Bu nedenle de devlet denilen makinanın da ortadan kalkmasını isteriz. Sınıflar yok ise, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğü de olmaz. Diktatörlüklere de demokrasilere de sınıf gözü ile bakarız ve sınıflar ortadan kalktığı zaman devletin de ortadan kalkacağını biliriz. Devlet denilen makinanın, sınıfların varlığının itirafı olduğunu biliriz. Sınıfların varlığı, insanın insana kulluğu demektir, sınıfların varlığı, ezen ve ezilen demektir, sınıfların varlığı, sömüren ve sömürülen demektir.
Sınıfların varlığı, her türden ayrımcılığın, her türden aşağılanmanın, her türden ezilmenin, temelidir. Böyle baktığımız için, sınıfların varlığına olumsuzluk olarak bakarız. Sınıflar var olduğu sürece, “insan öncesi” bir dünyada yaşadığımızı düşünürüz. Sınıfların varlığına dayanan devlet, her türlü “pisliğin” kendisidir. Bu nedenle, devletin tümden ortadan kalktığı komünist aşamayı, insanlığın gerçek tarihinin başladığı aşama, “insan öncesi” yaşamdan, insan yaşamına geçiş olarak görürüz.
Yani, devlet denilen şeyi sevmeyiz.
Hatta, Ekim Devrimi’nin, yeterince dünyaya yayılamadığı için, kuşatma altında, ağır saldırılar altında, devlet makinasını zorunlu olarak geliştirmek zorunda kaldığını düşünürüz.
Günümüzdeki her türden devlet, burjuva sınıfın, onunla beraber bazı sınıfların, işçi ve emekçiler, halklar üzerinde açık bir diktatörlük olduğunu söyleriz. İster Almanya’daki gibi bir devlet olsun, bizim için bir burjuva diktatörlüktür, ister Amerika’daki gibi olsun, bizim için bir burjuva diktatörlüktür. İster Fransa’da olsun, ister İngiltere’de, bu devletler birer burjuva diktatörlüktür. Dahası, dünya devrimci tarihi boyunca, işçi sınıfının mücadelelerine karşı örgütlenmiş, bu devrimlerden öğrenerek bir karşı-devrim örgütlemiş devletlerdir bunlar. Bu nedenle deriz ki, günümüz burjuva demokrasisi, faşizmin dişlilerini kadife örtülerle örtmüş, karşı-devrim örgütlenmesine göre örgütlenmiş, tekelci polis devletleridir. Bu nedenle deriz ki, modern burjuva basın, devletin, burjuvaların, halkı uyutmak için örgütledikleri bir tarz karanlık yayan devlet aygıtıdır.
Ama elbette biliriz ki, her burjuva devletin bir diğerinden de farkı vardır. Fransız devleti Alman devletinden, İngiliz devleti Amerikan devletinden farklıdır. Bu farklılıklar, aslında, o ülkede sınıf mücadelesinin şekillenişine, dünya çapında sınıf mücadelesinin gelişimine bağlı olarak oluşmaktadır.
Türkiye’deki devlet de böylesi farklılıklar içerir. Özü itibarı ile, bir burjuva diktatörlüktürler ve biz, bu burjuva demokrasi (diktatörlük)’lerinin geçmiş sınıf savaşımı deneyimlerini içerdiğini, mesela faşizmi içerdiklerini söyleriz. Bu nedenle, bu durumu anlatmak için, günümüz devletine tekelci polis devleti diyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, son yıllarda, bir yandan “ileri demokrasi” sözlerini diline dolamış, diğer yandan ise içeride ve dışarıda akıl almaz bir hukuksuzluk üzerine dans ediyor.
Muktedir, belli ki yakın uzak çevresi de böyle düşünüyor, içeirde ve dışarıda bir saldırı politikası ile ayakta durmaya çalışıyor. Muktedir, belli ki yakın çevresi de böyle düşünüyor, devletin bir beka sorunu var, diyor.
Beka sorununun ne kadarı devletin, ne kadarı Erdoğan’ın kişisel beka sorunudur bunu bilmek de kolay görünmüyor. Daha çok görünen, bu ikisinin giderek iç içe geçtiği ve TC devletinin, kendi içinde manevralar yapamayacak hâle geldiğidir.
TC devleti, çözülmektedir.
Bu savaş, içeride ve dışarıda sürdürülen bu savaş, çıkmaz bir yoldur ve bu çıkmaz yola niçin girdiklerinin de açıklaması, kendi gelecekleri açısından yok gibidir. Ülke, içte ve dışta büyük bir çarpışmanın içine sokularak, bu yolla, gelecek diye görülen bir çobanlık sistemi örgütlemeye çalışıyorlar. Bu savaş ve bu gürültü, içeride ve dışarıda savaş, bizzat bu amaç için bir fırsat olarak görülüyor. Bu nedenle, beka sorunu derken neyin anlaşıldığı, devletin mi Erdoğan’ın mı beka sorunu olduğu artık ayrılamıyor. Erdoğan da açıkça bunu dile getiriyor, bana hayır derseniz, ülke kalmaz diyor. Bana 400 milletvekili verin, ölümler dursun, diyebiliyor.
Doğrusu, bunları hangi cümlelerle söylüyorlar, artık bunun bir önemi yok. O nedenle, ince ince, satırı satırına alıntı yapmaya gerek yok. Ama Erdoğan’ın, içeride ve dışarıda bir düşmana ihtiyaç duyduğu, bunu bulduktan sonra tam gaz yürüyebileceğini düşündüğü açıktır.
TC devleti çözülmektedir.
Bu savaş süreci, bu çözülmeyi daha da artırmaktadır.
Devletin içinde FETÖ-Erdoğan çatışması, yerini başka çatışmalara bırakacaktır. TC devletinin çözülüşünde önemli bir faktör de, dünyada süren paylaşım savaşımıdır. Hem AK Parti’nin içinde İngiliz kanadı, Alman kanadı, Amerikan kanadı, İsrail kanadı vardır, hem de FETÖ’nün içinde bu kanatların tümü vardır. Bu nedenle, bu çatışma Erdoğan’ın FETÖ avlamaları ile bitirilemez. Dahası, FETÖ diye, kimi avladıkları da belli değildir. Devrimcilere, halklara, özellikle Kürtlere dönük operasyonlar, yeterince açıklayıcıdır.
Bu arada yeni devlet, bir yandan Erdoğan, bir yandan Bahçeli ayakları üzerinde mi yükseliyor?
Kanımızca hayır.
Devlet, bugün, daha farklı eğilimler üzerine yükseliyor.
Biri ırkçılıktır. Diğeri mezhepçiliktir. Bu ikisini birlikte ele almak lazım, çünkü, ne zaman ve nasıl birbirinden ayrıldıkları belli değil. Bir yandan FETÖ’ye karşı operasyonlar yapıyorlar, bu durumda “dinin siyasallaşması”na karşı olmaları beklenir ve buna uygun olarak “laiklik”e istemeden de olsa destek vermeleri beklenir. Oysa öyle olmuyor. Bir yandan vatan hainliği diye bir vurgu ile ırkçılık yükseltiliyor, diğer yandan cemaatlerin her biri kollanıyor, öne çıkartılıyor. FETÖ’den muzdarip olduğunu söyleyen devletin “yüksek” katları, bir akıl geliştirip, cemaatleri devletten uzaklaştırmayı seçmiyor, tersine, cemaatlere yol açıyorlar. Hakyol cemaatı, Menzilciler, Süleymancılar, bir yandan devlet kadrolarına çağrılıyor, öte yandan ise destek vermezlerse tehdit ediliyorlar.
Erdoğan’ın pragmatik aklı, cemaatler gerçeğinin oya devşirilmesi üzerine kuruluyor. Şimdi gelsinler, tıpkı Gülen cemaati gibi, işimizi çözsünler, yardım etsinler, sonra işlerini görürüz diye düşünüyor.
Irkçı ve mezhepçi hava, akıl almaz ölçüde zehirli bir hava yaratıyor ve devlet yönetimindeki kişilerden tuhaf açıklamalar, adeta itiraflar ortalığa saçılıyor. “Afedersin Ermeni” sözünü hatırlamayan yoktur. Sünnilik üzerine yapılan vurguların haddi hesabı yoktur. Bunlara yenileri ekleniyor. Mister Numan Kurtulmuş “Bizim için bağımsızlık gâvura gâvur demektir” diye buyuruyor. Kendisi bir Mister gibi konuşuyor. Gâvur, Müslüman olmayan halklara deniyor. Mister Kurtulmuş, bunu bilir.
Bir çeşit itiraftır. Gelişen savaş, içeride ve dışarıda sürdürülen bu anlamsız ve vahşi savaş, devlet yönetiminde katliam planlarının yapılmasına kadar gelmiş mi ki, Mister Kurtulmuş, “gâvura gâvur demek”ten söz ediyor. Silâhlanma çağrılarını da bunun yanına koyun lütfen. Mister Kurtulmuş, emperyalizm denilen şeyleri bir kenara atmış ve gâvur edebiyatı ile, bu ırkçı ve mezhepçi dili öne çıkarıyor.
Savcılar ve hakimler için yeni atamaların Hakyol, Menzilciler, Süleymancılar arasından yapıldığı bir ortamı bunun üzerine koyun. Acaba, devlet adına “intikam naraları” atan Soylu, Süleymancı mıdır, Hakyolcu mudur, yoksa Menzilci midir? Acaba bakanlar nasıl seçiliyor? Hazır çobanlık sistemi için ayarlamalar yapılırken, bakanlar kuruluna MHP’den de adam alınması planlanırken, hangi mezheplerin daha öne çıkacağını da söylesinler ki, çobanlık sisteminin neye dayanacağını da görebilelim?
Yeni devlet, ırkçılık ve mezhepçilik üzerinden örgütleniyor.
Ama bu arada, Erdoğan, SADAT AŞ başta olmak üzere, Suriye’de savaşan çeteler içinde olmak üzere, yeni bir İslam î gladio örgütlüyor. Bir ucu NATO’ya, diğer ucu paraya, öbür ucu İslam’a dayanan bir çeteleşme, devletin her kurumunda şekil almaktadır. Erdoğan, bunlara dayanarak, bugün kendisine faydalı olur diye devletin kapılarını açtıkları mezhepleri tasfiye etmekte zorlanmayacağını düşünüyor.
Oysa, aynı anda, bu mezhepler de silâhlanıyor. Her açıdan, hem devlet olanaklarını kullanmak konusunda, hem de Erdoğan’ın neler yapacağı konusunda.
Kuşku yok ki, yeni devlet, bir yandan ırkçı, bir yandan mezhepçi bir tonda örgütleniyor. Ama bu çetelerin aynı zamanda bir parasal arayışı olduğu açıktır. Sadece devletin örtülü ödeneği bunların hizmetine sunulmuyor. Bunlar aynı zamanda büyük ihaleler alıyor, büyük paralara konuyor.
Irkçılık, mezhepçilik, yağmacılık ve rantçılık ile birlikte yürüyor. Vatan derken ranta bakıyorlar, mezhep derken yağmalamaya bakıyorlar. Bu kirli ilişki ağı içinde herşey birbirine karışıyor. Savaş ortamı, tüm bu düzenlemeleri yapmaya olanak sağlayan bir örtü işlevini görüyor.
Acaba, 37 milyon dolar para alarak İHA denilen insansız hava araçlarını devlete satan Sümeyye’nin eşi Albayrak, hangi tarikattandır? Acaba, büyük ihaleleri alanlar, hangi tarikatlardadır? Acaba bakanlar içinde bir tarikata bağlı olmayan bir kişi bile var mıdır? Ve sonuçta tüm bu tarikatlar, gerçekte rant ve yağmaya dayanan birer çete hâline gelmiş, getirilmiştir.
İşte Erdoğan’ın seferberlik ilanı da bunlar içindir. Erdoğan, artık ne dediğini de şaşırmış durumdadır. Tüm devlet yetkilileri, bir gün önce söylediklerini yalanlayarak yaşıyorlar. Bu, seferberlik konusunda da böyle oldu. Erdoğan, seferberlik ilan etti.
Seferberlik ilanı ciddi olmalıdır.
Ama Erdoğan, sonra bundan geri adım attı. Gerçekte seferberlik ilanı ciddi, devletin belli koşullarda attığı bir adımdır. Seferberlik ilanının ardından Ankara’da otellere el konulması, muhtarların sürekli olarak muhbirlik ağı ile toplanması vb. uygulamalar gelişmeye başladı. Ertesi gün, Erdoğan, ben eline silâhı al sokağa çık demedim, dedi. Henüz eline silâhı alıp çıkan olmamıştı. Bundan sonra o da olacaktır. Erdoğan, meğerse, ekonomik seferberlikten söz ediyormuş.
Bize sorarsanız, Erdoğan, tüm cemaatlere, tüm çetelere, haydi uyanık olun, işimiz zorlaşıyor demek için, seferberlik çağrısı yaptı. Ama aynı zamanda Cumhurbaşkanı olduğu için, iş biraz karıştı.
Bugün, devletin tüm kurumları ile çeteleşmesi süreci yaşanıyor. Bu elbette paylaşım savaşımının da beraberinde getirdiği bir gelişmedir. TC devleti savaşa bu denli daldıktan sonra, bu paylaşım savaşımının etkilerinden kendini kurtaramaz. Yaşanan budur.
Bugün yeni devlet olarak karşımıza çıkarılmaya çalışılan şey, ırkçı-mezhepçi, öte yandan yağmacı ve rantçı bir yeni çeteleşmedir.
Yeni devlet: Irkçılık, mezhepçilik, rantçılık, yağmacılık ve çetecilik
Suriye savaşı ve “Erdoğan hükümranlığı”
Türkiye’nin, 24 Kasım 2015’te Rus uçağını düşürmesinin ardından, zorlu ve sıkıntılı süreçlerden sonra, Rusya ile yeniden barış yoluna girmesi sürecini düşünürseniz, Erdoğan’ın bu sözleri, “şaşırtıcı”dır.
Erdoğan, acaba birdenbire kontrolünü kaybedip, dilinin altındaki baklayı mı çıkardı, yoksa, Rusya ile yeniden gerilim süreci mi başlatılıyor soruları akıllara geldi. Hem ister baklayı çıkarmış olsun, isterse yeniden gerilim sürecine yelkenler açılıyor olsun, durum pek de farklı olmazdı. Türkiye’nin, acele barış, ilişkileri hemen onaralım sözlerine Rusların,“yıkmak kolaydır ama tamir etmek zordur” tarzındaki yanıtlarının ardında yatan güvensizliğin pek de haksız olmadığı ortaya çıkmış oldu.
Ve ardından, birçok kanalla Rusya ile ilişkiye geçildiği anlaşılıyor. Ortalığa saçılan bilgilerden elde edilen sonuç, durumu toparlamak için, hem Cumhurbaşkanlığının hem de Dışişlerinin devreye girdiği yönündedir. Ve üç gün sonra, acil bir “muhtarlar toplantısı” organize edildi, ve bu kez Erdoğan, “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin Suriye’de düzenlediği Fırat Kalkanı Harekâtının hedefinin bir ülke veya kişi olmadığını” söyledi. “Sözlerimi kimse başka yere çekmesin” dedi.
Acaba, Erdoğan, kibirden hiçbir şey görmüyorsa dahi, TC devletinin yönetenleri de öyle midir? Körlük, bir “durumu realize etme” hâli midir? Acaba, Erdoğan ve çevresi, bu muhtarlar toplantısı açıklaması ile, inandırıcı olabildiklerine emin midirler?
Kısacası, 29 Kasım’da Erdoğan bir söz söyledi, belki kalbinde yatan aslanı dile getirdi, belki içeride seçmenlere seslendi vb. ama ardından, epey bir ter dökülerek durum toparlanmaya çalışıldı.
Aynı 29 Kasım 2016’da, merkezi İdlib olan “Ahrar-uş Şam” örgütünün başına, Türkiye yanlısı olduğu söylenen (adı Ali el-Ömer olan) bir kişinin seçildiği unutulmamalı. Erdoğan, bu haberi, o gün konuşmasını yapmadan önce almış olmalıdır ve bunun coşkusu ile Suriye’ye ne için girdiklerini söylemiş, itiraf etmiştir. Gerçek budur. Bunu bilmeyen var mıdır?
Erdoğan rejimi, kendini Suriye rejimini devirmeye tamamen vakfetmiştir. Bir sabah Suriye sınırından girip, bilmem neredeki camide namaz kılmak, bir günde, yarım saatte Suriye’yi fethetmek vb. sözleri, “gerçeklikten” kopuk olabilir ama bir istek ve arzuyu göstermektedir.
Erdoğan rejimi, gerçekte ne istediğinin de çok farkında değildir.
Suriye devletinin dağılmasından mı yanasınız, diye soruyorlar, hayır diyorlar, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız, diyorlar. Esad’a muhalif güçleri destekleriz diyorlar, PYD’yi soruyorlar, hayır o olmaz, o Kürt diyorlar. Türkmen buluyorlar, onlar Şii olmaz, diyorlar. Kısacası ne istedikleri belli değil.
Belki de bu anlamda bir belirsizlik olsa da ne istedikleri bellidir: Mesela petrol paraları, mesela rant, mesela kendilerine bağlı bir hükümet.
Diyelim ki, Erdoğan hükümranlığına bağlı bir hükümet olsun, kimden oluşacak, ÖSO’dan mı, Ahrar’uş Şam’dan mı, El Nusra’dan mı? Hangisini istiyorlarsa ondan oluşsun, bir ay sonra, Erdoğan hükümranlığına karşı savaşacaktır.
Kısacası, büyük miktarda parayı saklamak, yolsuzlukları örtmek için geliştirilen hiçbir “ideolojik” örtü, bir gelecek için sera görevi göremez.
Erdoğan, kendi kontrolünde sandığı güçlerin, kendi kontrolünde olmadığını anlamakta zorluk çekmektedir. Bugün CHP milletvekilidir, dün Musul konsolosu idi, anlatsın herkese, nasıl esir düştüler ve nasıl MİT’in bile haberi olmadan bırakıldılar. Esir düşerken, bir oyun oynanıyordu ve TC devleti bunun bir parçası idi, ama sonra, bir anda, sınırda esirleri alacak adam göndermeleri 7 saatlerini aldı. Böylece anladılar ki, IŞİD kendi kontrollerinde değildir.
Bölgeye giden insan, bölgeye giden para, bölgeye giden silâhlar, hemen hepsi, hepsi değilse de %90’ı, Türkiye aracılığı ile gitti.
Erdoğan rejimi, tümü ile Suriye savaşına kendini bağlamıştır ve şimdi de kendini oradan kurtaramıyor. 29 Kasım’daki Esed açıklaması, Erdoğan’ın hislerinin kabarmasının ürünü değil, daha da ilerisi, tümü ile kendini Suriye savaşına bağlamış olmasının sonucudur. En küçük bir “iyi” haber, akılları durduruyor ve hemen fetih duyguları öne fırlıyor.
Sanırım, bu nokta açığa çıkmıştır.
Suriye savaşı ile, Erdoğan rejimi arasında çok direk bir bağ, paralel bir bağ kurulmuştur. Bu nedenle de Suriye savaşındaki gelişmeler, çok ama çok büyük öneme sahiptir. En küçük bir gelişme, Türkiye üzerine büyük bir gölge olarak düşmektedir.
Oysa gelişmeler hızlanma eğilimindedir.
İlkin, Suriye ordusu, Esad güçleri, rejim güçleri, Halep’i almaya hızla yakınlaşmaktadır. Halep, sık sık verilen şehri boşaltma araları nedeni ile biraz daha uzayacak olan bir savaş olsa da, sonu bugünden görülen bir savaştır.
Türkiye, Halep’te savaşan güçlere, açıkça “destek olamıyoruz” demek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle de bir tarz çırpınmaktadır. Bir gün Halep konusunda Rusya ile aynı mesajları vermekte, ertesi gün başka telden çalmaktadır. Muhtemelen, Erdoğan, Putin’e, El Nusra güçlerini çekeceğiz sözü de vermiştir. Ama anlaşılan o ki, tersini yapmış ve El Nusra, verilen aradan yararlanmak isteyerek saldırıya geçmiştir.
Böylece, Türkiye’nin El Nusra bağlantısı, Ahrar’uş Şam bağlantısı da açığa çıkmaktadır. ÖSO bağlantısı zaten biliniyor. ÖSO güçleri içinde El Nusra ve Ahrar’uş Şam unsurlarının olduğu da söylenenler arasındadır.
Şimdi, Erdoğan hükümranlığı, bu güçlere sahip çıkamamaktadır. Bu durumu izah etmek de oldukça zorlaşmıştır. İşte bu nedenle, 29 Kasım’daki gibi açıklamalar devreye girmektedir. Bu açıklamalar, ülke içine mesaj değildir. Daha çok, Suriye’deki ortaklarına mesajlardır. Ve yine muhtemelen bu durumu Ruslara anlatmış olmalıdırlar.
İkincisi, yeni Amerikan Başkanı, bu örgütlerin tümünün birer terör örgütü olduğundan söz etmektedir. Bu durumda işler Erdoğan lehine değişmeyecektir. Kaldı ki, Trump, Clinton’un IŞİD’in kurulmasında nasıl devrede olduğunu biliyor ve bu durumda Erdoğan’ın görevlendirilmesini de biliyor demektir. Ve yaparlar mı bilinmez, ama bunun bir dava konusu olacağını da söylemişlerdir.
Kısacası ABD, İslamî örgütlerden birinin vb. desteklenmesinin yanlışlığını söylemekte ve beğenmeseler de Suriye rejimi ile işbirliği yollarını aramaktan söz etmektedir. Bu durum, Erdoğan için iyi haber değildir.
ABD, Suriye savaşında kaybetmiştir ve bir mola almak isteyeceği, bunun için de bir anlaşma yoluna gideceği izlenimini vermektedir. Acaba yenilginin faturası kime çıkacaktır?
Suudi Arabistan’ın Rusya ile ilişkilerini geliştirme isteklerine bakılırsa, yeni durumda, Erdoğan’ın “anlamlı yalnızlık” hâlinin daha da dramatik hâl alacağı kesinleşmektedir. Eğilimler bu yöndedir.
Üstelik bu “yalnızlık” aşılır olmaktan da çıkmaktadır.
Erdoğan, başçobanlık sistemini devreye soksa dahi, durum değişmeyecektir. Görünen budur. Ama doğrusu Erdoğan’ın acelesinin nedeni budur. Bu nedenle, yeni duruma Erdoğan rejimi ya da Erdoğan hükümranlığı demek yerinde olur.
Suriye savaşı ile Erdoğan hükümranlığı birbirine çok bağlı hâle gelmiştir. Bunu bu hâle kimin getirdiğinin, bunun bu hâle nasıl geldiğinin artık bir önemi kalmamıştır.
Şimdi, Erdoğan, Halep düştükten sonra ne yapacaktır.?
Halep düştükten sonra, İdlib’de toplanacak olan ve Türkiye’nin desteklediği El Nusra, Ahrar’uş Şam, ÖSO ve diğerleri, tek tek Türkiye’ye mi alınacak? İdlib, Halep gibi yerleşimin çok da yoğun olduğu bir bölge de değil. Bu durumda burada savaşın daha hızlı sonuçlanacağını düşünmek mümkündür. Bu durumda, Türkiye, tüm bu unsurları kendi içine mi alacaktır? Acaba, yeni kontr-gerilla konseptinde rol almakta olan SADAT AŞ, bu unsurları, Erdoğan’ın hükümranlık ordusunun içine mi monte edecektir? Tüm bu unsurları kendine muhalif unsurların, en başta devrimcilerin, halkların, özellikle de Kürtlerin üzerine mi sürecektir?
Demek oluyor ki, Halep düştükten sonra, Erdoğan, içe dönmek zorundadır ve böyle yapmak için, büyük bir hızla, başçobanlık sistemini devreye sokmak istiyor. MHP ile sürdürülen pazarlıklar bu nedenle hızlanmıştır. Erdoğan, bir an önce sonuca ulaşma hevesindedir. Ve buna Erdoğan rejimi demek yerinde olacaktır.
Peki, bu baskı ve şiddet ile, Erdoğan, ne elde etmeyi ummaktadır? TC devletinin elde etmeyi umduğu nedir? Bir dünya savaşı ile bölge halklarının soykırımdan geçirilmesini mi planlamaktadırlar?
Erdoğan’ın tüm bu sıkışmışlık içinden bulacağı çıkış, daha fazla katliam, daha fazla baskı, daha fazla terördür.
Türkiye, dışarıda ve içeride yürüttüğü savaşı, daha da tırmandırmaktan yanadır. Erdoğan rejimi, sadece onu kurtaracak bir başkanlık sistemi değildir, aynı zamanda özel harbin, kontr-gerillanın yeniden organize edildiği bir savaş rejimidir. Erdoğan hükümranlığı, daha çok kan, daha çok baskı, daha çok şiddet, daha çok yağma demektir.
Suriye savaşının gelişim seyri, Erdoğan’ın tüm bu iç hazırlıkları yapmasına olanak vermeyebilir. Ama görünen o ki, Erdoğan ve Türkiye, bu yola girmiştir.
TC devleti, Trump ile Amerika’nın yapacağı manevraları yapmaktan çok uzaktır. ABD, Suriye savaşında uygun bir tarzda geri adımlar atmaya hazırlanmakta ve bunun için manevra olanaklarına da sahiptir.
TC devleti, Erdoğan rejimi altında, bir çıkmaz yoldadır. Bu yol, ırkçılık, milliyetçilik, dincilik söylemleri ile beslenmeye çalışılan kirli bir savaş yoludur. Bu kirli savaş, IŞİD’in yaptıkları ile yeterince açıktır. Bizim tarihimizde yer alan pek çok katliam (Ermeni katliamı, 6-7 Eylül, Dersim katliamı, Sivas katliamı, Maraş katliamı, 1 Mayıs katliamı vb.) ile IŞİD mantığının bağ kurması zor değildir.
Bu yolun, bir çıkmaz yol olduğu açıktır.
Türkiye, ne elini temizleyebilir, ne de Irak, Libya gibi pratiklerin mimarları ile bölgede bir yer bulabilir. Erdoğan rejimi, ne bölge halkları ile barışık bir ilişki geliştirebilir, ne de içeride halklara güven verebilir.
“Çobanlık” ve piyasa
“Çobanlık” konusunda Erdoğan’ın söyledikleri de buna benziyor. Bir açıdan itiraftır, halkı sürü olarak görmek isteyen bir anlayışın ürünüdür.
Bu çobanlık ilanı, aslında, sürünün ve çiftliğin bir sahibi olduğu düşünülürse, duruma uygun düşmektedir.
Ama bu çobanlık sistemi, Erdoğan’ın kafasında, farklı durmaktadır. Davranışlarına bakarsanız, istediği daha çok “mutlak iktidar”dır. Bu açıdan, padişahlık, kendisinin isteğine daha uygun düşmektedir.
Elbette tam olarak ne istediğini bizim bilmemiz “mümkün” değil. O denli yüce makamlarda, Allahın izni ile yer alabilmiş bir kişinin, ne istediğini bizim bilmemiz zor olsa gerek. Bunu kabul ediyoruz. Ama yine de daha çok padişah, sultan, biraz belki halife, İslam aleminin lideri, bir nevî seçilmiş kişi, İslam aleminin az bulunan kişisi gibi olmak istiyor. Kanıtlar bu yöndedir. “Allahın bütün sıfatlarını üzerinde taşıyan adam”, “kendisine dokunmanın ibadet” sayılması gereken adam, “cihan lideri” gibi tanımlamalar nedeni ile değil. Bunları ne ölçüde uygun bulduğunu bilmiyoruz. Ama saray, saray adabı, saray kültürü, külliye, %20 uygulamaları vb. bu konuda kanıttır.
Bir de, her gün, yepyeni bir söz söyler gibi, düzenli olarak daha önce söylediklerinin tam tersini söylemesi de bir kanıttır.
Erdoğan, hiçbir kural, hiçbir bağ tanımak istemiyor.
Mesela Suriye konusunda açıklamalarını ele alalım. Kası’mın sonu, Aralığın başında, Suriye’ye Esed’i devirmek için girdik, başka bir şey için değil, demişti. Ve ardından, iki gün sonra, acil bir muhtarlar toplantısında, kim bunları demiş, tam tersini söylemiştir. Bu konuda kendini özgür hissetmektedir. Her konuda konuşma ve mesaj verme, özgüvenin zirve yapması değil ise nedir?
Ama gelin görün ki, en kritik hamleler, ekonomi konusunda geliyor. Öyle boş verin denilecek hamleler değil, zira küçük burjuvazi, gücünden daha çok ses çıkartma kabiliyetine sahip bir kitledir. Bu nedenle, ekonomi konusunda bir şey söylendi mi, hemen alınmaktadırlar.
Gücünden sual edilmez, seçilmiş kişi, muktedir, şimdi, acaba, dolar ve euro’ya söz dinletebilecek mi? İşte soru burada başlıyor? Dinî konularda bir fetva yeterlidir, eğer rüşvet var ise, Karaman ve Diyanet İşlerinin fetvaları iş görebilir, eğer iş kazaları çok ise “fıtrat”tan başlarsın, camilerde cuma hutbesi verirsin ve işe yarar sonuçlar elde edebilirsin. Eğer Kürtlere karşı katliamlar saklanamaz hâle gelmiş ise, birkaç provokasyon, birkaç tutuklama, birkaç gazeteci hapse atma işe yarar.
Ama gelin de dolar ve euro meselesine bakın.
Padişah, diyelim ki en sonuncusu, bugün sağ olsa idi, acaba doların yükselişi karşısında, “tüm dünyada da böyle oluyor, ne yapalım” der miydi?
Acaba, padişah, mesela en sonuncusu, doların yükselişini durdurmak için, “dolar durula” diye ferman yayınlar mıydı? Hadi yayınladı, işe yarar mıydı?
Padişah, mesela en sonuncusu, bugün sağ olsa idi ve iktidar kendisinde olsa idi, “faizler düşün” der mi idi, dese idi, faizler onu dinler miydi?
Bilinen o ki, en sonuncusundan da önce, padişahlar, Galata bankerlerini fermanlarla durduramayacaklarını biliyorlardı. Yoksa, Sultan Süleyman’dan sonra gelen her padişah, kapitülasyonlar nedeni ile Sultan Süleyman’ı, “yerli ve milli olmayan” diye tanımlarlardı. İhtişamının zirvesinde Osmanlı, kapitülasyonlar vermeye başlamıştı.
Acaba, piyasa ile “mutlak güç” algısı arasında bir sorun mu oluşmaktadır?
Gerçekte, piyasa ekonomisinin diktatörlüklerle başı hoştur. Burjuva iktisatçılarının söylediklerinin aksine, piyasa ekonomisi “demokrasi” gerektirmez. Zaten, güçlünün güçsüzü ezdiği bir sistemde, despotluk her zaman vardır ve bunun hangi tonda öne çıktığı, ne kadar görünür hâle geldiği, doğrusu büyük bir sorun değildir.
Ama piyasa ekonomisi, belli açılardan sükûnet ister. Ve ekonominin işleyişi, emniyet müdürüne emir vererek iş yaptırmaktan biraz olsun farklıdır.
Faizleri indirin diyebilirsiniz. Ama faizlerin indirilebilmesi için, sizin ekonominizin kendi kararlarını verebilecek kadar bağımsız olması gerekir. Dünya kapitalist ekonomisinin içinde, ona bağımlı hâlde iken, büyük çaplı kumarhanenin içinde kumarhane sahibinin kuralları ile oynamakta iken, verdiğiniz emirler işe yaramaz. Tersine, sizi rotadan çıkarır ve bu durum, daha kolay yönetilebilir olmanıza yol açar.
Bugün, uluslararası güçler için Erdoğan, denetimi ve yönlendirilmesi en kolay pozisyondadır.
Bu koşullarda, doları indirmek için, dolarlarınızı bozdurun çağrısı, çocukçadır ve daha çok, alkış almaya dönüktür.
Dolarlarınızı bozdurun çağrısı, ‘yapacak başka bir şey kalmadı’nın da itirafıdır. Halkın dolar birikiminin ne kadar olduğu konusunda mutlaka, danışmanlarının bir fikri vardır. Gerçekçi değildir. Halkın dolarının olmaması bunda bir etken iken, ikinci etken bu yolla doların düşmeyeceği gerçeğidir. Ama mesela Erdoğan ve en yakın çevresi, eğer dolarlarını bozdurursa, işte bu işe yarar.
Devletin bizzat kendisi, birçok alanda fiyatları dolar ile belirliyor.
Devletin bizzat kendisi, ihaleleri dolar üzerinden açıyor.
Devletin bizzat kendisi, kendi alacaklarına bankaların oranlarına yakın faizler belirliyor.
Ve tüm bunlardan sonra, devlet, TL’nin korunmasından, vatanseverlikten söz ediyor.
Görelim, önde Erdoğan, arkada Binali, tüm işlemlerini TL’ye geçirsinler, dolarlarını bozdursunlar, bize ne kadar dolarları olduğunu açıklasınlar. Sadece bu ikisinin dolarları, doların ateşini düşürmeye yeter.
İşlerine geldiğinde piyasa kanunlarına sarılıyorlar. Ne yapalım, fiyatları dolar cinsinden belirlememiz gerekir, diyorlar. Ne yapalım, devlet her alacağına faiz uygulamak zorundadır, diyorlar. Ama sıra kendi iktidarlarının sallanmasına geldiğinde, dalga geçer gibi halka çağrı yapıp, dolar bozdurun, diyorlar.
Dalga geçmedir bu.
Doğru davranışları şöyle olabilirdi; en başta kendi çevrelerindeki zenginlerden başlayarak, yani gerçekten doları olanlardan başlayarak, TL’ye geçebilirlerdi. Mesela bankalarda var olan dolar hesaplarını, burada ne kadar dolar olduğunu bilmeleri zor değil. Buradan başlamalılar.
Türkiye, kapitalist dünya ekonomisinin bir parçasıdır ve sömürgedir. Sömürge bir ülkede, uluslararası sermayenin isteklerinden bağımsız adım atmaları mümkün değildir. Ancak ve ancak, tüm bankaları kamulaştırırsanız, bir ilk adım atmış olursunuz.
Demek ki, adına sultanlık mı desek, halifelik mi desek, padişahlık mı desek, başkanlık mı desek, yoksa hepsinin bir bileşeni olarak çobanlık mı desek bilmiyoruz ama bununla emredip, dolara karşı savaşılamıyor.
İnşaat dairelerinin fiyatlarının düşmesini önlemek için piyasayı manipüle etmek zor değil. Bunun bir yolu var. TOKİ, bu konuda epey iş yapar. Ama yine de el altından, 1,5 milyon istenen daireler, banka kredisi olmadan nakit ile satılınca, 750 bin TL’ye satılmaktadır. Müteahhit, sistemden parayı kaçırmak için her yolu denemeye hazırdır. Hele ki, krizin tüm ağırlığı ile kendini hissettirmeye başladığı bugün.
Evet, muktedir iseniz, ihaleleri kontrol edebilir ve kuralları altüst ederek iş verebilirsiniz. İstediğiniz kişiye ucuza kredi verebilirsiniz.
Evet muktedirseniz, bir “düşman” belirleyerek, ona karşı siyasal, askerî, ekonomik hamleler yapabilirsiniz.
Ama bir noktadan sonra, dolar konusunda bu kadar şanslı olamazsınız.
Dolara karşı bıçak çekerek savaşırken, maaşlarını dolarla alan şövalyeler, yazarlar, jöleli danışmanlar iş görebilir mi?
Padişah için, iş biraz daha kolay idi. Çünkü mülk onun idi. Erdoğan, önce tüm ülkenin tapusunu almalıdır. Belki de buna giden en kısa yol, bir kamulaştırma olabilir. 62,5 milyar dolarlık özelleştirmeden sonra, ister misiniz, muktedir, sultanlık özlemleri için, bankaları kamulaştırsın?
Ya kamulaştırma harekâtı başlayacak ya da faize in deyince faiz inmeyecek, dolara düş deyince dolar düşmeyecek ve bu durumda gücünü konuşturamayan bir “muktedir” olmaya razı olacaksınız.
Doğrusu, imajı böylesine çizmek de piyasa açısından hoş olmaz. Faiz nedir ki, düş deyince düşmeyecek, dolar kimdir ki sürekli yükselecek?
Suriye savaşında yeni dönem
Halep’in Suriye ordusunca geri alınmasının ardından yapılan her açıklamada, bu durumun izlerini de görebiliriz. Suriye ordusuna ve devletine göre bu, Halep’in kurtarılmasıdır. Oysa, mesela Türkiye cephesi, Halep’in düşmesinden söz ediyor, sanki, kendi elinde bulunan bir yeri kaybetmiş gibi bir dil kullanılıyor. Bu detay, kullanılan dil, böylesi çok unsurlu gücün iç içe girdiği savaşlarda, önemli oluyor. Bir süre önce Erdoğan, Musul’a dönük kuşatmada, Irak güçlerinin şehre girmesi tartışılırken, “gelecekleri varsa görecekleri de var” demişti. Sanki, Musul içinde TC devletine bağlı ya da Erdoğan’a bağlı bazı güçler var ve onlar adına konuşuluyor gibi idi.
Halep, Suriye’nin başkentten sonraki en önemli şehri idi ve ticaretin yoğunlaştığı, kültürlerin harmanlandığı, her halkın bir arada yaşayabildiği bir şehir idi. Bu açıdan da önemlidir. Ama savaş mantığı içinde bakılacak olunursa, Suriye ordusu, sivillerin varlığı nedeni ile ağır ağır ilerlemek zorunda olduğunu söylüyordu. Karşı taraf ise, doğrudan sivilleri kalkan olarak kullanıyordu. Ve İngiltere, ABD, Türkiye cephesi, Halep’te insanlık dramından dem vuruyordu.
Örnek olsun, Yemen’de de bir savaş var ve Suudi Arabistan her yeri bombalarken, insan hakları ya da sivil ölümlerden söz eden olmuyor. Mesela Irak işgali boyunca, ABD askerlerince öldürülen siviller kimsenin dikkatini çekmemişti. Mesela bugün Libya’da sivillerin durumu kimsenin ilgi noktasında değildir. Uzatmak mümkün. Ama Vietnam savaşından bu yana, Hiroşima’dan bu yana, katliamlar yapmış olan, geçmişi tescilli Amerika’nın, sivillerden, insan haklarından vb. söz etmesi yeterince açıklayıcıdır. İngiltere’yi de buna ekleyin. Türkiye gibi ülkelerin, ABD ve İngiltere’yi takip etmeleri ise, tam bir sömürge davranışıdır.
Halep, Suriye ordusunca ele geçirildi ve aslında bu yaklaşık olarak iki aydır sonu belli olan bir süreç idi.
Şimdi, Suriye savaşında yeni bir aşama başlamıştır.
Bundan böyle ABD, Esad ile masaya oturma yollarını arayacaktır. Ya da zaten aramaktaydı ama bundan sonra bunu açıkça yapacaktır. Trump’ın seçilmiş olması, bu açıdan bir manevra olanağı da sağlayacaktır. Hatta Trump, Clinton’u IŞİD’i kurmakla ve bu nedenle mahkeme önüne çıkartılmakla bile tehdit etmişti. Belki ABD devleti içindeki bu çatışma, egemen sınıflar tarafından çözülecek ya da çok su üstüne çıkarılmayacaktır. Ama yine de ihtimal dahilinde bu yargılama gerçekleşir ise, acaba Türkiye ya da Türkiye’den kimler bu davada yargılanmaya eklenecektir? Yeni, ABD Başkanı’nın müstakbel enerji bakanı olacağı söylenen kişi, Türkiye’nin radikal İslamcıları destekleyen güçlerce yönetildiğini söylerken, tam da bunu mu anlatmak istemektedir?
Demek ki, ABD’nin bir manevra yaparak, bir adım geri atacağı açık. Hatta belki, Suriye savaşının maliyetlerini, Türkiye’nin üzerine de yıkacaktır. Zira, olay mahallinin her santimetrekaresinde Türkiye’nin parmak izleri zaten mevcuttur.
Türkiye, ABD kadar manevra yapma kabiliyetine sahip değildir. İlkin, tetikçi olarak davrandığı için ve ikincisi, olay yerine çok yakın olduğu için. ABD, birçok işi, Türkiye’ye yaptırmıştır. Ve Türkiye, zaman zaman yetkililerin demeçlerinden de anlaşılacağı üzere, IŞİD’i, El Nusra’yı, Ahrar’ur Şam’ı vb. bizzat kendisi yönetiyor fikrine sahiptir. Bu yanlış fikir, Türkiye’yi birçok alanda cesaretlendirmiş ve bu ABD açısından iyi olmuş olabilir. Ama şimdi de Türkiye için bir sorundur. Musul konsolosluk çalışanlarının esir alınması sürecini hatırlayalım. Neden esir düşmüşlerdir, nasıl esir düşmüşlerdir? Pek yakında bunun tartışmaları da gündeme çıkacaktır. Ama özetle, Türkiye, bölgedeki çetelerle çok fazla içli dişli olmuştur, onlara silâh göndermiş, onlara üsler sağlamış vb.dir. Onbinlerce savaşçı, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçmiştir. Şimdi bu savaşçıları bir anda düşman ilan etmekte, Türkiye çok zorlanacaktır. Türkiye bu savaşçılarla İslam, halifelik ve Osmanlıcılık üzerinden epeyce ortaklıklar da kurmuştur. Türkiye’nin bizzat sahaya sürdüğü unsurların, Türkiye’nin manevralarını kabul etme şansları yoktur. ABD kadar rahat değildir, Türkiye.
Öte yandan, Türkiye, hâlâ, bazı umutlara sahiptir. Mesela Halep’ten sonra İdlib’de bu unsurların tutunmasını istemektedir. Doğrusu bu çetelerle, devletler düzeyinde ilişkilerin ne denli sorun olacağı konusunda da bir fikirleri olmadığı anlaşılmaktadır. Para, tüm işleri çözmektedir. Savaşın yağma bölümü, bölgedeki tüm tetikçileri ve çeteleri cezbetmektedir. ABD bunun bilinci ile istediği gücü kullanabilme olanağına sahip olmuştur.
Kuşku yok ki, ABD açısından bu, tam bir yenilgi değildir. ABD, bu savaşı bir dünya savaşı olarak düşünmektedir. Bunu kabul edebiliriz. Bu durumda, Suriye cephesinde ortaya çıkan yenilgi nedeni ile, manevralar yapacak, ama başka cephelerden harekete geçecektir. Şimdiden Çin’i yoklamaya başladıkları görünmektedir.
Suriye savaşının bundan sonrasında Türkiye, oldukça zor bir döneme girmektedir. Kuşku yok ki, Suriye içindeki varlığı, bir işgal girişimidir ve buna bir an önce son vermesi gereklidir.
Ama dahası vardır. Türkiye, bu cihatçı unsurları, kendi içinde barındırmaktadır ve bunlara yenilerini katacaktır. İşte tam da burada bu unsurların ne işe yarayacağı sorusu ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği kadarı ile İdlib’de sivil yaşam pek fazla yoktur. Bu durumda Halep’ten sonra İdlib’e dönük Suriye ordusunun ilerleyişinin daha hızlı olacağı düşünülebilir. Türkiye, tüm bu unsurları geri alacak mıdır?
Türkiye, bizzat en yüksek mertebeden, Erdoğan aracılığı ile, Esad ile ilişki kurmak zorunda kalacaktır. Ve bizzat kendisinin beslediği cihatçı unsurlarla işleri daha da zorlaşacaktır.
Görünen o ki, Türkiye, bir devlet refleksi ile davranmaktan çok, savaşçı hevesleri uyanmış bir güç gibi davranmaktadır. Bu nedenle her fırsatta, bölgedeki her ülke ile sorunlar oluşturacak tarzda davranmaktadır. Bu konuda değişiklik olmama ihtimali yüksektir. Erdoğan, kendi geleceği için, sürekli saldırı pozisyonunda olmak istiyor. Sakinleşmek, bir an için düşünmek, kendi geleceği için tehlikeli diye düşünüyor olmalı. Bu durumda ise, Türkiye’den, ileri-geri hamleler beklenmesi doğaldır.
Bu savaşın, bugüne kadar olduğu gibi, Türkiye içine yansımaları olması da kaçınılmazdır. Erdoğan, sürecin bundan sonrasında, birçok hayalini unutmak zorunda kalacaktır.
Devletin, Kürt hareketine ve Kürt halkına karşı yeni bir saldırı başlatma heveslisi olduğu da açıktır. Muhtemelen Saray, bu yeni saldırı dalgasında, daha fazla cihatçı unsuru devreye sokacaktır. Bunun sürpriz olmayacağı açıktır. Zaten bunu yaptıkları da biliniyor. SADAT AŞ unsurlarını da kullanarak, çetelere daha fazla yer verecekleri görülüyor.
Halep’in Suriye tarafından geri alınması, bu savaşın, halklara karşı bir katliam politikasına dönüşebileceği işaretlerini vermektedir. Bazı öğretim üyelerinin, Alevileri katledelim, gibi açıklamaları, OHAL uygulamaları, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikaları, bunun işaretleridir.
TC devletinin son bir yılı aşkın süredir, belki de son 1,5 yıllık süre içinde Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı yürüttüğü savaş, gerçekte sonuç alamayacağı bir savaştır.
Ne halkları tam olarak esir alabilirler, ne de kendi geleceklerini kurtarabilirler. Bu savaş, daha büyük acılarla da olsa, daha büyük bir direnişi birlikte getirmektedir.
Ne sokakları susturabilirler, ne öğrencileri susturabilirler, ne işçileri susturabilirler. Tüm halkı esir almak, esir tutmak mümkün değildir.
Evet, tüm basın denetimlerindedir ve nerede bir direniş olursa olsun, haber hâline bile gelmemektedir.
Evet, tüm güçleri ile, saldırmaktadırlar.
Evet, ama, yine de direnişler sürmekte, adım adım su yatağını bulmaktadır. Bi çok alandan, birçok kanaldan tepkiler birleşerek bir nehre dönüşecektir.
Suriye savaşının doğrudan içinde olmuş olan, Suriye’ye karşı oluşturulmuş olan IŞİD, El Nusra vb. örgütleri desteklemiş olan her güç, savaşın bu yeni aşamasında, elbette elini yeniden kontrol edecektir. Ama mutlaka ve mutlaka, bir bedel ödemek zorunda kalacaklardır.
Savaşlar böyle şeylerdir. Kazanınca zafer ilan ederler. Ölüp yok olanın hesabı bile yapılmaz. Ama eğer ortada zafer yok ise, eğer bir yenilgiye kapılar açılmış ise, işte o zaman başka bir bedel daha ödenmek zorunda kalınır.
Erdoğan rejimi, kendini Esad’ın gidişine çok fazla angaje etmiştir. Adeta kendi varlıklarını, Esad’ın gidişinin garantisi olarak ortaya koymuşlardır. Oysa savaşın bugün görünen aşamasında, durum tam tersine dönmüştür.
Böylesi dönemlerde, büyük oyuncular, hemen manevralara girişebilmektedirler. Türkiye’nin böylesi bir ufku olmadığı anlaşılmaktadır. Erdoğan, daha yakın dönemde “biz Suriye’ye Esad’ı devirmek için girdik” demekten geri durmamıştır. Savaşın bu yeni aşaması, Erdoğan için de yeni bir aşamadır.
Halep’in kurtarılması, Esad’ın kalışına işaret ise, Erdoğan’ın gidişine işarettir. Erdoğan, açıktan Esad ile ilişki kuracaktır desek abartı olmaz. Falda bu görünmektedir.
Türkiye, devlet olarak tutumu ile, kişisel, mezhepsel ilişkiler vb.yi birbirine karıştırmış durumdadır. Bölgede, devlet olarak Türkiye’nin Suriye ile eski yakınlığı mı daha anlamlı bir Türk dış politikası olurdu, yoksa kardeşim Esad’dan, “Esed”e geçiş mi daha anlamlı bir Türk dış politikası olmuştur? Bu sorunun yanıtını, hemen herkes, ilkinden yana veriyor. Peki öyle ise, ABD’den gelen bir emir nasıl olmuş da, Erdoğan’ı bu kadar hızla etkilemiş ve harekete geçirmiştir, birden ‘kardeşim Esad’ gitmiştir, yerine ‘ya Esed gidecek ya ben’ söylemi gelmiştir? Bu nasıl olmuştur?
Bu sorunun yanıtını anlamak için, sadece emperyalist güçlere, efendilere, ABD’ye bağlı bir Erdoğan yanıtı yeterli olmaz. Mesela kişisel ilişkiler, diyelim ki petrol ticareti, mesela silâh ticareti, mesela mezhepsel ilişkiler vb. de hesaba katılmalıdır. Osmanlıcılık vb. hayalleri, işe sonradan, daha çok dolgu malzemesi olarak eklenmiştir.
Bugün, Halep’in kurtarılması ile, hem ABD ve müttefikleri yenilmiştir, hem de Türkiye’nin bu dış politikası iflas etmiştir.
Şimdi Türkiye, Ahrar-ur Şam, El Nusra ve IŞİD tarafından, “kendilerini satan ülke” olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle bu çetelerin saldırıları artmaktadır.
Öte yandan, Moskova deklarasyonu, Suriye’nin ve Esad rejiminin tanınması anlamına da gelmektedir. Bu da Türkiye’nin, dış politikasının iflasıdır.
Sadece dış politikada kalacak bir süreç olduğu da tartışmalıdır. Türkiye, şimdi, tüm bölge ülkeleri nezdinde, saldırgan bir ülke konumundadır, ABD-İngiltere ve İsrail işbirlikçisi olarak görülmektedir. Mezhepçi olarak ele alınmakta, Vahabi Sünni politikalar heveslisi olarak görülmektedir.
Ve elbette tüm bu süreçlerin ülke içinde de yansımaları olacağı açıktır.
En başta, iktidarı oluşturan güçler arasında yeni çatlaklar oluşmuştur. FETÖ operasyonları, aynı zamanda devlete yeni tarikatların doldurulması süreci ile at başı gitmektedir. Ama, artık devlet içinde at izi, it izine karışıktır. Kaç tane FETÖ vardır? Mesela ABD’nin FETÖ’sü ile, İngiltere’nin ki, Almanya’nınki, İsrail’inki artık aynı mıdır? Kaç tane AK Parti vardır?
Uzatmaya gerek yok.
Savaşın bu yeni aşaması, herkesi etkilemeye açıktır.
Hasta la victoria siempre, Comandante
Ne gözümüz yaşlı, ne ezik yüreğimiz.
Sürpriz ve bilinmez değildi.
Bir yoldaşı, bir komutanı, bir devrim önderini, bir önderi kaybetmenin acısı elbette yüreğimizdedir.
Ama Fidel, dünya devriminin örnek komutanlarından biri olarak, bir kere daha, ölümü ile, tüm dünya devrimcilerine bırakılan mirası hatırlamamızı sağladı. Biz, bu vesile ile, Fidel’in aramızdan ayrılması vesilesi ile, bir kere daha dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olarak, sahip olduğumuz eşsiz mirası hatırladık.
Ekim Devrimi’nin 99. yılında, tam da bu mirasın ne olduğunu, 1917’den bu yana birikmiş olan mirasa nasıl yaklaşmamız gerektiğini tartıştığımız günlerde, bir kasım ayının sonlarında, geldi ölüm haberi.
Fidel, bu dünya devrimci hareketinin mirasının önemli bir parçasını oluşturan Küba Devrimi’nin liderlerindendir ve öyle kalacaktır.
Büyük devrimcilerin zafere yürüyüşü kadar, zaferden sonra da devrimci kalabilme iradesini gösterebilmeleri çok önemlidir. Fidel, bu açıdan örnektir. Devrimin zaferinden sonra, Küba Devrimi’nin, yolundan sapmamasına, yozlaşmamasına büyük özen göstermiştir.
İyi başlayanlar, her zaman, işin sonuna kadar iyi gidemiyorlar. Fidel, işte bunun bir örneğidir, iyi başlayıp, sonuna kadar devrimci olarak yaşamak denilen şeyin canlı örneğidir.
Bu nedenle, dünya devrimci hareketi, büyük bir önderine, (beklendiği üzere) elveda demiştir. Evet her ölüm erkendir, Ama Fidel’inki, beklenmeyen değil idi.
Elini sıkamadık bir kere olsun,
Gözlerine canlı canlı bakma şansımız olmadı,
Sesini TV kanallarından, radyolardan duyduk yalnızca.
Ama ondan çok şey öğrendik, öğrenmeliyiz.
Ona güle güle derken, öğrendiklerimizi, dünyanın tüm ezilen halkları adına, hatırlamalıyız.
İlk ders, o ve silâh arkadaşlarının Granma gemisi ile verdiği derstir. Devrim için yola çıkmadan, devrim için mücadeleye atılmadan, zafer kazanmak mümkün değildir. Bilinmeyen bir ders değildir elbette. Ama Granma ile Meksika’dan ayrılış süreci, baştan aşağıya bir eğitimdir.
1956 yılıdır. Meksika’dan, Granma gemisi ile yola çıkarlar. Granma, aslında 12-20 kişi alması mümkün olan bir küçük gemidir. Ama 1956’da, sonu Sierra Maestra dağlarına ulaşan yolculuk için, Granma’ya tam 82 devrimci binmiştir. Yürekler o kadar inançlı, hayaller o kadar sıcaktır ki, sanki, 82 kişi, gemiye yük olmayacaktır.
Granma toplam 1200 galon yakıt alabilirdir. Ama tahminen 2000 galon yakıt gereklidir ve buna, ilave 800 galon yakıta yer bulunmuştur. Yolculuk için yemek de gereklidir. Üç bin portakal konulmuştur Granma’ya, başka yiyeceklerin yanı sıra. Açlık, en az hesap edilen olmuştur. Ve elbette silâh gereklidir, hem de en önemli şeydir silâh.
Ve elbette aksilikler vardır.
Devlet, Batista rejimi, Fidel ve arkadaşlarının gelişini haber alır. Sonunda, 82 kişiden sadece 12’si ulaşır Sierra Maestra dağlarına, o günlerde devrimin ana üssü denilen yere.
Bu yolculuk, bu başlangıç, bu adım, aslında devrimin her koşul ve şart altında nasıl bir irade ile başlatılabileceğini göstermektedir.
Devrimciler, bekleyerek devrime başlamazlar. Devrimciler, devrime bir yerden, en kararlı bir biçimde başlarlar ve diğer her şeyi, akıl ve duygu ile birlikte yürütürler. Devrimci şartlar, bekleyerek olgunlaşmaz.
İkincisi, hazırlıkla ilgilidir. Fidel, öyle bir günde bu kararları vermemiştir. Tersine, Küba dışına çıkışı ve orada hazırlanması yıllarını almıştır. Devrim, gün be gün, bir hedefe doğru, büyük bir enerji ile örgütlenmekten geçmektedir.
Granma nasıl bir kararlılık ise, Granma’nın hazırlanması da öylesini ateşli bir hazırlık dönemidir. Geceli gündüzlü bir hazırlık dönemidir, durmadan dinlenmeden yürütülen bir örgütlenme dönemidir. Ve elbette, tüm bu süreç içinde, ülke içi ile güçlü ilişkileri vardır.
Ücüncüsü, Küba Devrimi’nin zaferi ile birlikte açığa çıkar. Küba Devrimi, en başta Latin Amerika halklarına kucak açmış ve asla ve asla içine kapanmamıştır, enternasyonalist ruhunu hep korumuştur.
Bunun en güzel örneği, Che’nin Küba’dan devrim için ayrılışında vardır. Che, Küba Devrimi’nin önderlerindendir ve Fidel’in arkadaşıdır. Devrim, en önemli önderlerinden birinin, başka halklara yardım için Küba’dan ayrılmasına şahitlik etmiştir. Bu enternasyonalist ruh, sadece Che örneği ile de sınırlı değildir. Fidel ve yoldaşlarının önderliğinde Küba halkı, en zor koşullarda bile, dünyanın ezilen halkları için umut olmuştur. Açlık ve yoksullukla savaşan Küba halkı, elindeki ekmeğini paylaşmakta hiç tereddüt etmemiştir ve Küba Devrimi’nin önderleri de bu yolu hep teşvik etmişlerdir. Küba Devrimi, Fidel ve arkadaşlarının önderliğinde, dünya halklarının ortak devrimi olarak yoluna devam etmiştir.
Dördüncüsü, direnme ve pes etmeme iradesidir, mücadele iradesidir. Küba devrimi, Amerika’nın karnının altında, akıl almaz tehditlere, akıl almaz baskılara, ambargolara, yeryüzünün tanıdığı tüm hukuksuzluklara, tüm saldırganlıklara rağmen, büyük bir direnişle ayakta durmuştur. Teslim olmamıştır. Bu, devrimi, çok daha büyütmüştür.
Küba halkı, devrim etrafında kenetlenmiştir.
Küba halkı, her türden saldırıya karşı devrimi korumayı bilmiştir.
Bugün, Küba, eğitim, sağlık gibi alanlarda, dünyanın örnek ülkesinden biridir ve bunlar yoksulluklar içinde, Amerikan ambargosu altında gerçekleştirilmiştir.
Bir örnek, farklılığı anlamamıza yardımcı olacaktır. Amerikan ambargosu ile ülke sürekli sıkıştırılırken, Küba’dan kaçışlar organize edilmeye çalışılmıştır. Birçok kere. Bir keresinde, Fidel, sokağa inip, limana kadar yürüyerek, gitmek isteyenleri serbest bırakın demiştir. Ve gidenlere serbestsiniz denildikten sonra gidiş durmuştur. CIA operasyonu çökmüştür. Oysa dünyanın birçok yerinde, kaçışları önlemek vb. beklenen uygulama idi. Fidel tersini yapmıştır. Kapıları biz açıyoruz demiştir.
Kaç suikast planlanmıştır, sayısını bilmek mümkün değil. Ama bilinen gerçek, Fidel suikast ile ölmemiştir. Ölmeden önce, yakında öleceğim diyebilme şansını yakalamıştır, yoldaşlarına önerilerde bulunabilmiştir.
Küba halkı, Fidel ve devrime sahip çıkmıştır.
En kötü dönemlerden biri, 1989’da Gorbaçov önderliğinde Ekim Devrimi’nin yok edilmeye çalışıldığı dönem olmuştur. Dünya sosyalist ülkeleri, peş peşe çözülmüştür. Küba, bu koşullarda da ayakta kalma becerisini, üstelik Amerika tepesinde iken başarabilmiştir.
Castro, sosyalizmin eksiklerinin, Gorbaçovvari metotlarla giderilemeyeceğini görüyordu ve bunu açıkça dünyaya haykırdı. Sosyalizmin eksikleri, ancak mücadele ile aşılabilirdi. Perestroykayı bu nedenle alkışlamadı, bizim yolumuz bu olmayacak, dedi. Küçük bir ada devleti olan Küba için bu, zor ama onurlu bir karar idi. Bugün, bu kararından dolayı, dünyanın tüm devrimcileri olarak, Küba devrimcilerine saygı duyuyor, teşekkür ediyoruz.
Bugün, sosyalizm, dünya çapında zaferden zafere koşuyor değil. Ama daha bugünden, tüm dünya halkları anlıyor ki, kapitalizm, hiçbir sorunu çözemez ve yeryüzü ve insanlık için, varlığı felakettir.
Elbette, Küba, birçok sorunla mücadele etmekte ve edecek. Ama bu uzun devrim yolu, doğru yolun direnmek ve mücadele etmek olduğunu göstermektedir. Hele ki dünyada 1990’larda sosyalist ülkelerin kapitalizme kucak açmaları ile başlayan süreçlerin, bu ülkelerin halklarına nelere mal olduğunu gördükten sonra.
Bugün, elbette, dünya gericiliği, emperyalist güçlerin hepsi, ama en başta ABD, Küba’ya karşı her türlü komplolarına hız vereceklerdir. Bunun tersi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Onlar budur, halkların, özgürlüklerin, insanlığın, iradenin, eşitliğin, umudun tescilli düşmanlarıdır. Buna uygun olarak yapacakları şeyler de bilinmez değildir.
Elbette Küba halkı, Fidel’in, on yıla yakın bir süredir zaten başkanlığı bırakmış olması nedeni ile, birçok açıdan bu sürece hazırdır. Fidel’in ölümü, hiçbir Kübalı için beklenmedik bir sürpriz değildir. O nedenle, gözlerindeki yaşlara rağmen, dipdiriler. Büyük bir devrimciyi, güzel bir insanı, bir yoldaşı uğurlamakla meşguller.
Biz, Küba’dan binlerce kilometre uzakta, üzgün ama gururlu bir biçimde bu uğurlamayı izliyor, bu vedaya katılıyoruz.
Fidel, dünya devrimci hareketinin önderleri arasında ölümsüz yerine alıyor.
Biz, onunla aynı safta dövüşmekten, bir kere daha gurur duyuyoruz.
Biz, yoldaşlarımızın gözlerine bakıp, Fidel’in gözlerini arıyoruz.
Biz, yoldaşlarımızın gözlerine bakıp, sessizce, bu gemi zafere ulaşacak, diyoruz.
Biz, yoldaşlarımızın gözlerinden içeri girip, tekleşiyoruz.
Tarihin tarihimizdir.
Yolun yolumuzdur.
Sözlerin bize emirdir, Fidel.
Hasta la victoria siempre Comandante.
2016 sonunda işçi sınıfının durumu
Dışarıda süren savaşın, bugün odak noktası Suriye’dir.
Suriye savaşı, içinde ABD’nin, arkasında Türkiye’nin açıktan yer aldığı bir savaştır.
Ve savaş, Aralık ayının ikinci haftasında, Halep’in Suriye ordusunca geri alınışı ile, yeni bir aşamaya girmiştir.
Türkiye bu savaşa burnuna kadar batmıştır ve bugün de yenilen tarafta yer almaktadır. Dahası, ABD, bu savaşın maliyetlerini büyük ölçüde Türkiye’ye yıkma hevesinde olacaktır.
Bu savaş, içeride, Erdoğan’ın başkanlık ya da kendi deyimi ile çobanlık sistemine geçme hevesleri ile, her yolla içeriye yansımaktadır.
IŞİD, El Nusra, Ahrar’ur Şam ve daha başkaları, bu savaşın çeteleridir ve Türkiye bunların ana üslerinden biridir. Uzatmaya gerek yok, bu unsurlar, hem dışarıda, hem de içeride, Erdoğan ekibi ve devlet tarafından kullanılmaktadır.
İçeride savaş, esas olarak Kürt halkına yönelmiş olsa da, gerçekte, tüm devrimcilere, tüm halklara, özgürlük, ekmek ve barış isteyen herkese, işçi ve emekçilere karşı bir savaş olarak ortaya çıkmaktadır.
OHAL, tam olarak işçi ve emekçilere, halklara, özgürlük taleplerine, hak arama taleplerine karşı bir uygulamadır ve Erdoğan bu yolla, işçi ve emekçileri, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçileri esir almak istiyor.
Bir yandan, Türkiye, devletin çözüldüğü, işçi ve emekçilerin iktidarı ele geçirme şansının nesnel olarak arttığı bir dönemdedir. Devrime gebedir. Ama öte yandan, devrim, öznesiz, örgütsüz, işçi sınıfı ve halklarının mücadelesi olmadan olmaz. Bu nedenle de öznel olarak, örgütsüzlük nedeni ile devrim, “uzak” görünmektedir.
Nesnel olarak devrim yakındır, öznel olarak, örgütsüzlük nedeni ile açık bir uzaklık görünmektedir.
İşte, 2017’ye bu koşullarda giriyoruz.
Türkiye’nin önündeki büyük devrim, sosyalist bir devrimdir. İşçi sınıfının egemenliğine dayanmaktadır.
Türkiye’nin önündeki devrim, bugün savaş bölgesi hâline gelmiş olan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar bölgesindeki sosyalist devrimlerin bir parçasıdır. Bu nedenle, emperyalizme karşı toplu bir direniş demektir, bu nedenle tarihle açık bir barışma demektir, bu nedenle halklar için büyük özgürlük demektir.
Ve bu devrimin bir parçası olacak olan sosyalist devrimimiz açısından, 2016 yılı sonu itibari ile işçi sınıfının gerçek durumunu ortaya koymak gereklidir.
1- İşçi sınıfı, 12 Eylül ile başlayan karşı-devrim süreci boyunca, sürekli olarak politikanın dışına itilmiş, apolitikleştirilmiştir. İşçi sınıfı, devrimci hareketten bu yolla koparılmıştır. Bunun bir yanında korku varsa, diğer yanında, apolitikleştirme süreci vardır.
2- 12 Eylül’den bu yana, birçok sendika, belki bir-ikisi hariç, işçi sendikası olmaktan çıkmıştır. Sendika mafyası, sendikal örgütlenmenin tepesine çöreklenmiştir. Sendikalar, patronların, devletin sendikaları hâline gelirken, mafya çeteleri ile bağlantılı hâle getirilmiştir. Bugün, birçok sendikanın başında bulunanlar, bu sendika mafyasına bağlı olanlardır ve işçi sınıfının kanını emen birer sülük gibi, onun enerjisini kontrol etmektedirler.
3- Sendikalar, işçi hakları için mücadele etmemektedir. Bunun yerine, çoğunlukla, devletin ve patronun istekleri doğrultusunda, işçileri devrimci mücadeleden uzak tutmakla uğraşmaktadırlar. Neredeyse grevi bir silâh olarak işçi sınıfı, bu sendika mafyasına teslim etmiştir. Sendikalar, işçileri kontrol edip, mücadeleden uzaklaştırmaktadırlar.
4- Bu sendika mafyası, işçilerin kendi içlerinde dayanışma eylemleri geliştirmelerini de önlemektedir. Bu konuda basın da destekçileridir. Pek çok işçi eylemi, gündeme dahi çıkmamakta, haber dahi olmamaktadır. Basının bu karartması, sendika mafyasının işçilerin kendi içinde dayanışma geliştirmelerinin de önünü tıkamaktadır. 301 işçinin öldüğü Soma sonrasında dahi sendikalar, topluca dayanışma eylemleri ortaya koymamışlardır. Bunun pek çok örneği vardır.
5- Fabrikalarda işçi önderleri, henüz, bu apolitik tutumu kıramamışlardır. İşçi liderleri, hâlâ, soldan, devrimcilerden uzak durmanın, kendilerini devletin saldırılarından koruyacak bir tutum olduğu kanısındadır. Oysa, devrimci hareketten uzak kaldığı sürece işçi sınıfı, tamamen burjuvazinin esiri hâline gelmektedir. Patronların, sendika mafyasının, burjuva basının karanlık çemberini aşamamaktadır.
Durumu anlamak için, belki konuyu biraz daha genişletmek gereklidir.
2016 yılı sonunda, işsiz sayısı kaç kişidir? Devletin verdiği 3 milyon küsur rakamı ve %10,5 rakamı doğru mudur? Elbette değildir. Öyle ise, ne kadar işsiz vardır?
Acaba, işçilerin ne kadarı, asgari ücret ile çalışmaktadır?
Acaba, 16 yaşın altında çalışan işçi sayısı, çocuk işçi sayısı kaçtır?
Acaba, sigortasız çalışan kişi sayısı kaçtır? Sigortasız çalışanların rakamlarını bulmak nasıl mümkün olabilir? Devletin sigortasız işçi çalıştırma konusunda tutumu nedir?
Çalışan işçilerin ne kadarı sendikalıdır?
Sendikalı işçiler, acaba, sendikalarından memnun mudur?
Sendikalı işçi sayısının bu denli düşüyor olmasının nedeni nedir?
Bir yılda ne kadar toplu iş sözleşmesi yapılmaktadır ve kaç işçiyi kapsamaktadır?
Bu toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin ne kadarı sendikalıdır?
Toplu sözleşme sürecinde kaç grev olmaktadır, grevlere devletin, sendikanın, patronların tutumu nedir? Polisin varsa saldırılarının nedenleri nelerdir?
Bağlanan toplu sözleşmelerde, işçiler, enflasyonun üzerinde mi zam almakta, yoksa altında mı? İşçiler sözleşmelerde sosyal haklarını kaybetmekte midir?
Sendikalar, kendi üyelerine ne gibi eğitimler vermektedir?
İşçiler, sendikada toplanan aidatlarının nasıl harcandığı konusunda bir bilgi alabilmekte midir, bu konuda sendikalar şeffaf mıdır?
Sendikalar, işçilerin fabrika içindeki çalışma koşulları konusunda sözleşmelerde önlemler almakta mıdır? Örneğin, işyeri cinayetlerine karşı tutumlar, sözleşmelerde karşılık bulmakta mıdır?
İşçilerin çalışma saatleri uzamakta mıdır?
İşçilerin çalışma koşulları iyileşmekte midir?
Aslında bu soruları bilerek sıralıyoruz. Her okuyucu, özellikle, her fabrikadaki işçi önderleri, işçi temsilcileri, bu konuları rahatlıkla araştırabilir. Bizim sendika mafyası konusunda söylediklerimizi, bizzat kendi araştırmaları ile ortaya çıkarabilir.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfının devrimci karakterini ortaya çıkaracak bir örgütlenmeden, bir mücadeleden yanayız.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfının politikadan, devrimden uzak durmasını, tutulmasını, işçi sınıfının davasına ihanet olarak yorumluyoruz.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfının sendikal hakları, ekonomik hakları vb. için mücadeleyi verecek sendikaların, birer işçi sendikası olması gerektiğini savunuyoruz. Patronlara hizmet eden, masa arkalarında polisle, mafya ile, patronla iş tutan sendikaların, her zaman işçi sınıfını satacaklarını biliyoruz.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfı ve halklar için, “her koyun kendi bacağından” felsefesine açıkça karşıyız. Biz, işçilerin her eyleminde, sınıf kardeşliğini göstermeleri gerektiğini söylüyoruz. Dayanışma grevleri örgütlenmelidir. İşçiler, bir fabrikadaki kardeşlerine açıktan destek olmadıkça, sıranın kendisine gelmesini bekledikçe, sınıf kardeşliğini de anlayamaz.
Biz, işçilerin örgütlülüğünden yanayız. Bunun yolu, işçilerin bilinçlenmesidir. Bilinçli, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, doğrudan saflarıma davet ediyoruz. Biz, bu yolla, işçi sınıfının esaretinin kırılacağını düşünüyoruz.
2016 yılının sonuna geldiğimizde, işçi sınıfı, hem ekonomik anlamda, hem de sosyal haklar anlamında daha çok kaybetmiştir. Bu yeni de değildir. Her yıl bu kayıplar artmaktadır.
İşsizlik daha da artmıştır.
Ücretler daha da az şey satın almaktadır.
Daha çok işçi çocuğu, kalitesiz eğitime mahkûm edilmektedir.
Daha çok işçi çocuğunun geleceği elinden alınmaktadır.
Daha çok işçi, daha kötü koşullarda çalışmak, daha kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaktadır.
Daha çok işçi, daha kötü evlerde yaşamak zorunda kalmaktadır.
Daha çok işçi, işini kaybetme tehdidi ile karşı karşıyadır.
Her ay, daha fazla işçi sabah evinden sapasağlam çıktığı hâlde, akşam evine dönememektedir. İş cinayetleri sürekli artmaktadır.
İşçi sınıfının sosyo-ekonomik durumu budur. İşçi sınıfının yaşam koşulları bunlardır.
Ve iktidar, şunları önermektedir.
– Sabredin, allaha yalvarın, maaşım az demeyip şükür edin.
– İşyerinde kazayı “fıtrat” olarak ele alın, isyan etmeyin, kuzu olun.
– Hiçbir örgütlenmeye yönelmeyin, patronun, devletin istediklerini yapın.
– Devrimci örgütlerden uzak durun, yoksa işten atılırsınız, hapsi boylarsınız.
– Birbirinizle tartışıp-konuşup, çözüm arama işlerine girişmeyin.
İşte devletin işçilerden istedikleri budur. Siz koyunsunuz, ben de çoban denmektedir. Bunu açıkça söylediklerini biliyoruz.
Oysa işçi sınıfı için, çözüm vardır.
* İlk olarak, kendi hakkını istemek, kendi hakkını aramak, özgürlük ve ekmek istemek bir haktır. Bunları istemek, bunun için mücadele etmek suç değildir.
* İkincisi, işçiler, fabrikada birlikte hareket etmelidir. Eğer sendikaları sarı sendika ise, devletin ve patronun denetiminde bir sendika ise, onlardan habersiz, kendi aralarında örgütlenmek zorundadırlar. Her fabrikada bir işçi birliği, bir işyeri komitesi olmalıdır.
* İşçiler, mücadeleyi daha etkili yürütebilmek için, başka fabrikalardaki kardeşleri ile ilişki kurmalıdır, onlardan öğrenmeli, onlara öğretmelidir. Sınıf kardeşliğini açıkça göstermelidir.
* İşçiler, örgütlenirken, devrimci hareketle bağlanmalıdır. Devrimciler, işçilerin daha bilinçli mücadele etmesini sağlayacaktır, devrimciler sınıf kardeşliğini geliştirmenin olanaklarını örgütleyecektir.
İşçilerin patronlara, devlete, sisteme karşı mücadelesi, öyle basit bir mücadele değildir. Burada devrimcilerden uzak durarak, işçi sınıfı ne kendi birliğini sağlayabilir, ne de kendisi ile birlikte tüm toplumu harekete geçirebilir.
Bu nedenle, biz, tüm duyarlı işçi önderlerini, fabrikalardaki işçi liderlerini, bizim saflarımıza katılmaya davet ediyoruz. Bunun dışında örgütlenme, gerçek ve mücadeleci bir örgüt oluşturma yolu yoktur.
2017 yılı, yani gelecek yıl, Kasım ayında, Ekim Devrimi, 100. yılını kutlayacak. 100 yıl önce, işçiler, sisteme karşı, sömürü ve baskıya karşı, savaşa ve esarete karşı mücadeleyi zaferle taçlandırdılar. Tarihin ilk proleter devleti, işçi devleti, Sovyetler’de ortaya çıktı.
100 yıl sonra, biz, işçi ve emekçiler çok daha fazla kalabalığız.
100 yıl sonra soru şudur: Bu tarih içinde kim bu mücadeleden daha iyi öğrenmiştir, burjuvalar mı, yoksa biz devrimci işçiler mi? İşte ülkemizde işçi sınıfının önderliğine ihtiyaç duyan sosyalist devrim, zafere ulaşırsa, iktidarı alırsa, biz daha iyi öğrenciler olduğumuzu ispat etmiş oluruz.
Bugün, hiçbir kapitalist ülkede, hiçbir işçi ve emekçi, hemen hemen hiçbir aydın, kapitalizmi savunmamaktadır. Herkes, kapitalizmin insanı yok eden, insanı tüketen, insanı kirleten bir sistem olduğu konusunda hemfikirdir.
Tüm sorun, mesele, kapitalizmi alaşağı etmek, burjuva devleti alaşağı etmek ve halkların özgürlüğüne dayalı, savaşsız-sömürüsüz bir dünyanın kapılarını açmaktadır. Bunu yapabilecek güçteyiz.
“Hastalar, kardeşlerim
biraz sabır, biraz inat
eşiğin arkasında bekleyen ölüm değil
hayat”
OPEC toplantısından petrol üretimini düşürme kararı çıktı
OPEC üyeleri, günlük ham petrol üretimini 1.2 milyon varil azaltarak 32 buçuk milyon varil seviyesine indirmek konusunda anlaştı.
Anlaşma 6 ay boyunca geçerli olacak ve 2017 yılının Mayıs ayında yeniden değerlendirilerek 6 ay daha uzatılabilecek. Anlaşmanın uygulanması, Cezayir, Kuveyt, Venezuella ve iki OPEC dışı ülkenin üye olduğu Gözlem Komitesi’nce denetlenecek.
Petrol fiyatları hangi ülkeleri nasıl etkiliyor?
Petrol fiyatlarındaki düşüşün en çok etkilediği ülkeler arasında Rusya ve Venezuela geliyor. BBC’de yer alana bir analize göre petrol fiyatlarındaki düşüşün bazı ülkeler üzerindeki etkileri şöyle tanımlanıyor:
Petrol fiyatlarının düşüşünden en kötü etkilenen OPEC üyesi Venezuela. Ekonomisi neredeyse tamamen her gün yaptığı yaklaşık 2 milyon varillik petrol ihracına dayalı ülke için petrol fiyatındaki her 1 dolarlık düşüş, senelik 720 milyon dolar gelir kaybı demek. Bu durum, Venezuela’da enflasyon artışını da tetikliyor.
Dünyanın en büyük petrol üreticilerinden Rusya için de petrol fiyatındaki düşüş büyük sorun. Rus ekonomisinin 2015 yılında hatırı sayılır ölçüde küçüldüğü, bu yıl da küçülmeye devam edeceği bekleniyor. Buna ek olarak Rusya gerek döviz rezervlerinde, gerekse petrol ve gaz gelirlerini topladığı varlık fonunda erime gören ülkelerden.
Üretimi azaltma uzun zamandır gündemdeydi
Ham petrolün varilinin 62 doların altına düştüğü Kasım 2014’te OPEC, petrol fiyatlarını yükseltmek için, üretimi azaltmayacağı kararını tekrarlamıştı.
Ocak 2016’da Brent petrolün varil fiyatı 31 doların da altına inmişti.
İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasının ardından İran’ın petrol üretimini artıracağını açıklamasına Suudi Arabistan’dan tepki gelmişti. Suudi Arabistan petrol üretimini dondurmak için İran’ın da üretimini dondurması şartını dile getirmişti.
Kaynak: Direnişteyiz.org, 1 Aralık 2016
İngiltere’de demiryolu işçileri haklarını grevle kazandı
Medyaya rağmen halk destekledi
RMT, daha adil ve güvenli çalışma koşulları için son bir yılda birçok grev gerçekleştirdi. İngiltere ana akım medya kaynakları grevlerin günlük ulaşımı olumsuz etkilediği iddiasıyla sendika karşıtı yayınlar yaptı. Ancak halk, eylemleri destekledi.
Grevleri dağıtmak için Southern Rail şirketinin tehdit ve zorbalık yöntemleri kullanmasına rağmen, Kasım ayında RMT, London Underground’daki hatlarda bakım yapan personeline emeklilik, ödeme ve gece trenleri sorunlarıyla ilgili taleplerini zaferle sonuçlandırdı.
RMT Genel Sekreteri Mick Cash, “Yeraltı hatları ile olan iki anlaşmazlıkta işverenle iyi bir ödeme anlaşması imzaladık ve tüm metro hatlarında çalışan üyelerimiz için emeklilik hükmünde adalet ve eşitliği kazanabildiğimizi bildirmekten memnuniyet duyuyoruz” dedi.
Grevler ve protestoların ise herkes için eşit standartlar sağlanıncaya kadar devam edeceği duyuruldu.
RMT’nin, ana hatlar ve yeraltı demiryolları, denizcilik ve deniz, otobüs ve karayolu taşımacılığının hemen hemen her sektöründe 80 binden fazla üyesi var ve İngiltere’de üye sayısının hızla büyüdüğü tek sendika olma özelliği taşıyor.
Demiryolu şirketleri halkın sırtından kazanıyor
Bu arada İngiltere’de demiryolu tarife fiyatları Ocak 2017’de tekrar yükselecek. Yolcu gelirleri, kaynakların yaklaşık yüzde 70’ine katkıda bulunuyor. Vatandaşlar, vergi mükellefleri olarak, demiryollarındaki yatırım sermayesinin büyük çoğunluğunu ödemeye devam ediyor. Özel tren şirketleri gelirleri artmasına rağmen, personel çıkartarak, daha fazla tasarruf elde etmeye çalışıyor.
RMT ve Rail for Action, kamu mülkiyetini, uygun fiyatlı tarifeleri ve düzgün bir şekilde çalışan demiryolunu desteklemek için 3 Ocak 2017’de eylem düzenleyecek.
Kaynak: Evrensel.net, 27 Kasım 2016
Güney Kore’deki siyasi krizde kilit isimlerin evlerinde arama
26 Aralık’ta 10 ayrı adrese yapılan baskınlar, savcıların haftalardır sürdürdüğü ön soruşturmanın ardından, Park’ın şüpheli olarak adının anıldığı resmi kovuşturmanın başlatılmasından bir hafta sonra düzenlendi.
Park, hükümette resmi görevi olmayan yakın dostu Choi Soon-sil’in yöneticisi olduğu vakıflar aracılığıyla ülkenin büyük holdinglerinden yüklü bağışlar toplamak ve bunun karşılığında bağışçılara siyasi menfaat sağlamakla suçlanıyor.
Kovuşturma kapsamında Park’ın gözatındaki dostu Choi’nin yöneticisi olduğu kültür ve spor alanlarında faaliyet gösteren Mir ve K-Sports adlı iki vakıf mercek altına alındı. Aralarında söz konusu vakıflara 20 milyon wondan (yaklaşık 60 milyon lira) fazla bağış yapan elektronik devi Samsung’un da bulunduğu bağışçı holdingler hakkında inceleme yapıldığı belirtildi.
Holdinglerin söz konusu bağışlar karşılığında devletten herhangi bir özel menfaat elde edip etmediği araştırılıyor. Kovuşturmanın, özellikle Ulusal Emeklilik Hizmetleri Kurumunun geçen yıl Samsung ve şirkete ait başka firmalar arasında yapılan bir birleştirme düzenlemesine verdiği onayın üzerinde durduğu bildirildi. Konuyla ilgili Emeklilik Kurumundan bir yetkilinin ifadesine başvuruldu.
Baskınlarda, kovuşturmaya konu olan vakıfların faaliyet sahasından sorumlu olan Kültür Bakanlığı da polisler tarafından arandı. Öte yandan başkanlık yetkileri 9 Aralık’ta yapılan parlamento oylamasıyla elinden alınan Park’ın, görevden azledilmesi için de Anayasa Mahkemesinde ayrı bir yasal süreç devam ediyor. Yargı muafiyeti olan devlet başkanının görevden alınıp alınmayacağıyla ilgili mahkeme altı ay içinde bir karara varacak.
Kaynak: Sputnik, 26 Aralık 2016
Kolombiya devleti FARC’ın silahsızlanması için af çıkarıyor
Kolombiya savunma bakanının yaptığı açıklamada yasadan yararlanacak olan FARC gerillalarının listesinin Kongre Meclisi tarafından hazırlanma aşamasında olduğu kaydedildi.
Bu adım barış anlaşmasının ileriye taşınmasına yönelik önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Yasa aynı zamanda Kolombiya askerlerinin küçük çaplı saldırılarını da af kapsamına alıyor.
Açıklama gerillaların yasa nedeniyle silahsızlanma yoluna gidemedikleri açıklamasından sonra geldi.
Barış anlaşmasının senato onaylanmasının ardından barış sürecinin kalıcı hale getirilmesi için başlatılan terhis ve silahsızlanma sürecinde FARC, Aralık başında aldığı karardan geri adım atmıştı. FARC üyelerinin serbestliğini güvence altına alacak yasa maddelerinin onaylanmamasına rağmen terhisi başlatan FARC’ın üyeleri için tutuklanma riski söz konusuydu.
Kaynak: Direnişteyiz, Telesur, 21 Aralık 2016