Ana Sayfa Blog Sayfa 74

Umutsuzluğun korkularına son vermek [1]

Seni öpsem, gülse bir halk

Seni öpsem, yoksulluk

Utansa verdiği acılardan

Kırılsa her türlü korkunun kanadı.”[2]

 

Thomas Stearns Eliot’un, “Bir şeylerin yoluna girmesi için, her şeyin raydan çıkması gerekir bazen,” saptamasını anımsatan bir kördüğümün/körlüğün orta yerindeyiz. Buna şüphe yok.

“Sonu”, başladığımız nokta ilan etmesi muhtemel bir kaos hâli bu.

Türkiye’de banka hesabında 1 milyon TL ve üzeri mevduat olan mudi sayısı ise bir yılda 202 bin kişilik artışla 511 bin 685’e yükseldi. 2021’de aynı dönemde bu sayı 309 bin 730 kişiydi. Saray verilerine göre ise 2019-2020 kesitinde “muhtaç” durumda olan aile sayısı yüzde 100’lük artışla 3.3 milyondan 6.6 milyona çıktı.

Milyonerler servetlerine servet katarken; 2020 Kasım döneminde hesabında 1 milyon TL ve üzeri mevduat olanların serveti 1 trilyon 985 milyar 987 milyon TL’den, 2021’in Kasım döneminde 3 trilyon 246 milyar 796 milyon liraya yükseldi.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, yurt içinde ve yurt dışında yerleşik milyonerlerin toplam sayısı 2021 Kasım döneminde 2020’in aynı dönemine göre yüzde 65 arttı. Söz konusu milyonerlerin toplam mevduatı ise son bir yılda 1 trilyon 260 milyar 809 milyon TL yükseldi. Milyoner başına düşen ortalama mevduat tutarı, 6 milyon 345 bin lira seviyesinde gerçekleşti.

Türk-İş’in, “Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 4 bin 13 TL” açıklamasını ifade ettiği tabloda yurt içinde yerleşik milyonerlerin sayısı 2021 Kasım’ında önceki 2020 yılının aynı dönemine kıyasla 181 bin 141 kişilik artışla 461 bin 917 kişiye fırladı. Aynı dönemde yurt içinde yerleşik milyonerlerin toplam mevduatları da 1 trilyon 862 milyar 350 milyon liradan 3 trilyon 32 milyar 413 milyon liraya çıktı. Yurt içinde yerleşik milyonerlerin mevduatlarının 960 milyar 306 milyon lirası yerel para cinsi, 1 trilyon 964 milyar 496 lirası döviz tevdiat hesabı, 107 milyar 610 milyon lirası da kıymetli maden depo hesaplarından oluştu. 2020’ye göre özellikle kıymetli maden depo hesaplarında ciddi artış söz konusu.

Yurt dışında yerleşik mudi sayısı 2021 Kasım sonu itibarıyla 49 bin 768 kişiye yükseldi. Yurt dışında yerleşik mudilerin bankalardaki mevduatlarının 17 milyar 134 milyon lirası yerel para, 194 milyar 533 milyon lirası yabancı para cinsinden oluştu. 2020’de bu alandaki yabancı para cinsindeki mevduat miktarı 105 milyar 409 milyon liraydı.

Cumhurbaşkanlığının kamuoyuna açıkladığı 2022 yıllık programına göre, döviz kurunun hızla arttığı, pandeminin ortaya çıktığı 2019 ila 2020 arasında ülke genelinde devlet yardımlarına muhtaç hâle gelen aile sayısı ikiye katlanarak 3.3 milyondan 6.6 milyona çıktı.[3]

Hasılı “Açlık sınır tanımıyor”ken;[4] “Yerli milyonerler 2021’in ilk 5 ayında 40 bin kişi arttı”![5]

Veya “324 bin yerli milyoner var”ken;[6] “Gelir eşitsizliğinde Avrupa birincisiyiz”![7]

Ya da Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesidir,”[8] saptamasındaki vb.leri…

Fyodor Dostoyevski’nin, “Çift süren mandalar gibi çalışıyoruz. Köpekler gibi açız, yoksuluz! Başkaları yan gelip yatıyor, çalışmıyor; ama onlar zengin biz fakiriz,”[9] ifadesiyle müsemma tablo, kelimenin tam anlamıyla felaket ve daha da ağırlaşacak!

* * * * *

“The Time” dergisinin, “2022’nin En Büyük 10 Küresel Riski” listesinde 10. sıraya koyduğu Türkiye’de[10] sadece ekonomik değil; bir de korkunun egemenliğinde somutlanan soru(n)lar var!

Denilebilir ki tehdit ile imkânın iç içe geçtiği patlamalı bir güzergâhtayız; Karl Marx’ın, “Devlet, en eski biçimine, kılıncın ve rahip cübbesinin aşırı basit egemenliğine dönüştü,” biçiminde tarif ettiği kapitalist totaliterlik ile özgürlük talep(ler)i arasındaki yaman çelişki ile karşı karşıyayız…

Jorge Luis Borges’in, “Diktatörlük rejimleri; baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır,” tanımıyla müsemma yerkürenin (ve elbette coğrafyamızın) hâli, “demokrasi” (denilen şey)i hayalete (verili durumda da kâbusa) dönüştürüyor.

Tam da Hannah Arendt’in izahındaki üzere: “Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil, yenilmezliğidir, buna olan inanç biterse, totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır. Herkes sürekli yalan söylediği zaman sonuçta buna inanmazsınız ama hiç kimse de hiçbir şeye inanmaz. Böyle bir toplum, hiçbir konuda fikir sahibi olamaz. Giderek düşünme, yargılama ve eylem yetisini kaybeder. Böyle bir topluma her istediklerini yaptırabilirler!

“Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı hâline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük bir taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacak.”[11]

Bunların ne demek olduğunu kapitalizmin coğrafyamızdaki “tek adam/şahsım” iktidarının tehditleriyle gördük, yaşadık; Fernando Pessoa’nın, “İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve yalanlarla aldatmak!” uyarısındaki üzere…

Örneğin AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş. 15 Temmuz’da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de aynı dersi evellallah alırsınız. Bizler Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız,” haykırışı ve CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, “Resmen iç savaş naraları atmaya başladın,” yanıtındaki gibi![12]

Evet, “Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok ama haksızlığa uğrayan herkesin hakkını arayacağız, demokratik yollardan arayacağız… Erdoğan erken seçime gitmek zorunda,”[13] diyen Kılıçdaroğlu ekliyor:

“Beyefendi bizim sokağa çıkmamızı istiyor. Özel çatışma alanı yaratmak istiyor, biz o tuzağa düşmüyoruz. Gerekeni sandıkta yapacağız.”[14]

Ardından da parti tabanına, “Taşkınlık yapmayacaksınız, sokağa çıkmayacaksınız,”[15] talimatı veriyor! Ya sokağa çıkılmamayı devreye sokan faktör, sandığa gidilmesinin önünü keserse?!

Bir şey daha: Soner Çağaptay, yumuşak bir geçiş süreci için muhalefetin Erdoğan’la, kendisi ve ailesinin işlediği tüm suçlardan affedilmesini içeren bir anlaşma yapması ve bu anlaşmaya ordunun garantörlük etmesinin “mevcut en iyi seçenek” olduğunu iddia ettiği[16] zırvalara hatırlatalım; sokakta yaşayanlar sokaktan korkmaz; sokaktan korkanlar salonlara hapsolanlardır!

Onlara Eduardo Galeano bakın nasıl sesleniyor:

“Bize ‘sokağa defolun!’ dediler ve işte buradayız.

Televizyonu kapat ve sokağı aç.

Ona kriz diyorlar, ama asıl adı düzenbazlık.

Para az değil: hırsızlar çok kalabalık.

Piyasalar yönetiyor. Ben oyumu onlara vermedim.

Onlar bizim için bize sormadan karar veriyorlar.

Ekonomik köle kiralanır.

Haklarımı aramaktayım. Onları gören oldu mu?

Eğer hayal kurmamıza izin vermezlerse, biz de onların uyumasına izin vermeyeceğiz”![17]

* * * * *

Söz konusu hâlin ağırlığına rağmen; “OECD 2021 raporu çok can acıtıyor. Durumun iyi olmadığını biliyordum ancak bu kadar düştüğümüzü tahmin etmiyordum…

“Türkiye’nin asla düzelemeyecek olmasının sebebi…

“Temel yeteneklerden (basic skills) mahrum insanlar: Türkiye nüfusunun yüzde 39’unu oluşturuyor…

“Well-rounded denilen temeli sağlam, eğitimli ve yüksek yetenekli nüfusun Türkiye’deki oranı ise sadece yüzde 3.

“Kısacası, hem yeteneksiz hem de ahlâksız bir toplumdan ilerlemesini beklemek hayalcilik olur,” türünden tespitlere katılmam mümkün değil!

Benzerini; “Nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlâksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyor?”[18] sorusuyla Thomas More da ifade etse de…

Mesele sessiz yığınların kapitalist yabancılaş(tırıl)mışlığında…

Kültür endüstrisinin anlamdan yoksunlaştırdığı kalabalıklar ya da “kitle” amorf, değişken bir kategoridir.[19]

Kapitalizm her şeyi emip, yutarak anlamsızlaştırmaktayken; gerçekliğini yitirmiş sessiz yığınların tepki ver(e)memesinde, korkularına teslimiyetinde şaşırtıcı bir şey yok. Şu var olan hâliyle kitlelerin kendileri için hiçbir şeyi temsil etmediğini de unutmadan!

Hayır düş kırıklığına mahal yok. Çünkü her şey biz ona nasıl bakarsak bize öyle görünür.

Malum: Devrimci felsefeye yaslanan bir tercih ancak sınıf mücadelesinde işgal ettiği konum aracılığıyla var olurken; kilit mesele hep insan(lık)ın en zorlu düşmanının, kendi zayıflığı oluşudur.

Bunu aşabilmek için Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Ayrı ayrı bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak savaş yürüttükleri ölçüde bir sınıf oluştururlar; öbür türlü aralarındaki rekabetle birbirlerine düşman konumda yer alırlar,”[20] uyarısına kulak vererek; çürüten yoksulluğun devrimci örgütlenmesini yaratmak gerek.

Malumun ilamıdır, bilinir: Paris Komünü’nde, Ekim Devrimi’nde ayaklananlar pek öyle “sağlam, eğitimli ve yüksek yetenekli” kitleler değildi!

* * * * *

Yoksulluk realitesini abartmayın; lakin asla küçümsemeyin…

Yerküreye ve coğrafyamıza dikkatle bakıldığında, acı, çaresizlik ve acımasızlığın öne çıktığı görülecektir. Yoksulluk, eşitsizlik ve umutsuzluk emekçilerin hayatını karartıyor.

“Hastalıklar, ölümler, çocuk ölümleri… Daha birçok acı. Yoksulluk, açlık, dünyanın güzelliğinin, mutlu yaşamın dışına atılmış insanlık. Ve biz bu insanlığı tanımaktan yoksunuz.”[21]

Yönelinen yer; hangi saik ile olursa olsun; “Eat the Rich/ Zenginleri Yiyin!” noktasına müteallik olacağa benzer.

Sürdürülemez özellikleriyle yaşa(tıla)nan sefalet doğanın yasalarından değil, kapitalist sömürüden kaynaklanıyor; yoksul kalmanın en kesin yolu emekçi olmak. Yani “Yoksulluk sorun falan değildir. Hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa, yoksul olmanın binlerce yolu vardır.”[22]

“Yoksul olan, iyi olan her şeyden yoksun”ken;[23] bu hâl sistemin suçudur, açgözlü ve kurnaz kimselerin diğerlerini sömürüp yükseldikleri kapitalist eşitsizliğin kabahatidir.

O hâlde “Yoksulluk ve yoksunluk insanları susturur, onlara boyun eğdirir, başkaldırının soylu ruhunu boğar,”[24] gerçeğini unutmadan; yığınların yoksulluğunu politikleştirmek güncel görev(imiz) olup çıkıyor!

Hem de Joseph Murphy’nin, “Bu dünyaya yoksulluk içinde yaşamaya, açlık çekmeye gelmediniz”;[25] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski’nin, “Yoksulluk ayıp değil, bir gerçek… Yoksulluktan utanmak aptallıktır. Aptallıktan utanın,”[26] uyarıları eşliğinde…

* * * * *

Yerküre ve coğrafyamızın sürdürülemez kapitalist yörüngede debelendiği dönemin içindeyiz…

Suzanne Collins’in, “Açlık, hiçbir zaman resmî ölüm nedeni olarak belgelenmez,” notunu düştüğü; tarihin sıkıştığı kırılgan bir kesit bu!

Emeğin azgın sömürüsü, sınıfsal baskı, toplumsal ayrımcılık ve ırkçı söylemin egemen şiddetin aslî unsuruna dönüştürülüp, ivme kazan(dırıl)dığı güzergâhta ötekileştirme ile ayrıştırma resmî politika hâline gelmiş durumda.

Egemen korkunun kollarındaki meta fetişizmi, var olan her şeyi, bedenleri ve ruhları, insanı ve onun emeğini yıkıcılığa emanet ediyor. Bu şimdilik içten patlamalı bir kaos. Bunun sonrasında, sıkışan patlayacak!

Patlama kaçınılmaz; kafa yorulması gereken bunun örgütlenmesi ve yönelişi…

Burada bir parantez açılması gerek: Kapitalist “Egemenlik ilişkileri, meta ilişkileri, rekabet ve başarı ilkesiyle kapitalist toplumun sakatlanmış insanı; azınlığın özel kâr çıkarları uğruna bireyselliğini ve özerkliğini terk etmek zorunda kalan insan; yabancı güçlerin eline terk edilmiş ve korkudan zaman zaman fenalaşan insan. İşte bu tamamen yabancılaşmış insan, sefaletini çocuklarında yeniden üretecektir.”[27]

Çünkü “Azgelişmişlik her şeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düşünmelerini, kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere kurulmuş bir iktidarsızlık yapısıdır.”[28]

O hâlde yoksulluğa karşı emekçilerin mücadelesi iktidar bilinciyle politikleştirilmeliyken; cenneti yeryüzüne indirme bilinciyle ve aklı özgürleştiren laiklikle silahlanmalıdır.

Çünkü “İnsan ne kadar zor koşullar altında yaşıyorsa ya da halk ne kadar ezilmiş, bitkin, yoksulluk içindeyse, o kadar büyük bir inatla cennette ödüllendirilmeyi bekler; hele bir de bu arada yüz bin papaz, din adamı vs. birtakım spekülasyonlarla onların bu hayallerini kışkırtacak çalışmalar yürütürlerse…”[29]

“İnsanlar, öteki dünyadaki kurtuluşa inanarak, bu dünyadakinin yerini tutacak bir yedek kurtuluşa inanarak bu dünyanın kötülüklerine daha kolay katlanmaya hazırlanmaktadır.”[30]

Bunlarla birlikte “Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı. İlk olarak, bundan bile daha beter bir durumda olabilecekleri tehdidini sürekli yineleyerek. İkinci olarak, itaatkâr ve sadık olanlara, başka bir hayatta, Tanrı’nın krallığında, bu dünyada servetin satın alabileceği bütün her şeyin, hatta daha fazlasının onların olacağını vaat ederek.”[31]

Yalanları, korkuları “Ama”sız, “fakat”sız karşımıza almaktan başka bir yol yoktur.

Siz hâlâ verili tabloda “Çoğunluğu karşımıza alamayız” ya da “Almamalıyız” mı diyorsunuz?

Yanılıyorsunuz! Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Çoğunluğun ona inanması, bir yanlışın, yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez,” derken ekler Niccolo Machiavelli: “Eğer bir millet iktidarda bulunan kişilerin şerefsizliğini, alçaklığını, hırsızlığını, yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir.”[32]

“Ya bendensin ya da düşmansın” hamaseti mübahken; çözüm, veriliye teslim olmakta değil, aşmakta; Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, “AKP, krizle geldi, krizle gidiyor,”[33] tespiti -gerçekle alâkâsı olmayan- bir dilek ve temenni olmanın ötesine geçmiyorken…

Bu mümkün! Çünkü 2021, ekonomik, siyasi, kültürel hatta ekolojik olarak çözülmeye başlamış bir dünya “düzeni” devralmıştı. 2022, bu çözülme eğiliminin, belki Covid-19 hariç derinleşerek devam edeceği bir yıl olmaya aday.

Prof. David Potter’in, tarihte önemli değişikliklere yol açan kopuşların ortaya çıkış koşullarını araştırdığı “Distruption, Why Things Change” (2021) başlıklı çalışmasını, “Belirtiler, zamanın yine bir kopuş için olgunlaştığını gösteriyor” diyerek noktalaması boşuna değil.[34]

* * * * *

Yeter ki Antonio Gramsci’nin ifadesiyle, “Zırh içindeki ölü” olarak tanımlaması mümkün olan sürdürülemez kapitalizmin koltuk değneği işlevini gören korku aşılabilsin…

Aklı esir alan korku mutlak yıkım getiren küçük ölümdür; en bulaşıcı hastalıktır.

İnsanı zayıf düşürüp, zayıflık korkuları arttıran korku, insan(lık)ı kör edip; kınadıklarımıza dönüştürür.

Korku beyni felce uğratır.

Denetim odaklı korku kültürü olmaksızın, iktidar kalplere/beyinlere korku ekmezse kitleleri kontrol edemez.

İnsanlar artık özgür özneler olarak değil, nesnel yasallıkları işleme koyanlar ya da yabancı otoritelerin icra organları olarak belirirler. Toplumsal sistem (pazar sistemi, yönetim sistemi vs.) kendi yasalarına göre işler ve insan, yaşamak istiyorsa, kendi kişisel düşüncelerinden tamamen bağımsız olarak, bu yasaların emrine girmek zorundadır

Toplumsal varoluş, insanın bilincini belirlerken; çevre, yalnızca insanları yöneten yabacı bir güç olarak değil, aynı zamanda, onların yargıcı olarak da egemendir.

Korku(lar), resmî ideolojinin biçimlendirdiği zihin hâlinden başka bir şey değilken; aslında kapitalizm koşullarında korkulan her şey zaten insan(lık)ın başındadır.

İş bu nedenle “Korku insanın gözünü kör eder.”[35] “Korku, ölümün yarısıdır.”[36]

“Korku cezadan çok daha fazla ürkütücüdür, çünkü ceza kestirilebilir bir şeydir, ancak korku belirsizdir ve o gerginlik sonsuz bir dehşet duygusu yaratır.”[37]

“Korku her zaman iyi bir akıl hocası değildir.”[38] “Korku kendi bilincine varmaya görsün, bunalım olur.”[39] Ancak “Ne kadar mantıksız olursa olsun, korku korkudur.”[40]

“Korku insanı hep boyun eğmeye zorluyor”ken;[41] “Asıl bulaşıcı olan korkudur; ömrümüzün sonuna kadar bize eşlik edecek birini bulamamaktan duyduğumuz o geçmek bilmez korku. Bu korkunun yüzünden akıl almaz şeyler yaparız, yanlış kişilere evet, deriz ve tek doğru kişinin o olduğuna, karşımıza tanrı tarafından çıkarıldığına kendimizi inandırırız.”[42]

El özet, tüm vazgeçilemezliğiyle “Korku, kapitalizmin malıdır.”

Çünkü “Kapitalist toplum, hasta bir toplumdur. Kapitalist toplumun ‘sağlıklı’ insanı, hasta oluşu dikkati çekmeyen biridir. Ne var ki, o, aslında sonuna kadar hasta, bozuk ve sakat bir insandır. Hastalığı topyekûn ve her yerdedir.”

“Egemenlik ilişkileri sürdürülecekse, kuralları çiğneyenlerin cezalandırılması, tarihi bakımdan zorunludur. Çünkü insan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır.”[43]

“İnsan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır. Bu durumda, egemenlik ilişkileriyle korku arasındaki bağlantı gayet basitleşmektedir: Egemenlik ilişkileri, ancak dıştan uygulanan zor yoluyla yürütülebilmektedir; zor da korku üretir.”[44]

“Egemenlik ilişkilerinin yalnızca dıştan gelen zorla ayakta tutulabildiği doğrudur. Ne var ki, zorun türü ve boyutları sabit kalmayıp, egemenlik sisteminin yerine oturduğu, olgunlaştığı ve inceldiği ölçüde değişmektedir. Bu tarihi sürecin başında, uygulanan zor, sert ve acımasız olmak durumundaydı. (Baskıya karşı direnen işçiler, işten çıkarılmış, hapse atılmış, dövülmüş ve öldürülmüştür.) Bu yolla, baskı altındaki insanlarda belirgin bir reel korku yaratılmıştır. Bunlar, açlığa, işkenceye ve ölüme karşı duydukları korkudan dolayı, kapitalist egemenlik ilişkileriyle uyum sağlamışlardır.”[45]

“İnsanlar birbirlerinden korkmaktadır ve bu sırada biri diğerine, üstün bir güce sahip, yabancı ve düşman bir dünyanın temsilcisi gibi görünür; anonim bir yargı gücünün kişileşmiş yasası, bu yargı gücünü uygulayan kimse olarak gelir.”[46]

“Boyun eğmek, egemen olanların isteklerine karşı çıkmamak ve yerine getirmek, kendi kararlarından, kendi isteklerinin karşılanmasından, kendi kaderini belirlemekten vazgeçmek demektir… Boyun eğmek, şiddetli korkuların yumuşatılmasına yarayan bir çaredir de aynı zamanda; çünkü, boyun eğen kimsenin, en azından reel bir cezalandırmadan korkmasına artık gerek yoktur.”[47]

“Korkuya karşı en genel savunma mekanizması, uyum sağlamaktır; daha açık söylemek gerekirse, toplumun güçlerine boyun eğmektir. Bu yolla korku, mükemmel bir egemenlik aracı olur.”[48]

“Bu teslim edilmişlik duygusu, yabancılaşmış hayatın temel anlayışı olmuştur. Teslim edilmiş olmak, yabancı güçlerin elinde oyuncak olmak, korku demektir. Yabancılaşmış insan, korkuyu bile, doğal ve kendisine yabancı bir güç olarak yaşar.”[49]

El özet, kapitalizm korkuttuğu ve korkulduğu için hâlâ ayaktayken; “Ne zaman ki insan, meta fetişizmini iyice kavrar, toplumsal güçlerde kendi faaliyetini ve kendi gücünü yeniden bulur ve ne zaman ki, ‘yabancılaşmış bilinci’ni, ‘yabancılaşmanın bilinci’ne dönüştürmeyi başarır, işte o zaman kurtulabilir ve kendini toplumsal özne olarak yeniden tanıyabilir.”[50]

* * * * *

Yeri gelmişken Horatius’un, “Korkularına boyun eğen özgürlüğüne sırt çevirir”; Michel de Montaigne’in, “Kişi ileride eziyet çekeceği için korkuyorsa, şu anda korkusundan eziyet çekmeye başlamış demektir,” saptamalarının altını çizip; Robert Louis Stevenson’dan aktarayım: “Korkularınızı kendinize saklayın, ama cesaretinizi başkalarıyla paylaşın.”

Asla unutulmasın: “Başımıza ne geliyorsa, korktuğumuz için geliyor. Bizi yönetenler korkumuzdan yararlanıyorlar, bu daha da çok korkutuyor bizi.”[51]

Bu hâli tersyüz etmek yani korkutanları korkutmak gerekiyor.

Acı veya zorluk çeken insan(lık) tutumunu değiştirip, korkularından vazgeçerek mücadeleye başlarsa, her kötülüğün üstesinden gelebilir.

Bu yolda kendimizi cesur hissetmek için insani irademizi kullanıp cüret etmeye mecburuz.

Başka çare(miz) yokken; “Işığı yaymanın iki yolu vardır; ya ışık olursun ya da onu yansıtan ayna,” sözleriyle uyarır hepimizi Edith Wharton…

“Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunç”[52] hakikâtine sırt dönmeyen insan(lık) neye inanıyor ve başkaldırıyorsa onu başarabilir.

Çünkü bu güzergâhta başkaldırı ve hayal gücüdür insan(lık)ı insan kılan…

Malum insan(lık), düşleri öldüğü gün ölürken; dünyayı değiştirecek örgütlü bilinç başkaldırıyla doğar.

“Unutmayın, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermemiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hâkim olacağından ümidi kesmeyi icap ettirmez…”[53]

* * * * *

Elbette umutla silahlanmış örgütlü bilinç korkuyu yok ederken; insan(lık)ın hayalleri, korkularınızdan büyük olduğu zaman korkunun egemenliği nihayete er(diril)ecektir; Dante Alighieri’nin, “Ve böylece yeryüzüne çıkıp yeniden yıldızları gördük,” ifadesindeki üzere!

O hâlde; “Hem yeteneksiz hem de ahlâksız bir toplumdan ilerlemesini beklemek hayalcilik olur” demek yerine; onları yeteneksiz kılıp, ahlâksızlaştıran sisteme karşı çıkıp; Lev Tolstoy’un, “Kötüyü değil, kötülüğü yok etmeli. İyi insanlar ancak böyle çoğalır,” saptamasının gereğini hayata geçirmektir olması gereken.

Nihayet Paulo Coelho’nun, “Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın”…

José Saramago’nun, “Kör adam o gece düşünde kör olduğunu gördü.” [54]

Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Kapitalizm bize tatminden uzak bir hayat dayatır ve bu durumun karşısında sadece bir seçeneğimiz vardır, yaşamlarımızı başka türlü yaratmak.”

Ilya Ehrenburg’un, “Bir tek şey önemliymiş eskiden: Ölümü göze almak. Oysa bugün yaşamak gerekiyor, yenmek gerekiyor… Ne pahasına olursa olsun. Ve bu daha zor… Fakat gerekli.”[55]

Mao Zedong’un, “Marksizm birçok ilkeyi içerir, ancak son tahlilde hepsi tek bir cümle ile dile getirilebilir: isyan etmek doğrudur,” saptamalarını kulaklarımıza küpe ederek yine (ve yeniden) yollara düşüp, sokaklara çıkmalıyız.

Bu gerekli ve mümkündür!

6 Ocak 2022, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] 8 Aralık 2021’de Antep KKP ve SYKP il örgütlerinin ortak düzenlediği söyleşide yapılan konuşma… 7 Ocak 2022’de YouTube kanalı Yeni Dalga TV’deki konuşma… “İŞİN ASLI: Ekonominin Demokrasiyle İmtihan”… https://www.youtube.com/watch?v=fnKduLpK43Y

[2] Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 1, Kırmızı Kedi Yay., 2012, s. 125.

[3] “Türkiye’deki Milyoner Sayısı Son 1 Yılda Yüzde 65 Arttı”, 1 Ocak 2022… https://www.dokuz8haber.net/turkiyedeki-milyoner-sayisi-son-1-yilda-yuzde-65-artti

[4] “Açlık Sınır Tanımıyor”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2021, s. 9.

[5] “Yerli Milyonerler 2021’in İlk 5 Ayında 40 Bin Kişi Arttı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2021, s. 11.

[6] “324 Bin Yerli Milyoner Var”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2021, s. 9.

[7] “DİSK-AR: Gelir Eşitsizliğinde Avrupa Birincisiyiz”, Birgün, 18 Haziran 2021, s. 11

[8] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[9] Fyodor Dostoyevski, Budala, çev: Ayhan Aktar, Güven Yat., 2008.

[10] “Time Dergisi Türkiye’yi En Büyük 10 Küresel Risk Listesine Koydu”, 5 Ocak 2022… https://www.avrupademokrat.com/time-dergisi-turkiyeyi-en-buyuk-10-kuresel-risk-listesine-koydu/

[11] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3/ Totalitarizm, çev: İsmail Serin, İletişim Yay., 2014.

[12] https://www.bbc.com/turkce/live/haberler-turkiye-59863598

[13] “Kılıçdaroğlu: Erdoğan Erken Seçime Gitmek Zorunda”, 5 Ocak 2022… https://www.dokuz8haber.net/kilicdaroglu-erdogan-erken-secime-gitmek-zorunda

[14] Sarp Sağkal, “Muhalefet Sokak Oyununda Yok”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2022, s. 1-4.

[15] 5 Ocak 2022… https://www.indyturk.com/node/456196/siyaset

[16] Haberdar (@Haberdar) Tweeti… https://twitter.com/Haberdar/status/1478768252461346821?s=20

[17] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s. 157.

[18] Thomas More, Utopia, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006.

[19] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 1991.

[20] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[21] Yaşar Kemal, Binbir Çiçekli Bahçe, Yapı Kredi Yay., 2009, s. 100.

[22] John Berger G., John Berger, çev:: Tomris Uyar, Metis Yay., 2007, s. 84.

[23] Miguel de Cervantes Saaverda, Don Quijote, çev: İsmail Yerguz, Alfa Yay., 2001, s. 334.

[24] Thomas More, Utopia, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006, s. 50.

[25] Joseph Murphy, Bilinçaltının Gücü, çev: Aysun Babacan, Ötesi Yay., 2000.

[26] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev: Toros Öztürk, NTV Yay., 2009, s. 13.

[27] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s. 166.

[28] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s. 118.

[29] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Ecinniler, çev: Mazlum Beyhan, İş Bankası Yay., 2018, s. 238.

[30] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s. 153.

[31] John Berger G., John Berger, çev:: Tomris Uyar, Metis Yay., 2007, s. 84.

[32] Niccolo Machiavelli, Prens, çev: Murat Satıcı, İlya Yay., 2002.

[33] Mustafa Çakır, “Boratav: AKP, Krizle Geldi, Krizle Gidiyor”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2021, s. 9.

[34] Ergin Yıldızoğlu, “2022’ye Girerken”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2021, s. 11.

[35] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s. 136.

[36] Ferit Edgü, Yazmak Eylemi, Alfa Yay., 2019, s. 105.

[37] Stefan Zweig, Korku, çev: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yay., 2015, s. 70.

[38] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s. 197.

[39] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1983, s. 41.

[40] Charles Dickens, Büyük Umutlar, çev: Gülcan Coşkun, Bilge Kültür Sanat Yay., 2003, s. 20.

[41] Honore de Balzac, Vadideki Zambak, çev: Murat Küçüker, Karanfil Yay., 2016, s. 3.

[42] Paulo Coelho, Aldatmak, çev: Emrah İmre, Can Yay., 2014.

[43] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s. 26.

[44] yage, s. 81.

[45] yage, s. 54.

[46] yage, s. 116.

[47] yage, s. 134.

[48] yage, s. 64.

[49] yage, s. 102.

[50] yage, s. 101.

[51] Maksim Gorki, Ana, çev: Osman Çakmakçı, Bordo Siyah Yay., 2005.

[52] Victor Hugo, Sefiller, çev: Aylin Yıldız, Venedik Yay., 2016.

[53] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yay., 1966.

[54] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s. 197.

[55] Ilya Ehrenburg, Paris Düşerken, 1. Cilt, çev: Attila Tokatlı, May Yay., 1967.

 

Göçmenler, Ortadoğu’nun kendiyle imtihanı ve devrim için kardeşlik görevi – Doğa Önel

Sömürgeciliğin getirdiği şiddetli, insanlığı yok edici ve aşağılayıcı etkilerinin arasında, belki de en çok gözden kaçırabileceklerinden biri, sömürgeleştirilmiş kişide oluşan çelişkili öz-tanımlar ve aşağılık psikolojisidir. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin ideolojik ve politik ana hatlarından birini oluşturan ırkçı tanımlamalar, anlam yüklemeleri ve hiyerarşiler, dünyanın neredeyse bütün halklarını etkilemekte, onların sadece diğer halkları değil, kendilerini, kendi coğrafyalarını, görüşlerini belli ölçüde belirlemektedir. Bu ideolojilerin yayılım, devam ve gelişim sürecini, bunun Avrupa sömürgeciliğinin küreselleşmesi ve sonrasında kültürel ve medya hegemonyaları aracılığıyla ilerleyen tarihini burada tartışmayacağız. Ortadoğu’da bu ideolojilerin sonuçlarından bazılarını, birincil olarak da kendisini tanımlaması kendini reddeden kategorilere dayanan insanların bu sömürge kişilik yapısıyla başka halklara, özellikle göçmenlere, olan yaklaşımına bakacağız. Kendisini sömürge kategorilere hapsetmiş insanın burada nasıl kendini ve kardeş halklarını hep daha aşağı götüren bir döngüye girdiğini göreceğiz. Bu döngüde gerçek kendine zıt bir görüntü almakta, kendini yükseltmek olarak görünen hareket gerçekte kendini aşağılamak, kendine ve başkalarına yabancılaştırmak olmaktadır.

Kendini başkasından daha üstün bir medeniyetin seviyesine ulaşma sürecinde görmek, eğer bu üstün seviye sömürge halkların aşağılanması ve sömürüsü üzerine kuruluysa ve bu sömürünün sacayaklarından biri hiçbir sosyal yapının değiştirmeyeceği ten rengi veya diğer ırksal, fiziksel ayrımlarla belirleniyorsa; bu kendini aşağılık bir konuma ve imkânsız bir sürece mahkûm etmek olmaktadır. Burada özgürleşme olarak görünen süreç, tam tersine mahkûmiyetin ve düşük bir seviyenin ebedî kabulü olmaktadır. Bunun nedeni hareketin, ötekinin aslında sömürgeleşmiş halkların aşağılık seviyesinin varsayımı ile oluşan yüksek statüsünün kavramlarında ilerlemeye çalışmaktan gelmektedir. Bu doğrultudaki insanın sömürgecilik tarafından yaratılan aşağılık kompleksi, kendisi bunu kabul etmese de, etrafındaki başka halklara yaklaşımında da ortaya çıkmaktadır. Burada kökeni sömürgeci ve ırkçı ideolojik yapılarda bulunan söylemlerin kullanılması, gerçekten kendi içinde katliamlara da yol açabilen bir şiddet olmasının yanında, aynı zamanda sömürge kişiliğin bilinçaltında kendi içinde kendine dönük hissettiği tanımlamaları ve anlamları başkasına yönelterek kendini bunlardan ayrıştırma çabasının ve bunları reddetme isteğinin ortaya çıkışı da olabiliyor. Ancak yeniden vurgulayalım; bu şekilde ileri gidiyor gibi görünmek geri gitmek olmaktadır. Çünkü ırkçı söylemleri başkasına yöneltmek beyaz adam kulübüne girmeyi değil, bütün sömürge halkları ezen yapıları devam ettirmeyi garantilemektedir. Bu tanımlamaların, anlamların ve kategorilerin içinde hareket etmek sadece kendini değil coğrafyasını da paylaştığı halkların da daha da aşağılanmasını getirecektir.

Günümüzde özellikle Suriyeli göçmenlerle ilgili videoların veya haberlerin göçmen karşıtı ve ırkçı biçimlerde paylaşılması ve yorumlanması bir normallik döngüsüne girmiştir. Ortadoğu’nun başka bölgelerinden gelen göçmenler söz konusu olunca, konuya yaklaşımlarda, yukarıda anlattığımız şekilde kendini tanımlamasını kendisini de reddeden ve olumsuzlayan kategoriler üzerine dayamış bir halkın ilginç yaklaşımları ortaya çıkıyor. Burada bunlara ilginç diyoruz ancak tabii ki bunlar kendini göçmenlere karşı şiddet dolu eylemler ve söylemlerde gösteriyor. Bu açıdan ele alınmalı ve en yüksek ciddiyetle sosyalistler ve devrimciler tarafından karşı çıkılmalılar. Coğrafyamızın var olan halk çeşitliliği her gün gelişmektedir ve bu sömürünün katmanlarına da kendini yansıtmaktadır. Devrimci işçi birliğini halkların kardeşliğiyle ilerletmek, işçi sınıfının her sömürü katmanını birleştirebilmek için bir şarttır.

Özellikle Suriyeli göçmenlerin coğrafyamızda bizimle daha çok buluşması, kendi kimliğini Ortadoğu’nun olumsuzluğuna bağlamış olanlar için bastırılan ve reddedilen bir bilincin gerçek hayatta karşılarına çıkma durumu yaratıyor. Bu aslında, TC’nin halkların imhası ve inkârı üzerine kurulu tarihinin bir devamıdır elbette. Türk dili ve kültüründen başka bir şey kabul etmeyen ve farklı halkları, dilleri, kültürleri gerekirse asimilasyon gerekirse de katliamlarla karşılayan bir devletin tarihi içinde ilerliyoruz. Bu tarihin Anadolu halklarında yarattığı kimliksel bozulmaların ancak halkların kardeşliğine dayalı bir yeni doğum ile çözebileceğine inanıyoruz. Sömürgecilik hâlâ yasal biçimleriyle de devam ederken başlayan TC, ideolojik olarak kendini bu coğrafyadaki diğer halklardan, onların (ve kendinin) tarihinden, coğrafyanın kendisinden, yeteri kadar soyutlayabilirse, onlardan gerçekten farklı olduğunu kanıtlayabilirse, Avrupa’nın beyaz adam kulübüne girme hayaliyle yaşayan bir yaklaşımın doğumuna neden olmuştur. Batı’ya yönelik hareket, emperyalizmin ileri karakolu olma karakteri ile de başka halkların ezilmesi ve sömürgeci yapıların ve eylemlerin tekrarı ile gelişmiştir.

Şimdi yine aynı kültürel yaklaşım, Ortadoğulu göçmenlere bakışta kendini buluyor: Lütfen, bakın, biz onlar gibi değiliz, bakın lütfen biz de sizler gibi düşünüyoruz onlar hakkında, biz bu orta çağda değiliz, biz böyle barbar değiliz, bir sonraki seçimde vallahi biz de sizin gibi olacağız gibi mesajları bu yaklaşımdan doğan söylemlerin alt metinlerinde bulabilirsiniz. Burada sadece, Avrupa’nın sömürgecilik zamanında ve günümüz Avrupa-ABD emperyalizminin, insanlık tarihinin en kanlı ve en küresel sömürü, kölecilik, katliam ve soykırımlar düzeninin mimarı olduğu gerçeğine tamamen bir göz kapama yoktur. Aynı zamanda, Avrupa’nın kurduğu ırk hiyerarşisi ve sömürge sisteminde, kendinin de yerinin bir yanlış anlaşılması mevcuttur. Burada umulan, eğer emperyalizmdeki sömürge durumu yanlış anlaşılmasa da umulan, “Ortadoğu karanlığından” kurtularak “medeniyet” kulübüne girilebileceğidir. Burada sanılan, gerçekten de belli bir siyasal sistem, değerler, demokrasi, insan hakları, özgürlükler falan yeteri kadar oturtulursa onların arasına kabul edileceğimizdir. Hatta aslında öz bu şekildedir zaten de sadece şu Ortadoğu gericiliğinden arındırılmalıdır. Fakat asıl ayrım zaten demokrasi, insan hakları vs. ile değil, ırkçı hiyerarşisi ve emperyalizm ile çizilmiştir. Emperyalist “demokrasi”lerin dünyanın kalan her yerinde faşist çeteleri ve hükümetleri desteklemeleri, sosyalist ve devrimcilere her yerde gerçekleştirdikleri darbeleri ve suikastları, demokrasiye, insan haklarına vs. çok inandıkları için midir? Her nerede halklar, işçiler gerçek özgürlükleri için ayaklansalar karşılarında bitmeleri bu emperyalist devletler özgürlüğün temsili olduğu için midir?

İşte bu sevda, bu hayranlık, birçok gözü kör etmiştir. Nasıl zararlı bir ilişkide karşıdakinin tacizleri gözden çıkarılır, söylenen kötü sözler ve şiddet hemen unutulur ve her an sevdalının ağzından bir övgü beklenirse, benzer bir durum burada da mevcuttur. Birçok kişi Avrupalı beyaz adamın ağzından Türkiye hakkında denilen her şeyi yakından takip etmektedir. Gazetelerde, sosyal medyada, Avrupa’dan, ABD’den nasıl görülüyoruz sorusu normalleşmiştir. Aslında bu bakışın normalleşmesinin tarihi çok öncelere dayanmaktadır. Sadece bu örnek bile, Avrupalı veya Amerikalı beyaz insanın en yüksek standart olma kabulünü ortaya koyar. Hangisinin olduğu önemli değil, sokaktan geçen rastgele birinin bile dediği, coğrafyamızı nasıl gördüğü, büyük konu olabilmektedir. Ancak kendini anlaması, kendisinin ilkel Ortadoğu’dan daha gelişmiş Batı’ya varma süreci içinde bulunduğu varsayımına dayanan bir insandan bu çeşit bir davranış ortaya çıkabilir. Her zaman medeni ve daha gelişmiş, daha yüksek bir insan olan beyaz ağabeyinden takdir ve iyi sözler beklemektedir. Kendisinin onlar gibi görülebilmesi, coğrafyamızın diğer halklarından farklı algılanmak en büyük onurdur. Ne kadar kendileri gibi olanlara da hayran olduğu ülkelerde ırkçılık olsa da, yine de bu, onlar gibi olmanın büyük hayalini etkilemez.

İşte böyle bir kendini ve diğerlerini ret, içinde kaldığı imkânsız bir hayal ve tabii kendi yetisiyle, başka halklara şiddet ve inkâr tarihi olan bir halkı göz önünde bulundurduğumuzda, günümüzdeki olayları yeni bir gözle görebiliyoruz. Günümüzdeki göçmenlere yaklaşımda ırkçılık, Batı sevdasıyla birleşince ortaya çıkan gerçekten trajikomik durumlardan biri Avrupa’daki veya ABD’deki ırkçıların göçmen karşıtı “çalışmalarının” veya haberlerinin direkt olarak alınması ve kendi coğrafyamızdaki göçmenlere uygulanmasıdır. Bu tür haberleri yayanlar, Afgan göçmenleri tecavüzcü, Suriyeli göçmenleri barbar göstermeye çalışırken, ırkçı ideolojilerin artık en kabul edilmiş yöntemlerini ve tiplemelerini kullanmaktan geri kalmıyorlar. Bunlardan bir tanesi göçmenleri Türk kadınlarına tehdit olarak gösterme çabasıdır. Bu tür bir ırkçı ideolojinin temellerini bulmak isteyenler, siyah erkeklerin Avrupalı ve Amerikalı beyazlar tarafından nasıl yüzyıllarca ve hâlâ beyaz kadınlara tehdit olarak gösterildiğini, bunun yüzünden sayısız siyah erkeğin linç edildiğini araştırabilirler. Daha 2015’te ABD’de siyahi bir kilisede 9 kişiyi öldürerek katliam yapan bir beyaz Amerikalı, saldırısına başlamadan önce kurbanlara kadınlarına tecavüzle suçlayan sözler söylemişti. Bu kökenden gelen ırkçı ideoloji daha sonrasında, özellikle 11 Eylül sonrasında İslamofobinin yaygınlaşmasıyla ve genel olarak oryantalist kalıplarla birleşerek kendini Müslüman halklara ve erkeklere yansıttı. Bütün bu tiplemelerin bir diğer tarafında da tabii ki Arap, siyah, Ortadoğulu kadınların egzotik ve birer cinsel obje olarak gösterilmesi ve bu nedenle uğradıkları cinsel saldırılar yatmakta. Hem yasal sömürgecilik hem kölelik zamanında, sömürgeci Avrupalı erkekler tarafından yerli ve siyah kadınlara tecavüz normal hayatın bir parçasıydı. Günümüzde de emperyalist merkezlerde siyah kadınlar cinsel saldırılara maruz kalmada daha yüksek bir risk altında yaşamaktadırlar.

Irkçı ideolojinin bir diğer, günümüzde de coğrafyamızda sıkça rastladığımız yansıması, ezilen bir halkın kötü örneklerinin o halkın bütün üyelerine yansıtılırken, beyaz insandan ne kadar kötü örnek görsek de her zaman halk olarak Avrupalı ve Amerikalıların ve bu halkların bireylerinin üstün statülerini korumalarıdır. Bunu tabii ki en açık olarak bir Suriyeli göçmen tarafından yapılan her negatif bir davranışta bütün göçmenlere nefret kusanlarda, onları barbar ve düşük insanlar olarak göstermeye çalışanlarda görüyoruz. Bu nefret çığında, insanlara yamyam diyenler de var – yine Avrupalılar tarafından siyah halklara karşı sömürgecilik zamanında kullanılan bir sıfat. Avrupalı ve Amerikalıların bile artık kullanmaktan utandığı sıfatları Ortadoğulu göçmenlere kullananlar, kendi Ortadoğululuklarını ayaklar altına almak bir yana, bize aslında önemli bir ders veriyorlar. Kendilerini Batı’ya yakın, daha yüksek ve medeni görmelerini diğer halkları ezerek göstererek, bu özentilikleriyle, zaten bizim bildiğimiz bir gerçeği, yani ABD ve Avrupa’nın da halkların imhası ve inkârı, soykırımı üzerine kurulduğu gerçeğini bize bir daha kanıtlıyorlar. Biz biliyorduk zaten, ama siz bir kez daha özendiğiniz davranışlarla bunu ortaya koyuyorsunuz. İşte böylece, Batılı olmanın koşulu olan başka halkları ezme geleneğini ağabeylerine kanıtlamaya çalışıyorlar. Bir göçmenden yola çıkarak (ya da birden çok daha fazla olabilir) bütün bir halk için yargıya varanlar, o zaman her gün Anadolu’daki insanlar tarafından gerçekleşen tecavüz haberleriyle kendilerini de tecavüzcü olarak görsünler. Hiçbir halkın homojen olduğunu zaten biz hiç söylemedik. Bu ancak, halklar ve ırklar üzerinden hiyerarşi kurmaya çalışan ırkçı ideolojinin yapısıdır. Bunu bugün ileri götürenler, birçok halkın tamamını bir tehlike, daha düşük insan olarak gören bir ideolojiyi destekleyerek bunu yaygınlaştırmaktadırlar.

Beyaz olmayan halkların bireylerinin yaptıkları negatif davranışlar ırkçı ideoloji tarafından ne kadar genele yansıtılıyorsa, o kadar da tekil beyaz insanlar ne derecede suçlar işleseler de diğer beyaz insanlar bundan ideolojik olarak uzak kalabiliyor. Bunu ABD’de çoğu silahlı saldırı beyaz erkekler tarafından yapılsa da nasıl medyada eğer saldırgan beyaz ise bunun hemen saldırganın hayatta yaşadığı zorluklar veya zihinsel sorunları ile açıklanırken, bir siyah insanın veya Ortadoğulu veya beyaz olmayan Müslüman birinin çok daha küçük bir yanlış davranışta cani, terörist vs. ilan edilmesinde görüyoruz. Beyaz insanlar kendi bireyselliklerini kötü örnekler karşısında koruyabilirken, diğer insanları daha sürüvari gören ırkçı ideoloji birinin davranışını herkese atfediyor. Irkçı ideolojide beyazlık işte ideolojik olarak beyaz bireylerde bu şekilde kirlenmeyen bir ışık halkası oluşturabilirken, diğer halklara ise en kötü ve tabii ki hayalî örneklerden doğarak o halkın bütün bireylerini kirleten ve bütün bireylere atfedilen bir şema örüyor. İşte her Ortadoğulu göçmenin kötü bir davranışını gördüğünde bütün göçmenler hakkında söylemlerle karşılık verenler de bu ırkçı sürüleştirme yapısını tekrar etmektelerdir.

Tartıştığımız yapılar arasında bahsetmeye değer bir başkası ise karşıdaki halkın anlamlar bütününü, yaşam tarzını yok sayma ve hatta onun kültüründen, dilinden en küçük işaretlere karşı bir nefret ve tehlike hissetme duygusu yansıtmaktır. Zaten bir açıdan, kendi coğrafyasında yüzyıllardır yaşamış halkların dillerini hâlâ inkâr eden bir devletten de daha aşağısını beklememek lazım. Ancak, göçmenler söz konusu olunca bu, anlamlar bütünlüğünün ve kültürel önem dünyasının içine girmeye bile çalışmadığı eylemleri ilkel veya uygarlık dışı olarak nitelemeye varmaktadır. Bir giyim biçimi veya başka bir dildeki bir tabela (İngilizceyse sorun yok) bu zihniyet için bir gerileme kanıtı olarak okunuyor. Aslında gerçek mesele Arap alfabesini görmektir, çünkü ideolojik milli eğitim sürecinde Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş ilkellikten uygarlığa geçiş olarak gösterilmiştir. O yüzden de Arap alfabesinin olduğu yerden ancak gericiliğin geleceği zihinde kodlanmıştır. Bu tür bakışlar zaten ancak Avrupa ve ABD medeniyetlerini üstün noktaya koymuş ve Ortadoğu’yu, kendi coğrafyamızdaki Batılılık dışındaki şeyleri bir gerileme unsuru olarak gören bir yönelimin okuması olabilir.

Bunun bir diğer yanı ise tabii ki milliyetçi, ulus devlet ideolojisi ve bunun yarattığı işgal korkusundan gelmektedir. Gelen göçmenlerin sanki bir işgal gücü olarak, yine sürüvari gösterildiği görsellerde bunu görmek kolay. Afganistan’dan gelen göçmenlerin yolculuklarının Türkiye’de haberleştirilmesi ile ABD’ye gelen Latin Amerikalı göçmenlerinin yolculuklarının ABD’deki haberleştirilme biçimleri bazı örneklerde neredeyse birbirinden ayrılamaz hâle gelmiştir. İnsanlıkla bağlantısını diğer herkesi hiçbir zaman bunun fiziksel karşılığını belki görmeyeceği sınırlarla dışlayan bir ulusa mensup olmakla küçültmüş bir görüş tabii ki başka halkların varlığını tehdit ve düşmanlıkla görebilecektir. Göçmenlikle ilgili bir tartışmaya, ama Türk vatandaşları da şöyle eziliyor böyle eziliyor zaten, diye başlamak da bu ideolojiye aittir. Bu yaklaşıma göre, ilk olarak vatandaşların problemleri çözülmeli sonra geri kalan hâlledilmelidir, sanki bu ikisi kapitalizmin yarattığı ekonomi politikte ayrılabilir gibi. Bu mantığın sosyo-ekonomik mantıksızlığı bir yana, insan olmak kategorisinin üzerine vatandaşlığı, ulus üyeliğini yerleştirdiğini görmeliyiz, işte bu da milliyetçiliğin yozlaşmalarından biridir. Bu yaklaşımla, mesela herkes kendi ulusundan medet olsun veya bir ulus devlet ilk kendi vatandaşına bakmamalı mı diyenler, ulussuz göçmenleri zaten yaşamdan bir medet umamayacak bir insanlık dışı noktaya götürmüşlerdir. Kapitalizmin kendi içindeki rekabetle şekillenmiş ve örgütlenen ulus devletler zaten halklara değil sermayeye bakmak için vardır ve ulus devlet ideolojilerinden bahsettiğimiz konuda bir özgürleştirme beklenemez. Sosyalistler de her zaman bu vatandaş-vatandaş olmayan ayrımına karşı çıkmalı; insan olmak ve insan gibi yaşamak için gerekenlerin her insan tarafından temini zemininde çalışmalıdır.

Göçmen ve halkların anlam bütünlerine saygı ve bunlarla karşılıklı diyalog konusunda ayrıca ne zaman TV kanallarında, sosyal medyada, gazetelerde vs. göçmenlerle ilgili bir tartışma olsa, o tartışmaların kaçına göçmenler dâhil oluyor diye herkesin sorması gerekmektedir. Burada görülecektir ki coğrafyamızda göçmenliğin, göçmenlerin yokluğunda tartışılması normalleşmiş bir mesele hâline gelmiştir. Göçmenler yokluklarında, sessizliklerinde analiz edilmekte, yargılanmakta ve aşağılayıcı kalıplara mahkûm edilmektedir. Karşıdakinin sesinin bu şekilde yokluğunda yapılan analizlerin tabii ki ne doğruluk ne de bütünlük standartlarına ulaşması beklenebilir, ki zaten biriyle direkt diyalogda bile tam olarak bir anlam paylaşımı yeterince zordur. Halklara onların yokluğunda dışarıdan yapıştırılan, onlara atfedilen ırkçı kavram bütünlükleri büyüdükçe ve genişledikçe, bu anlamlar dünyası kendi ivmesini kazanmakta, tekrar edildikçe de gerçeklik görünümleri katılaşmaktadır. Bu da halkların kendilerinin, kendi tanımlamalarını yapmalarını zorlaştırmaktadır ki bu hak da her halkın özgürlüğünün vazgeçilmez bir parçası olmalıdır. Bu döngünün devamı ancak coğrafyamızın halklarının önemli bir bölümünü oluşturan ve oluşturacak göçmen halkların bizlerden daha da soyutlanmasına ve yabancılaşmasına, aramızdaki iletişimin daha da zorlaşmasına yol açacaktır.

Bu gibi başka örnekler verilebilir. Ancak sadece bunlardan da görülmektedir ki, kendini Ortadoğu “karanlığından” kurtarmak isteyenler, ırkçılıklarını şaşırtacak seviyelere indirmişlerdir ve bu yolda da bazen gerçekten kendileri de göstererek Avrupalı ırkçıları örnek almaktadırlar. Aslında yaptıkları kendilerini de aşağılayan bir sistemi ve söylemler bütününü ilerletmektir. Fakat tabii ki burada asıl şiddet artık sıkça, her ağızdan, aşağılayıcı, insanlıktan çıkarıcı anlamlara mahkûm ettikleri, sömürdükleri, dövdükleri, öldürdükleri göçmenlerdir.

Fanon’un en etkileyici keskinlikte belirttiği gibi, emperyalist sözde “uygarlık,” kendi içinden de çıkan idealleri gerçekleştirmekte başarısız oldu. Günümüzde, coğrafyamızda ABD’den ve Avrupa’dan birçoğunun beklediği idealler, yaşamlar ve değerler; Afrika’daki sömürgelerde ve artan askerî operasyonlarda, Latin Amerika’da devrimci ve sendikacı avlayan ABD’nin kiralık çeteleriyle, Avrupa ve ABD’nin metropollerinin kenar mahallerinde polis ve sağcı-Nazi milisler tarafından öldürülen halklar ve devrimcilerle, kime atıldığını artık atanın da bilmediği drone bombalarıyla, Akdeniz’de ölüme terkedilen göçmenlerle batıyor.

Fanon’un dediği hâlâ geçerlidir: “Ağzından insan sözünü hiç düşürmeden sokak köşelerinde, dünyanın bütün köşelerinde insanları katleden bu Avrupa’yı bir kenara bırakalım.” Devam edelim: “Yani kardeşlerim, bu Avrupa’nın ayak izlerini izlemekten başka yapacağımız daha iyi şeyler olduğunu nasıl anlamayız? İnsandan söz etmeyi asla bırakmayan, tek kaygısının insan olduğunu iddia etmekten bıkmayan Avrupa’nın her bir ruhsal zaferi için insanlığın ne acılar çektiğini artık biliyoruz… Avrupa’nın tekniği ve yaşam tarzında insanı aradığımda, sürekli insanın inkârıyla, çığ gibi büyüyen cinayetlerle karşılaşıyorum… Yoldaşlar, üçüncü bir Avrupa yaratmaktan başka yapacak işimiz yok mu?.. Afrika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, Amerika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, o hâlde ülkelerimizin kaderini Avrupalılara emanet edelim. Onlar bizim en iyimizden daha iyi iş çıkarırlar… Avrupa için, kendimiz ve insanlık için, yoldaşlar, yeni bir başlangıç yapmalı, yeni bir düşünce tarzı geliştirmeli ve yeni bir insan yaratmaya çalışmalıyız.” Burada ancak belli bölümlerini verebildiğimiz Yeryüzünün Lanetlileri’nin çok da uzun olmayan sonuç bölümünü herkesi okumaya davet ediyoruz.

İşte bizim coğrafyamızda da yeni bir insan, bizimle yaşamaya gelmiş halklar ile kardeşlik ilkesiyle bütünleşerek yaratılabilecektir. Anadolu’da olacak bir devrim için coğrafyamızın bütün halklarının arasındaki bu dayanışma ve özellikle daha eksik kalmış olan, göçmenlerle olan dayanışmayı arttırmamız gerekmektedir. Devrimci sosyalistler bu durumun ve tartışmaların dışında kalamaz. Bunun dışında kaldıkça, bahsettiğimiz ırkçılıklara şahit olan bazı göçmenlerin, kendilerini yeri geldiğinde Saray Rejimi’ne yakın görmelerine şaşırmamak lazımdır. Yeni insanın, gerçekten insan diyebileceğimiz insanın zeminini oluşturabilecek tek toplum olan sosyalist toplum için gerekli olan devrimci işçi birliği, halkları fabrika zeminlerinde, çöplüklerde, tarlalarda bir araya getirebilecek potansiyeldedir. Bu mücadelede birleşmiş halklar kardeşliklerini, yeni insanın yaratım süreci olan mücadelenin kendisinde büyüteceklerdir. Devrimcilere burada düşen görev de kardeşliği kıran ve böylece her insanı aşağılayan ve özgür bir geleceği herkese kapayan ideolojileri, ırkçılığı, milliyetçiliği, göçmen karşıtlığını devrimci işçi mücadelesinin kızgın demirinde eritmek ve buradan yeni kardeşlik bağlarıyla birbirine tutunmuş insanlığın ortaya çıkmasını sağlamaktır.

“Berke’ye Perit’e Üniversiteye Özgürlük Kampanyası” sürecinin değerlendirmesi

Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum Naci’ye ve kayyum yönetiminin kararlarına karşı eylemler devam ediyordu. 4 Ekim günü, Naci İnci’nin kayyumluk binasından çıkması ardından öğrenciler “istifa” sloganlarıyla Naci ve kayyum kadrosunun üzerine yürüdüler. Kayyumun kaçarcasına arabasına binmesi üzerine öğrenciler arabanın önüne geçerek, direnişimizin taleplerini söylemekte ısrarcı oldular. Bir arkadaşımızın makam arabasının üzerine çıkması ile öğrencilerin ıslıkları alkışlarına karıştı. Ardından ÖGB ve polisler öğrencilere saldırdı.

Ertesi gün Boğaziçi Kampüsü çevresinde Berke ve Perit gözaltına alınmış ve kayyum rektörün şikâyeti etkili olmuş olacak ki, Saray’ın da hedef göstermesi üzerine, tutuklanmışlardı. Bir yıldır devam eden Boğaziçi Direnişi’nden öğrendiklerimizle Boğaziçi öğrencileri yeni dönemi eylemlerle açmış oldu. O günlerde süren meclis tartışması, her gün kurulan direniş çadırının o günlerde ısrarla kuruluyor olması ve okul içerisinde süren eylemler direnişin sürekliliğine işarettir. Tek başına Boğaziçi Üniversitesi değil, yurtlarda kendi talepleriyle eyleme çıkan öğrencilerin, “Barınamıyoruz” diyerek Ankara’ya yürüyen öğrencilerin, Mülkiye Dayanışması’nın çağrısıyla bir araya gelen öğrencilerin aldığı tutum, bu direnişin öğrettikleriyle kampüslerde kendini var ettiğini gösterir.

Gelelim tekrar 4 Ekim gününe. Naci İnci’nin yüzüne karşı “istifa” sloganı atmak, arabasının üzerine çıkmak bir yıllık direnişimizin biriktirdiği bir niteliğin açığa çıkması, hayatla çarpışmasıdır. Eylem arabaya çıkmaktır ancak sonuç aylardır istifa için zorladığımız bir kayyumun ve onun nezdinde Saray Rejimi’nin iktidarını sarsmaktır. O arabaların dokunulabilir olduğunu görmüş olduk. Bu tartışmayı açmamızın bir nedeni yapılan eylemin birkaç kişiden menkul ele alınarak ve radikal bir eylem olarak gösterilerek Boğaziçi Üniversitesi içerisinde örgütsüz bir eylem olarak gösterilmeye çalışılmasıdır. Bu tartışmayı yürüten arkadaşların niyetinden bağımsız; tartışmanın kendisi hareketsizliği örgütlemiş, eylemi radikal göstererek cesareti kırmaya yönelik bir tartışma olmuştur. Ancak gerçek bu değildir. Arabanın üzerine üstü çıplak bir şekilde çıkmak Boğaziçi Direnişi’nin ruhunu karşılayan, direnişi bir adım öteye taşıyan ve akıllarda yer edecek bir eylemdir. Hatırlayalım, ilk günden beri taleplerimiz arasında bileşenlerle rektörlük seçimleri varken, seçimi örgütlemeye çalışırken bu eylem öğretti ki kayyumlar dokunulmaz değildir, üzerlerinde tepinmeye hakkımız vardır. Öğrendiklerimizle hareket edip, kayyum yönetimini tanımadan seçimleri örgütlemenin, üniversiteyi yönetme iradesini koymanın önü açılmıştır.

Tartışmayı açmamızdaki diğer bir neden ise dün direnişe omuz veren tüm dinamiklerin Berke ve Perit’in tutuklanması ardından hareketsiz kalmasıdır. Bu bir sonuçtur ve nedenlerini incelemek istiyoruz.

4 Ocak 2021 günü İstanbul’un birçok üniversitesinden Güney Meydan’da bir araya gelen öğrenciler Boğaziçi Direnişi’ni oluşturanlardı. Daha sonra bu direniş farklı illere ve farklı üniversitelere yayılmış ve direniş Boğaziçi Üniversitesi merkezli olsa da direnişin talepleri faklı üniversitelerde, farklı sokaklarda örgütlenmişti. Bu noktada direnişe dair fikir yürüten, eyleyen, dayanışmalar kurup kendi üniversitesine direnişin taleplerini taşıyan her öğrenci direnişin öznesidir. Son dönemlerde öğrenci hareketinin örgütlü, siyasi yönü önde olan bu direnişine yön vermek ise her devrimci örgütün sorumluluğudur. Nasıl ki 4 Ocak günü önümüze konulan turnikelerden atlayıp direnişi bir adım öteye taşıdıysak, direnişin tutuklusu olan iki arkadaşımızın eylemini sahiplenmek ve onların tutukluluğuna son vermek için hareket etmek de devrimcilerin görevidir. “Boğaziçi’nde yaşananlara üniversitenin kendi özneleri ses çıkartmalıdır, biz müdahale edemeyiz” tarzındaki ifadelerin, direnişçi kitleyle örgütlü aklın buluşmayacağına olan inançtan ve kitleye olan güvensizlikten beslendiğini düşünüyoruz.

Arkadaşlarımızın tutukluluğunun ardından Kaldıraç Üniversite olarak yukarıda belirttiğimiz değerlendirmeleri önümüze koyarak bir kampanyanın örgütlenmesi ve Berke’nin, Perit’in tutukluluğuna son vermek için bir güç yaratılması gerektiğini düşündük. Daha önce de Doğu ve Selo’nun tutuklanmasının ardından 9 arkadaşımızın tutuklandığı o furyada, hızlıca direnişin tüm dinamikleri yan yana gelmiş, kampanya örgütlemiş ve taleplerini gür sesle dile getirmişti. Bu çalışmanın etkisiyle de tutuklu arkadaşlarımız serbest bırakılmış, direnişin talepleri dayanışmalar ve inisiyatifler aracılığıyla yaygınlaşmıştı. Bu satırları okuyan arkadaşımızın aklına o günlerde direnişin bugünden daha canlı olduğu ve böylesine bir kampanyanın o günlerde örgütlenmesinin mümkün olacağı gelmiş olabilir. Direnişin ivmesi bir yıllık süreç içerisinde değişmiştir, doğrudur, zira hareketin doğrusal bir grafikle yükselmesini beklemek kaba bir yaklaşımdır. Direnişin ivmesini değil, direnenlerden yana olanların sorumluluklarını tartışmak isteriz. Bu nedenle koşullar ne olursa olsun direnişin tutsağı iki arkadaşımızı gündem olarak önümüze koymak gerekmektedir. Bu gereklilik akla gelmiyorsa, özne olmak ile ilgili tartışmaya geri dönülmelidir.

“Berke’ye Perit’e, Üniversiteye Özgürlük” kampanya sürecinin hangi koşullarda geliştiğini tarif ettik. Yazımızın devamında kampanyanın içeriğinden ve eylemlerinden bahsedeceğiz.

Kaldıraç Üniversite olarak Boğaziçi Üniversitesi içerisindeki inisiyatiflerle, diğer üniversitelerdeki dayanışmalarla ve devrimci örgütlerle birlikte bir kampanya örgütlemek için çağrı yaptık. Bu çağrılara geri dönüş maalesef beklediğimizden çok daha az oldu. Boğaziçi Üniversitesi içinden Boğaziçi Öğrenci Meclisi, Boğaziçi Nöbeti, Boğaziçi Direnişi, Özgür Boğaziçi ekipleri; üniversite dayanışmalarından Koç Üniversiteliler Dayanışması, Yıldız Dayanışması, İstanbul Üniversitesi Dayanışması, MSGSÜ öğrencileri, İTÜ Dayanışması; devrimci kurumlardan SGDF, Köz, YDG, Kaldıraç Üniversite kampanyanın örgütleyicisi olarak ilk toplantıya katılmıştır. İlk toplantının gündemleri, kampanyanın içeriği, başlangıç ve bitiriş tarihi, Berke ve Perit’i alma hedefiyle eylem ve ajitasyon-propaganda faaliyetleri olmuş ve bu doğrultuda planlama yapılmıştır.

Bir aylık bir süreyi kapsayan kampanyanın; deklarasyon, ardından Silivri Hapishanesi önünde bir nöbet eylemi ve Berke ve Perit’in davasının olduğu gün bitirilmesine karar verilmiştir.

Ajitasyon propaganda materyallerini belirlerken ortaya çıkan birkaç tartışmayı açmak isteriz. Kampanyanın sloganının genel geçer olmaktan çıkarılıp, bugün Boğaziçi Direnişi kitlelere ne ifade ediyor, bu direniş hangi taleplerle sürmekte, arkadaşlarımızın tutukluluk sebepleri nedir ve bunun için nasıl bir direniş çizgisini ortaya koyacağımız fikriyle tartışma açmıştık. Önerilerimizden birisi; “Bir araba değil üzerine çıktığımız, iktidarınızı sarsıyoruz” olmuştu. Eylemde üzerine çıkılan yalnızca bir araba değildi, Saray’ın temsilcisi Naci’nin arabasının üzerine çıkılmıştı. Ardından devletin hedef göstermesi ile tutuklanan arkadaşlarımızla bir kere daha gördük ki direniş devam ettikçe Saray’ın korkuları boy göstermekte ve iktidarı sarsılmaktadır. Tekrara düşmemek adına birkaç paragraf önce eylemin analizini yapmış ve siyasi olarak ne anlama geldiğini açıklamıştık. Öğrenci hareketinin ihtiyacı iktidar ufkundan bakan, ne istemediğinin yanında neyi istediğini bilen ve bunu örgütleyen bir yapıya evrilmesidir. Önerdiğimiz slogan bu perspektifin bir sonucudur. Bu öneri, Berke ve Perit’in tutuklandığı günlerde Kaldıraç Üniversite olarak yazdığımız bildiride kullandığımız için kabul görmedi. Eleştirdiğimiz nokta, sloganın içeriğinin tartışılmasından ziyade kim tarafından kullanıldığının tartışmada belirleyici olmasıdır; biçimin içeriğin önüne geçmesidir. Atılan her sloganın, kullanılan her şiarın üretildiği bir yer/masa vardır. Örneğin bugün yaygın olarak kullanılan “Kadın cinayetleri politiktir”, “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır” “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” gibi sloganların hepsi bir biçimde bir yerde üretilmiştir. Burada bizim konumuz sloganın nerede üretildiği değil içeriğinin ne anlattığıdır. Şiara gelen itiraz, mülkiyetçi bir yaklaşımla sistem içi bir bakış açısının sonucudur. Rekabeti öne çıkartan, içerikten kopartan bir yerden tartışmaktır.

Bir diğer tartışma açan slogan ise “Arkadaşlarımızı alacağız, Naci seni de göndereceğiz” oldu. Gelen tartışmalar arasında Naci diyerek olayı kişiselleştirmememiz gerektiğiydi. Devrimci bir örgüt olarak bu konunun şahsî olarak algılanmaması gerektiği kanısında olsak da neden bu sloganı önerdiğimizi birkaç temelde açıklayalım. Can Yücel’den alıntıyla, “Bizde göte göt derler.” Bu kadar sade olmalıdır konu. Lügata uygun tanımlayacak olursak, eşyayı adıyla çağırmak lazım. Bu nedenle, odağı netleştirerek söylemi bu odağa uygun, en sade biçimiyle ifade etmek gerekir. Hatırlayalım, ilk tutuklanan arkadaşlarımızın ardından örgütlediğimiz kampanya sürecinde kitleden çıkan bir şiar “Arkadaşlarımızı alacağız, Melih’i göndereceğiz!” şeklindeydi. Yani direnişin bütününden bakarak iki net hedef çiziyordu; tutuklu arkadaşlarımızı almak ve Melih Bulu’yu göndermek. Direnişin ilk aylarında ne zaman Melih Bulu’nun istifası hedefiyle bir eylem olduysa o zaman devlet cephesinden bir ses geldi, konu kürsülere taşındı. Hatta Cumhurbaşkanı “Melih Bulu’ya dokunan bana dokunmuş demektir” diyerek himayesine aldı. Melih Bulu direnişle gönderildi, tutuklu öğrenciler serbest bırakıldı, direnişin bir kazanımı oldu. Doğrudur, Melih Bulu demek tek başına bir kişiyi tarif etmez. Naci İnci de yalnızca bir fizik hocası değildir artık. Devletin üniversiteler üzerindeki baskısını, bunu işletecek mekanizmalarını, bütünde Saray Rejimi’ni tarif etmektedir. Naci, Saray’ın atadığı bir kayyumdur, üniversiteleri abluka altına almanın, öğrencilerini tutuklatmanın adıdır. Arkasında yatanı görüp, bütünüyle değerlendirirsek sloganı anlamak kolaylaşacaktır.

Bu tartışmanın ışığında, “Berke’yi Perit’i alacağız, Naci’yi de kayyumları da göndereceğiz” sloganında toplantı bileşenleriyle ortaklaştık. Diğer sloganlar ve tasarımlarla materyallerin basımına geçildi. Materyaller basıldıktan sonra “Berke’yi Perit’i alacağız, Naci’yi de kayyumları da göndereceğiz” sloganının kullanılmasına toplantı bileşeni olan bir kurumdan itiraz geldi. Toplantıda kararlaştırılmasına rağmen toplantı notlarında bu kararı eksik bırakmanın hatasıyla çıkan slogan tartışmasındaki hatamızı kabul etmekteyiz. Diğer yanıyla, itiraz getiren kurum da kararın alındığı toplantıda bulunmaktaydı. Tartışmalar ancak toplantıda netleşir bu yüzden örgütleyici kurumların itirazlarını çözümleri ile toplantıya taşımalarını beklerdik; ancak tartışmalar telefon mesajı düzleminde kaldı. Kararın bu şekilde alındığını, toplantı alınarak tekrar değerlendirilebileceğini belirterek konuyu toplantıda gündem etmeye davet etsek de bu davetimiz karşılık bulmadı. Toplantılara gelmemek, tartışmaları ve çözümlerini buraya taşımamak; eleştiri-tartışma-eylemde birlik ilkesini işletmemektir. Kavga arkadaşlığını, birlikte iş yapmanın üretkenliğini zedeler bir tutumdur.

Süreç içerisinde farklı tartışmalar yaşanmıştır, tartışmaların içeriğine değinmiş olsak da amacımız yaklaşımı ele almaktır. Toparlamak adına; tartışma konusu toplantıda açılmalı ve toplantının diğer bileşenleri ikna edilmelidir. Eylemde birlik sağlanmalı ve eylemin değerlendirmesinde tartışma yaratan konu tekrar ele alınmalı, eylemin sonuçlarıyla tartışma sonlandırılmalıdır. Ancak toplantılarda gördüğümüz, devrimci kurumların tartışmalarda ısrarcı olmayıp kampanya grubundan çıkması; itirazları doğrultusunda ya da değil, Berke’nin, Perit’in tutukluluğuna ilişkin başka bir eylemin bu kurumlar tarafından örgütlenmemesidir. Örgütleyici kurumların tartışmalarını nihayete erdirmediği, kampanya grubundan çıkmasa da toplantıda gerek ajitasyon-propaganda gerek örgütlenmeye dair alınan sorumlulukların yerine getirilmemesidir. Bu sorumlulukların yerine getirilmemesi nedeniyle, asılması hedeflenen sayıda basılan materyallerin birçoğu kullanılamamış, metinlerin hazırlanması aksamıştır. Elbette ki tartışmalar sonucunda ortaklaşamadığımız durumlar olur, eylemde birlik sağlamayabiliriz ama buradaki itirazların samimiyetini itirazlar doğrultusunda eylemlerin örgütlenmesinde görürüz. Bugün bu sorunları önümüze koyup çözüm adına bir adım atmazsak ileriki süreçlerde aynı sorunların devam edeceğini düşünüyoruz.

2 Ocak’ta gerçekleştirilen Silivri Hapishanesi önündeki eylemin değerlendirmesi, odaklı bir çalışmanın ve gündem oluşturmanın etkisini eksikleri, aksaklıklarıyla da olsa kanıtlar niteliktedir. Eyleme çağrı için kent merkezlerinde ve üniversitelerde bildiriler dağıtılmış, çok kısa sürede bildiriler tükenmiş, çevreden bildiri dağıtımına katılanlar olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi’nde çağrı standı açılmış ve sadece Boğaziçi’nde eyleme katılım ya da kampanyaya destek vermek amacıyla 60’a yakın kişi ismini yazdırarak iletişime geçmiştir. Boğaziçi Nöbeti, Özgür Boğaziçi, İstanbul Üniversitesi Dayanışması, Yıldız Dayanışması, Koç Üniversiteliler Dayanışması, İTÜ Dayanışması sticker-afiş asımı, stand açmak, kartpostal hazırlamak vb. eylemlerle süreci örgütlemiştir. Bir stand açma ile birkaç bildiri dağıtımı ile görüyoruz ki konuyu destekleyen, özne olmak isteyen kitle vardır, biz gitmediğimiz sürece kitlenin yapmasını beklemek ve sonrasında dahil olmak işi kendiliğindenliğe bırakmaktır. Eylem günü 2 otobüsü doldurup 40’tan fazla kişiyle Silivri’de tüm engellemelere rağmen eylemimizi gerçekleştirdik. Sadece tutuklu arkadaşlarımız için değil hepimiz için eylemi yapabilmek moral olurken Berke ve Perit sosyal medyada kitleler tarafından gündem hâline gelmiştir. Dava duruşmasına 5 gün kala devleti sıkıştırdığımız bir pozisyon yarattığımızı görmek gerekir. “Aman onu deme, Silivri soğuktur şimdi” mizahı artık geride kalmış; güneşli bir günde şiirler, türküler, sloganlarla Silivri’ye gitmek, eylem yapmak gerçek olmuştur. Direnişçiler neredeyse eylem alanı orasıdır.

Son olarak 7 Ocak gününü değerlendirmek istiyoruz. 7 Ocak, Berke ve Perit’in davalarının olduğu gündü. Bütün bir yazı boyunca anlattığımız devrimci örgütlerin arkadaşlarımızın tutukluluk sürecinde kendini özne olarak görmeyip, işe girişmemesine rağmen Berke ve Perit’in serbest kalma haberinde “arkadaşlarımızı aldık” söylemini samimiyetsiz bulmaktayız. Gerek Naci’nin arabasının üstüne çıkma eylemi, gerek öğrenci hareketinin 2 tutuklusu olan arkadaşlarımızı sahiplenme konusundaki yaklaşımın hatalı olmasından kaynaklı eylemsiz geçirilen bu sürecin sonunda “arkadaşlarımızı aldık” ifadesinin lafta kaldığını düşünmekteyiz, zira bilinç eylemde ifadesini bulur. Yaptık diyebilmek için önce eylemek gerekir.

Önümüzde öğrenci hareketinin renkleriyle, direngenliğiyle, siyasi hattının netliğiyle gelişeceği günler var. Amacı bu harekete yön vermek, adımlarını tarihin akışına uydurmak olan yoldaşlarımızın, kavga arkadaşlarımızın bu yazıyla ortaya koyduğumuz tartışmalara katkıda bulunmasını bekliyoruz.

Son söz olarak: Arkadaşlarımızı aldık, Naci seni de göndereceğiz. Üniversiteleri biz yöneteceğiz!

Bir yeni evren; onlara metaverse, bize matrix – Özgür Demirci

Tüketici insan, kendi seçimleri ile oluşturduğu bir dünyada, satın aldıkları ile birlikte benzersiz ve özel bir birey olduğunu varsayabilir. Ancak tüketicinin edindiği nesnelerin tamamı, onun önüne konulan her bir meta, üretimin toplumsal karakterini ortaya koymaktadır. İnsanın dış dünya ile kurduğu pratik ilişkiler, yani ihtiyaç görme ya da iş yapma biçimleri değişkendir, ancak yetmez, ihtiyaç görme ve iş yapma biçimleri gerçekte tarihsel ve toplumsaldır. Üretim aletleri, kendilerine uygun insan ilişkileri yaratır. Karasaban ile traktör farklı insan ilişkileri ister. Günümüzde ise kitlesel üretim ve kitlesel tüketim, insan ilişkileri üzerinde çok daha belirleyici hâle gelmiştir.

Tüketiciliği ile barışık, yasalara, özel mülkiyete saygılı, günceli, modayı takip eden insan kendi “özel hayatı” içerisinde dilediği gibi yaşadığını varsayabilir, ancak tüketici insan esas olarak üretimde, bölüşümde ve tüketimde belirlenen pozisyondadır.

Tuhaftır ki bir süre önceye kadar “özel hayat” olarak andığımız kavram, artık “konfor alanı” olarak anılmaya başlanmıştır. Yani tüketici insanı kendi yalıtık alanına sıkıştırıp, konforlu bir koltuğa oturtup, eline bir telefon ya da uzaktan kumanda bir şeyler tutuşturup burası senin özel alanın diyorlar.

Yerinden oynama, elindekini bırakma ve “Atıştır, eğlen, tekrar et.”

Tüketici insan, ne ölçüde kendini korunaklı ve huzurlu hissettiği ve diğer insanları, kendinden uzaklaştırarak yalnızlaştığı bu alanın sınırlarını korumaya çalışırsa, o ölçüde kendinden de uzaklaşıyor.

Yani konfor alanı denilen alan, tüketicinin aslında tam da en savunmasız ve kör noktada olduğu bir tecavüz alanıdır. Tüketicinin en fazla esir, bağımlı ve güdülebilir hâle geldiği alan burasıdır. Sizin konfor alanımdayım dediğiniz saatlere onlar “prime time” diyor. Akşam dizi seyrederken 45 dakikalık reklama maruz kalabilir, abur cubur içinde nefes alamaz hâle gelmiş ya da sosyal medyada birilerini linç eden bir trole dönüşmüş olarak bulabilirsiniz kendinizi.

Tüketici insan kendi üretkenliğini arttırmak için, örneğin yeni bir şey öğrenmek için hiç çaba sarf etmezken ya da doğrudan diğer insanlar için, herkes için karşılıksız ve yararlı bir şey yapmak için parmağını oynatmazken, bunları yapabilmek için kendini çok zayıf, güçsüz ve sürekli yorgun hissederken, aslında kendi hayatının ne kadar pasif ve değersiz olduğunu itiraf etmiş oluyor.

Tüketici insanın kendisinin dahi değiştirmek için zerre çaba sarf etmediği değersiz hayatı, sistem için neden her anı gözlenecek ve gözetlenecek ve kayıt edilecek kadar değerlidir?

Soru şu; kapitalizmin insan ile kurduğu ilişki, neden koyun ile kurduğu ilişkiden farklı olsun? Her iki ilişki de koşulsuz denetim üzerine kurulu değil midir?

Günümüzde çiftlik hayvanları, endüstriyel çiftliklerde, kablosuz etiketlerle uzaktan izlenerek gelişimleri, hastalıkları, kesime hazır hâle gelip gelmedikleri denetlenerek yetiştirilirler. Hatta domuz çiftliklerinde yalaklara yerleştirilen kameralarla, hayvanların akrabalık ilişkileri, sağlık durumları ve ruh hâllerinin izlenip, değerlendirmeye alınması üzerine çekilen belgeseller mevcut. Kontrol ve denetim üzerinden elde edilen verilerle birlikte, çiftlik sürekli yeniden organize edilmekte ve çiftliğin daha kârlı hâle gelmesinin koşulları oluşturulmaktadır. Mutlu ve tombul bir çiftlik hayvanının konfor alanı, işte böyle belirlenmektedir. Tüketici insanın, konfor standartları ve konfor alanı nasıl şekillenmektedir?

Mutlaka akılda tutmak gerekir: “İşçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir. Ya değildir ve hiçbir şeydir.”

Her şeyi gören, duyan ve bunları amel defterine yazan bir tanrı fikri, hepimizin alışık olduğu bir fikirdir. Pekâlâ bu amel defterleri satışa çıkartılırsa ne olur?

Trump’ın başkan seçilmesinde Cambridge Analytica ve Facebook işbirliği, Asya ülkelerine konuşlanmış ve hedefledikleri WhatsApp yazışmalarının şifrelerini kıran Facebook ekipleri ya da FBI’ın kendine düzenli veri sağlayan platformların başına WhatsApp’ı koyması vb. kullanıcı verilerine tecavüz örneklerinin sıklıkla ifşa olmasının da etkisiyle, Facebook, Instagram ve WhatsApp grubunun adını META olarak değiştirdiği düşünülebilir. Ancak firmanın META ismini almasının sebebi bu değildir. Tersine izleme, denetim ve manipülasyon ile ilgili tartışmalarla vakit kaybetmekten kendileri de rahatsız görünüyorlar.

META grubu 2021 başında kullanıcılarına, kişisel WhatsApp verilerinin, Facebook tarafından işlenmesini onaylamaması durumunda, WhatsApp’ı kullanımının mümkün olmayacağını açıkladı. Anlaşılan topladıkları tüketici verilerini derlerken artık dolambaçlı yollarla vakit kaybetmek ve bunun için ayrıca kaynak ayırmak istemiyorlardı. Bunu artık yasal bir çerçeveye çekip, tüketicinin de onayını alarak, hızlı bir şekilde işlemek istiyorlar gibi görünüyordu.

Kendi amel defterlerinin satışa çıkması fikri, insanlara tiksindirici gelmiş olmalı ki, insanlar belki de ilk kez bu dayatma karşısında bir direnç sergilediler. Bu tepkinin sonunda WhatsApp uygulaması ufak geri adımlar atarken, Telegram bu işten kazançlı taraf olarak çıktı.

Bu tepkinin temel konusu kişisel bilgilerin güvenliği olarak ortaya çıkmıştır.

Bugüne kadar kullandığımız uygulamalar hakkımızda veri topluyordu, bunun gerekçesi ise bize daha iyi hizmet vermek olarak sunuluyordu. Hakkımızda toplanan verilerin ise üçüncü bir taraf ile paylaşılmayacağı söyleniyordu.

Aslında bir kapitalistin bizim verilerimizi mülk edindikten sonra bunu üçüncü bir tarafa bedava vermemesi, bu mülkün çalınmaması için önlem alması kadar doğal ne olabilir.

Bu mudur bilgi güvenliği? Bu veriler yani kendi yaşantımızın verileri, bizden sızdırılıp, kapitalistin mülkü hâline geldikten sonra, güvenlik denilen şey, ancak kapitalistin mülkünün güvenliğidir. Bu kavram tümüyle çöpe atılmalıdır.

Eğer toplumun “demokratik seçimleri” ölçülmek isteniyorsa, kullanıcının kişisel bilgisine değil, fikrine ihtiyaç var. Kişisel bilgileri toplama zahmetine girmesinler, bu kadar masraf etmesinler.

Elbette uygulamaların bu şekli, bir sosyal medya fenomeni çıkarmaz hatta fenomen olmanın önünde engeldir. Ancak zaten fikirlerin vb. sosyal medyada pazara, beğeniye sunulması gerçekten fikirlerin gelişimine katkı sunmakta mıdır? Bu da bir soru.

Diğer bir senaryoda, gerçekleştirilecek işlemin kişisel, yani işlemin yapısı gereği kişinin kendisi olduğunu ispatlaması gerekiyorsa, bu sefer de işlem sonucu dışında hiçbir veri kaydedilmez. Kişinin verileri derlenmez. Örneğin bir öğrencinin sınavda aldığı not ile, kütüphaneden kiraladığı kitap arasında ilişki kuracak bir yazılım geliştirilmez, bu zahmete girilmez, böyle bir masraf edilmez. Bu kadar basit.

İşte verinin mülk hâline getirilmesini engellerseniz, bir güvenlik sorunu da kalmaz ortada. Aslında çok daha basit ve maliyetsiz bir çözümdür bu.

Bilgi güvenliğinin sağlanmasını değil, bilginin mülk edinilmesine engel olmayı savunmakla yükümlüyüz. Sanırım WhatsApp’ı kaldırıp, Telegram’ı kurmaktan daha işe yarar bir çözüm olacaktır bu.

Aslında denetim ve kontrol sistemlerini işlevsiz hâle getirmenin ilk akla gelen yolunun, onları tüketmemek olduğu düşünülebilir. Ancak tüpten çıkan diş macunu gibi geri dönüşü olmayan bir süreçtir bu. Mevcut toplumsal ilişkiler, yeni bir toplumsal altüst oluşa kadar, geri dönülemeyecek şekilde yeniden örgütlenmektedir.

WhatsApp, Facebook vb. uygulamalar yaygınlaştıkça, insanların ilişki kurma biçimi değişiyor, yüz yüze ilişki kurma biçimi tasfiye olurken, sosyal medyada imal edilmiş kimlikler üzerinden sosyalleşme yaygınlaşıyordu. Diğer yandan insanların güvene dayalı olarak birbirinden borç istemesinin yerini bankadan kredi çekmeye dönüştüğü bir süreç işliyordu. Tesadüfen sokakta karşılaşılan bir insanla tanışmak korku ve tehdit unsuru iken, sosyal medyada tanışmak daha steril bir sosyalleşme sağlıyordu. Elbette işin başında trol ve linç kavramları çok uzak gözüküyordu.

Tinder gibi arkadaşlık ve sevgili uygulamaları, kendilerini en net ortaya koyan taraf olarak öne çıkıyordu. Eğer kullanıcı hayatı ile ilgili her detayı içerecek şekilde bütün bilgileri paylaşırsa, ona hemen yeni bir sevgili vaat ediliyordu.

Uygulamalar yaygınlaştıkça, vazgeçilmez oluyor ve bizim hakkımızda her şeyi bilmeleri ve kayıt altına alıyor olmaları ise uygulamanın başlıca şartı oluyordu. Böylelikle insanların, aslında hiç de gerekli olmayan bu uygulamaları, yaşamlarına ya da birbirleriyle kurdukları ilişkilerin içine dahil etmeleri ile üçüncü taraflarca denetlenebilir, kontrol altına alınabilir ve yönlendirilebilir olmalarını sağlıyordu.

Yasalara ve özel mülkiyete saygılı vatandaşın kişisel verilerini paylaşmakla ilgili nasıl bir sorunu olabilirdi ki? Kimseden saklayacak, yasa dışı bir işi, bir faaliyet yok sonuçta. Böylece insanlar sosyal medya üzerinden ilişki kurabilmek için, hastaneden randevu alabilmek için, maaşını çekebilmek için, bütün hayatını açık bırakmaya söz vermek durumundaydı. Dışarıdan görünen şey ise kafa konfor alanına gömülü, ama vücudun tamamı açık kalan devekuşuna benziyordu.

Google, YouTube grubunun ya da Facebook, WhatsApp ve Instagram grubunun yönetim kurulu üyelerinin ya da devlet bakanlarının, devlet memurlarının 24 saatini izlemek istesem, yanlış bir şey istemiş olur muyum? Onlar da bizim gibi saygın vatandaşlar değil mi? Yoksa saklayacak bir şeyleri mi var? Bunları ifşa eden, hacker gruplarına karşı, bu derece saldırganlaşmaya, örneğin, Julian Assange’ın hayatını kâbusa çevirmeye neden gerek duyuyorlar ki?

Devlet sırrı, ticari sır, teknolojik sır, egemenlerin saklayacak şeyi ne kadar çok, ancak bizler olduğu gibi açıkta kalmalıyız öyle mi?

Yapay zekâ, ancak çok büyük miktarda veri ile beslendiğinde, gerçeğe yakın sonuçlar üretebilmektedir. Selfie çubuğu ne işe yarar? Bir insanın aynaya bakmak yerine kendi yüz fotoğrafını çekmesi ilk başta çok saçma gelse de biliyoruz ki, herkes bu modaya hızlıca uyum sağladı. Ve bir şey sosyal medyada yeterince tekrarlandığında, trend hâline geliyor ve yapmayan dışında kalıyor. Selfie modası artık eskisi kadar güncel değil, sebebi ise çok açık. Yüz tanıma sistemleri ulaştığı milyarlarca selfie örneği sayesinde nerede ise mükemmel hâle gelmiş ve böylelikle selfie modasına ihtiyaç kalmamıştır. Selfiesini oradan oraya atan heyecanlı sosyal medya kullanıcılarının bundan haberi olmayabilir, o sebeple biz söylemiş olalım.

Kontrol ve denetim sistemleri, herkesin hayatından aldığı örneklerle mükemmelleşerek, toplumun tamamı üzerinde hâkimiyet sağlamanın olanaklarını sunuyor. Aslında kendi kişisel verisini sunmaktan çekinmeyen kişi, aynı grev kırıcı gibi, aynı muhbir gibi kendi içinde yaşadığı toplumun kemirgeni durumuna düşüyor.

Sonuçta siz her ne kadar kendinizi konfor alanınızda korunaklı ve rahat hissetseniz de kişisel bilgi hiç de kişisel değildir. Tüketici insan, aynaya bakıp, kendine bir değer biçemese de, o profildeki bir tüketicinin elindeki telefonu nasıl yenileyebileceği ya da nasıl daha fazla tüketebileceği ya da kişinin nasıl daha bağımlı kılınacağı kapitalist emperyalizm için değerli bir bilgidir. Evet bu değer vermek ise, sağladığı veri kadar değeri vardır tüketici insanın, yani bir deneydeki denek kadar değerlidir.

Daha fazla ürün satmak, daha fazla denetim sağlamak daha fazla manipüle etmek için, sizin önemsiz gördüğünüz o kişisel hayatınızın detayları peşindedirler.

Tekrar etmeden geçmeyelim. Eğer kullandığınız yazılım ticari bir yazılım ise ve size ücretsiz veriliyorsa, ortada mutlaka alınan, satılan bir şey olmalıdır. Yoksa tekeller neden bu işe yatırım yapsın? İşte o tekellere göre alınan, satılan mal, siz oluyorsunuz.

İşçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir ya değildir ve hiçbir şeydir.

Yukarıda “Tüketici insanın, konfor standartları ve konfor alanı nasıl şekillenmektedir?” diye sormuştuk. Burada işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışmaya açmayacaksak, hiçbir şey olmanın üzerine konuşmamız gerekecek.

Gerçekte tüketici insanın hayatı, tekelci kârın sürekliliğine eklemlenmiş ve her alanı kuşatılmış durumda, kendini tekrar ederek tükenen bir süreçtir.

Bu eklemlenme ve kuşatma üzerine, ideolojik, politik, teknolojik, ekonomik, düpedüz meta zoru pek çok mekanizmadan söz edebiliriz. Ancak bu kez bunların üzerine eklemek istediğimiz şey bağımlılık mekaniği olacaktır.

Bağımlılık ile zorunluluk arasında bir fark vardır. Örneğin insan, oksijene zorunlu olarak ihtiyaç duyar ve oksijen olmadan varlığını sürdüremez. İşte burada aslında bir bağımlılık ilişkisinden değil bir zorunluluk ilişkisinden söz ediyoruz.

Ancak bağımlılık nesnel olarak zorunlu olmayan bir ilişkidir. Diğer yandan bağımlılığı esas tanımlayan şey bağımlı olunan şeye karşı geliştirilen toleranstır.

Toleransı bağımlı olunan şeye karşı giderek gelişen duyarsızlaşma olarak tanımlayabiliriz. Bağımlılığın yarattığı her yoksunluk hissinin bastırılması, gelişen tolerans sebebi ile eskisine göre daha yüksek miktarda doz alımı ile bastırılabilir hâle gelmektedir.

Marksist bilgi teorisine göre yüksek düzeyde örgütlenmiş madde olarak tanımlanan beyin, dış dünyayı tarif ederken mevcut duyu organlarını kullanır. Böylece dış dünya, bu duyular sayesinde beyinde yeniden resmedilir. Ve bilinç bu dış dünyanın, beyin tarafından yansıtılması olarak ortaya çıkar. Ancak vücudun biraz daha içine bakacak olursak, beyin, sinir sistemi ve diğer organik sistemler kendi aralarında nasıl haberleşmektedir diye sorabiliriz. Bugün bilebildiğimiz kadarıyla bu haberleşme büyük ölçüde hormonlar üzerinden sağlanıyor.

Doydum, açım, neşeliyim, mutsuzum, aşığım vb. duygu hâllerinin hormon kombinasyonları olarak maddi bir karşılığı vardır. Ancak vücutta hormon salgılanması yetmiyor aynı zamanda bu hormonun algılanması meselesi var. İşte bu algılamadaki bir körelme, duyarsızlaşma tam olarak tolerans adı verdiğimiz şeyin kendisi oluyor. Bu körelme sadece duygusal bir körelme değildir bu körelme hâlinin vücutta, beyinde maddi bir karşılığı vardır. Örneğin eroin bağımlılarının beyinlerinde mantıksal muhakeme yapan ön beyin (pre frontal cortex) kısmının tahribata uğradığı görülüyor. Bu hasar beyin röntgenlerinde kendini açıkça ortaya koyabiliyor. Her bağımlılık, görsel olarak kendini bu derecede ölçülebilir olarak ortaya koymasa da, her bağımlılığın, hormonları algılayan reseptörlerin (alıcı, algılayıcı) körelmesi gibi bir maddi karşılığı vardır. Kendine alkolik teşhisi konmuş ve alkol alımını durdurmuş olan bağımlılar, kendilerini “alkolü bıraktım” şeklinde tanımlamazlar, şu kadar yıldır, bu kadar aydır içmiyorum derler. Bunun sebebi alkolizmin vücutta bir karşılığı olmasıdır. Burada söz ettiğimiz şey alkolün vücuda verdiği tahribat ile sınırlı değildir, özel olarak alkolün vücut tarafından algılanma mekanizmasının değişmesinden söz ediyoruz. Bir alkol bağımlısının, arkadaşı ile karşılıklı içtiği bir biranın, her ikisi üzerinde artık tamamen farklı sonuçlar üretecek olmasıdır anlatmak istediğimiz. Alkol bağımlısı olmayan kişi için bir bira hafif bir keyif iken, alkolik kişi için kendi bağımlılığı ölçüsünde, litrelerle ölçülecek bir alkol alımının başlangıcı anlamına gelmektedir. Vücut geliştirdiği toleransları unutmuyor çünkü bu toleransın maddi bir karşılığı vardır. Bu sebep ile tek bir sigara, tek bir kadeh ara verilen bağımlılığın yeniden su üstüne çıkmasına sebep olmaktadır.

Alkolizm, narkotik bağımlılıklar hatta sigara, kendi bağımlılarının itibarsızlaştırılması ve ötekileştirilmesi ile, yani hep başkasının başına gelen ve zaten o başkasının da bu işe meyilli olduğu önermesi ile birlikte muazzam bir pazarın gözden gizlenmesi mümkün kılınıyor olabilir.

Ama şeker hastalığı olarak bilinen Diabetes Mellitus (şekerli sidik) gerçekte bir hastalık değil bir bağımlılıktır. Tip-2 diyabet vücudun insülin salgılamasında bir eksiklik değil, vücudun insülini algılamasında bir körelmedir.

Vücut gıda alımının hemen sonrasında, insülin salgılar. İnsülin temel olarak sindirim sonrasında ortaya çıkan şekeri hücrelere ve kaslara ileterek, onları besleme işlevini üstlenir. Normal bir vücutta bu şeker (glikoz) enerjiye çevrilerek günlük yaşamın devamını sağlar ve vücut ihtiyaç duymadığı kadarını yağ olarak depolar.

Avcı toplayıcı toplumda insanların, bugünkü gibi üç öğün yemediği çok açıktır. Gerçekte günlerce aç kalma durumu ise bugünden baktığımızda çok mümkün gözüküyor. İnsan vücudunun 4 gün boyunca hiçbir gıda almaması durumunda dahi bir gram yararlı doku kaybına uğramadığı biliniyor. Hatta vücut belirli bir süre açlığın ardından, kendi bünyesindeki hastalıklı, ölü hücreleri yiyerek, kendini yeniliyor, tazeliyor ve onarıyor.

Vücudun beslenme düzeni, hem avcı toplayıcıdan anlayabileceğiniz gibi hem de bugün herhangi bir sokak hayvanında da gözlemleyebileceğiniz üzere, oldukça seyrek yenilen öğünlerden oluşuyor.

Bunun tersi durumda yani sürekli atıştırma hâlinde, vücut her seferinde yeniden insülin salgılıyor ve bir süre sonra insüline karşı duyarsızlaşma kaçınılmaz oluyor. Bunun sakıncası nedir? Vücut insüline karşı duyarsızlaştığında, kandaki şekerin kas ve hücreler tarafından emilimi gerçekleşmiyor. Yani vücut beslenemiyor ve sürekli yaşanan açlık hissine rağmen, tüketilemeyen şeker vücutta yağ olarak depolanıyor. Yani sıradan bir Tip-2 diyabet hastası sürekli yükselen ve hızlıca düşen kan şekeri sebebi ile sürekli aç dolaşırken aynı zamanda sürekli daha fazla yağlanan bir vücuda sahip oluyor. Yağ olarak depolanamayan kısım da idrar ile birlikte vücuttan atılıyor. Bu sebeple bu bağımlılığın bilimsel adı şekerli sidik olarak geçiyor. Bunu kontrol altına almanın yolu ise vücuda her gün ve giderek artan dozajda insülin vermekten geçiyor.

Bu kadar “az ye, sık ye”, “öğün atlama”, “ara öğün sağlıklıdır”, “sağlıklı atıştırmalık”, “hayatın hızına ayak uydur” vb. safsataya göre ne kadar ters gözükse de, insan olarak çok az öğün tüketecek şekilde evrimleşmiş durumdayız. Ve mısır gevreğinden ciklete, cipsten coca-cola’ya, bünyemiz sürekli çöplük atıştırma bombardımanı altında kalıyor. Bu sebeple ne şeker hastalığı ne de obezite bir hastalık değil, kapitalist emperyalizmin insanı çürüterek bağımlı hâle getirmesinin bir örneğidir.

Bağımlılık istikrarlı artan tüketimin yoludur. Çünkü bağımlı kişi artık alacağı fazladan bir şey için değil, hayatını bağımlı olmayan normal bir kişi gibi devam ettirebilmek için, yoksunluk hislerini bastırmak için bağımlı olduğu şeye ihtiyaç duymaktadır.

Sosyal medya bağımlılığını ele alacak olursak, aynı şeker hastalığında abur cuburda olduğu gibi kişi, olağan hayat akışı içinde asla karşılaşamayacağı oranda övgüye ve yergiye maruz kalır. Bu durumda yukarıdaki örnekte verdiğimiz insülin hormonunun yerini bu sefer dopamin, mutluluk hormonu alır. Artık “bir iş yapmış olmanın saadeti”, parıldayan güneş, deniz kokusu, güzel bir kuş sesi, birine yardım etmiş olmak, özlediğin birini görmek vb. artık bir şey ifade etmez, insanı kesmez olur. Daha fazlası için sokakta beslenen köpek, yenilen yemek, gidilen mekân vb. kameraya çekilerek, sosyal medyaya atılır ve like beklenir. Sürekli ve daha çok arzulanan beğenilme beklentisi ise kendine güven kaybı ve değersizlik duygusu, dikkat bozukluğu, anlamlı bir iş üzerinde gerekli süre çalışamama, nesne ve süreçler arasında ilişki kuramama, utanma, öfke, sevgi, acıyı paylaşma vb. gerçek duygulara karşı hissizleşme gibi sonuçlar doğuruyor.

Tekelcilik hâkimiyet ve şiddettir, yüksek düzeyde bağımlılık geliştirir.

Selfie modası nasıl yüz tanıma sistemleri için veri kaynağı olarak yaygınlaştırıldı ve insanlar buna eklemlendi ise, bize teknolojik yenilik olarak sunulan her gelişmeyi bu çerçeveden değerlendirmek doğru olacaktır.

Facebook, Instagram, WhatsApp grubunun artık META ismini aldığını ama bunun yıpranan imajını tazelemek ile bir bağı olmadığını yukarıda belirtmiştik. Burada META kapitalizmin temeli olan meta değil, metafizikte olduğu gibi, “ötesi” anlamında kullanılan metadır. Metaverse meta universe’ün birleşimi olarak, evren ötesi olarak kullanılmaktadır. İşte trilyon dolarlık şirketin isim değişikliği, metaverse’ün META’sına sahip çıkmak ve pazar hâkimiyetinde bir adım öne geçmek için değiştirilmiştir.

Tam olarak şekillenmesi için 10-15 yıla ihtiyacı olan metaverse’ü kısıca özetlemek gerekirse, bugünden başlayarak inşa edilen sanal bir evren ve insanların bu evren içerisinde, sanal karakteri ile yer alıyor olmasıdır. Biyolojik sensörler ve sanal gerçeklik ürünleri ile doğrudan bağlı olunan bu sanal karakter (avatar) sizin hareketlerinizi tekrar ediyorken, siz de metaverse içinde onunla aynı şeyleri görecek ve hissediyor olacaksınız. Böylece kullanıcı bu sanal evren içinde yaşadığı deneyimleri, sanal gerçeklik desteği ile bir ölçüde duyular yoluyla hissediyor olacaktır. Bu da eğer Mars gezegeninde bir arazi aracı ile ralli yapıp, üzerine de bir Mars kurabiyesi yemek isterseniz, parayı bastırıp buna yakın bir şeyleri, üç aşağı, beş yukarı yapabileceğiniz anlamına geliyor. Ya da o kadar para yoksa, şimdi yaptığınız gibi, iş yerinden arkadaşlarla daha gerçekçi bir ortamda PUBG atabilirsiniz.

Diğer yandan bu evrende kullanıcı hem inşatçı hem de tüketici olarak yer alıyor olacaktır. Örneğin bu evrende cep telefonu satan bir kişi olabilirsiniz. “İnsan sanal bir evrende neden cep telefonu kullansın” diye sorabilirsiniz, ancak ben de size neden gerçek hayatta kullandığınızı sorarım. Evet gerçek hayatta son model bir cep telefonu kullanıyor olmanız yetmez, sanal karakterinizin de itibarı için iyi bir cep telefonuna ihtiyacı olacaktır. Üstelik sanal evrende üretilen metalar, gerçek hayattaki gibi yıpranmayacağı için, metaların moral yıpranması, gözden düşmesi, çok hızlı olacaktır diye düşünüyorum.

Peki bu evrene girerken para nasıl ödenecek ve orada kazanılan para nasıl dışarı alınacak? Diğer yandan ben orada bir ceket aldığımda bunun 20 yarda keten bezi değerinde olduğunu nasıl bileceğim? Yani sanal bir ceketin bir değeri nasıl olacak, nasıl ölçülecek?

Kripto paraların geliştirildiği blok zincir teknolojisi, hem sanal metaların üretilmesinde hem de ödemesinde gerekli alt yapıyı sağlayacak gibi gözüküyor. Üretilen metanın tek ve benzersiz olması NFT denilen teknoloji ile sağlanıyor. Kripto madenciliği sırasında nasıl gerçekten de elektrik enerjisi ve bir miktar da insan emeği harcanıyorsa, aynı şey NFT için de geçerlidir. NFT’yi taklit edilmesi ya da kırılması neredeyse imkânsız dijital bir imza gibi düşünebiliriz. Örneğin geçtiğimiz günlerde Twitter’ın kurucusu Jack Dorsey tarafından atılan tarihin ilk tweeti yaklaşık 2.5 milyon dolara satılmıştır. Bu tweet NFT olarak damgalanmış ve benzersiz hâle gelmiştir. Diğer yandan bugünlerde insanlar, Metaverse içinde yer alan Sandbox adı verilen sanal bir adada, “buralar çok değerlenecek” diyerek NFT araziler kapamaya çalışıyorlar. Diğer yandan META grubu dahil pek çok yatırımcı metaverse’te kullanmak üzere kendi kripto parasını çıkarmış durumdadır.

Aklı başında her insan gibi, bunların bizimle ne alakası var diye sorulmalıdır.

2008 krizi sıradan bir finansal kriz olmanın çok ötesindedir. 1980’ler ile başlayan neoliberalizm döneminin son kullanma tarihi 2008’de dolmuş gibidir. Aslında 2008 öncesinde de kapitalist emperyalizmin ne yaptığını bildiğini söylemek abartı olur, ama 2008 sonrasında ne yaptıklarını asla bilmediklerini kesindir. Finansallaşma ve uluslararasılaşma öyle bir noktaya gelmiş, sistem öyle karmaşıklaşmıştır ki çare diye ortaya konulan şeyin sonuçlarını ve nereleri etkileyeceğini tahmin etmek dahi imkânsız hâle gelmiştir. Tek yaptıkları “batırılamayacak kadar büyüklerin” batmaması için onlara her seferinde daha fazla kaynak akıtmak olmuştur.

Sermaye birikiminin geldiği aşamada aşırı üretim ve kâr oranlarının düşme eğilimi ile aynı anda yürüyor. Gerçekte aşırı üretim krizi ile kâr oranlarının düşme eğilimi aynı anda gerçekleştiğinde sistem üzerinde yıkıcı etkileri olur. Ancak her krizi daha büyüğünü çağırırcasına yeniden ötelemeyi tercih ediyorlar.

Sermaye her zaman daha kârlı alanlara akacaktır. Dolayısı ile sermaye yeniden ve yeniden finansal alana kayacak, ama finansallaşma her zaman daha büyük çaplı yeni krizleri olgunlaştıracaktır.

Sermaye finansal alana kayarken peşinden işçi sınıfını da sürüklemektedir. Sürekli ve daha büyük kriz tehdidi ile geleceğe dair belirsizlikler ile, işçi sınıfını hem elindekini koruma kaygısı hem de daha yüksek gelir beklentileri ile, ancak bunlara göre çok daha etkili olan işsizlik ve geleceksizlik tehdidi ile finansal alana çekilmektedir.

İşçi sınıfının finans ile imtihanında durumu özetlemeye çalışınca, çıkan manzara şunları anlatıyor.

Burjuvazi diyor ki bize: “Bu gördüğün yolları, arabaları, uçakları, elinde tuttuğun ne varsa, hepsini sana yaptıracağım, ama hepsinin sahibi ben olacağım. Seni sömürüp, tüketeceğim ama yarın yeniden her şeyi baştan yapabilmen için hızlıca ölmene izin vermeyeceğim. Kendini tekrar edecek kadar gelirin olacak.”

Sonra devam ediyor konuşmaya burjuvazi: “Sen arkadaşlarınla sohbet edip, kendi demlediğin çayı mı içiyorsun? Üzerindeki kazaktan belli ne kadar zavallı olduğun, o kazağı kim ördü? Belli ki sen bir şeyleri tüketmeyi bile beceremeyecek kadar zavallısın. Sen bu tüketim olayından hiç anlamıyorsun. Tüketim yani neyin iyi, neyin kötü olduğu sana bırakılamayacak kadar önemli. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü seni 24 saat izliyorum.

“Seni tedavi edeceğiz ve tüketmediğin sürece mutsuz, başarısız ve değersiz hissetmeni sağlayacağız. Sana bağımlılıklar kazandırarak, bambaşka bir insan olmanı sağlayacağız.”

Ve burjuvazi devam edecek: “Artık kendini yeterince yalnız, tükenmiş ve başarısız hissettiğine göre seninle daha açık konuşabiliriz. Senin yaptığın iş ile de, kazandığın parayla da, aldığın o dandik telefon ile de senden hiçbir şey olmaz. Zaten artık iş dünyasının geleneksel kalıpları zorlanıyor, her şeyin merkezine internet ve mobil bir dünya oturuyor. Birinin yanında köle gibi çalışacağına, kendini yenile. YouTube’da fenomen olamıyorsan, TikTok var. Hiçbiri yoksa Bitcoin var. Belki şans güler 1 koyup, 1000 alırsın. Doğru alt coini bulabilirsen neden olmasın? Ya da sana vereceğimiz tüyolar ile yapacağın türev işlemler sayesinde bu sefil hayatını değiştirebilirsin.”

“Elinde son kalanı, kaldıraçlı bir işlemde kaybedecek olursan, yani bir ‘Balina’ tarafından öğütülecek olursan, zaten sonu belli bir tükenme hikâyesini, hızlıca ileri sarmış oluruz” diyeceklerdir. Bizim söyleyecek olduğumuz biraz daha farklı; “Evet Kaldıraç dünyayı değiştirebilir ama bu konuyu sen tamamen yanlış anlamışsın.”

Kripto para borsaları düşünüldüğünde dünyanın, lüks bir casino, kumarhane değil de, büyük bir ganyan ya da iddia bayisine benzediğini söyleyebiliriz. Gerçekten de işçi sınıfının elinde kalan ne varsa, hepsini almanın yoludur bu borsalar. Yanılmıyorsam, kripto piyasalarından toplam oyuncuların yalnızca %8’i kazanç elde edebilmektedir.

Kapitalist-emperyalizm kendi krizlerini savaş çıkartarak ve yeni sömürgeler işgal ederek aşar. İşte bu yeni sömürge, biriken sermayenin akacağı yeni alan, metaverse olacaktır. Bilgi teknolojilerinin kitlesel pazara dahil oluşu ve bu teknolojiye sahip ürünlerin moral yıpranmasının çok hızlı oluşu, nasıl kapitalizme nefes aldırdıysa, bu kez aynı şeyi metaverse’ten bekliyorlar. Hem de altına hücum naraları altında, bir vahşi batı kasabası kurar gibi bekliyorlar.

Metaverse’ün bizden istediği ise içine girip eğlenmemiz, para kazanmamız, para harcamamız olacak. Sonra metaverse’e girdiğin anda artık dünya vatandaşı olacaksın, öyle vizeydi, pasaporttu ihtiyaç yok. Gerçek dünyanın hiçbir can sıkıcı, iç karartıcı tarafı burada yok. İstediğin kadar güzel, istediğin kadar atletik olabilirsin. Tatsız yaş sınırlama prosedürlerinden kurtulabilir ya da ihtiyarlığını sırtından atabilirsin. Tüketiminin önünde duracak hiçbir güç olmayacak. Bu kadar mükemmel bir yer ancak matrix olabilir.

Gerçekten tam bir teslim oluştan söz etmek mümkün. Sanal gerçeklik ve biyolojik bağlanma olmadan, bugünden bu ölçüde bağımlı hâle getirilmiş tüketici, matrix’te eğleniyorsa, gerçek hayatta çalışma arkadaşı iş kazası geçirse ne olur? Gerçek hayatta işsiz ama metaverse’te para kazanıyorsa sorun eder mi? Gözü önünde cinayet işlense, taciz yaşansa neyi umursar? Bütün acılarını dindirmesinin tek yolu matrix’e daha hızlı girmek ve belki hiç çıkmamak olacak. Sürekli sarhoş ve kafası içinde hayaller, sanrılar gören bir insan, size ne ifade ediyorsa, metaverse içindeki tüketicinin gerçek hayattaki karşılığı o olacaktır. Dolayısı ile tüketici insana, gerçek ile yüzleşilen, sahici yaşamlar yerine, fantastik sanal yaşamlar seçeneği verilmektedir.

Kapitalist emperyalistler için metaverse’ün anlamı yeni bir sömürge ancak işçi sınıfı için, tüm bağımlılıkların bu kez biyolojik verileri de içerecek şekilde yeniden örgütlenmiş olduğu bir evren olacaktır. Onların çağrıyı bir masal ülkesine yapıyor olması bir şey değiştirmez, çağrıldığımız yer bir koyu karanlık matrix evrenidir. Peki bu durumda matrix’e girerken kırmızı hapı mı, mavi hapı mı seçeceksiniz?

Şizoidleşen toplumda tutku yitimi ve gerçekliği bölmenin biçimi olarak umutsuzluk – İdil Özkurşun

Gözlerimizi açmadan, acımızın sağaltıcı beyaz bir top olduğunu hayal ettik. Topun ayağımızın seviyesinde havada süzüldüğünü, sonra dizlerimize, göğsümüze doğru yükseldiğini hayal ettik. Çakralarımızın açıldığını hayal ettik. Kalp çakramızın. Baş çakramızın. Chloe bizi bir mağaraya soktu ve orada bize güç veren hayvanla karşılaştık. Benimki bir penguendi. Mağaranın tabanı buzla kaplıydı ve penguen dedi ki: Kay!” [1]

Şizoidleşen toplum üzerine birkaç söz etmek istediğim bu yazıya başlarken, bu kavrama aşina olmayanları da gözeterek nasıl bir giriş yapmam gerektiğini düşünürken, Dövüş Kulübü’ndeki bu sahne geldi aklıma. Bir isme bile ihtiyaç duymayan ana karakterimizin, iç dünyasını temsil eden mağarasına gidip kendine güç veren o hayvanla tanıştığı ironik ve alaycı sahne. Beyazperdedeki hâliyle, soğuğunu iliklerimize kadar hissettiren bir buzul mağarası ve içinde heyecanlı ve şaşkın bir penguen. Kendisine soğuk ve kalın duvarlar ördüğü iç dünyasında heyecanlı, şaşkın ve bir o kadar ilişkilenme ihtiyacında bir canlı, kanatları olan ve fakat uçamayan bir canlı. Ve ağzından dökülen sözler “Slide! (Kay!)” tıpkı kelimenin sorunların üzerinden kaçıp gitmek, sıvışmak gibi, tıpkı hayatın akışı içerisinde kayıp gitmek gibi [2] ve tenin o soğuğa temasına muhtaç, hızını, aksiyonunu ancak kayarak gösterebilecek bir canlının ağzından dökülürken ve bir öğütmüşcesine.

Hiç çabalamadan, tünel ve kanalların içinden kayarak geçtik. Sonra kucaklaşma zamanı geldi. Açın gözlerinizi.” Böyle tamamlıyor cümlelerini Chuck Palahniuk. Çabasız ve akışına bırakarak, tıpkı ana rahmine dönme arzusunu anlatır gibi tünellerden ve kanallardan geçerek kucaklaşma anına varış.

Şizoid tanımı, Antik Yunancada bölmek, ayırmak anlamına gelen “skhízō” kökünden türetilmiş bir sözcüktür. Önceleri psikopatoloji literatüründe, bir “kişilik bozukluğu”, kimi yerde asosyal kişilik bozukluğu olarak da geçen şizoid kişilik bozukluğu olarak öne çıkmıştır. Birazdan bahsedeceğim noktalarıyla da görüleceği üzere bu durumu salt “asosyal” olarak tanımlamak yetersiz kalacaktır. Öte yandan, “kişilik bozukluğu” yerine “kişilik örgütlenmesi” kavramını daha doğru bulmakla birlikte, kişilik örgütlenmelerinin psikopatolojik durumlar olarak ele alınması ve keskin ayrımlarla DSM kriterleriyle kategorize edilmesine dair de oldukça kafa karışıklığı yaşamaktayım. Burada DSM ve benzer tanı kılavuzlarında yer aldığı üzere şizoid kişiliğin davranışsal görüntülerini ortaya koymak belki şizoid duruma dair fikir vermek açısından faydalı olabilirdi; ancak tam da dediğim sebeplerden bunu yapmamayı ve onun yerine kolaylaştırıcı olabileceğini düşündüğüm, yakın zamanda vizyona giren “The Power of the Dog” filminden örnek vermeyi tercih ediyorum. Filmi izleyenler, baş karakterin davranış biçimlerinin ve iç dinamiklerinin şizoid durumu anlamak adına faydalı olacağından emin olabilirler.

Bu noktada Ralph Klein’ın şu soruları benim yazımın da açmazı hâline gelecek bu patolojik olan ve “durum” [3] ayrımı için ön açıcı olacaktır:

Bir nitelik olarak şizoid ile kavram olarak şizoid arasında klinik olarak kullanışlı bir ayrım yapılabilir mi? Bahsi geçen şizoid fenomeni ve savunmaları birçok insanda gözlendiğine göre, şizoidi ayrı bir kavram ve patolojik yapı olarak değerlendirmek için yeterli kanıt var mıdır? Karakteristik bir savunma ne zamandan beri kendilik bozukluğu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır? (Kendilik Bozuklukları, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, “Evrim”, Ralph Klein).

Tıpkı R. Klein’ın burada yaptığı ayrım gibi, ben de bu yazıda patolojik olanın görüngüleri ve dinamikleri üzerinden anlatacaklarımı, bugünün toplumsal koşulları içinde sıkça nüveleri görülmeye başlanan şizoid durumlarla eşleştirerek ve nedenlerini ortaya koymaya çalışarak ilerleyeceğim.

Şizoid kişilik, en belirgin özellikleriyle fantazi kurma, yalnız olma ve iç dünyasına yönelik olmayı tercih etme; duygu içerikli ve sosyal başta olmak üzere dış dünya ile iletişim kurmaktan kaçınma, bunun yerine resmî ve sınırlı ilişkilenmeyi korunaklı bir alan olarak tercih etme, duyguları ifade etme ve zevk alma konusunda sınırlı bir kapasite sahibi olma şeklinde görülür. Sadece bu kadarıyla bile, şizoid durumun bugün için ne kadar geçerli ve örneklerinin çoğaltılması mümkün bir durum olduğunu görmek mümkün.

Şizoid kavramını ilk kullanan ve şizofreninin de isim babası olan Blueler de şizoid terimini “bireyin dikkatini dış dünyadan içsel yaşamına yönelten doğal bir kişilik bileşeni” olarak ele alır ve şizoid kişiliğin herkeste bulunduğunu ve fakat bu özelliklerin boyutlarının kişilik üzerindeki baskınlığı yarattığını ifade eder ve hatta şizofreni hastalarında bu özelliğin kritik boyutlara ulaştığı fikrini savunur.

Psikanalitik kurama göre, nesne kaybı ve nesnelerin kaybına dair açığa çıkan endişe, kişiliğin gelişiminde ve duygudurumlarında başat bir rol oynar. Bu bağlamda, şizoidin bir başetme mekanizması olarak bölme mekanizmasını kullanması ve iç dünyaya dönmesi, bunu kaybolacak olan nesneleri korumak adına yaptığı şeklinde yorumlanabilir. Öte yandan ötekine duyduğu ihtiyaç baki olduğundan ve yakıcılığını koruduğundan, bu içe dönme ve kendini ötekinden soyutlama hâli de yine kişiliği bütünleyememe ve yapaylık hissiyle sonuçlanır.

Bana göre şizoid durumun temellerini en iyi açıklayan; ancak ne yazık ki burada uzun uzadıya değinemeyeceğim Melanie Klein’ın kuramı, [4] en yalın hâliyle ifade edecek olursam, şizoidin, gerçeğin soğukluğuyla baş etmek için gerçeği böldüğünü ve kendi iç dünyasına, arzu nesnesinin “soğuk” iç temsillerine geri çekildiğini söyler. Ancak gerçek kimlik ile içsel temsilleri çatışma içindedir. Şizoid kişinin fantaziler dünyasına eğilimi de buradan kaynaklanmaktadır. Ve bu gerçeklikten kaçış alanı, arzulanana ulaşamama sorununun yeni kurulan fantazi alanında düşlemsel şekilde deneyimlenmesinden başka bir şey değildir. Ve yine Melanie Klein’ın psikoseksüel gelişimde tanımladığı paranoid-şizoid konumun ardından gelen depresif konumu düşünürsek, şizoid durumun en büyük eşlikçilerinin depresyon ve kaygı oluşu da oldukça anlamlıdır.

Şizoid görüngü üzerine en yoğun çalışmaları yapanlardan Guntrip de şizoid kişide dokuz özellik belirlemiştir: içedönüklük, içe çekilme, narsisizm, kendine yetme, üstünlük duygusu, duygunun kaybı, yalnızlık, depersonalizasyon ve regresyona eğilim. Şizoid kişiler sevgi nesnesinden ayrıldıklarında kendilerini güvensiz ve kaybolmuş hissetmekte, ancak tekrar birleşince kendilerini yutulmuş ve emilmiş gibi hissetmektedir. Bu yüzden bu kişiler güvenlik için ilişki aramakta, özgürlük içinse bir an önce ayrılmaktadırlar (Göker vd., 2007).

Şizoid durum, en basit hâliyle bir arzu bozukluğudur. Guntrip’in tanımıyla “depresyon aşktan yapılmış öfkedir. Şizoid ise aşktan yapılmış açlıktır.” Ancak nesneden kaçan ve fakat hâlâ doyum arayan bir açlık…

Anthony Storr, bütün bunların, bastırılmış bir aşk özlemi için karmaşık bir maske olduğunu söyler. Şizoidin kendini insanlardan ayırmış hâli, düşmanlığa karşı bir savunmadır ve kaynağını, onu “varlığını tehdit ettiği için” sonsuza dek gerçek aşktan korkar kılan bebeklikteki aşk ve güvenin çarpıtılmasından alır (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 13).

Şizoidin psikanalitik etiyolojisi ve günümüz toplumunun koşulları arasında bağ kuracağım kısma geçmeden önce, Rollo May’in de dikkat çektiği şu durumu Storr’un sözlerinin hemen ardına iliştirmek istiyorum:

Bir yere kadar Storr’un düşüncesine katılıyorum; fakat şizoid durumun, bu geçiş çağında genel bir eğilim olduğunu ve Storr’un sözünü ettiği bebeklikteki “çaresizlik ve önemsenmeme”nin sadece anne babalardan değil de kültürümüzün hemen hemen her yönünden geldiğini ifade ediyorum. Anne babaların kendileri, kültürlerinin çaresiz ve habersiz dışavurumlarıdır. Şizoid insan teknolojik insanın doğal bir ürünüdür. Bir yaşam biçimidir ve giderek yaygınlaşmaktadır; sonunda ise şiddet olarak kendini gösterecektir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 14).

Esasen bu yazının da bir öncülü olarak ifade edebileceğim “Aşk, tutku ve samimiyet üzerine başlangıç niteliğinde sorular” [5] başlıklı yazımda da bir kısmına yer verdiğim bu alıntı ve tutku-umut-şizoidleşen toplum arasındaki ilişki bu yazının kilit konusudur. Bugün, kapitalizmin insan ilişkilerine sirayet eden kodlarının, şizoid durumdaki, bireyin içe çekilme, gerçekliği bölüp düşlemlere tutunma, bir başetme yolu olarak kayıtsızlığa tutunma, güvensiz bir toplumun içinde, kendini ötekinden korumak adına gerçek ilişkilenmelerden ve açıklıktan kaçış hâlinin, yine şizoidin en belirgin özelliklerinden olan yalana tutunma, dahası kendi yalanlarına inanma hâliyle uyumlu olmadığını söylemek saçma olur.

“Normalliğin”, soğukkanlılığı korumak olarak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç merkezi korumanın tek yolunun, kendini vermeden cinsel ilişkide bulunmak olmasına yol açacak kadar kolay elde edilebilir olduğu bir dünyada; yani atalarının duygularını körelten savunma mekanizmalarını geliştirecek kadar zamanları olmamış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şizoid bir dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta bazılarına göre ulaşılması imkânsız hâle gelmesi şaşırtıcı değildir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 35).

İşin ilginç yanı, Rollo May’in bu tespiti yaptığı günden bugüne, kitle iletişiminde gelinen nokta, “sosyal” medyanın gücü ve kanalları, hatta metaverse hayalleri düşünüldüğünde, bugün için şizoid bir ilişkilenme modelinin tüm yolları açılmış gibidir. Neredeyse anonim bir iletişim, anonim bir cinsellik, yapay bir görüntü-kimlik ve hem uzak hem çok yakın, derin görünen yüzeysel ilişkiler kurmak, şizoid sınırlarda “sosyalleşmek” mümkün hâldedir. Buradan yola çıkarak, şizoidleşen toplum, samimiyetin, açıklığın, tutkunun, buna bağlı olarak iradenin ve umudun yitirilmeye başladığı, esasen tıpkı şizoidin etiyolojisindeki gibi gerçekliğin “bölündüğü”, “çarpıtıldığı” bir toplumdur. Ve şizoidleşen bir toplum aynı derecede depresyon ve kaygıya sürüklenmektedir.

Toplumdan kopuş, ötekinden geri çekiliş ve ötekinin sevgiden yoksun olduğuna dair katı bir ikna oluş hâlini barındıran bu şizoid durum, aslında önceleri belki de endişeyle bir başediş biçimi olarak karşımıza çıkıyordu. Yani kendisini tamamen bu sevme-sevilme, arzulama-arzulanma denkleminden çeken kişi için şizoid konum bir anlamıyla korunaklı ve güvenliydi. Ancak bugün artık bu keskin kopuş da eskisi kadar olanaklı değildir. Kendi içerisinde şizoid bir biçime zemin olan sosyal medya alanları, adeta bir geçiş alanı yaratarak, şizoid dinamiği, kaygılarını ve çelişkilerini de tekrar tekrar açığa çıkaracak şekilde yeniden üretmektedir.

Melanie Klein’ın kuramından hareketle, şizodin bölmeyi kullanmasının ardında arzu nesnesinin iyi ve kötü taraflarının bütünleştirilemesi yatar. [6] Bu aslında bir anlamda diyalektik düşünmenin yoksunluğu hâlidir. İkiliklere karşı yaratılmış bir illüzyondur. Böyle düşünüldüğünde, kapitalist bir toplumda, şizoid bir duruş, bir sisteme entegrasyon biçimi, diyalektik düşüncenin reddiyesidir. Keskin ve yapay sınırlarla şekillendirilmiş karşıtlıkların kabulüdür. Sosyal medyadaki kimlik inşası da bugün bunun bir yapay alanı hâline gelmiştir. Olumlu veya olumsuz duyguları ayrı ayrı kanallara sıkıştıran ve ayrıştıran alanlardır bugün sosyal medya alanları. Neyin nereden ve nasıl ifade edileceği -paylaşılacağı- neredeyse sözlü anlaşmalarla belirlenmiş kadar belirgindir. Şizoidin iç nesnelerine ya da fantazilerine çekilişindeki bir geçiş alanı hâline gelmiştir. Şizoidin sahte bir benlik yaratarak çatışmalarından kurtulmayı denemesi gibi, sosyal medya da bir anlamda bir sahte benlik yaratımıdır. Ve yüzeysel, “resmî” ve kimi zaman anonim ilişkiler kurmayı mümkün kılan bir alandır. Ki bugünkü hâliyle şizoidin tüm fantazilerine de hizmet edebilecek, her türlü platformları vardı.

Guntrip’in “şizoid uzlaşı” olarak tanımladığı bazı yöntemlerin de aracı hâline gelmiştir; kalabalıkta yalnız kalmak ya da sınırlarını koruyabileceği şekilde tek bir kişiyle fazlaca ilişkilenmek. Ötekinin gerçekliğini doğrudan hissettirmediği ve düşlemlere açık bir ilişkilenme zemini. Hatta bu açıdan bakarsak, metaverse fikri, tam tamına bir şizoid uzlaşı biçimidir.

Yine şizoidi, aşktan yapılmış bir açlık hâli olarak düşünürsek, sosyal medya yine bolca seçeneği ve doyum ihtimalini barındıran ve yapay yönleriyle tam bir doyumun önüne ket vuran ve dolayısıyla sürekli açlık hâlini koşullayan bir alandır. Ve sürekli güdüler, sürekli uyarır, sürekli seçenekler sunar ve tam doyumu vadetmez. Tam da bir şizoidin ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir. Ve bu biçimin kendisi içine kattığı herkesi, kaygı, doyumsuzluk ve kayıtsızlık çığının altına alarak ezer ve şizoidleştirir. Ve yine çözümü kendisinde aramasını ister, bu böyle bir kısırdöngüdür.

Ve tıpkı güç veren hayvanı pengueniyle birlikte ana rahmine dönme özlemiyle tüneller ve kanallar arasından kayarak geçen anlatıcı karakterimiz gibi, çocuksu biçimlerine regrese olur, sosyal medya uygulamalarında hikâyeler arasında “kayarken” ya da telefon ekranlarını kaydırırken, yapay bir oyun alanında oyun oynamanın “hazzına varır”, zevkten yoksun bir biçimde.

Buna dair Vittorio Lingiardi’nin şizoid kişilik örgütlenmesine sahip hastası Luois -aynı zamanda bilgisayar oyunlarına bağımlıydı- ile terapi sürecinde gelişen aktarım-karşı aktarım ilişkilerinde siberalemin etkilerini incelediği makalesinden bir örnek vermek istiyorum:

Gayet mesafeli bir karakter olan Louis’nin analizi sırasında, onun siberalemi “ruhsal bir inziva” olarak kullandığını anladım. Şizoid durumu anlatan en meşhur eğretileme, Fairbairn’in “dünyayı bir camekânın ardından görme” eğretilemesidir… Bilgisayar aracılığıyla iletişim, kullanıcının yazmış olduğu şeye atfedilen gerçeklik değeriyle “oynamasını” sağlar. Bundan dolayı Winnicott tarafından tanımlanan geçiş ögelerini içerir: nitekim geçiş nesnesi, ben ile ben-olmayan, gerçeklik ile düşlem, yakın ile uzak, yarattıklarımız ile keşfettiklerimiz arasında yer alır. Çevrimiçi yaşantısı özne ile çevre arasında potansiyel bir alan (benle kendim ve benle öteki arasındaki kendilikle deney yapmak için bir alan) görevi görerek, ki çoğu zaman ayrışmayı kolaylaştırır ve besler, ayrılık kaygısı ile nesne tarafından yutulma arasında yatan zorlu hayatta kalma yolunu da aydınlatmaya yardımcı olabilir.

… Louis coşkunluklarıyla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu ve interneti insani olmayan donuk bir çevrede inzivaya çekilmek için kullanıyordu; ancak orayı da ısıtmaya çalışmaktan kendisini alamıyordu (Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2009, Yapı Kredi Yayınları, s. 15, “Gerçekdışılıkla Oynama: Aktarım ve Bilgisayar”).

Şizoidin, kendine yetme ve gizliden her şeye hükmetmekle ilgili çabası vardır; bu kontrol çabası bazı nesnelere obsesif bir bağlanmaya yol açabileceği gibi nesnelerle ilişkilerinde nesnelere zarar verme ve bu zarara karşı nesnelerin misilleme yapmasına karşı beslediği kontrolsüzlük korkusu sonucu nesneler ile ilişkiye girmekten kaçınma ile sonuçlanabilir. [7] Sosyal medya üzerinden gelişen iletişimin kendisi, bu kontrol ve kontrolsüzlük hislerini de yatıştırır niteliktedir. Gabbard’ın dediği gibi “internet mahremiyetin olduğu kadar, yakınlığın da yeni tanımlarına yol açmıştır.”

Şizoidin üzerine oturduğu zemin, diyalektiği kavranamamış bir ikilik hâlidir. Her şey karşıtıyla birlikte bir bütün olarak değil, bir kaygı yığını olarak birikmiştir. Guntrip’in şizoid dilemma tanımı da bu ikiliği anlatır:

Şizoid kişi dış gerçeklikteki nesnelerden istemeye, onları aramaya, onlardan almaya veya onlara vermeye korkar. Eğer alırsa, sevgi-nesnesini boşalttığını hisseder; bu nedenle dış dünyasındaki herhangi bir libidinal nesne-ilişkisini riske atmayı göze alamaz. Libidinal ihtiyacı sadece iç dünyasındaki içsel nesnelere yatırım yapar, burada tüketici olduğunu hissettiği ilişkileri dehşet içinde yaşar.

Şizoid, nesnesini arzulanan terk edici olarak yaşar. Veya Fairbairn’in deyimiyle uyarıcı ihtiyaç duyulan nesne olarak yaşar; bu nesnenin peşinden koşmalı fakat ona tamamen sahip olma ihtiyacıyla onu yutmamak veya yok etmemek için geri çekilmelidir (Judith Pearson, “Yalnızlığın Kalesi: Şizoid Kendilik Bozukluğu”, Çev. Evrem Tilki).

Yine Fairbairn’in dediği gibi:

Şizoid bireylerin en büyük problemi, sevgi tarafından yok edilmeden nasıl sevebileceğidir … şizoid birey için nesnesini nefreti ile yok etmesi nasıl berbat bir şey ise onu sevgisi ile yok etmesi bin kat daha beterdir. Çatışmanın yıkıcı doğası işte bu gerçeğe dayanır … Sevgisinin bu derece yıkıcı olması ve bu nedenle dış dünyaya ve nesneye yönelmede sıkıntı yaşaması, şizoid birey için büyük bir trajedidir. Nihayetinde birey, sevmekten korkar hale gelir ve bu sebeple nesne ile arasında bariyerler kurar.” [8] Ve bu şekliyle düşünüldüğünde bugünüyle internet, bunun için harika bir bariyerdir.

Yani özetle, şizoid karşıdakiyle ilişkilendiği noktada yalnızca karşısındaki tarafından yutulma kaygılarını değil, aynı zamanda kendi açlığının ve sevgisinin yıkıcılığından korkarak, karşıdakine zarar vermekten de korkar. Tıpkı Levent Yüksel’in şarkısında “Öyle sınırsız, öyle deli, öyle çok severim ki korkarsın; kuruyup çöle dönsem de pare pare olsam da yenilmem” deyişindeki gibi bir açmazdır bu.

Bana kalırsa şizoidlerin literatürde “tutkusuz” olarak tanımlanmalarının en büyük sebeplerinden biri de budur. Tüm düşlemlerine, tüm güçlü arzularına rağmen harekete geçmekle ilgili bu kararsız ve kaygılı hâlleri onlara tutkusuz bir görünüm biçer. Zira tutku, eyleme geçirendir. Arzu ve tutku arasındaki harekete geçirici farkı da burada daha iyi görebiliriz. Tutku arzu nesnesiyle -kişiyle sınırlı olmayan bir arzu duyulanla- kurulan harekete geçirici ilişkilenişte açığa çıkar. Bu kapsamda, Rollo May’in de dolaylı olarak tutku ve şizoid durum üzerine yaptığı vurgu ilgi çekicidir:

Kısıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık” terimini kullanıyorsam, kelime anlamı tanımlamak istediğime en yakın olduğundandır; “hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan eksikliği, umursamazlık.” Kayıtsızlık ve şizoid dünya birbirilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele gider… Kayıtsızlık, aşk ve iradenin geri çekilmesi, onların “önemli olmadığı” demeci, sorumluluğun ertelenmesidir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 31, 37).

Yine Guntrip’in tanımındaki tüketme kaygısına dönersek, bugünkü şizoidleşen toplum tablosunun altındaki tüketim kültürünü yadsımak mümkün müdür? Bu kaygının kendisi belli şablonlarla ve meta ilişkilerinin soğukluğuyla yüzümüze çarpmaktadır. Günün sonunda “Her güzel şey biter”, “Her aşk bitermiş, öğretildim” sözleriyle şizoid anlatıya devam edilir. “Ben kendimden korkuyorum” kaçınganlığının altında yatan da bu şizoid dilemmadır.

İşin ironik bir yanı da yine “Kendinden başka kimseye güvenme”, “Senin kendinden başka kimseye ihtiyacın yok” anlatılarının şizoid durum içerisinde haklı hâle gelişidir. Şizoid durumun barındırdığı narsistik öz ve üstünlük hissi bu illüzyonel söylemleri besler. Ki kendi iç nesnelerine sarılan şizoid kişi, kendini yalıtmasının da bir sonucu olarak birçok yeti geliştirir, birçok şeyle tek başına başetmenin getirdiği yüklerin getirileri olarak. İçe çekilme ve rasyonalize etmeye olan eğilim kimi zaman sanatsal ya da teorik alanlarda ciddi bir yetkinlik açığa çıkartır ve bu da üstünlük hislerini besler; böylece “benim kendimden başka kimseye ihtiyacım yok” fikri tekrar pekişir.

Şizoid özelliklerin teorik ya da sanatsal geliştirici yönleri ayrıca ilgi çekicidir. Tıpkı Van Gogh’ta, Freud’da ya da Marx’ta görebileceğimiz şekilde. Ancak şizoid durumu bir kişi üzerinde tanımlamakla toplumun şizoidleşmesinden bahsetmek arasında fark vardır. Burada, bu ayrımı yapmayı önemli buluyorum. Yazı boyunca şizoid özellikler üzerinden anlattığım tarifler bir kişilik örgütlenmesinin yargılanması ya da tamamen işlevsiz olarak gösterilmesi çabası değildir. Amacım, şizoidleşen topluma, toplum içerisindeki ilişkilerin ve kapitalizmin kitle iletişim araçlarının da bu yönde geliştirildiğine dikkat çekmektir.

Kapitalizmin krizleriyle birlikte günden güne geleceksizlik ve belirsizliklerle artan kaygılanımların ve depresif duygudurumların adeta şizoid bir biçimle “telafi edilmeye” çalışıldığı bir günü yaşıyor gibiyiz.

Bize söylenmeyen -neredeyse kimse görmediği için- bunun kökten tekbenci, şizoid bir sistem olduğudur. Bu sistem bizi tekhücreliler gibi ayrılmış, yabancılaşmış, çevremizdeki herhangi biriyle köprüsüz bırakır. Bugünden kıyamete kadar “duygularımızı yansıtıp” cinsel ilişkilere girebilir, ama asla başka bir insanla gerçek ilişki yaşayamadan yalnızca kıyameti yaşayabiliriz. Birçok insanın, hatta toplumun çoğunun duygularını bu yalnızlıkla yaşadığını görmek, durumun korkunçluğunu azaltmaz. Hissetmek, yalnızlıklarını azaltmak yerine daha acı verici kılar, bu yüzden hissetmeyi bırakırlar (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 110).

Tutku-şizoid durum-umut denklemine dönecek olursak, şizoidleşmenin kendisi tutkunun yitimine, kayıtsızlığa sürükler. Tutkusu olmayan için umutsuzluk aşılması güç bir durumdur. Bölünmüş bir gerçeklik içinde hareketsiz ve sahte biçimlerle varolmaya çalışan tutkusuz kişi için umut seçeneği yok gibidir. Umudun geri kazanılması için tutkuya sarılmak, dolayısıyla gerçekliği bölmeden, eğip bükmeden yüzleşebilmek elzemdir.

Tutkunun geri kazanımı, sanıldığının aksine iradenin geri kazanımıdır. İradesi olan için umutsuzluk bir kaçış olmaktan çıkar. Tüm bunların altında, şizoidin etiyolojik yorumlarında da gördüğümüz biçimiyle diyalektik düşünce yoksunluğu ve gerçeği bölme eğiliminin yattığını görmek, çözüme dair de ufuk açıcıdır. Burada, gerçekle yüzleşebilmek, gerçeği fantaziler dünyamızdan değil, olduğu biçimiyle, diyalektik şekilde kavramak ve bunu kendimize ve ötekine açıkça ifade edebilmek kritik bir yerde durmaktadır. Açıklık bir zorunluluktur ve açıklıkta kararlılık samimiyeti zorlayacak, bize gerçek nesnelerimizi kazandıracaktır.

[1] Dövüş Kulübü, Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yayınları, s. 20.
[2] Kitabın orijinal metninde kullanılan Slide sözcüğünün İngilizcede aynı zamanda bu anlamlara geldiğine atıf yaparak…
[3] Yazının devamında bu ayrımı yapmak adına şizoid nitelikleri tanımlamak adına patolojik olandan ayrıştırıcı bir dil olarak “şizoid durum” kavramını kullanacağım.
[4] Melanie Klein’ın kuramı bu yazı dahilinde detaylıca anlatamayacağım kadar kapsamlıdır. İlgilenenler “Haset ve Şükran” makalesini okuyarak detaylı bilgiyi edinebilirler.
[5] Kaldıraç, Aralık 2021, Sayı 245, s. 103.
[6] Burada Melanie Klein’ın kuramındaki, oral dönemde bebeğin, paranoid-şizoid konumda bölmeyi kullanarak “iyi meme-kötü meme” ayrımı yapmasından bahsedilmektedir.
[7] Bu tanım, kapitalist toplumda insanın metayla kurduğu ilişkiler üzerinden düşünüldüğünde de oldukça ilgi çekici çıkarımlara vesile olabilecek niteliktedir.
[8] Kendilik Bozuklukları, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, “Evrim”, Ralph Klein.

 

Bir şarkı bin şarkı – Yusuf Alp

“Afrika devriminde yer almak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değil: devrimi halkla birlikte şekillendirmelisiniz. Ve bunu insanlarla birlikte yaparsanız, şarkılar kendiliğinden gelir.” [1]

Size bir şarkının hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Bunu yaparken şarkılarımızın beden bulup taş atmasından, bir toplantıya katılıp yanlış karara şerh koymasından, yenilmiş bir müfrezenin moralini yükseltmesinden konuşalım. Bu hem bana hem de size kısa bir mola olsun, hem de tartışmaya vesile olsun.

Mısırlı sanatçı Sheikh İmam’ın “Mazare” (Build your castles, İng.) adlı şarkısı bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da bu etkiyi yapan bir şarkı. Şarkıya eylem alanlarında, tribünlerde, bir konserde, çocuğunu uyutmak için ninni okuyan annenin dilinde rastlıyorsunuz.

Aynı şarkının ritmi değişen, sözleri değişen veya ezgisi değişen çok sayıda versiyonunu görüyorsunuz.

Sheikh İmam bu şarkıyı çalışmaya başladığında, ilk kez denediğinde, ilk konserinde veya kaydında böyle bir etki yaratmasını bekliyor muydu? Hiç sanmıyorum.

1962’de bir kafede, cezaevinden yeni çıkan Ahmed Fuad Negm ile tanıştığında on yıllar süren bir arkadaşlık ve 30 yılı aşan bir ortaklık kurmak üzere olduğunu da tahmin etmemiştir. Kahire’nin en yoksul muhitinde ev arkadaşı oldular, sonrasında Nasır’ı eleştirmekten tutuklanıp cezaevi arkadaşı oldular. Enver Sedat’ın da hedefi oldular. 1978’de 11 yıl ceza aldı Negm. Ve ölene kadar bu şekliyle süregeldi hayatları.

Bu iki ev arkadaşının yazıp söylediği şarkılar dilden dile dolaştı. Negm Ortadoğu’nun şairi, İmam da sesi oldu. 1970’lerin ortasında yazılan Mazare bunların içinde sıyrılan şarkıydı.

Hikâyeye geri döneceğim ama biraz konuyu saptıracağım. Zaten yazının devamında da biraz konudan konuya atlayarak ilerleyeceğim. Şimdi bu şarkıyı bu kadar güçlü kılan neydi? Bir şarkının yahut sanat eserinin gücünü belirleyen şey ne?

Biraz daha genellersek, bir fikrin, önermenin, sloganın, eserin daha çok alıcıya ulaşabilmesini sağlayan, onun ömrünü uzatan, harekete geçirici olmasını sağlayan, güçlendiren şey nedir?

Toplumsal kodların gücü – Yanlışa dokunan yanar mı?

Yazının birebir konusu değil ama denk geldiğim tartışmalar beni bazı şeyleri düşünmeye itti. Mesela analizin ne olduğu ve nasıl yapılması gerektiğine dair. Ya da sınıflı toplumlarda bilime nasıl bakılması gerektiğine…

Bilgi edinme süreci birikerek ilerlerken, parçayı tanımaktan bütüne doğru bir süreç işler. Analiz de bu süreci de kapsayan ve devamında bütünden parçaya ve süreçlere dönen bir araştırma sürecini anlatır. Bu incelemede bilimsel analiz ise diyalektiğin yasalarını özümseyerek ve kategorilerinden faydalanarak yapılabilir.

Öte yandan bilim, uzmanlaşma ve mülkiyet ilişkileri sonucu parçalanan ve en temelde de sosyal bilimler ve pozitif bilimler olarak birbirinden koparılan alanların “doğa bilimleri” temelinde yeniden bütünleşmesiyle yerini bulacaktır. Ve bilim birikerek gelişimini sürdürecektir. Bu noktada “pozitif bilim”lerden uzak kalan eğilim bütünlüklü bilimsel-diyalektik bakışı sakatlamaktadır.

“Sosyal bilim”lerde Marksist literatürün gelişkinliği, alanda devrimci müdahalenin etkisinin güçlü olmasını sağlıyor. Biz de bu gelişkinliğin sonucu olarak bu noktada gelişim katedebiliyoruz. Propagandamızı, öğrenme süreçlerimizi buna temellendiriyoruz ve fikrimize sonuna kadar güvendiğimiz için hiçbir bilimsel argümandan kaçmıyoruz, kavga edercesine dahi olsa argümanlarımızı savunuyoruz.

Ancak konu tekniğin gelişmesinde daha önemli olduğu için mülkiyet ilişkisinin daha doğrudan olduğu “pozitif bilim”lere gelince aynı noktada olduğumuz söylenemez. Bu alan burjuva mülkiyetin katmerlendiği bir alan olduğu için devrimci müdahale, teori ve literatürün de daha kısıtlı, bu kısıtlı literatürden dolayı ezberin daha etkin olduğu bir alan hâline geliyor. “Sosyal bilim”lerde burjuva bir önermeyle tartışırken duyulan, önermeden beslenen ve hatta önermenin kendisini ona karşı silah olarak kullanmayı sağlayan özgüven, “pozitif bilim”lerde ezberlerin yarattığı mengene arasında sıkışıyor.

Aslında daha doğru bir ifadeyle anlatmaya çalışırsam; topyekûn ret veya ezber ve toptancı beğeni ve kabullere dayanan bir tavır takınabiliyoruz bir çalışmaya veya bilim insanına bakınca. Okunacaklar ve dokunulmayacaklar…

Bu tabii ki çok öznel ve yanlış da barındıran bir gözlem ancak genel ilerleme içerisinde bilimin bir kanadını diğer kanadından daha iyi çırptığımız ortada.

Bu dokunulmayacak olanlardan biri yoluma çıkmıştı bir süre önce: Dawkins. Kendisiyle ilgili ayrıntılı bir inceleme yapmasam da bu ayrıntılı incelemeye gerek kalmadan çarpışmaya başlıyorsun onu okurken. Yani hakkını verelim ki, kötü nâmı hak edenlerden.

Bu konuya nerden gelmiştik?

Dawkins “Gen Bencildir” çalışmasında memetik diye bir kuramla kültürel evrim üzerine tartışıyor. Kuramını da “mimeme” kelimesine dayandırıyor.

Ancak Dawkins kitabında belirttiği üzere “gen” kelimesi gibi tek heceli bir isim istediğinden bunu “mem” olarak kısaltmıştır. Ayrıca “même” kelimesinin Fransızca “kendi” anlamına gelen köküyle ilgili bağlantı kurar.

Ezgiler, düşünceler, sloganlar, moda, mimarî, mem örnekleridir. Genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak gen havuzunda çoğalmaları gibi, memler de, geniş anlamda taklit (etkileşim) denebilecek bir süreç yoluyla, bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini çoğaltırlar.

Örneklemek gerekirse; bir bilim insanı güzel bir düşünce duyduğunda ya da okuduğunda bunu arkadaşlarına ve öğrencilerine aktarır. Yazılarında ve derslerinde bundan söz eder. Bu düşünce tutulursa, beyinden beyine yayılarak kendini çoğalttığı söylenebilir. [2]

Öte yandan gelenek hâlindeki memler, genler gibi nesilden nesile ya da kültürden kültüre aktarılabilir. Aktarım sırasında değişime de uğrayabilir.

Özetle Dawkins kültürel evrimi, genetik evrimin bir modellemesi olarak tartışırken; benzer bir kavramsal altyapının da önünü açtı: memotip, mem havuzu, memosit, memetik denge…

Bu kurama genler için olduğu gibi, memler için de bir kod yazısının olmaması ve mem mutasyon mekanizmasının evrimsel okumayı kaotik hâle getirecek olan kararsızlık gerçeği de hatırlatılarak ciddi eleştiriler yapıldı.

Kültürel evrim üzerine yapılan diğer çalışmaların gelişimi memetiğin ortaya atıldığı dönemdeki popülaritesini yitirtti.

Kültürel evrim yâhut toplumsal evrim üzerine yapılan çalışmalar kavram ve kuram nasıl düzenlenirse düzenlensin toplumsal kodları güçlü veya zayıf yapan işleyişi anlamaya çalıştı. Bu konuda karşıma çıkan en açıklayıcı kuramlardan biri, toplumsal ve genetik evrimi bütünlüklü bir bakışla birleştiren ama organik ve kültürel evrimi birbirine karıştırmayan birbirinin yerine geçirmeyen Alâeddin Şenel’in de sade bir şekilde açıkladığı bakış oldu.

Denebilir ki kültürel evrim, organik evrimin, araç kullanabilen insansılardan alıp, yaşamın hemen her alanında sistemli olarak araç yapıp kullanma noktasına getirdiği canlı türü (Homo sapiens) ile başlamıştır. Onun simgesel araçlarını, “konuşma” noktasına yükseltmesiyle hızlanmıştır. Yazı ile (“yazılı tarih” dönemiyle) yani uygar toplumun doğuşuyla (MÖ 3000 dolaylarında) hızı artmıştır. Uygarlığı izleyen, ilkel-uygar topluluklar arası her türlü barışçı ve savaşçı ilişkilerin yol açtığı “kültürel alışveriş” ile baş döndürücü bir hız kazanmıştır. Öyle ki kimi yazarlar, kültürel evrimin bu hızı yanında organik evrimin etkisinin insanlığın tarihinin yazılmasında “göz önüne alınmaya değmeyecek” bir orana indiği görüşündedir. Kimileri durduğunu, kimileri ise hatta gerilediğini ileri sürmekte. [3]

Alâeddin Hoca aynı yazının devamında şöyle ekliyor:

Organik evrimin kazanımları, genlerle sonraki kuşaklara aktarılabilir niteliktedir. Kültürel evrimde bu yol tıkalıdır. Kültürel kazanımlar ancak taklit, eğitim gibi yollarla kuşaktan kuşağa aktarılır. Bunun organik evrime göre iki üstünlüğü vardır: Birincisi, organik evrim (üreme dışında) aynı kuşaktaki bir insandan ötekine geçirilemezken, kültürel evrimin ürünü birikimler bir kişiden başka kişilere (koşulları sağlanmışsa bir kişiden binlerce kişiye) bir iki kuşak içinde aktarılabilir. İkincisi, olumsuz öğeler organik evrim aracı kalıtım ile, ancak “doğal ayıklanma” yoluyla uzun kuşaklar sonunda ayıklanabilirken, kültürel evrimde olumsuz öğeler tek kuşakta bile ayıklanarak aktarma yapılabilir. Bunun tersi bir durumla (bilimsel düşünüş çağında bir konjonktürde siyasal erki ele geçiren dinsel çevrelerin eğitim politikalarında görüldüğü gibi) olumlu birikimlerin ayıklanarak olumsuzların geçirildiği de görülebilir, o başka! Bu da kültürel evrimin bir cilvesi.

Görüldüğü gibi “organik kalıtım” ile “kültürel kalıtım” denebilecek olgular arasında önemli yapısal farklılıklar vardır. Bu bakımdan, kültürel evrimin söz konusu edildiği yerlerde “kalıtım” yerine “aktarım” kavramının kullanılması önerilebilir. Çünkü pek çok kişi, akım, ideoloji, organik (genetik) kalıtım ile kültürel kalıtım (aktarım) arasındaki temel farkı görmeyip (ya da görmezden gelip) ikisini birbirine karıştırmaktadır. Örneğin ulusların, ırkların, etnik grupların kan ile gen ile geçirildiği düşünülen (olumlu-olumsuz) “karakter” özelliklerinden söz edilebilmektedir. Oysa insanlık, annenin bir damla kanının bile fetüsün damarlarına geçmediği gibi (geçerse zehirlenir, fetüs kanını kendi üretir) kan ile hiçbir karakter özelliğinin geçmediğini öğreneli yüzyıl geçti.

Konumuzdan gittikçe uzaklaştık. Bu arada yaptığımız tartışma her ne kadar önemli ve aynı zamanda keyifli olsa da Hoca’nın uyarısını da unutmadan sorumuza geri dönelim.

Bir fikrin, önermenin, sloganın, eserin daha çok alıcıya ulaşabilmesini sağlayan, onun ömrünü uzatan, harekete geçirici olmasını sağlayan, güçlendiren şey nedir?

Bu şarkıyı bu kadar güçlü kılan neydi? Bir şarkının yahut sanat eserinin gücünü belirleyen şey ne?

Bu sorunun tek bir cevabının olmadığını biliyorum. Samimi davranayım, benim de çok net bir cevabım yok. Belki somut duruma çok uygundu, belki mesela ihtiyaç olan coşkuyu taşıyordu ya da belki yaygın bir soruya cevap vermişti… Bütün bu anlatıyı belki de gereksiz kılacak cevaplar da barındırıyordu.

Ancak nasıl olursa olsun bu “şarkı”mız yazıldığı günden bugüne, devrimci dönüşüm anlarında dile yapışıyor. Hafıza cephaneliğinden çıkarılıp kullanılıyor. Çok kısa bir araştırmayla Cezayir, Tunus, Fas, Filistin, Mısır, Lübnan, Irak’ta yapılmış birbirinden farklı ancak hep coşkulu versiyonlarını bulabildim. Hatta bu araştırma bana bir anımı da hatırlattı:

Yıllar önce Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin (BDS) İstanbul’da yaptığı bir etkinlikte Filistinli bir yoldaş uduyla çok güzel bir şarkı söylemişti. Ben de o şarkının ses kaydını almıştım. Merakla arayıp buldum. Bilin bakalım hangi şarkı çıktı?

Mazare ya da yaygın başka bir ismiyle “Kalelerinizi inşa edin” ne diyor peki? Dedim ya özü alt üst edilmeden sözleri bile değişiyor şarkının. Kimin neye ihtiyacı varsa öyle bir Mazare yazıyor yani.

Ancak Ahmed Fuad Negm’in yazıp, Sheikh İmam’ın söylediği şarkı da şöyle deniliyor:

Kalelerinizi yükseltin

Kalelerinizi tarım arazilerine kurun

Sıkı çalışmamız ve el emeğimizle,

Fabrikaların yanında barlar

Ve bahçe yerine hapishane yapın.

Sokaklarda,

Köpeklerinizi salın

Ve üstümüze,

Hapis hücrelerini kapatın

Ve yataktaki uykumuzu azaltın

Çünkü

İstediğimiz kadarını uyuduk,

Bize en ağır acıyı yaşatın

Biz yeterince yara aldık

Ve biz

Yaralarımızın sebebi kim, biliyoruz.

Kendimizi tanıdık,

Ve biz bulunduk.

İşçiler ve çiftçiler

Ve öğrenciler

Bizim saatimiz işliyor,

Ve biz,

Dönüşü olmayan bir yola çıktık

Ve ufukta zaferi görüyoruz.

Zafer yaklaşıyor

Ellerimize…” [4]

Coşkunun zafere giden yola katkısı

Bir şarkı hayatı çok değiştirebilir. Peki, biz hayatı değiştirecek bu şarkıyı yapmanın peşinden mi gitmeliyiz? Bu sorunun her türlü cevabı olabilir. Benim ise soru üzerine düşündüklerim değişiyor.

Coşkunun sosyal adalet kavgasının, değişim mücadelesinin, devrimci hareketin gelişiminde büyük bir katkısı var.

İster Kışlık Saray baskınını düşünelim ya da İsyan Ordusu’nun Havana’ya girişini ya da pekâlâ 2013’te Taksim Meydanı’nın ele geçirilişini coşkun bir kitlenin; sele dönüşen insanların, ateşli bir kalkışmanın etkisini, bırakın parçası olmayı, duyduğumuzda bile hissederiz.

Bu coşkuya şarkılarımız büyük bir katkı yapar. Ama şarkılarımızı yapan da işte bu sahip olduğumuz coşkunun ta kendisi.

Yani sevgili okur bu konudan konuya atlayarak hazırladığım, bir mola olmasını umduğum bu yazı şöyle bitsin. Bizim coşkumuza şarkı yazacaksın. Senin coşkuna şarkı yazılacak. Tutkun olduğun, her an istediğin, emek verdiğin şeye olan coşkuna…

Şarkılarla…

 

[1] Ahmed Sékou Touré, Gine’nin ilk devlet başkanı.

[2] Vikipedi.

[3] Organik evrim – kültürel evrim ekseni çevresinde Varoluşçuluk – Yaratılışçılık tartışması, Alâeddin Şenel, Bilim ve Gelecek, 1 Temmuz 2009.

[4] Ali Harb’ın Arapçadan İngilizceye çevirisinden, Türkçeye çevrildi.

WE STAND WITH THE WORKING PEOPLE OF SUDAN

“No turning back, No compromise, The revolution continues!”

24 Jan 2022 – The statement of solidarity action with Sudan revolution.

After the protests in Sudan at the beginning of 2019, the 30-year dictatorship of Bashir was defeated; and the transitional government was established after the agreement between the army and the opposition’s umbrella organization at that time, the “Forces of Freedom and Change.”

However, on October 25, army forces staged a coup. The putschists are the security committee of the previous Bashir regime, which formed one part of the Sovereignty Council following the agreement reached in June 2019.

The coup took place on October 25 in order to block the growing resistance to the regime’s economic policies, just as the Sovereignty Council presidency was expected to pass to the civilian component of the council.

On October 21, hundreds of thousands gathered for the anniversary of the 1964 revolution. These actions had turned into a warning to the provisional government to take ownership of the revolution.

The Sudanese Communist Party, together with the Resistance Committees, and the Professional Alliance which grouped and brought together the unions, succeeded in mobilizing the masses and organized the largest mass demonstration since the beginning of the revolution.

This development, which clearly changed the attitude of the generals to their power, forced the ruling circles to stage a second coup on 25 October. This was a move that was clearly supported by the US, EU and neighboring countries.

All these developments took place with the cooperation and intervention of imperialism.

Hours after the coup, the capital Khartoum was surrounded with barricades by activists.

Despite the internet blackouts on October 30, massive protests were held under the leadership of the resistance committees.

The immediate demands of the uninterrupted actions, supported by the Professional Alliance, Resistance Committees, the Sudanese Communist Party, trade unions and democratic mass organizations, were as follows:

Dissolution of the coup and transferring of all authority to civilians.

Immediate seizure and trial of those responsible for the coup.

No dialogue or bargaining with the military council, directly or indirectly (through foreign powers, etc.).

Dissolution of all militias; and the establishment of a national army committed to the rights of freedom, peace and justice, and to the doctrine of protecting the country’s borders.

The removal of all armed forces and police forces from the political process, the criminalization of all involvement of the military in politics.

The passing of the entire structures of  the process of transition to the supervision of academia and experts.

The State of Sudan having full sovereignty over all economic, political and security decisions.”

From the beginning of the current uprising, namely after the October 25 coup, at least 71 people were shot dead according to information released by the Resistance Committees. There are more than a thousand injured, some of whom are in critical condition. Hundreds of people are detained.

We condemn the attack against the revolution.

Political prisoners must be released immediately.

Fighting back this great attack with unmatched resistance, the Sudanese are intensifying their mass actions. The insurgents, who hold marches of millions, organizing rights actions, sit-ins, and protest meetings, also build street barricades to prevent and stop the attacks of law enforcement thugs when necessary.

All the countries of our region are colonial countries dependent on imperialism. All the states in these countries are puppet states collaborating with imperialism. This actually combines both aspects of the struggle. Those who struggle against the despot in their own country and the puppet state in their own country must also fight against imperialism.

Including North Africa, one of the areas where the new imperialist struggle for partition is concentrated is our region.

The developing revolution is enveloping the whole of the Middle East, as far as the Balkans and the Caucasus. Of course, this is not an easy process.

The resistance that develops in one part of our region will positively affect the other part, even if it is not at the same time. Furthermore, the revolutionary movement in a part that seems to be the most backward today is accumulating opportunities to come forward rapidly tomorrow.

Every socialist revolution that will develop in our region also carries the potential of a comprehensive reckoning with the thousands of years of the history of class society in our region.

We see the persistent fight of the Sudanese revolutionaries, who had the rich experience of overthrowing the two dictatorship regimes in 1964 and 1985, accept it as our own fight and greet them with our belief in victory.

In light of all this, Sudan is very close to us. Because our experiences will be the path of our common future.

Long live the anti-imperialist union of the peoples!

Long live the Sudanese revolution with all its teachings!

Long live proletarian internationalism!

DKDER – Emekçi Hareket Partisi – Kaldıraç – Proleter Devrimci Duruş

Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur

Pandeminin de bahane edilmesiyle beraber hak gaspları sistematikleştirildi. Karantina koğuşu adı altında tutsaklar tek kişilik hücrelerde 8 hafta tutuluyor, devrimci yayınlar “reklam almayan yayın” kapsamına sokularak tutsaklara verilmiyor, mektuplar ise çok uzun süreler sonunda teslim ediliyor.

Saray Rejimi’nin toplumsal mücadele güçlerinin tamamına yönelik topyekûn saldırmaktan başka seçeneğinin kalmadığı günümüzde, devrimci tutsaklara yönelik saldırılar da artıyor.

Geçtiğimiz sene getirilen ve bir çok tutsak için fiili yayın yasağı anlamına gelen yönetmelik değişikliği ve pandeminin kullanılarak tutsaklarla iletişimin kesilmesiyle devrimci tutsaklar teslim alınmak isteniyor.

Bizler devrim için dövüşen tüm yoldaşlarımızın tutsaklıklarında da yanında olmaya devam edeceğiz.

Bu süreçte elimize geçmeye başlayan mektupları sitemizden ve dergimizden takip edebilirsiniz.

Sevgili yoldaşlar merhaba* – Sevinç Sönmez

Yeni kavga yılınızı komünar coşku ve kararlılıkla selamlayarak kutluyorum* – Haydar Sönmez

Özgür günlerde görüşmek umuduyla* – Sebahat Tuncel

Merhaba sevgili dostlar* – Ramazan Şevket Yılmaz

 

Merhaba sevgili dostlar* – Ramazan Şevket Yılmaz

Merhaba sevgili dostlar;

Öncelikle bulunmuş olduğumuz beton-demir karışımı bu soğuk mekânlardan yürek dolusu en sıcak selamlarımı iletiyorum. Umuyorum ki orada bulunan tüm yoldaşların genel durumu, mevcut koşullar içinde olması gerekenin en iyisidir. Öyle olmasını gönülden dilerim.

Göndermiş olduğunuz mektup ve yazmış olduklarınız için çok teşekkür ederim. Dergiyi gönderememiş olmanızdan dolayı bizlere bu şekilde ulaşıyor olmanız biz devrimci tutsaklara karşı olan duyarlılığınızın önemli bir göstergesidir…

Evet, dergi uzun bir süredir gelmiyor fakat bu durum sadece Kaldıraç için değil, abone olamadığımız tüm dergiler için geçerli bir durum olmuş durumda. Özellikle devrimci yayınlar -abone olsak dâhi- bizlere verilmiyor. Nedeni malûm sevgili dostlar, ayrıca belirtmeye gerek yok değil mi 🙂

Kendinize iyi bakın. Tüm dostlara -ortaklara selam ve sevgiler.

Görüşmek umuduyla. R.Şevket Y.

*: 1 No’lu F Tipi Hapishane – Kocaeli

Özgür günlerde görüşmek umuduyla* – Sebahat Tuncel

Sevgili Kaldıraç Yayınevi çalışanları merhaba

Öncelikle sizleri ve sizlerin şahsında tüm basın emekçilerini saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Umarım iyisinizdir.

Zorlu bir yılı daha geride bırakıyoruz ancak karşıladığımız yılın da hiç kolay geçmeyeceği belli. Bir yandan pandemi, diğer yandan ülkenin kötü yönetimi. Ekonomik, siyasi kriz ayakta kalmak yaşamak önemli bir mesele hâline geldi. Bu bir kader değil tabiki, bu zorluklardan çıkışın yolu demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesini, barış mücadelesini yükseltmektir.

Kendi geleceğimizi kendi ellerimizle örmemiz, nasıl bir Türkiye’de yaşayacağımıza kendimizin karar vereceği zamanlardayız. Bu düzen değişecek elbet. İşçiler, emekçiler, kadınlar, halklar ve inançlar mutlaka özgürlüğüne kavuşacak.

Bu duygularla hepinizin yeni yılını kutluyorum.

Özgür günlerde görüşmek umuduyla…

8 Aralık 2021

*: Sebahat Tuncel – Sincan 3 No’lu

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...