Ana Sayfa Blog Sayfa 81

Ekim Devrimi’nin 104. yılında sınıf ve iktidarı yeniden düşünmek*

“Düşünce kendini düşünmeyi
unuturken aynı zamanda
kendi bekçisi hâline de gelmiştir.”[1]

Bundan dört yıl önceydi. Ekim Devrimi’nin 100. yılı. Kaldıraç dergisi Ankara’da bir sempozyum düzenlemişti: “100. Yılında Ekim Devrimi’nin Yolunda.” Bu sempozyuma “Yeni Toplumsal Hareketler Ne Kadar ‘Yeni’?” başlıklı bir bildiriyle katılmıştım.[2] Bildirimde “yeni” sol (radikal demokrat, post-marksist…) kuramcıların hararetle selamladığı, yatay, hiyerarşisiz, gelgeç, düşük düzeyde yapılanmış toplumsal hareketlerin iddia edildiği kadar yeni olmadığını, kitlelerin iktisadi-siyasal iktidarlara karşı ayaklandığı her vesilede, karşılaştıkları sorunları çözmek için bu tür kendiliğinden örgütlenmeler oluşturduklarını öne sürmüş, örnek olarak da Paris Komünü’nü ve Sovyetler’i vermiştim. Her ikisi de üzerlerindeki sömürü ve tahakküm cenderesine karşı ayaklanan kitlelerin, devrimci durumun getirdiği kargaşaya karşı dümeni eline alma, hayatın akışını kendi istekleri doğrultusunda düzenleme arayışlarının bir sonucuydu. Paris Komünü siyasal iktidarı elinde tutacak, kendisine yönelen çok-yönlü saldırıları göğüsleyecek bir ortak akıl ve yapılanmış bir örgütlenme yaratamadığı için 72 günün ardından yenilgiye uğradı. Sovyet deneyimi ise, Bolşevik Partisi ile birlikte 70 yıl kadar -artılarıyla, eksileriyle- bir devlet olarak sürdürdü varlığını.

Büyük Ekim Devrimi’nin 104. yıldönümünü selamladığımız bu toplantıda da, bıraktığım yerden devam etmek istiyorum, izninizle…

Adını Koymak…

Bir şeyin adını koyduğunuzda onu “tanımlamış ve sınıflandırmış” olursunuz. Yani onu emsallerinden ayırt ederek ayrı, farklı bir “ne”lik’e büründürmüş, üzerinde işlenebilecek bir somutluk kazandırırsınız.

“Tanımlama ve sınıflandırma”nın kültürel olduğu söylenir, bu nedenle. Farklı kültürel dağarcıkları paylaşan toplumlar fiziksel, toplumsal ve düşünsel çevrelerini farklı biçimlerde sınıflandırırlar. Bunun en bilinen örneği, Danimarkalı dilbilimci Louis Hjelmsev’in dikkat çektiği renk taksonomileridir; örneğin bizim “yeşil” dediğimiz rengin daha açık tonları Galler dilinde gwyrdd ile karşılanırken, aynı dilde glas, Türkçedeki yeşil, mavi ve grinin daha az sayıda tonunu karşılamaktadır.

Ancak adlandırma her zaman bu denli “masum”, bu denli “ideolojiden arî” değildir. Dil, en azından sınıflı toplum tarihi boyunca ideolojik bir mücadele alanı olagelmiştir. Foucault, egemenlerin egemenliklerini sürdürmek adına “adlandırma”nın tekelini elde tutmak istediklerine dikkat çeker. Yenenler, yenilenlerin yalnızca bedenlerine, yalnızca varlıklarına, topraklarına, mülklerine, emeklerine değil, dillerine de müdahale eder. Onların kavramlarını temellük ederek farklı anlamlarla donatırlar. Çarpıcı bir örnek: Polonya’da Polonya asıllı Papa II. Jean Paul ile el ele vererek “komünizmi çökertme” sürecini tetikleyen sendikanın adı “Solidarnosc” değil miydi? İşçi sınıfı ve emek terminolojisinin en anlamlı kavramlarından biri: Dayanışma…

Bu anlamda neoliberalizm yalnızca bir sermaye birikim modeli değildir; aynı zamanda “kavram hırsızlığı/manipülasyonu” konusunda uzman bir düşünsel/felsefî (postmodern) iklimi devreye sokmuştur…

Son 40 yılda sınıf mücadelelerine ilişkin birçok kavramın tersyüz edilişine tanık olduk. Kapitalizmin “neoliberal çağı”nin “kültürel mantığı” postmodernizm, “post-”, “neo-” ve “son” takı ve nitelemeleriyle tüm bir toplumun, ama en çok da onların fikrî dünyalarını biçimlendiren entelektüellerin dünya kavrayışlarını yeniden şekillendirdi. Oya Çitçi’ye kulak verelim:

“20. yüzyılın son çeyreğinden başlamak üzere ekonomi, siyaset ve toplumbilim tartışmalarında en fazla kullanılan sözcükler ve kavramlar sorgulanacak olursa, ‘kriz’ ve ‘son’ sözcükleriyle ‘post’ ve ‘yeni/neo’ ön ekini taşıyan kavramların ilk sıralarda yer aldığını söylemek bir yanılgı olmayacaktır. Kriz sözcüğü kapitalizm, refah devleti, temsili demokrasi, siyasal partiler için kullanılırken, ‘son’ sözcüğü tarihin sonu, ideolojilerin sonu, işçi sınıfının sonu, refah devletinin sonu, sosyal devletin sonu, modernizmin sonu, sınıf temeline dayanan siyasetin sonu tamlamalarında yer almakta; post ön eki, post-materyalist değerler, postendüstriyel toplum, post-endüstriyel devrim, post-fordizm ve post-modernizm kavramlarıyla (buna bir de post-sekülarizm”i ekleyelim -SÖ); yeni ön eki ise, yeni dünya düzeni, yeni siyaset, yeni sağ, yeni muhafazakârlık, yeni/ neo-liberalizm, yeni sol, yeni siyasal kültür, yeni toplumsal hareketler kavramlarıyla gündeme girmektedir.”[3]

Modernizmin tüm öğreti ve ideolojilerinin “meta anlatılar” olarak red, hiçbir toplumsal ya da siyasal projenin bağlanmaya değmeyeceğinin ilan edildiği bu düşünsel iklimde solun payına düşen, (sosyalist sistemin çöküşünün de hazırladığı ortamda) “sınıf” kavramının ve “iktidarı ele geçirme” iddiasının (proletarya diktatörlüğü) reddedildiği bir “yeniden harmanlanma” oldu.

Bir mücadele öznesi olarak “sınıf” yerini kimliklere, “sınıf mücadelesi” yerini “yeni toplumsal hareketler”e, “proletarya diktatörlüğü” yerini toplumun devletlerden “özerk” kolektif yaşam biçimlerinin örgütlenmesi yoluyla tabandan dönüştürülmesine bırakarak belleklerden silinmeye çalışıldı.

Ancak devletin devredışı bırakıldığı, parçalı-merkezsiz öznelere dönüştürülen toplumların, şirketlerin ve sivil toplum örgütlerinin müzakere zemini olarak “yönetişim”le kendilerini idame ettirecekleri (neoliberal) modelin duvara toslaması uzun sürmedi… Neoliberal politikalar uygulanmaya başlar başlamaz, kapitalist sistem kesintisiz bir krizler sarmalı içine yuvarlandı: iktisadi krizler finans krizlerine dönüşürken iklim/çevre krizleri buna eklemleniyor, küresel ölçekte misli görülmemiş boyutlara ulaşan gelir eşitsizlikleri, doğal çevrenin sonuna dek yağmalanmasının ve metalaştırılmasının gündeme getirdiği afetlere eklendiğinde yekpare ve sürdürülemez bir beşeri krize (buna dilerseniz “Uygarlık Krizi” diyelim) yol açıyordu.

İnsanlık, bu duruma tepki vermekte gecikmedi… 21. yüzyıl Güney ve Kuzey Amerika, Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Güneydoğu Asya ülkelerinde neoliberal politikaların yoksulluğa, açlığa, işsizliğe mahkûm ettiği emekçilerin kitlesel ayaklanmalarıyla giriş yaptı. İsyan türlü direniş biçimlerini devreye soktu: Wall Street’in, sokak, toprak, konut, fabrikaların işgali, barikat savaşları, bankalara, şirket merkezlerine, uluslararası finans kurumlarına saldırılar, kolektif mutfaklar, alternatif eğitim arayışları, iş durdurmalar, siber saldırılar, forumlar… Yani kitlesel hoşnutsuzluğun her biçimde ifadesi…

İşin garip yanı, yeni sol ideologların kitlelerin sistemin değişmesi yönündeki taleplerini sürekli olarak “yeni sol” terimlerle okumadaki ısrarıydı… “Yeni sol” ideologlara göre, olan biten “sınıf mücadelesi” değil, onun dışındaki her şeydi: cinsel, dinsel, etnik vb. kimliklerin “tanınma” savaşımı, yaşam paradigmasında değişim (Zizek), küreselleşme karşıtı hareket, çevre mücadelesi, tabandan tepeye “yeni” bir hayatı örgütleme girişimi, otoriteye karşı mücadele, tarihselliğin kontrolü savaşımı (Touraine), bürokratik-merkezî aygıtların tasfiyesi çabası, hiyerarşilerin ilgası ve dikey ilişkilerin yatay ilişkilerle ikamesi, “şenlikli bir toplum” kurma girişimi vb. vb.

Alaine Touraine, Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Michael Hardt, Antonio Negri, Murray Bookchin gibi “yeni sol” (post-marksist, radikal demokrat vb.) ideologlar ağız birliğiyle “sınıfın sonu”nu ilan ediyorlardı. Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” çağrısına Alaine Touraine “Günümüzde sınıfların yerini kimlikler aldı,” yanıtını vermekteydi.[4] “Kimlik” kısa sürede tüm toplumsal mücadeleler jargonunun sihirli anahtarı hâline geldi: “toplum”a, “kültür”e, “temsilî demokrasi”ye, “sosyalizm”e, “işçi sınıfı”na vb. değgin meta-anlatılar toplum(lar)daki bastırılmış kimlikleri görünmezleştiriyor, seslerini daha fazla kısma işlevini görüyorlardı: kadınlar, etnik-dinsel azınlıklar, farklı cinsel yönelimler… Yeni Sol’a düşen, aralarında herhangi bir hiyerarşi ya da tabiyet ilişkisi kurgulamaksızın onları kendi (tanınma eksenli) gündemleri çevresinde toplayarak mücadeleye çekmekti – aralarında geçici koalisyonlar oluşturabilirlerdi, ama bu mücadeleler “iktidarı ele geçirme”dense “tanınma” ve en iyi olasılıkla toplumu tabandan dönüştürme hedefini güttüğü için süreğen, kalıcı, örgütlü (hele, maazallah, “hiyerarşik”) bir örgütlenmeye ihtiyaç yoktu.

Bu fikirlerin büyük bir şevkle alımlandığı ABD kampüslerinde nasıl ete kemiğe büründüğünü liberal bir akademisyenin, Mark Lilla’nın kaleminden okumak, acıtıcı ve/fakat uyarıcıdır:

“(…) Buradan çıkartılan ders, politik bir kişi olmak istiyorsan, işe geniş tabanlı bir partiye üye olarak değil, senin için derin kişisel anlamı olan bir hareket arayarak başlaman gerektiğiydi. 1950’ler ve 1960’ların başlarında, benlik üzerine olmamakla birlikte, benliği angaje eden çok sayıda hareket vardı – nükleer silahsızlanma, savaş, yoksulluk, çevre. Bu konulara angaje olmak geniş dünyayla ilgilenmeyi ve iktisat, sosyoloji, psikoloji, bilim ve özellikle de tarih konusunda bilgi edinmeyi gerektiriyordu.

“Kimlik bilincinin yükselişiyle birlikte, konu temelli hareketler bir şekilde azalmaya ve benlik için en anlamlı hareketlerin benlikle ilgili olanlar olduğu yolundaki kanı kökleşmeye başladı. Bu yeni tutumun ABD üniversiteleri üzerindeki etkisi derin oldu. Dünya emekçilerinin -hepsinin- yazgısına olan ilgisi ile Marksizm tedricen çekiciliğini yitirdi. Kimlik gruplarının incelenmesi artık en acil akademik ve siyasal görev olarak görülüyordu, kısa sürede bölümler, araştırma merkezleri ve profesyonel kürsülerin sayısı katlandı.

“Bunun birçok yararı olmadı değil. Akademik disiplinleri araştırmalarının erimini o güne dek bir şekilde görünmez olan kadınlar ya da Afrikalı-Amerikalıları dâhil edecek şekilde genişletmeye teşvik etmişti. Ama aynı zamanda grup farklılıklarına ve toplumsal saçaklara saplantılı bir hayranlığı da getirmişti beraberinde, öyle ki sonuçta öğrencilerin zihninde oluşan tablo ülkelerinin ve tarihin mevcut hâlinin çarpıtılmış bir görüntüsüydü – Amerikalı liberallerin ülkenin uçsuz bucaksız orta kesimleri hakkında daha az değil daha fazla öğrenmeleri gereken bir dönemde önemli bir mahzurdu bu…”[5]

Aslına bakılırsa fazla didiklenmediğinde “kimlik” hareketlerinin Marksizmle ya da sınıf eksenli bakış açısıyla bağdaşırlığı vardır. Sınıf mücadelesi perspektifi, varlık nedeni doğrudan emek-sermaye çelişkisine bağlı olmayan tahakküm biçimlerini tanır ve “kurtuluş hareketleri” başlığı altında onlarla ittifak yollarını yoklardı: ulusal kurtuluş hareketleri, kadın kurtuluş hareketi, eşcinsel hareketi vb. Ancak kimlikler tekil, türdeş “bütünlükler” olmamak gibi bir sorunu vardır. Kişi aynı anda farklı kimliklere ait olabilir: kadın, Kürt, genç, Alevi, eşcinsel… Bir başka deyişle, kimlikler “kesişimsel”dir. “Kesişimsellik kuramı insanların ırk, etnik aidiyet, milliyet, toplumsal cinsiyet, sınıf, cinsel yönelim, yaş, engellilik vb. içeren çoğul kimliklerden oluştuğunu öne sürer. Bu tip kimliklerin her bir oluşturucu kısımdan farklı ve çok daha karmaşık bir bütün yarattığı iddia edilir. Ancak sorun şu ki, kesişimsellik sınıfı bireyin kapitalist toplumsal ilişkiler içerisindeki konumu ve buna değgin deneyimlerinin en önemli belirleyici gücü olarak değil, sadece bir başka kültürel inşa olarak tanımlamakla, kimliğin bir veçhesine indirger. Yandaşlarını kapitalizmin sistemli bir kavranılışından yoksun bırakan kesişimsellik, kutsadığı kimliklerin toplumsal kaynaklarının ve öneminin anlaşılmasını olanaksız kılar ve ayırımcılığı, bölünmeyi ve sömürüyü besleyen sisteme, kapitalizme karşı kolektif bir mücadelenin temellerine mayın döşer. Kesişimsellik kuramının ayrıntılarına girmeden, sınıf-dışılaşmış şaşkınlığının, eski özgürlükçülüğün artık yarı-sürgün politikasının çağdaş bir kimlik politikası tarzına dönüştüğünü söylemek yeterli olacaktır. Bu tarzın anlamsız ve köklü biçimde neoliberal vargısı, kimliklerin öznel seçimlere dönüştüğü öz-kimliktir…”[6]

“Kimlik” söylem(ler)i, süreç içinde “kesişimselleştikçe” ya da daha doğru bir saptamayla liberalizmin etkisi altına girdikçe, bireyselleşerek birbiriyle rekabet eder hâle geldi. Böylelikle, toplumsal muhalefet alanı, yüzlerce “mamul” kimlik iddiasının (siyah + feminist; Kürt + trans + engelli; Müslüman + vegan + kadın…) birbiriyle yarıştırıldığı bir alana dönüşerek bir tür “akıl tutulması”nın sahnesi oldu…

“Kimlik Farsı”nın Sonu

Neyse ki, öyle görülüyor ki bu “fars”ın sonuna geliniyor. İlginç bir biçimde, kimlik savlarının uç noktalara savrulduğu siyasal coğrafyalardan “sınıfa dönme” çağrıları yükselmeye başladı. Bugünlerde ABD ve Britanya “sol”undan, hatta liberallerden çubuğun fazlasıyla toplumsal cinsiyet, etnisite, ırk sorunlarına doğru büküldüğü, günümüzdeki hâliyle kimlik politikalarının mağdurların kolektif haklarının savunulmasındansa bireysel “kurtuluş”ları besler hâle geldiği ve kapitalizmin eleştirisinin unutulmasına yol açtığı yolunda itirazlar yükseliyor. Birkaç örnek vereyim, dilerseniz:

  • “Kimlik çerçevesi siyaseti bir kolektivitenin ve baskıcı bir toplumsal yapıya karşı kolektif bir mücadelenin bir üyesi olarak değil de, birey olarak kim olduğunuza ve birey olarak tanınmaya indirgemektedir. Bunun sonucu olarak da kimlik politikaları paradoksal biçimde bizatihi eleştirmek üzere yola çıktığı normları güçlendirmektedir,” diyor, Mistaken Identity: Race and Class in the Age of Trump (Yanılmış Kimlik: Trump çağında Irk ve Sınıf) kitabının yazarı Asad Haider.[7]
  • “Soldaki kimlik politikaları başlangıçta kampanyalarla ve ardından da siyasal kurumlarımız aracılığıyla haklarını güvence altına almaya çalışarak başlıca tarihsel hataları telafi etmeye çabalayan geniş insan topluluklarına ilişkindi: Afrikalı-Amerikalılar, kadınlar, eşcinseller, kadınlar. 1980’lere gelindiğinde sahte bir özsaygı politikasına vekolej ve üniversitelerimizde okutulan, giderek daralan dışlayıcı öztanıma yol verdi,” diye onaylıyor liberal yazar Mark Lilla.[8]
  • “Ayrıcalıklıların iktidarını güçlendiren sınıfsal engelleri sürdürdükleri sürece liderlerimizin ırksal kökenleri önemli değil,” diye ekliyor Emma Dawson, Avustralya’dan.. “Ve sosyal demokrat politika açısından en kaygı verici olay, çok sayıda genç ‘ilerici’nin sınıf kavramını reddetmesi. Geçen hafta sosyal medyada pek çok insan için sınıfın para anlamına geldiği ortaya çıktı. Pek çok kişi sınıf temelli politikaları indirgemeci, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik, engellilik gibi kesişimsel tahakküm nedenlerini dışlamanın bir aracı olarak görüyor.

“Ama sınıf para demek değildir. İktidar demektir. Büyük (siyahi) bilimci Adolph Reed jr.’dan aktaracak olursam, ‘Sınıf indirgemeciliği mitosu, aşağıya doğru, kapsamlı bir iktisadi yeniden dağıtım aleyhine kadınların, ırksal azınlıkların ve diğer marjinalleştirilmiş topluluklarının varsayımsal çıkarlarına seslenilmesi yönündeki sınıfsal arzunun güçlü bir ifadesidir. Hiçbir şey, kişinin sınıfsal sadakatını, muarızların sınıftan başka bir şey düşünmediği savı kadar belagatle ortaya koyamaz.’”[9]

  • Avustralyalı psikoterapist Laura Duggan “kimlik” vurgusunun aslında şirket çıkarlarını pek de rahatsız etmediğini gözlemliyor: “Bireysel kimlik ifadeleri işçilerin sömürülmesinde gerekli olan kapitalist normlara meydan okumaz. Daha bireyci kadınları işe almak ya da şirket destekli Onur yürüyüşlerine katılmak pek çok şirketin ethos’uyla uyumludur; tıpkı ücretleri düşük tutmak ya da sendikalaşmayı engellemek gibi. Buna karşılık, dayanışma, kolektivist yaklaşımlar ve sendikacılık nosyonlarına belenmiş bir işçi sınıfı kimliği, doğası gereği kapitalizme meydan okumadır; bu da onu tehlikeli kılar.”[10]
  • Ve Jacobin dergisinden Bhaskar Sunkara, Batılı “devrimciler”in Zapatista sevdasını eleştirirken, “Yirminci yüzyıl başlarında devrimciler, Neolitik Devrim’den bu yana toplumsal bir sabite olan sınıfsal yarılmayı ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Bir yüzyıl sonra, ardılları yalnızca direnerek mekânı yoğunlaşmış iktidardan arındırmayı düşlediler – yaratmayı değil, inkâr etmeyi. Düşman artık kapitalizm değildi; neoliberalizmdi. Mezar kazıcısı örgütlü bir işçi sınıfı değil, ‘çoğulluklar’dı,”[11]

Bu örnekler çoğaltılabilir; ama bence yeterli…

Peki ne oldu da rüzgâr birden ters yönden esmeye başladı?

Kimlik söylemlerindeki ricat bana kalırsa iki nedene dayandırılabilir. Bunlardan ilki, sınıfın unutuluşa terk edildiği neoliberalizm/küreselleşme günlerinde gelir dağılımındaki eşitsizliğin küresel ölçekte tarihte misli görülmemiş boyutlara varması. Yeryüzünde hiç de “üretken” ve “istihdam yaratıcı” olmayan işleri (bilişim, finans, pazarlama, moda, kozmetik…) yöneten bir avuç plütokrat dudak uçuklatacak servetlere hükmediyor. Örneğin “en zenginler” listesindeki ilk 10’un toplam serveti: 1 trilyon 379 milyar dolar. Türkiye’nin 2020 yılı GSMH’sinin 720 milyar dolar dolaylarında olduğunu hatırlatırsak, 10 kişinin toplam servetinin yeryüzündeki pek çok ülkeyi geride bıraktığını görürüz. Kimlik söylemlerinin bu dudak uçuklatıcı eşitsizliklerle baş etmede hiçbir işe yaramadığı artık üstü örtülemeyecek bir gerçek…

İkincisi ve daha çarpıcısı ise, kimlik söylemlerinin dünyanın pek çok ülkesinde yükselişe geçen neo-faşist akımlarca temellük edilerek iddialarının tam tersi sonuçlara yol açmaları.

Açımlayayım: Anaakım tarafından genellikle “sağ popülist” olarak yaftalanan neofaşist hareketler, kimlik söylemlerini iki bakımdan temellük etmekte: Bir yandan bu söylemlerin kendilerini karşıt olarak kurguladıkları “hâkim” kimlikleri mağdur gösterip sahiplenmekle:[12] ABD’de Trump sağının en önemli argümanlarından biri, etnik/ırksal azınlıklar ve göçmenlerin, işsizlik ve diğer sosyal yardımlar aracılığıyla, hayatını çalışarak kazanan namuslu beyaz işçilerin, çiftçilerin ekmeğini çaldığı, toplumun vergileriyle suça eğilimli, işe yaramaz milyonlarca asalağı beslediği yönündeydi. Bu iddiaların Trump’a ve Amerikan neo-faşizmine özgü olmadığını biz, coğrafyamızdaki Kürt ve göçmen düşmanlığından gayet iyi biliyoruz.

Bu söylem ABD’de, AB ülkelerinde, İngiltere’de, Doğu Avrupa’da, Hindistan’da… Velhasıl neo-faşizmin yükselişte olduğu her yerde neoliberal kapitalizmin ölümcül soluğunu ensesinde hisseden, konumlarını hızla yitirmekte olan emekçiler arasında “tuttu”. Öfke, sistem açısından başarılı biçimde büyük yığınları işsizliğe, açlığa, güvencesizliğe mahkûm eden, konumlarını kırılganlaştıran sermaye düzenine değil, küresel jeopolitik serüvenlerin yerlerinden ettiği göçmenlere, etnik azınlıklara, kısacası “en alttakiler”e yöneltiliyordu.

Dahası neofaşizm, “hâkim kimliğe”, “ortalama ahlâk”a sahip çıkarak eşcinsel karşısında heteroseksüel, kadın karşısında erkek, göçmen karşısında yerli, siyah karşısında beyaz, Alevî karşısında Sünnî, Kürt karşısında Türk kesiliyordu. Böylelikle “haddini aşan” kimlik iddialarına karşı “mağduriyet ürettiği” vasatın konumunun savunucusu rolüne bürünüyor, onun yalnızca “ekmeği”nin değil, “ahlâkı”nın da savunucusu olduğu iddiasını dillendiriyordu. “Entelektüel budalalar, biz sıradan insanlara tepeden bakan eksantrik elitler, her türlü ‘sapkınlığın’ savunuculuğuna soyunurken biz, bu ülkenin, milletiyle gurur duyan, alnının teriyle hayatını kazanan, çalışkan, fedakâr, namuslu insanlarının yanındayız.” Mesaj, buydu… Brezilya’da da, ABD’de de, Polonya’da da, Fransa’da da, Türkiye’de de… Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon’un “solcuların ırk-kimlik politikalarından ne kadar çok söz ederlerse o kadar iyi. Her gün ırktan ve kimlikten konuşsunlar”[13] demesi boşuna değildi.

Sınıf… Ama Nasıl?

“Sınıf siyasete geri döndü!” demişti Mısır kökenli Avustralyalı siyaset bilimci Waleed Aly 2016’da; “ve bunu görmezden gelerek kendimizi tehlikeye atıyoruz.”[14]

Neo-faşizmin yükselişi karşısında kimlik politikalarının yetersizliğini gören, kitlelerin yıkıcı iktisadî eşitsizlikler karşısındaki hoşnutsuzluklarının sağ politikalarca nasıl manipüle edildiğini fark eden “ana akım sol”un (ABD’de Demokrat Partili liberaller, Batı Avrupa’da sosyal demokrat partiler) en azından bir bölümü açısından “sınıfa dönüş”, çubuğu bu kez tümüyle tersine bükerek emekçilerin neo-faşizan akımlar tarafından okşanan gururlarını rencide etmeyecek bir “işçi dalkavukluğu”na teslim olmak anlamına gelmektedir. İşçi sınıfını türdeş (beyaz, milli, erkek) bir “bütün” olarak kurgulayıp farklılık iddialarına karşı düşmanca bir tutum almak… “Birçok âlim ve siyasetçi için sınıfı tartışmak, neredeyse tanımı itibariyle, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ya da diğer tahakküm biçimlerine karşı mücadelelerin meşruluğunu reddetmek anlamına gelmektedir,” diyor Sparrow. “Bize bunların en iyi olasılıkla sınıfın yaslandığı iktisadî buyrultuları perdeleme, en kötü olasılıkla da emeğin dürüst evlatlarını ilerici politikalardan uzaklaştırmaya yönelik politikalar olduğunu söylüyorlar.”[15]

Oysa “sınıf”ı, servet, statü, eğitim, kültürel sermaye vb. terimleriyle tanımlayan Amerikan sosyolojisi çerçevesinde değil de, bireylerin üretim araçları karşısındaki konumlarını temel alan Marksist yaklaşım çerçevesinden tanımlıyorsak, bu durumda iki şeyi kabul etmemiz gerekir:

  1. Bugün dünya nüfusu, üretim araçlarının mülkiyet ve denetimini, dolayısıyla da ulusal ve uluslararası siyasal denetim mekanizmalarını ellerinde tutan küçük bir azınlık ile üretim araçlarından yoksun, geçimini temin edebilmek için işgücünü satmaktan başka hiçbir açarı olmayan devasa bir çoğunluk ekseninde ikiye bölünmüştür: bir başka deyişle kapitalist sınıf ile işçi (emekçi) sınıfı.
  2. Neoliberal kapitalizmin küreselleşmeci eğiliminin üretim süreçlerini uluslararasılaştırması sonucunda, işçi sınıfı da “ulusal” sınırların ötesine geçerek “küreselleşmiş”tir. Bu anlamda Avrupalı sendikalı erkek işçi de, ter atölyesinde çalışan Bangladeşli kadın işçi de, Karadeniz’de tütün toplayan Suriyeli işçi de işçi sınıfının üyeleridir. Bu hâliyle işçi sınıfı, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın büyük bölümünde egemen olan, ortak bir “sınıf kültürü”nü paylaşan, türdeş, örgütlü sınıf görünümünü yitirdi. Bir yandan neoliberal istihdam politikalarının saldırıları (istihdam güvencesinin tasfiyesi, örgütsüzleştirme, taşeronlaştırma, yerinden etme, yarı-zamanlılaştırma, güvencesizleştirme…) bir yandan da üretimin küresel ölçekte yayılması, işçi sınıfını dünya nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunu kapsayan, ama kültürel olarak parçalanmış bir kendiliğe dönüştürdü.

Dünya emekçilerinin çoğu, büyük ölçüde bir avuç çokuluslu şirketle irtibatlı olan sömürü “hâl”ini, kırsaldan yeni kopmuş, genç Güneydoğu Asyalı kadınlar, ekmeklerini çöplüklerden çıkarmaya çalışan göçmen geri dönüşüm işçileri, yan sanayilerde boğaz tokluğuna istihdam edilen Afgan sığınmacı çocuklar, market zincirlerinde tezgâhtar, temizlikçi, çağrı merkezlerinde cevaplayıcı olarak çalışan Hintliler, zengin malikânelerinde dadılık yapan Orta Asyalılar, serbest ticaret bölgelerinde tuvalete gitmemek için altlarına bez bağlayarak çalışmak zorunda bırakılan Latin Amerikalılar olarak yaşıyorlar. Düşmanlarının ortak, çıkarlarının bir olduğunun bilincine varmaları, yani “kendisi için sınıf”a dönüşmeleri çok zor, bu doğru; ama gerçek tam da bu: Düşmanları ortak, çıkarları bir. Ve Martin Luther King Jr.’ın yaşamının son yıllarına doğru vurguladığı gibi, “Ekonomik ve siyasal iktidarın radikal bir yeniden dağıtımı gerçekleşmeden sorunlarımızı çözemeyiz.”[16]

Şu hâlde, Marksist bir sınıf kavrayışı, iki hedefi birden gütmek durumundadır: 1. İşçi sınıfının kültürel çeşitliliğini gözeten “kültürel” stratejiler: “Avrupalı sendikalı erkek işçi ile Bangladeşli kadın ter atölyesi işçisini, Bangladeşli kadının gerçek çıkar, duygu ve gereksinimleri karşısına geleneksel sınıf modelini koyarak bir araya getiremezsiniz. Bunu düşmanlarının ortaklığına ve ardından da kendi çıkarlarının tikelliği ve farklılıklarına seslenerek yapmalısınız.”[17]

Bir başka deyişle, sınıf siyaseti, “kültürel” farklılık ve gereksinimlerin üzerinden atlamamalıdır.

Bu yalnızca sınıf siyasetinin başarısına yönelik bir taktik ya da farklı bileşenlerden oluşan bir sınıfın mensuplarını “hoş tutmaya” yönelik bir “siyaseten doğruluk” söylemi değildir. Bu yaklaşım, kapitalist sınıfın tarihsel olarak kendisini önceleyen tahakküm biçimlerini, kendi çıkarlarını azamileştirmek üzere temellük edip dönüştürmesi, bir başka deyişle, kapitalist sömürünün, sistemin kendisinden önceki sınıflı toplumlardan devraldığı eşitsizlikler üzerine yerleşmesiyle ilişkilidir. “Kent devrimi”nin gerçekleştirdiği kır-kent eşitsizliği olmasa proletarya olmazdı, örneğin. Merkantilist çağın biçimlendirdiği merkez-çevre eşitsizliği olmasa, kapitalist sermaye birikimi mümkün olmazdı. Sınıflı toplumların mirası kadın-erkek eşitsizliği ya da sömürgeciliğin mirası ırkçılık olmasa, ucuz emek gücüne erişim imkânı olmazdı vb. vb. Bir başka deyişle “kimlik” iddialarına temel olan eşitsizlik ve tahakküm biçimleri, -farklı görünümler alsalar da- kapitalizmin sürdürülebilmesi açısından zorunlu eşitsizliklerdir. Bu nedenledir ki, sömürüden kurtulmak ve tahakkümlerden özgürleşmek, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisi madunlarının sermaye egemenliğine karşı ortak mücadelesini gerektirir. Bu mücadeleyi yürütecek siyasal organ ise ezilenler-sömürülenler gövdesinin çeşitliliğini bir an olsun gözden kaçırmamalıdır…

  1. Marksist sınıf kavrayışının gütmek durumunda olduğu ikinci hedef ise, “iktidar”dır. Çünkü bugün iktisadî ve siyasal iktidar tarihte görülmemiş ölçüde iç içe geçmiş ve yine görülmedik boyutlarda yoğunlaşmıştır. Neoliberal kapitalizm, tüm küresel finansı, askerî-sınai kompleksi, emek gücünü, doğal kaynakları, bir avuç çokuluslu şirketin hizmetine tahsis ederken emekçilere parçalılığı, örgütsüzlüğü, bireyciliği va’zetmekte. Oysa yüzde 1’in toplam servetinin geride kalan yüzde 99’un servetinin iki katına ulaştığı bir dünyada, yaşam ancak “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”yle sürdürülebilirleşecektir. Bu ise, yalnızca emekçilerin, ezilenlerin iktidarıyla gerçekleşebilir.

Vurgulamaya gerek var mı, “Yeni Sol” on yıllardır “iktidarı ele geçirme” perspektifinin demodeliğini, otoriterliğini, bürokratikliğini, erkek egemenliğini ve “çağdaş” bir muhalif olarak yaftalanmak istemeyeceğiniz daha bir sürü vasfını sıralayarak bizi hem emeğimize hem de yaşamımıza tasallut eden küresel kapitalizm karşısında silahsız bırakıyor.

1990’lı yıllardan beri John Holloway’in “İktidarı almadan dünyayı değiştirin!” çağrısında[18] somutlanan mesaja kulak veren yüzlerce irili ufaklı ayaklanma, binlerce “toplumsal hareket” geride pek fazla iz bırakmadan sönümlendi gitti… Bir kısmı “sol” içi kliyantel aygıtlara dönüşüp yeni müzmin muhalifleri anaakıma eklemleyecek kanallar oluşturdular, bazıları rejim tarafından çevrelenerek unutuluşa terk edildi. Bhaskar Sunkara, örneğin, Zapatista ayaklanmasından 20 yıl sonra, ayaklanma merkezi Chiapas’ı şöyle betimliyor. “Neredeyse yirmi yıllık devrimci sürecin ardından Chiapas imgelemin davet ettiği kurtarılmış cennet olmanın çok uzağında, derinlemesine yoksulluğun süregittiği, gösterilecek pek fazla şeyi olmayan bir bölge. Okur-yazar olmayanların oranı yüzde 20’lerin üzerinde ve su, elektrik ve kanalizasyon gibi temel kamu hizmetleri lüks sayılıyor. Bebek ölümleri ulusal ortalamanın iki katı. Kuşaklar boyu süren yoksulluğu bir çırpıda yok edemedikleri için Zapatistaları suçlamak absürd olur, ama onların yurtdışındaki (Kuzey Amerika ve Avrupalı -b.n.) ayrıcalıklı destekçilerinin Chiapas’taki maddî koşullara daha çok, ‘direniş’i cezbetmek için dizüstü bilgisayarlarını kullanmadaki yenilikçi tarzlarına daha az dikkat etmelerini istemek çok mu abartılı olur?”[19]

Yoksulluğu ortadan kaldırmak, eşitliği tesis etmek, dünyayı değiştirmek, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisinin kökünü kazımak, yerküreyi insanlarının özgürce ve eşit ilişkiler içinde yaşayabileceği bir ütopyaya dönüştürmek… bunların tümü, ancak “sınıf” ve iktidar” kavramları çerçevesinde düşünüldüğü ve eyleme geçirildiği ölçüde gerçeklik kazanabilecek tasavvurlardır…

1917 Ekimi’ndeki Bolşevik Devrimi’nin bizlere unutturmaya çalıştıkları en önemli dersi, kanımca budur. Bu bağlamda, V. İ. Lenin’in, “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler -hepsi- yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak,”[20] sözlerini çok iyi bellemek durumundayız… o

19 Ekim 2021, İstanbul.

*: Sibel Özbudun’un bu yazısı 7 Kasım 2021 tarihinde “Gelmekte Olan Devrimdir” etkinliğimizde de sunulmuştur. Etkinliğimizin tam kaydını buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.

[1]    Theodor Adorno.

[2]    Sibel Özbudun, “Yeni toplumsal hareketler ne kadar ‘yeni’?” Kaldıraç, sayı 197, Aralık 2017, ss. 94-100.

[3]    Oya Çitçi, “Yeni Siyaset: Neoliberalizm ve Post-Modernizmin Siyasal Projesi”, YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. I, No. 2, (Ekim 2008)

[4]    “Bugün dünyayı düşündüğümüzde, toplumsal yaşamın en dinamik temsili ne iyimsel işlevselcilik, ne kötümser yapısal Marksizm ne de toplumsal eylemin stratejik kavranılışı değil, kimlik ve cemaat çağrısıdır.” (Alaine Touraine, “An Introduction to the Study of Social Movements” Social Research, C. 52, No. 4, (Kış 1985), s. 769.

[5]    Mark Lilla, “How the modern addiction to identity politics has fractured the left”, New Statesman, 18 Eylül 2017. https://www.newstatesman.com/uncategorized/2017/09/how-modern-addiction-identity-politics-has-fractured-left

[6]    Mary Davis, “After Brexit #5 Class Politics vs Identity Politics: The Choice for Labour”, https://www.thefullbrexit.com/class-politics-vs-identity-politics.

[7]    Rashmee Kumar, “Politics have divided the left: An Interview with Asad Haider”, https://theintercept.com/2018/05/27/identity-politics-book-asad-haider/

[8]    Mark Lilla, “How the modern addiction to identity politics has fractured the left”, New Statesman, 18 Eylül 2017. https://www.newstatesman.com/uncategorized/2017/09/how-modern-addiction-identity-politics-has-fractured-left

[9]    Emma Dawson, “Left’s identity politics crisis a progressive problem”, 20 Eylül 2021, https://www.smh.com.au/national/left-s-identity-politics-crisis-a-progressive-problem-20210918-p58suc.html

[10]  Laura Duggan,”Identity and class”, Socialist Voice, 9 Mayıs 2019, https://socialistvoice.ie/2019/05/ identity-and-class/

[11]  Bhaskar Sunkara, “Why We Loved the Zapatistas”, The Jacobin, 01.01.2011. https://jacobinmag.com/2011/01/why-we-loved-the-zapatistas

[12]  “(…) Sağcı popülizm kimlik araçlarını seçim şansını güçlendirmek için etkin biçimde kullanmaktadır. Kimliğin sağcı popülist kullanımı, dargörüşlü bir kimlik bilincinin öznel katılaşması ve ardından ‘güçsüzlerin güçsüzler olarak zaferi’ni ilan eden bir yaralanmışlık ya da mağduriyet politikası olarak kurgulanmasından oluşur. (…) Günümüz koşullarında sağcı popülizm, kimliği neoliberal şirketleşme ve cemaatlerin çözülmesi deneyimini boş bir biçimde kültürelleştirerek ve travmatize ederek sentetik bir biçimde sınıftan ayırmıştır. Kültürel yaralar üzerine bu vurgu, neoliberalizme duyulan antipatinin ‘dışlanmış öteki’ne yöneltildiği antagonistik bir sınırın yaratılmasına yol açtı. Bunun sonucu, özselleştirilmiş kimlikler ahlaksallaştırılmış bir intikam politikasına girişme amacıyla katılaştırılıp dibe çökeltildi. Kimliklerin özselleşmesine ve çökelmesine yol açan, sınıfın gizlenmesiydi.” (Yanis Iqbal, “Neoliberalism, Identity and Class: A Theoretical Reconsideration”, https://www.hamptonthink.org/read/neoliberalism-identity-and-class-a-theoretical-reconsideration).

[13]  Sheri Berman, “Why identity politics benefits the right more than the left”, The Guardian, 14 Temmuz 2018, https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/jul/14/identity-politics-right-left-trump-racism. Bunun karşısında ise, “Büyük bankaları yarın kapatsak… bu ırkçılığı sona erdirir mi? Cinsiyetçiliği sona erdirir mi? LGBTİ topluluğuna karşı ayırımcılığa son verir mi? İnsanların göçmenlere karşı daha hoşgörülü olmalarını sağlar mı?” diyen Hillary Clinton aymazlığı vardı… (Paul Heideman, “Class rules everythin around me, Jacobin, https://jacobinmag.com/2019/05/working-class-structure-oppression-capitalist-identity).

[14]  Jeff Sparrow, “Class and identity politics are not mutually exclusive. The left should use this to its benefit”, The Guardian, 17 Kasım 2016, https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/nov/18/class-and-identity-politics-are-not-mutually-exclusive-the-left-should-use-this-to-its-benefit.

[15]  Jeff Sparrow, a.y.

[16]  akt.: Paul Heideman, “Class rules everything around me”, Jacobin, Mayıs 2015, https://jacobinmag.com/2019/05/working-class-structure-oppression-capitalist-identity

[17]  Roy Bhaskar, “Critical Realism and the Left”, From Science to Emancipation: Alienation and the Actuality of Enlightenment, Londra, Routledge, 2012.

[18]  John Holloway, Change the World Without Taking Power, Pluto Press, 2002.

[19]  Bhaskar Sunkara, “Why We Loved the Zapatistas”, The Jacobin, 01.01.2011. https://jacobinmag.com/2011/01/why-we-loved-the-zapatistas

[20]  V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol. Yay., 1993: 230-31.

İşçi sınıfı ve ekonomi-politik / Özgür Demirci

Toplumda sınıflar nesnel olarak vardırlar. Sınıf bilinci, kendiliğinden sınıf olmanın aşılarak, kendisi için sınıf olmanın bilince çıkmasıdır. Bu bilince çıkma, mutlaka sınıfın siyasal örgütü ile birlikte gerçekleşir. Burjuva sınıfın örgütü onun devleti iken, işçi sınıfının örgütü onun devrimci partisidir. İşçi sınıfı kendi örgütlülüğünden uzak kaldığı sürece, kendisi için sınıf hâline gelemeyecektir. Kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda harekete geçemeyecek ve kendi aslolan gündemini oluşturup bu yönde yürüyemeyecektir.

Karl Marx’ın Kapital’inin ilk yayınlanışının üzerinden 154 yıl geçti. İşçi sınıfı bu süre boyunca pek çok yenilgi ve zafer elde etti, ancak elde ettiği zaferler sosyalizmin dünya coğrafyasının bütününe yayılmasına yetmedi. Bazı yenilgi dönemleri ise hem işçi sınıfının örgütlenmelerinin tasfiyesi hem de bu sebeple bir hafıza kaybı oldu. Bu hafıza kaybı belki Marksist ekonomi-politik için daha fazla geçerlidir.

Gerçekten de tekelci polis devletinin bir işçinin kafasına vururken kullandığı cop o işçi için ne kadar anlaşılır ise, tekelci kapitalizmin işçinin cebini boşaltırken kullandığı finansal aygıtlar bir o kadar anlaşılmaz gözükebilmektedir. Ancak bu anlaşılmazlığın kaynağı, konunun karmaşıklığı mıdır yoksa devrimci işçilerin ekonomi-politikten uzak tutulmaya karşı örtük kabulü müdür? Kanımca bu soru kalıcı olarak akıllarda kalmalıdır.

Tekelci kapitalizm dünya ölçeğinde ideolojik, siyasi ve ekonomik örgütlenmelere sahiptir. Bu bütünün eksik kavranması, mücadelede sığlık, manevra yeteneği kaybı vb. zaaflar olarak kendini ortaya koyuyor. Her kriz döneminde, sendikal mücadelede “Krizin faturasını biz ödemeyeceğiz!” sloganları yükselse de, her seferinde krizin faturasının işçi sınıfı tarafından ödenmesi tesadüf değildir. Kavrayışta derinlik sağlanamadığı sürece, mücadelede zenginlik sağlanamıyor.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun, 2018 Kasım ayında “Krize Karşı Emeğin Haklarını Savunmak İçin” isimli kriz özel sayısı olarak yayınladığı bildiride

“Her ekonomik kriz bir karar aşamasıdır ve bugün verilecek kararın temel sorusu şudur: Kriz karşısında işçiler, kamu emekçileri, işsizler, gençler, kadınlar, emekliler, köylüler, yoksullar mı korunacak; yoksa şirketler, bankalar, patronlar mı korunacak? Krizin bedelini emeğiyle bu ülkenin değerlerini yaratan yüzde 99 mu, yoksa krizi yaratan yüzde 1 mi ödeyecek?” deniyor.

Devam eden bildiride aşağıdaki talepler sıralanıyor:

“1- Tüm ücretler hemen arttırılsın

2- Toplu işten çıkartmalar yasaklansın, işsizlik fonu işsizler için kullanılsın

3- Kamusal mal ve hizmetlere yapılan zamlar geri alınsın

4- Vergi adaleti sağlansın

5- Kredi borç faaliyetleri silinsin

6- Kıdem tazminatıma dokunma.”

Öncelikle ekonomik krizin, deprem gibi, sel gibi, doğal bir afet olmadığını belirterek başlamamız gerekir. Kriz ansızın başa gelen bir şey değil, öngörülebilir bir gelişmedir ve taammüden gerçekleşir. Bu sebeple hiçbir taraf bir kriz sonrasında, yeni bir karar almak durumunda değildir. Bütün kararlar ve tercihler krizin öncesinde zaten verilmiştir. Diğer yandan sıralanan taleplerin muhatabının bildiride açık olarak verilmemesine karşın, aslında kendisinden tarafsızlık beklenen devlet olarak öne çıkartıldığı ve devletin bu konuda karar vermesi istendiği anlaşılıyor.

Mücadele, kendi iradenin karşı tarafa çeşitli yol ve araçlar ile kabul ettirilmesi ise, bildiride alınan tutumun mücadele kavramını zorladığını düşünüyoruz. Alınan tutum irade olarak değil, bir çeşit niyetler ve dilekler silsilesi olarak kendini ortaya koyuyor. Tüm toplumsal zenginliği kendi emeği ile yaratmış olan işçi sınıfı, kendi gücünü, kendi iradesini ancak bu kadar inkâr edebilir.

Gerçekten de 2018’de topluma ve işçi sınıfına verilen cevap “teğet geçti” olmuştur. Ama zaten “acı reçete”, “kemer sıkmak”, “aynı gemide olmak”, “yatırımcı olmadan, istihdam olmaz”, “sistem yıkılırsa, herkes altında kalır” vb. Bu cevapların her biri ikna edici olacaktır. Çünkü bu sözleri söyleyen tekelci polis devletinin, isterseniz burjuva devlet de diyebilirsiniz, burjuvazi adına ortaya koyduğu bir irade vardır.

Bir sendika devrimi örgütlemekle elbette yükümlü değildir elbet. Ancak devletin ne olduğunu, işçi sınıfının kurtuluşunun ve nihaî çıkarlarının ne olduğunu yok saymak ya da unutmak zorunda da değildir. Unutmak diyorum, çünkü aşağıda yer alan alıntı ile devam etmek istiyorum.

Bu alıntı Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu 6 Ağustos 1978 tarihli aylık yayın 44. sayıdan.

“BUHRANDAN EGEMEN SINIFLAR KADAR ‘UZLAŞMACILAR’ DA SORUMLUDUR.

“TÜRK-İŞ günümüzde de, ekonomik buhranı en büyük boyutlarda yaşayan Türkiye’nin buhrandan çıkması gibi, ilk bakışta haklı görünen bir gerekçe ile işçi sınıfının çıkarlarını hükümet ile yapılan görüşmede feda etmeye kalkışmıştır. Bu, TÜRK-İŞ’in öteden beri sürdürdüğü ilişkilerin gelenekleşmiş bir biçimidir. Bu gelenek aracılığıyla, TÜRK-İŞ, Türkiye işçi sınıfı mücadelesini egemen sınıflara peşkeş çekmiş ve ‘partiler üstü politikacılık’ yutturmacasıyla işçi sınıfını politika dışında tutarak, bu düzenin bu hale gelmesinde, buhrana girmesinde, en az egemen sınıflar kadar ve siyasal iktidarlar kadar sorumlu hale düşmüştür.

“DİSK SORUNLARA BİLİMSEL OLARAK YAKLAŞIR.

“Şimdi TÜRK-İŞ yönetimi, uzlaşmacılık yaparak kendisinin de sorumlu olduğu Türkiye ekonomisinin dar boğazdan çıkması için, egemen sınıflarla birlikte çabalamaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin istediği doğrultuda davranarak, Türkiye işçi sınıfına ve emekçi halka buhranın yükünü yıkmaya çalışmaktadır.”

Durumu neden hafıza kaybı olarak adlandırdığımız anlaşılmıştır. Asıl sorun mücadelede oluşan kesiklikler, yitirilen mevziler değildir. Asıl sorun işçi sınıfının mücadele edeceği silahları, kendi eliyle toprağa gömmesidir.

Bu silahların en güçlüsü elbette bilimdir, Marksizmdir. Yaklaşık 155 yıl önce Kapital yazılırken ortaya konan çaba düşünüldüğünde, onu anlamak için gösterilen çabanın azlığı, gerçekten de silahlarını kendi ellerinle toprağa gömmenin bir örneğini ortaya koyuyor.

Tekelci kapitalizm uluslararası bir örgütlenmedir ve işçi sınıfının her üyesi, kendi tarihsel rolünü oynayabilmek için onu kavramakla yükümlüdür. Bu kavrayış eksik kaldığında, meydan boş kalmıyor, hemen dolduruluyor.

Zombi kapitalizm kavramı, ilk olarak Tony Blair’in İngiliz İşçi Partisi’ne sadık ve onun önde bir üyesi olan Chris Harman tarafından ortaya konuyor. Kitabın yayınlanmasından sonra bir söyleşide aşağıdaki açıklamayı yapıyor:

“Bazı yorumcular, bankacılık sisteminin ele geçirdiği ve etrafındaki her şeyi olumsuz etkilediği bir durumu tanımlamak için ‘zombi bankaları’ terimini kullanıyor.

“Bir zombi bankası değersizdir, ancak devlet desteği nedeniyle çalışmaya devam eder. Yani ölülerin yaşayanlar üzerinde korkunç bir etkisi var.

“Sistemi bir bütün olarak tanımlamak için ‘zombi kapitalizmi’ terimini kullanmanın uygun olduğunu düşündüm.”

İnsan aklına, Chris Harman kitabının ismini çarpıcı olsun diye Zombi Kapitalizm koydu düşüncesini getirmeden edemiyor. Ama hikâye Avrupa’dan geliyor ve bizim okur yazar takımımız Avrupa sever.

Aşağıdaki alıntı Mustafa Durmuş’un “Faiz ve döviz kuru: Zombi kapitalizmin ayak izleri” makalesinden.

“İkinci Dünya Savaşı sonrası adına tarihsel sırayla; ‘Düzenlenmiş Kapitalizm’, 1980’lerden itibaren ‘Neo-liberalizm’, 2000’li yıllardan bu yana ‘Felaket Kapitalizmi’, ‘Rantçı Kapitalizm’, ‘Ahbap-Çavuş-Akraba Kapitalizmi’, askeri özel sanayi karması biçimindeki savaş sanayine dayalı ölüm, öldürmek ya da ölümden türetilen kârlardan beslenen anlamında ‘Nekro Kapitalizm’ denilen kapitalizmin bir özelliği daha belirginleşiyor: Zombileşme. Ekonomi, toplum, piyasalar, işletmeler, şirketler zombileşiyor.”

Sayın Mustafa Durmuş bizi bağışlasın, ama bir konu ancak bu kadar anlaşılmaz kılınabilir. Bir konuyu, bir şeylere benzeterek tarif etmek ile ilgili pek çok fıkra vardır. Temel Afrika’dan döndükten sonra, gördüğü bütün hayvanları, köydeki eşeğe benzeterek anlatmaya başlar. Zebra ile başlangıç aslında gayet iyidir. Temel zebraya, çizgili eşek dediğinde herkes anlamıştır. Ancak zürafa, fil derken, konu yılana geldiğinde artık her şey sarpa sarar.

Bir şeyi, bir başka şeye benzeterek, kıyaslayarak açıklamaya çalışan günlük bilinç, ekonomi-politiği anlamanın önünde engeldir. Günlük bakışta örüntü değil görüntü öne çıkar. Bu ise konuyu tamamen anlaşılmaz kılar ve bu anlamda kişiyi hareketsiz kılar. Kapitalist bir toplum birbiri ile uzlaşmaz çıkarlara sahip iki karşıt sınıfın birlikteliğinden oluşur. Bu iki sınıfın arasındaki çelişkinin bir başka aşamaya geçerek ortadan kalkmasına dek, bir arada yaşam, zorunlu olarak kendini dayatır. Ancak bu bir arada yaşam, hâkim olan sınıfın belirleyiciliği altında şekillenir. Bu durum, sınıflar arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmak bir kenara, tersine mevcut egemenliğin ezilen sınıf üzerindeki kalıcılığını temel alır.

Ekonomik, siyasi ve ideolojik alanda hâkim olan sınıf ile ezilen sınıfın çatışması farklı biçimlerde kendini sürekli su yüzüne vurur. İster tekelci kapitalizmin uluslararası örgütlenmesi konu olsun, isterse de ekonomik kriz ile birlikte işçi sınıfına ödetilen bedeller konu olsun, bu konu ele alınırken dahi, sınıf savaşımı devam etmektedir. Bu savaş bir yandan günlük bilinç ile sınıfın kendi bağımsız bilinci, gündemi ve rotası arasındaki savaştır. Diğer taraftan bu, bilim ile pragmatizmin savaşı, diyalektik materyalizm ile idealizmin savaşıdır. Gerçekten de metotsuz bilim olmaz, olamıyor. Olursa da işte çizgili eşeği anlatıyor, yılanı anlatamıyor.

Günlük bilinç yani ortalama ve vasat olan, egemen sınıfın ideolojik belirleyiciliği altında şekillenir. Bu, bir yandan gizli örgütlerin, locaların, lobilerin her şeyi ince ince ve alttan alta yürüttüğünü, görünmez düşmanlarla mücadele etmenin tek yolunun kayıtsız, şartsız bir birlik olduğunu, “güçlü devlet, güçlü ekonomi” ile bu görünmez düşmanları dize getirmenin mümkün olduğu gibi “yerli ve milli” bir yorum anlamına gelebilir. Biraz daha solda kalanlar için, kapitalizmin doğru işletilmeyerek, belirli sakatlıklar ürettiği ama bu sakatlıkların tedavisinin yine işçi sınıfının sırtına yüklenmek zorunda olduğu, çünkü batırılamayacak kadar büyüklerin batması durumunda herkesin enkaz altında kalacağını vaaz ederler.

İşçi sınıfının zihinsel köleliğinden kurtuluşu, burjuvazi tarafından kendine vaaz edilenden kopuşu ile mümkün olacaktır. Bu ise kendi gündemini oluşturma ve ideolojik alanda burjuva sınıf ile hesaplaşmanın ortaya konması ile mümkündür.

Boğaziçi Direnişi: Fakülte fakülte örgütlenmeye!

Boğaziçi Direnişi üç yüzüncü gününü aştı. Altı aya kalmaz eylemler biter diyen Melih Bulu direnişin ısrarcı tutumu ile görevden alınırken, yerine atanan Naci İnci koltuğuna oturduğu ilk günden itibaren akademisyen ve öğrencilere saldırılarını yoğunlaştırarak rüştünü ispat etmeye çalışıyor.

Saray’la direnişçi öğrenciler arasında sıkışan İnci’nin korkusu uykularını kaçırıyor olacak ki, polis ve özel güvenlik güçlerinin koruma ağına güvenmiyor, direnişçi öğrenciler hakkında 6284’e dayanarak mahkeme kararı çıkarttırıyor. Bu ne telâş, bu ne korku! Oysa Soylu, İnci’nin atanmasından önce kendisini arayıp garanti vermiş olmalıdır. Eğer Soylu “kılına zarar veremezler” demediyse üzülürüz. İnci’nin, Soylu’nun gözünde Bulu kadar değeri yok demektir.

Kıymetli Bulu öyle miydi? Eylemlerin ilk günlerinde “kayyumluk binası” Bulu’nun düşman gördüğü öğrenciler tarafından kuşatıldığında kendisi hemen Saray’ı aramış, Saray efendileri “adamımızı almaya cüret ediyorlar” diyerek polis ordusunu kampüse göndermişti.

Ama İnci ne oldu, nasıl olduysa bir anda direnişçi öğrencilerin arasında kaldı. Çok korkmuş olmalı. Merak ediyoruz o an, o arabanın içinde neler yaşandı? İnci de Bulu gibi Soylu’yu aradı mı? Soylu imdat çağrılarını nasıl karşıladı? “Akşama hepsini tutuklatırım merak etme” mi dedi? Yoksa bilcümle Saray erkânı ve kayyum rektör İnci, direnişin ivmesinin azaldığını düşünüp koruma önlemlerini gevşetti de bir anda biz aracın etrafını sardığımızda panikle aklına gelen ilk duayı mı okumaya başladı?

İnci duymuş mudur, görmüş müdür bilmiyoruz ama Gezi’de İstiklal sokaklarında “Korkma la biziz halk” yazıyordu. Duymadıysa, görmediyse yaşayarak tecrübe etmiş oldu. Şimdi biz, bu duvar yazılamasından hareketle aynı sloganı tekrar ediyoruz: Korkmayın hocam, biziz biz öğrenciler. Merak etmeyin sizinle kişisel bir husumetimiz yok, biz üzerinde karabasan gibi çöktüğünüz üniversitelerin özgürlüğüyle ilgiliyiz. Sizi de bunu elimizden almakla meşgul gördüğümüz için muhatap alıp karşınıza çıktık. Aslında üç yüz gündür karşınızdayız ama henüz bunu anlamadınız. Hâlbuki siz daha önce çadırımızı ziyaret ettiğinizde taleplerimiz karşısında tek bir kelime dahi etmemeyi değil de meramımıza kulak vermeyi seçseydiniz belki elinize kalan bu ihaleyi kabul etmeyecek, bilmem kaç yıldır emek verdiğiniz “akademik kariyerinizin” de içine etmemiş olacaktınız. Ama siz Saray’ı seçtiniz.

Sizinle işimiz bitti sanmayın, daha yeni başlıyoruz.

Elbet başladığımız işi bitireceğiz. İnci de Bulu gibi bir gece yarısı gelen kararnameyle ya da öğrenciler arkasında kendi önde Âşiyan yokuşundan ardına baka baka inecek, üniversiteyi terk edecek. Devamında ise özgür bir üniversite inşa etmek için kolları sıvayacağız.

Bu nedenle İnci’yle olan muhabbetimize burada bir es vererek direniş ve öğrenci hareketinin bütününe ilişkin görüş ve önerilerimize geçmeliyiz.

Direniş en büyük öğretmendir.

Direnerek geçen üç yüz gün aynı zamanda neyin doğru neyin yanlış yapıldığını görme fırsatı sunmaktadır. Sürecin bütünü incelendiğinde eksik bıraktığımız veya sonuca ulaşmamızın önünde engel teşkil eden ne varsa kaynağı örgütsüz ve dağınık bir hareketin örgütleniyor olmasıdır. Bu nedenle direnişin en temel ihtiyacı tüm öğrencileri kapsayan kitlesel bir öğrenci örgütlenmesinin kurulmasıdır.

Öyle ki, direniş, Boğaziçi başta olmak üzere gücünü dayanışma forumlarına katılan binlerce öğrencinin renginden, yaratıcılığından, neşesi ve öfkesinden alarak bugüne geldi. Üç yüz gün uzun bir süre olmasına rağmen, inişli çıkışlı dönemler yaşayarak direniş devam etti. Ne zaman direniş ileri çıktı, ivmelendi gördük ki bunu besleyen iki etken var.

Bunların ilki harekete geçen tüm öğrencilerin örgütlenen işlerde karar alma süreçlerine aktif katılım gösterebildiği forum vb. mekanizmaların işletilmiş olmasıdır.

İkincisi ise devletin çizdiği sınırla hareket etmek yerine cüretkâr ve sürece önderlik etme iradesi taşıyan eylemlerin örgütlenmesidir.

Bu iki etken devreden çıktığı ya da etkisiz kaldığı her süreçte direniş ivme kaybetmiştir. Bu iki nokta belirleyici iken, en temel ihtiyaç, harekete geçen tüm güçleri kapsayan kitlesel bir öğrenci örgütlenmesinin kurulmasıdır.

Çünkü örgütlenme deneyim biriktirme demektir.

Çünkü örgütlenme önderlik etme gücü taşır.

Çünkü örgütlenme katılım, özneleşme, müdahil olma, yönetme iradesi ortaya koyma ve en nihayetinde özgürleşme demektir. Bu niteliği taşıyan bir öğrenci örgütlenmesi geliştirmek, direnişin öncelikli gündemleri arasında olmalıdır. Bir sonuç alınacaksa, bir örgütlenmesinin varlığı alınacak sonucun kaderini belirleyecektir.

Kurulacak örgütlenmenin adı meclis ya da dayanışma olabilir, isim önemli değildir. Biz yazının devamında kolaylık olması açısından dayanışma/meclis (D/M) şeklinde ifade edeceğiz.

Böylesi bir kitlesel öğrenci örgütünün karar mekanizması fakülte temelinde örgütlenen forumlardır. Fakülte D/M’lerinin bir araya geldiği bir üst kurul olmalıdır. D/M üniversite içinde aktif çalışan inisiyatifler, kulüpler, devrimci öğrenci örgütlerinin vb. alternatifi değil; tüm öznelerin birlikte hareket etme, tartışma ve karar alma süreçlerini en geniş zeminde örgütleme aracıdır. Fakülte D/M temsilcisinin temsil yetkisi forumda ortaklaşılabilen kararla sınırlı olmalıdır. Üst kurul ise sadece bir koordinasyon mekanizması olarak işlememeli, üst kurulda ortaklaşılan eylem ya da politika hattını temsilciler üzerinden fakülte örgütlenmesine önerebilmelidir. Fakülte D/M’leri üst kurul kararlarına katılmama hakkına sahip olmalıdır, bununla birlikte üniversite D/M’inin tüm öğrencilerin birlikte hareket etme iradesinin maddî sonucu olduğu gerçeğiyle ortak zeminde hareket etme ilkesini önemsemelidir. Çalışma grupları, komisyonlar vb. fakülte temelinde örgütlenen forumlara bağlı pratik ihtiyaçlar için kurulmuş organlar olabilir. Onlar adına karar almamalı, onların aldığı kararları örgütlemek için bir araya gelen gönüllü öğrencilerin oluşturduğu araçlar olarak ele alınmalıdır. D/M dışında kalan inisiyatif vb. kitle örgütlenmeleri yine birlikte hareket etme ihtiyacı doğrultusunda üst kurul toplantısına katılma ve görüş beyan etme hakkına sahip olmalıdır.

Buraya kadar tarif edilenler her öğrencinin, sunduğu kadarıyla katkısını alabilmek, sürece ya da tekil bir eyleme ilişkin görüş ve önerileri örgütlemesinin önündeki engelleri kaldırmak adına yürütülen tartışmanın bir özeti, taslak niteliğinde bir işleyiş modelidir. Elbette Boğaziçi’nde yaşanan süreçler göz önünde tutularak kaleme alınmıştır ancak mevcut tüm dayanışmalar için de geçerlidir.

Peki bunu başarmak mümkün müdür? Biz mümkün olduğunu görüyoruz. Dahası, ancak böylesi bir örgütlenme ile üniversitelerin İnci ve benzerlerinden temizleneceğini, ancak böylesi bir örgütlenme ile öğrencilerin barınma, ulaşım, beslenme vb. sorunlarının çözüleceğini, ancak böylesi bir örgütlenme ile üniversitelerin özgürleştirilebileceğini düşünüyoruz.

Tüm direnişçi öğrencileri dayanışma/meclisleri büyütmeye; kitlesel, merkezî bir öğrenci örgütünü örgütlemeye çağırıyoruz.

Direniş öğretiyor, öğrenmek aklı açıyor, aklı açılmış olanlar güzelleşiyor

Direniş, ülkenin her alanından, kendine has bir yolla, şaha kalkmadan, ısrarla gelişiyor.

Karşısında tüm devlet mekanizması, tüm araçları ile savunmadadır. Devlet, TOMA’ları, plastik mermileri, copları ile tüm güçlerini karşısına yığdığı direnişi durduramıyor. Yalanları, karanlık pompalayan aygıtları ile Saray basını, eskisi gibi etkili olamıyor. Direniş, bir yolunu buluyor ve yaratılan karanlığı, sis perdesini parçalıyor.

Gezi ruhu, egemenlerin kâbuslarında da canlıdır, ama esas olarak, işçi ve emekçilerin, öğrencilerin ve kadınların direnişlerinde yaşıyor.

Kâğıt toplayıcısı işçilerin direnişi, karanlığı delerek tüm toplumun gündemi hâline geldi.

Bugüne kadar yanlarından geçerken kimsenin görmediği, görmek istemediği, aşağılayarak bakmanın binbir yolu ile davrandığı kâğıt işçileri, onurlu bir direnişle, biz de varız, dediler.

Aslında amaçları sadece ve sadece kendi ekmeklerine, kendi işlerine, kendi yaşamlarına sahip çıkmaktı.

Bugüne kadar, örgütlü sendikalı işçilerin dahi görmediği, gizlice aşağıladığı kâğıt işçileri, hem kendilerine saygılarını bir kere daha kazandılar hem de işçi sınıfının bir parçası olduklarını ortaya koydular. Artık, fabrika işçisi, kendisini daha avantajlı saydığı bu en alttaki kâğıt toplayıcısı işçilerin eylemi sayesinde, bir utançtan daha kurtulma olanağına kavuştu.

Artık, her fabrika işçisi, büyük, tekerlekli çuvalların arkasındaki bu işçilerin gözlerine, kardeşlerinin gözlerine bakar gibi bakmalıdır, bunun olanağı vardır. Artık onların iş aletlerine, “tanımsız araç” diyen trafik polisleri onların da kendisi gibi bir emekçi olduğunu anlama şansına sahiptir. Artık, onların da elleri olduğu, artık onların da insan olduğu fikrine sıcak bakabilir toplum. İçlerinde öğretmenler var ve konuyu son derece çarpıcı tarzda ortaya koyuyorlar.

Okur yazar takımı (OYT), kendinden duyduğu utancı onlara bakarken bir aşağılamaya çevirme hâline son verebilir. Ekonomi-politik anlatıyorlar: Ambalajları içlerindeki ürünlerden pahalı olan malların satılıyor olmasının yarattığı kirliliğin, kendi işlerinin kaynağı olduğunu söylüyorlar. Ambalaja girmiş yaşamları deşifre ediyorlar. Meta fetişizmini, onların bu sözleri ile bir çırpıda öğrenmek ve anlamak, OYT için ağır da olsa bir şans olmalıdır, insanlaşma şansı. Öyle yollara atılmış sigara izmaritlerinin yarattığı kirliliğe takılıp kalmak yetmez, kapitalizmin kendisi, meta fetişizminin kendisi, tümden atık üretmektedir. Ambalajları nedeni ile albenisi olan ve OYT’nin raflarda ilgisini çekmeyi başaran güzelim ürünlerin, aslında büyük bir kirlilik olduğunu ortaya koyuyorlar. O kadar ki, Saray Rejimi burada yeni bir rant görmektedir ve katı atık toplayıcısı olan bu işçilerin işlerini ve örgütlenmelerini yok etmek istiyorlar. Tekeller, bu alana el atıyor.

Cola içerken, OYT, anlıyor olmalıdır ki, colanın ambalajı içindekinden daha pahalıdır. Bu albenisi yüksek ambalajların, meta fetişizminin tüketici hâline getirmiş olduğu insanın, ne kadar akıldan yoksun olduğunu göstermiş oluyorlar.

Bir direniştir. Ve öğreticidir.

Direniş öğretiyor.

Öğrenmek aklı açıyor, OYT için söyleyelim direnişle öğrenmek IQ’yu yükseltiyor. Teste gidin göreceksiniz.

Aklı açılmış insan, aklı açılmış direnişçi, güzelleşmiş insan demek oluyor.

Öğrencilerin yurt sorunu için başlattıkları direniş, hiç de büyük hedefleri olmayan bu direniş, şaşalı konut sektörünün çökmüş olduğunu ortaya koyuyor. Pandemi nasıl ki sağlık sisteminin çökmüş olduğunu gösterdi ise, yurt eylemleri de, aynı biçimde barınma sorununun çökmüş olduğunu göstermiştir.

Ambalajına bakarsanız sağlık sektörü çok iyidir. Otel gibi hastahaneler, otel fiyatlarını 100’e katlayan fiyatlar, içinde insanlığın eserinin kalmadığı güzelim mermerden koridorlar, sağlıktaki çöküşü gizlemeye yarıyordu. Şimdi, herkes, aklı varsa, devlet hastahanelerine yöneliyor.

Milyonlarca liraya satılan evler, konforu ile anlatılan balkonsuz, içinde içilebilir suyu olmayan gözde konutlar, lüks yaşamın işareti olan paketlenmiş konutlar, barınamıyoruz eylemleri ortaya çıkınca, hiç de bir çözümmüş gibi görünmüyor.

Ambalaj parçalanınca, içindeki malın değeri konusunda tartışma başlıyor.

“Bir giysiyi güzel gösteren üzerinde durduğu vücuttur” yerine, meta fetişizmi, “bir insanı güzel gösteren üzerindeki giysidir” sözünü koymayı başardı. Direniş, elbiseleri bir kenara atıyor, giysileri önemsizleştiriyor, insanı tüm güzellikleri ile ortaya koymanın yolunu gösteriyor.

İster kâğıt toplayıcılarının eylemi olsun ister öğrenci eylemleri, ister Mitsuba’daki fiilî işgale dönüşen direniş olsun ister Cargill işçilerinin eylemi olsun, ister kadın eylemleri olsun ister Migros işçilerinin Özilhan’ın villasının önündeki eylemleri olsun, tüm direnişler, tüm eylemler, içindekileri, katılımcılarını eğitiyor. Öğrenen, kalıpları parçalıyor, ambalajları yırtıyor ve bu yolla güzelleşiyor.

İşçilerin, direnişçilerin, tüm ülkeyi sarmakta olan direnişin bugün ana sorunu, birleşik bir güç oluşturmaktır. Bu her direnişin kendi örgütlülüğünü geliştirmenin de yoludur. Birbirinden öğrenmenin yolu, temastır, bir arada olmaktır, ortak mücadeledir.

Daha örgütlü ve daha yaygın bir direnişin yolu: Birleşik emek cephesinde birleşmektir.

Birleşik emek cephesi, hem direnişleri büyütmenin hem ortak iradeyi geliştirmenin hem de örgütlülüğü daha ileri taşımanın yoludur.

Birleşik emek cephesi, işçi sınıfının, iktidarı alma mücadelesini geliştirmenin yoludur. Birleşik emek cephesi, işçi sınıfının bilincinde sıçrama yaratmanın yoludur.

İşçi sınıfı, sistemin önüne koyduğu alternatifleri değil de, kendi alternatifini ortaya koymalı ve örgütlemelidir. Bunun yolu birleşik emek cephesinden geçmektedir.

Tüm direnenleri, tüm devrimcileri, tüm işçileri, kadınları, öğrencileri, birleşik emek cephesi saflarında mücadele etmeye, direnişi yaymaya, direnişi büyütmeye, direnişi daha örgütlü hâle getirmeye çağırıyoruz.

Ekim Devrimi 104. Yılında: Gelmekte olan devrimdir

Tarihte ilk kez, proletarya, iktidarı aldı.

Tarihte ilk kez, bir sınıf, iktidarı alırken, eşitlik, özgürlük ve ortaklık üzerinden, insan iradesi ile bir yeni dünya kurmayı denedi.

Tarihte ilk kez, bir sınıf, iktidarı alırken, tüm sömürüye ve tüm sınıfların varlığına son verme programını ilan etti.

Tarihin en görkemli devrimi, işçileri iktidara taşıdı. Dünya halklarına umut saldı ve dünyanın her yerinde mücadeleyi tutuşturdu.

Tarihte ilk kez, emekçiler için, dünyanın karmaşık hâli, basit ve sade bir hâl aldı; ya eski köhnemiş burjuva iktidarını koruyacaksın ya da onu alaşağı edeceksin.

Tarihte ilk kez, burjuvaların ünlü deyimi ile “ayak takımı”; “baş” oldu.

Ekim Devrimi’nin 104.yılında düzenleyeceğimiz panelde “gelmekte olan”ı , bugün mümkünlüğünü, dinamiklerini konuşacağız.

Sibel Özbudun: Ekim Devrimi’nin 104. yılında sınıf ve iktidarı yeniden düşünmek

Temel Demirer: Ekim Devrimi: Geçmiş değil, geleceğin bugünü

Cemre Can Aşlamacı: “Bugün işçi sınıfı iktidarı mümkün”

7 Kasım Pazar
15.00
Kadıköy / Eğitim-Sen 2 No’lu Şube

Sinbo Direnişçisi Dilbent Türker ile röportaj

Sendika üyesi olduğu için Kod-29 bahane edilerek Sinbo’da işten çıkarılan Dilbent Türker ve TOMİS İstanbul temsilcisi Onur Eyidoğan ile gerçekleştirdiğimiz röportajı izleyebilirsiniz.

10 Ekim: Mücadele büyüyor, katledenler çözülüyor

“İnce kabukları zorlanıyor zamanın
Gelecek damlıyor yorgun havuzlara
Damlalarla yılların gelin yüzü
Suların üstünde koskoca bir çağ
Umutlar sığmaz oluyor alanlara…”

Şiddetle saldırmak, yeşeren ve büyüyen özgürlük istemini öldürebilir mi? Ya da milyonların yüreklerinde büyüyen öfkeyi alaşağı edebilir mi? Gazıyla, kalkanıyla, copuyla, TOMA’sıyla, polisi, ordusu, çetesiyle saldıranlar mı kazanacak? Yoksa insanca, onurlu bir yaşam isteyenlerin mücadelesi mi?

Gezi direnişiyle birlikte yükselen kardeşleşme, halkların özgürleşme istemiyle yürüttüğü mücadelenin birleşme dinamiği kendini 7 Haziran’da ortaya koydu. Gezi direnişinin açığa çıkardığı gücün, emperyalist paylaşım savaşının karşısında Rojava’da yeşeren umutla bir araya gelmesi, birleşmesi ihtimali, egemenlerin kâbusu oldu.

Gelişmeler egemenlerin üzerinde durdukları temelleri sarsmaya yetti. Kapsamlı saldırı dalgası, Amed mitingine bombalı saldırı, HDP binalarına saldırılar ve Suruç katliamıyla başlatıldı. Savaş bloğu, başta 7 Haziran seçimlerinde Ak Parti’yi bölgeden silen Kürt halkı ve siyasal önderliği olmak üzere, devrimci-sosyalist-sol güçlere, Alevilere, tüm muhalif kesimlere topyekûn bir saldırı başlattı.

İktidarlarını kaybetme korkusuyla el altında tuttukları kirli savaş planlarını devreye soktular.

Saldırının hedefi açıktı; Tarihleri boyunca bir araya gelmesinden korktukları işçi sınıfı ve halklar, ortak talepler etrafında birleşerek üzerlerine geliyordu. Bu ortak mücadele hızla büyümeye ve sonlarını hazırlamaya adaydı. Ortasında bombalar patlatarak bastırmaya giriştiler. 10 Ekim 2015’te Ankara’da bir araya gelen binlerce insana dönük katliamla beraber emperyalistler, onların işbirlikçileri, çeteleri topyekûn olarak saldırıyı devreye soktular.

“400 milletvekilini verin, bu iş huzur içinde çözülsün” diyen, IŞİD çetesi için “öfkeli bir grup genç” diyen, “Ya iktidar ya kaos dedim, millet kaosu seçti” diyen kazandı mı? Katliamı gerçekleştirenler, insanca bir yaşam, onurlu bir barış diyenlerin karşısında kazandı mı?

Hayır, onların iktidarı bu 6 yılda giderek çözüldü. Son yıllar, pandemide, yangınlarda, sellerde, sermaye sahiplerinin rantı dışında hiçbir şeyi yönetemeyen, çözülen devleti gözler önüne serdi. Yağma, rant ve savaş ekonomisiyle ayakta durmaya, son çırpınışlarını sergilemeye çalışıyorlar. Gelen zamlarla market alışverişi geçen yıla oranla 2 katına çıkıyor, Kod-29 ile işyerlerinde sendikalaşan işçiler başta olmak üzere yüzbinlerce işçi işten çıkarılıyor. Kâğıt toplayıcılarının ekmeğine göz koyup, polisiyle üzerlerine saldırıyorlar. Bir çeteler koalisyonu olan Saray Rejimi, kendi yıkımının faturasını işçilere, emekçilere, milyonlara ödetmek istiyor.

Kitleler için hiçbir inandırıcılığı kalmayan, hiçbir rıza üretemeyen, elinde baskı ve şiddet dışında yönetebileceği hiçbir araç kalmayan burjuva iktidarın karşısında; mücadele ise yaşamın her alanında kök salıyor.

İşçi hareketi fabrika önlerinden meydanlara doğru ağır, emin adımlarla yürüyor. Fabrika önlerinde yanan çoban ateşleri sayısı her gün artan direnişlerle büyüyor. İşçiler mücadelesini büyütüyor, örgütleniyor.

Kadınların baskıya şiddete karşı hakları ve özgürlükleri için yürüttüğü direniş sokaklara yayılıyor. Kadınlar yaşamın her alanında hakkını almak için mücadele ediyor, örgütleniyor.

Öğrenciler atanan rektörlere, kampüslerdeki polislere karşı direnişini sürdürüyor. Kendi kendini yönetmek için üniversitelerde söz, yetki ve karar taleplerini örgütlüyor.

Doğasına, toprağına, suyuna sahip çıkan köylüler, ekoloji mücadelesi yürüten binler Saray’ın çetelerine karşı direniyor.

Mücadele büyümekte ve deneyimle bilenmekte. Yarın yönetmeyi öğrenecek olanlar da bugün insanca ve onurlu bir yaşam için mücadele eden, direnenlerdir.

Milyonların öfkeyle yanan yüreklerini örgütlemek için her ne yapıyorsak daha fazlasını yapacak, onlara sözümüzü, devrimi örgütleyeceğiz.

10 Ekim’i unutmayacağız, katilleri affetmeyeceğiz. Yitirdiğimiz yoldaşlarımızın seslerini her yana yayacağız.

“Göresin ki destan edesin
Söyleyesin dillerden dillere
Bir türkünün dizelerinde
Bir kavalın nağmelerinde
Alıp başını gidesin
Bağrı yanık yeller üstünde
Güneşin rengiyle düşesin ufuklarıma
Kırasın karanlıklarımı kırasın”

10.10.2021

 

Kaldıraç dergisinin Ekim sayısı çıktı

Merhaba

“Toprak doyurası gözleri doymuyor
Çok para kazanmak istiyorlar”
Gelmekte olanı görüyorlar velakin toprak doyurası gözleri doymuyor.
Biz de gelmekte olanı görüyoruz. Gelmekte olan, işçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin eylemlerinin içindedir. Gelmekte olan, toprağı işleyenlerin ellerinde, emeğinde, direnişindedir.

***

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 243 / Ekim 2021
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Afganistan: ABD, savaşı büyütmek istiyor, Türkiye, her tür hizmete hazır

Afganistan, 20 yıllık ABD işgalinin ardından, ABD-Taliban anlaşması ile, Taliban’a teslim edildi, ediliyor. Şimdi, Batı dünyası, hep birlikte, “Afganistan’ın kurulacak olan yeni devletini tanıyalım mı, tanımayalım mı” diye tartışıyor. BM listelerinde, tüm Batı’da, “terör örgütü” olarak “tanınmış” olan Taliban, şimdi ülkede “iktidar”dadır ve tüm NATO, bu yeni durumu tanıyıp tanımamayı tartışıyor. Demek oluyor ki, “terör örgütü” tanımları tümden çökmüştür. Biz, işçi ve emekçiler devletler bir örgüte “terör örgütü” dediklerinde, haklı bir şüpheye düşeriz. Onlar, işçi sınıfı ve halkların kurtuluşu için mücadele eden her örgütü “terör örgütü” olarak isimlendirirler. Bunu biliyoruz.

İslamî “terör”ün kaynağı olan örgütlenmeler ise, tümü ile ABD ve NATO patentlidir, onlar tarafından yaratılmıştır, desteklenmiştir. IŞİD, El Kaide, Taliban ve diğer birçoğu böyledir. O kadar ki, gerçekten inançları için, emperyalist egemenliğe karşı savaşan birileri çıkarsa dahi, İslamî hareket içinde, kendini ABD ve NATO patentinden kurtarması diye bir işe soyunmak, kendilerinin bu hattın dışında olduğunu ispat etmek zorunda kalacaktır.

Batı, NATO mekanizmaları, 20 yıldır Afganistan’da, “teröre karşı savaş” verdiklerini ilan etmiş iken, şimdi, “Taliban”a övgüler dizmek için yollar aramaktadırlar.

Taliban’ı “terör örgütleri” listesinde tutarlarsa, Afganistan bir terör devleti olarak tanımlanacak, yok tutmazlarsa Taliban ile yeni “ilişkiler dönemi”ni başlatacaklar.

Hemen yeridir ve benim görüşüm, bu ikisinin bir karışımını devreye sokacaklar. İşlerine geldiğinde “terör devleti” diyecekler, işlerine geldiğinde “bakın realiteyi anlamaya başladılar, yumuşuyorlar” diyecekler.

Bu demektir ki, ABD emperyalizmi, Afganistan hamlesi ile bir yeni dönemin kapılarını aralamak istiyor. İşte biz de bu nedenle, daha geniş bir perspektiften, başarabilirsek, Afganistan meselesini ele almak istiyoruz. Maddeler şeklinde ele almak, en iyi yol olarak görünüyor. Çünkü konunun çok farklı yönleri var ve doğrusu tüm bağlantıları pürüzsüz kuracak kadar hazırlığımız olduğundan da emin değilim.

1

ABD’nin Afganistan’dan çekilme anlaşması, Biden döneminden önce yapılıyor. Anlaşılan imzayı Trump atmış. Bu ne demek? Bu demektir ki, Afganistan’da uygulanan politika, bir ABD devlet politikasıdır. Bu aynı şeyi, mesela Suriye, mesela Irak, mesela İran için de söyleyebiliriz. Yani, bizim ülkemizde liberal “aydınlar”ın, liberal solun iddia ettiği gibi, bu Biden politikası değildir, bir devlet politikasıdır. Suriye savaşında da durum aynıdır. Trump veya Biden, Obama veya Bush, aslında bu devlet politikalarında bir “ayarlama”yı, bir “reorganizasyonu” ifade eder. Yani, çizili politika hayata geçmeyince, güçleri yeniden dizayn edip, oyunu farklı tarzda kurmak için bu değişiklikleri yapıyorlar.

“Oyun”, geniş anlamdadır ve askerî, siyasi ve ekonomik savaşın tümünü ifade etmek üzere kullanılmalıdır. “Oyun”, kelimeden ilk alınan izlenim gibi “eğlenceli” bir hâli ifade etmiyor. Oyun, tüm araçların, legal ve illegal, resmî ve gayri resmî mekanizmaların devreye sokulduğu savaşı ifade etmektedir.

Demek ki, Biden ile Suriye savaşında bir şeyler değişeceği, hele hele mesela bu sayede Kürt halkına bir takım haklar sağlanacağı yolundaki boş inançlar, aslında ABD devletini aklama girişimleridir, ister bilerek ister bilmeyerek.

Afganistan’da da durum böyledir.

ABD, bir devlet olarak, Afganistan’dan çekilerek, üstelik Almanya ve İngiltere’nin açık olarak karşı çıkmasına rağmen bunu yaparak, “oyunu” yeniden kurmak istemektedir.

2

Bunun kanıtı da var. Geri çekilme anlaşması, çok daha önceden yapılmış olduğu hâlde, ABD, birçok silahını bırakıp çekilmiştir. Jim Banks, ABD temsilciler meclisi üyesi, Cumhuriyetçi milletvekili, konu ile ilgili ilginç bir açıklama yapmıştır. Mepa News bu açıklamayı yayınlamıştır: “Taliban’ın ABD’den ele geçirdikleri: 200’den fazla uçak ve helikopter, 75 binden fazla araç, 600 binden fazla hafif silah ve tüfek. Taliban şu an dünyadaki ülkelerin %85’inden daha fazla Black Hawk (Kara Şahin) helikopterine sahip. Sadece silah değil, çok büyük miktarda gece görüş gözlüğü, vücut zırhı, tıbbî malzeme ele geçirdiler. Daha kötüsü ABD’nin sırlarını, Afganistan’da ABD’nin 20 yıllık savaşta işbirliği yaptıklarının parmak izlerini de içeren biyometrik cihazları ele geçirdiler. Bu hükümetin ise bunca askerî envanteri geri alabilmek için bir planı yok.” (mepanews.com, 28 Ağustos 2021).

Kanımızca, ABD’nin bunları geri alma planı yok değil, bunları geri almak istemiyor ve bunlar bilerek bırakılıyor. Jim Banks’in söyledikleri ise, sadece bize bilgi vermesi açısından önemlidir. Yoksa, muhtemelen o da durumu iyi bilmektedir.

Demek oluyor ki, ABD silahlarını bırakarak çekilmiştir. Ve bu çekiliş bir anlaşma ile olduğuna göre, silahlar, bilerek bırakılmıştır. Bu silahların kullanımı için eğitim ve teknik destek konusunda da bir anlaşma yaptıklarını varsaymak gerekir.

Peki, neden bu çekilme gündeme gelmiştir?

Yanıtını, şansa bakın ki, aklının gidip gelmesi konusunda Erdoğan’la yarışan yeni ABD Başkanı Biden verdi. Biden, özetle şöyle dedi: Biz eğer Afganistan’da kalsa idik, düşmanlarımızı, yani Rusya’yı, Çin’i ve İran’ı sevindirecektik. Oysa biz Afganistan’dan, daha büyük bir savaş için çekildik. Özeti budur.

İşte tam da budur.

ABD, Afganistan’dan, savaşı büyütmek ve Taliban’ı, “düşman”ımız dediği ülkelere karşı kullanmak üzere, geri çekilmiştir.

3

Bu noktada biraz durmak gerekir.

ABD’nin geri çekilişi birçok etkiye yol açacaktır. Bu nedenle, bu geri çekilişi, sadece Afganistan savaşına bağlı ele almak doğru değildir.

Dahası, Afganistan savaşı da, sadece 20 yılla sınırlı değildir. İşte bu iki noktanın üzerine durmamız gerekiyor.

İkincisinden başlayalım. ABD’nin Afganistan savaşı, 20 yıllık işgal dönemi ile sınırlı değildir.

Biliniyor, Ekim Devrimi, dünyayı kasıp kavurmaya başladığında, birçok ülke bundan etkilendi. Kapitalistleşme sürecinin farklı aşamalarındaki birçok ülke, birçok sömürge, Ekim Devrimi’nin ateşini farklı ölçülerde hissetti. Ülkemiz için de bu durum geçerlidir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunu getiren Ekim Devrimi, Anadolu’da da isyan ateşini, anti-işgal bir hareketi etkilemiştir. Anadolu’daki bu anti-işgal hareket, anti-emperyalist bir karakter alabilseydi, farklı gelişebilirdi. Ama Mustafa Kemal önderliğindeki devletçi-burjuva hareket, mücadelenin önderliğini, kan ve katliamlar içinde alabilmiştir. Afganistan’da da 1918 yılında, İngiliz işgaline karşı bir bilinç oluşmaya başlamıştı. Afganistan, 1923 yılına kadar İngiliz sömürgesi olmayı “resmî” olarak sürdürmüştür. Ekim Devrimi’ni, Türkiye sınırlarında durdurmak, devrimin Yunanistan üzerinden yayılmasını önlemiştir, Suriye vb. ülkelere inmesini önlemiştir. Aynı şekilde Afganistan’da devrim durduğunda, hem İran hem Hindistan üzerindeki etkileri sınırlandırılmış oldu.

O dönemin fotoğrafları basında yayınlandı. Liberal solcular, “bakın Afganistan eskiden böyle kara giysilerle anılan bir yer değildi” demek istediler. İyi ama kimse, İngiliz sömürgeciliğinden söz etmedi. Hatta, Afganistan’ın İkinci Dünya savaşında Sovyetler’den yana tutum almaması için neler yapıldığını anlatmadılar. Ve ne ilgi çekicidir ki, mesela bu liberal sol basın, 1978’lerdeki fotoğrafları servis etmedi. Oysa bizdeki 12 Eylül darbesinin öncesinde Afganistan’da bir devrimci aydınlanma yaşanmaktaydı. Ve iktidarı alan sosyalistlere karşı ABD-İngiltere ikilisi ve ardında tüm NATO, yeşil kuşak projesini devreye soktular. Afganistan’da “mücahit” hareketi, İslamcı hareket, bizzat ABD tarafından, o yıllarda oluşturuldu. Ve Sovyetler Birliği, o dönem, Afgan hükümetinin daveti ile Afganistan’a girmiştir. Bu dönem, “Sovyet işgali” olarak adlandırılmaktadır, kökünden yanlıştır. Bir Sovyet işgalini kabul etmek, dünya emekçi halkları adına büyük bir hatadır. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “statükocu” bir yaklaşımı kabul etmiştir. Bir ülkedeki devrimi, büyük ölçüde açıktan desteklemediler, ama devrimciler iktidarı aldıktan sonra, tüm güçleri ile yardıma koşmaktan da geri durmadılar. Küba füze krizi de bunun bir parçasıdır. Afganistan’a müdahale, Babrak Karmal yönetimine karşı ABD operasyonlarını önlemek amacını gütmüştür ve başarısız olmuştur.

Demek ki, ABD, NATO, adına ne diyeceksek bu emperyalist efendiler, Afganistan’da, 40 yıla yakın bir dönemdir vardırlar. 20 yıl önce, sadece bu varlıklarını, açık bir işgale çevirmişlerdir.

4

Şimdi, ABD’nin çekilmesi sürecine dönebiliriz.

Emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşı vardır, bugün vardır. Bunu unuttuk mu, aslında birçok olayı ve süreci anlamakta zorlanırız.

Bu savaş, en büyük beş emperyalist güç arasındadır. Bu güçler: ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’dır. Diğerleri de var elbette, mesela İtalya’yı hiç saymıyoruz, Kanada’yı anmıyoruz. Bunun ana nedeni, onların etkisinin, bu üçüncü dünya savaşında azalmış olmasıdır. Yoksa isteyen, bunları da ekleyebilir.

Bu savaş, bu güçler arasındadır.

Rusya ve Çin, iki büyük güçtür ve özellikle Suriye savaşı sonrasında sahneye çıkmışlardır. Bu durum, ABD’nin “tek dünya devleti”, “büyük imparatorluk” hayallerini geri çekmesine neden olmuştur. Bu konuyu daha önceki yazılarımızda uzun uzun ele aldık. Tekrar bu konunun detaylarına girmek istemeyiz. Ama bizim düşünüş tarzımıza göre, Rusya ve Çin, bu emperyalist güçlerden değildir. Çin ve Rusya, Batı emperyalist kulübüne kabul edilmemektedir. Onlara dayatılan, “sömürge olmayı kabul edin, yağmalanmayı kabul edin” öyle gelin şeklindedir. Onların da bunu kabul etmediği görülüyor. Rusya, ABD dolarının çoktan sanal olan gücüne açıktan savaş açtığını ilan etmiştir. Çin ise, ekonomik olarak ABD’yi zorlamaktadır.

Sözcülüğünü o zamanlar Kissinger’in yaptığı, “dünya imparatorluğu” planı, Afganistan ve Irak işgali ile hız almış iken, aslında bizzat bu iki savaş ile bu planın söylendiği kadar kolay hayat bulamayacağı anlaşılmıştır. Suriye savaşı ise, bu planı, geriye itmiştir. ABD yönetimi, Suriye savaşından bu yana, sürekli olarak planlarını yeniden güncellemektedir. Doğrusu planlarının tutmaması ölçüsünde de saldırganlığı artmaktadır. Trump, NATO müttefiklerine açık dersler vermeye yönelmişti, Biden, onları arkasına alıp Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etme yolunu tuttu.

Afganistan geri çekilişi, Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etmiş olma gerçeği ile anlaşılabilir.

Rusya ve Çin, eğer boyun eğerlerse, bu durum, 2008’den bu yana kapitalist sistemin yaşadığı krizi de aşmaları için bir olanak olacaktır. Yağmalanacak yepyeni bir alan ortaya çıkacaktır. Çin ve Rusya’nın yağması, kapitalist sistem için büyük bir çıkış yolu olacaktır.

Emperyalist beşli arasında süren savaş, ABD’nin açık askerî üstünlüğü nedeni ile, ABD tarafından domine edilmektedir. Esas olarak hamleleri yapan ABD’dir ve özellikle Almanya ve Japonya, ABD hamlelerine açıktan karşı durmak yerine, onları boşluğa düşürecek yollara başvurmaktadır. Bu iki güç, İkinci Dünya Savaşı’nın yenik tarafıdır ve askerî açıdan birçok yasak içinde yaşamışlardır. SSCB’nin dağılması sonrasında askerî açıdan toparlanmaya başlamışlardır. Zamana ihtiyaçları vardır.

Ancak, bu süre içinde, Batı cephesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş olan ABD hegemonyası çökmektedir ya da irtifa kaybetmektedir. Doların karşılıksız basılması, altın standardının yok olmasını getirmiş ve bu durum uluslararası sistemin “eskisi” gibi yürütülmesini zorlaştırmıştır. Bugünlerde “the great reset” boşuna söylenmiyor. Büyük bir yeniden başlangıç için, birçok şeyi sıfırlamaktan, makinayı kapatıp açmaktan söz ediyorlar.

ABD hegemonyası çözülmektedir.

Ve ABD ne yaparsa yapsın, bunu durdurmanın yollarını bulabilmiş da değildir.

ABD bu hegemonyanın kaybedilmesine razı olmadığını, her hamlesi ile ilan etmekte, bu nedenle dünyanın her yerinde savaş ateşleri yakmaktadır.

Afganistan hamlesini, “geri çekilme”yi bu perspektiften ele almak gerekir.

ABD, Biden ile, daha taze politikalar ile NATO’yu arkasına almak isteğini ilan etmiş iken, daha bu konudaki Batı ittifakı anlaşmalarının mürekkebi kurumamış iken, Afganistan’dan “geri çekilme” konusunda Almanya ve İngiltere’nin muhalefetine aldırış etmemesi, durumu göstermektedir.

Hep öyle olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, çok ama çok fazla sayıda ikili anlaşma gündeme gelmiş, ama sonunda bu anlaşmalar bozulmuş, kısa sürede bozulmuş, eski “müttefikler”, düşman hâline gelmiştir. Paylaşım savaşlarının karakteri budur.

ABD, Afganistan’dan “geri çekilme” hamlesi ile, gerçekte, Rusya ve Çin’e karşı, ama aynı zamanda Hindistan ve İran’a karşı, asimetrik bir savaşı dayatmak istemektedir. Böylece, yeniden oyunu kurmak istemektedir. Biden, bunu oldukça açık bir dille açıklamış, ilan etmiştir.

Bu durumda ABD’nin Afganistan “yenilgisi” diyerek orada durmak hatalı olur. Evet bir açıdan ortada bir “kayıp” vardır. Ama bu kayıp, genel olarak çözülmekte olan ABD hegemonyası sürecinin bir parçası olarak anlamlıdır. Daha çok, ABD’nin bu hegemonyayı kaybetmemek konusunda ne kadar ısrarcı olacağının anlaşılması açısından bakmak faydalı olur. ABD, bensiz olmaz, ben gidersem yakarım da giderim demek istemektedir. Savaşı büyütmek budur.

Kanımca, Afganistan “çekilmesi” bu açıdan çok kritiktir. Hem ABD açısından, bir dönüm noktasıdır ve hem de Rusya ve Çin açısından, hem NATO açısından kritik bir hamledir hem de beşli emperyalist grubun savaş planları açısından çok kritiktir.

ABD açısından kritiktir, zira ABD, bu yolla savaşı büyütmeyi, hegemonyasını kaybetmeyi önlemenin tek yolu olarak gördüğünü ilan etmiş oluyor, bir kere daha ve güçlü bir tarzda. ABD, bu yolla, Afganistan üzerinden, Çin, Rusya ve İran’a karşı saldırılar planlamaktadır. Bu açıkça Biden tarafından dile getirilmiştir. Dahası olduğu kesin. Mesela Pakistan, bu süreçten oldukça hızla etkilenecektir. Bir “zafer” propagandası ile, İslamî hareketlere yeni bir enerji gelmesini istedikleri açık. Yoksa onca silah ve mühimmat teslim edilir miydi? Bu silah ve mühimmat, aynı zamanda ABD’ye “teknik” bağımlılık için de bir uzun yoldur. Ama, esas olarak İslamî hareketleri, sanki bir zafer kazanılmış gibi etkileyecektir. Doğrusu bunun bir dayanağı da var, ABD “çekilmek” zorunda kalmıştır. ABD kendi kayıplarını, yenilgilerini, savaşı büyütmenin bir basamağı hâline dönüştürme konusunda “usta” sayılmalıdır. Ve doğrusu, ABD, bir uluslararası savaşta, açıkça yenilgiyi kabul etmek zorunda kalana dek, bu savaşı büyütme politikasına devam edecek gibidir.

Pakistan’a dönersek, Pakistan yeni İslamî hareket alanı olmaya adaydır. Pakistan’daki IŞİD unsurları, daha hızlı hareket etmeye başlayacaktır. Uzun süre boyunca Afganistan’daki İslamî hareketin lojistik destekçisi olan Pakistan, şimdi bu sorunu daha çok içinde hissedecektir. Bu, İngiliz emperyalizmi açısından “yanlış” bulunsa da, ABD emperyalizmi açısından “no problem” denilecek bir olaydır. İşte buradan Hindistan’a dönük saldırılar da mümkün olacaktır, Çin’e karşı saldırıların da alanı büyüyecektir. ABD, şu anda Hindistan’ı çok ağzına almasa da, Şangay örgütü içinde Hindistan’ı engelleme eğilimi, Çin’e karşı savaş için önemli olmalıdır. Demek oluyor ki, ABD, doğrudan kendisi devrede olmadan, büyük çaplı bir savaşa hazırlanmaktadır. Aynı zamanda eski Sovyet cumhuriyetlerinden Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan gibi ülkelere açık bir tehdit ortaya çıkacaktır. Bu da, Rusya için büyük bir sorun olarak ortaya çıkacaktır. Doğrusu, BOP projesi çerçevesinde Afganistan-Suriye arasında savaşçı kaydırmalarının da gündeme gelmesi mümkündür. Türkiye, bu konuda, emre amade beklemekte, tetikçilikte istekliliğini daha da artırmaktadır.

Öte yandan, Afganistan süreci, hem NATO hem de beşli emperyalist gücün kendi aralarındaki paylaşım savaşımı açısından önemli sonuçlar doğurmaya adaydır. NATO içinde “birlik” görüntüleri, alttaki çatlağı gizlemeye yetmemektedir. ABD’nin kendi başına hareket etmesi, “müttefik”lik meselesini daha da tartışılır hâle getirecektir. Şimdiden, eski NATO genel sekreteri Scheffer’in açıklamaları bunun kanıtıdır. Scheffer, ABD’nin “büyük bir devlet ve Batı dünyasının patronu” olduğunu söylemekte ve eklemektedir: “Ama büyüklüğün bedeli sorumluluktur.” (Bakınız t24.com.tr, 26 Ağustos 2021).

ABD, NATO’yu, Rusya ve Çin’e karşı arkasına alarak, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımını bir süre bastırmak istemektedir. İyi ama atılan her adım, bu süreci kontrolden çıkaracak gibidir. ABD, hegemonyası çözülürken, ABD’nin o kadar rahat olması mümkün değildir. Çünkü sürecin ana dinamiği, çözülen ABD hegemonyası altında emperyalist yeniden paylaşım savaşımıdır.

ABD, İslamî görünümlü çeteleri, yeni bir düşman olarak Batı dünyasına sunarken, en başından beri, uzun vadeli bir politika uygulamaktaydı. Mesele sadece Suriye sahasındaki IŞİD değildir. Libya’da ortaya konan pratik de bunu göstermiştir. Şimdi, esas malzeme, Afganistan’dan “çekilme” ile tam olarak sahaya sürülmektedir.

Rusya ve Çin için bir sınır güvenliği meselesi ortaya çıkmaktadır. Muhtemeldir ki, her iki ülke, en azından 3-5 senedir böylesi bir sürece hazırlıklıdır. Ama doğrusu pratiğin nasıl işleyeceği ayrı bir konu olacaktır.

5

ABD, Afganistan’ı işgale giderken, “yeni bir ulus ve yeni bir devlet inşa etmek” gibi hedefler ortaya koymuştu. “Demokrasi taşıma” iddiası, Afganistan özelinde ulus ve devlet inşası anlamına gelmekteydi.

Bunun için NATO 150 bin kişilik bir orduyu oraya yığmıştır. Bu gücün ne denli Taliban ile savaştığı bir tartışma konusu olmalıdır. Ama, bu arada tartışılmaz olan şey, ABD kontrolünde, 300 bin kişilik bir “ordu” kurulmasıdır. ABD kaynaklarına göre, 2 trilyon dolar para harcanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, ABD’nin politikası, başka bir yere evrilmektedir. 300 bin kişilik olduğu söylenen Afgan ordusu, bir hafta bile dayanamamıştır. Muhtemeldir ki, bu ordunun bazı unsurları şimdi “muhalif” iken, bazı unsurları “terhis” olmuştur. Acaba bunlardan Taliban saflarına katılanları ne kadardır?

ABD, belli sayıdaki unsuru, Kanada ve ABD’ye taşımıştır. Bu, yeni bir hazırlık sürecidir ve bu hazırlık, elbette ki, Rusya, Çin ve İran için olacaktır. Savaşın ana hedefinin Rusya ve Çin olması bir yana, İran’ın daha zayıf bir konumda olması, ilk hedeflerden birinin İran olması olasılığını artırmaktadır.

Afgan halkının, halklarının, kendi yolları ile, Babrak Karmal döneminde yaşadığı süreci kırmak için her yolu denemiş olan ABD ve onun Batılı müttefiklerinin, “demokrasi götürme” işini bundan böyle tüm dünyada sürümden kaldıracaklarını düşünmek yanlış olmaz. Bundan böyle demokrasi taşıma işi, daha çok saldırganlıkla, daha açık saldırganlıkla ortaya konacaktır. Denilebilir ki, zaten öyle yapıyorlardı. Evet, doğrudur, ama bunu maskeleme girişimleri daha da azalacaktır. Biden’ın açıklamaları, bir dil sürçmesi değil de, bunun işareti olarak ele alınmalıdır. Bu açıdan, İran’a dönük saldırılar daha pervasız olacak gibidir ve Pakistan üzerinden Hindistan’a dönük saldırılar beklenmelidir. Bu durum, Rusya ve Çin’e dönük saldırıların ana eksen olduğunu unutturmaz.

6

TC devleti ise, tam bir ABD kuyruğu olarak, tetikçi olarak görev alanlarına koşmaktadır. Saray Rejimi ve onun başında bulunan Erdoğan, iktidarını sürdürebilmek için, ABD’nin her isteğine evet demeye dünden hazırdır. Bu zaten yeni değil. Ama, yeni olan, Afganistan konusundaki TC devletinin “ataklığı”dır. Bu atak hâli, öyle anlaşılıyor, Akar ekibi tarafından hazırlanmış olsa da, tüm devlet çarkının ortak isteği hâline gelmiştir. Varlığını sürdürebilmek için, canavarın kuyruğuna tutunmaktadırlar.

TC devleti, ilk olarak, Afganistan’ın yeni yönetimi hâline daha gelmemiş olan Taliban ile, “ortak dinî anlayışlarının olduğunu” bizzat Erdoğan’ın ağzından ifade etmiştir. Erdoğan, bir sara nöbeti yaşamıyorsa, bu oldukça anlamlı bir çıkıştır. Zira Erdoğan’ın, Hikmetyar’ın dizinin dibinde verdiği fotoğraf ilişkilerin karakterini ortaya koymaktadır. Telekom, özelleştirilip yağmalanırken, Erdoğan ile Hikmetyar arasında bu konuda görüşmelerin olduğu hatırlanmalıdır. Arşivler taranırsa bunun belgelerine ulaşılacaktır.

TC devleti, Saray Rejimi, açık olarak, Afganistan kaynaklı uyuşturucudan daha büyük pay almak istemektedir. Bu heveskâr tutumun bir parçası budur. Afganlara satılan evler yolu ile verilen vatandaşlık, yeni bir uyuşturucu üslenmesinin kanıtı olmalıdır. Türkiye, uyuşturucu konusunda çok açık olarak bir üs olmaya yönelmiştir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi hattına son derece uygundur. Hele ki, yaşanan ekonomik kriz ortamında paraya kavuşma isteği, bunu daha da güncel hâle getirmektedir. İktidarın, dahası devletin bu ısrarı, bunun açık kanıtıdır. Afgan göçü tartışmaları, bu noktayı örtmemelidir. Hem bu politika, uyuşturucu işinin patronu olan ABD’nin istekleri ile de uyumludur.

Öte yandan ise, Afgan göçü, ilginç görünümler sunmaktadır. Gelenlerin, daha çok genç ve savaşçı gibi olması, ABD’nin organize ettiği dağılan “dost Afgan kuvvetleri”nin bir bölümünün Türkiye’ye taşınmakta olduğunu göstermektedir. Bu Afganlar, hem AB’ye dönük şantaj politikaları açısından Türkiye’ye bir ilave olanak yaratmaktadır hem de daha önemlisi İran’a ve Suriye’ye karşı yeni dinamik güçler olarak organize edileceklerini düşündürmektedir. Bunu atlamak büyük hata olur. İran’a karşı bir hamle fırsatı arayan ABD ve İsrail, gerçekte bu güçleri Türkiye içinde konumlandırmak isteyecektir. TC devleti ise, bu konuda onlardan heveslidir. Suriye politikası konusunda hiçbir ders çıkarmayan TC devleti için bu, yeni sarılınacak dal gibidir. Tüm İslamî çetelerin Kürt halkına karşı kullanılması, her zaman bunun içinde ele alınmalıdır. Bunun dışında, içeride bu güçlerle bir iş yapabilecekleri tartışmalıdır. Zaten IŞİD eli ile yaptıkları katliamlar biliniyor. TC devleti her zaman budur.

Erdoğan, açıkça, Afgan sayısının 300 bini bulduğunu söylemektedir. Bu küçümsenir bir rakam değildir. Savaştan kaçanlar ile, savaşçı olarak getirilenler apayrı bir konudur. Bu iki ayrı grubun oranının ne olduğunu bilmesek de, bunun varlığını biliyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, ABD, savaşı büyütme oyununu, daha büyük düşünmektedir ve tüm Ortadoğu bunun etki alanı olarak düşünülmektedir. Bu açıdan TC devleti özel görevler almaktadır.

Kâbil havalimanının güvenliği ve TC’nin bunu askerî olarak sağlaması tartışmaları, Taliban’ın Kâbil’e girmesi ile ortadan kalkmış gibidir. Ama doğrusu, TC askerinin tümünün geri getirilip getirilmediği bile belirsizdir.

7

Bu emperyalist paylaşım savaşımında, kimin ne yaptığı işin bir yönüdür. Önemlidir ama sadece işin bir yönüdür.

Esas mesele, bu paylaşım savaşımına karşı, dünya proletaryasının direnişidir.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasını hızlandıran ve emperyalistlerin her birinin planlarını bozan şey, Ekim Devrimi’nin zaferi olmuştur. Proletaryanın Sovyetler’i kurmaya başlaması, dünya halkları için yeni bir dönemi açmıştır.

Bugün de mesele, aynı şekilde ele alınmalıdır.

Dünya proletaryası, dünya halkları, kapitalist zinciri parçalamak zorundadır. Yoksa emperyalist güçlerin oyunlarını izlemekle bir sonuç, olumlu bir gelişme elde etmek mümkün değildir.

Bu açıdan dünya proletaryasının, sosyalist devrim için giderek olgunlaşan nesnelliğin içinden bir zaferle çıkmasının yollarını aramaktır devrimci görev.

Birçok kişi tarafından, dünya proletaryasının öznel olarak zayıf olduğu, örgütsüz olduğu tespiti yapılmaktadır. Buna katılmamak mümkün değildir. Ama yine, Birinci Dünya Savaşı dönemine bakacak olursak, o dönem, daha büyük bir örgütlülüğün olduğunu söylemek, o kadar kolay değildir. Yani, öznel olarak güçsüzlük, öznel olarak yetersizlik, amacı ve niyeti mücadele etmek olanlar için, geri durmanın bir nedeni değildir, olamaz.

Devrim, kendine zafer için alanlar aramaktadır. Toprağın altı, giderek daha hızla olgunlaşmaktadır ve devrim, birçok yerden, elbette içinde karışık otlarla birlikte boy atan bir ağaca benzemektedir. Bu olgunlaşma, bu süreç, elbette, kendini zafere götürecek öznel örgütlenme için, büyük olanaklar oluşturmaktadır.

Yani umutsuzluğun bir bahanesi yoktur.

Mücadeleden kaçmak için, kimsenin bir bahaneye ihtiyacı yoktur. Aynı biçimde mücadele edecek olanlar için de, geri durmayı açıklayacak, umutsuzluğu haklı çıkaracak hiçbir nesnel neden yoktur.

Ülkemiz işçi sınıfı da, meseleyi bu yolla ele almalıdır.

Dünyanın her yerinde kan ve ateş, emperyalist egemenlik nedeni ile yaygındır. Bu kan ve ateşi durdurmanın tek yolu, kapitalist egemenliğe son verecek büyük mücadeleye hazırlanmaktır.

Eylem özgürleştirir: Covid-19 pandemisinde işçi kadınların direnişi*

2000’li yıllarda Türkiye’de kadın emeği ve kadın mücadelesi

1970’lerin sonundan itibaren dünya ölçeğinde kapitalizmin yapısal krizlerinin bir sonucu olarak öne çıkarılan neoliberal politikaların emek piyasasında işçiler açısından doğurduğu olumsuz sonuçlar, kapitalist sistemin ataerkil karakteri yüzünden kadınlar açısından krizi daha da derinleştirmektedir. Dünyadaki eğilimlere benzer olarak Türkiye’de de emek piyasasında kadınların dezavantajlı konumu, çalışma koşullarındaki eşitsizlikler, örgütlenme ve sendikalaşmanın düşük olması, iş yaşamında ayrımcılığı derinleştiren devlet politikaları ve toplumsal baskılar işçi kadınların gerek iş yaşamında gerekse evde emek sömürüsüne maruz kaldığını ortaya koymaktadır.

Bilhassa 2000’li yıllar, Türkiye’de neoliberal politikaların derinleştiği, kadınların iş gücüne katılımının, cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmayı hedeflemekten ziyade, kalkınma ve ekonomik gelişimin bir unsuru olarak ele alındığı, siyasal iktidarla birlikte muhafazakâr ve ataerkil toplum yapısının da bir sonucu olarak kadınların emek piyasasındaki koşullarının aile kurumundan bağımsız bir biçimde ele alınmadığı dönemlerdir. Siyasal ve ekonomik krizlerle birlikte kadınların emek piyasasındaki konumunun daha da kırılganlaştığı söylenebilir. Kadın işsizliği son yıllara göre ciddi şekilde artmıştır. Yanı sıra kadınların güvencesiz ve sigortasız çalıştırılma oranı da giderek yükselmektedir. Tüm bunlar kadın emeğinin piyasadaki görünürlüğünü de azaltmaktadır. Bunun en çarpıcı sonuçlarından biri ev içi emeğin kadınların sorumluluğu olarak görülmesidir. Bu çifte emek sömürüsü hem mevcut politikalarla hem de toplumsal açıdan kadın emeğini değersizleştirmek suretiyle doğrudan ve dolaylı bir şekilde desteklenmektedir.

Buna karşılık emek hareketi içinde kadınların öne çıktığı mücadelelere baktığımızda sayılarının azımsanmayacak kadar çok olduğu görülmektedir. 2000’li yıllarda kadınların öne çıktığı direnişlere göz atılacak olursa, 2008’de Düzce’deki kadın işçilerin DESA Direnişi; 2009’daki işçilerin çoğunun, işçi temsilcilerinin ise tamamının kadın olduğu Meha Direnişi; 2011’de Gebze’de kadın işçilerin güçlenme deneyimi olarak öne çıkan Bericap Direnişi; 2013’te gasp edilen haklarını almak için fabrika işgalinin gerçekleştiği ve 75 gün boyunca üretimin ele geçirildiği Kazova Direnişi; 2016’daki işten çıkarmalara karşı başlatılan Avon Direnişi örnek gösterilebilir. Ama özellikle üzerinde durulması gereken üç örnek vardır, 2006-2007’deki Novamed Direnişi, 2010’daki Tekel direnişi ve 2018-2019 yıllarındaki Flormar direnişi.

Bu üç direniş, kadınların bu direnişler içindeki etkin konumunu ortaya koyan örnekler olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, bu direnişlerde kadınların çalışma yaşamlarında yaşadıkları zorluklara, emek piyasasında yer almanın kendileri için anlamına ve direniş içerisindeki güçlenme, özgürleşme, politik özne haline gelme deneyimlerine de tanık olmak mümkündür. Kadınların eşitsizlik ve ayrımcılıkla mücadele edebilecek mekanizmalar oluşturmalarının, işçi kadınların bir emek hareketi içerisinde aktif olarak yer almasının ve direniş pratikleri geliştirmesinin güçlenme, özneleşme ve özgürleşme olarak deneyimlendiği ve toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında dönüşümler yarattığı görülmüştür.

Kadın işçilerin sömürü ve baskı koşullarına karşı sergiledikleri direnişlerin hem ekonomik hem de siyasal anlamda kırılmalar yarattığı; kadınların bu hareketler, mücadeleler, grevler ve eylemler içinde yer almalarının hem işçi hareketi açısından hem de kadınların toplumsal cinsiyet mücadelesi açısından önemli bir yerde durduğu görülmektedir. Kadınların “özgürleşme” olarak deneyimledikleri bu süreçler, gerek toplumsal alandaki kadın mücadelesi açısından gerekse kadınların kendi öznel yaşantıları açısından dikkate değer sonuçlar doğurmaktadır.

Novamed, Tekel ve Flormar örneklerine bakıldığında, kadınlarla yapılan görüşmeler, röportajlar incelendiğinde kadınların deneyimleri hakkında konuşurken vurguladıkları en önemli şey kendilerini artık ‘daha güçlü ve daha özgür’ hissetmeleridir. Bunu hem kamusal alanda hem de özel yaşamlarında deneyimlediklerini de özellikle vurgulamaktadırlar. Örneğin ailelerine, eşlerine de haksızlıklar söz konusu olduğunda “hayır” diyebildiklerini defalarca dile getirmişlerdir.

Novamed direnişi, özellikle beden politikaları açısından dikkate değer bir örnektir. Kadınların hamile kalma sırası oluşturduğu, sıranın dışında hamile kalırsa tazminatsız işten çıkarıldığı Novamed fabrikasında kadınlar direnişle beraber aslında emek ve beden konusunun ne kadar iç içe geçtiğini deneyimlemiş oldular. Fabrika önündeki direniş çadırı ve kadınların burada kendi sözlerini söyleyebilmeleri, kendi deneyimlerinin politik yönünü keşfetmeleri açısından çok kritikti.

Tekel direnişinde kritik olan, bir kadın grevi olmamasına rağmen kadınların politik özneler olarak öne çıkmalarıydı. Memleketlerinden kalkıp gelen kadınlar yağmur, kar demeden direniş çadırlarında haklarını savundular. Tekel toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümü açısından kadınlara çok fazla şey öğretti. Kadınlar gözleri arkada kalarak ailelerini, çocuklarını bırakıp geldiklerini ve döndüklerinde artık yaşamlarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını özellikle vurguluyorlardı.

Ve yine Flormar’da kadınlar emek mücadelesinin içerisinde sırf kadın oldukları için maruz kaldıkları ayrımcılıkları dile getirirken birlikte olmanın kendilerini güçlü kıldığını biliyorlardı. Hem fabrikada direniş alanında hem de kendi yaşamlarında daha önceden cesaret edemedikleri bir duruş sergiledikleri için özgürleştiklerini defalarca dile getirdiler.

Bu açıdan kadınların emek mücadelesi içerisinde birer politik özne olarak yer almalarının toplumsal açıdan bir anlamı olduğu kadar kendi bireysel yaşamlarında da bir anlamı olduğunu görebilmek mümkün.

Pandemi ve direniş

2020’li yıllara geldiğimizde ise toplumsal olarak bütün direniş ve mücadele dinamiklerini etkileyen yeni bir olgu ile tanıştık: Pandemi. Pandemi ile başlayan ve önlemler adı verilen bu süreçte hem ekonomik hem de siyasal saldırılar gittikçe artarken direnişler de mevcut gelişmeler ekseninde ilerledi. Özellikle birçok işçi direnişi Kod-29 saldırısı ve sendikalıların işten çıkarılması üzerinde şekillenirken önemli bir dinamik olan kadın hareketi yoğun olarak İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ile başlayan ve İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması ile ‘şiddet teşvik politikaları’na karşı bir mücadele hattı ördü.

Kadın hareketinin dinamiği ve mücadelesi ise işçi direnişlerinin dinamiği birçok farklılık gösterirken pandemi döneminde birçok işçi direnişinde ise ‘kadın’ figürler öne çıktı. Migros, Bimeks, Adkotürk, Sinbo, Alba Plastik, SML Etiket, Kadıköy Belediyesi vb. birçok direniş, işçi direnişi olmakla beraber işçi kadınların politik özneler olarak kendilerini var ettiği, direniş taleplerinin toplumsal cinsiyet temelli talepleri de içerdiği biçimlerle ortaya çıkmış oldu.

Bu çalışmada da pandemi sürecinde ortaya çıkan ve devam etmekte olan işçi direnişlerinden işçi kadınların deneyimleri ve öne çıkan temalar incelenmiştir. Sinbo, SML Etiket, Pegasus ve Adkotürk işçileriyle görüşmeler yapılmıştır.

Direnişlere ilişkin bilgilendirme

İlk olarak, görüşme yapılan dört direnişin kısaca bilgilendirmesini yapmak gerekir. Bütün direnişçiler işyerlerinden sendikalı oldukları için işten atılan işçilerdir. Bu sebeple direnişlerin ana odağı ‘sendikal haklar’ olmakla beraber Sinbo direnişçisi Dilbent ve Adkotürk işçileri ‘Kod-29’a yönelik mücadele de vermektedir.

Adkotürk Direnişi: Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesindeki Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) bulunan Adkotürk Makarna fabrikasında, Türkiye Gıda ve Yardımcı İşçileri Sendikası’na (Tek Gıda İş) üye olan işçiler tehdit ve baskıyla sendikadan istifaya zorlanmıştı. İstifayı kabul etmeyen işçiler Kod-29 ile işten çıkarılmıştı.

129 günlük direnişin ardından greve çıkan işçiler, grevi kırmak için uğraşan patronlara rağmen 5 gündür fabrikanın önünde. İşçiler haklarını alana kadar direnmekte kararlı. Adkotürk’te toplam 570 işçi çalışıyor ve işçilerin %70’i sendikalı.

Sinbo Direnişi: Sendikalı oldukları için 11 Eylül 2020’de ücretsiz izine çıkarılan 6 Sinbo işçisi, fabrika önündeki 31 günlük direnişlerinin ardından işe geri alınmıştı. İşçilerden Dilbent Türker Kod-29 gerekçesiyle ikinci kez, 25 Ocak’ta işten çıkarıldı. Direniş toplamda 180 günü aşkın süredir devam ediyor. İstanbul’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen Dilbent ve TOMİS sendika yöneticisi Onur Eyidoğan’ın direnişteki kararlılıkları göze çarpıyor. Bu direnişte ayrıca polisin baskıları ve saldırıları göze çarpmakta.

SML Direnişi: İstanbul’un Beylikdüzü ilçesindeki Haramidere Sanayi Sitesi’nde bulunan SML Etiket fabrikasında aralarında DİSK Tekstil ve Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası (Dev Tekstil) üyelerinin de olduğu 22 işçi işten atıldı. Dev Tekstil üyesi 3 kadın işçi, 25 Ocak’ta direnişe başladı.

H&M, Zara gibi uluslararası markalara üretim yapan SML Etiket’in patronları, işten çıkarmalara gerekçe olarak ‘küçülme’yi gösterse de işçiler, işten çıkarılmalarının sebebinin sendikal örgütlenme olduğunu söylüyor. Bu direnişte de sık sık polis saldırıları göze çarpıyor.

Pegasus Direnişi: Pegasus’ta sendikalaştıkları gerekçesiyle 1 Temmuz’da 40 işçi çıkarıldı sonrasında da işten çıkarılan işçilerin sayısı 54’ü buldu, işçilerin 28’i ise sendikalı (Nakliyat-İş). Sabiha Gökçen Havalimanı’nda yaptıkları eylemlerle dikkat çektiler.

Talep: Eşit işe eşit ücret

İşçi kadınlarla yapılan görüşmelerde ortaya çıkan ilk tema, işçi kadınların “eşit işe eşit ücret” istemeleridir. Bu tartışma iki yönlü ilerlemektedir. Bir taraftan işçi kadınlar, örneğin SML Etiket işçisi Seçil, aynı işte çalışan erkeklerden ‘kadın’ oldukları için daha düşük ücret aldıklarını, iki-üç işçinin yapması gereken işin tek kişiye yüklendiğini ifade etmektedir. Diğer taraftan Adkotürk çalışanı ‘temizlik vb. işlerin’ ilgili bölümdeki kadınlara yüklendiğini fakat bunun göz ardı edildiğini söylemiştir. Pegasus direnişçisi Elif ise kadın çalışanlardan ‘full makyaj, manikür ve oje zorunluluğu’ gibi ‘kadın çalışanların uçuş öncesi hazırlığından, kılık kıyafetinden kaynaklı yaptırımlara’ ücret ödenmediğini fakat bu tarz yaptırımların erkekler için geçerli olmadığını belirtmektedir.

Toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı farkındalık ve direniş

Direnişte yer alan işçilerin bahsettiği ayrımcılıkların toplumsal cinsiyet temelli bir biçimde gerçekleştiği görülmekte. Örneğin Adkötürk’te temizlik işlerinden kadınların sorumlu olması önemli bir tartışma konusu. Fabrikada kadınlara temizlik görevi doğal bir kadın göreviymişçesine yüklenmiş durumda ve kadın işçiler bu işler için ek bir mesai ücreti almamaktalar. Dolayısıyla burada kadınların hem emek piyasasında yer alıp hem de evde asli sorumlulukları ev işleriymişçesine yeniden üretim faaliyetlerinin sorumluluğunu üstlenmelerinin üzerine bir de iş yerindeki ev işini andırır sorumlulukları üstlenmek zorunda olmaları söz konusu. Bu durum çifte emek sömürüsünün çifte katmanlısı olarak tanımlanabilir. Ve direnişteki kadınlar, bu durumu toplumsal cinsiyet rollerinden ötürü yaşadıklarının bilincinde bu direnişte.

Benzer durum Pegasus için de geçerlidir, özellikle toplumun güzellik normları ve kadınlara yönelik bu gibi beklentiler düşünüldüğünde, Pegasus işçisi kadınlardan açık bir biçimde ‘kadınlık görevi’ beklenmekte. Ve bunun için herhangi bir ek ücretin ödenmemesi de kadınlara yönelik bu beklentilerin içselleştiğinin de bir kanıtıdır. Direnişteki kadınlar için bu kanıksanan durumlar görünür hale gelmiştir. Bu da beraberinde hem emek mücadelesini hem de toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı olan bir direnme pratiğini açığa çıkarmaktadır.

Farkındalık: Toplumsal cinsiyet temelli mobbing ve taciz

Direnişe geçen işçi kadınlar işyerlerinde karşılaştıkları şiddeti açıkça ifade etmektedir. Pegasus direnişçisi Elif “erkek yöneticiler tarafından uygunsuz sayılacak üsluplarla uyarıldığını” belirtirken, Sinbo işçisi Dilbent “kadın işçiler olarak erkek işçilerden farklı olarak tacizle karşılaştıklarını”, “izin isterken bile aşağılayıcı tavırla karşılaştıklarını” ifade etmiştir. SML Etiket direnişçisi Seçil ise “işyerinde giyimimden ötürü tacize uğradım” diyerek direniş talepleri arasında “mobbinge ve tacize son” talebinin neden yer aldığını da açıkça söylemektedir.

Burada kritik olan nokta kadınların kadın oldukları için bu şiddete ve ayrımcılığa maruz kaldıklarını ifade etmeleridir. Bu farkındalığın kadın mücadelesi açısından çok kritik bir noktada durduğu düşünülmektedir. Yanı sıra iş yerlerinde kadınların karşılaştıkları taciz durumu o kadar yaygındır ki adeta bu yaygınlık sanki bu durumun normalmişçesine kabulüne sebep olmaktadır. Kadın işçilerin pek çoğu bu tacizlere göz yummak zorunda kalmaktadır, çünkü bu gibi durumlarda tacize uğrayan kadınlar suçlamalara maruz kalmaktadır. Fakat özellikle son dönemlerde ortaya çıkan direnişlerde kadınların bunu ifade etmesi, kadın hareketinin “kadına yönelik şiddete karşı bilinçlilik” üzerine çalışmalarının somut karşılığı olarak da okunmalıdır.

Taciz konusu ve buna karşı direniş ile yakın zamandaki önemli bir örnek de Gemlik Yazaki fabrikasında direnişçi Dilek Gültekin’in kazanımıdır. Dilek Gültekin, 2018’de iş yerinde yaşadıkları tacizi ifşa ettiği için işten çıkarılmış ve 43 gün boyunca fabrika önünde direnmişti. Sonrasında direnişine hukukî mücadele vererek devam etti ve davası yakın zamanda kazanımla sonuçlandı. Dilek, direnmenin ve haksızlıklara karşı çıkmanın kadınları ne kadar güçlendirdiğini özellikle vurguluyor.

Direniş: Özgürleşme ve güçlenme

Adkotürk direnişçisi “bu direniş yaşamımda neyi değiştirdi derseniz daha güçlüyüm, geleceğe daha iyi bakabiliyorum, haklarımın farkına vardım diyebilirim” diyerek güçlenme temasını açıkça ortaya koymakta. SML Etiket işçisi Seçil ise “haksızlık karşısında neler yapacağımızı, korkmayacağımın ve güçlendiğimin farkındayım” demekte. Pegasus işçisi Elif “Korkutulduğu için sesini çıkaramamış her kadının sesi olmaktan gurur duyuyoruz tüm kadın direnişçiler olarak” ifadesiyle direnen bir kadın olarak direnişin gücünü de ortaya koyabilmekte.

Burada belki direnişin kadınlar için anlamını da bir kez daha vurgulamak gerekmektedir. Kadınlar sadece emeklerinin karşılığını alabilmek adına bir hak savunusu içinde değildirler, aynı zamanda bir yaşam mücadelesinin içindedirler. Örneğin bir erkeğin direnişte “güçlendim, özgürleştim” dediğine pek rastlanmaz, ama kadınların özellikle vurguladıkları nokta bu olmaktadır. Çünkü sadece emek piyasasında değil, özel alanda da ailenin, eşin, toplumun baskısı kadınları belli bir biçimde yaşamaya zorlamaktadır. Buna karşılık bir direnme pratiğinde yer alan kadının tüm yaşamı değişip dönüşmektedir. Bu özellikle geçmişteki direnişlerde de ön plana çıkan bir durumdur. Bilhassa Novamed direnişi ve Tekel direnişinde de bunun örneklerini görmek mümkündür.

Sonuçların gösterdikleri üzerine

Novamed, Tekel ve Flormar direnişleriyle ile pandemi döneminde ortaya çıkan direnişleri karşılaştırdığımızda en dikkat çekici nokta, direnişlerde ‘işçi kadın’ yoğunluğunun olmadığı, buna rağmen kadınların politik özneler olarak kadın kimlikleriyle beraber direnişin içinde yer almalarıdır. Pandemi öncesi örneklerde, grevlerde kadınlar belli bir sayı, yani nicelik ifade edecek şekilde yan yanayken ve bu bir nitelik değişimi yaratırken, pandemi direnişleri daha az kadının yer aldığı direnişler olarak kadın direnişçilerin nicelik konusunda değil, direnme pratiklerindeki kararlılıklarıyla ve kadın hareketi üzerinden geliştirdiği bilinçle niteliksel açıdan kırılma yaratıldığını göstermekte, kadınların niteliğiyle direnişlerde öne çıkmaktadır.

Covid-19 pandemisinde; işçi direnişlerinde kadınların aldığı pozisyon, bu iki mücadelenin birbirini dışlar şekilde konumlanmadığını ortaya koymuş, toplumsal cinsiyet temelli problemleri de gören ve gündem eden bir sınıf mücadelesi belirginleşmiştir. Sendika hakkı için mücadele eden işçiler, işçi kadınlara yönelik erkek ve patron şiddetine karşı mücadeleyi de gündem etmişlerdir. Aynı zamanda direnişte özgürleşme ve güçlenme bağlamında da günlük hayatlarını dönüştüren pratikleri dile getirmişlerdir.

*Sosyalist Kadın Hareketi’nin Karaburun Bilim Kongresi’nde sunduğu bildiridir.