklıdır.

ABD, savaşı kendi topraklarından uzak tutmaya özen gösterecek gibidir. Bu nedenle, Latin Amerika’da daha dikkatli adımlar atma peşindedir. Ama bu alanda da hamleler yapmakta olduğu kesindir.

ABD, bugün, Ukrayna sürecini uzatmak istemektedir. Tüm Batı’da Rusya’nın mallarına el koyma girişimleri devam etmektedir. Bu durum, Rusya’nın karşı saldırıları şeklinde bir yanıta dönüşmemiştir. Anlaşıldığı kadarı ile Rusya, el koymayı tercih etmemektedir. Mesela McDonald’s’ı satın almak, Shell’in hisselerini almak gibi hamleler yapmaktadır. Bir yandan, Batı’nın Rus işadamlarının ve Rusya devletinin varlıklarına el koyması sürerken, Rusya bunları açıktan hırsızlık olarak tanımlarken, kendisi aynı biçimde yanıt vermekten geri durmaktadır. Bunun nedenini henüz bilmiyoruz. Burada bir özenleri olduğu ise açıktır. Ukrayna’ya giren Batı, askerî teçhizatını yok etmekte tereddüt göstermezken, Rusya’dan çekilen şirketlerin varlıklarını satın alması, farklı bir tutumu sergilemektedir.

Rusya ve Çin, bugünkü bağımsız ülke olma konumlarını borçlu oldukları sosyalist geçmişlerine dönmek gibi bir yola girmiyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, bu yola da girmeyecekler.

Öte yandan, NATO’nun kendi kendine dağılması diye bir süreç de işlemeyecek gibi görünmektedir. AB, özellikle Almanya ve Fransa, bu savaş ortamının ardından, bir takım hamleler yapabilecek midir? Bu sorudur. Ama bugün bu hâlleri, bu güçleri kaldığını söylemek oldukça zor görünmektedir.

Böylece ABD, aslında, beş emperyalist güç arasında süren paylaşım savaşımını, bir kere daha kendi lehine olacak şekilde kontrol altına almışa benzemektedir. Hava ile el sıkışan Biden, söylemlerini yumuşatmaya başlarken, İngiltere daha yüksek perdeden tehditler savurmaya devam etmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, ABD, hem NATO’yu ayakta tutmak hem de Rusya ve Çin’e karşı, AB ve İngiltere, Japonya grubunu sahaya itmek istiyor.

Bu arada ise, sürekli, bu süreci besleyecek yeni kriz alanları, yeni saldırı noktaları bulup geliştirmekle meşgul olmaktadır.

Polonya üzerinden Ukrayna’ya hamleler yapma isteği, açıktır. Polonya her ne kadar bu sürece açıktan girmedi ise de, buna yatkın olmadığını söylemek oldukça zor görünmektedir. Süreç, bu açıdan, yeni ABD hamleleri ile değişim gösterebilir niteliktedir. Polonya sınırından doğrudan Ukrayna’ya askerî bir hareket, savaşı daha da büyütecektir.

Tüm bunlar, ne doların egemenliğini sağlamaya yarayacaktır ne de ekonomik krizi hafifletecektir. Tersine, özellikle AB için, enerji sorununa ve maliyetlerine bağlı olarak, yeni maliyetler devreye girecektir. Kriz, dün daha çok ABD’yi vururken, bundan sonra ise daha çok AB’yi vurmaya başlayacaktır. Bu ABD lehine bir gelişme olsa da, kalıcı bir sürece dönüşecek gibi durmamaktadır.

Eğer ekonomik kriz daha da derinleşecekse, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı bir adım geri düşmüş olsa da, yeniden öne çıkacak gibidir. Ama bugün, savaş, Rusya-Çin cephesi ile, NATO arasındadır. NATO, ABD hegemonyasını korumak için, ABD tarafından öne sürülmüş bir hamledir. Bunun NATO’yu dağılmaktan kurtaracağını iddia etmek için henüz erkendir. Ama en azından, Rusya düşmanlığı, şimdilik ABD için faydalı bir alet olarak işe yaramaktadır.

Tüm Avrupa’yı sarmış olan ırkçı, Neonazi saldırılar daha da gelişecek gibidir. Avrupa devletleri, devletin dişlileri üzerine örttükleri kadife örtüyü kaldıracaklardır. Bu süreç, bugün, en gelişmiş ülkeler de dâhil, çoktan başlamıştır. Devletin Nazizmi aratmayan dişlileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Irkçılık, bu yönü ile de ele alınmalıdır.

Tüm bunların gölgesinde, dünyada, özellikle de gelişmiş ülkelerde, işçi hareketlerinin gelişimi olanaklıdır.

Dünyanın her tarafında, her ülkesinde, yeniden ortaya çıkan işçi hareketlerinin, kitle gösterilerinin gelişmesi, daha da gelişmesi olanaklıdır. Bu işçi ve kitle eylemleri, emperyalist merkezlerde, Almanya, İngiltere, Fransa, ABD, Japonya gibi merkezlerde ortaya çıktıklarında, kalıcı sonuçlar vermeseler de, sömürge ülkelere ciddi bir etki yayacaklardır.

Tüm bu savaş ortamından çıkış, dünya proletaryasının ayağa kalkması ile mümkündür. Dünyanın etkili birkaç merkezinde gelişecek bir sosyalist devrim, dünyanın her alanına hızlı ve kalıcı etkiler yaratmaya muktedirdir. Bölgemiz bu merkezlerden biridir. Devrimci enternasyonalizm, bölgemizde kök salmalıdır. Bölgemizde, örneğin bizim yaşadığımız yer olduğu için Türkiye’de bir sosyalist devrim, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üzerinde ciddi etkilere neden olacaktır, hızlı yayılma olanaklarına sahiptir.

Bu nedenle, büyük bir enerji ile, büyük bir inançla, devrimin ateşini körüklemek gerekir. Gelişmelere bakıp karamsarlığa düşme dönemi değildir. Gökyüzündeki kara bulutları dağıtmak için, bir rüzgâr yeterli olmaktadır.

Mesele, işçi sınıfının örgütlenmesinde, direnişlerin küçük büyük demeden geliştirilmesinde, bu yönde konacak devrimci iradededir.

TC devleti, NATO, gayrinizami harp ve SADAT

Sanıyorum, epeyce zaman olmalı, mesela 2012-2015 arası bir dönem olabilir, Kaldıraç sayfalarının haber-görünüm bölümlerinde SADAT ile ilgili bilgi ve belgeler, mesela kuruluş tüzüğü yayınlanmıştı. Bir anonim şirket (AŞ), silahlar ithal etme yetkisi vb. alıyordu. Kuşkusuz bu konuya dikkat çeken birçok kişi de olmuştu. O günlerden başlayarak, çeşitli dönemlerde SADAT haberleri yayınlandı. SADAT kampları, SADAT’ın Suriye’deki faaliyetleri vb. sürekli gündem oldu. Nihayetinde Sedat Peker, devletin içinden birisi olarak açıklamalarda bulunduğunda SADAT da gündemindeydi.

Ardından, Mayıs 2022’de bu kez Kılıçdaroğlu, Milli Eğitim Bakanlığı ziyaretleri serisine ek olarak SADAT’ı ziyaret etti. Bu ise, Kaftancıoğlu’nun siyasetten yasaklanması sürecinin arkasına denk düştü. Kaftancıoğlu’nun siyasetten yasaklanması, belki Kılıçdaroğlu’nu çok da üzmemiştir. Ama biliniyor ki, mesele Kaftancıoğlu ile sınırlı değil, olamaz.

Uzun süredir konuşuluyor: Saray Rejimi, kendini güçlendirmek istiyor. Bu ABD’nin ve yerli egemen burjuvaların da isteğidir. Saray Rejimi kalıcı olsun istiyorlar. Zira, Saray Rejimi’ni doğuran faktörler ortadan kalkmış değil. Bu faktörler; Kürt devriminin direnişi, Gezi ile başlayan ve giderek süren işçi hareketinin ve toplumsal hareketin direnişi ve nihayet uluslararası alanda, beş emperyalist gücün (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya) paylaşım savaşımının etkileri. Bu etkenler varken, ABD, çözülmekte olan hegemonyasını durdurmak için çeşitli tetikçilere ihtiyaç duymaktadır. Ukrayna böyle organize edildi, şimdi Polonya böyle yapılmak isteniyor. Türkiye, tam olarak bir ABD tetikçisi olarak görevler alıyor. Bunun için, her ne kadar yıpranmış da olsa, Erdoğan, iyi bir aday olarak ABD tarafından görevde tutulmak isteniyor. Ama diyelim ki Erdoğan yok, ABD onun yerine başkasını koyarak Saray Rejimi’ni ayakta tutmak istiyor.

İyi ama, olaylar ABD’nin istediği gibi akmıyor. Erdoğan ve Saray Rejimi gayrimeşrudur ve halk tarafından da ciddi bir biçimde öyle görülmeye başlanmıştır. Halkın tepkisinin ne ölçüde sokaklara yansıdığı ayrı bir konudur. Zira sadece Saray’ın baskısı ile değil, CHP gibi partilerin de oyunları ile korku iklimi sürdürülmek isteniyor. Buna rağmen, Saray Rejimi, Erdoğan gayrimeşru olarak görülüyor. Dün ABD’nin “adamımı buldum, belkemiği yok” diye övgüler düzdüğü ABD çocuğu Erdoğan, bugün gayrimeşru hâle düşmüştür. Dahası, öncelikle Saray Rejimi yıpranmıştır. Bu nedenle, Erdoğansız bir Saray Rejimi de ABD’nin işine yarar.

Soylu, Erdoğan sonrasının adaylarından biri idi. Akar da öyle. Soylu’nun ipini Sedat Peker aracılığı ile çektiler. Artık Soylu’dan, sokak çeteleri reisliği bile olmaz. Atasagun-Bahçeli-Ağar çetesi, Soylu’yu ancak başka projelerde kullanabilir. Ama Soylu, kendisinin kellesi giderse, Erdoğan’ın kellesini de götürecek dosyalara sahip olduğunu ilan etmişti. Bu nedenle, zorunlu birliktelik devam etmektedir. Ama Soylu, artık Erdoğan sonrasına aday değildir.

Diğer cepheden, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş isimleri aday olarak geçmektedir. Akşener, kendisini başbakan adayı olarak ilan ederek, ortamı rahatlatmıştır. Ama Akşener, Kılıçdaroğlu’na göre, daha ciddi noktalardan Saray’a saldırmaktadır. İmamoğlu veya Yavaş’ın Erdoğan karşısında kazanacağı kesin diye tartışılmaktadır. Muhtemelen Kılıçdaroğlu’nun da kazanacağı düşünülmektedir.

Ama Ukrayna savaşı, durumu değiştiriyor.

Saray Rejimi, Erdoğan, ABD için daha önemli hâle geldi ve Erdoğan’ın umutları yeniden yeşerdi. Yeşerdi, çünkü, AB, özellikle Almanya ve Fransa, ABD’nin kutsal kollarına sığındı. Rusya askerî operasyonlar başlattı, Almanya hemen ve ilk teslim olan oldu, yalnız ABD’ye teslim oldu. Bu durum, içeride, Almanya ve Fransa’nın artık istemediği, artık yeter dediği Erdoğan’a karşı gücünü de kırmış olabilir. İşte Erdoğan’ı mutlu eden de budur. Erdoğan, bu durumda ABD desteğini alarak, hamleler yapabilir.

Zaten, Saray Rejimi, gayrimeşru hâle gelmiş olduğunu biliyor. Bu nedenle, zaten saldırılar devreye sokuyor ve yenilerini pişiriyordu. Erdoğan, Akşener’e saldırılar ortaya çıkınca, “dur bakalım, bu daha iyi günleriniz” diye tehditler savuruyordu.

Hatta, birçok okumuş yazmış ya da siyasi figür, 7 Haziran-3 Kasım süreci gibi bir sürecin, yani Ankara Garı katliamları gibi saldırıların devreye gireceğini düşünüyor, tartışıyordu.

Biz de, aynısı olmaz, farklı bir tarzda saldıracaklar diyorduk. ABD kaynakları, 150’likler diye Barlas’ın ağzından, 150 kişiyi yasaklı hâle getirmeyi tartışıyordu. Bu açık tehdit, hâlâ geçerlidir. Dahası, HDP’nin kapatılması davası açılıyor, ama 6’lı burjuva muhalefet, buna bile açık ve net bir dille karşı koyamıyordu.

Şimdi, ABD’nin rotasına razı olmuş bir AB, bu süreçte hareket kabiliyetini de yitirecektir. Bu durum Erdoğan’ın elini güçlendirmektedir. Saray Rejimi, Erdoğan ile veya Erdoğan olmadan devam etmek üzere saldırılara geçmiştir.

12 Eylül’de Evren’e ev ödevleri verip, “içeride istediğini yapabilirsin, insan hakları vb. demeyeceğiz” diyen NATO, bugün Erdoğan’a aynı şeyi söylemiş gibidir: Sen ev ödevlerini yap, biz içte olup biteni görmeyeceğiz. Gezi Davası’nda Kavala’ya ve diğerlerine verilen cezalar bu ortamın ürünüdür. Kavala, iş dünyasına, Mücella Abla’ya ve diğerlerine verilen ceza da toplumsal muhalefete mesajdır. Yeni saldırı dalgasının ilk hâlidir. O akşam, bizim cephe, devrimci cephe, CHP’nin şiddetli konuşmalarına takılıp, adalet sarayını işgal etmemiştir. Bu başlı başına bir geri adımdır. Bu adım, 1 Mayıs alanında, CHP kuyrukçuluğunun yansımasının da artmasına neden olmuştur.

Kaftancıoğlu’na siyaset yasağı, saldırının devamıdır. Kaftancıoğlu’nu veren CHP; elbette İmamoğlu’nu da verecektir.

İşte Kılıçdaroğlu, tam bu noktada, iki karar aldı. İlki, Bursa mitingini İstanbul’a taşımaktır. Bursa mitingini İstanbul’a taşımak, CHP’nin ikiyüzlülüğünü, muhalefetinin kitleleri evinde tutmaya dayalı çirkin yüzünü de ortaya koymuştur. Bu mudur, İstanbul İl Başkanı’nı siyaset yasağı ile bertaraf etme girişiminin yanıtı? Bu olmuştur. CHP, itiraf etmiştir ki, kitlelerin öfkesini geri tutabilmek, bastırmak için İstanbul’da özellikle miting yapmamaktadır. Saray Rejimi’ne muhalefet etmek yerine, işçi ve devrimci hareketin, kitleler üzerindeki etkisini yok etme siyasetidir bu ve devletçi siyasetin, Saray Rejimi siyasetinin devamıdır.

İkinci adımı, SADAT’ı ziyaret etmek olmuştur.

Böylece SADAT bir kere daha gündeme gelmiştir.

Bu adımı atmak zorunda kaldığı için Kılıçdaroğlu’nun üzgün olduğuna şüphe yoktur. Bu nedenle SADAT’ı, Erdoğan’ın örgütü diye lanse etmek istiyorlar. Yanlış değildir, ama eksiktir, SADAT devletin örgütüdür.

TC devleti, NATO ve gayrinizami harp

Bu noktada durmalıyız. Biraz tarihe bakmak gerekir.

TC devleti tarihi, katliamlar tarihidir. Osmanlı’nın son yıllarında bu katliamlar ayyuka çıkmış, Cumhuriyet bunları devam ettirmiştir. Ermeni, Süryani, Pontus katliamları, Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesi böylesi katliamlardır. Topal Osman çeteleri, TC devletinin gayrinizami harp uygulamalarının örneklerindendir. Koçgiri’de, Samsun’da, Giresun’da, Trabzon’da Topal Osman ve çetelerinin yaptıkları biliniyor. Artık sır değildir.

Devlet, kendi ordusunu halkın üstüne apaçık sürmenin yanı sıra, bu çeteleri devreye sokmuştur. Bunlar devlet adına iş gören çetelerdir ve 40 yıldır Kürt hareketine ve Kürt halkına karşı aynı savaş uygulanmaktadır.

Bir farkla, artık, 1952’den beri NATO da devrededir.

TC devleti, resmî olarak NATO’ya, 1952’de girmiştir. Bunu “hak etmek” için, Kore’ye asker göndermiş, 30 cent üzerinden Mehmetçik’i satışa sunmuştur.

Komünizme karşı iç savaş organizasyonu olarak Gladio ve benzeri örgütlenmeler devreye sokulmuş, Özel Harp Dairesi kurulmuştur. 6-7 Eylül olayları da bu mekanizmanın işidir. NATO ve ona bağlı örgütler, TC devletinin halkları düşman ilan eden politikası ile birleşmiş ve kanlı senaryolar, katliamlar devreye sokulmuştur. Darbeler, NATO’nun elinin mahsulüdür. Tekeller, burjuvalar, NATO’nun tüm organizasyonlarının arkasında olmuştur. Maraş, Çorum katliamları, 16 Mart’ta öğrencilerin üzerine bomba atılması, 1 Mayıs katliamı, Sivas ve diğerleri, birçok suikast, NATO ve TC ellerinin mahsulüdür.

1950’den beri, içinde NATO’nun olmadığı katliam yoktur. Kürtlere karşı savaş boyunca, ABD Kürt hareketi içinde yer etmeye çalışsa da, gerçekte tüm saldırıların destekçisi NATO’dur.

Bugün, aynı NATO, Saray Rejimi’ne, Erdoğan’a, yeni ödevler karşılığında, içeride hiçbir şeye karışmayacağını söylemiş gibidir. Yeni ev ödevinin ne olduğunu bilmiyoruz. 12 Eylül’de Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına girmesine onay, bu ödevlerden biri idi. Bugün, yeni ev ödevi Ukrayna ile sınırlı olamaz. Zira, Suriye sahasında sıkışmış durumdaki TC devleti, Rusya’ya karşı daha ileri hamleler yapabilecek durumda değildir. Suriye sahasından gelecek bir saldırı, Saray Rejimi’ni dağıtmaya yetecek boyuttadır. TC devleti, IŞİD çetelerinin baş destekçisidir ve bu durum, Suriye’de işgal altında tuttuğu topraklar ile uyumludur. Ama burada işlerin ters dönmesinin maliyeti, ağır bir fatura demek olacaktır. Burada durumun sürmesini istemek dışında çok ileri gitmesi de mümkün değildir. Balkanlar ve Kafkaslarda, hamle olanakları sınırlıdır. Bu durumda, İran üzerine bir saldırıda TC devletinin kullanılması mıdır yeni ödev? Bunu bilmiyoruz. İhtimal dâhilindedir. Türkiye-İran savaşı, ABD’nin çok da işine gelecektir. Her iki ülkenin de darmadağın olması, ABD için sorun değildir. Bu savaştan, başka bir zafer beklemelerine de gerek yoktur. Bu yolla, Ortadoğu’da kaybettiği konumlarını almayı hedefleyecektir.

Elbette ABD, Çin’in etrafında hamleler yapmaktadır. Ama burada TC devletinin alacağı rol de çok ileri olamaz.

Bu olasılıklara bakarak, yeni ödevin İran olma ihtimali güçlenmektedir.

İşte bu yeni ödev ne ise, bunun karşılığında, içeride Saray Rejimi’ne yeni saldırılar için, büyük göz yumma dönemi başlamaktadır. Hem Gezi Davası kararları hem de Kaftancıoğlu kararı, bunun sonucudur.

Saray, 7 Haziran sonrasında iktidarı kaybedince, CHP desteğinde seçimleri yenileme yoluna girdiğinde, ortaya koyduğu yeni saldırılar gibi, ama o saldırıların tekrarı olmayan bir saldırı dalgası başlatmıştır.

HDP’nin kapatılması, İmamoğlu’nun yasaklı hâle getirilmesi vb. kararları görmek, bunlarla karşılaşmak mümkündür.

Akşener’e dönük Erdoğan’ın saldırıları, sıradan söylemler değildir. Çiller öne sürülmek istendi tutmadı. Bir anda Ümit Özdağ, Saray adına parlatıldı. Bugünlerde Erdoğan, Abdülhamid özentisi davranışlarını eleştiren Akşener’e yeni tehditler savurmaktadır. Bu konuda çok daha ileri gitmeleri mümkündür.

Korku dalgası yaymak için, suikastler, ABD adına da tercih edilecek gibidir. NATO, bu konuda epeyce zengin bir uygulama sahasını, ülkemizde bulmuştur.

Saray Rejimi’nin, mutlaka bir seçime gideceği de tartışma konusudur, gitmeyebilir. Seçimlerin ertelenmesi mümkündür.

Tam bu noktada CHP’nin SADAT’ı yeniden gündeme taşıması anlamlıdır.

Şimdi, yeni bir gayrinizami harp uygulaması için SADAT iş görmektedir.

Öyle ise, SADAT, hem TC devleti ile hem de NATO ile bağı ortaya konularak ele alınmalıdır. SADAT, sadece Erdoğan’ın işi değildir. Erdoğan’ın her işi, devletin işidir, ABD’nin işidir, NATO’nun işidir. Bunu, CHP, herkesten iyi bilmektedir. Ama “NATO demokrasinin bekçisidir” diyerek, SADAT’ın bu bağları ortaya konulamaz. Sedat Peker’in muhalefeti, CHP’nin muhalefetinden daha ciddi ve inandırıcıdır. Zira orada, tasfiye edilmeye çalışılan, eski gayrinizami harp unsurlarından biri konuşmaktadır.

Saray’ın yeni saldırıları, Saray Rejimi’ni sürdürmeyi hedeflemektedir. Bu sadece Erdoğan iktidarının sürmesinden daha geniş bir şeydir. Erdoğan, elbette bu politikaların tümüne evet diyecektir. Zira, kendi geleceği de buna bağlıdır. Ama, bu aynı zamanda TC devletinin, dahası NATO’nun politikasıdır.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO başvurusuna engel koyan TC devleti, aslında, hâlâ pazarlık yapmakta, NATO ve ABD’den yeni tavizler koparmak istemektedir. Bunun askerî ve ekonomik yönü olacağı açıktır.

Mevcut hâli ile, Saray’ın beşli çetesi bile, Erdoğan’ın gideceğini düşündüğü için, paralarını güvenceye almak üzere, yeni havalimanını satma peşindedir.

Bu durumda saldırılar, “korku” iklimini artırmak, korkuyu koyulaştırmak hedefini güdecektir. Bazı suikastler, bu açıdan ABD için de uygun gibi görünmektedir. Oysa Saray, sadece bu suikastler ile yetinemez. HDP’nin kapatılması, yasaklı listesinin oluşturulması, kitlelerin korkutulması da işin içinde olacaktır. Zira, hem ciddi bir ekonomik kriz vardır hem de Saray Rejimi çözülmektedir.

SADAT’ın deşifre edilmesi, bu konuda CHP’ye ulaşmış belgelerin halka açık hâle getirilmesi önemlidir. Kılıçdaroğlu, elindeki belgeleri açıklama yoluna henüz gitmemiştir. Ama mesele sadece SADAT değildir. Bu paramiliter örgütlerin benzerleri de vardır. Kaldı ki, NATO üyesi her ülkede var olan kontrgerilla, Gladio gibi örgütlenmeler, burada da vardır. Bunların devreye sokulması da mümkündür.

Bu durumda CHP liderinin, NATO’ya bağlı tüm bu gayrinizami harp unsurlarını deşifre etmesi gerekir. Aksi hâlde, dökülen her kanda, CHP’nin de payı olacaktır.

TC devletinin NATO’ya bağlı olması, sıradan bir iş, küçük bir ayrıntı değildir. Açıktan NATO’dan çıkmanın propaganda edilmesi olmadan, bu SADAT vb. deşifresi başarılı olamaz. Mesele Soylu’nun saldırganlığı, mesele çetelerin saldırganlığı ile sınırlı bir mesele değildir. Soylu, kaybettiği pozisyonu tutabilmek için, Erdoğan’dan daha fazla Erdoğancı olmak zorundadır. Ama bu saldırganlık, sadece Soylu ve Akar çetelerinin işi değildir, bu saldırganlık, TC devletinin organize işidir ve ardında NATO vardır.

Erdoğan’ın SADAT ile bağlarını inkâr etmesi, biraz da bu nedenledir. Çünkü, daha başka çeteler de vardır. Bunlara çete derken, bunların devlet dışında oldukları sonucu çıkmasın, tersine, devletin içindedirler ve aynı zamanda NATO’ya bağlıdırlar. Yoksa Topal Osman çetesi dediğimizde de, devletin dışında bir şey söylemiş olmuyoruz. O da devletin içindeydi. Tasfiye edilirken, Topal Osman, devletin izni olmadan bir şey yapmadığını söylemiştir.

Sedat Peker, değişen koşullarda gayrinizami harp metotlarına, bizzat yaptıklarını anlatarak, örnekler sunmuştur. Bu örnekler, bugün daha yaygın biçimde devreye sokulacaktır. Bu işin içinde IŞİD çeteleri de, TC devletinin gayrinizami unsurları olarak vardır, tarikatlar da vardır.

Bu durumda Erdoğan’ın, SADAT’ı bilmiyorum demesi, bağlarını inkâr etmesi, çok büyük bir anlam ifade etmeyebilir. Çünkü, başka kullanılabilecek unsurları da vardır.

Tüm bunlar gösteriyor ki, ülkenin geleceği, devlet içindeki çatışmalardan çıkmayacaktır, hiçbir zaman çıkmaz. Gelecek, işçi ve emekçilerin ellerinin ürünü, sosyalist devrimin sonucu olarak yaratılabilir.

İşçi ve emekçiler, bugün, bir direniş çizgisi geliştirmektedir. Bu direniş çizgisi, elbette dereler gibi akıp gelişmeyecektir. Birçok engeli aşmak zorundadır. Bu engelleri aşmak, direnişi daha da geliştirmekle, yaymakla ve örgütlemekle mümkündür.

Ülkenin gerçek gündemi, bir devrimdir.

Sosyalist devrim, toprağın, havanın, suyun, insanımızın, işçi ve emekçilerin temel ihtiyacı, ilacıdır.

İsyan, her türlü korkuyu yenmenin, özgürleşmenin, insanlaşmanın, güzelleşmenin, hastalıklı hâlden çıkmanın tek yoludur.

Onların meclisi, onların sarayları, onları tankları, topları varsa, işçi ve emekçilerin üretimden gelen gücü, hayatı üretmenin verdiği gücü vardır. Mesele bu gücün bilincinde olmaktan geçmektedir.

Soru, “ben ne yapabilirim” değildir. Sen, önce tek başına varlık olmaktan çıkmak zorundasın. Sen, biz olmak zorundasın, örgütlenmek ve savaşçı hâline gelmek zorundasın. Bunu yapman gerekir. Bunu yapmak, sınıfını, kendini de tanımanın yoludur.

Korkuyorlar.

Erdoğan korkuyor.

Saray korkuyor, her odasına bu korku sinmiştir.

Beşli çeteler, tekeller korkuyor.

Egemenler korkuyorlar. Çünkü cennetlerini kaybetme riski ile karşı karşıyadırlar.

Korktukları için daha da saldırgan oluyorlar. Ağızlarından çıkan tehditler, korkunun yarattığı salyalardır.

Biz devrimcilerin, biz işçilerin, insanım diyen herkesin görevi, görevimiz, korkularını gerçekleştirmektir. İşçi ve emekçilerin önündeki alternatif budur, iktidara gözümüzü dikmemiz gerekir.

Sosyalist devrim, hem olanaklıdır hem de zorunludur, gereklidir. Bu bilinçle sürece bakmamız, böyle çalışmamız, küreklere bu enerji ile sarılmamız, örgütlenme ve direnişi geliştirme irademizi bunun üzerine kurmamız gerekir.

Kazanacağımız bir dünyadır, özgürlüğümüzdür. Kaybedeceğimiz ise kölece bağlarımızdır, sefil yaşam koşullarımızdır.

İşçi hareketi, işçi sendikacılığı ve siyasal örgütlenme

Son dönemde, bir yandan işçi hareketi gelişiyor. Bu gelişim, işçi hareketinin yerel direnişleri şeklinde, yaygın, çok fabrikada, ama birbirinden bağımsız bir işçi hareketi görünümü veriyor. Bir aylık bir süre temel alınsa, bu süre içinde, birçok eylemin oluştuğu görülecektir.

Bu gelişimin bir yönü ile Gezi ile başlayan sürece bağlanması mümkündür. Ama doğrudan onun devamı gibi ele alınması da yetersiz olur. Gezi Direnişi, geri çekildikten sonra, birçok alanda, bir açılma yaşanmasına neden oldu. Buna bağlı olarak birçok alanda, farklı niteliklerde eylemler, tepkiler gelişmeye başladı. Bunu doğanın yağmalanmasına karşı yerel halkın yaşamı savunmak üzere organize ettiği çevre eylemlerinde görmek mümkündür. Kaz Dağları sürecinde olduğu gibi bu eylemler, toplumsal çekim merkezi de olabilmiştir. Çevrenin ve doğanın yağmalanmasına karşı eylemler, çok farklı coğrafyalarda ortaya çıktı. Bir ucunda İkizdere direnişini, diğer ucunda yangınlara karşı direnişi görmek mümkün.

Aynı hareketlilik, daha örgütlü olması koşulu ile kadın hareketinde var. Kadın hareketi, daha örgütlü bir süreç izliyor.

Öğrenci eylemleri ise, bu ikisinin, çevre ve kadın hareketinin ortasına denk düşecek bir yarı örgütlülüğe sahiptir.

Tüm bunlarda Gezi Direnişi’nin etkileri elbette vardır. Ama bu etkiler, genel etkilerdir ve havanın değişimi anlamında bir etki olarak ortaya çıkmaktadır.

Öte yandan, Saray Rejimi’nin karşı-devrimci saldırıları, yine bu süreci etkilemektedir, bu kez olumsuz olarak. Devlet, tüm güçleri ile, her harekete açıktan saldırırken, Gezi sendromunun varlığını da göstermektedir. Egemenler, korkularının da etkisi ile, saldırılarını artırdıkça, örgütlü direnişin de önemi artmaktadır.

Devletin tüm saldırılarına rağmen, kitle eylemleri, direnişler devam etmekte, daha çok sayıda ama daha yerel olarak kalmaktadır.

İşçi eylemleri ise, Gezi sürecini daha içten içinde taşısa da, daha farklı gelişmektedir.

Tüm bu süreci ele alırken, aslında Saray Rejimi’nin politikalarına tepki kadar, yaşanan ekonomik krizin de ağır faturasının katkısını görmek gerekir. Saray Rejimi, tekeller, burjuvazi, yağma-rant ve savaş ekonomisi politikasını kendi temeli hâline getirmiştir. Yağma-rant ve savaş ekonomisi olmadan sistemin ayakta durması mümkün görünmüyor. Bu nedenle, mevcut kriz koşullarında tekeller, büyük sermaye, bankalar kârlarına kâr katarken, aynı hızla kitleler açlıkla, işsizlikle daha yoğun biçimde karşı karşıya kalmaktadır.

Yaşam zorlaşmakta, zamlar ve vergiler, nefes almayı zorlaştırmaktadır. Maaşlar birkaç günde erimekte, kiralar ve faturaları ödemek, iki kişinin çalıştığı bir ailede bile mümkün olmaktan çıkmaktadır.

İşçilerin yaşam ve çalışma koşulları birlikte kötüleşmektedir. İşçiler, daha uzun süre, daha yoğun sömürüye maruz kalmaktadır, adeta fabrikalarda kanları emilmektedir.

Sermayenin kâr hırsları o denli pervasızca devreye sokulmaktadır ki, fabrikalarda iş cinayetleri ardı arkası kesilmez günlük olaylar hâline gelmiştir.

Bu durum, değil kitle eylemleri ve direnişlerde, günlük yaşamın içinde de şiddeti sürekli artırmaktadır. Kadın cinayetleri, öğrencilerin tarikat yurtlarında gördüğü şiddet, bu şiddetin cinsel biçimleri, iş cinayetlerini aşmaya başlamıştır. Yaşamın her alanında, kapitalist kâr güdüsü, yağma-rant ve savaş ekonomisi, bugün, şiddeti tırmandırmaktadır. Patronlar işyerlerinde işçileri sadece taciz etmekle yetinmiyor, dövüyorlar da. Yurtlarda sadece cinsel saldırılar devrede değil, aynı zamanda dayak da devrededir. Birçok yurtta kadın öğrenciler satılmakta, erkek öğrenciler cinsel saldırıya uğramaktadır. Kadın cinayetleri, sürekli tırmanmaktadır.

Kısacası işçi ve emekçilerin, çocukların, kadınların, gençlerin yaşamı, şiddet ile doldurulmakta, her gün yeni bir saldırı ile karşı karşıya kalınmaktadır.

Demek yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi dediğimiz zaman, aslında sıradan bir şeyden söz etmiyoruz. Bunlara bağlı intiharlar da artmaktadır. Avukatlık, gözde bir meslek olarak bilinir; avukatların, haftada bir intihar ettiğini duyuyoruz.

Tüm bu sürecin arkasında, Saray Rejimi vardır.

Saray Rejimi, tekellerin, uluslararası sermayenin, yağma-rant ve savaş ekonomisine dayalı çıkarlarının temsilcisidir. Yoksa, bir ismin rejimi değildir. Bu olağanüstü koşullarda örgütlenmiş tekelci polis devletidir. Ve bu durum, tüm egemenlerin sevdiği, onların kârlarına kâr katan bir sistem de demektir.

Her direniş, aslında bu sürece toplumsal tepkinin bir parçasıdır.

Çoğunlukla işçi direnişleri, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Fabrikada, işyerinde yaşam ve çalışma koşullarının dayanılmaz hâl alması, hiçbir yasal hakkın gözetilmemesi, işçi sağlığının hiçe sayılması, maaşların düşük olması, çalışma sürelerinin uzaması, mesailerin ödenmemesi, sigortasız çalışmanın yaygınlaşması, nihayet maaşların bizzat ödenmemesi, işçi direnişlerini gündeme getiren etkenlerdir. İşçiler bıçak kemiğe dayandığında harekete geçmektedirler.

Yüzlerce fabrika ve işyeri, direnişe geçmekte, ancak bunlar, medyaya yansımamaktadır. Ancak içlerinden birkaçı, YemekSepeti vb. gibi direnişler, Migros depo işçilerinin eylemleri gibi direnişler ya da Migros işçilerinin Özilhan’ın villasının önünde yaptığı eylemler medyaya yansımaktadır.

İkincisi, bu denli yaygınlaşan direnişlere rağmen, direnişteki işçilerin birbiri ile bağları da zayıftır, ancak devrimci grupların devreye girmesi ile bu bağlar kurulabilmektedir.

Demek ki, işçi direnişleri daha çok kendiliğinden karakterdedir, dediğimiz zaman bunu anlatmak istiyoruz. Bu kendiliğinden direnişler ise bir gerçektir ve çok değerlidir. Direnişin sürmesi demektir. Gezi ya da başka bir yerdeki öğrenci eylemi, kadın direnişi, bu sürece etki etmektedir kuşkusuz, ama bu etki çok dolaylı bir etkidir.

Birçok işyerinde, fabrikada, işçiler direnişe geçtiğinde, sendika ya karşılarında olmakta ya da işçiler ile patron arasında tampon görevi görmektedir.

Çünkü sendikalar, hepsi değil kuşkusuz, büyük çoğunlukla, işçi sendikası değildir. Sendikalar, 12 Eylül milat alınırsa, o tarihten başlayarak, devlet-patron işbirliğinde mafyatik bir hâl almıştır. Türk-İş başkanı bir mafya lideri gibidir, Hak-İş başkanı da öyledir. Bunlar elbette örnekler. Sendikaların çoğunda bu durum egemendir.

DİSK ve KESK, çalışanlardan kopuk, emekçiden, işçiden uzak durmaktadır. İşçiler, çamurlu ayakkabıları, tozlu işçi tulumları ile sendika şubelerini şenlendirmemektedir. Birçok sendika, kadermiş gibi, günlük sendikal aktiviteler bile yapmamaktadır.

İşte tam da bu noktada, işçi sendikacılığının unutulduğunu söylemek mümkündür.

İşçi sendikacılığı, ilkin sendikaya, bir geniş kitle örgütü olarak bakar. İkincisi, işçilerin günlük ekonomik ve sosyal haklarını savunmak üzerinden sistematik bir faaliyet yürütür.

Öyle, sözleşmeden sözleşmeye patronla masaya oturmak, ücret üzerinden pazarlığa başlamak işçi sendikacılığı değildir. Niyetiniz ne kadar iyi olursa olsun, bu işçi sendikacılığı değildir.

İşçi sendikacılığı, kitle örgütü ise, işçilerin bulundukları fabrikalardan başlayarak, örgütlenmesini hedefler. İşçiler, sendikanın örgütlü olduğu fabrikada, bir işçi temsilciliği kurarak işe başlar. Fabrikanın her departmanında, işçilerin, sendikalı işçilerin haftada bir toplantısı gerçekleşir. İşçiler, kendi bölümlerinden seçtikleri işçileri, temsilcileri olarak, fabrikanın işçi temsilciliğine gönderir. Bu seçilmiş işçilerden oluşan işçi temsilciliği, sendika tarafından seçilmez, işçiler tarafından seçilir ve seçenler, çoğunlukla o temsilciyi görevden alabilir. Bu, fabrika temsilciğinde de geçerlidir.

İşçiler, sadece haftada bir toplantı yapmazlar. Aynı zamanda, en az haftada bir, sendika şubesini kirletir, orada seminer yaparlar. Bu seminerlerde, kendi durumlarını, iş kolunu, iş kolunun gerçeklerini, çalışma koşullarını, ücret ve sosyal haklarını tartışırlar. Her sendikalı işçi, kendi üretimini ve bu üretim sürecinde kâr oranını, kendi fabrikasındaki ve başka fabrikalardaki çalışma koşullarını öğrenir. Sendika, işçilere bunları aktarmak zorundadır. Sadece sözleşme dönemlerinde ücret durumlarını tartışmazlar, ücret pazarlığını, önceden bilinçli olarak hazırlanılacak bir süreç hâline getirirler. Böylece sendika, işçilerin bir birliği, örgütü hâline gelir.

İşçiler, kendi aidatlarını ne yapacaklarını sendika ile tartışırlar. Örneğin bugün, birçok fabrikada, aidatlardan oluşan bir grev fonu oluşması olmazsa olmaz bir gerekliliktir.

Sendika, ayrıca, merkezî düzeyde, işçilere çeşitli eğitimler, sosyal aktiviteler, kamplar organize eder. Sendika, sendika görevlilerinin aldığı maaşları açık olarak ortaya koyar. Her ay, gelir ve giderlerini yayınlar, eldeki bütçeyi açık olarak işçilere bildirir. Bugün, bu durum bir elektronik mesaja bakmaktadır. Ama bu bütçe üzerinde, her sendika şubesi, ayda bir toplanarak açık bir tartışma yürütür.

İşçiler arasındaki birlik ve örgütlülük, böylece günlük yaşamın bir parçası hâline gelir. Bu yapılmadan, sendika işçi sendikası olamaz.

Bugün, birçok sendika, sendika mafyasının denetimindedir. Bu durum, işçilerin eylemsiz değiştirebileceği bir durum da değildir.

Bu hâl, sendika mafyasının bu etkinliği, sendika mafyasının denetiminde olmayan sendikalarda da, bir çeşit alışkanlıkla, işçiden uzak bir sendikal çalışma yürütülmesine neden olmaktadır. İşçiler, sendikalı bir işçi olarak eğitim talep ettiklerinde dahi, sendikalar, sendika mafyasının denetiminde olmayan sendikalar dahi, bu talebe kulaklarını kapattıkları bir alışkanlık-tembellikle yanıt vermekte, oralı olmamaktadırlar. Çünkü, sendikanın işçi sendikası olmasının anlamı unutulmaktadır. Genel olarak sendikal çalışma, örgütlü çalışma olmaktan çıkartılmakta, sistemin, kapitalizmin yarattığı zayıf insanî ilişkiler, yalnızlık, sendikalarda da egemen olmaktadır.

Kaldı ki, biz işçi direnişlerinin gelişimi ve büyümesinden, örgütlü hâle gelmesinden, farklı yerlerdeki işçilerin birbiri ile ilişkiler kurmasından söz ediyorsak, elbette sendika dışında da ara örgütlenmelere ihtiyaç duyacağız. Birleşik İşçi Kurultayı, tam da böylesi bir örgütlenmedir. Bu konuda öncü işçilerin, siyasal görüşleri bir yana, bir araya gelmesi, sendikacılığın doğru temellere oturtulması, direnişlerin gelişmesi için ilave bir örgütlenmedir.

İşçiler, bilmelidirler ki, her türlü faaliyet için temel örgütlenme, işyeri bazında örgütlenmedir. İşyerinde bir örgütlenme yoksa, işçilerin direnme gücü zayıflar. Bu nedenle, işyeri örgütlenmesi, ister sendikanın bulunduğu bir işyeri olsun ister olmasın, şarttır. O işyerinde sendika yoksa, işyeri örgütlenmesi, daha sessiz, daha kapalı yürümek zorunda kalır. Sendika varsa işyeri örgütlenmesi daha açık hâle gelir. Ancak her durumda, işçilerin söz hakkı önemlidir.

Tüm bunlar, aslında işçi sınıfının kurtuluşu için yeterli örgütlenmeler değildir.

İşin içine siyasal örgütlenme girmek zorundadır. Bu elbette işçilerin devrimci örgütlenmesidir. Bu örgütlenme, elbette devletin saldırılarına karşı da güvencedir. Ama bununla sınırlı değildir.

İşçiler, nihaî olarak kapitalist sistemi yıkmak, kendi emeklerinin geçmiş dönemdeki ürünü olan üretim araçlarına el koymak yolu ile sömürüye son verebilirler. Sömürüye son verene kadar, işçi sınıfı kurtulmaz.

İşçi sınıfının kurtuluşu bir sosyalist devrimle mümkündür. Bu biliniyor. Bunun için, işçilerin, devrim saflarında örgütlenmesi gerekir.

12 Eylül karşı-devriminde devlet, öncelikle devrimcilere, komünistlere saldırdı. Devrimci örgütler devre dışı bırakılınca, işçilerin sendikalarına, anayasal haklarına, ücretlerine, sosyal haklarına, çalışma zamanlarına, çalışma düzenlerine saldırmak, çok daha olanaklı oldu.

İşçi sınıfı, siyasal bir varlık olmadan, kendi sınıf bilincine de varamaz. Nasıl ki patronların, burjuvaların kendi devletleri var ve o devletleri onların siyasal örgütüdür, işçilerin de kendi siyasal örgütleri olmalıdır. Devlet, hiçbir zaman bir fabrikada gelişen direnişte işçiden yana tutum almaz. Her zaman kapitalist ister ve kolluk kuvvetleri, askeri, polisi, yargısı, TOMA’sı devreye girer. Çünkü devlet onların siyasal örgütüdür, en gelişmiş siyasal örgütüdür.

Ve egemenler, işçi ve emekçilere siyaseti yasaklarlar. Onlara ancak, kendi burjuva partileri, düzen partileri içinde siyaset yapma izni verirler. CHP’ye, AK Parti’ye, MHP’ye katılabilirsiniz. Ama kendi siyasal örgütlerinizi kuramazsınız. Bunu yasaklar. Bunun ana nedeni, işçilerin siyasal örgütlerinin ortaya çıkmasını, işçilerin sınıf bilincine ulaşmasını engellemektir. Ancak devrimcileşmiş işçiler, ancak siyasal olarak devrimci bir işçi partisinde örgütlenmiş işçiler sisteme karşı düzenli ve sistemli bir mücadele yürütürler. Ve işçilerin siyasal örgütlenmesi ne kadar gelişirse, işçiler devrim saflarına ne ölçüde katılırsa, sendika mafyası o ölçüde etkisiz kalır. İşçileri uyanık tutacak şey, sınıf bilinçleri, devrimci örgütlenmelerdir. Yoksa, burjuvazinin, devletin, onların denetimindeki sendikaların ayak oyunlarını anlamak bile mümkün değildir, değil ki önlemek.

Demek ki, işçi örgütlenmesi, gerçekte, birçok yönü olan bir örgütlenmedir. Sendikal örgütlenme, devrimci işçilerin varlığında daha da sağlıklı gelişecektir.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı, ekonomik, siyasal ve ideolojik bir savaştır. Bu savaşın her cephesinde var olmak şarttır. Bunun yolu ise, siyasal örgütlenmedir. Siyasal örgütlenme, işçilerin devrim saflarına katılması, sendikaları da geri almalarının, sendika mafyası ve kan emicileri sırtından atmasının tek gerçek ve olanaklı yoludur.

Devrimci işçiler, içinde bulundukları sendikayı, yukarıda açıklandığı gibi, bir işçi sendikasına, işleyen ve canlı bir işçi sendikasına çevirmek zorundadırlar.

Devrimci işçiler, işyerlerinde işyeri temsilcilikleri, komiteleri kurmak zorundadırlar.

Devrimci işçiler, Birleşik İşçi Kurultayı gibi ara örgütlenmeleri geliştirmek, işçi direnişleri arasında bağlar kurmak, geliştirmek zorundadırlar.

Bugün ülkemizde gelişen işçi eylemleri, direnişler, bu açıdan büyük olanaklar sunmaktadır. İşçilerin bıçak kemiğe dayandığında başvurdukları direniş, aslında onların kendilerini tanımaları, öğrenmeye açık olmaları için müthiş bir olanaktır. Bu olanağı doğru değerlendirmek, hem işçilerin birbirinden öğrenmesini sağlamak hem de onları devrimci mücadele ile tanıştırmak kritik bir görevdir, savsaklanamayacak bir iştir.

Ülkemizde gelişmekte olan devrimin ana gücü, öncü gücü işçi sınıfıdır. İşçilerin üretim sürecinden gelen disiplin ve bilgilerini devrimin hizmetine sunmaları olmadan, burjuva devleti yıkmak, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya kurmak mümkün değildir.

Ülkemiz toplumsal muhalefeti, Gezi Direnişi ile 15-16 Haziran Direnişi’ni bir kanalda birleştirmek zorundadır. Bunun yolunu, devrimci işçiler döşeyecektir.

Ekonomik kriz, savaş ve direniş

Bugün, ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin, yoksulların, emeklilerin yaşamlarını çekilmez hâle getiriyor. Yoksulluk, açlık, işsizlik birlikte kol geziyor.

Bunlara cinayetler eşlik ediyor; işçi cinayetleri, kadın cinayetleri vb.

İçeride, Saray Rejimi, açık bir iç savaş yürütüyor.

Bu iç savaş açıktır, ama devlet, Saray Rejimi, adını iç savaş olarak koymadan, bunu deklare etmeden savaşı yürütüyor.

İç savaş, Kürt devrimine karşı ve her türden işçi, kadın, gençlik, çevre direnişine karşı yürütülüyor.

Egemenler, Tekelci Polis Devleti, mevcut iktidarı sürdürebilmek için, kendi yasalarını tanımayan bir saldırganlık içindedir.

Bunun nedeni korkularıdır. Korkuyorlar ve Gezi Direnişi kâbusları olmuştur. O kadar ki, Mücella Abla bir yana bırakılırsa, Avukat Can bir yana bırakılırsa, Gezi Direnişi ile bağları en minimum olanlar, tehdit ve korkutma aracı olarak cezalandırılıyorlar. Bu yolla gözdağı vereyim diyorlar. Ama aynı zamanda kendi korkularını dışa vuruyorlar.

Korkuyorlar.

Sadece Saray’dakiler değil. Onların efendileri, tekeller, parababaları, beşli çeteleri, onların ardındaki uluslararası sermaye, hepsi bu korkuyu yaşıyor.

Korktukları için, toplumu susturmak üzere saldırıyorlar.

Üzerine oturdukları cennetlerini kaybetmekten korkuyorlar.

Yağma-rant ve savaş ekonomisini ayakta tutmak için saldırıyorlar.

Atatürk Havalimanı’nı yıkma nedenleri, yeni havalimanını satın alacak olanların şartlarıdır. Yeni havalimanını, beşli çeteleri satışa çıkarıyor, paralarını yurtdışına çıkartıp garantiye almak istiyorlar. Uluslararası ortakları ile kendi paralarını güvenceye almak istiyorlar. Saray Rejimi’nin tüm desteklerine rağmen, tüm baskı aygıtını devreye sokmuş olmalarına rağmen, yargıyı bir silah olarak polis teşkilâtının parçası hâline getirmelerine rağmen, medyayı denetlemelerine rağmen, CHP muhalefetini kontrol etmelerine rağmen korkuyorlar.

Bir halkı, bir ülkeyi satmanın korkusudur bu.

Gezi Direnişi onların kâbusudur.

Bunun için adı konulmadan, bir iç savaş yürütüyorlar.

Ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere yıktılar. Ama daha fazlasını istiyorlar. Krizde tekeller, çeteler, beşli çeteler, tarikatlar, bankalar kârlarına kâr katıyorlar. Ama iflaslar, açlık ve işsizlik kol geziyor. Akıl almaz vergiler, artan fiyatlar, elektrik-su ve doğalgaz faturaları, patlayan kiralar insanların yaşamlarını kâbusa çeviriyor. Ama yine de doymuyorlar.

İşçilerde, emekçilerde, toplumun büyük kesiminde, kadınlarda, gençlerde birikmiş öfke, onları korkutuyor.

Bu nedenle, saldırıyorlar. İçeride ve dışarıda savaş naraları atıyorlar.

Savaş ekonomisini işçi kanı ile besliyorlar. İşçilerin çalışma koşulları sürekli daha da kötüleşiyor. İşçi ve emekçiler için, nüfusun çoğunluğu için hayat, her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ama tekeller, parababaları, silah sanayii, kârlarına kâr katıyor. Müteahhitleri her alanı yağmalıyor.

Egemenler, uyuşturucuya alışmış gibi savaşa bel bağlıyorlar.

Karapara merkezi hâline gelmiş bir ülke yaratıyorlar.

Artık kendi “normal”leri budur.

Burjuva muhalefet, CHP ve diğerleri ise, devleti kurtarmak adına, aç, işsiz, cinayetlere kurban giden, okuyamayan, kirasını ödeyemeyen, faturalarını ödeyemeyen kitleleri evde tutmak için uğraşıyorlar. Saray “şükredin” diye kükrüyor, muhalefet evde kalın, sokağa çıkmayın masallarını anlatıyor.

Ama zorunludur, direniş gelişiyor.

Direniş, yerel eylemler, anlık patlamalar şeklinde, kendiliğinden karakterde gelişiyor. Her gün bir yerde bir direniş yaşanıyor. Burjuva medya, Halk TV gibi kanallar da dâhil, bu direnişleri yansıtmamak için her yola, her manevraya başvuruyor. Saray medyası, karanlık pompalıyor. Her haber, her TV tartışma programı yalan üzerine dayanıyor.

İşçi direnişleri, kadın direnişleri, gençlik eylemleri, çevre eylemleri bu karartmayı nadiren delebiliyor. İşçiler kendi direnişleri dışındaki direnişlerden, ancak devrimciler sayesinde, ancak devrimci mücadele sayesinde haberdar olabiliyor.

Tüm bunlara rağmen, direniş, artık bu toprakların bir gerçeğidir.

Direnişler yerel de olsa, yerelde de kalsa, akılları açıyor. Birikmiş öfke, henüz tüm yönleri ile kendini direnişlerde ortaya koymasa da akıllar açılıyor, devleti tanıma süreci işliyor.

İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, halkın her direnişi kıymetlidir, bir öğretmendir.

Direniş ve isyan güzelleştiriyor.

İşçiler, direndikçe güzelleşiyor. Kadınlar isyanda güzelleşiyor, gençler eylemde olgunlaşıyor.

Savaşın diğer cephesi, direniş cephesidir. Bizim cephe, ağır ağır gelişiyor.

Bizim cephenin, direniş cephesinin ana sorunu örgütlenmedir.

Örgütlenme, ihtiyaç duyuldukça daha da gelişecektir.

İnsan eylemi, bilincinin ölçütüdür. En gelişmiş eylem örgüttür, örgütlenmedir.

Direniş ve örgütlenme paralel gelişecektir.

Krize karşı ekmek için, iş için, adalet için, işçilerin örgütlenmeden başka seçeneği yoktur. Direnişler bunun yolunu açmaktadır.

Burjuva muhalefetin masalları ile Saray Rejimi, bu karanlık yerle bir olmayacaktır. Saray Rejimi’ni, bu karanlığı, bu sömürü düzenini yıkacak şey, işçilerin direnişi, örgütlülüğüdür.

Egemenler, ne krizi çözebilirler ne savaş politikaları ile bir yere varabilirler.

Dünya, artık, yeni bir devrimci yükseliş dönemine girmektedir. Bunun işaretleri vardır. Dünyanın her yerinden eylemler yükselmektedir. Bu süreç katlanarak artacak, gelişecek gibidir. Bu süreci karşılamak demek, direniş hattına sahip çıkmak demektir.

İşçi sınıfı, devrimcileşmek, siyasal bir güç olarak toplumsal mücadele sahnesinde yerine almak zorundadır.

Bugün, direnişlerin gelişimini, örgütlenmesini, yayılmasını yönetmek, Birleşik Emek Cephesi ile mümkündür. Birleşik Emek Cephesi, direniş hattını sürekli kılmanın, savaş arkadaşlığını geliştirmenin ana yoludur. Devrimci savaş arkadaşlığı, bugün, sisteme karşı savaşım ve işçi sınıfının gündemi toplumsal mücadelenin esas gündemi yapmanın yoludur.

Krize ve savaş karşı direniş dışında bir seçenek yoktur. Hiçbir işçi, hiçbir kadın, hiçbir genç, direniş olmadan daha iyi bir yarına sahip olmayacaktır.

İsyan örgütlü ise zafere ulaşır. Direniş örgütlü ise kalıcı olur. İşçi sınıfı örgütlü ise özne hâline gelir.

Direniş ve isyan bayrağını, devrimci örgütlenme sürekli yüksekte tutabilir.

Çabamız iyi olanı beslemektir* – Filiz Gencer

Merhaba,

Size Sincan Kadın Hapishanesi’nden yazıyorum.

Nasılsınız?

Burada aynı koğuşta kaldığımız Sibel Balaç, 17 Mayıs Salı günü, açlığının 150. Gününde olacak. Tekirdağ 1 no’lu F Tipi’nde Gökhan Yıldırım ise ondan altı gün sonra açlıkla geçen 150 günü geride bırakacak. Dile kolay, 150 gün.

150 gündür haykırıyor Sibel öğretmen ve Gökhan Yıldırım. İnsan, vicdanı kadardır denir. Bunun için vicdanlı insanlara, adalet isteyen herkesedir sözüm… Ki adalet herkese lazım, değil mi? Doğan günü gülerek karşılamak için dâhi adalet gerekir. Halkımızın onur, erdem gibi değerlerini besleyen ekmek, su kadar ihtiyacı olan bir yapıdır. İşte, adalet için, adalete susayan herkesin ortak talepleri için Sibel ve Gökhan hücre hücre eriyor.

Anadolu kültürümüzde, en mutlu insan, en fazla sayıda insanı mutlu edendir denir. Din bile bize, “mükemmellik, insanın kendisini halk ve vatan için feda etmesidir” der. Bunun için, bu fedakarlığın bir ucundan tutmak; duymayan kulaklara seslenmek, görmeyen gözlere Sibel ve Gökhan’ın taleplerini göstermek hepimizin çabası olmalıdır diye düşünüyorum. Bunun için yazıyorum. Bunun için, her gün slogan atıp kapı dövüyor, sesimizi demir kapıların dışına da duyurmaya çalışıyoruz. Hem de dört duvar arasında olduğumuz hâlde, hapishane içinde hapishane yaratılması gerçeğine rağmen… Yıllara varan hücre cezaları, ziyaret cezaları, iletişim cezaları, ölçüsüz ve orantısız tüm disiplin cezalarına rağmen.

Peki neden katlanıyoruz bunca eziyete?
Bir anekdot ile anlatayım; Kızılderili yaşlı şef, köyündeki çocukları sık sık toplayıp, onlara hikâyeler anlatırmış. Amacı, bu hikâyelerle çocuklara hayatın gerçeklerini anlatmakmış. Bir gün, “çocuklar” demiş, “hayat aslında iyi kurtla, kötü kurt arasındaki kavgadır.” Miniklerden biri de sormuş, “peki hangisi kazanacak?” şef, “hangisini beslerseniz”…

İşte çabamız iyi olanı beslemektir. Tıpkı yaşlı Kızılderili şefin öğütlediği gibi, yoksul halkımızın hayat deneyiminden öğrenerek ve direnerek baskı ve zoru alt etmektir. Tüm haksızlıklara, adaletsiz yargılamalara, hak gasplarına…direnmemiz bundandır. Sevgili Sibel ve Gökhan’ın 150’li günlere gelen açlıkları da bunun içindir.

Haklısınız, zor şartlarda yapılması gerekenin yapılması kadar değerli bir şey yoktur. Bu, insan onurunu taşımaktır. Che diyor ya, “fedakarlığımız bilinçlidir, özgürlüğümüzün bedelidir.”

Bu duygularla, bir kez daha “adalet ve özgürlük” diye haykıran tüm yüreklere, yoksul-emekçi halkımıza, tüm dostlara selam ediyor, Sibel ve Gökhan’ın taleplerinin karşılık bulması için -hayatî bir risk yaşanmadan- elinizden geleni yapacağınıza inanıyor, hepinizi direniş coşkusuyla kucaklıyoruz.

Sevgilerimizle.

*: Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi

Direnişin dünyası… (Haziran 2022)

İtalya’da savaş ekonomisine karşı grev

İtalya’nın Bologna bölgesindeki Sendikal Taban Örgütleri Birliği’nin (Unione Sindacale di Base/USB) “Ücretleri yükseltin, silahları azaltın!” çağrısıyla, binlerce işçinin katılımıyla 20 Mayıs’ta “toplumsal genel grev” gerçekleştirildi.

Grevden dolayı üretim durdu, lojistik hizmetler yapılmadı. Toplu taşımacılık durdu ve okullar kapalı kaldı. On binlerce kişi savaşa, savaş ekonomisine, savaş hükümetine karşı sesini yükselterek “Savaşa hayır!” dedi. Greve ve gösterilere katılanlar ülke kaynaklarının savaş ve silahlanma için değil sosyal harcamalar için kullanılmasını istedi.

“Savaşlara ve savaş ekonomisine hayır!”, “NATO’nun askeri genişlemesine ve askeri harcamalarına hayır!”, “Ukrayna’ya silah sevkiyatına hayır!”, “Savaşın yükünü ve askeri harcamaları işçilerin ödemesine hayır!”, “İşsizliğe, sosyal hak gasplarına hayır!”, “Ücretlerde kesintiye hayır!”, “Herkese yetecek kadar askeri ücret!”, “Herkese iş imkanı sağlansın!” vb. sloganlar eşliğinde, başta Roma, Milano, Torino, Genova ve Bologna gibi büyük kentlerin yanı sıra, Venezia, La Spezia, Firenze, Pisa, Palermo, Catania, Messina Cagliori ve Tries’te  işçi ve emekçiler grev ve direnişteki yerlerini aldılar.

İtalya genelinde pek çok meydanda ve savaş aygıtı NATO’nun üsleri önünde aynı anda gösteriler yapıldı ve uyarı nöbetleri tutuldu. Yürüyüşlerde “Savaştan çıkın, ücretleri ve sosyal harcamaları artırın!” pankartı taşındı.

İran’da artan fiyatlar kitleleri sokağa döktü

İran’da hükümetin sübvansiyonları kaldırmasının ardından bazı gıda fiyatlarının artması ve kimi gıda maddelerinde kıtlık yaşanması sonucu halk sokağa döküldü. Gösterilerde “Korkmayın, korkmayın, hepimiz birlikteyiz!” sloganları atıldı.

İran’da temel gıda ürünlerinde meydana gelen zamlara karşı eylemler ülkenin farklı kentlerine yayıldı. Huzistan’daki İzeh, Dezful ve Andimeshk, Lorestan’daki Boroujerd ve Doroud, Chaharmahal ve Bakhtiari Eyaletindeki Junqan, Farsan ve Shahre kord, Kohgiluyeh’deki Dehdasht ve Boyer-Ahmad Eyaletleri dahil olmak üzere İran’daki birçok ilde temel gıda fiyatlarında uygulanan fahiş fiyat artışı ve İslam Cumhuriyeti’nin ve güvenlik güçlerinin politikalarına karşı halk sokaklara çıktı.

Güney Afrika’da Arcelor Mittal’da grev

Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kıtanın en büyük metal tekeli Arcelor Mittal’da işçiler 12 Mayıs’ta greve başladı.

Numsa Sendikası %10 ücret artışı, geçici işçilerin kalıcı istihdamı, geçici çalışmanın kaldırılması, barınma yardımı ve tıbbi bakım konusunda yardım talep ediyor. Arcelor patronları ise, sadece %5 ücret artışı teklif ediyor.

Arcelor patronları, en düşük işçi maaşının 21.000 R (1.240 €) olduğunu iddia ederken, Numsa işçilerin sadece 7000 Rand (414 €) aldığını söylüyor. Ülkede yakıt, elektrik ve gıda maddelerinin fiyatları son aylarda aşırı derecede arttırıldı.

Arcelor Mittal, yüksek fırın, kok pili ve çelik fabrikası işçilerinin grev yapmasını yasaklayan bir ihtiyati tedbir kararı aldırdı. Bunun nedeni, Arcelor’un üretimin bu bölümlerinin “temel hizmetler” olarak ilan etmesiydi. Bu konuda bir karar verilinceye kadar, belirtilen alanlarda çalışanların çoğunluğunu oluşturan olan işçilerin greve gitmesine izin verilmiyor.

Arjantin’de enflasyona karşı protestolar

Arjantin’de on binlerce kişi “yoksulluk ve açlığa karşı istihdam ve ücret artışı” talebiyle 12 Mayıs’ta eylem yaptılar. Ülkede fiyatların nisan ayında yüzde 6 artmasının ardından çok sayıda kuruluş protesto çağrısında bulunmuştu. 2022’nin ilk dört ayında Arjantin’de fiyatlar yüzde 21 arttı. Arjantin’de halk, Uluslararası Para Fonu programının sonlandırılasını ve borç geri ödemelerinin durdurulmasını talep ediyor.

Çad’da öğrenciler eylemde

Çad’da binlerce öğrenci 14 Mayıs günü, Fransız birliklerinin ülkeden çekilmesini talep etmek için en az üç şehirde sokaklara çıktı. Başkent N’Djamena’da polis göstericilere karşı göz yaşartıcı gaz kullandı. Fransa’ya bağlı askeri birlikler, 1960’taki bağımsızlıktan bu yana Çad’da bulunuyor.

Portekiz’de demir yolu işçilerinden bir günlük grev

Portekiz’de ulaşım işçileri 16 Mayıs’ta 24 saatlik bir grev gerçekleştirdi. Ulaşım İşçileri Sendikası Fectrans’ın verdiği bilgiye göre, CP (Comboios de Portugal) demiryolu işçilerinin yüzde 95’i greve katıldı. Demiryolu ulaşımı ülke çapında durma noktasına geldi. Grevlerin bir kısmı 15 Mayıs günü başladı ve 17 Mayıs gününe kadar devam etti. Grevciler her demiryolu işçisi için 90 avro ücret artışı talep ediyor.

Yeni Zelanda’da halk sağlığı çalışanları grev yaptı

Uzun zamana önce duyurusu yapılan sağlık emekçilerinin grevi, 16 Mayıs’ta gerçekleştirildi. Yeni Zelanda’da yaklaşık 10 bin halk sağlığı çalışanı ülke genelinde 24 saatlik greve gitti. Laboratuvar çalışanları, anestezi uzmanları, terapistler dahil olmak üzere kliniklerdeki bilimsel ve teknik personel için talep edilen ücret artışı konusunda yapılan müzakereler 18 aydan beri devam ediyor.

Grevciler kliniklerin önünde toplanarak protesto gösterisi yaptı. Doktor ve hemşireler greve katılmadı. Buna rağmen grevden dolayı klinik hizmetleri büyük ölçüde aksadı, ameliyatlar iptal edilmek zorunda kaldı.

Paris Arco’da grev

Fransa’nın Châtellerault kentinde bulunan Arco isimli fabrikada Louis-Vuitton’a el çantası üreten 350 işçi 18 Mayıs günü üretimi durdurarak şirketin otoparkında greve çıktı.

15 gün önce başlatılan zorunlu yıllık görüşmeler (NAO -négociations annuelles obligatoires) kapsamında işçilerin 150 avro aylık zam talebine karşı patronun 70 avro teklif ettiği belirtildi. Greve çıkan işçiler yıllardır çalışmalarına rağmen ücretlerinin asgari ücreti geçmediğini, 150 avronun çok büyük bir miktar olmadığını, taleplerini almak için kararlı olduklarını ifade ettiler. İşçiler, görüşmelerden sonuç alana kadar mücadeleye devam edeceklerini açıkladılar.

Madrid’te doktorlardan süresiz grev

İspanya Madrid’de doktorlar, geçici sözleşmelere son verilip, kadrolu personel alımı yapılması talebiyle 11 Mayıs’ta süresiz grev başlattı.

Madrid’deki kamu hastanelerinde başlatılan grevden dolayı acil servisler ve kritik üniteler dışındaki tüm birimlerde sağlık personelinin ve hizmetlerin yüzde 50 düşürüleceği bildirildi.

Doktorların bağlı olduğu sendika ve derneklerden yapılan açıklamalarda, “geçici sözleşmeli personel alımının suiistimal edilerek tahammül edilemeyecek bir boyuta ulaştığı ve grevin zorunluluk olduğu” ifade edildi.

Sendikalar, grevi sonlandırmak için Madrid özerk yönetiminden, 1 Ocak 2016 tarihinden itibaren geçici sözleşmelerle çalıştırılan tüm doktorların kadroya alınmasını, geçici sözleşmelerle ilgili yönetmeliğin değiştirilmesini talep ediyor.

Avrupa Birliği standartlarına göre bölgesel olarak kamu hastanelerinde geçici sözleşmeli doktor çalıştırma oranının yüzde 8 olduğunu kaydeden sendika temsilcileri, Madrid’de bu oranın yüzde 53’ü bulduğunu belirtti.

Madrid, özerk yönetim meclisi önünde eylem yapan doktorlar, eylemlerine devam edeceklerini duyurdu.

Cezayir’de ülke çapında genel grev

25 ve 27 Nisan günleri Cezayir’deki öğretmen sendikaları da dahil olmak üzere 29 kamu sektörü sendikası genel greve gitti. Greve katılım oldukça yüksekti. Protestolar öncelikle yemeklik yağ, buğday ve süt ürünleri gibi temel gıda maddelerinin hızla artan fiyatlarına yönelik. Sendikalar derhal ücret artışları talep ediyorlar.

 

Bulgaristan’da artan akaryakıt ve enerji fiyatları nedeniyle şoförler sokağa çıktı

Taşımacılık ve ulaşım sektöründe çalışanlar, araçlarıyla başkent Sofya ve Yambol, Sliven, Pleven, Varna, Loveç gibi büyük kentlerde zamları protesto etti. 19 Mayıs’ta başkentte araçlarıyla hükümet binası önüne gitmeye çalışan protestoculara polis saldırdı. Araçlarını bırakan eylemciler dövizleriyle yürüyerek hükümet binası önünde açıklamada bulundu. Şoförler yapılan zamların durdurulmasını istedi.

 

Sri Lanka’daki ekonomik krizin derinleşmesiyle geçen aydan bu yana devam eden kitlesel protestoların ardından Başbakan Mahinda Rajapaksa Pazartesi günü istifa etti. Ancak ülkede sular durulmadı.

Sri Lanka’da halkın direnişi devam ediyor

Güney Asya ülkelerinden Sri Lanka bir aydan fazladır yönetime karşı yürütülen protesto eylemleriyle sarsılıyor. Başkent Colombo’da güvenlik güçleriyle protestocular arasında çatışma çıktı. Yedi kişinin yaşamını yitirdiği, 200’den fazla kişinin yaralandığı çatışma sonrasında Başbakan Mahinda Rajapaksa istifa etti.

Tarihinin en kötü ekonomik kriziyle mücadele veren ülkede 9 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağına rağmen harekete geçen binlerce eylemci hükümet binalarına saldırdı, Rajapaksa yanlısı milletvekillerine ve yerel politikacılara ait ev, dükkân ve iş yerlerini ateşe verdi.

Eylemciler daha sonra 76 yaşındaki başbakanın aile fertleriyle sığındığı başbakanlık binasına ilerledi. Başbakan Rajapaksa istifa ettiğini açıkladı. Başbakanın istifasından sonra da eylemler devam etti.

Kaynak: Direnisteyiz30.org, Kızıl Bayrak, Birgün, Evrensel, Euronews, DW

Zihin Bulanıklığı Olarak Göçmenlere Saldırı

Kapitalizmin krizinin en yoğun yaşandığı dönemlerden birindeyiz. Ekonomik kriziyle, yönetememe kriziyle her geçen gün saldırganlığını arttıran bir Saray Rejimi var. Dünyada emperyalist paylaşım savaşı devam ederken tetikçilik rolünü üstlenen TC de bir sömürge ülke olarak krizin ağır faturasını işçilere, emekçilere, öğrencilere, kadınlara, halklara ödetme konusunda ısrarcı, başka da yolu yok zaten.

Artan krizlere karşı bizim cephemizden gelişen direnişler de Saray’ın elini zorlaştırmaya, çözülüşünü hızlandırmaya devam ediyor. 500 günden fazladır devam eden Boğaziçi direnişi, 8 Martlarda Taksim’in her sokağını zorlayan binlerce kadın ve LGBTİ+, iki ayda 130 fabrikada greve, işgale çıkan işçiler, sermayenin rant-yağma-talanına karşı doğasını savunanlar ve daha birçok direniş Saray Rejimi’nin yönetememe krizini derinleştirmekte.

Biliyoruz ki bu direnişlerin hepsi devletin korkulu rüyaları olmakta ve saraylarını sarsmakta. Peki sarsılan saraylarını nasıl sağlama alacaklar? Halkın haklı öfkesini sistem içine kanalize ederek.

Bugün tutturmaya çalıştıkları milliyetçilik damarıyla, toplumun öfkesinin devletin çözülüşüne etki etmesini engellemeye çalışıyorlar. İşte iktidarın ve burjuva muhalefetin birlik olduğu yer: Öfkeyi göçmenlere yöneltmek.

Her gün gelen zamlar, eriyen maaşlar, ödenemeyen faturalar, kiralar ve derinleşen ekonomik kriz sonucu yoksullaşan toplumun öfkesi Saray eliyle göçmenlere yöneltiliyor. Biliyoruz Saray saldırılarını saklama gereği duymuyor, yalanlarının biri bin para, utanmaları zaten yok, omurgaları hiç olmamıştı. Bütün bunların karşısında duruyormuş gibi gözüken CHP’ye, burjuva muhalefetine ne demeli? Devletin bekasını korumanın derdiyle, aman kitleler sokağa çıkmasın, öfkesini örgütlemesin derdiyle en güçsüze vurmanın verdiği rahatlık içindeler.

İktidarıyla, muhalefetiyle egemenlerin zihnimizi bulandırmasına izin mi vereceğiz? Senden güçlüye biat et, güçsüzse vur tepesine. Öfkenin kaynağını arayıp bulduğunda egemenleri görüyorsun ve evet güçlüye kafa tutmak zor geliyor. Egemenlere kafa tutmak; emek istiyor, dayanışma istiyor diye en güçsüze vurmak insanlığın çürümesidir.

Hepimizin cevabını aldığı bir soru var “Suriyeliler neden hep Türkiye’ye geliyor?”. TC Suriye’ye tetikçi olarak girecek peki burada yaşayan halk nereye gidecek? Uçakla İtalya’ya mı yoksa Fransa’ya mı? Elbette yürüyerek en yakınındaki yere gelecek hem de Avrupa ile anlaşarak paraları cepleyen TC, bu durumdan da hiç rahatsız değil. Saray’ın Suriye’ye girme kararına ortak olan CHP ise bu katliamın, yağmanın, talanın ortağıdır. Bugün bir başka yüzle göçmenleri hedefe koyarak, buradan güç devşirmeye çalışarak “karşısında” oldukları iktidarın ortaklığını yapıyor.

Göçmen karşıtlığını perçinlemek için öne çıkartılan bir başka konu ise kadınlara yönelik saldırıların artması. Her ay onlarca kadın öldürülüyor, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılıp kadın örgütleri kapatılmaya girişiliyor, failler cezasız bırakılıp Çilem’in ve Nevin’in cezasını onanıyor, uzman çavuş Musa Orhan tecavüz faili olmasına rağmen korunuyor, 8 Martlarda polisiyle ve gazıyla kadınlara, LGBTİ+’lara saldırılıyor… Hâl böyleyken kadına yönelik tacizin, şiddetin sorumlusu göçmenlermiş gibi lanse ediliyor. Aslında burada failin ırkı önemli değildir, çünkü asıl sorun erkek egemen ideolojidir. Kapitalizm var oldukça erkek egemen ideolojiyi örgütleyecektir. En başta yargısıyla, kolluğuyla her kurumuyla kadınlara saldıran devletin ta kendisidir, hesap ondan sorulmalıdır.

Egemenlerin kadını koydukları yer ancak bacı, ana, köledir. Kadınların özgürleşmesi gibi bir düşünceleri olmamıştır ve olmayacaktır. İstanbul Sözleşmesi’ni savunur gibi yapan burjuva muhalefet de kadına şiddeti bitirmeyecektir. Hatırlamaya çalışın ne zaman kadınların yanında oldular? İsyan eden, sokağa dökülen kadınlara saldırılırken mi yoksa failler korunurken, aklanırken mi? Bu devlet biz kadınların, işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, halkların devleti değil. Emeği sömürülenlerin ve emeğimizi sömürenlerin, üretenin ve el koyanın, işçi sınıfının ve burjuvazinin olduğu bir sistemde iki sınıfın ortak hiçbir çıkarı olmayacaktır. Bu yüzden devlet, egemenlerin korumanın aracıdır, bizim değil. Onlardan ne koruma bekleyeceğiz ne de zihnimizi bulandırıp öfkemizi sistem içinde tutmalarına, güçsüze yöneltmelerine izin vereceğiz.

İspanya’da bir duvara yazıldığı gibi “Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin”. Hayatımızın her alanına saldıranlara karşı öfkemizi gün geçtikçe büyütecek ve hedefimizi net olarak ortaya koyacağız. Tıpkı Bilkent’te konuşmacı olarak okula sokulmak istenen Ümit Özdağ’ı sloganlarla gönderen arkadaşlarımız gibi tutum almalıyız. Bu sistem alaşağı edilmedikçe insanlar yurdundan edilecek, savaşlar devam edecek. Hangi ırktan olduğu fark etmeksizin işçiler, öğrenciler, kadınlar, LGBTİ+’lar için cehennem olan bu sistem, burjuvazinin cennetidir. Bu düzeni alaşağı etmek ellerimizdedir. Öfkeni yerinden edilene değil, bizi yerlerimizden edene yönelt. Bu çürümüş sistemi ait olduğu çöplüğe yollamak için Kaldıraç saflarında örgütlen, kazanalım!

“…

Ve karanlık senaryosunu

parçaladığımızda

bütün şarkılarda

kendi dilinde

şu nakarat dillenir

Bütün Halklar Kardeştir.”

Bekir Kilerci/Kimlik Kartı

KALDIRAÇ ÜNİVERSİTE

Öğrenci hareketinden… (Haziran 2022)

Milyonlarca öğrenci toplumun geri kalanı gibi barınma, beslenme, ulaşım gibi temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak durumda. Sistemin yalan vaatleri etkisini yitiriyor, sabır taşları ise çatladı, çatlayacak! Direnişe yüklenmek ise tek çözüm yolu. İnsanca, eşit ve özgür bir yaşam için sosyalizmi inşa etmeye tüm sıra arkadaşlarımızı Kaldıraç Üniversite saflarında mücadele etmeye çağırıyoruz. Öğrenci hareketinden Mayıs ayı…

Kendine yüklenme direnişe yüklen!

Denizlerin 50. yılında mücadelemiz sürüyor!

6 Mayıs Cuma günü “Emperyalizme ve kapitalizme karşı Denizlerin yolunda sürüyor mücadele!” şiarıyla diğer devrimci kurumlarla bir araya gelip, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı andık.

Taksim AKM önünde buluşup Dolmabahçe’ye yürüdük. Yürürken “İbo, Mahir, Deniz, sürüyor sürecek mücadelemiz!”, “Onlara sözümüz devrim olacak!”, “Emperyalistler, işbirlikçiler 6. filoyu unutmayın!” sloganlarını yükseltip hep birlikte Gündoğdu marşını okuduk. Sonrasında Dolmabahçe’de basın açıklamamızı okuduk.

Basın açıklamasında “6 Mayıs’ın 50. yılında yoldaşlarımızın yürüdüğü yolda devrimci dayanışmayla ilerliyoruz” diyerek. Emperyalizm yenilecek direnen halklar kazanacak!” sloganlarını bir kere daha yükselttik.

Onlara sözümüz devrim olacak!

6 Mayıs

Mülteci ve göçmen düşmanlığına geçit yok!

Saray Rejimi, ekonomik darboğazdaki halkların öfkesi kendisine dönmesin diye bizleri bizlere kırdırtma çabalarını sürdürüyor! Bu hamlelerin biri de mülteci ve göçmen düşmanlığı. Mülteci ve göçmen karşıtı siyaseti ve ‘silahsız’ meydan okumalarıyla son aylarda burjuva meydanın gündeminden düşmeyen Ümit Özdağ, Bilkent’e konuşmacı olarak çağırıldı. Bilkent Üniversitesi’nden arkadaşlarımız, Ümit Özdağ’ı yuhalamalarla karşılayarak üniversitelerde mülteci ve göçmen düşmanlarına geçit vermeyeceklerini gösterdiler.

9 Mayıs

Bu çelik aldığı suyu unutmayacak

Ser verip sır vermeyen yiğit devrimci İbrahim Kaypakkaya’yı işkencede katledilmesinin 49. yılında anmak için Beşiktaş Yıldız Köprüsü’ne “Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak, İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür” yazılı pankartımızı astık.

Mahir, İbo, Deniz Sürüyor Sürecek Mücadelemiz!

18 Mayıs

Boğaziçi Üniversitesi

Sen, ben, biz 1 Mayıs’a, ardından Naci’yi yollamaya!

Bütün direnenlerle dayanışmayı ve direnişi büyütmek için Maltepe’de kitlesel 1 Mayıs’ta Kaldıraç Hareketi saflarındaki kortejimizle yürüyüşte ve alandaydık. Boğaziçi’nin tüm taleplerini, renklerini, ısrarını, sesini direnişin coşkusuyla kitlelere taşıyarak “Melih’i şutladık, Naci’yi göndereceğiz; Boğaziçi’ni özgürleştireceğiz!” pankartımızı ve “Gezi’de kestirmediğimiz ağaçlar Boğaziçi’nde çiçek açıyor” gibi Gezi Direnişi’ni selamlayan ve “Söz, yetki, karar üniversite bileşenlerine!” gibi taleplerimizi ön plana çıkaran dövizlerimizi taşıdık, “Naci baksana, kaç kişiyiz saysana!” ve “YÖK, polis, medya; bu abluka dağıtılacak!” gibi Kayyum Naci’yi ve burjuva düzenin akademi üzerindeki araçlarını hedef gösteren sloganlar attık. Trampetler çalarak, şiirler okuyarak, yapmış olduğumuz sergiden resimler taşıyarak isyanımızı alana taşıdık.

İşçi Emekçi Birliği’nin tüm direnenleri buluşturan kürsüsünde söz aldık; “Bizler Taksim’de barikat yıkan kadınların öfkesini, fabrika çatılarında işgal sürdüren işçilerin ısrarını, İkizdere’de jandarmaların karşısına dikilen köylülerin haklılığını kuşandık da üniversitelerde bulduk birbirimizi. Israrımızı örgütlemek için dayanışmalar, inisiyatifler kurduk. Üniversiteleri yönetmeye geliyoruz!” dedik. Hocalarımız da Boğaziçili Akademisyenler olarak “Özgür, özerk, demokratik üniversite istiyoruz!” yazılı pankartlarıyla alandaydı. Bekle bizi Naci, geliyoruz! Yaşasın 1 Mayıs, Biji 1 Gulan!

1 Mayıs

Sibel’in de Enes’in de Ömer’in de hesabını soracağız!

Sibel, Enes ve daha nice arkadaşımız gibi dostumuz Ömer de hayatına son verdi. Bu sebeple “Sibel’in de Enes’in de Ömer’in de hesabını soracağız!” pankartımızla hocalarımızın nöbetine katıldık. Sebebi olmadığımız ama faturası bize çıkartılan ekonomik darboğaz, geçinememe ve barınamama problemleri, altyapı ilişkilerinin belirlediği toplumsal yaşamın içindeki çürümeden mütevellit anlam arayışı ve boşluğa, geleceksizliğe itilmenin getirdiği kaygıların bireysel çözümsüzlüklere dönüşmesi sonucu intihara mahkûm edilen bütün öğrencilerin sesi olacağız!

14 Mayıs

Direnişimizin 500. günü

Boğaziçi Direnişimizin 500. gününde hocalarımızla Güney Meydan’da toplandık. Hocalarımızın nöbeti ve açık dersi esnasında “Direnişimiz bitmedi, sürüyor, sürecek; Boğaziçi özgür oluncaya dek!” yazılı pankartımızı ve direnişin taleplerini belirten dövizlerimizi açtık. Dövizlerimizde, kayyuma yumurta attığı için uzaklaştırılan okurumuz Beliz’e de yer verdik, “Beliz burada!” dedik. Hocalarımızın basın açıklamasından sonra kendi basın açıklamamızı okuduk. “Akademi biat etmez diyenlerin, söz yetki karar bileşenlerin olsun isteyenlerin, tüm renkleriyle kayyumlara karşı özgür üniversite talebini büyütenlerin günüdür bu! Başta Naci İnci olmak üzere bütün kayyum rektörleri üniversitelerden defedene; okulumuzdaki polis ablukasını ve içerideki sivil polis ve işbirlikçi güvenlik varlığını sona erdirene; tüm soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve davalar düşürülene değin mücadelemiz dalga dalga büyüyecek” diyen basın açıklamamızda işçi, kadın, LGBTİ+ ve öğrenci hareketlerinin tümünden güç alan Boğaziçi Direnişi’nin mekanizmalar üzerinden işleyen mücadelesi sayesinde sürekliliğini koruduğuna ve kazanımlar elde ettiğine dikkat çekerek herkesi örgütlü mücadeleye çağırdık.

18 Mayıs

Boğaziçi Onur Yürüyüşü

Devrik Kayyum Melih Bulu’nun saldırısıyla aday kulüp statüsü düşürülen Boğaziçi’nin LGBTİ+ örgütlenmesi BÜLGBTİA+, 16-20 Mayıs haftasında etkinliklerle dolu bir Onur Haftası düzenledi. Direnişin başından beri gelişen saldırılara karşı kulübü savunan arkadaşlarımızla beraber, Boğaziçi’nde bu sene 9.’su düzenlenen Geleneksel Onur yürüyüşünü 20 Mayıs’ta Güney Kampüs’te gerçekleştirdik.

Aynı gün ayrıca senelerdir gerçekleştirilen Taşoda Müzik Festivali bahane edilerek kapıya konan X-ray cihazına karşı Güney Kapı’da eylem gerçekleştirdik. Kapıda gerçekleşecek eyleme gerçekleşen saldırılar “Üniversiteler bizimdir bizimle özgürleşecek” diyerek kapıya yüklenmemizle devam etti. Onur Yürüşü’nde 70’in üzerinde arkadaşımız gözaltına alınırken, kapıda okula girmek için yüzlerce arkadaşımızla beraber güvenlik ve polislerle çatışarak okula girmeye çalıştık!

Okula girememiş olsak da tekrardan söyleyelim, Kayyum Naci’nin saldırıları bizleri yıldıramayacak: Üniversiteler bizimdir, bizim olanı almaya geliyoruz!

Ayrıca kapıdaki eyleme dair kısa bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Alanda temsilcileri bulunan inisiyatifler (ÖTK, Nöbet, Meclis ve Özgür Boğaziçi) olarak, alanda bir eylem komitesi (EK) kuruldu. Kitleden ısrarla gelen okula toplu giriş çağrılarına rağmen EK’da devamlı olarak “kitleyi ezdirmemek” üzerine tartışmalar döndü ve alınan kararlara rağmen kapıya yüklenmek iradesinden kasten geri duruldu. Yine ortak irade sonucu X-ray cihazının kullanımı engellenirken, EK’dan arkadaşlarımız “isteyenlerin çantasını makineden geçirerek girme” hakkından dem vurarak ortaya konan iradeyi kırdılar, ajitasyonlarda ve polisle müzakerede “biz eylem yapmıyoruz, yalnızca okulumuza girmek istiyoruz” gibi 500’ü aşkın gündür süren direnişimizin yarattığı bilincin epey gerisinde kalan ifadelere yer verdiler.

Kitleden ‘cihazı kırma’ fikirleri uçarken, bu tutumu en hafifinden fazlaca temkinli olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca ÖTK tarafından yapılan açıklamada kayyum kadroya “yönetim” diye hitap edilmesi kabul edilemez. Bütün bunlar ışığında beraber mücadele verdiğimiz arkadaşlarımızı tutumlarını değerlendirmeye çağırıyoruz.

20 Mayıs

 

İstanbul Üniversitesi

Beyazıt’ta Denizler anması

9 Mayıs Pazartesi günü Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı idamlarının 50. yılında anmak için İstanbul Üniversitesi Beyazıt Ana Kampüs’te “Beyazıt’ın kapısı Denizlere çıkar” şiarıyla yürüyüş yaptık.

Kampüs içinde başlattığımız yürüyüş sonrasında ana kapı önüne çıkıp basın açıklamamızı okuduk. Eylemi pankartın kapıya asılmasıyla sonlandırmaya çalıştığımızda ÖGB müdahalesi sonucunda geri çekilmek durumunda kaldık. Sonrasında da toplu çıkış yaparak dağıldık. Eylemimizi, yürüyüş esnasında atılan sloganlar eşliğinde sonlandırdık.

İbo, Mahir, Deniz Yolunuzdayız!

9 Mayıs

 

İstanbul Teknik Üniversitesi

“Kapitalizmden Komünizme Geçiş” eğitimi 1. oturum

Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan Kapitalizmden Komünizme Geçiş adlı kitap üzerinden yapacağımız 2 oturumluk eğitimin ilkini 18 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirdik. Eğitimin çağrısını üç gün önceden sosyal medyada paylaştık. Bir gün öncesinden öğrendik ki, Abbasağa Parkı’nda yapmayı planladığımız eğitim yasaklanmış.

Bu yasak bize Saray Rejimi’nin korkularını bir kere göstermiş oldu. Hava yağmurlu olduğu için eğitimimizi Kaldıraç Yayınevi’nin bürosunda gerçekleştirdik. Aslında bu durum bizim eğitimde konuşacağımız konulara da bir örnek yaratmış oldu.

Eğitimi “Kapitalizmden Komünizme Geçiş/ Sosyalist Aşama” ve “İşçi Sınıfının Tarihsel Rolü” olmak üzere iki ana başlık altında gerçekleştirdik. İlk olarak kapitalizmin karakterini (üretimde anarşi ve rekabet, sermayenin kârlı olan alanlara akması) ve temel çelişkisini (üretim toplumsallaşırken mülkiyet tekelleşiyor) tanımladık. Ardından kısaca sınıflı toplumlar tarihindeki üretim ilişkilerini gözden geçirdik. Nihai olarak insanlığın kurtuluşu olacak olan komünizmi de tarif ettikten sonra bu yolda gerçekleşmesi gereken devrimi konuştuk. Burada tarihten de örnekler vererek kendimize dersler çıkardık.

En sonunda ise sınıfsız, sınırsız bir dünyayı yaratabilecek yegâne gücün işçi sınıfı olduğunu ve bunun temelinin ise başka bir sınıfa ihtiyaç duymadan kendi varlığını sürdürebilen tek sınıf olmasından kaynaklandığını söyledik.

İkinci oturumumuzu bir sonraki hafta “Proletarya Diktatörlüğü” ve “Devrimci Özne” başlıkları altında gerçekleştireceğiz.

 

Koç Üniversitesi

İşçi-öğrenci dayanışması büyüyor!

Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçilerinin sorunlarına birlikte çözüm bulmak ve dayanışmayı büyütmek için kurulmuş; işçilerden, akademisyenlerden ve öğrencilerden oluşan Taşeron İzleme Kurulu’ndan (TİK) öğrenciler olarak hazırladığımız, işçilerin güncel sorunlarını anlatan dilekçeyi kampüsümüze gelen Ali Koç’a götürüp imzasını istedik. Yazdığımız dilekçeyi göstererek okuldaki taşeron temizlik işçilerinin yaşadığı son sorunlardan bahsettik. Koç Üniversitesi Genel Sekreteri Sibel Kesler’in TİK’e görüşme günü vermediğini de söyledik. Ali Koç genel sekreteri yanımıza çağırarak konu ile ilgilenmesini söyleyip yanımızdan ayrıldı. Sibel Kesler bizlerle yalnız konuşurken gerekli bilgilendirmelerin yapıldığını bizim istediğimiz gibi değil usule göre hareket edeceklerini söyledi. Biz de işçiler ve öğrenciler olarak herhangi bir bilgiye sahip olmadığımızı söyleyerek “Sizi usule uygun davranarak en kısa zamanda bize bir görüşme vermeye çağırıyoruz” dedik.

İşçiler haklarını alıncaya kadar işçi-öğrenci el ele mücadeleyi büyüteceğiz!

16 Mayıs

Sapkın olan LGBTİ+’lar değil, bu ithamı yapanların zihniyetidir!

Koç Kuir Kulübü olarak gerçekleştireceğimiz festival etkinliği için hazırladığımız afiş, üzerindeki büyük mavi şekil “penise” benzetildiği için “pornografik içerik olduğu” gerekçesiyle Koç Üniversitesi öğrenci dekanlığı tarafından reddedildi.

Mevzubahis şekil, okuldaki diğer etkinlik afişlerinde de kullanılmış olmasına rağmen Kuir Kulübü kullandığında “pornografik” ifadesinin kullanılması kulübümüze yönelik art niyetli bir ithamdır.

Afiş taslağı hakkında okuldaki medya ve görsel sanatlar bölümü hocalarından fikir aldığımızda böyle bir yorum yapılmamasına rağmen, öğrenci dekanlığında penis ve pornografi çağrışımı yapması, yıllardır LGBTİ+lara ve kulüplerimize karşı gelen asılsız “sapkınlık” iddialarının sebebi ve sonucudur.

19 Mayıs

 

Yıldız Teknik Üniversitesi

Diyalektik Materyalizm-Tarihsel Materyalizm eğitimi

1 Mayıs’ın ardından ortaklarımızla birlikte tespit ettiğimiz ihtiyaca binaen Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan “Deniz Adalı – Diyalektik Materyalizm, Tarihsel Materyalizm” kitabını okumaya ve tartışmaya karar verdik. Sosyal medya üzerinden çağrısını yaptığımız tartışma etkinliğine kampüsten çıkarak hep birlikte gittik.

İki oturum şeklinde gerçekleştirmeyi planladığımız kitap tartışmasının ilk oturumunu anlatıcı eşliğinde gerçekleştirmeye başladık. Felsefenin temel sorununu, tarihsel gelişimini ve felsefenin nasıl anlaşıldığıyla birlikte idealist ve materyalist bakışları, metafizik ve diyalektik yöntemleri tartıştık. Daha sonra Marx ve Engels’le birlikte materyalist bakışın diyalektik yöntemle nasıl birleştirildiğinden ve felsefenin “ayakları üzerine oturtulma” sürecinden bahsettik.

Yaklaşık 2,5 saat süren tartışmaların sonunda soru-cevap kısmına geçtik. Katılımcıların önceden çıkarttığı soruları sormasıyla tartışmanın içeriği daha da nitelikli hale geldi. Soru-cevap kısmında katılımcılardan gelen sorular ağırlıklı olarak “din, tanrı ve inanç” kavramları üzerine oldu. Marksizm’i anlamadan dine yöneltilen eleştirileri karşımıza alarak dinin toplumsal bir olgu ve gerçeklik olduğunu, egemen sınıfların elinde idealizmi dayatmanın bir biçimi olarak kullanıldığı ve savaşılması gereken şeyin dindar insanlar değil egemenler olduğu vurgulandı.

Bir sonraki oturumda diyalektik-tarihsel materyalizmin yasalarını tartışmak üzere hep birlikte buluşma tarihi belirlendi.

20 Mayıs

İşçi Hareketinden… (Haziran 2022)

“Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak

Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel”

Geçtiğimiz ay devam eden direnişlere, yeni direnişler eklenmeye devam etti. YemekSepeti, PasSouth, Lila Kâğıt gibi direnişler ise sönümlendi. Direnişlerin çoğunun başlama sebebi işçilerin sendikalaşmalarına karşı patronların işçileri işten atması. İşçiler bazı fabrikalarda grev yolunu seçti. Neşe Plastik’te 18 Mayıs’ta grev başladı, Novares ve Sumitomo’da grev kararları alındı. İşçi-emekçilerin talepleri arasında sendikal hakların tanınması, gasp edilen haklarının verilmesi, güvenceli çalışma koşulları ve insanca yaşanabilir ücret yer alıyor.

Önlem OSGB işçilerinden patronun evi önünde eylem

Tuzla İçmeler’de bulunan Önlem OSGB çalışanları, gasp edilen maaş ve tazminat alacakları için, 19 Mayıs tarihinde şirket sorumlusu Yasemin Aşnaz’ın Darıca Cennet Villaları’ndaki evi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi.

Önlem OSGB çalışanları, 2018-2021 arasında düzensiz ve eksik ödemeler yapan Yasemin Aşnaz ve ortağı Yüksel Şimşek’in şirketi devrettiğini ve çalışanların haklarının gasp edildiğini belirtti.

Bayramoğlu Darıca Cennet Villaları’nda bulunan Yasemin Aşnaz’ın evi önünde “Önlem OSGB Ve Yasemin Aşnas Tarafından Gasp Edilen Tüm Haklarımızın Sonuna Kadar Peşindeyiz Yaşasın Haklı Mücadelemiz” yazılı pankart açan işçiler “Sadaka Değil Ailemizin Hakkını Rızkını İstiyoruz”, “Alınterimizin Emeğimizin Gasp Edilmesini Kabullenmiyoruz” yazılı dövizler taşıdı.

2010 yılından beri emek sarf edip hizmet verdiklerini ve şirkete kazandırdıkları paraya rağmen Ekim 2018-Ocak 2021 tarihleri arasında düzensiz ve eksik ödemeler yapıldığını belirten işçiler, şirket hesaplarının kontrolünü yapan Yasemin Aşnaz tarafından tüm haklarının gasp edildiğini aktardı.

Gebze’de bulunan Neşe Plastik’te TİS’te anlaşma sağlayamayan işçiler greve çıktı

Petrol-İş Gebze Şubesi’ne üye işçiler, Ototmotiv Yan Sanayi İhtisas Organize Sanayi Bölgesinde (TOSB) bulunan Neşe Plastik fabrikası önünde “Direne direne kazanacağız” sloganları eşliğinde 18 Mayıs tarihinde greve çıktı.

Petrol-İş Genel Başkanı Süleyman Akyüz’ün, sendika genel merkez ve şube yöneticilerinin de katıldığı grevde işçiler mücadelede kararlı olduklarını dile getirdi.

Neşe Plastik İşçi Baştemsilcisi Sinan Arslanboğa, yapılan toplantılardan bir sonuç alınamadığını ve anlaşma sağlanamadığı takdirde 18 Mayıs Çarşamba günü greve çıkacaklarını söylemişti. Neşe Plastik patronunun enflasyon artı 950 liranın üstüne çıkmayan teklifi üzerine işçiler greve çıktı. Patronun kendilerini önemsemeyen bir tavır takındığını söyleyen Arslanboğa; “Enflasyon artı 1300 lira brüt istedik, patron pazarlığa artı 500 lira ile başladı. En son yapılan toplantıda 1000 liraya kadar düştük ama patron ‘4 haneli rakam veremem’ diye tutturdu, 950 lira verdi. Biz birçok isteğimizden vazgeçtik, yeter ki işçi kardeşlerimizin ekmeğiyle oynamayalım dedik ama patronun tavrı hiç anlaşılır değil. 50 lira vermekle batmaz, zarar etmez. Öyle olunca bize de grev yolu gözüktü. Hakkımızı alana kadar grevimizi sürdüreceğiz” dedi.

Çankırı’da bulunan Sumitomo Rubber AKO Lastik Fabrikası 15 Haziran’da greve başlama kararı aldı

Sumitomo Rubber AKO Lastik Fabrikası’nda uzun süredir devam eden maaş zammı anlaşmazlığı sonucunda Petrol-İş Sendikası Çankırı Şube Başkanı Halil İbrahim Topçu, işçiler adına 15 Haziran’da grev başlama kararı aldıklarını açıkladı.

Petrol-iş Sendikası Şube Başkanı Halil İbrahim Topçu, yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Sumitomo Rubber AKO Lastik Fabrikası ve Petrol-iş Sendikası ile 2100 çalışan adına yürütülen Toplu İş Sözleşmesi’nde, uzlaşma sağlanamaması üzerine 12.05.2022 tarihi itibariyle Sumitomo Rubber AKO işyerinde Grev kararı resmi olarak ilan edilmiştir. Grev başlama tarihi de 15 Haziran olarak belirlendi.”

Hopa ve Of’tan yol çıkan çay üreticileri iki koldan Rize’ye yürüdü

Çay hasadı öncesi bir araya gelerek 7 talep açıklayan ve bu talepleri içeren dilekçelerini bir ay süren bir imza kampanyasının ardından Çaykur Genel Müdürlüğü’ne teslim etmek isteyen Doğu Karadenizli çay üreticileri, 12 Mayıs tarihinde Hopa ve Of’tan Rize’ye doğru iki koldan yürüyüşe geçti. Çay üreticileri yaş çay taban fiyatının 9 TL olmasını ve üreticinin desteklenerek özel sektöre mahkûm edilmemesini istiyor.

Artvin’in Borçka, Hopa ve Kemalpaşa ilçeleri, Rize’nin merkez ve Fındıklı, Pazar, Hemşin, İkizdere ilçeleri, Trabzon’un Of ilçesi ve Giresun’dan çay üreticilerinin katıldığı Çay Üreticileri Meclisi Çalışması bölge çapında ses getirmiş, Rize Valiliği de imzaların teslim edileceği gün olan 12 Mayıs’ta kentte eylem yasağı ilan etmişti.

Ancak çay üreticileri bu yasağı tanımadı ve ilk yürüyüş kolu Kemalpaşa’dan Hopa’ya doğru hareket etti. Çay üreticileri Hopa ve Of’ta basın açıklaması yaparak taleplerini sıraladıktan ve Rize Valiliği’nin yasak kararını protesto ettikten sonra yürüyüşe geçti.

Çay üreticilerinin talepleri şöyle:

  1. Yaş çay taban fiyatı uygulanmalıdır. Yaş çay taban fiyatı 9 TL, organik yaş çay fiyatı konvansiyonel yaş çayın iki katı olmalıdır.
  2. Çay gübre fiyatlarının yüksekliğinden kaynaklı, üretici enflasyon oranında sübvanse edilmelidir.
  3. Çay üreticisi özel sektör karşısında korunarak taban fiyatın altında yaş çay alımı yasaklanmalıdır.
  4. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’ne hazırlatılan, özel sektörü koruyan ve üreticiden saklanan Yaş Çay Yasa Tasarısı geri çekilerek üreticilerle yeniden hazırlanmalıdır.
  5. Çayda kota ve kontenjan uygulamaları kaldırılmalıdır.
  6. Mevsimlik işçiler kadroya alınmalıdır.
  7. Toprak sağlığı ve verimliliği çalışması yapılarak organik çay üreticilerinin çay sertifikaları çıkarılmalıdır.

EnerjiSA direnişi devam ediyor: “Patronlar işçileri karşı karşıya getirmeye çalışıyor”

DİSK/Enerji-Sen üyesi EnerjiSA işçilerinin Başkent Elektrik’ten işten atılmalarının ardından başlattıkları direniş devam ediyor. Direnişin 53. günü olan 21 Mayıs tarihinde Sabancı Kuleleri önünde gerçekleşen eyleme, dayanışma amacıyla İnşaat-İş ve Dev Yapı-İş temsilcileri ile üye işçiler de katıldı.

Eylemde sözü alan Enerji-Sen İç Anadolu Bölge Temsilcisi Osman Çokaman, işlerine geri dönmek için mücadele ettiklerini ancak şirketin işçilerin işsiz kalmaya devam etmeleri yönünde çaba sarf ettiklerini söyledi.

İşçileri sendikasızlaştırma çabalarının Başkent Elektrik, Toroslar ve AYEDAŞ’ta devam ettiğini dile getiren Çokaman, patronların işten çıkarma ve sendikasızlaştırma çalışmalarının sorumluluğunu ara kademedeki yöneticilere yüklemeye ve işçileri birbirleriyle karşı karşıya getirmeye çalıştığını söyledi. Ara kademe yöneticilerine seslenen Çokaman; “Sizler de sömürüye, güvencesizliğe maruz kalıyorsunuz. Bu hatalı tavrınızı değiştirin, tarafınızı işten atılan işçilerden yana seçin. Güvenceli çalışmanın koşullarını hep birlikte oluşturalım” ifadelerini kullandı. Enerji işçilerinin eylemine İşçi Emekçi Birliği de katılarak destek veriyor.

Bormatek işçileri: “Sendikal hakkımız engellenemez”

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Bormatek fabrikasında örgütlenen Birleşik Metal-İş Sendikası, yetki başvurusu için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvuru yaptıktan sonra patron 24 işçiyi işten attı. 27 Nisan’da ilk işten atmaların yaşandığı fabrika önünde işçilerin direnişleri 27 gündür devam ediyor.

Birleşik Metal-İş İzmir Şube Başkanı Ali Çeltek; “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yasal çoğunluğunu sağladıktan sonra başvurumuzu yaptık. Daha sonra işveren bunu öğrenince önce arkadaşlarımızı istifa ettirmeye çalıştı. İşçiler istifa etmeyince ise toplamda 24 işçiyi işten çıkardı” dedi. İşçilerin hem fiili hem hukuki mücadelesinin devam ettiğini belirten Çeltek, sendika olarak ilk önceliklerinin herkesin işe geri dönmesi, işverenin sendikayı tanıması ve işçilerin toplu sözleşmeli çalışmaları olduğunu söyledi.

Pressan’da işten atılan işçiler fabrika önünde direnişe başlama kararı aldı

İstanbul Kıraç’ta bulunan Pressan’da 20 Mayıs’ta direniş başladı. İnsanca çalışma ve yaşam koşulları için Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası’nda (TOMİS) örgütlenme faaliyeti yürüten iki işçi Kod 4’ten işten atıldı. Hukuksuz işten atmalara ve sendika düşmanlığına karşı TOMİS üyesi işçiler Pressan önünde eylem gerçekleştirdi. Eyleme İşçi Emekçi Birliği de destek verdi.

Vardiya giriş ve çıkışlarında işçilere seslenen TOMİS temsilcisi, sendika düşmanlığına karşı mücadele çağrısı yaptı. Yapılan konuşmalarda fabrika patronunun kendisinin MESS üyesi olduğuna dikkat çekilerek “Kendisi sendikalı olan patron konu işçiye gelince sendika düşmanlığı yapıyor” denildi.

İşten atılan Selçuk Çelik ve Bülent Karadere de söz alarak arkadaşlarına seslendi ve haklı mücadelelerine destek olma çağrısı yaptı. 23 Mayıs Pazartesi günü için fabrika önüne çağrı yapan Pressan işçilerinin talepleri:

  • Atılan işçiler geri alınsın
  • İnsanca yaşama yetecek ücret
  • Sendikal örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılsın
  • İşten atmalar yasaklansın
  • Herkese iş ve gelir güvencesi.

Direnişin ilk gününde (23 Mayıs) fabrika önüne giden işçiler, örgütlenme faaliyetine devam edeceklerini vurguladı. Tüm bu saldırılara karşı fabrika önünde direnişe geçerek bu saldırılara boyun eğmeyeceklerini ve mücadele edeceklerini dile getirdiler.

Asen Alüminyum işçileri sendikalaştıkları için işten atıldı

11 Mayıs tarihinde Kocaeli’de Dilovası Makine İhtisas OSB’de bulunan Asen Alüminyum’da sendikaya üye olan 45 işçi işten atıldı. Fabrika önünde açıklama yapan Birleşik Metal-İş Gebze 1 No’lu Şube Başkanı Selçuk Çiftçi, “Biz iletişime açığız, görüşmeyi bekliyor olacağız. Aksi taktirde aldığımız kararı uygulamaktan da geri durmayacak, fabrikada üretimi tümüyle durduracağız” dedi.

Fabrika önünde “Asen işçisi köle değildir”, “Yaşasın onurlu mücadelemiz” ve “Sendika hakkımız engellenemez” sloganları atan işçilere seslenen Birleşik Metal-İş Gebe 1 No’lu Şube Başkanı Selçuk Çiftçi, 5 Mayıs günü yasanın aradığı yeterli çoğunluğu sağlayarak Çalışma Bakanlığı’ndan yetki tespitini istediklerini söyledi. İşçi Emekçi Birliği bileşenleri 24 Mayıs’ta direniş çadırının bulunduğu fabrika önüne giderek destek ziyaretinde bulundu.

BTO-Sen üyesi işçi Ağaç A.Ş. amirleri hakkında suç duyurusunda bulundu

İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştirak şirketi Ağaç A.Ş.’de çalışan DİSK/BTO-Sen üyesi Muammer Almaz, kendisine yönelik artan baskılara karşı yetkililer hakkında İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu.

BTO-Sen’e üye olan işçiler şirket yetkilileri tarafından çeşitli baskılar uygulanarak sendikadan istifaya zorlandı. Bu baskılar sonucu bine yakın işçi zorla DİSK/BTO-Sen’den istifa etti. Suç duyurusunda yer alan bilgilere göre 1 Ocak 2021 tarihinde sendikaya üye olmasıyla birlikte Almaz üzerinde de baskılar başladı. Almaz sendikadan istifa etmemesi üzerine başka bir birime sürgün edildi.

“İş ve Çalışma Hürriyetinin İhlali”, “Sendikal Hakların Kullanılmasının Engellenmesi”, “Mobbing Yoluyla Huzur ve Sükunu Bozma”, “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tedbirlerini Almayarak Mobbing Uygulanmasının Önüne Geçmeme”, “Kamu Görevindeki Araç İçinde Hayasızca Hareketlerde Bulunma ve Bu Suçu Saklama” suçlarından Almaz, suçlular hakkında kamu davası açılarak ayrı ayrı cezalandırılmasını istedi.

Haklarını isteyen Koç Üniversitesi temizlik işçilerinden savunma istendi

19 Nisan’da Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçileri, bayram ikramiyesi ve gıda kolisi talebiyle dilekçelerini toplu halde genel sekreterliğe iletmeye gitmişlerdi. Dilekçeleri teslim etmeye giden işçiler ve dayanışma için giden öğrenciler özel güvenlik tarafından engellenmeye çalışılmıştı. Buna rağmen işçiler toplu şekilde dilekçelerini genel sekreterliğe vermişti.

9 Mayıs tarihinde Koç Üniversiteliler Dayanışması, haklarını isteyen işçilerden Eurest Service firması tarafından savunmalarının istendiğini duyurdu. Öğrenciler “Baskıyla mobbingle işçileri susturmaya çalışanlara karşı yaşasın dayanışma!” açıklamasını yaptı.

Lila Kâğıt işçileri direnişlerine devam ediyor

Çorlu’da faaliyet yürüten ve Selüloz İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan Lila Kâğıt işçilerinin direnişi sürüyor. Direnişleri üçüncü ayında olan işçiler, “Mücadeleyi kazanana kadar devam” diyorlar. Geçtiğimiz yılın haziran ayından beri örgütlenme mücadelesi veren işçilerden 60’a yakını işten atıldı. Fabrika önünde kurdukları çadırda direnişlerini sürdüren işçiler mücadeleyi kazanana kadar devam edeceklerini belirtti.

Dergimizin yayına hazırlandığı günlerde Lila Kâğıt direnişi fiili olarak sönümlenirken, bununla ilgili herhangi bir açıklama yapılmadı. Sendika genel merkezinin yönetimle anlaştığı söyleniyor.

Acarsoy Tekstil Fabrikası’nda kadınlar direnişlerine devam ediyor

Bursa Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyette olan Acarsoy Tekstil Fabrikası’nda Öz İplik-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan işçiler yaklaşık 3 aydır fabrikanın önünde direniyor
425 işçinin çalıştığı ve büyük çoğunluğu kadın olan işçilere dönük mobbing, cinsel taciz, hakaret ve benzeri baskıların yıllardır yoğun şekilde yaşandığı belirtilen fabrikada işçiler, bir süre önce sendika kurma çalışması başlatmıştı.

Öz İplik İş Sendikası’na üye olmaya başlayan ve kısa sürede sendika yetki yeterliliğine yaklaşan işçilerden 4’ü, performans düşüklüğü ve işyerinde huzuru bozma gerekçesiyle işten atılmıştı.

Pas South fabrikasında direniş sürüyor

Petrol-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan işçiler 3 aydır direniyor. Direnişteki işçiler; “Biz bu işi başarmak ve kadın gücünü herkese göstermek istiyoruz” diyorlar. İşçilerin talepleri; sendikanın tanınması, atılan işçilerin geri alınması.

Pas South’ta günlerdir fabrika önünde direniş çadırında nöbete devam eden Mervenur Kılıç, 1 Mayıs’ta alanlara çağrı yaptı ve “1 Mayıs İşçi Bayramı Emek ve Dayanışma Günü’nde ‘Biz buradayız’ demenin; ellerimizi birbirine kenetlemenin tam zamanıdır. Az ile yetinmek değil, geçinebilecek ve gelecek için daha rahat edebilecek, bir birikim yapabilecek, borç batağında değil de refah bir hayat yaşayabilecek; işten eve, evden işe değil de lüks olmayacak kadar normal olan sosyal bir hayat dahi yaşayabilmek için birleşebilmenin en önemli günü olan 1 Mayıs’ta tüm işçi emekçi kardeşlerimizi meydanlara bekliyoruz” dedi.

Dergimizin yayına hazırlandığı günlerde PasSouth direnişi fiili olarak sönümlenirken, bununla ilgili herhangi bir açıklama yapılmadı. Sendika genel merkezinin yönetimle anlaştığı söyleniyor.

Novares işçileri 7 Haziran’da grev kararı aldı: “Nette netiz, siz bilirsiniz!”

Toplu sözleşme sürecine giren Novares’te Petrol İş Gebze Şube ve fabrika yönetimi arasında görüşmelerde bir anlaşma sağlanamadı ve 7 Haziran için grev kararı alındı.

İşçiler vergi dilimi ve yüksek kesinti nedeniyle brüt ücret hesaplanmasını değil net ücret talebini ortaya koyuyor ve vergi kesintilerinin patron tarafından karşılanmasını istiyor. Ayrıca TİS taslağında 8 Mart’ın ücretli izin olması yer alıyor.

Novares işçileri 18 Mayıs Çarşamba günü vardiya çıkışında “Nette netiz, siz bilirsiniz!”, “Net olma hakkımız engellenemez!”, “İnsanca yaşamak istiyoruz!” sloganlarıyla ve alkışlarla servislere binme eylemi yaptı. İşçiler, 7 Haziran’a kadar patron tarafından anlaşmanın gelmesini beklediklerini, aksi durumda tekrardan yapılacakları gözden geçireceklerini, üretimi durdurmak da dahil çeşitli eylemlikler yapacaklarını ifade ettiler.

Kaynak: Evrensel, Birgün, Sendika.org, Direnişteyiz, Kızılbayrak, 22 Mayıs 2022