Ana Sayfa Blog Sayfa 59

Sri Lanka Halk Kurtuluş Cephesi MK üyesi Wasantha Samarasinghe ile röportaj: “Herkesin mücadeleye katılması, herkesin ülkeyi inşa etmesi için bir köprü kurabiliriz”

Başkanlık sarayından yönetici elitin havuzlarından, yanan villalardan gelen görüntüler tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de heyecana neden olmuştu.

Biz de bu süreçte yapmış olduğumuz röportajlarla hem bu heyecanı aktarmak hem de yaşananlardan dersler çıkarmak için çaba sarf etmiştik. Aradan geçen sürede yaşananları öğrenmek için fikrî takibin ve enternasyonal dayanışmanın ve öğrenmenin bir gereği olarak bu röportajı planladık.

İlk olarak, hoş geldin yoldaş. Hep beraber öğrenmek, enternasyonal dayanışmayı ve enternasyonal ilişkileri kurmak için yurtdışından yoldaşlarla röportajlar planlıyoruz. Başlangıç için, büyük direnişiniz adına, tüm dünyanın işçi sınıfını, devrimcilerini ve direnişçilerini selâmlayarak başlamak isterim Tekrar hoş geldin yoldaş. Ve nasılsın?

Röportaj için beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim yoldaş. Ben, Wasantha Samarasinghe, JVP’yi, insanların iyi tanıdığı JVP Janatha Vimukthi Halk Kurtuluş Cephesi’ni temsil ediyorum. Partinin merkez komitesinin bir üyesiyim ve genel olarak işçi kanadından sorumluyum.

Ve şimdi, tüm işçi sendikalarının farklı kategorilerini ve partilerini, TUCC, İşçi Sendikaları Koordinasyon Merkezi denilen tek bir hareket, tek bir şemsiye altında toparladık. Merkezin kurucularındanım. Son 6-7 ay boyunca ülkede büyük bir devrimci hareket yükseldi.

Bu hareketin güçlü tarafı şimdiye kadar bizdik. Fakat taleplerimizi yerine getiremedik. Bu sebeple, mücadelemiz devam ediyor. Dünyanın tüm emekçileri ve ilericilerinin direnişleri ile enternasyonal dayanışma için sizinle bizim deneyimlerimizi, eksikliklerimizi ve gelecek planlarımızı paylaşmak istiyoruz.

Tekrardan, sizinle bir röportaj yapmak güzel.

Memnuniyetle. Peki, son durum nasıl? Biliyorsunuz, yeni bir başkan seçildi. Protestolara ve protestoculara karşı sert davranıyor. Bu etkili mi? Yani, protestoların ve etkinliklerin sıklığı nasıl devam ediyor? Bu protestolar ve aktiviteler ülkede hâlâ yaygın mı? Ve halkın katılımı hakkında, hem nitelik hem nicelik olarak ne düşünüyorsunuz?

Seçilmiş başkan Gotabaya Rajapaksa’ydı. Bundan sonra, başkanlık seçimi için anayasal bir yol vardı.

Bu yol, seçimin parlamento ile yapılmasıydı. Rajapaksa, halk tarafından gönderildi, Wickremesinghe Rajapaksa ailesinin tam desteği ile başkan oldu. Diğer türlü bakan bile olamazdı. Milletvekili idi. Şimdi, her şeyden önce, başbakan oldu. Bundan sonra Rajapaksa’nın gelecek planlarının başkanı olur.

Şimdi ise, kendi hakları için savaşan vatandaşlar kendi hayalleri için toplanıyor; gelecek jenerasyonun iyiliği için, ülkenin iyiliği için dövüşüyorlar. Tam bu noktada, insanlar değişimin mümkün olduğunu gördüler. Solcu Marksistler olarak ayaklanmanın uygun olduğunu düşündük.

Hazmedilecek çok şey, içeride çok fazla sorun vardı. Etnik, dinî sorunlar tamamen çözüldü artık, tüm insanlar ortak düşmanı ortadan kaldırmak için din veya etnik ayrım olmadan toplanıyor. Halk sahneye çıkmak istiyor. Tek hamlede kazanabilirlerdi, kazanabilirdik; fakat ikinci bir planımız yoktu.

Bu ayaklanmada tespit ettiğimiz temel sorun buydu. Bir örgütlenme, bir parti olarak, örgütlü bir takım ile bu planın olacağını düşündük. Diğer türlü sonuç alamayacaktık. Şimdi bu şeyle yüzleşiyoruz. Halk “Tamam, Gotabaya, önceki başkan, gitti; Rajapaksa ailesi kabineyi ve parlamentoyu temizleyecek,” diye düşündü.

Sonra halk, Ranil Wickremesinghe, başkan, bir şey yapar diye düşündü; fakat hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey. Arkadaşları ve ailesi ile beraber girdi, fakat ülkeye hiçbir şey olmadı. Ülke günbegün çok daha da kötü bir hâl aldı. Halk üç öğün yemek yiyemez hâle geldi.

Öğrenciler iyi bir eğitim alamıyorlar. Okullarında yemek çıkmıyor. İşçiler işlerini kaybediyorlar çünkü hammadde sorunu var. Hammadde ithalatı için yeterince dolarımız yok. Hâlen, şimdiki hükümet yerinde duruyor, devam ediyor. Son 6 aydır borçlarımızı ödemiyorlar.

Dış borçlarımızı ödemedik. Şimdi, ülkemizde likidite oranı, bankacılık sistemi çok kötü hâle geldi. İnsanlar bankalara giderlerse, Sri Lanka’da da Lübnan’daki gibi bir olay yaşanacak. Özetle durum bu şekilde.

Gençlik, işçiler, köylüler, balıkçılar ve de aydınlar olarak halk savaşıyor. Şimdi meslek örgütleri de toplanmaya başladılar, çünkü Wickremesinghe’ye 3-4 aylık süre vermişlerdi fakat hiçbir şey yapmadı. Ne istediyse onu yaptı, benzin, gaz, elektrik, su, her şeye zam yaptı. Tüm vergilere zam yaptı.

Kişisel vergiler %200 oranında arttı. Kurumsal vergiler ve tüm öbür vergiler arttı. Halk acı çekiyor. Şimdi, yatan hastalara, yıllık oranı yüzde yüzü geçen bir şekilde zam yapıldı. Son ayda enflasyon oranı %92’ydi.

Gıda enflasyonu %150. Yani insanlar acı çekiyor. Çocuklarına yemek götüremiyorlar. Bu senaryonun içinde hükümet yeni vergiler koyuyor. Merkez bankası, ülkenin istatistik departmanı, dört kişilik bir ailenin üç öğün yemek yiyebilmesi için, hayatta kalması için aylık 120.000 rupi kazanması gerektiğini açıkladı.

Fakat hükümet 100.000’den fazla gelire vergi getirdi, aylık 250$ belki daha fazla. Vergileri hesaplamaya başladılar. Enflasyon ve dört kişilik bir ailenin yemek sepeti aylık 300$’dan fazla tutuyor. Sonra hükümet insanların kendi yemeğini bile alamayacağına karar verdi.

Ailelerin %60’ından fazlası günde üç öğün yemek yiyemiyor.

Bu senaryoda, ülkenin şu anki durumu bu şekilde; fakat insanlar mücadele ediyorlar. TUCC, biz, son aydan beri mücadele ediyoruz. Dünden önceki gün tüm birliklerle ve diğer örgütlenmelerle, öğrenciler ve diğer sosyal kurumlarla büyük bir toplanmamız oldu.

Yeni bir başlangıç yapacağız, ikinci bir devrimle iktidarı sol alacak ve hareket böyle ilerleyecek.

Aslında bu benim sonraki sorumdu. Gelecek hafta Colombo’da olacak büyük protestodan, 27 protestosundan bahsetmiştiniz. Bu ilerlemenin kitledeki yansımaları nasıl?

Evet, bugünlerde, birliklerle, sivil kurumlarla, aydınlarla, öğrenci hareketleriyle, köylülerle, balıkçılarla, sanatçılarla, avukatlarla çok fazla toplantı yapıyoruz. Toplanıyorlar çünkü halk artık Ranil Rajapaksa’yı anladı.

Protestoları kontrol altına almak için yasaları etik olmayan biçimlerde kullanıyorlar. ihlal ediyorlar. Hükümet polis ve orduyu kullanarak anayasayı ihlal ediyor.

Sonra, öğrenciler savaşıyorlar, sendikalar savaşıyorlar, köylüler ve balıkçılar, hepsi savaşıyorlar. Hepsini 27’sinde Colombo’da toplanmaya çağırıyoruz, ülkenin neresinde yaşanıyor olsa da herkes Colombo’ya gelebilir. Sonraki devrimi başlatacağız. Kesinlikle, bu parlamentoyu temizlemeliyiz, parlamento dağıtılmalı ve yeni temsiliyet oluşturulmalı.

Sonra, halk yeni parlamentoyu seçecek. Sonrasında, bu parlamento sorunları çözümlendirecek. IMF, Dünya Bankası, diğer ülkeler Sri Lanka hükümeti gibi yalancı. Yalan söylediler. Ülkeyi yanlış yönettiler. Halkı yanlış yönlendirdiler. İnsanlar kabullendiler, bir şey olacağını kabullendiler ama hiçbir şey olmadı.

Hükümet IMF’ye çok fazla vaatte bulunuyor. Kamunun işgücünün üçte birini kesecekler. IMF’ye bunu sundular. Kamu alanlarını satacaklar, dünden önceki gün, petrolün özelleştirilmesine izin çıkardılar.

Petrol dağıtımını şirketlere satacaklar ve her şeyi özelleştirecekler. Halk buna karşı toplanıyor. 27’si yeni bir başlangıcın günü olacak.

Bu noktada, biraz geri gitmek istiyorum. Colombo protestosu, toplanma çağrınız, bir devrimci koalisyon çağrısı mı? Bu koalisyonu örgütleyebildiniz mi?

İşçi sendikası olarak, şu anda, politik partiler ile uğraşmadık. Ben bir politikacıyım ama ben işçi sendikası sorumlusuyum. Her şeyden önce biz toplanmalıyız, işçi sınıfını harekete geçirmeliyiz.

Vergilerin kaldırılması, fiyatların düşürülmesi gibi çok talebimiz var. Biz, her şeyden önce, sendikalar, öğrenci hareketi, kurumlar, köylüler, balıkçılar olarak toplanmalıyız. Herkesin farklı politik ilişkileri olabilir, herkes bir politik partinin üyesi olabilir.

Bu önemli değil. Biz son zaferi planladığımızda, tüm muhalefet partileri toplanmalıdır. Petrol yasası parlamentodan geçerken biz, TUCC ve tüm muhalefet partileri orada toplanıyoruz.

Muhalefet lideri ve partisi, sendikaları özelleştirmeye karşı mücadeleye dahiller. Parlamentoda parti bulunmuyor.

Şimdi, sendika liderleri, büyük bir sorun ile karşı karşıya, çünkü aynı anda özelleştirmeye karşı çıkarlarken partileri hükümete özelleştirme için destek veriyorlar.

Partilere ortak taleplerini ortaya koymaları gerektiği için çağrıda bulunmuyoruz. Aksi takdirde platformumuzla birlikte olduklarında bizim sloganımızı, partilerine giderken kendi sloganlarını ortaya koyacaklar bu iki şey bir arada olmaz.

Bu doğru, partilerini çağırmıyoruz, tüm ilerici hareketleri, tüm ilerici grupları ve kurumları 27’sinde toplanmaya çağırıyoruz.

Aslında, dünyanın her yerinde benzer bir hikâye mevcut. Hepimiz burjuva politikaları yaşıyoruz. Sol hareketi bir bütünlük içinde tarif edebilir misiniz? JVP dışında bir devrimci, sosyalist hareket mevcut mu? Devrimin bu periyodundaki sol hareketi başarıları ve zayıflıkları ile tarif edebilir misin?

Elbette, biz bir başarı elde ettik. Sosyalizme inanan, Marksizm ve Leninizme inanan güçlü bir sol parti olarak JVP var. Planımıza göre halk hareketi ile iktidara geleceğiz. Öz örgütler JVP ile hareket edecekler ve diğerleri de dahil olabilecekler. Buna NPP, Ulusal Halk İktidarı diyoruz. Tüm halk bunun için toplanıyor.

Bazıları değişiyorlar. Bazıları bize katıldılar, bazıları, sanatçılar, aydınlar, profesyoneller, balıkçı örgütleri tabandan ulusal düzeye kadar. Buna NPP (Ulusal Halk İktidarı) diyoruz.

Bugünlerde politik hareketimiz halkla beraber tabandan sokağa, seçim düzeyinde, sonra ulusal düzeyde örgütleniyor. Gerçekten başarılı olduğumuzu söyleyebiliriz. Kesinlikle, sonraki seçimlerde ülkede iktidara geleceğiz. İnsanlar bunu istiyor. İnsanlar bunu kabul ediyor, bunu destekliyor.

İşte bu yüzden, yüzde yüz eminiz, sonraki seçimlerle Sri Lanka politikası sonsuza dek değişecek.

Evet, tabii ki bu güzel bir haber. Bu yüzden, biliyorsun, eski kapitalist diplomatlar gelip bizi ziyaret ediyorlar. Parti websitemizde ve diğer medya kanallarında bunu görebilirsin.

Çin ve Hindistan ile bir bağlantımız oldu, çünkü Hindistan çok yakın bir ülke, Çin bir komünist partiye sahip, ama bizim eleştirilerimiz var. Bir şeyler yapıyorlar, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ama bizim eleştirilerimiz var, bağlantılarımız var. Diğer politik partilerin ABD ile politik ilişkileri, bağları var ve biz bunu kabul etmiyoruz.

Bir ülke olarak Çin ile görüşmek durumundayız. Tüm dünya ile diplomatik çözümler bulmalıyız. ABD, Çin, Hindistan, Japonya, Avustralya, Kanada, eski diplomatlar gelip liderlerimiz ile parti ofisinde görüştüler ama ABD konsolosluğu, her ne yaşandıysa, gelmiyor.

Geliyorlar, çünkü istihbarat raporları sonraki seçimlerin küçük değil büyük değişimlere sebep olacağını söylüyorlar. Büyük değişimler olacak, bu sebeple.

Bu konuda bir sorum olacak. Emperyalist güçlerin bu yeni konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Temel Sri Lanka siyasetiyle ilgili konumlarında, size karşı konumlarında herhangi bir değişiklik görüyor musunuz ve ne düşünüyorsunuz? Egemen sınıflar ve tüm siyasetle ilgili planları nedir?

Ayaklanmanın başlangıcını kaydettiler. Bütün istihbarat teşkilâtları, imparatorluk, isyanın yönünü değiştirmek istedi. Aksi takdirde bu sefer kazanabileceğimizi biliyorlar. O zaman kazanabilirlerdi.

O zaman elimizi kesemediler, bu yüzden şimdi elimizi öpecekler.

Çünkü senaryoyu biliyorlar. Sri Lanka’nın mevcut durumuyla ilgili mevcut rekabet çok kötü. Ekonomik kriz devam ediyor. Siyasi kriz bitmeden ekonomik kriz bitmez. Dolayısıyla siyasi krizi çok kolay bir şekilde çözebiliriz.

Siyasi krizi bitirebiliriz. Bu yüzden genel seçimleri mümkün olduğunca erken istiyoruz. O zaman insanlar bu iki iktidar partisine karşı oy kullanacak. Bütün araştırmacılar ve aydınlar bunu düşünüyor. Bunu bilmeselerdi bize karşı başka bir formül oluşturmaya çalışacaklardı.

Bize karşı başka bir formül planlayacaklardır. Biz buna inanıyor ve çok iyi biliyoruz. İstediklerini vermiyoruz. Onlar hakkında iyi bir kavrayışa sahibiz. Onlar da bizden haberdar olabilir. Bizi çok iyi biliyor olabilirler. Değişiklikler olursa, bizimle çalışmaları gerekirdi.

Bu yüzden bizimle ilişki kurmaya çalışıyorlar. Ancak politikalarımız ve hedefimiz ülkenin iyileştirilmesi. Önemli olan bu. Son yedi, sekiz yılda ne oldu? İnsanlar acı çekiyor. Öğrenciler acı çekiyor. Anneler acı çekiyor. Herkes acı çekiyor.

Hiçbirini böyle bırakmayacağız. Bu nedenle siyasi hedefimiz budur. Gelecek planımız bu. Her şeyden önce, her şeyi değiştirmeliyiz. Bir gün insanlar sosyalizmin kapitalizmden daha iyi olduğunu söyleyecekler. Kitleleri bu yola getirmek istiyoruz.

Yavaş yavaş bilinçlendirmek, ekonomilerini güçlendirmek, ailelerini güçlendirmek gerekiyor. Sonra o günden sonra daha sorunsuz geçilecek. O gün sosyalist hareket sayesinde değişimin başarılı olduğuna inanacaklar.

Daha önce bahsettiğiniz tartışmamızı derinleştirmek için buna kesin bir cevap istiyorum. Sri Lanka’da bugün, bir devrim-işçi yönetimi ve hükümeti fırsatı görüyor musunuz?

Elbette durum kolay değil, kötü.

Ve proleter hükümet ihtimali zor olsa da var. Ama halkla bir araya gelebilirsek, halkla devam edebilirsek bu mümkün olabilir. Çünkü bu kapitalist yöneticiler, Sri Lanka’yı destekleyen pek çok kanalı ve Sri Lanka’da desteklenen pek çok şeyi yok ettiler. Planı insanlarla birlikte uygularsak, insanlar destekleyecektir.

Sana düşünmen için bazı şeyler vereceğim. IMF 700 milyonu 2,9 milyara vermeyi kabul etti. Ana, yıllık çeyreğimiz yaklaşık 700 milyon dolar. Ancak yurtdışında yaşayan Sri Lankalı nüfusumuz, eksiden çok destek veriyordu.

Aylık 700 milyon havalemiz vardı. Şu anda 300 milyona düştü. Halk bu politikacılara güvenmediği için her ay 400 milyon havale kaybediyoruz. Bu yüzden hükümet değişirse, insanlar bize inanacaklar.

Ve Sri Lanka diasporası bize inanıyor. Değişim istiyorlar. Ülke için bir şeyler yapmak istiyorlar. Bize destek vermeyi umuyorlar. İktidara gelirsek mutlaka destek verirler.

Daha iyiye götürmek istiyoruz. Bu nedenle bir destek oluşturmamız gerekiyor.. Hükümetimiz yabancı kurumlardan ve ülkelerden fon alarak kamunun parasını boşa harcıyor.

Rüşvet ve yolsuzluğu durdurmak için yapacak çok şeyimiz var. Sri Lanka’daki siyasi kültürü değiştirmeliyiz. İnsanlar acı çekiyor ama politikacılar sorunsuz yaşıyor. Ama kamu parasını kullanıyorlar. Bu yüzden ülkeye hitap ediyoruz. İnsanları bu konuda eğitiyoruz.

O zaman durumu, daha iyiye çevirebiliriz. Bu kolay değil, ama o kadar çok şeyi feda etmemiz gerekiyor ki insanlar bir araya gelsin. Kesinlikle solcu ve ilerici bir hareket olarak durumu değiştirebiliriz. İşçiler, solcular ve herkes buna katılmalı. Herkesin mücadeleye katılması, herkesin ülkeyi inşa etmesi için bir köprü kurabiliriz.

İşçi sınıfıyla devam edeyim. Şu an işçi sınıfı hareketini ve sendikaların rolünü anlatır mısınız? Ve bu dönemde sınıf savaşını nasıl tanımlayabilirsiniz?

Sınıf temelli sendikal hareket, evet. Uluslararası bağlantıya sahip ana sendikalar, WFTU (World Federation Trade Union – Dünya Sendikalar Federasyonu) var. Biz başkanlık konseyi üyesiyiz. Son on yılda, aktif katılım gösterdiğimiz için o konuma geldik. Ülke içinde şu anda en güçlü sendikal hareket biziz. İnsanlar bunu biliyor.

İşçi sınıfımız da olgun değil. Bazı sigortalar var, bazı işçiler hâlâ bu anlaşmaların bir şeyler yapabileceğine inanıyor. Bu bizim ana zorluğumuz. Bu anlaşmaları çocukları için takip ediyorlar. Bu konulara destek verirlerse çocuklarına şans vereceklerine inanıyorlar. Ama hiçbir şey olmadı. Çok örnekleri ve deneyimleri var ama şu anda işler ilerliyor.

Bir değişim oluşuyor. Bu yüzden insanlar toplanıyor, Bu yüzden insanlar yola çıkıyor. Bu yüzden insanlar, mücadelelere destek veriyorlar.

Yani işçi sınıfını hâlâ, örgütlemek zorundayız. Örgütsüz toplam çok yüksek. Örgütlülük çalışan nüfusun %15’inden az. Bu %15 çok şey yapıyor. Kimisi hükümete, kimisi muhalefete ve diğer partilere katıldı. Onların bazı engelleri var, bizimle çalışıyorlar ve biraz bağımsızlıkları var.

Siyasi görüşlerine göre çalışmıyorlar. Ama şu anda her şey adım adım değişiyor. Biz inanmadan önce de değişiyor. Bir zorluğumuz olduğuna inanıyoruz, ancak hedefimize ulaşmalıyız.

İşçi sınıfının örgütlenme yüzdesi nedir?

Ülkemizde işgücü, 8 milyon civarında. Artı şu anda örgütlü sektörlerden daha fazlası 4 milyon nüfuslu örgütsüz sektör ile tarım. Bu örgütlü sektörün 1 buçuk milyonu kamu sektörü çalışanları diğer 2,5 ila 3 milyonu ise özel sektördür.

Yani çiftçilerin örgütlülüğü iyi durumda değil, ama şu anda bunun üzerine çalışıyoruz. Büyük çiftçi örgütümüz var. Tüm eyaletleri kapsıyor. Ve eyaletleri kapsayan balıkçı örgütümüz var. Sendika kurumsal kamu sektörü, özel sektör, fabrikalar, ofis, ulaşım, petrol, bunun gibi örgütlenmelerimiz var.

Bütün bunlarda, biraz fikir edinmeniz için size bazı örnekler vereceğim. Ülke olarak bazı özel sektörün yarısından fazlası, aslında %60’tan fazla, birliğimizle birlikte sendikal açıdan örgütlüdür. Biz TUCC’uz. ICEU ile özel sektördeki en güçlü birliğiz.

Peki ya sanayi işçileri ve bankacılık çalışanları ne durumda?

Petrol, ulaşım, özel sektör, su tahtası, elektrik panosu, liman örgütlenmemiz var. Tüm sektörler, temsil ettiğimiz sektörler ve bazı özel sektörler, sanayi işçileri, endüstriyel organizasyonun %80’inden fazlası birliğimiz altında.

Unilever, Nestle gibi kiremit, çelik, gıda üretimi ve çok uluslu içecek üretiminin hepsi, tüm şubeler ve para birimi Del Lago’da yazdırılır. Ve maliyet ticareti, Amerikan ticareti sektöründeki, bunun gibi işçilerin hepsi birliğimiz altında. Bu nedenle ülkenin en güçlü özel sektör birliği hâline geldik. Ben o birliğin başkanıyım.

Bankacılık sektöründe güçlü bir sendikamız var. 75 yıllık bir sendika. TUCC ile çalışıyorlar.

Şu anda TUCC’ye bağlı iki-üç sendika daha var. Ve petrol… Akaryakıt sektöründe, 14 sendika var. Biri hükümetle, diğer 13 sendika, idarî memurlar sendikası, 13 sendika dâhil, bizimle çalışıyorlar, TUCC ile çalışıyorlar.

O hâlde konuyu değiştirelim. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da olan mahalle komitelerine benzer yurttaş komiteleri adı verilen bazı örgütleri duyduk, bunlar yaygın mı yoksa sadece söylenti mi?

Bu, şimdi partimiz altında örgütleniyor. Evet, o komitemiz var. Partimiz böyle insanları örgütlüyor.

Kapı kapı onları organize ediyoruz. O zaman bazı köyleri o komiteye çağırıyoruz. Sonra tekrar, bundan biraz daha fazlası oldu. Yine, bir yerel yönetim otoritesi boyutuna dönüştü. Bahsettiğiniz gibi ayrı bir sektörel organizasyon yapımız var.

Şu anki konu, sert bir konu. Tamil halkı ile son isyan arasındaki ilişkiyi anlatabilir misiniz? Tamiller protestoların etkili bir parçası mıydı? iç savaşın tarihini duyduk ve okuduk…

Eskiden büyük bir sıkıntı yaşadık. Şu anda yavaş yavaş ortaklaşma gelişti. Bu nedenle, başlangıçta size, Tamiller, Müslümanlar ve tüm dinlerle Sri Lanka’nın yararına olan, tek bir ulus olarak bir araya gelmek için mücadelenin etkisine dair görüşlerini söyledim.

Parti olarak da kuzeyde ve doğuda terörle ilgili bir sorunumuz vardı. Bu durum 13 yıl önce bitiyor. Şu anda Sri Lanka hükümeti onların ihtiyaçlarını bile karşılamıyor. Bu yüzden o bölgede politik çalışmalara başlıyoruz.

İnsanlar şu anda bizimle hareket ediyor. İki ay önce liderimiz o bölgeyi bölge düzeyinde ziyaret etti. Bütün Tamil partileri temsilcileri bizimle çalışmak istiyor. Bize bu kapitalist burjuva partilerinden daha çok inanıyorlar çünkü son yetmiş yıldan beri bu partiler onları aldatıyor.

Bu yüzden değiştirmek istiyorlar. Hayatlarını değiştirmek istiyorlar. Bize inanıyorlar. Bizimle bir şeyler yapmak istiyorlar. Ve düşününce o toplulukla da çok şey yapabileceğiz.

Peki. Sri Lanka’da bir Tamil sorunu olduğunu düşünüyor musunuz?

Gerçekten de Sri Lanka halkı ortak sorunlarla karşı karşıya. Şu anda Tamil, Müslüman fark etmiyor, bu tür farklılıklar yok. Şu anda tüm Sri Lanka’nın sorunu aynı.

Peki. Devam edebiliriz. Ve bence bu da önemli bir soru: Bir karşı-devrim öngörüyor musunuz? Baskıcılar ve kapitalist yöneticiler hakkında ne dersiniz, kendilerini neye hazırlıyorlar? Onların planı nedir?

Vazgeçmiyorlar: Planlıyorlar, yapmaya çalışıyorlar. Bizi zorlamaya çalışıyorlar. Planları bitmedi, ama biz zaten anladık, şu anda ne yapmak istediğimize dair bir fikrimiz var. Şu anda bunu yapıyoruz, halk, onlarla kaynaşmayacağımıza inanıyor.

Böylece son sorumuza geldik. Yani neredeyse her hafta dünyanın her yerinde var olan çok sayıda isyan var. Birbirleriyle iletişim kurmak için ilişkiler kurmaya, röportaj vs. yapmaya çalışıyoruz… Ama bu iletişimi derinleştirmek ve enternasyonal dayanışmayı güçlendirmek için onları birbirine bağlamak için ne yapılmalı ve nasıl yapılmalı?

Parti olarak, sendikal hareket olarak enternasyonal dayanışmaya ihtiyacımız olduğuna inanıyoruz. Dünyadaki tüm solcu, ilerici ve sınıf temelli sendikal hareketle birlikte hem de bu tür organizasyonlar ve partilerle çalışıyoruz. Enternasyonalizme çok güçlü bir şekilde inanıyoruz. Pek çok yeni hareket ortaya çıkacak ancak ideoloji olmadan hiçbir yeni hareketle hiçbir şeyin olmayacağına inanıyoruz. İşte bu yüzden, bu tip senaryoda, ideolojisiz, plansız, tüm solcuları ve hareketlere zarar verecek pek çok yeni örgütlenme ve hareket de ortaya çıkacaktır.

Bu nedenle onları anlamalı, onlar hakkında fikir edinmeli ve desteklerini almak için onlarla çok dikkatli çalışmalıyız. Ve tabii ki örgütsel olarak çalışıyoruz ve ideolojimizin olması gerekiyor.

Yoldaş sizi ağırladığımız için, tartışıp ve bir şeyler öğrendiğimiz için memnunuz.

İran İnşaat İşçileri Meclisi üyesi ile röportaj: “Sol güçler, devrimin başarılı olabilmesi için sahada birleşik bir cephe ile desteğini göstermelidir”

İran’da Masha Amini’nin ahlâk polisi tarafından öldürülmesi ile başlayan, kadınların, öğrencilerin ve işçilerin katılımıyla İran’ın tamamına yayılan protestolar devam ediyor. İnşaat İşçileri Meclis üyesi ile gerçekleştirdiğimiz röportajda mücadelenin mevcut durumunu ve gidişatını sorduk.

Öncelikle kadın düşmanı, kapitalist bir devlete karşı yürekleri ısıtan direnişinizin coşkusunu yaşadığımızı belirtmek isteriz. Kayıplarınız için üzgünüz. Başsağlığı diliyoruz. Direnişe dair nasıl hissediyorsunuz?

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. İran’ın tüm işçilerinin ve ezilenlerinin, İslamî kapitalizmin diktatörlüğünü yıkmak için devrimci coşkuya sahip olmasından çok umutluyum, çünkü ne rejimin yönetme becerisi var ne de insanlar bu rejimin egemenliği altında yaşamlarını sürdürebilecek durumda.

Bu sorunun cevabını bulmak için sokakları görmeniz gerekiyor. O zaman işçi sınıfının ve ezilenlerin devrimci tutkusunun boyutunu anlayabilirsiniz. Her yerde “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Kahrolsun diktatör”, “Diktatör aşağıya”, “İster şah ister lider olsun, zalime ölüm”, “Kahrolsun İslam Cumhuriyeti”, “Zorla tesettüre hayır! Özgürlük ve eşitlik!” ve sayısız sloganlar atılıyor.

İşçi sınıfı hareketini nasıl tarif edersiniz?

Şu anda İran’ın her yerinde işçi ve emekçilerin çocukları ve hatta işçilerin kendileri protestolara sınıf olarak olmasa da bireysel ve aktif olarak katılıyorlar. İşçiler rejimi genel bir siyasi ve ekonomik grevle felç edip herkesle birlikte sokaklara çıkmaya başlayana kadar devrimci hareketin olması gerektiği gibi meyve vermeyeceğini söylemeliyim.

Ancak işçiler, rejimin protestoculara yönelik baskıyı sürdürmesi durumunda greve gideceklerini açıkladılar. Kapitalist İslam devleti baskıdan başka bir yol bilmediği için işçiler greve hazırlandıklarını söylüyorlar.

Takipçilerimize işçi sendikanızı ve görevinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

İnşaat İşçileri Meclisi üyesiyim. Hem sendikal ve siyasi talepler alanında hem de meclis organizasyonlarının yaygınlaştırılması alanında aktif rol alıyoruz. Fakat bu alanda çalışma yürütmek çok zor. Çünkü inşaat işlerinde işçiler sürekli olarak bir şehirden diğerine gidiyor. Sabit olmadıkları için onlara ulaşmak oldukça zor. Onları tanıyana kadar binanın yapımı tamamlanmış oluyor ve sonrasında ülkenin farklı yerlerine gidiyorlar. İnşaat sektöründe çalışmak çok zor.

Genel grev çağrıları var. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Genel grevi organize etmek ve daha etkili hâle getirmek için neler yapıyorsunuz?

Evet, özellikle meclislerde örgütlenen işçiler başta olmak üzere toplumun diğer katmanları ile birlikte ülke genelinde sokak eylemlerine sürekli olarak katılmaya çalışıyoruz. Felç edici bir grevle rejimin ekonomisini sekteye uğratmak rejimin çökmesine neden olacaktır.

Son gelişmeler hakkında bilgi verebilir misiniz? Protestoların ve eylemlerin sıklığı nedir? Sendikanızın (ve diğer sendikaların) örgütlenmesinde ilerleme var mı? Örgütlülük oranını nasıl tarif edebilirsiniz?

Şu anda internet kesintileri nedeniyle farklı sorunlarla karşı karşıyayız. Ancak ayaklanma sürekli ülkenin farklı bölgelerine yayılıyor.

Protestoların sayısı çok fazla; henüz tüm toplumsal katmanları içermese de protestolarda en önde gençler var.

Evet, yarı açık ve yarı gizli örgütlerimiz birçok şehirde faaliyet gösteriyor ve diğer hareketlerle de temas hâlinde. Örgütlülük oranı seviyesi çok iyi.

Protestoları yürütürken dâhil olduğunuz bir muhalefet koalisyonu var mı?

Resmî olarak değil. Fakat devrimi ilerletmek için en çok çabayı halkın içinde devrimci sol hareketleri destekleyenler gösteriyor.

Mevcut protesto dalgası ile son direnişler (2009, 2017, 2019…) arasındaki farkı (sosyo-ekonomik, yöntemler, siyaset) açıklar mısınız?

İslam Kapitalist Cumhuriyeti’nin utanç verici yönetim hayatı boyunca, mücadelelerin çoğunu hep işçiler ve sol güçler örgütlediler ve İslamî rejim tarafından katledildiler. Ama bu mücadele bitmedi ve devam ediyor. 2009 yılında meydana gelen protestolarda seçim vesilesiyle halk sokaklara döküldü ve rejim tarafından katledildi. Halkın rejimi hedef aldığını ve seçimlerin vesile olduğunu gören reformistler insanları evlerine gitmeye zorladı. Bu da 2009 ayaklanmasının başarısız olmasına neden oldu.

Ancak 2017’de protestolar, açların protestosu olarak bilinen toplumun yoksul katmanları tarafından gerçekleştirilirken, İslamî rejimin protestoları bastırması ve devrimci bir alternatifin olmaması nedeniyle hedeflerine ulaşamadı.

2019 yılında yine insanlar sokaklara döküldü ve kısa sürede 1.500’den fazla kişinin katledilmesi ve binlerce kişinin tutuklanmasıyla sona erdi.

Bu dönemin, yani 2022 ayaklanmasının önceki ayaklanmalardan en büyük farkı, rejim illüzyonunun ortadan kalkması ve protestoların her gün devam etmesidir. Başta kadınlar olmak üzere gençler öncü rol oynuyor ve amaçları kapitalist İslamî rejimi yıkmak.

Bize kısaca devrimci ve sosyalist hareketin bir bütün olarak durumunu ve ilerlemesini anlatır mısınız? Ülke içinde gelişmeler gözlemliyor musunuz?

Sokakları gezerseniz, bu gençlerin ne talep ettiğini, sloganlarının ne kadar radikal ve anti-kapitalist olduğunu göreceksiniz, örneğin: “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Diktatöre ölüm”, “Zalime ölüm”, “Ne şah (kral) ne de rahbar (lider) istiyoruz.”

Evet, İran’daki sosyalist hareket iyi bir ilerleme kaydediyor ve bunu sokaklarda görebiliyoruz.

Ülkenizdeki emperyalist planlar hakkında ne düşünüyorsunuz? ABD ve NATO’nun İran’a yönelik yaptırımları hakkında ne düşünüyorsunuz? İran içindeki halklar emperyalist müdahaleden endişe duyuyor mu? (Sadece askerî müdahale ile değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal, politik, vekâlet savaşları vb.).

Elbette evet. Toplumsal hareketlerin, özellikle de işçilerin izlediği yol ve ayaklanmanın sorunların kökünü hedef alması paniklemelerine neden oldu. Reza Pahlavi Amerika’nın müdahalesi için iletişime geçti. Ama Amerika’nın bir şey yapacağını pek olası bulmuyorum. Çünkü İran, Afganistan, Irak veya Libya gibi değil. İran halkı gerekli bilince sahip ve emperyalizmin kötü niyetli hedefini biliyor.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İşçi hareketi, gücünü genel siyasi (politik) bir grevle* ve sahada sürekli mevcudiyetle sağlamlaştırmalıdır. Sol güçler, devrimin başarılı olabilmesi için sahada birleşik bir cephe ile desteğini göstermelidir.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

* Ortak ve yaygın bir kullanım olan genel politik grev, Genel Grev Genel Direniş çağrısına denk gelmektedir. – ç.n.

Okay Deprem’le röportaj: Donbas cephesinde gelişmeler – 1: ‘Rus kuvvetleri topyekûn karşı atağı başlatma eğiliminde’

Rusya ve NATO arasında Ukrayna ve Donbas coğrafyasında süren ve yayılma eğilimi gösteren savaş sertleşme eğiliminde… 2014’ten beri yıkım, ölüm, Neonazi artıklarının zulmü altındaki topraklar kendine has deneyimleri, zayıflıkları ve başarıya ulaşamasa da hayal ettirdikleriyle direnişçilerin de yatağı oldu.

Yıllardır Donbas’ta yaşayan gazeteci Okay Deprem’le ayrıntılı bir şekilde yaptığımız röportajı daraltmamak için iki parçada yayımlayacağız. Bu ilk bölümde güncel durumu tartışırken önümüzdeki sayıda yayımlayacağımız devam bölümünde ağırlıklı olarak 2014’ten bugüne; bugünden yarına bir yolculuğu tartışacağız.

“Rus kuvvetleri hazırlıklarını, özel kuvvetlerin hususî eğitimleri sürdürüyor. Rusya açısından bir hazırlık ayı olarak nitelendirebiliriz. Öngörüm şu şekilde, bu ayın sonunda Kasım ayı başlarında, Rus kuvvetleri büyük bir karşı atağı, topyekûn bir karşı atağı başlama eğiliminde, hazırlığında.”

“Yüksek ihtimalle şu an hem personel sayısı hem askerî yeterlilik yani mühimmat, malzeme, ekipman, cephane, ağır silah hem de savaş stratejisi planlaması noktasında buna dönük bir hazırlık var genel itibariyle.” ifadeleriyle yanıtlarına başladı Deprem.

Sahada son dönemde Donbas güçleri ve Rusya bir gerileme yaşadı. Sahadaki güncel durumu ve öngörülerinizi anlatabilir misiniz?

Söz konusu gerileme özellikle Ağustos ve Eylül aylarında yaşandı. Yaz sonu, sonbahar başı. Kherson, Harkov ve hatta Donetsk tarafının söz konusu olduğu, çok az da Lugansk’ın batı ve orta batı taraflarından…

Bunun nedenlerinden birisi Rus tarafının her şeye rağmen Birlik kuvvetlerinin askerî personel yani asker sayısı yetersizliği, ikincisi her şeye karşın genel koordinasyon eksikliği ki kendileri bunu itiraf etmişler. Çeçenistan Devlet Başkanı Ramzan Kadirov başta olmak üzere buna dikkat çekmiş. Üçüncüsü, moral motivasyon eksikliği. Nesnel açıdan bakıldığında dahi Ukrayna tarafına kıyasla daha azdı.

Dördüncüsü benim yorumum çerçevesinde şunu söyleyebilirim ki sahada devamlı ve uzun süreli duran ve savaş şartlarına alışan, buna göre kendini reorganize eden, gelişim sağlayan güçlerin sınırlı sayıda olması. Diğer bir ifadeyle, ilgili Rus ve yerel Donbas kuvvetlerinin sürekli cepheye gidip gelmelerle yani iki-üç ay zarfında sürekli sirkülasyon. Bu, özellikle Rusya’dan gelen gönüllü ve kontratlılar diye tabir edilen sözleşmelilerin de çok kısa sürede anlaşmaların bitmesi neticesinde geri dönmeleri nedeniyle de yaşanıyor.

Sahadaki durum, özellikle de Rus hava kuvvetlerinin başındaki isim olan ünlü General Surovikin’in atanması bunu Rusya aleyhine azaltan bir başka etmen rol oynamış oldu. Generalin özel askerî operasyonun başına atanması birlikte, ki kısmen kendi kadrosuyla birlikte… Aynı general hem Suriye’de, Tacikistan’da, Afganistan’da savaşmış bir isimdi.

Onunla politika değişikliğine gidildi. Seferberlik de aynı dönemde başladı. Birkaç hafta kadar önce referandumda Donbas, Kherson ve Zaporojye bölgelerinin düzenlemeleri eş zamanda olmuştu.

Seferberlikle birlikte en az üç yüz bin kişi, ki fiilen daha da fazla olma ihtimali yüksek askerî gücün; üçte ikisi hâlihazırda Donbas’a ve ilgili bölgeye aktarıldı ve Rusya onların dağıtımlarına devam ediyor.

İkincisi Surovikin’in göreve gelmesiyle gene son on gün içerisinde Ukrayna’nın genelindeki sayısız enerji tesisi, termik santral ve farklı elektrik santralleri, enerji güç üretim tesisleri dağıtım noktaları ve trafolar… En ufak enerji hatları Rus hava kuvvetlerince hedef alınmak suretiyle etkisiz hâle getirildi, ağır zarar verildi. Ülkenin enerji altyapısının en az üçte biri deaktive olmuş oldu. Bundan dolayı Kiev başta olmak üzere pek çok kentte karanlık geceler yaşanıyor adeta. En az üçte biri böyle; şu anda o yüzde kırk-elli arasında seyrediyor olabilir.

Durumu değiştiren bir başka faktör Rusya’daki gönüllülerin sayısının katlanarak artması. Şimdi on binleri buldu. Rusya’dan, bu ilgili üç yüz bin kişinin dışında söylüyorum; gelen, gelmekte olan gönüllülerin sayısı, gelmelerine dönük maddi manevi teşvikler arttı bu arada. Askerlere yapılan ödemeler başta olmak üzere, sosyal kompanzasyonlar da farklı sosyal destekleri de katlanarak arttı, geliştirildi. Bu da tabii daha çekici kılınmaya çalışıldı. Bu noktada savaşa katılım, operasyona katılım noktasında, Rusya’dan gelenlere iki yüz ila üç yüz bin ruble arası veriliyor. Biraz da ortalama maaş. Yani dolar kurunda bakacak olursak günümüz itibariyle en az üç bin, beş bin dolar kadar meblaya tekabül ediyor. Daha fazla alanlar da tabii ki var.

Bir başka faktör olarak, özellikle Donetsk tarafında her kafadan bir ses çıkan bir durum söz konusu. Yani başına buyruk, tırnak içinde otonom hareket eden işte Vostok, Doğu, Spartak, Somali, On Beşler gibi taburlar, askerî birlikler vardı.

Şimdi bunlar Lugansk tarafında olduğu gibi giderek daha fazla Rus kuvvetlere entegre ediliyorlar. Giderek daha yekvücut, yekpare ordu hâlinde hareket etmeleri planlanıyor. Ve o şekilde ilerliyor. Zaten Donbas Rusya’ya da katıldığı için biraz da bu süreç onu destekliyor.

Tüm bu saydığım etmenler tabii ki Rusya’nın Ukrayna’nın karşı ataklarını olabildiğince absorbe etmesini, kırmasını getirdi. Ama Ukrayna açıkçası cephedeki askerlerine pek acımadığı için günde verilen yüzlerce kayıp yerine hemen askerleri takviye ediyor.

Abdi Alaattunov adlı Donbas’taki Çeçen birliklerin komutanının -kendisiyle özel röportaj yapmıştım- verdiği rakamlara göre bazen tüm cephe hattında, yedi yüz-bin kilometreyi bulan cephe hattında, altı yüz ile bin kişi arası Ukrayna ordusunun kayıp verdiği… Ama Rus savunma bakanı sözcüsüne göre bu sayı yüzleri buluyor. Ukrayna bunu hemen kompanse edebiliyor. Yani diğer ifadeyle takviye edebiliyor.

Ukrayna ağır silahları batıdan gelmeye devam ediyor. Askerî zırhlı araçlar, zırhlı piyade taşıyıcıları, omnibüsler, büyük roketatar sistemleri Sezar, yani Fransız yapımı roket atar çok namlulu füze sistemleri, Amerikan yapımı sistemler, Almanya’dan geleceği düşünülen, vaad edilen yeni hava savunma, roket savunma sistemleri vesaire vesaire… Bunlar kesintisiz, sürekli devam ettiği için, bunların nakli dolayısıyla, sahada Ukrayna çok geri adım atmıyor.

İki taraf da pek genişlemiyor açıkçası şu ana kadar. Ama kesin olan bir şey var Ukrayna karşı atağı durduruldu, önemli ölçüde sekteye uğratıldı. Hem Kherson cephesinde hem Kharkov ama özellikle Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin orta ve kuzey taraflarında.

Ama son tahlilde, diğer bir ifadeyle söylenecek olursa son birkaç haftadır cephede fazla değişen bir şey yok. Tarihsel deyimle ifade edilecek olunursa batı cephesinde değişen bir şey yok. Ama an itibariyle, son süreçte…

Donbas’ta ve Ukrayna’da toplumsal durumu biraz anlatabilir misiniz? Savaş altında yaşam nasıl ilerliyor? Suç oranında vb. artış var mı? Nasıl bir değişim yaşanıyor?

Donbas başta olmak üzere geniş bölgedeki savaş şartlarına dair şunlar söylenebilir. Birincisi sokağa çıkma yasağı zaten vardı Donbas’ta sekiz yıldır. Şimdi uygulamaya geçirilen sıkıyönetim; diğer bir ifadeyle özel hâl veya olağanüstü hâlle önlemler katılaştırılacak. İşte kontrol noktaları olsun, insanların gözaltına alınma durumu olsun, seferberlik namına zorlanmalar olsun vesaire vesaire.

Teknik açıdan oldukça zor. Şunu söyleyebilirim ben dahil bunu yaşayan birisi olarak, içeriden çıkamayabiliyorsunuz. Eskiden beri evim Donetsk merkezinde. Ortalama Donetsk ili başta olmak üzere pek çok yer ama özellikle Donetsk’e üç günde bir su verilebiliyor yarım günlüğüne. Ve en fazla bir gün süresince. Sıcak su yok.

Anti parantez Sovyet döneminden beri merkezî sıcak su sistemi geçerliydi. Şehrin önemli kısmında pek çok konu dolayısıyla içerisinde hanenin su depoları olmadığı için otomatikman, sıcak su sistemine bağlılar. Bu da yok. Gene mobil internet, daha doğrusu mobile bağlantı… internet çok zayıf çalışıyor, yeterli gelmiyor pek çok yerde. Gerekli elektrik var allahtan! Kenar mahalle ve birçok banliyöde gaz kesintileri var.

Bunun dışında, tabii mal yetersizliği söz konusu. Çok fazla olmamakla birlikte bazı mallarda, çeşitlerde vs. birtakım eksiklikler aksaklıklar görülebiliyor. Dahası hem Donetsk hem de işte aynı adlı cumhuriyetin farklı bölgeleri hatta Lugansk tarafı için de geçerli; küçük dükkânların, mağazaların, pazar yerlerinin çok erken kapatılıyor olması, kapanması, geç açılıp erken kapatılması durumu var. Yani ortalama dokuz on arası açılırlar; dört beş arası kapanırlar en fazla. Buna büyük AVM’ler, büyük pazar yerleri dahil. Düşünün sabit pazarlarda merkezî en fazla beş gibi kimseyi bulamazsınız. Toplu taşıma bunlar haricinde seyrek işliyor, işliyor ama seyrek oldukça. Bu, şehirler arasında ve taşıtlar için de en geçerli.

Bölgede seferberlik yapılmıştı üst üste. Askerî harekâtın başlamasından evvel Rusya’da, Ocak’tan Şubat’a geçtiğimiz dönemden bugüne kadar üst üste ilan edilen o seferberlikle on binlerce kişi askere alındı, zorla çoğu. Hem Lugansk’ın hem Donetsk’in bölgelerinden…

Ve diğer tarafta baktığımızda Zaporojye, Kherson’da benzer durumu görüyoruz. Doğal olarak ve kaçınılmaz olarak. Ama Kherson’da durum biraz daha zorlu, çetin ve kritik. Çünkü orada Kherson cephesinde Ukrayna’nın en büyük müstahkem mevkileri, en büyük birikimlerinden askerî yığınaklarından bir tanesi söz konusu. Hem personel sayısı hem askerî araç vs. noktasında. Zaten son süreçte, altmış bin küsur sivilin tahliye kararı alınmıştı: Kherson’dan güneye, Kırım Cumhuriyeti’ne doğru en başta olmak üzere… Zaporojye de pekâlâ aynı olabilir. Rus güçlerinin hâkimiyeti altındaki cephe hattına yakın güney taraflarından bahsediyorum. Kasaba ve kentler işte Energodar, Kameyenka-Dineproskaya, Vasilyevka adlı yerleşim yerleri dâhil vesaire.

En önemlisi, tartışmasız güvenlik sıkıntısı. Donetsk kenti başta olmak üzere Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin ortalarının batı aksı ve kuzeyleri yani Donetsk’in geniş çeperi, Gorlovka ve geniş çeperi, Yasinova ve çeperi ve Makiyevka’nın kuzey ve batı taraflarının herhangi noktası, her an ateş altına alınabilecek riskte.

Diğer ifadeyle güvenli yekvücut ve rafine güvenli hiçbir yer yok. Şehir merkezi her an hedef alınabilir büyük roketatar top mermileriyle. Keza bu yaşanıyor. Neredeyse günaşırı ve her gün sadece Donetsk’te birkaç kişi hayatını kaybediyor. Ben sadece dün iki kişinin cesedini gördüm. Pekâlâ olabiliyor. Bu insanlar çok feci şekilde hayatını kaybediyorlar. Vücutları tamamen paramparça olarak. Dolayısıyla bu, insanlarda epey de bir korku iklimi yarattı, çoğu insan sokağa çıkmaya çekiniyor, korkuyor, kısa sürelerle çıkabiliyor veya çıkmamayı tercih ediyor. Önemli oranda evlerinde duruyorlar. Az buluşmaya, sokakta az durmaya gayret ediyorlar.

Belli saatten sonra sokakta çok az ikinci kişi oluyor Donetsk’te. Ve malum, günler de kısalıyor. Birkaç yüz bin kişi olmasına, kalmasına karşın aynı şey büyük kentler için de geçerli bu arada.

Bu tabii çok önemli bir faktör dediğim üzere. Tabii çok insan göç etti, gene aileler parçalandı, yüz binlerce aile parçalandı. Şu ana kadar on binlerce kişi, yani birlik kuvvetleri çatısı altında dahi on binlerce asker hayatını kaybetti. Yüzlerce sivil öldü sadece Şubat’tan beri. Dolayısıyla bir tanıdığını, akrabasını kaybetmiş kitlenin sayısı, dile kolay sadece Donbas’ta tanıdıklar, çevre, komşular, dostlarıyla belki birkaç yüz binlik bir kitleye ulaşıyor bir şekilde. Hatta giderek Zaporojye, Kherson’a ilerliyor olumsuz anlamda. Göç etmek durumunda kaldı yüz binlerce kişi Şubat ayından itibaren ve aileler parçalandı.

Suç oranında artış neredeyse yok. Çünkü buranın daha farklı bir sosyal iklimi var. Şu şartlar Türkiye’de olsa tahmin bile edemiyorum suç oranlarını… Hiç abartmaksızın burada en sert, zor, savaş şartlarında dâhil suç oranları nüfusa endeksli olarak Türkiye’nin normal barış zamanındaki suç oranının çok altında.

Şu örneği verebilirim kendimce: Yani herkesin hemen hemen silahlı olduğu adeta kovboy filmlerindeki ortamda dahi, yani önümüzdeki herkeste silah olma ihtimali çok yüksek olduğu hâlde, sivillerden güvenlik görevlilerine, tabii ki askerlere… Gene de ben şahsen ne Donetsk ne Lugansk’ta, akşam geç vakitlerde, yani karanlıkta ve gece dolaşmalarımda uzun yürüyüşlerimde bir kere birinin bana bir laf attığını, bir şey söylediğini, ters bir şeye denk geldiğim veya birinin yolumu kestiğini vs. ne gördüm ne duydum. Yani kendim yaşamadım dediğim gibi.

Ukrayna ve Donbas’ta ekonomik yaşam nasıl sürüyor? Ek olarak Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımların ekonomik etkisini nasıl gözlemliyorsunuz?

Ukrayna ve Donbas’ta ekonomik yaşamın yanıtı tamamen farklı artık Donbas Rusya’ya geçtiği için. Zaten sekiz yıldır entegrasyon sürecinde oldu ama son süreçle tamamen Rusya’ya dahil oldu. Şubat ayından itibaren Rusya’nın müttefiki hâline geldi.

Ukrayna ekonomisi tamamen çökmüş durumda. Ukrayna’nın ekonomisinin en az ve ortalama yüzde doksanı epeydir Batı’ya bağımlı durumda. Yani Batılı etkisiyle, desteği, sübvansiyonu ile ekonomik anlamda ayakta duran, güç bela deyim yerindeyse, ittire kaktıra ayakta duran, durmaya çalışan bir Ukrayna söz konusu. Batı desteğini bugün çekse yarın açlık başlar tüm Ukrayna’da.

Rusya’ya karşı yaptırımlar konusunda, böyle bir şey gözlemiyorum. Rusya etkilenmiyor her şeye karşın. Çünkü Rusya’nın altın rezervleri ve nakit dolar rezervlerinin toplamı en az bir trilyon dolar karşılığında. Zaten savaş sürecine kadar altı yüz milyar dolardan fazla dolar rezervi vardı. Tabii ki ruble rezervi var. Muazzam bir altın rezervi var. Bundan dolayı Rusya Federasyonu operasyon bölgesinde pekâlâ yüz binlerce kişiye ayda üç bin ila beş bin arası ortalama maaş verebilir durumda. Ondan daha evvelden beri, Donbas’taki memurların, devlet çalışanlarının maaşlarının tamamı Rusya’dan geliyor. O maaşlar da artık azımsanmayacak bir seviyede. İşte dolar bazında diyelim, 400-500 dolardan başlıyor, en az bin dolara kadar çıkıyor. Aynı şey Kherson ve Zaporojye bölgeleri için de geçerli.

İlgili bölgelerde, Donbas’ta da tüm emekli maaşları, aylıklar genelde Rusya tarafından karşılanıyor. Keza Donbas’ta Rusya aynı politikayı henüz 2015 yılında başlatmıştı. 2015’ten itibaren zaten Donbas’taki memurların, her kademeden devlet çalışanlarının ve emeklilerin tüm maaşları Rusya tarafından karşılanıyordu. Dolayısıyla tüm bunları fazlasıyla kaldıran bir Rusya var. Ama aynı Rusya yatırımlara da devam ediyor. Her şeye karşın yeni fabrikalar açılıyor, eski fabrikalar onarılıyor. Muazzam teknik gelişmeler var. Yatırımlar, inovasyonlar, altyapı tesisleri, metro inşaatları, tramvay, yol, köprü, tünel ve toplu taşıma yenilemeleri, geliştirmeleri onarımları; yeni hattın açılması devam ediyor.

Dolayısıyla Rusya çok güçlü her şeye karşın. Hiç olmadığı kadar güçlü. Sovyetler Birliği’nin de bazı dönemine kıyasla, bazı açılardan daha az kuvvetli değil. Tarım ve hayvancılıkta Sovyetler’in son dönemine göre çok daha güçlü olduğu kesin. Bu çok önemli. Zaten Rusya buna dayıyor sırtını. Tarım ve hayvancılıkta en az yüzde doksan oranında kendine yeter hâle geldi Rusya Federasyonu.

Coğrafyada bir savaş ekonomisi oluştuğundan bahsedebilir miyiz?

Evet, tabii ki bahsedilebilir. Donbas’ta bu zaten vardı. Şimdi iyice katmerlendi, güçlendi ve yaygınlık kazandı. Topyekûn Rusya bir savaş ekonomisine geçiyor, savaş seferberliğine, bir savaş durumuna…

Çeçenistan başta olmak üzere bazı bölgelerin zaten ekonomisi tamamen, savaşa bağlı. Donbas da dâhil oldukça aktif çalışabilir nüfusun azımsanmayacak bir kesimi giderek paralı asker hâline geldi ve geliyor. Ve bunlar aileleriyle birlikte, çevreleriyle, besledikleri hanelerle beraber yüzbinlerce bir kesime tekabül ediyorlar. Çeçenistan başta olmak üzere Kuzey Kafkasların önemli kısmı bu noktaya doğru dönüşüyor. Bu istikamette ama aynı şey Donbas için geçerli. Donbas’ta Şubat öncesi elli bine yakın zaten asker vardı. Onların maaşları da, o zamanki daha mütevazı maaşları, Rusya tarafından karşılanıyordu.

Ölen ve yaralanan birkaç on binlik kayba karşın şu an, Lugansk ve Donetsk’in toplam askerî kuvvet sayısı yüz binden fazladır. Bunların tüm maaşları tabii ki Rusya’dan… Ve bunlar ailelerle birlikte yüzbinlerce bir kitleyi besliyorlar, finanse ediyorlar. Zaten burada fazla bir nüfusun kalmadığını düşünürsek her şeye rağmen hatırı sayılır bir kitle, savaş ekonomisi döneminden bu bağlamda besleniyor.

Genel seferberlik kapsamı, Rusya tarihinde çok var. Sovyetler döneminde: 41-42-43 yıllarını hatırlatıyor. Tüm devlet organizasyonları idarî birimler, yetkilendirmeler, organizasyonlar, şemalar, tüm güvenlik organları, Güvenlik Bakanlığından emniyete ve diğer ilgili birimlere; tüm devlet çalışanları, memurlar, eğitim kurumları, tüm sosyal diğer müesseseler vs. her şey savaş durumuna göre şu anda giderek yeniden yapılanıyor. Buna göre yeniden organize ediliyor.

Özellikle komşu bölgeler için de geçerli. Sadece sıkıyönetim, özel savaş hâlinin, olağanüstü hâlin geçerli olduğu Kherson, Zaporojye ve Donbas değil ama aynı zamanda Ukrayna’ya komşu yukarıdan aşağıya Bryansk, Kursk, Belgrot ve Rostov eyaletlerindeki valilere, yönetimlere olağanüstü yetkiler verilmesi ve diğer ifadeyle yetkilerin önemli ölçüde artırılması uygulamasında da gördüğümüz gibi…

22.10.2022 – Devam edecek…

Tavşan bekle, tazı tut!

Bir şey nasıl beklenir? Bunu belirleyen sanırız ne beklediğinizdir. Otobüs bekliyorsanız; yola bakarsınız, duraktaki insanların sayısına bakarsınız, gelecek otobüse binebilir miyim diye hesaplama yaparsınız, aylıkta ne kadar kaldı diye düşünürsünüz. Diyelim tam o anda yolda kaza oldu, dikkatiniz bir anda o kazaya kayar. Ne oldu, ölen, yaralanan var mı, hangisi hatalı, zaten artık o kaza kaldırılmadan sizin otobüsün de gelme imkânı kalmamıştır.

Mesela biriyle buluşacaksınız, gergin de bir konu konuşulacak onu bekliyorsunuz, ayağınızı sallarsınız, saate bakarsınız, etraftaki şeyleri okursunuz ki bu sayede gereksiz birçok bilgi aklınıza dolar. Ama diyelim tam o anda da büyük bir olay oldu. Birden tüm televizyonlarda, etrafta o konu konuşulmaya başladı. İşte o zaman arkadaşınız gelse dâhi, artık konunuz farklıdır, bunu konuşmadan olmaz.

Beklemek böyledir. Beklerken yaşananlar, bekleyeni de beklenen şeyi de, onun olup olamayacağını da etkiler.

Bugün de böyledir. Ana salık “bekleyin”dir. “Aman sokağa çıkmayın”, “provokasyona gelmeyin”, “bekleyin” demek, öncelikle aslında sokağa çıkacak konular olduğunun kabulüdür. Ekonomik kriz var, aşağılanma var, gençlerde geleceksizlik var, kadın cinayetleri var, baskı var, şiddet var. Ama biz provokasyona gelmemeli ve akil olmalıyız!

Öncelikle gerçekleri söylemek, haksızlıklara karşı ses çıkarmak, sokağa çıkmak provokasyona gelmek değil, en insanî eylemdir. Ayrıca devlet bunları halkı provokasyona getirmek için de yapmamaktadır. Devlet, Saray Rejimi, yaptıklarını halkı sokağa dökmek için değil, kendi varlığını koruyabilmek adına, en ufak bir itiraza tahammül edemediği için, hatta kimse sokağa çıkamasın diye yapmaktadır.

Fakat doğada her türlü fikre kanıt vardır.

Konu kimileri için devleti korumaya, kimileri için kendini korumaya geldiğinde, tüm bu yaşananlara ses çıkarılmaması için çare bulunmuştur; seçimleri beklemek. Bu “tavşan kaç, tazı tut”un tavşana bir de üzerine “bekle” deme versiyonudur. Sorun, olacağı bile belirsiz seçimler değil, sadece seçimi beklemektedir.

Zamanı durdurmak mümkün değildir. Zaman akar gider ve bunun içinde birçok şey yaşanır. Bir anda durup bekleyebilmeyi düşünen ise bu akış içinde maalesef çürümeye başlar. Beklemeye başlamaya karar verdiğiniz andaki insan ile, beklerken yaşananlara beklediği için “yeterince” ses çıkaramamış insan aynı olamaz.

Bir yandan sansür yasasına tepkiler devam ediyor ama bir yandan zaten uzun zamandır otosansür devrededir. Neye, ne kadar, nerede ve nasıl tepki verilebilir; sol liberallerde, bazı sol çevrelerde, okumuş-yazmış takımında belirlenmiştir. Bu çevrelere göre bazı konulara da tepki vermemek olmaz ama belirlenenden daha fazlası provokasyona gelmek, Saray’a alet olmaktır.

Asıl kendileri devlet aklıyla düşünmemeli, kendilerine hâkim olmalı, Saray’a alet olmamalıdır. Bartın’daki işçi cinayetlerine de kimyasal silah kullanımına da verilecek tepkinin boyutunu örgütlülük belirleyecektir. Örgütlülük sayısal bir konu değildir, değiştirme gücü ve iradesi ile birlikte ele alınmalıdır.

Şebnem Hoca tutuklandı, altı ay öncesinde Mücella Yapıcı tutuklandı, gazeteciler tutuklandı, tutuklanıyorlar. Şebnem Hoca için bugün “ama o da fazla dedi” demek, bir kadın öldürüldüğünde “onun da eteği kısaydı” demekle aynıdır. Amasız, fakatsız aynıdır. Bu devlet ilk kez mi kimyasal silah kullanıyor, üzerinden yıllar geçince Dersim’de, Zap’ta kimyasal silah kullanıldı diyebilenler, neden bugün “şüphe” içindeler? Mersin eylemini hiç vakit kaybetmeden kınayanlar, süren savaşı bilmediklerinden mi kınamışlardır? Verilen “bekleyin” salığına uyup kınamadan bekleyebilirlerdi oysa. Yoksa bu bekleme sadece muhalif seslerin, eylemlerin beklemesi midir? Bu tarih bilmezlik değil, aksine tarih bilgisidir. Bu, devletin katliamlarını da katliamlara karşı ses çıkaranlara da yaptıklarını bilmenin göstergesidir.

Bir taraftan kınamalar, bir taraftan “Şebnem Hoca yalnız değil” deyişleri. Fikri ve söyledikleri ile gerçeğin yanında bir insanın yalnız kalabilmesinin somutlaştığı yer burasıdır. Kimyasal silah kullanımı kendi yasalarına göre suçtur ve Şebnem Hoca yalnız değildir; işte fikrin ve eylemin tutarlığı buradadır.

CHP gibi, 6’lı masa gibi Saray Rejimi’nin bir parçası değilseniz ve onları kurtarmak gibi bir amacınız da yoksa, siz ortada korku olmasa neler diyebileceği bilinenler, yapabileceğiniz en iyi şey belki de gerçekten beklemektir. Bizim tavsiyemiz beklemek olamaz. Biz ancak insan kalabilmek için mücadele saflarında yer almanız gerektiğini söyleyebiliriz. Ama illa da bir şey yapmayacaksınız, en azından gerçekten bekleyin; konuşmadan, korkuyu yaymaya çalışmadan bekleyin. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin, halkların kendi yaşamları için mücadelelerini yan yana getirdiği, tüm bu sömürü ve aşağılanmayı ortadan kaldıracağı günleri bekleyin.

Biz özgür bir yaşam isteyenler, devletin aklını devlete teslim edelim. Onların kendi egemenliklerine yetecek kadar akılları da, örgütlülükleri de vardır. Biz kendi aklımızı, kendi örgütlülüğümüzü büyütelim. İşçileri, emekçileri, kadınları, öğrencileri, halkları bu çürümüşlüğün içinden çıkaracak olan devrimdir; başka bir aşama, yol, ihtimal, seçenek değil devrimdir.

 

Kaldıraç dergisinin Kasım sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Kasım sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri siyasidir. Bunların hepsi siyasal cinayetlerdir. Bunların hepsi, tekellerin, parababalarının, devletleri eli ile Saray Rejimi eli ile uyguladığı devlet terörünün bir parçasıdır. Kürt halkına nasıl kimyasal silahlarla saldırıyorlarsa, bunu yapan aynı devlettir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – Yaşamak pahalı ama can ucuz

IŞİD çetelerini destekleyen, onlara silah, eğitim ve lojistik destek veren bir devlet, kimyasal silah kullanmaz nasıl diyebilirsiniz?

Turnusol kâğıdı, renk değiştiriyor. Demek oluyor ki, burjuva muhalefet tamamen, sol liberaller, liberal solcular, ulu-solcular, hepsi asidiktir. Hepsi, savaş konusunda Saray Rejimi’nin destekçileridir. İşte size “helalleşme” pratiği. Asidik bir helalleşmedir bu.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Turnusol kâğıdı: Savaş politikaları karşısında tutum

Tüm bu savaş süreci dünyada, sisteme karşı toplumsal muhalefeti de geliştirecektir.

Kapitalist dünya ekonomisi 2008’de başlayan krizi atlatmış değildir. Krizin daha da ağırlaştığı açıktır. Önümüzdeki yıllarda, bu kriz daha da ağır bir biçimde etkilerini gösterecektir. Bu durumun, emperyalist metropollerde sınıf savaşımının şiddetlenmesine neden olacağı açıktır.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Savaşta yeni durum ve sosyalist devrim yüzyılı

Devletten korkma ile, devlet içinde ‘iyi’ adam arama, birbirinin ikizi olarak ortaya çıkıyor. Korktukça kendine güvenemeyenler, bir ‘kurtarıcı’ arıyorlar ve bu elbette egemenin içinden ‘anlayışlı’ bir kişi olabiliyor. Bu hayali durum, gerçekmiş gibi kitlelerin çıkış yolu, umudu olabiliyor.

Bu süreci besleyen ise, aslında devlet hakkındaki hurafelerdir.

Bugünlerde, birçok olay, en çok da ‘seçimler’ üzerine süren tartışmalar, bu hurafeleri yeniden gündem hâline getirmektedir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Devlet hakkında hurafeler

Bu üç gelişme, aynı dönemde, peş peşe devreye sokulmuştur. İlkini, “muhalefet” yani Kılıçdaroğlu devreye sokmuştur. İkincisini ise Erdoğan. Üçüncüsü doğrudan Saray Rejimi tarafından parlamento devreye sokularak gündeme alınmıştır. Rastlantı mıdır?

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – Başörtüsü “yasası”, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, modern Takrir-i Sükûn Saray Rejimi’ni güçlendirme programı

Ayrıca dergimizin bu ayki sayısında birçok röportaj bulunmakta. Kanber Saygılı, Kamil Kartal, Dr. Fathi Al-Fadl, Wasantha Samarasinghe, İran İnşaat İşçileri Meclisi ve Okay Deprem ile yaptığımız röportajları isimlerin üzerine tıklayarak ve sitemizde yeni açılan “Röportajlar” bölümünden okuyabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 256 / Kasım 2022
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için [email protected]‘a ve WhatsApp’tan 0539 840 51 56’a ulaşabilirsiniz.

Turnusol kâğıdı: Savaş politikaları karşısında tutum

Biliniyor, turnusol kağıdı diye bir kâğıt var. Turnusol kâğıdı, asit ve bazı ayırmak için kullanılıyor. Aslında işin temelinde boya var. Bu mavi renkte bir boyadır ve bazı bitkilerden elde edilir. Boya, asit etkisi ile kırmızıya, bazların etkisi ile ise maviye dönüşüyor. Kâğıt bu boya ile boyanınca, maddenin asidik olup olmadığını anlamak için kullanımı kolaylaşıyor.

Turnusol kâğıdı, günlük dilde de kullanılıyor. Bir olayın, mesela doğru ve yanlış karar vermeyi ölçmesinde çok önemli olması durumu gibi. Mesela “bu konuda alınacak tutum, turnusol kâğıdı etkisine sahiptir” deriz.

İşte bugün, Saray Rejimi koşullarında, dünyanın bu coğrafyasında, savaş politikaları karşısında alınacak tutum, insanın hangi saftan olduğu konusunda belirleyici bir gösterge oluyor.

Ülkemiz solunun ve sözüm ona muhalefet olan burjuva partilerinin savaş karşısındaki tutumu, tam da böyledir.

Sadece dışarıdaki savaştan söz etmiyoruz. O da var tabii.

Değil mi ki, her savaş bir iç savaştır. Öyle ise içeridekini de hesaba katalım.

Bize göre, ülkenin sadece Kürt illerinde değil, batısında da bir iç savaş sürmektedir. Ama biliyoruz, bizim bu tespitimize katılmayanlar var. Onlara göre, Saray Rejimi, işçi ve emekçiler sokağa çıksın diye bekliyor ki “iç savaş” çıkartsın. Oysa bize göre zaten bir iç savaş yaşanıyor.

Onlara göre, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin sokağa çıkmasını isteyen Saray Rejimi var, çünkü bu sayede “olağanüstü hâl” ilan edecekler. Oysa, sokağa çıkan herkese saldırmalarına bakılırsa, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin sokaklara taşmasını hiç de istemiyor gibiler. Ve dahası, bize göre, zaten “olağanüstü hâl” içinde yaşıyoruz. Yoksa bu hâl, “olağan hâl” midir?

Bunu yine tartışacağız.

Ama, Kürt hareketi ile bir savaş sürdüğü konusunda galiba herkes aynı fikirdedir. Kimisine göre PKK terör örgütüdür, bize göre ise devletin kendisi bir terör örgütüdür. Ama herkes ortada bir savaş olduğu konusunda hemfikirdir.

İşte bu savaş konusunda tutum da dahil edilerek, savaş konusundaki tutumun bir turnusol kâğıdı olduğunu iddia edebiliriz.

Hatta bu turnusol kâğıdı, savaş karşısındaki tutum, hemen her gün karşımıza bir sınav olarak tekrar tekrar çıkmaktadır.

Mersin’de, PKK, bir eylem gerçekleştirdi. PKK, bu eylemin, kendilerine karşı kimyasal silah kullanımına son verilmesi için bir uyarı olduğunu açıkladı. Biliniyor, Mart 2022’den beri yoğun bir biçimde TC ordusu kimyasal silahlarla saldırmaktadır. PKK kaynakları 40’ın üzerinde gerillanın, bu kimyasal silahlarla öldüğünü söylüyor (Bu arada ordunun kaybının bin kişiden fazla olduğu konusunda bilgiler ortada dolaşıyor). Kimyasal silah kullanımı ile ilgili, dünya basınına da yansıyan görüntüler, videolar vb. de var.

Ama, Mersin’de gerçekleştirilen eylemden sonra, birçok grup, kişi, örgüt, PKK’nin bu eylemini “lanetleme” yarışına girişti.

Oysa bunlardan hemen hemen hiçbiri, Mart 2022’den beri yoğunlaşan kimyasal silah kullanımı konusunda “devleti uyarma, lanetleme” tutumu içine girmediler.

Siz, örnek olsun, Kürt sorununun çözümünü barış içinde gösteriler, seçimler vb. yolu ile yürütülecek bir mücadeleye bağlı görebilirsiniz. Diyelim ki sizce yasal mücadele ile Kürt sorunu çözülecek. Kabul edelim ki, bu durumda dahi siz bir Kürt sorunu olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Öyle ise, bu sorunun niteliğini ortaya koymanız gerekir.

6-7 Eylül olaylarını hatırlayın, 16 Mart katliamını, Sivas katliamını hatırlayın, Çorum ve Maraş’ı, 1 Mayıs 1977 katliamını hatırlayın, Roboski’yi hatırlayın, işkencehaneleri hatırlayın, Suruç katliamını ya da Ankara Garı katliamını hatırlayın. Saymakla bitmez. Soma’da madende ölen, onlara göre 301 bize göre 700’ün üstünde kişinin cinayetini hatırlayın. Sizce, böylesi bir devlet geleneği ile hangi sorunu çözebilirsiniz?

Bir teğmen var. Kendisi “ulusalcı”lıktan geliyor. Bizim ulusal-solcularımıza ya da müsaade ederlerse ulu-solcularımıza soracak olursak, son derece gerekli bir değerdir “ulusalcılık”. Teğmenimiz de bu cenahtandır. Devletin bir kanadının diğer kanadına karşı başlattığı operasyonlarından birinin mağduru teğmen, birdenbire AK Partili oldu. Her şeyin reisi, hakarete uğrama konusunda dünya rekorunu kıran Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini kabul töreninde, teğmene, kaç çocuğu olduğunu soruyor. Bir çocuk yanıtını alınca, “PKK’ye bak, 5-10-15 çocuk yapıyorlar” dedi. Gördünüz mü kafayı? İşi çözmüş, PKK’nin taktiğini kavramış, 5-10-15 çocuk yapıp, bu çocukları zorla savaşçı yapacak, kendisi öyle yapıyor ya, oradan da çoğunluğu sağlayıp, ülkenin nüfus dengesini değiştirecek. İşte PKK’nin taktiğini en iyi kavrayan cumhurbaşkanı budur. Bu dil ve bu kafa ile, nasıl bir çözüm ortaya çıkartabilirsiniz? Tabii, barışçıl çözümden söz ediyoruz.

PKK, bugün silah bıraksa, ertesi gün, o kimyasal silahlar, tüm Kürtlerin üzerine yağmaya başlayacaktır.

Büyük reis ve dünya liderimiz, derin tarihsel bilgilere sahiptir ve buna dayalı olarak “affedersin Ermeni” demektedir. İşte size kafa, işte size devlet tutumu.

Uzatmayalım, siz tüm bunlara rağmen, barışçıl bir Kürt sorunu çözümü önerebilirsiniz. Kabul, ama bu durumda dahi, bir Kürt sorunu var demiş oluyorsunuz.

Bir sorun varsa, elbette, bu soruna ilişkin birden fazla çözüm de olacaktır. Kürt halkının büyük çoğunluğu, bu çözümü, PKK’nin mücadele yolunda görmektedir. Bu nedenle, Reis, Kürtler 5-10-15 çocuk yapıyor demek yerine, PKK 5-10-15 çocuk yapıyor demektedir.

Siz, bir savaş ilan etmişsiniz. İçişleri Bakanı, uyuşturucu paralarını saymaktan, uyuşturucu ve suç örgütü liderleri ile fotoğraflar vermekten, sigorta poliçesi kesen printer’ın sesini müzik olarak dinlemekten kalan zamanında, PKK’lilerin ayakkabılarını saymaktadır. Buna göre, zaten 200’ün altında PKK’li kalmıştır. Her ölen Kürt gencini terörist ilan etmektesiniz. Ve tüm bu savaşı daha da tırmandırmak adına, ABD ve AB’yi de arkanıza alarak, kimyasal silah kullanmaktasınız. Ve tüm bunlar olunca sesini çıkartmayan “aydın”larımız, OYT, bazı sol çevreler, Mersin’de eylem ortaya çıkınca, bunu kınamak için harekete geçmektedirler.

12 Eylül döneminde, Murat Belge, birçok yere gider, küçük paneller yapardı. Bu panellerde Belge, hapiste, işkencede olan devrimcileri eleştirmek için sınır tanımaz bir özgürlüğe sahip idi. Ama onun bu eleştirileri, kısa süre sonra tepki çekmeye başladı. İnsanlar, bu devrimcilerin eylemlerini övmenin suç olduğu bir ortamda, onların arkasından bu biçimde atıp tutmaya, eleştiri demekten geri durmaya başladılar. Öyle ya, içeridekileri öven, suçu övmekten tutuklanacak, ama onlara söven, “eleştiri” yapmış olacak. Ne âlâ değil mi? İşte insanlar bir süre sonra bu panellere katılmaz hâle geldiler. Belge de bu panelleri sonlandırmak zorunda kaldı. Belge, 12 Eylül savunucusudur. Bundan kurtulamaz.

Oysa ahlâken, suçlu ilan edilmiş birisini savunmak bir suç ise, ona küfretmekte biraz olsun tedbirli olmanız gerekir. Erdoğan’ı eleştirmenin suç olduğu bugün, ona direkt veya dolaylı övgüler düzmek, ahlâkî açıdan, o ölçüsüz övgüler kadar sorunlu görülmelidir.

Bu ilkeyi PKK’nin eylemlerine de uygulamak mümkündür. Siz, Suruç katliamına, siz Ankara Garı katliamına, siz Kuzey Irak’ta PKK’nin gerillalarının bulunduğu alanlarda kimyasal silah kullanımına karşı bir ses çıkartmıyorsanız, bari devleti destekleyecek adımlar konusunda da biraz efendi olmayı deneyin. Yoksa sizin Ahmet Hakan’dan, sizin Nagehan Alçı’dan, sizin Mehmet Barlas’tan bir farkınız kalmaz.

Diyelim ki Filistin meselesini ele alalım. Örnek bu olsun. Bu sorunu da siz, “barış” yolu ile çözmek istiyor olabilirsiniz. Mesele değil. Ama Filistinli bir çocuğun elindeki taşı ve molotofu kullanmasına “terör” diyemezsiniz.

Eğer siz Filistinli çocuğun eylemini eleştirmekle işe başlarsanız, İsrail’in saldırılarını aklamış olursunuz. Bugün de olan budur.

Bu sadece Filistin söz konusu olunca doğru olmuyor.

Dünyanın başka bir coğrafyasına bakıp, orada “doğru ve haklı”dan yana tavır almak kolaydır. İyi ama, yaşadığınız yerde, savaş karşısındaki tutumunuz nedir?

Her yerde yalan söyleyen Saray Rejimi var. İşsizlik rakamları yalandır. Enflasyon rakamları yalandır. Yolsuzluklar konusunda yalan söylüyorlar. Hırsızlıkları konusunda yalan söylüyorlar. Hırsızların, rantçıların, savaş ekonomisini ayakta tutanların doğru ve haklı ile, gerçek ile ilişkileri ne olabilir ki? Tüm bu konularda yalan söyleyen bir devlet, “kimyasal silah kullanmıyorum” derse doğru mu söyler?

IŞİD çetelerini destekleyen, onlara silah, eğitim ve lojistik destek veren bir devlet, kimyasal silah kullanmaz nasıl diyebilirsiniz?

Turnusol kâğıdı, renk değiştiriyor. Demek oluyor ki, burjuva muhalefet tamamen, sol liberaller, liberal solcular, ulu-solcular, hepsi asidiktir. Hepsi, savaş konusunda Saray Rejimi’nin destekçileridir. İşte size “helalleşme” pratiği. Asidik bir helalleşmedir bu.

Şimdi, bir kere daha, Libya savaşını düşünün. Neden burjuva muhalefet, bu “fetih” ruhunu desteklemektedir? Neden muhalefet, Suriye savaşını, Suriye’deki işgalci konumu desteklemektedir? Neden muhalefet, Irak’ta ABD operasyonları da içinde, her türlü savaşı desteklemektedir? Bunları anlamak zor mudur?

Rant-yağma-savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin ekonomi politikasıdır. Buna karşı çıkmadan, rüşvete, ihalelerdeki suistimallere, yolsuzluklara, hırsızlıklara karşı çıkmak mümkün değildir.

Saray Rejimi, bir savaş müptelasıdır.

Uyuşturucu cenneti hâline getirilmiş bir ülkede yaşıyorsunuz. Artık burada bu uyuşturucu, en tepeden başlayarak büyük bir çürüme hâlinin de ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çürüme, tüm yapıyı sarmıştır. Herkes yağmadan, ranttan, savaş ekonomisinden, başkaları kendisinden fazla pay alıyor diye cırlamaktadır. Buna da eleştiri demektedir. Burjuva muhalefet, bunun üzerine yaslanmıştır.

Hayatı üreten işçilerin, emekçilerin emeği, tümü ile, çetelere, zenginlere, parababalarına, tekellere, bankalara aktarılmaktadır. Elbette, komisyoncu başı olarak Erdoğan ailesi bundan payını almaktadır. Ama bu çarka karşı durmadan, bu sistemi parçalamadan, bir çıkış yolu da yoktur.

Saray Rejimi, her şeyini savaş politikalarına dayandırmaktadır.

İçeride ve dışarıda savaşı tırmandırmak, onlar için bir ihtiyaç, bir zorunluluk hâlindedir. Bu nedenle, ülkenin işçi ve emekçilerine karşı açık bir saldırganlık devrededir. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin tümü, Saray Rejimi, TC devleti için birer düşmandır. Saray Rejimi, sadece Kürt halkını değil, tüm işçi ve emekçileri, tüm halkları düşman olarak görmektedir. Davranışları da buna uygundur. İçeride şiddeti bu nedenle sürekli tırmandırmaktadırlar.

Bu aynı zamanda dışarıda savaş çığırtkanlığı ile bağlıdır.

Saray Rejimi, TC devleti, bir ABD tetikçisidir ve bu yolda dünya çapında sürmekte olan Batı güçlerinin paylaşım savaşımında bir rol almış bulunmaktadır. ABD tetikçiliği, Saray Rejimi eli ile, sorunsuz uygulanabilmektedir. Bu nedenle, yeni bir rejim organize etmişlerdir. Parlamentoyu devre dışı bırakmışlardır, siyasal partileri yok etmişler, tabela partisi hâline getirmişlerdir. Hukuk, bugün artık, iç savaşın bir parçası, devletin elinde bir silah olarak devrededir. Artık, tüm maskeler inmektedir.

ABD ve AB desteği ile, NATO mekanizmalarının desteği ile, bugün bölgemizde kimyasal silah kullanılmaktadır. Bu kimyasal silahlar, yarın daha geniş bir alanda da kullanılacaktır.

Bunları, bu savaş politikalarını, ulusal değerler maskesi altında onaylamak, tam olarak Saray Rejimi’nin yedeği hâline gelmektir.

Bu yolla muhalefet yapılamaz.

Bu yolla, Saray Rejimi’ni bir seçime zorlamak mümkün değildir.

Halkı, işçi sınıfını, kadınları ve gençleri, seçimlere kadar sessiz, evlerinde kapalı tutma girişimi, Saray Rejimi’nin baskı ve şiddetine, copuna ve TOMA’sına, gazına ve her türlü saldırganlığına açık bir destektir.

Daha dün, maden ocağında ölenlerin ardından, “kader” nutukları atanlarda “insanî değer” aramak, boşuna bir çabadır. Hiçbir yasayı tanımayan bir iktidardan seçimle ilgili süreçlere uymasını beklemek boşunadır. Kürt gençlerinin üzerine kimyasal silah atanların Kürtlerden oy alma hesapları yapması, ancak daha büyük şiddet ve katliam politikaları ile “olanaklı”dır. İçişleri Bakanı hiç utanmadan, bir beş yıl daha kayyum atasak, halk bize alışır demektedir.

Saray Rejimi, her türlü yol ve araçla, halkı, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri ölüme mahkûm etmekte, onları açıkça esir almak istemektedir. Bu esareti, Batı değerleri savunması ile, NATO’ya bağlılıkla örtme işi burjuva muhalefete, bazı “aydın”lara verilmiştir. Sol içinden bu örtme işinde görev almak isteyenlerin, bunu “ulusalcılık” ile açıklamaları boşunadır.

Artık, cepheler nettir, savaş açık ve çıplak bir hâl almıştır.

İki sınıfın savaşımıdır bu.

Hem ülkemizde hem de dünya çapında.

Bu savaşta “orta yer” yoktur.

Orta yolculuğu “yüksek değer” olarak sunmak, devletin tüm pis işlerini örtme girişimidir ve uzun süre etkili olması mümkün değildir.

Örnek mi, bakınız Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan vb. tüm uğraşlarına rağmen, bir rotada Saray Rejimi’ni destekleyecek bir çizgi bulamamaktadırlar. Bir gün söylediklerini, ertesi gün yutmakta, ertesi gün söyledikleri birkaç gün öncesi söylediklerini yalanlamaktadır.

Gökyüzünde yıldızların dizilişine, ayın büyüklüğü ve şekline, kahvenin telvesine bakarak, üç vakte kadar “iyi günler” beklemek, kendini kandırmaktır. Bu beklentileri siyasal bir yol hâline getirmek ise, tam olarak halkı kandırma girişimidir. Falcılara değil, sisteme karşı açık ve net bir mücadele çizgisini örgütleyenlere ihtiyaç vardır.

Çıkış yolu, devrimci mücadele yoludur.

İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin kendi kaderlerini, kendi geleceklerini yazma olanağı vardır. Bu, örgütlü direniş yoludur.

Güzel günler elbette gelecektir. Bu topraklar bir devrime gebedir. Bu devrim, yerin altından gelmektedir ve mücadele etmeden, emek vermeden, bedel ödemeden bu mücadele yürütülemez. Gerçek budur.

Savaşta yeni durum ve sosyalist devrim yüzyılı

Eylül ayının son günlerinde, Donetsk, Lugansk, Herson ve Zaporojye bölgelerinde halk referandumla, Rusya’ya katılma kararı aldı. Referandum sonuçlarının en düşük evet çıktığı yer Herson ve yüzde 87. Zaporojye’de evet yüzde 93’ün üzerinde iken, diğer iki bölgede, evet oyları yüzde yüze yaklaşıyor (98 ve 99).

Donetsk ve Lugansk, önceden bağımsızlıklarını, “halk cumhuriyeti” isimleri ile ilan etmiş yerlerdi.

Putin, geniş bir açıklama ile, bu bölgelerin Rus toprağı hâline geldiğini, böylece bu bölgelere yapılacak saldırıların Rusya’ya yapılmış saldırılar olacağını duyurmuş oldu.

1

Birincisi, bu savaş, gerçekte Rusya-Ukrayna savaşı değildir. Bu savaş, NATO tarafından iradesi teslim alınmış, 2014’ten bu yana halkı katleden bir Neonazi iktidarın egemen olduğu Ukrayna kullanılarak, Rusya’ya karşı bir savaştır.

Eğer öyle ise, ABD-İngiltere başta olmak üzere NATO ile Rusya ve arkasında Çin arasında bir savaş ise, denilebilir ki, bu savaşın bugün odaklandığı, yoğunlaştığı yer Ukrayna’dır. Ukrayna’da sıcak çatışmaya dönüşen bu savaş, eğer bir ABD-İngiltere ekibinin başını çektiği, Rusya ve Çin’e karşı, bu iki ülkenin sömürgeleştirilmesi savaşı ise, bu savaşın, daha en başında olmasak da, başında olduğumuzu söyleyebiliriz.

Ukrayna sürecinin ardından ABD’nin Tayvan’a dönük hamleleri, aslında bunu doğrulamaktadır.

Benzer biçimde, Kafkaslarda yaratılmak istenen çatışmalar da bunun içindedir.

Tacikistan sınırından, Taciklerin başlattığı saldırılar da bunun bir parçasıdır.

Öyle ise, bu savaşın, mantığını anlamak gerekir, öncelik bundadır.

2

Savaş, bir yandan, ABD hegemonyasını zorlayan gelişmelere ABD’nin tepkisi olarak da ele alınabilir. Ama bu noktayı geçmişe benzemektedir.

Şöyle ki; ABD hegemonyasının net olarak başladığı tarih, II. Dünya Savaşı sonrasıdır. 1945 ve sonrası demek doğrudur. ABD, İkinci Dünya Savaşı’nda, tüm emperyalizm adına, SSCB’ye saldıran Almanya’nın yenilgisinden en az zararla çıkmıştı. Fransa, Nazi işgalini, ne kadar anlaşmalı olsa da yaşamıştı. İngiltere az ya da çok tahribatla karşılaşmıştı. Japonya, savaşı bitiren anlaşmanın hemen ardından iki kentinde nükleer bombaların patlaması ile büyük moral çöküntü yaşamıştı. Ama ABD, uydurma bir Japon saldırısı sayılmazsa, hiçbir zarar almamıştı. Ve savaşın sonunda tüm Nazi artıklarını toplayarak, kendi hegemonyası için yol döşemeye girişti.

Hegemonya lafla olmaz. Salt psikolojik bir şey değildir. Hegemonya için fizikî güç gerekir. ABD hegemonyasının kurumları, NATO, IMF, Dünya Bankası ve Bretton Woods anlaşması idi. Bu son anlaşma ile ülkelerin paraları dolara, dolar ise altına endeksleniyordu. Böylece, ABD, adına Batı dünyası denilen kampın hegemon gücü oluyordu. İngiltere eski hegemonyasını, bu tarihten itibaren tamamen kaybetmiş oluyordu.

ABD hegemonyası dediğimiz zaman, ABD’nin kapitalist dünyadaki hegemonyasından söz ediyoruz demektir. Yoksa SSCB, Çin, Küba gibi sosyalist ülkeler, Doğu Avrupa üzerinde bir hegemonyasından söz etmiyoruz.

Sweezy ve Baran, ABD ekonomisi ve tekelcilik üzerine yaptıkları çalışmalarda, aslında bu ABD hegemonyasının ekonomik anlamda yolun sonuna geldiğini ta 1970’lerde yazmışlardı. Nitekim 1971 krizi bunun ifadesidir de. Vietnam yenilgisi, ABD’nin tüm savaşı karşılıksız para basarak finanse etmesi, aslında Batı kampı içinde bir hayli sorun olmaya başlamıştı. ABD’nin petro-dolar hamlesi, tüm petrollerin dolarla satılması ve dolarların da ABD bankalarında tutulması uygulaması bu krize bir “çözüm” oldu. Hatta o güne kadar İngiliz kuyusu gibi işlev gören Katar’ın ayrı bir ülke hâline gelişi de bu tarihlere rastlar.

Hegemonyanın çözülmesi, anlaşılacağı üzere, öyle tek yanlı bir süreç değildir. Yani, bir kere çözülüş başladı mı, kendiliğinden hızlanarak sürer denmez. Evet sürer, ama karşı hamlelerle de bu süreç yavaşlatılabilir.

Elbette ABD hegemonyasını zorlayan, ekonomik anlamda zorlayan, Japonya ve Almanya idi. Her ikisi de, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına göre silah üretmeleri yasaklanmış ülkelerdi. Silah ve ordu, askerî alan, bu iki ülkede de daha çok ABD kontrolü ile denetleniyordu. Bu ABD kontrolü ortadan kalkmadı. Ama bu iki güç, siyasal alanda yansıması çok olmayan ekonomik gelişme ile ABD hegemonyasını sarsmaktaydı. 1980’lerde, Çin’in bazı bölgelerinin uluslararası sermaye yatırımlarına açılması ile, ABD tekelleri, öncelikle Çin’e akmaya başladılar. Kâr oranlarını korkunç yükselten düşük maliyetli emek süreçleri, bir süre sonra, tüm uluslararası tekellerin ilgisini çekmeye başladı. 1990’lara gelindiğinde, SSCB çözülmeden bile, Çin neredeyse Batı’nın fabrikası hâline gelmişti.

SSCB çözülünce ABD, kapitalist dünya üzerindeki hegemonyasını, tüm dünya üzerindeki hegemonyaya çevirmek için hamle yaptı.

Ama artık, SSCB çözüldükten sonra, emperyalist dünyanın diğer güçlerinde de bu hegemonyayı kırma eğilimi güç kazanmaya başladı. Almanya, Japonya, her ikisi ABD kontrolünü azaltmak için harekete geçtiler. Bazı üslerin kapatılmasını sağladılar vb.

1990 sonrasında, dünyanın yeniden emperyalist güçler arasında paylaşımı savaşımı gündeme geldi. Almanya, Doğu Avrupa’da ciddi bir etki alanı yarattı. ABD, NATO güçleri ile Yugoslavya’yı parçalayarak, Avrupa’nın ortasına askerî güçlerini yerleştirdi. Böylece Almanya’da kapanan üslerin yaratacağı riskleri azaltmış oldu.

ABD, hegemonyasını sürdürebilmek için, bugün Rusya’yı ve Çin’i sömürge hâline getirmek istiyor. Ukrayna savaşı, uzun süredir bunun için devrededir. 2014’ten bu yana bu plan sürdürülmüştür ve ABD, tüm Batı’yı, son Biden yönetimi ile arkasına alma adımlarını atmıştır. Suriye savaşında Rusya’nın devreye girmesine karşılık, Ukrayna hamlesi ile ABD, tüm Batı’yı, özellikle de AB’yi yeniden kontrolüne almayı başarmıştır.

Ukrayna ve Tayvan hamleleri, aslında Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirme planlarının bir devamıdır.

Putin, dört bölgenin referandumlarının ardından yaptığı konuşmada, SSCB’nin dağılmasına özellikle vurgu yapmaktadır. “1991’de Belovejskaya Ormanı’nda (Belovejskiye Anlaşmaları ile) büyük ülkemizi yıktılar. Sovyetler Birliği artık yok ve geçmişi geri döndüremeyiz. Kaldı ki Rusya’nın da buna ihtiyacı yok.” (Sputnik, 30 Eylül).

Bu vurgu, aslında sömürgeleştirme planlarının açık olduğunu ortaya koymaktadır. Rusya’nın bu planlardan haberi olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir gün önce, BDT ülkelerinin istihbarat servislerinin yöneticileri ile yaptığı görüşmede Putin, “Batı’nın BDT coğrafyasında yeni çatışmaları körüklemeye dönük senaryolar üzerinde çalıştığını biliyoruz. (Bu bölgede) Yeteri kadar çatışma var zaten. Şu anda Rusya ile Ukrayna arasında neler yaşandığına, bazı diğer BDT ülkelerinin sınırlarında neler olup bittiğine bakılması yeterli. Elbette tüm bunlar, SSCB’nin dağılmasının bir sonucu.”

Demek oluyor ki, Batı emperyalizmin; (a) kendi ekonomik krizlerini çözmek, (b) kendi aralarındaki paylaşım savaşımını ertelemek, (c) ABD hegemonyasının çözülüşünü durdurmak üzere bu savaşı büyütecekleri açıktır.

İşte bu nedenle, artık mesele sadece ABD’nin kendi hegemonyasının çözülüşünü önleme noktasını aşmıştır. Almanya’nın, Rusya’ya karşı duralım ki, ABD, Çin ile başa çıkabilsin açıklamaları, tüm resmi net olarak ortaya koymaktadır.

3

Referandumdan sonra, Kiev yönetimi, acilen NATO’ya katılma hamlesi yapmıştır. Kiev yönetiminin bu hamlelerinin ABD’den bağımsız olmadığı açıktır. Ancak buna rağmen ABD, “henüz zamanı değil” açıklamasını yapmaktadır. Bu durum, aslında ABD’nin geri durmayacağının kanıtıdır.

Bir senaryo olarak, referandum sonrasında, Rusya toprağı hâline gelen bölgelere saldırıların olmayacağı, bu yolla Ukrayna savaşının sönümleneceği düşünülebilir. Elbette teorik bir olasılıktır bu. Ama gelişmeler bunun tersine işaret etmektedir. ABD, İngiltere ve tüm AB, tüm güçleri ile savaşı desteklemek isteyeceklerdir. ABD ve İngiltere için, zaten bu açık bir konudur. Ancak AB’nin, özellikle de Almanya ve Fransa’nın bu savaştan zarar gördüğü açıktır.

Savaş, yeniden Avrupa kıtası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yani, sonuç ne olursa olsun Avrupa’nın bir kere daha tahrip edileceği açıktır. Ama buna rağmen, ABD baskısına direnmeleri mümkün olmamıştır. Öyle süreceği, büyük bir sürprize kadar bunun böyle süreceği açıktır. Almanya için, “ortak düşman” Rusya’dan pay koparmak daha olabilir görünmektedir.

Böylece, ABD, yeniden, tıpkı “Soğuk Savaş” dönemindeki gibi, yeni bir “ortak düşman” yaratmayı başarmıştır. “Ortak düşman”, Rusya olarak ortaya çıkmakta, Çin de denklemin içine sokulmaktadır.

Bu nedenle, ABD’nin, hem Çin’e karşı Tayvan hamlesini el yükselterek devam ettirmesi hem de Ukrayna meselesini daha da kaşıması beklenen olacaktır.

4

Rusya’nın Ukrayna müdahalesi, operasyonu, iki şeyi gözetiyor gibi idi. Bunlardan biri, altyapının tahrip edilmemesi ve ikincisi halkın hedef alınmaması. Bu durum, oldukça zorlu bir savaş yolu demektir. Bu nedenle hastahaneler, okullar, su ve elektrik şebekeleri vb. hedef alınmadan operasyon devam etmiştir.

Harekâtın ise üç hedefi açıklanmıştı: İlki bağımsızlığını ilan etmiş olan bölgelere saldırıların önlenmesi, ikincisi Ukrayna’nın silahsızlandırılması ve üçüncüsü Neonazi yönetiminin uzaklaştırılması.

Lavrov, hâlâ bu hedeflerin geçerli olduğunu söylemektedir. Ancak, iki bölge, dörde çıkmıştır. Zaporojye bölgesi nükleer santralin de bulunduğu bölgedir. Öte yandan ise, Neonazi yönetimi hâlâ yerindedir ve tüm kayıplarına rağmen, Batı Ukrayna’yı hızla silahlandırmaktadır. Böylece, ABD-İngiltere-NATO, bir oyuncak hâline, elverişli bir alet hâline gelmiş olan Ukrayna yönetimi ile savaşı sürdürme olanaklarına sahiptir. Öte yandan Rusya’ya karşı yaptırımlar, bir sonuç vermekten uzak olsa da, hatta Batı bizzat Türkiye üzerinden bu yaptırımların bir bölümünü bizzat kendi eli ile işlevsiz hâle getirse de, tüm hızı ile devam etmektedir. Yaptırımlar, Rusya’yı izole etmeye ve dünya ticaret sisteminin dışına çıkarmaya dönüktür.

Öte yandan, Türkiye, dört bölgenin referandum sonrası Rusya’ya katılmasını kabul etmeyeceğini ilan etmekle kalmadı, Rusya’nın MIR ödeme sisteminin devre dışı bırakılmasını da kararlaştırmıştır. Demek oluyor ki, yaptırımlar daha da sertleşecektir.

Öyle ise, savaşın daha da tırmanmasını beklemek mümkündür.

5

Süreç, hem Rusya’da hem de Çin’de, bugün bağımsız ülkeler olmalarının dayanağı olan sosyalist geçmişlerine daha yakın hareketlerin güç kazanmasına neden olacaktır. Putin’in açıklamalarında daha sık geçen SSCB vurguları da bunun kanıtıdır. Bu durum, her iki ülkede de kapitalist yola karşı çıkan komünistlerin güç kazanması için bir olanak yaratacaktır.

Ancak ne olursa olsun, dünyada güçlü bir devrimci dalga oluşmadan, sosyalist devrimler başlamadan, bu iki ülkede büyük dönüşümler uzak görünmektedir.

Tüm bu savaş süreci dünyada, sisteme karşı toplumsal muhalefeti de geliştirecektir.

Kapitalist dünya ekonomisi 2008’de başlayan krizi atlatmış değildir. Krizin daha da ağırlaştığı açıktır. Önümüzdeki yıllarda, bu kriz daha da ağır bir biçimde etkilerini gösterecektir. Bu durumun, emperyalist metropollerde sınıf savaşımının şiddetlenmesine neden olacağı açıktır.

Yani dünya, daha geniş bir biçimde sosyalizmin gündeme geleceği, kapitalizme karşı mücadelenin daha da artacağı bir döneme evrilmektedir. Gerçekte savaşı durduracak şey de budur. Savaş, ancak, güçlü bir sosyalist devrim dalgası ile durdurulabilir. Emperyalist egemenlik, 21. yüzyıldan ötesini görmeyecek gibidir. 21. yüzyılın ilk çeyreği dolmadan, dünyada sosyalizmin yeni bir yükselişi gündeme gelmeye gebedir.

Emperyalist metropollerde sınıf çelişkilerinin öne çıkması, gelişecek olan sosyal mücadeleler, sömürge ülkelerde, daha ciddi bir yansıma da bulacaktır. Almanya’nın Yeşiller Partisi’nden savaş tanrıçası kesilen savunma bakanı, aslında bu sosyal patlamalara dikkatleri çekmektedir. Bu süreç ABD ekonomisinin derinleşen krizi nedeni ile ABD’de de etkisini göstermeye adaydır.

Kanımızca, dünya, yeni bir sosyalist dalganın, dünya proletaryasının yeniden ve bu kez daha güçlü bir biçimde sahneye çıkmasının arifesindedir. Bu tüm dünyada sınıf savaşımının sertleşmesi demek olacaktır.

Bu noktada, dünya devrimci hareketinin enternasyonalist bir temelde gelişmesi büyük öneme sahiptir. Savaş naraları arasında, geçmişte olduğu gibi, kendi burjuvazisini destekleme, “ulusal çıkarlar” adına devrimleri feda etme eğilimleri var olacaktır. Kautskycilik hâlâ diridir ve sol hareketin içinde oldukça etkindir. Savaşa karşı, savaşı iç savaşa çevirme, işçileri silahlarını kendi devletlerine, kendi egemenlerine çevirmeye çağırma devrimci politikası, ancak enternasyonalist bir ruh varsa mümkündür.

Önümüzde, savaş ne denli bir gerçek olarak durmakta ise, yeni bir dünya savaşı ile dünyanın yok olması sorunu ne kadar güncel ise, sosyalist devrimlerle dünyanın kurtarılması olasılığı da o kadar mümkündür, o kadar gerçektir.

Kapitalizmin varlığını sürdürdüğü her gün, dünyanın, bir gezegen olarak yok olma olasılığının artması demektir. kapitalizm, insanı, doğayı tahrip ederek yaşayan bir canavar gibidir. Bu canavarın yok edilmesi, sadece işçi sınıfının değil, insanım diyen herkesin ortak sorunudur. İşçi sınıfı, kapitalizmi mezarına gömebilecek, nesnel anlamda bunu yapabilecek tek devrimci güçtür, kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Ancak, kapitalizm, kendi kendine bu mezara girmeyecektir. Onu yıkacak, kapitalist egemenliği tarihin karanlığına itecek şey, devrimci mücadeledir.

Bugün, dünyanın neresinde olursak olalım, birincil gündem devrimin örgütlenmesi, işçi sınıfının devrimcileştirilmesidir. İster devrimci mücadelenin çok geri olduğu bir ülkede yaşayalım, isterse devrimci mücadelenin gelişmiş olduğu bir ülkede, her durumda devrim birincil gündemdir. İşçiler, dünyanın her yerinde, sistemi bir bütün olarak sorgulamaktadır. Kapitalist emperyalizmin tahrip etmediği hiçbir köşe bucak, hiçbir değer kalmamıştır. İşçi ve emekçiler, bir avuç azınlık dışında tüm yeryüzü, kapitalist egemenlikten rahatsızdır. Bunun ne denli gündeme çıkmış olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, burjuva egemenliği parçalamak, kapitalist dünya sistemini yıkmak, mümkün ve olanaklıdır.

Savaş naralarının yükseldiği, savaş bulutlarının tüm gökyüzünü kapladığı bugün, dünyanın devrime, sosyalizme her zamandakinden daha fazla ihtiyacı vardır.

Kapitalist Batı dünyasının cilalı “demokrasi” söylemleri yerle bir olmaktadır. Elbette görmek isteyenler için bu böyledir. Kapitalist dünyanın demokrasi yalanlarının ardına gizlenmiş tüm gerçek yüzü görünmeye başlamıştır.

Dün Yugoslavya’yı parçalayanlar “demokrasi ve özgürlükten” söz ediyorlardı. SSCB dağılırken “demokrasi”nin ve kapitalizmin zaferinden söz ediyorlardı. “tarihin sonu” diye sevinç çığlıkları atıyorlardı. Bugün, taze insan kanı emmeye alışmış, sömürünün en vahşi biçimlerini devreye koymuş, sömürgecilik politikaları ile dünyayı yağmalamış kapitalist sistem, tüm pislikleri ile ortadadır. Bugün, Endonezya’daki, Afrika’daki, Latin Amerika’daki tüm sömürgecilik politikaları, insanların bilincine çıkmaktadır. Batı değerleri, gerçekte bunlardan oluşmaktadır. Batı değerleri, İngiliz işgali, insanların köleleştirilmesi, hayvanlar ve eşyalar gibi pazarlarda satılmasına dayalıdır. Batı değerleri açgözlülük ve azgınca sömürü üzerine kuruludur. Batı değerleri, soygun ve hırsızlık üzerine kuruludur. İnsanları köleleştiren bu sistem, artık tüm gezegeni, fizikî olarak gezegenin varlığını tehdit etmektedir. Tüm insanlığın aşağılanması demek olan bu Batı değerleri, artık parıltılı bir gelecek değildir. Tüm parıltıları dökülmektedir. Canavar, tüm çirkinliği ile insanlığın önünde durmaktadır.

İnsanoğlu, binlerce yıllık sömürü, binlerce yıllık sömürgecilik, binlerce yıllık aşağılanma ve horlanma politikaları ile yüzleşmek zorundadır. Binlerce yıllık bu sömürüyü tarihe gömmenin olanakları, 21. yüzyılın ilk çeyreği dolmak üzereyken oluşmaktadır.

Hangi ülkede, hangi toprakta, hangi coğrafyada olursak olalım, bulunduğumuz yerde sınıf mücadelesi hangi zorluklara sahip olursa olsun, devrimci hareket ne denli gelişmemiş olursa olsun, devrim ve sosyalizm mücadelesinin bayrağını yükseltme dönemindeyiz.

Bunun olanaklarını bulup çıkartmak, örgütlemek zorundayız.

Bu büyük kavgada, olanaklar, ancak onları kullanacak olanlar var ise, ancak onları kullanmaya cesaret edenler var ise anlamlıdır. Bir yüz yıl daha, kapitalist egemenlik altında yaşamak mümkün değildir. Kapitalizmin egemenliği artık insanlık için bir sorundur. Ve insanlık, işçi sınıfının, dünya proletaryasının büyük eylemine, devrimci kalkışmalara muhtaçtır.

Mücadeleyi, dünya çapında devrimci mücadelenin parçası olarak ele almak, öyle hazırlanmak, öyle mevzilenmek gereklidir. İster ömrünüzün daha baharında olun, ister 70 yaşınızı devirmiş olun, bu mücadelenin size ihtiyacı vardır. Dünya devrimci hareketinin 150 yılı aşkın, Paris Komünü’nden bugünlere gelen birikimi, dünyayı değiştirmek için gerekli olan her şeyi içinde barındırmaktadır. Tüm mücadele tarihini, yenilgileri ile zaferleri ile bir bütün olarak ele almak, karşımızdaki düşmanı doğru tanımak son derece önemlidir. Bunu başarabilecek birikim, dünya devrimci hareketinde vardır.

Hiçbir zaman, bu mücadele kolay olmayacaktır. Hiçbir coğrafyada bu mücadele kolay olmayacaktır. İster gelişmiş bir devrimci güç olalım, isterse gelişmesinin başında olan bir devrimci güç olalım, hiçbirimiz için, önümüzde kolay bir mücadele süreci yoktur, olmayacaktır. Ancak insanlık tarihinin hiçbir döneminde, devrimciler, dünyayı değiştirmek için yola çıkanlar, kolay olduğu için bu mücadeleyi seçmemişlerdir. Zorluklar, mücadelenin zevki de demektir.

Mayalanmakta olan devrim, bugün, kendini zafere taşıyacak güçler aramaktadır. Devrimciler, bunun gereklerini yerine getirmek için yola çıkanlardır. Bunu başarmamızı sağlayacak birikim, dünya devrimci hareketinin içinde vardır. Bu deneyimi, kendi öz deneyimimiz hâline getirmek, öyle ele almak temeldir.

Bugün, biz Anadolu’da, Türkiye’de, tüm Ortadoğu’da, devrimi zafere ulaştırabilecek, zafere gidişin önündeki engelleri kaldıracak yolları bulmak zorundayız. Bunun enternasyonalist bir ruhla olacağını biliyoruz. Bu nedenle, kendimizi dünya devriminin, dünya devrimci güçlerinin bir parçası olarak görüyoruz.

Ülkemizde de sınıf savaşımı sertleşmektedir. Daha da sertleşeceğini söylemek, müneccimlik olmayacaktır. Bu görünmektedir. Bu sınıf savaşımının gereklerini kendi gündemin hâline getirmek, işte iş budur.

Devrim için ileri!
Ya sosyalizm ya ölüm!

Yaşamak pahalı ama can ucuz

Bartın Amasra’da, Türkiye Taşkömürü İşletmelerine ait maden ocağında, 14 Ekim 2022 günü, bir grizu patlaması oldu. Patlamada 41 kişi öldü.

İktidar, Saray Rejimi, Soma’da madenci tekmeleyenler, kendi ahlâk ve kültürlerine uygun olarak, “fıtrat” meselesine bağlı kalarak, “biz kadere inanırız” diye açıklamalar yaptılar. Onlar “kadere” inanıyorlar, ama nedense bu “kader” hep işçilerin emekçilerin ölümü oluyor. Erdoğan’ın çocuklarından birinin başına gelince “kader” olmuyor. Zengin çocuklarının başına gelince kader olmuyor. Hırsızlık, rant ve para çalmak olunca kader olmuyor. Ve kader, sürekli fakirler için, sürekli emekçiler için devreye giriyor.

Demek Erdoğan, demek Saray Rejimi, tümü birden “kadere inanıyor”lar.

Öyle ise, işçi ve emekçilerin sokaklara çıkmasını ve iktidarı alaşağı etmesini, Gezi Direnişi’nin daha ilerisi bir ayaklanma ile işçi sınıfının iktidara el koymasını da günü geldiğinde “kader” olarak isimlendirecekler, öyle mi? Eğer öyle ise, bunca cop, bunca TOMA, 3 bin kişilik koruma ordusu ile dolaşmak niye? Yok eğer öyle değil ise, neden kader her işçi ölümünde, her kadın cinayetinde devreye giriyor?

Sadece maden kazalarına bakalım, AK Partili dönem konumuz olsun.

– 2003’te Karaman Ermenek’te özel bir kömür ocağında grizu patlaması ile 10 işçi öldü. İşçilerin cenazelerine haftalar sonra ulaşıldı.

– 2004 yılında Kastamonu’da bakır madeninde çıkan yangında, 19 kişi hayatını kaybetti.

– 2009 yılında, Bursa Mustafakemalpaşa’da metan gazı patlaması sonucu madende 19 işçi öldü.

– 2010 yılında, üç ayrı olay var. İlki Balıkesir Dursunbey’de Odaköy madeninde gerçekleşti. Biyogaz patladı 17 ölü, 30 yaralı.

Aynı yıl ikinci olay Mayıs ayında gerçekleşti. Karadon Taşkömürü İşletmesi (Zonguldak) tarafından işletilen bir madende metan patlaması gerçekleşti ve 30 kişi öldü.

Üçüncüsü, 3 can kaybı ile, Edirne Keşan’da Temmuz ayında gerçekleşti. Yangın ve çökme sonucu madende 3 kişi öldü.

– 2013 yılında Türkiye Taşkömürü Araştırma Enstitüsü’ne ait bir kömür ocağında meydana gelen patlamada 8 işçi öldü.

– 2014’te sekiz cinayet sahası var.

İlki Soma’da, resmî rakamlara göre 301 ölü var. İşletme özel sektöre ait.

İkincisi Elbistan’da kömür briket makinasının çarpması sonucu yaşandı, 1 işçi öldü.

Üçüncüsü Kemerli’de (Şırnak) 3 işçinin ölümü ile sonuçlandı.

Dördüncüsü yine Şırnak’ta, Dağkonak mahallesinde gerçekleşti. Göçük sonucu 18 işçi hayatını kaybetti.

Beşincisi, Ermenek kazasında 18 işçi su baskınında öldü.

Altıncısı, Amasra’da göçük nedeni ile 2 işçi öldü.

Yedincisi Gelik-Zonguldak’ta oldu, 1 işçi öldü.

Sekizincisi Elaziğ Alacakaya’da gerçekleşti ve 1 işçi öldü.

– 2015’te altı olay var. Her birinde 1 işçi olmak üzere 6 işçi öldü.

– 2016’da Şirvan-Siirt’te 16 işçi bakır madeninde öldü.

– 2019’da Soma’da 1 işçi öldü, Yeni Çeltek’te 3 işçi yaralandı.

– 2022’de ise Amasra’da grizu patlaması sonucu 41 işçi öldü.

İşte size “kader” takvimi. Nasıl oluyorsa, kader, işçi ve emekçiler için işliyor. Zenginler için, iktidardakiler için kader diye bir şey tecelli etmiyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), düzenli olarak işçi cinayetlerini raporlamaya çalışıyor. Elbette, kendilerine ulaşmayan bilgiler de vardır. İSİG’e göre, 20 yılda, 989 madenci iş cinayetinde öldü.

Şimdi, bu ölen madencilere “şehit” diyerek, sözüm ona onlara mertebe vermeye çalışan zihniyet, aynı zamanda, daha işçi cenazeleri kaldırılmadan, ölü başına 50 bin TL vereceğini açıklıyor.

Gördünüz mü, can ne kadar da ucuz.

Burjuva devletin yönetenleri, parababaları, bürokratlar, Saray Rejimi’nin tüm kadroları, tekeller, bir cana değer biçmekte tereddüt etmiyorlar. Yaklaşık 2500 dolar. Ve bunu hemen cenazeler daha kalkmadan yapıyorlar. Çünkü, hayat o kadar zor ki işçi aileleri için, 50 bin TL ile, yarım yılın maaşını kazanmış olacaklar.

Ne dul kalanlar, ne çocuğunu kaybedenler, ne canının bir parçasını madene verenler, bu çaresizliğe isyan edecek durumda değiller. Değiller, çünkü, Saray Rejimi’nden korkuyorlar. Değiller çünkü, hayat pahalılığı onların boynunu büküyor. Her yerde, her koşulda çalışmaya mecbur kalıyorlar. Örgütlü olmadıkları için, haklarını arayamıyorlar.

İşte tam da bu nedenle, bir zibidi, maden işçisini tekmeleyebiliyor. O ayağının kırılmayacağını düşünüyor. İşte tam da bu nedenle, büyük muktedir, utanmadan “kader”den, “fıtrat”tan söz edebiliyor, hem de hiç korkmadan, densizce ve kibir içinde. İşçilerin dinî inançlarına, işçilerin kör inançlarına, hurafelere sesleniyor. Kadere inanmak gerekir, diyor. Kaderin bedeli 50 bin TL, 2500 dolardır. Ve Erdoğan için 50 bin TL, günlük çerez ve afyon parası bile değildir.

İşte onlar bu cesareti, işçi sınıfının örgütsüzlüğünden, işçi sınıfının sessizliğinden alıyorlar. O nedenle bu kadar fütursuz, bu kadar utanmazca konuşabiliyorlar. O nedenle, bu denli üst perdeden konuşuyorlar.

Yaşamak, oldukça pahalıdır. Domatesin fiyatı, maydanozun fiyatı, yol parası, benzin parası, bir simit parası, bir şişe bira parası, bir şişe rakı parası, bir sigara paketinin fiyatı, bir elektrik faturası, peynirin en sahtekârca üretileninin fiyatı, bir kilo şekerin fiyatı, doğalgaz faturası, bir ev kirası vb. her biri birer canavar gibi işçinin karşısına dikiliyor.

Yaşamak çok pahalıdır.

Ne asgarî ücret, ne onun iki katı yetmiyor.

Ne vergilere, ne faturalara, ne sağlık harcamalarına ve ne eğitim masraflarına yetişmek mümkün değil.

Yaşamak pahalıdır.

Hayat pahalıdır.

Ama can ucuzdur.

Ölüm, fabrikalarda kol gezmektedir.

Her gün bu ülkede, onlarca çocuğun ırzına geçilmektedir.

Her gün bu ülkede onlarca çocuk organ mafyasınca kaçırılmaktadır.

Her gün bu ülkede, fabrikalarda en az 4-5 işçi ölmektedir.

Her gün bu ülkede kadınların 3-4’ü, cinayetlere kurban gitmektedir.

Ve biz katili tanıyoruz.

İş kazası diye bir şey yoktur.

Yukarıdaki döküme bakın, özelleştirmelerden sonra, AK Parti döneminde, iş güvenliği hiçe sayılmaktadır. Mevcut yasalar bile uygulanmamaktadır. İşçilerin hayatları ile oynanmaktadır. 2003 öncesi yirmi yılda meydana gelen maden kazası sayısı 5’tir. 1983-2003 arasında 5 maden kazası vardır. Oysa 2003-2022 arasındaki kazaları yukarıda okuyabilirsiniz. Özelleştirme, işçi sınıfının kanını emmek, canını pazara sürmek demektir.

İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri siyasidir. Bunların hepsi siyasal cinayetlerdir. Bunların hepsi, tekellerin, parababalarının, devletleri eli ile Saray Rejimi eli ile uyguladığı devlet terörünün bir parçasıdır. Kürt halkına nasıl kimyasal silahlarla saldırıyorlarsa, bunu yapan aynı devlettir.

İş kazası değil, bunlar cinayettir.

İş cinayetleri siyasal cinayetlerdir.

Saray Rejimi, bu cinayetlerden doğrudan sorumludur.

Erdoğan’ın dilinden dökülen kelimeler, ellerindeki kanın yansımalarıdır. Eli kanlı katiller, Soma’da madenciyi tekmeleyenlerin arkasında olanlardır.

İşçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece, direnişleri geliştirmediği sürece, hayat daha da pahalı olacaktır ve can elbette daha da ucuz olacaktır. Bir direnişçiye, bir Gezi direnişçisine kurşun sıkanlar, o can için bir kurşun kadar maliyet hesaplamışlardır. Maden ocağındaki cinayetlerin her biri de ucuzdur. Kadın hayatlarını almak, ucuzdur. Ama bir çorba kaynatmak, bir ev geçindirmek, bir yaşam sürebilmek, oldukça pahalıdır.

Bunun bir nedeni, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür.

Bize tekme atana izin vermek, bize “kader” biçenlere izin vermek, bu örgütsüzlüğün doğurduğu çaresizliğin ürünüdür.

Bunu yenmek, bu esareti, bu çaresizliği yenmek mümkündür. İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, gençler, devrimci olmak, devrim saflarına bir nefer olarak katılmak zorundadır.

Seyretmekle hayat değişmez.

Kaderimizi kendi ellerimizle yazmamız mümkündür.

Kaderini kendi elleri ile yazmak isteyenler, bu sisteme karşı mücadele etmek üzere, örgütlenmek zorundadırlar. Yol budur. Başka da bir çıkış yolu yoktur.

Bu karanlık, bu çaresizlik, bu esaret, kader değildir.

İşçi sınıfı ancak devrimci ise, hem kendisinin hem de toplumun kaderini, emeği ile belirleyebilir.

Devlet hakkında hurafeler

Öyle görünüyor ki, üzerinde yaşadığımız topraklarda “devlet” meselesi, anlaşılması en zor konulardan biri hâline gelmiş. Oysa devrimden, işçi sınıfının iktidarı almasından, mevcut kapitalist düzeni değiştirmesinden söz ettiğimiz zaman, ilk olarak devlet meselesini çok net anlıyor olmamız gerekir.

Her devrimin ilk ve temel sorunu, iktidar meselesidir. İktidarı almak, iktidarda bulunan egemenin egemenliğine son vermenin tek yoludur. Yoksa, egemen, kendi iktidarını koruduğu sürece, bir devrimden söz edilemez. Belki, iktidarı alamamış, yani yenilmiş bir devrimden söz edilebilir. Diyelim ki, işçi sınıfı iktidarı almak için geliştirdiği ayaklanma ile, iktidarı henüz alamadı ise, egemen, burjuvazi, ara formülasyon olarak reformlara başvurur ve bu yolla devrim cephesini yanıltmayı düşünebilir. Böylesi durumlarda, burjuvazi hâlâ egemenliğini koruduğu hâlde, bazı reformlar ortaya çıkabilir. Elbette bu da geçicidir. Burjuvazi, ilk fırsatta, kendisine karşı isyan etmiş işçi sınıfını ezmenin yollarını arayacaktır.

Yani, egemenin iktidarı, egemenliği söz konusu olduğunda, “gel biraz akıllı ol, bu kadar egemenlik yeter, dünya Sultan Süleyman’a kalmadı” gibi masalların bir kıymeti harbiyesi yoktur. Hiçbir egemen bunları dinlemez. Ve bunları dinleyeceğini, ikna yolu ile iktidarını, egemenliğini devredeceğini ya da daha “yumuşak” hâle getireceğini düşünmek, ya çocukçadır ya da egemene karşı yürütülen savaşımı yoldan çıkartma hamlesidir. Yoksa böylesi bir “insaf” egemenden beklenmez.

Bizim ülkemizde, aslında devlet, tüm çıplak hâli ile kendini açık olarak ortaya koyduğu hâlde, sadece genel olarak kitlelerde değil, en çok da sol liberallerde, bazı sol çevrelerde, okumuş-yazmış takımında (OYT), devlete ilişkin tuhaf, hurafe diyeceğimiz düşünceler oldukça “sağlam” yer edinmiştir. Devletin içinde “iyi” paşa, “iyi” adam arama, “kötü” olana karşı “iyi” paşayı ya da “iyi” adamı destekleme hep süregelmiştir. Oysa, hiçbir zaman öyle bir “iyi” varolmamıştır.

Belki de Anadolu’da yaygın olan inançlar nedeni ile bu böyledir. Mesela Baba İshak, mesela Bedreddin, Börklüce vb. hiç ele alınmaz, ama mesela onun yerine, Mevlana, mesela Hacı Bektaş-ı Veli göklere çıkartılırlar. İsyan geleneği, tarikatlarda bile çok ustaca örtülen bir olgudur. Böylece “Anadolu irfanı”nda, iyi adam arayıp, devlete iyi adam aracılığı ile sığınmak bir yol olmuş gibidir. Mesela bugün Aleviler içinde devlete sığınma, devlete bağlanma için “iyi” bir adam bulma eğilimi oldukça güçlüdür.

Bunun bir yönü, aslında devleti, devletin şiddetini, katliam politikalarını iyi bilmekten kaynaklıdır. Devlete başkaldırmanın nasıl katliamlara, çoluk çocuk nasıl ölümlere yol açacağı bilinmektedir. Bunun tarihi vardır. Ve dahası, 1984 çıkışı ile PKK, bu boyun eğme geleneğini kırmaya başladıktan bu yana, Kürtlere karşı tüm bu katliamlar, her türü birden devreye sokulmuş ve hâlen uygulanmaktadır. Kürtler, bu devletten korkma hâli ile hesaplaşmışlardır, hesaplaşmaktadırlar. Ama Anadolu’nun kalanında durum böyle değildir. Açık katliamlarda bile birçok kişi, “bana ne” tutumunu almakta, “gözlerini” yummaktadır. Bir kadına uygulanan şiddet için, TV kanallarına çıkıp, “ama o da, tahrik edici giyinmişti” diye uzman görüşlerinin sunulabiliyor olması, aslında, kendi başına gelene kadar sesini çıkartmama “geleneği”nden alınan gücün etkisiyledir.

Devletten korkma ile, devlet içinde “iyi” adam arama, birbirinin ikizi olarak ortaya çıkıyor. Korktukça kendine güvenemeyenler, bir “kurtarıcı” arıyorlar ve bu elbette egemenin içinden “anlayışlı” bir kişi olabiliyor. Bu hayali durum, gerçekmiş gibi kitlelerin çıkış yolu, umudu olabiliyor.

Bu süreci besleyen ise, aslında devlet hakkındaki hurafelerdir.

Bugünlerde, birçok olay, en çok da “seçimler” üzerine süren tartışmalar, bu hurafeleri yeniden gündem hâline getirmektedir.

Oysa, Gezi Direnişi’nden bu yana, “devlet baba” anlayışı yıkılmaya, işçi ve emekçiler nezdinde devletin “yağma-rant-savaş ekonomisi” nedeni ile bir zorba, bir hırsız olduğu düşüncesi gelişmeye başlamıştır.

Kürtlere karşı uygulanan şiddet, iç savaş, Gezi ile birlikte yaygın olarak kitleler tarafından görülmeye başlandı. Gezi’de ölen gençler, yaralananlar, devlet denilen şeyin ne olduğunu ortaya koymuştu. Bu yaygın şiddet, kitleleri, özellikle de gençleri, devlet denilen şey konusunda hurafelerden kurtulma eğilimine itti.

Medyanın manipülasyonları, Gezi ile birlikte ayyuka çıktı. Milyonlarca insan, 10 milyonlarca insan, kendilerinin bizzat içinde yer aldıkları süreçleri ve olayları, TV kanallarından akıl almaz bir yalan furyası ile karşılarında görünce, işte o zaman Kürt halkına karşı sürdürülen savaş konusundaki yalanları da anlamaya başladı.

Bugün, eğer korkmazsa, sıradan bir TC vatandaşının, devlet görevlisi denilince, aklına gelenin hırsız, rüşvetçi, soyguncu vb. olduğu konusunda herhâlde kimsenin kuşkusu yoktur.

İşte durum böyle olunca, TC devleti, süreci durdurmak için, dört koldan harekete geçti. Saray Rejimi baskıyı ve şiddeti artırırken, CHP ve İYİ Parti’de, “devletin imajını” koruma planlarını devreye soktular. Bu yolla, kitlelerin, Saray Rejimi’ne karşı direnişini kırmak, öfkesinin sokaklara taşmasını önlemek, bir ayaklanmanın ortaya çıkmasını önlemek için yeni “umut”lar dağıtılmaya başlandı.

Öyle görünüyor ki, bu konuda, sol içinde, liberal sol çevrelerde, OYT içinde bir hayli yol almaktadırlar.

Eylül ayının sonunda, Mersin’de polise karşı gerçekleştirilen saldırı karşısındaki tutum buna iyi bir örnektir. TC devleti, Kürt hareketine karşı, içeride ve dışarıda, kirli bir savaş yürütmektedir. Bu savaş, ABD, İngiltere ve AB tarafından desteklenmektedir. NATO operasyonlarının bir parçasıdır. Irak içlerinde daha açık bir biçimde kimyasal silah kullanan TC güçleri, Batı dünyasının sessizliğini yanlarına almışlardır. Kürt halkına yeni bir katliam dayatılmaktadır.

Bu katliam politikalarına, bu kimyasal silah kullanılmasına sessiz kalan birçok güç, şimdi, Mersin’deki saldırıyı kınama yarışına girmiştir. Neymiş, “barış dışında yol yoktur” imiş. Oysa ortada bir savaş zaten var. TC devleti, bir iç savaş örgütü hâlinde hareket etmektedir. Kimyasal silahlarla insanlar katledilmektedir. Tüm bunlar sürerken, bu saldırılara karşı direniş neden kınanacak bir durum hâline geliyor? İşte aynı şey burada da karşımıza çıkıyor: Devletin içinde kötü adamlar var, bunlar savaş yanlısı, uyuşturucu işini bunlar yapıyor, katliamları bunlar yapıyor, bunlar devletin içinde yer etmiş güçler, oysa devletin içinde “devlet adamı” gibi adamlar da var, bunlar aslında barış istiyor.

İşte savunu budur.

Evet, devletin içinde “iyi” adamlar var, “barış” da istiyorlar, ama ancak tüm Kürtler öldükten sonra.

Polise düşmüş her TC vatandaşı bilir. Bir polis iyi, bir polis kötü rolünü oynar. Kötü polis saldırgandır, vurur, küfür eder, işkence eder, tehdit eder. Ama “iyi” polis, seni ikna etmeye çalışır, “gel şu suçlarını kabul et”, “bana birkaç isim ver” vb. Eğer siz o iyi polisin dediğini yaparsanız, işte o andan itibaren polisler kardeş olur, siz de çözülmüş, direnişi kırılmış, tükenmiş bir insan olursunuz. Devletin yaptığı da budur.

Sanki bu ülkede yaşanan katliamlar hayal ürünü imiş gibidir. Roboski mesela, “kötü adamların işi”, mesela Sivas katliamı, “aaa devletteki İslamcıların işi”, mesela 1 Mayıs 1977, “aaa devletteki Gladio’nun işi,” mesela Suruç katliamı “aaa o da IŞİD’in işi.” İyi ama tüm bunlar devlet denilen şeyin ta kendisidir.

Bize önerilen şudur: Bunları unutun. Hatta sadece unutmayın, bunlardan dolayı devlet budur diye düşünmeyin. Siz devleti affedin. Allah da zaten affetti. İşte olan biten budur.

Devlet saldıracak. Gezi’deki gibi gençleri alçakça katledecek. Biz ise, bir sonraki ölüme kadar gözyaşı dökeceğiz.

Cumartesi Annelerine bakın, gözlerinde yaş kalmamıştır. Kaybettiler gözyaşlarını. Gidin onlara anlatın, aslında devletin içindeki iyi adamların, onların çocuklarının faillerini 40 yıldır bulamadığını.

Konuyu biraz daha geniş ele almak gerekiyor.

Biliniyor, Marksist teoriye kadar, devlet üzerine yazılanlar, büyük ölçüde yanlıştırlar. İlk kez Marksizm, devlet denilen şeyi, kapsamlı biçimde ortaya koydu. OYT, belki bu durumu unutmuştur. Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli çalışmasında, devlet meselesini detaylıca ele aldı, tarihsel boyutu ile. Lenin, “Devlet ve İhtilal” broşüründe meseleyi açık ve net ortaya koydu. O günlerden bugünlere, devlet üzerine yapılmış birçok çalışma var. Bu çalışmaları “zaten biliyoruz” diyenler, belki de bir ara bunlara yeniden bakmalıdırlar. Zira devlet denilen şeyin ne demek olduğu konusunda hurafeler, gerçeklerden daha etkili hâldedir.

Biliniyor, devlet, sınıflı toplumlara aittir.

Yani insanlık tarihinin en başından beri “devlet” yoktur. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu gibi, devletin de başlangıcı ve sonu var.

Devletin ortaya çıkışı, ilkel toplumun, ilkel komünal toplumun sonunda, köleliğin ortaya çıkışına denk gelir. Kölelik, toplumun sınıflara bölünmesinin, çıkarları uzlaşmaz iki karşıt sınıfın ortaya çıkmasının ilk hâlidir. Toplumun sınıflara bölünmesi, elbette üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin oluşumu ile ortaya çıkar. Bu süreç, öyle birkaç yılda gerçekleşmedi. İnsanlar, ortaklaşa yaşadıkları toplumsal hayatın içinde birdenbire bu fikre kapılmadılar. Tersine, sınıf, egemenlik vb. onların yaşamına yabancı idi. İlkel komünal toplum, bir yandan üretim araçlarının gelişmemişliği nedeni ile “ilkel”dir. Ama öte yandan, insanların ortaklaşa yaşadığı bir toplumdur. Ve insanlık tarihinin oldukça uzun bir dönemini kapsar. İnsanın “mülkiyet tutkusu” ile doğduğunu iddia edenler, atalarının böylesi bir tutkudan uzak olduklarını bilsinler. İnsanın doğası gereği açgözlü olduğunu söyleyen bugünün burjuva ideologları, aslında insanların ilk topluluklarında kardeşçe, komünal bir hayat sürdüklerini gizlemek isterler.

Toplumun iki karşıt sınıfa bölünmesi, bu yıllarca süren sancılı süreç, sonunda devletin ortaya çıkışının temelidir.

“Devlet, sınıfların varlığının itirafıdır” sözü bunu anlatır. İki karşıt sınıftan biri, diğerini bastırmak üzere, devleti organize eder. Bu devlet, egemen sınıfın egemenlik aracıdır. Egemen sınıf, özel silahlı adamlardan oluşan, zor kullanma tekelini eline alan, sömürülen sınıfı bastırmak üzere bir örgütlenmeye gider. İşte devlet budur. Bir sınıfın diğer sınıfları bastırma aracıdır. Bu yolla, mesela kölenin sürekli olarak köle kalmasını sağlar. Yoksa, hiçbir köle, “kulun kölen olayım” sözündeki gibi, gidip birisinin kulu ve kölesi olmaz.

Kul, köleden sonradır. Önce köle bulunur, köle sahipleri, gerisini adım adım bulurlar. Toplum bir kere iki karşıt sınıfa bölündü mü, egemen bir kere iktidarını kurdu mu, zamanla her eksiğini tamamlar ve devlet, gelişkin bir mekanizmaya dönüşür.

İki sınıf arasında bir savaş sürer. Bu savaş, sömürülen, ezilen, baskı altında tutulan sınıfın mücadelesi ölçüsünde açık hâle gelir, sömürülen sınıf sustukça savaş görünmez hâle gelir.

Egemen de, sömürülen de, bu sınıf savaşımından öğrenir. Zaten başkası mümkün değil. Bu sınıf savaşımı sürekli olduğu için, egemen sınıf, öğrendikleri aracılığı ile devleti, kendi egemenlik organını, “geliştirir”. Burada “geliştirir” olumlu bir şey değildir. Gelişmiş devlet, gelişmiş egemenlik aracıdır ve aslında en iğrenci de bu en gelişmişidir. Burjuva devlet feodal devletten, feodal devlet de köleci devletten daha gelişmiştir. Üstelik bu devletler, deneyimlerini bir sonrakine, az ya da çok aktarırlar. Böylece, burjuvazi, hazır bir devlet çarkını devralır.

Oysa işçi sınıfı için durum farklıdır. İşçi sınıfı, burjuva devleti yerle bir etmek, parçalamak zorundadır. Burjuva devlet, reforme edilerek düzelmez, işçi sınıfının burjuvaziyi bastırmak için kullanacağı bir araca dönüşmez. Oysa burjuva devlet, feodal devleti devralabilir, onu dönüştürebilir. Olayların gelişim sürecine bağlı olarak hızlı veya yavaş bir dönüşüm süreci ile, kendinden önceki “kardeş” sınıf olan feodal sınıfın egemenliğini, burjuva egemenliğe dönüştürür. Fransız Devrimi, bu dönüşümün hızlı yaşandığı bir devrim olmuştur ve ardından bir kere daha tekrarlanmamıştır. Burjuvazi, karşısına çıkan işçi sınıfını, köylülüğü görünce, radikal değişimleri sürece yaymayı akıl edebilmiştir.

Demek ki, devlet, öyle toplumun üstünde yer alan, kutsal vb. bir şey değildir. Tersine toplumun temelinden doğan ve egemen sınıfın diğer sınıfları baskı altına almasına yarayan bir mekanizmadır. Öyle ise bir erken söz söylenebilir: Sömürülenler için, devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, meşrudur ve aynı zamanda da zorunludur.

Devlet, egemen sınıfın kendi cennetini korumasının aracıdır. Egemen sınıf adına, toplumu yönetmek üzere geliştirilmiş mekanizmadır. Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinde, devlet adamlarının şiddet, baskı ve katliamları, egemen sınıf tarafından, bir sonraki dönemde dahi “normal”leştirilir. Savunma şudur: Devleti korumak şarttır. İyi ama kimin devletini koruyacaksın?

Sanki, devlet tüm toplumun ortak aracıdır gibi bir izlenim ortaya konmaktadır.

Egemen sınıf sadece baskı ile, çıplak şiddetle egemenliğini sürdüremez, sadece şiddetle yönetemez. Şiddet, elbette devletten korku duyulmasını -buna bizim OYT “saygı” da der- sağlar. Bu korku olamadan, silah ve zor kullanma tekeli devletin elinde olmadan, egemenliklerini koruyamazlar. Ama egemenler, devlet aracılığı ile, aynı zamanda bir “rıza” üretirler. “Rıza üretme”, aslında devletin halk tarafından baskı aygıtı, egemen sınıfın devleti olarak görülmesini engellemektir. Sömürülen, ezilen, yönetilen sınıflar, “bu bizim devletimiz” hissine, duygusuna kapılmalıdır. Bunu yapmak için, önyargıları, kör inanları, dini, aile içi eğitimi, medyayı vb. kullanır. Bunlar aslında “ideolojik” aygıtlar olarak da ele alınabilir. Ama “rıza üretme” daha geniş anlamdadır ve sadece aygıtları değil, kültürel öğeleri de içine alır. Zaten bu işi, devlet, bu aygıtları ile yapar. Ve bazan baskının sağlayamayacağı kadar etkilidir bu rıza üretme ya da ideolojik aygıtlar.

Tüm bunlar, ülkede ve ülkenin yer aldığı dünya sisteminde, belli bir tarihsel süreç içinde şekil alır. Örneğin milliyetçilik, kapitalist toplumdaki ya da “ulus devlet” örgütlenmesinin ortaya çıkmasının sonrasındaki kadar etkili olmamıştır.

Devlet, günlük olarak şiddeti kullanır ve örgütler. Bu açıdan, “korku ve panik yaratmak üzere şiddetin kullanılması”na “terör” diyorsanız, en başta devlet terörü gelir ve ondan daha fazla terör uygulayan kurum yoktur, olamaz. Zira, devlete karşı savaş, toplumu korkutmak amacına yönelmez, tersine, toplumun sinmişliğini ortadan kaldırma ve toplumu, kitleleri uyandırma amacına dönüktür. Bunu ne ölçüde başarıp başaramadığı ayrı olmak üzere, bu eylemler terör olarak adlandırılamaz. Terör, devlet eli ile yapılan eylemlerden kaynağını alır. Bu nedenle en büyük terörist devletlerdir. Her birinin on binlerce silahlı adamı, suikast timleri vb. vardır. Ve günümüz burjuva devleti, iç savaşa göre örgütlenmiş bir devlettir.

Devlet, bir egemenlik aracı, aynı anlama gelmek üzere bir diktatörlük aracıdır. Buna rağmen, çok sık, günümüz dünyasında “demokrasi” sözünü duyarız. Varsayım şöyledir: Demokratik devletler vardır, bir de otoriter devletler. Bu “demokratik” olma hâli ile “otokratik” olma hâli, başındaki adama, kişiye bağlıdır. Aşağı yukarı anlatılan masal budur.

Mesela İngiltere, ABD, Almanya, Fransa’da vb. devletler “demokratik”tir. Oysa mesela bizim ülkemizde devlet “otokratik”tir. Bu öyle bir hâle getirilir ki, “iyi” devlet, “kötü” devlet noktasına ulaşır. Oysa her biri burjuva egemenlik demektir.

Elbette devletler arasında fark vardır. Mesela TC devleti, sömürge bir kapitalist ülkenin devletidir. Mesela bazı devletler “yok” gibidir, sayılmazlar. Bu devletlerin oluşumu, tarih-coğrafya ve zaman bağlamında ele alınır. Yani, her devletin şekillenişi, sınıf savaşımına göre olmaktadır. Bu sınıf savaşımı sadece yerel, sadece uluslararası sınıf savaşımı değildir, hepsi birliktedir.

Mesela TC devleti, yarı-sömürge hâle gelmiş Osmanlı’nın paylaşımı sürecinde, emperyalist paylaşım savaşımının içinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı’dan kalan bu parçada, sosyalist bir dönüşüm gerçekleşmemiş, bir sömürge ama görünüşte bağımsız bir devlet olarak TC devleti kurulmuştur. Bu süreç içinde, en başta halkların katliamları olmak üzere, birçok katliam gerçekleşmiştir. TC devleti, emperyalizme bağlı, Sovyet Devrimi’ne karşı bir ileri karakol olarak organize edilmiştir. TC devleti, en başından beri, halkların imhası ve inkârına dayalıdır. TC devleti en başından beri anti-komünizmi bayrak edinmiş bir iç savaş örgütlenmesidir.

Devletleri bu tarihsel ve toplumsal süreçlerden ayırıp, “demokrasi” ve “otokrasi” diye ikiye ayırmak, aslında çok şekilci, son derece derinlikten uzak ve devletin bir sınıfın egemenliğinin ifadesi olduğunu gizlemeyi amaçlayan bir “teknik” tartışma metodudur. Baştan aşağıya bilim dışı bir yaklaşımdır.

Oysa İngiltere “demokratik” bir devlete sahip değildir. İngiltere, İngiliz burjuvazisinin, İngiliz emperyalizminin, İngiliz tekellerinin çıkarlarını ifade eden, gelişmiş, aynı anlama gelmek üzere daha çirkin bir devletle yönetilmektedir. İngiliz burjuvazisinin çıkarları, bize “insan hakları” olarak sunulmaktadır. İngiliz, ABD, Alman, Fransız burjuvalarının çıkarları bize, “Batı değerleri” olarak sunulmaktadır. Oysa, tüm bunlar, emperyalist yağmacılıklarını örtme aracıdır. Egemen, sömürgeleştirdiği bir ülkede, kendisine en “üst değerler” sistemini laik görmektedir. Ben İngiliz’im, efendiyim ve elbette seni kurtarmak için seni öldürüyorum, ırzına geçme nedenim seni kutsamaktır, ülkeni işgal etme nedenim seni medeniyetle tanıştırmaktır vb. İşte size Batı değerler sistemi. Koca koca adamlar, bilim insanı (kadın veya erkek) unvanını taşırken, utanmadan “Batı değerleri”ni, insan olmanın değerleri olarak sunarlar. Ne kadar paran varsa o kadar insansın, ama İngiliz, ABD hegemonyasına kul köle olman koşulu ile.

Burjuva demokrasisi, burjuva devlete, burjuvaların verdiği isimdir. Sakıncası yoktur, yeter ki her demokrasinin bir diktatörlük olduğunu bilelim. Bu, burjuvalar için bir demokrasidir ve aynı anlama gelmek üzere işçiler ve halkın çoğunluğu için katıksız bir diktatörlüktür.

Bugün İngiltere’de, ABD’de, Almanya’da, “demokrasi” mi var? Devletin baskı ve terörü, açık ve seçik olarak ortadadır. Çıkan yasalara, insanların kontrolüne bakın. Utanmadan, Çin’de insanların kameralarla kontrol edildiğini söylüyorlar. Peki ya Londra’da, ya Washington’da, ya Berlin’de, ya Paris’te, ya Roma’da vb. insanların kontrolü çok ama çok daha gelişmiş değil mi? Elbette öyle.

Bir İngiliz işçi, bir Alman proleter, bir Fransız proleter, bir ABD’li proleter, yaşadıkları ülkenin devletlerinin sahibi değildirler, olamazlar. Her eylemde karşılarına dikilen copları, barikatları vb. gördükçe, zaten bunu kolayca anlarlar. Bu nedenle, ne zaman bir savaş varsa, o durumda o ülkelerin proleterleri, silahlarını kendi burjuvalarına, kendi devletlerine çevirmek zorundadırlar. Silahını, sana emir verenin isteği ile, başka bir ülkedeki senin gibi işçi ve emekçi çocuğuna çevirmek, aptallıktır, şovenizmle kirlenmiş bir kafanın ürünüdür. Her işçi, önce kendi burjuvazisine silahlarını çevirmek zorundadır.

Barışın yolu budur.

Bize birisi barıştan söz ediyorsa, biraz olsun ciddi ise, gerçekten barış istiyorsa, yeryüzünden sömürüyü, sınıfları ve devletleri kaldırmak gerektiğini bilmeli ve bunun için adım atmalıdır. Diğer türlüsü, samimiyetsizliktir, eğer aptallık değilse.

Aslında bu bilgiler, devlet konusunda biraz okuyan, Ekim Devrimi hakkında biraz mürekkep yalamış herkesin bileceği şeylerdir.

Ama hayat günlük işliyor ve o günlük işleyiş, sizin atacağınız adımlara göre, sizi belirliyor. Eğer siz, adım atmazsanız, korkularınıza boyun eğerseniz, gerçeğe gözlerinizi kapatırsanız, yüreklerinizi sağır hâle getirirseniz, devlet denilen şeyi anlama şansınız da olmaz. Tüm devlete ait hurafeler, sizin kafanızda da canlı hâle gelir ve kendinizi bir devlet adına savaşırken bulursunuz. Düşmanınız da, sizin gibi bir insan olur.

Bugünlerde, ülkemizde seçim tartışmaları güncel. Buna bağlı olarak ise, son derece canlı tartışmalar yapılmaktadır.

Mesela bir tanesi şudur: Bir içişleri bakanı, nasıl yalan söyler, bir içişleri bakanının suçlularla fotoğrafı olur mu?

İşte size hurafelerin esiri olmuş bir anlayıştan gelen sorular.

Aslında, içişleri bakanı tam da böyle olur. TC devleti, bir sömürgedir. Bu sömürge ülke, ABD ve AB’nin ortaklaşa sömürgesidir. Şimdi, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında bir paylaşım savaşımı var. Evet, son bir yıldır bu beşli, Rusya ve Çin’e karşı bir aradadır. Ama bunun nedeni, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirdikten sonra paylaşmak hevesleridir. Bunu başarabilirlerse, kendi aralarında yarım kalan paylaşım savaşımını tekrar başa alacaklardır. Bu sömürge ülkede efendilerin her biri, kendini güçlendirmek ve diğerlerinin gücünü kırmak istemektedir. Buna bağlı olarak, her birinin burada uzantıları vardır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail’in uzantılarını fark etmek mümkün. Ve bunların her biri, birer suç örgütüdür. Her bir efendi, birer suç örgütü, dünya halklarının tescilli katilleridir. Bunda kimsenin şüphesi yoktur.

Şimdi soru; bunlardan hangisine yakın durursa dursun, içişleri bakanı, nasıl bir kişi olabilir ki? Tam da Soylu gibi olur.

Deniyor ki, Cumhurbaşkanı bilmem ne söyledi, bilmem ne yaptı, yakışıyor mu? Kanımızca ne yapsa yakışıyor. Mesela “sürtük” dedi, “çürük” dedi, “çapulcu” dedi vb. gayet iyi yakışıyor. Ona yakışmayacak da, mesela sen sevgili “aydınlanmış” profesör sana mı yakışacak? Bence kendinize haksızlık yaparsınız, Cumhurbaşkanı’na tam da güzel yakışıyor. Derler ya, ne giyse yakışıyor, buna da ne yapsa yakışıyor: “Ananı da al git” de yakışıyor, TV kameraları karşısında olmadan ettiği küfürler de yakışıyor. İyi ama sevgili profesör, elleri kanlı bu insanlara neyin yakışıp neyin yakışmadığını tartışmak size yakışıyor mu? Karşı çıkamıyorsunuz, anladık, iyi ama bari böylesi tuhaf sorular sormayın.

Deniyor ki, Cumhurbaşkanı bilmem ne yaparsa, seçimleri kabul etmezse vb. meşru olmaz. Vah vah bu ülkenin muhalif diye geçinenlerine! İşçiler, emekçiler, işte bunlar böyledir. Amaçları sizi kandırmak, sizin direnişinizin hızını kesmektir. Cumhurbaşkanı’nın diploması yok, kendisi sara hastası, kendisi meşru olmayan bir seçimle orada. Tüm bunlar meşru ve yakışıyor da, bundan sonra bir şey yaparsa o mu yakışmıyor?

Deniyor ki; bir “devlet adamı” böyle yapmaz, insanlara hakaret etmez. Ne kadar da müşfik bir yüreğe sahipsiniz beyefendi, yapmaz diye düşünüyorsunuz. Peki, bunlar yapıyor, ne diyelim? İşte ben de onu diyorum, bunlar devlet adamı değil. Ya öyle mi? Mesela Ermeni katliamını yapanlar, 6-7 Eylül olaylarını organize edenler, binlerce Kürd’ü katledenler, IŞİD’i halkın üzerine salanlar, Sivas katliamını yapanlar vb. onlara devlet adamlığı yakışıyor muydu? Mesela Batı normlarına göre mi yakışmıyor? Hadi diyelim öyle, bunlar Batı normlarında değil, katılıyoruz. Ama nedenlerimiz farklı. Bize göre, NATO suç örgütüdür, savaş makinasıdır ve Batı değerlerinin katışıksız ortaya çıkmış hâlidir. Bizimkiler onlar kadar “devlet adamı” değil çünkü onların elleri temiz olduğundan değil. Onların elleri de kirli. Aradaki fark, biz bir sömürge ülkeyiz ve bizimkilerin devlet adamlığının limiti, onların Batı değerlerine bağlıdır. Yoksa, emperyalist efendiler, daha iyi değiller.

Kaldı ki, “devlet adamlığı” dediğiniz şey, burjuva egemenliğin kusursuz temsili ise, zaten o da iyi bir değer değil. Devlete bağlı hiçbir tanımlama, “olumluluk” içermez. Devlet adamı, mesela Hitler, mesela Churchill, mesela Biden, hepsi aynıdır, hepsinin eli kanlıdır, hepsi katildir. Katillerin bir bölümü devlet adına adam öldürür hapse girer, diğer bölümü ise adam öldürmeyi planlar ve hapse girenleri arka kapıdan çıkartır. Hangisine “devlet adamı” diyorsunuz bay profesör?

Bizim ülkemizde devlet, tarihi boyunca halka karşı, işçi ve emekçilere karşı açık ve aleni suçlar işlemiştir. Almanya, İngiltere, Fransa, ABD’den farklı olarak bu suçları, tek başlarına da işlememişlerdir, efendilerinin emri ile işledikleri de vardır. Bu nedenle, sadece Erdoğan dönemi değil, öncesinde de durum budur. Katildirler, hırsızdırlar, uyuşturucu organizatörüdürler vb. Hepsi öyledir.

Bu ülkede Topal Osman diye bir ismi kahraman olarak anan devlet ile, onun kendi katilleri olduğunu bilen halk var.

Bugün Saray Rejimi’ne karşı muhalif bir kimlik takınan ve “böyle devlet olmaz” diyenler var. Peki, hanımlar beyler, devlet bu değil ise nedir? İnsanları koruyan, insanların eşit olmasını sağlayan, haksızlıkları önleyen vb. gibi bir şey midir? İyi ama, hangi dönem, bir işçi ile bir kapitalist eşit oldu? Hangi dönem, devlet halka kurşun sıkmadı, hapse atmadı, gözaltında kaybetmedi? Hangi dönem, insanlar, kendilerini özgür hissettiler?

Devlet tam da böyle olur.

Hele hele, sömürge bir ülkede tam da böyle olur: Sınır güvenliği olmaz, çünkü efendileri öyle istiyor. Uyuşturucuya karşı mücadele etmez, çünkü zaten o işi kendileri yapıyor. Artık çocuklar dahi biliyor, bizim OYT bilmiyor, bir uyuşturucu operasyonu varsa, amacı, daha büyük çaplı bir malın rahat geçişini sağlamaktır. Bunu bilmeyen yoktur.

Diyorlar ki, cumhurbaşkanı yalan söyler mi? Niye beyefendi, niye söylemez? Mesela cumhurbaşkanı yemin ederken “yalan söylemeyeceğim” mi dedi? Diploması olmayan bir cumhurbaşkanın varsa, sen bu soruyu nasıl soruyorsun? Kabataş yalanı diye, artık tarihe geçmeye başlamış olan “fantazi dolu yalan”, acaba kimin tarafından söylendi? Cumhurbaşkanı, devletin başı ise, en çok o yalan söyler, çünkü tüm devlet yalan söyler. Tüm devlet zaten yalan söylüyor. Demek ki, yalanın en hasını en baştaki söyler.

Halka diyorlar ki, seçimlere kadar sabret. İyi ama, neden? Seçimler adil midir? Sandıklar gerçekçi midir? Mesela işçilerin, emekçilerin söz hakkı var mıdır? Mesela kadınlar, gençler düşüncelerini açıklama hakkına sahip midirler? Mesela kadınlar, gençler, işçiler, eylem yapma hakkına sahip midirler? Seçime kadar sabredin, bir başka Saray numarası değil midir? Halkı kandırmak, halkı evine kapatmak, artık baskı ve korku ile sağlanamıyor, artık Diyanet İşlerinin fetvaları işe yaramıyor, artık ordudan gelecek açıklamalar bir işe yaramıyor. İşte bu nedenle, şimdi muhalefet diye ortaya çıkan 6’lı masa, halkı evinde tutmak için uğraşıyor.

Devlet, başında bulunan bir kişinin davranışlarından ibaret değildir. Devlet çarkı, olduğu gibi işçi eylemlerinin üzerine yürümektedir. Tüm devlet kurumları, başından sonuna kadar, yargısından askerine, polisinden basınına kadar hepsi, işçi ve emekçilerin eylemlerine azgınca saldırmaktadır. Devlet, tam da budur.

Diyorlar ki, Cumhurbaşkanı hırsız, ailesini büyütüyor. İyi ama siz bunu yeni mi fark ettiniz? Devletin tümü böyledir. AK Partili dönemin farkı, hırsızlık, yağma ve rant işinin organizasyonunun daha gelişmiş olmasıdır.

Diyorlar ki, bu hükümet işçi düşmanıdır. Doğrudur. Ama bundan öncekiler de işçi düşmanı idi. Bundan sonra, bir devrim olana kadar gelecek olanlar işçi düşmanı olacaktır. Devlet budur, burjuvazinin, uluslararası sermaye ve onların yerli uzantılarının devletidir bu. Elbette işçi düşmanı olacak. İşçi dostu olacak tek devlet vardır, o da, sosyalist bir devlet olur. İşçilerin ayaklanma ile, mevcut sistemi alaşağı ederek kuracakları yeni dünyanın devleti, işçilerin dostu olur. sosyalist devletten başka işçi dostu devlet olmaz.

Demek ki, şu konuda hemfikiriz, Saray Rejimi de, onun muhalifi olarak ortaya çıkan burjuva muhalefet de, aslında aynı devletin savunucusudur. Saray Rejimi, durumu sürdürmek istiyor. Egemenlerin, yani emperyalist efendiler ve onların ortağı tekellerin isteği budur. Saray Rejimi’nin Erdoğan ile ya da o olmadan sürmesi, onlar açısından sorun değildir. Her durumda onlar Saray Rejimi’ni güçlendirmek istiyorlar.

Ama bu arada, halkın, işçi ve emekçilerin, Kürtlerin ve Gezi ile başlayan direnişlerin gelişen öfkesi var. Egemenler, bu öfkenin taşmasından, sokaklara çıkmasından, fabrikaları, okulları, hastahaneleri işgal etmesinden korkuyorlar. Bu nedenle, burjuva muhalefete açık bir görev verdiler; halkın evinde tutulması, seçim vaadinin güncel tutulması, seçime kadar sabretme eğiliminin beslenmesi, bu yolla devletin garanti altına alınması. İşte sahneye konan oyun budur.

Şimdi, burjuva muhalefet, liberal solcular, OYT, hepsi, devletin bu olmadığını, devletin temiz bir şey olduğunu, devletin iyi bir şey olduğunu anlatıp duruyorlar. Devlet konusunda parçalanmaya başlamış önyargıları yeniden canlandırmak istiyorlar. Devlet konusundaki hurafeleri canlandırarak, halkın isyan etmesini önlemek istiyorlar.

Sanki, temiz insanlar, efendi insanlar, ahlâklı insanlar topluluğu devlet imiş gibi konuşuyorlar. Bu yolla, devlet iyi ama içinde kötüler var diyorlar. Bu kötüleri ayıklayacaklarını söylüyorlar. Mesela rüşvet, mesela özelleştirmeler, mesela yağma, mesela rant, mesela bankaların kârları, mesela holdinglerin kârları bir anda ortadan kalkacak. Sanki Kılıçdaroğlu veya bir başkası gelince, ülke güllük gülistanlık olacak, işçiler sömürülmeyecek, fabrikalar- bankalar kamulaştırılacak.

Bu ahlâklı insanlar grubu, o kadar ahlâklıdır ki, fazla ahlâkları paçalarından akmaktadır, tıpkı altına kaçırmış adamınki gibi. Oysa insanın insana kulluğu, ahlâksızlığın en büyüğüdür, sömürü, ahlâksızlığın en büyüğüdür. Sizin ahlâk diye yücelttiğiniz şey, çoğunluk için zulümdür.

Bize diyorlar ki, “hukuk ortadan kalktı.” İyi ama zaten hangi hukuk ortada idi ki? 12 Eylül hukuku mu? Mesela Sivas katliamı hukuku mu? Mesela 1 Mayıs katliamı hukuku mu? NATO hukuku mu ortadan kalktı? Elbette hayır.

Hukuk ortadan kalkmadı. Hukuk, Saray Rejimi’nin, TC devletinin elinde bir silahtır ve öyle kullanılmaktadır. Burjuva hukuku her zaman işçiler için adaletsizlik demektir.

Yaşam işçi ve emekçiler için, kan ve gözyaşı demektir, açlık ve sömürü demektir, esaret ve borç içinde yüzmek demektir, aşağılanmak ve horlanmak demektir. Sizin ahlâkınız, sizin demokrasiniz budur.

Devletin kendisi, baştan aşağıya bir suç örgütüdür. Elbette onun bakanları, onun bakmayanları da bu suç örgütünün parçasıdırlar. Yargıcı, gazetecisi, generali, polisi, profesörü, yazarı, hepsi hep birlikte, işçilerin kanının üzerine kurdukları düzenin bekçileridir.

İşçi ve emekçilerin bu yalanlara, bu hurafelere karnı toktur.

Biz devrimciler, durmadan, yılmadan, işçilere gerçeği anlatacağız. Bugün, sürmekte olan iç savaşın işçi ve emekçilere karşı bir savaş olduğunu söyleyeceğiz. Ne zaman olursa olsun, işçilerin ilk görevi, devrimcilerin ilk işi, kendi egemenleri ile hesaplaşmaktır. Biz, işçi ve emekçilerin, hiçbir halka, hiçbir başka ülke vatandaşı işçiye kurşun sıkmasını savunmayacağız. Biz her koşul ve şart altında, işçilere devletin ne olduğunu, bir kere daha anlatacağız.

Bu topraklarda suç adına ne varsa, devlete aittir. İster iktidarda olsun, ister muhalefette burjuva politikacılar bu suçun içindedir. Kimse bize ahlâkçı kesilmesin. İnsanın insana kulluğuna karşı, savaşa ve sömürüye karşı mücadele etmeyenin ahlâkı olmaz. NATO ahlâkı, Batı değerleri, savaş ve egemenlerin özgürlüğünü savunan değerlerdir, sömürgeciliğin değerleridir, dünyanın yağmalanmasının değerleridir. Bunlara karşı, net bir tutum almayan, ikircikli olan, kendi devletini işçilerin ve mazlumların karşısında savunan kimse ahlâk ve erdemden söz edemez. İşçinin ve emekçinin çıkarlarını savunmak, özgürlük ve emekten söz etmek, her zaman devlete karşı mücadele etmek demektir. Bunun başka bir ölçüsü yoktur.

Ülkenin tüm servetinin, tüm zenginliğinin kaynağı işçi ve emekçilerdir, halktır. Ve elbette bu servetin, bu zenginliğin üzerine çöreklenmiş burjuva egemenlik yerle bir edilmeden, insanî hiçbir gelişme sağlanamaz.

İşçilerin ve elbette kadınların ve elbette gençlerin ve elbette tüm ülkenin, toplumun kurtuluşu, sosyalist devrimdedir. Bu sosyalist devrim, enternasyonalist bir devrimdir. Hiçbir kimliğin aşağılanmasını kabul etmez. Her ülkedeki işçi ve emekçilerin kardeşliğini temel alır. Her kapitalist devlet düşmanımız, her kapitalist ülkedeki işçiler ve halklar dostlarımızdır.

Mücadele ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın, biz devrimciler, doğru olanı işçilere anlatmaktan geri durmayacağız. İşçi ve emekçilere gerçeği, çıplak gerçeği anlatmaktan geri durmayacağız. İşçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olur. Başka bir kurtarıcı aramak, hayal kırıklıkları demektir. Burjuvazinin bir kesiminin kuyruğuna takılıp, Saray Rejimi’nden kurtulmak mümkün değildir.

Biz devrimcilerin önünde zorlu bir mücadele süreci vardır. Bu süreçte birincil olan, cepheni kaybetmeden, rotanı kaybetmeden, doğru bir yerde durmaktır. Yalpalamak ölümdür.

Sadece ülkemizde değil, tüm yeryüzünde, kapitalist egemenlik ömrünü doldurmaktadır. Bu burjuva egemenlik, sadece işçilerin yaşamını zindana çevirmekle kalmamaktadır, sadece kadınların ve gençlerin geleceğini çalmakla kalmamaktadır. Artık bu burjuva egemenlik tüm gezegeni tehdit etmektedir. Tutarlı her barış savunucusu, tutarlı her çevre savaşçısı, bu kapitalist egemenliğe karşı mücadeleye katılmak zorundadır.

Başörtüsü “yasası”, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, modern Takrir-i Sükûn Saray Rejimi’ni güçlendirme programı

Eylül 2022 sonunda ve Ekim 2022 başında, peş peşe üç hamle ortaya çıktı.

İlkinin “sahibi” Kılıçdaroğlu görünüyor. Kılıçdaroğlu, birdenbire, “türban” meselesini yasaya bağlama sevdasına düştü.

Aynı dönemlerde, Erdoğan, Alevilere “müjde” verdi. Bundan böyle müjde Saray’dan geliyorsa, bu türden olacaktır. Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kurulacakmış.

Ve üçüncüsü, daha önceden çıkması ertelenen ve tekrar meclise getirilen sansür yasası diye adlandırılan, modern “Takrir-i Sükûn” yasasıdır. Sosyal medyanın tam kontrolü için özel bir yasa hazırlanmıştır ve bu yasa meclisten geçirilmiştir.

Bu üç gelişme, aynı dönemde, peş peşe devreye sokulmuştur. İlkini, “muhalefet” yani Kılıçdaroğlu devreye sokmuştur. İkincisini ise Erdoğan. Üçüncüsü doğrudan Saray Rejimi tarafından parlamento devreye sokularak gündeme alınmıştır.

Rastlantı mıdır?

Rastlantı süsü verilmek istenmiştir. Üçünü de Erdoğan devreye sokmamıştır. Ama üçü de devlet adına, Saray Rejimi adına devreye sokulmuştur.

Bu üç hamle, seçimler bahanesi ile Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi planlarını göstermektedir. Burjuva muhalefet “güçlendirilmiş Saray Rejimi” derken, karşımıza çıkartılan “güçlendirilmiş” Saray Rejimi’dir.

Bu en başta ifade ettiğimiz düşüncemizi detayları ile ele almadan, süreci biraz daha yakından bakarak incelemeliyiz.

İlkinden başlayalım. Çünkü, sıra da önemli görünüyor.

İlk adım, Kılıçdaroğlu’ndan geldi.

Akşam istihareye yatmış, ABD’ye yolculuk öncesinde kendine gaipten haberler gelmiş, devlet yani Saray Rejimi, ona fısıldamış ve o da, hamleyi yapmış. Başörtüsünü yasaya bağlama çağrısı yapmış. Elbette, kendisi de biliyordu ki, Erdoğan da buna yanıt olarak “Anayasa” değişikliği önerecekti.

Kılıçdaroğlu, bu hamle ile, Erdoğan’a “pas” mı verdi? Erdoğan böyle dese de, hayır. Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi için, bir hamle yaptı.

Ona sorarsanız, aslında o, bu hamle ile, Erdoğan’ın elinden bir aleti aldı, Erdoğan artık başörtüsünü kullanamazmış.

Ne kadar ucuz bir politikadır bu!

Gerçekten, bunlara inanıyorlarsa, mesela Kılıçdaroğlu ve CHP bunlara inanıyorsa, vay hâllerine. Yok bunlara inanmıyorlarsa, ki inanmıyorlar, vay CHP’ye kurtarıcı olarak bakanların hâllerine.

Demek artık, iktidar “başörtüsünü” bir koz olarak kullanamazmış. Bunu söylemek için, aklî melekelerini buhar hâline getirmiş olmak gerekir. Gerçekte Erdoğan, zaten bu sorunu kullanabilecek durumda da değildir. Ülkede son derece ciddi bir derinliğe sahip ekonomik kriz herkesi vurmakta iken, iktidarın başörtüsünü kullanacağını düşünmek, aklî melekelerini gökyüzüne salmış olmak demektir.

İktidarın dini ve milliyetçiliği kullandığı, kullanacağı kesindir. CHP veya diğer burjuva muhalif partiler, gerçekten birer parti iseler, bu milliyetçiliğin ve dinin kullanımına karşı dururlar. Bunun için solcu olmaları gerekmez. Laikliği savunmak için, devrimci olmak şart değildir, tüm kapitalist ülkelerde bu vardır, hatta bizim ülkemizdeki tarzı ile laikliği savunmak, “laiklik elden gidiyor” diye nutuklar atmak, oldukça geri bir durumdur. Hiçbir zaman laik olmamış, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumla, Sünni İslam’ı ya da başka bir dini halka dayatan, halkın vergileri ile imamların maaşlarını ödeyen, “din hizmeti” vermek gibi bir kamu hizmeti keşfetmiş olan bir ülkede laiklik savunusu adına, bu sistemi savunmak, ilerici olmak bile değildir. Bunun solculukla bir alakası yoktur. Diyanet İşleri dağıtılmadan, havralar, kiliseler, camiler vb. için devletin para ödemediği bir sisteme geçilmeden, bir ülke laik olarak nitelendirilemez.

Erdoğan’ın dinî sureler ile, Naslarla vb. yönettiği ekonomiyi, ona inat daha farklı ayetlerle yönetmeye kalkmak, hiçbir burjuva partiyi farklı bile yapmaz. CHP, din ve milliyetçiliğe daha da yakınlaşarak, AK Parti’den iktidarı almayı mı hedefliyor? Elbette ki hayır. CHP bu milliyetçilik ve dincilik “açılımları” ile, aslında, dini ve milliyetçiliği, toplumun her katmanına yerleştirmeye çalışan Saray Rejimi’ni sağlamlaştırmaya çalışıyor.

Sözüm ona, seçimleri kazanmak için, başörtüsü kozunu iktidarın elinden almak istiyorlar. İyi ama, öyle bir koz kaldı mı ki? Bundan 20 yıl önce böyle bir ortamı yaratanların içinde CHP, Baykal ile vardı. Şimdi aynı sürecin içine Alevi kimlikli Kılıçdaroğlu dalıyor. Oysa bugün, AK Parti döneminde türbana bürünmüş birçok genç kadın, başörtüsünü çıkartıp atmaktadır. Birçok samimi Müslüman, AK Parti iktidarının 20 yıllık döneminden sonra dinden dahi uzaklaşmaktadır.

Her gün, en az 3-4 kadının cinayete kurban gittiği bir ülkede, CHP, başörtüsü için yasal güvence üretmektedir.

Önerileri de komiktir: “Kadın giyinmeye ve giyinmemeye zorlanamaz.” İşte size özgürlük. Neden “kişi” değil de, kadın? Erkeklerin şalvar ya da şort giymesi sorunu ne olacak? Ya takke, cüppe, fes vb. ne olacak?

Her gün 3-4 kadın öldürülmektedir.

Her gün işyerlerinde 5 işçi iş cinayetlerinde ölmektedir.

Her ölen işçi, her ölen kadın için devlet, mahkemeler eli ile teşvik edici tutumlar ortaya koymaktadır.

Her gün onlarca çocuğun ırzına geçilmektedir.

İnsanlar oruç tutmadığı için dayak yemektedir.

Öğrenciler yurtlarda intihar etme eşiğine gelmiştir.

İşçi ve emekçiler, ciddi bir açlıkla karşı karşıyadır.

Ülkenin her yanında uyuşturucu mafyaları cirit atmaktadır.

TC devleti, Kürt halkına karşı kimyasal silahlar kullanmaktadır.

Cumartesi Anneleri, kayıp çocuklarının nerede olduğunu sordukları için yerlerde sürüklenmekte, polis copunun tadına varmaktadır.

Ve CHP, başörtüsü kozunu AK Parti’nin elinden almak için, yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlerden önce, dinî ve milliyetçi vizyonuna yeni hamleler eklemektedir.

Ve bunu sunarken, kadının giyinip, giyinmeme özgürlüğünden söz etmektedir. Kişi bile diyememektedir.

Oysa bu hamle ile CHP, bizzat başörtüsü sorununu toplumun gündemine, ekonomik ve siyasal gerçek gündemi örtmek için sunmaktadır.

Şimdi, Saray kadar burjuva muhalefet de, gerçek gündemi gizlemek için, sunî gündem yaratmakta rol almaktadır.

İkincisi büyük reis, her şeyin başı olan Erdoğan tarafından dile getirildi. CHP, başörtüsüne sarılırken, Erdoğan da Alevi meselesine sarıldı. CHP nasıl ki, başörtüsü ve kadın meselesine ucuz yaklaşımlar sergiliyorsa, iktidar da Alevi meselesine “çürüme”nin tüm tonlarını gösteren yaklaşımlar sergiliyor.

Şöyle diyor Erdoğan:

“Alevi ve Bektaşi vatandaşların etrafında bir araya geldiği mekânların meselelerinin devlet nezdinde takibini ve yürütmesini yapacak kurumsal yapı kuruyoruz.

“Cemevlerinde erkan hizmetlerini yürütmekten sorumlu Alevi-Bektaşi inanç önderlerinden talep edenlere, bu kurumsal yapı bünyesinde kadro verilecektir.

“Cemevlerinin aydınlatma, içme ve kullanma suyu, yapım, onarım ve bakım giderlerinin karşılanmasıyla ilgili tüm sorunlar çözülmüş olacaktır. Kuracağımız Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, muhtarlıklara, derneklere, belediyelere, federasyonlara bağlı cemevlerinin yönetimini yürütecektir. Kültür ve İçişleri Bakanlığı koordinasyonunda yürütülen milli birlik beraberlik çalışması kapsamında, 1585 cemevi ziyaret edilerek muhataplar dinlendi.”

İşte size Alevi açılımı.

Biri başörtüsünden, diğeri ise Alevilikten destek arıyor. Ama her ikisi de, “milli birlik ve beraberlik projesi” ile ilgilidir. Bu “milli birlik ve beraberlik projesi”nin ne olduğunu, bu ülkenin tarihini bilenler, devleti biraz tanıyanlar, çok zorlanmadan anlayabilirler.

Her ikisi de “milli birlik ve beraberlik projesi” içindedir.

Şimdi, burada durmamız gerekir.

Cemevleri için, “elektrik ve su paralarını, biz de camiler gibi ödemek istemiyoruz” denildiğinde, biz Kaldıraç Hareketi olarak, açıkça yazdık. Bu doğru bir talep değildir. Bu laik bir tutum bile değildir. Tersini talep ediyoruz, nasıl ki cemevleri kendi kiralarını, kendi elektrik, su vb. giderlerini kendileri ödüyorsa, aynı biçimde, sinagoglar, kiliseler ve camiler de içinde, tüm dinî ibadet yerleri, kendi giderlerini vergilerden ödememelidir. Herkes, kendi giderlerini kendi cemaatinden toplamalıdır. Devlet, din adamı görevlendirmez, onların maaşlarını ödemez. Devlet, dine karışmaz. Tüm dinlere eşit mesafede durmalıdır. Bu nedenle nüfus cüzdanlarında “dini” maddesi olmamalıdır. Kimsenin dinî inancı, devleti ilgilendirmez. Devlet bir dini savunmaz, ateist ya da farklı dinden birilerini “düşman” ya da “kötü” ilan edemez. Aslında tüm bunlar, burjuva devletlerin doğuşunda vardır. Yani bunları savunmak için, ille de komünist olmaya gerek yoktur.

Siz laiklik adına kalkıp, cemevlerinin elektrik paralarını devletten isterseniz, kendinizi cami imamı ile aynı yere koyarsınız ve bu doğrusu devletin işine gelir.

Osmanlı, bazı fethettiği bölgelerde, etkili ailelerden bir kişiyi devlet memuru yapardı. Bu sayede, o kişi ve ailenin geliri devlete bağlanmış olurdu. Buna “gırtlağı kontrol etme politikası” da denir. TC devleti, Kuzey Kıbrıs’ı işgal ettikten sonra, Kıbrıslı ailelerin etkin olanlarından birini, hiç çalışmasa da devlet maaşına bağladı. Böylece, tüm adayı kontrol etmeyi başardı. İşte bu çok eskilere dayanan politika, şimdi, Aleviler için uygulanmaktadır.

İzzettin Doğan gibi zaten devlete bağlı Alevi dedelerinin sayısını artırmak, Alevi derneklerinin devlet tarafından tam kontrolünü sağlamak için “inanç önderlerinden talep edenlere” maaş bağlanması kararı almaktadırlar.

Tüm Alevi dernekleri, Kültür Bakanlığı bünyesinde bir merkeze bağlanacaktır. Böylece, devlet maaşı ile “boğazların kontrolü” sağlanmış olacaktır. “Boğazlar” derken, İstanbul ve Çanakkale boğazlarından söz etmiyoruz, ailelerin geçiminden söz ediyoruz.

Proje ciddidir.

Projeye karşı çıkan Alevi dernekleri vardır elbette. Ama bu projeye yatacak çok sayıda Alevi dedesi vardır. Eğer İzzettin Doğanlar istisnadır diye düşünen varsa, 12 Eylül denilen şeyi ve TC devletini hiç anlamamışlar demektir.

Saray Rejimi, Erdoğan eli ile, aslında Alevileri sisteme bağlayacak adımlar atmaktadır. Bu adımlara CHP dünden razıdır. Nasıl ki, Saray Rejimi, başörtüsü konusunda CHP eli ile adımlar atmaya kalktığında AK Parti bunlara dünden razı ise.

“Milli birlik beraberlik projesi” budur. CHP eli ile başörtüsü, AK Parti eli ile Alevi meselesi gündeme taşınmaktadır. Bu yolla, herkes, “ortaya” toplanmak istenmektedir. CHP buna “helalleşmek” adını veriyor. Erdoğan buna, “milli birlik ve beraberlik projesi” diyor. Her iki adım da, devlet adımıdır ve Saray Rejimi’ni güçlendirme adımlarıdır.

Başörtüsü ile “dinden soğuma” sürecini durdurmak istiyorlar, Alevi açılımı ile Alevi asimilasyonunu geliştirmek istiyorlar. Her iki kanal da devlet denetimine gider. Devlet, tüm örgütlenmeleri, tüm dernekleri vb. 12 Eylül ile başlattığı kontrol sürecini ilerleterek, tam denetime almak istiyor. Devletin başörtülüsü, kadın sorununa kadar ulaşıyor. Devletin Alevisi, halklar sorununa kadar ulaşıyor. Devlet, Saray Rejimi, her yolla, hem iktidar hem de muhalefet aracılığı ile restore edilmeye çalışılıyor.

Elbette bu “ılımlı İslam” politikasına uygundur. Gülen Hareketi de bu politikanın bir ürünü idi. Ilımlı İslam ve Yeni Türkiye projesi, ABD projesidir. Bu proje Saray Rejimi’ni doğurmuştur. Ve bu projenin ürünlerinden biri Erdoğan-Bahçeli ittifakı ise, biri de Kılıçdaroğlu-Akşener ittifakıdır.

Saray Rejimi, iktidarda olanları ile, muhalefette olanları ile, tüm burjuva partileri kapsamaktadır. Mesela yurtdışı tezkerelerine hepsi onay verir, mesela milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına hepsi birlikte onay verir.

Erdoğan, bir eski Ergenekon sanığı subayı partisine katarken, çocuk sayısı üzerinden PKK’ye göndermeler yapmıştır. Demek ki, Erdoğan, bir devlet projesi olarak, “milli birlik ve beraberlik” projesi kapsamında, dinî kesimlerin, Sünnilerin vb. 3 çocuk yapmasını bir nüfus planlaması olarak ele almaktadır. Artık, dili fren tutmadığı için, her şeyi kusmaktadır, itiraf etmektedir. Bu kusmuklu itiraflar, arka plandaki düşüncenin iğrençliğini çok daha net ortaya koymaktadır.

Başörtüsü ve Alevilik üzerindeki bu tartışmalar da, aynı şeyin, Saray Rejimi’nin, TC devletinin çürümüşlüğünün itirafları gibidir.

Üçüncü hamle, iktidardan meclise havale edilen sansür yasası ile ortaya çıkmıştır. Sosyal medyanın kontrolü için bir yasa devreye sokulmuştur. Elbette, tüm aklı evvel solcularımız, “aydınlarımız” bu yasayı “seçim hazırlığı” olarak ilan etmiştir. Zaten her ne gelişme olursa olsun, onlar seçim hazırlığı diyorlar.

Okuryazar takımı (OYT), Aralık 2021 ortalarında asgarî ücretin 4250 TL olarak ilan edilmesini, “seçim hazırlığı” olarak yorumladılar.

Kayıtlar ortadadır. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, birçok devrimci grup ile birlikte, bu asgarî ücret artışını, “sosyal patlamayı” önleme hamlesi olarak yorumladık. Ve dedik ki, zaten bir ay sonra, tüm artış, enflasyonla geri alınmış olacak. Ama bu maaş artışının yanılsaması bir-iki ay sürecek. Haziran 2022’de yeniden asgarî ücret artırıldı, 5500 TL oldu. OYT, muhalif burjuva kanat, bunu da seçim hazırlığı olarak ilan etti. Aynısı oldu. Kârlarına kâr katan bankaların, emekli maaşları için promosyon vermesini ve bu promosyonun yükseltilmesini bizzat devlet, Saray Rejimi emretmiştir. Bu yolla, emekli maaşları çok artmadan, bankaların onlara “rüşvet” dağıtması sağlanmıştır. Aslında bankalar bu işten de zarar etmemiştir. Bu da “seçim yatırımı” değildir. Bu da, sosyal patlamaları önleme hamlesidir ve tüm devlet adına yapılmıştır. Nasılsa enflasyonla bu gelir artışları, fazlası ile geri alınmaktadır.

İşte aynı şekilde, bu yeni sansür yasasını, sosyal medyanın susturulması yasasını, “seçim” için yaptıklarını iddia ediyorlar.

Elbette, bu yasa, iktidarda olanlar için, eğer seçim olursa, orada da işe yarayacaktır. Ama esas kullanım yeri sadece seçimler vb. değildir. Bu yasa, her alanda kullanılacaktır. Amacı, sosyal patlamaları, sosyal medya üzerinden gerçekleşen organizasyonları önlemektir.

Bunun için korku ortamı yaratmak istiyorlar. Bu nedenle yasa, KHK ile cumhurbaşkanlığı tarafından yayınlanmıyor, mecliste tartışılıyor.

Daha yasa çıkmadan, yürürlüğe girmeden, şimdiden sosyal medyada sansür etkisini göstermiştir.

Bu yasa, Takrir-i Sükûn yasasına benzemektedir. Olağanüstü hâl zaten var. Varolan olağanüstü hâli, “taze” bir görüntü ile daha fazla korku salarak, kitleleri susturmayı hedefliyor.

Olağanüstü hâl, zaten vardır. Uzun süre olağanüstü hâlde yaşarsanız, o olağanüstü hâl, olağan hâl hâline gelir. Bu yeni olağan hâl, devletten korkuyu da azaltmaya başlar. Bunu tazelemek gerektiği kanaatindedirler. Buna, aynı zamanda, Saray Rejimi güçlendirmek de diyebilirsiniz.

Tekrar olacak, bu üç gelişme, Saray Rejimi’nin restorasyonu programı içindedir. Erdoğan’ın ağzından çıktığı şekli ile, “milli birlik ve beraberlik projesi” kapsamındadır.

Biliniyor ki, Saray Rejimi, Erdoğan ile devam edebileceği gibi, Erdoğan’sız da devam edebilir. Asıl olan Saray Rejimi’dir, yoksa onun başında kimin olduğu değildir. Bugün sorun, bu Saray Rejimi’nin artık yürütülemez olmasıdır. Bunu, restore etmek, bunu güçlendirmek istiyorlar. Erdoğan ile veya onsuz, bu ikinci konudur.

İşte bu aynı nedenle, biz devrimci işçilerin ana sorunu, Saray Rejimi’ni yerle bir etmektir, Erdoğan’ın devrilmesi çok daha kolay olanıdır.

Bu adımlara “seçim adımı” diyenler, tümden, tamamen hatalıdır diyemeyiz. Elbette, bunlar seçimde de kullanılacaktır. Diyelim ki, yeni TOMA alındı, bu elbette seçimlerde de işe yarayacaktır. Bu üç adım, seçim adımı değildir. Bu üç adım, seçimlerde de kullanılabilir. Ama bu üç adım, esas olarak Saray Rejimi güçlendirme adımlarıdır.

Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisi demektir.

Bu alanda bir geri adım yoktur. Bu rejimin devamı için, kitlelerin her hak arama eylemine copla, TOMA ile saldıran devlettir.

Bu durumun bizzat kendisi, yeni tarzda bir Takrir-i Sükûn yasasını, bu sosyal medya sansür yasasını gerekli kılmaktadır.

Seçim için diyenlere sormak isteriz, savaş için bu yasa işe yaramıyor mu? Buyurun, Kürt halkına karşı, PKK’ye karşı kimyasal silah kullanıldığını söyleyin, bunu yayın. Bakalım, karşınıza hangi yasalarla çıkacaklar?

İşte mesele buradadır.

Artık, hiçbir yasa işe yaramıyor. İnsanlar, yasaların, hukukun vb. işe yaramadığı fikrindedir. İşte bu nedenle, yeni yasa da işe yaramayacaktır. Bu nedenle, uzmanlar, bu yasayı KHK ile çıkartmıyor, tartıştırmak istiyor, tüm kanallarda bu yasanın ne demek olduğunun adeta “eğitimi”ni veriyorlar. Yani, yasayı, aslında hiçbir yetkisi, hükmü vb. olmayan mecliste tartıştırmalarının nedeni, korkuyu bulaştırmak isteğidir. Yoksa, devletin iplemediği yasaları, halkın da iplememe eğilimi zaten vardır ve sürecektir.

Aklımızı seçimlerin olacağı fikri ile bu denli bozmamak gerekir.

Ortada, fiilî bir gündem vardır. İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, öğrenciler, kısacası nüfusun büyük çoğunluğu için yaşam dayanılmazdır. Bu gerçeği, bunun nedenlerini, kapitalist sistemin çözümsüzlüğünü, olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olan Saray Rejimi’ni ve bu rejimin de ayakta durmakta zorlandığını tüm çıplaklığı ile, işçi ve emekçilerin gündemine taşımak gerekir. Gündem, bu Saray Rejimi’nin, işçi ve emekçiler eli ile yıkılması gündemidir.

Savaşın bu denli yakın olduğu bir coğrafyada, Saray Rejimi gibi bir devlet yapılanması koşullarında, seçim olacak diye bu denli kendini bağlamak, hayal kırıklıkları yaratacaktır. Seçim olursa yapılacak olan zaten bellidir. Saray Rejimi’ni yıkma hedefi, canlı ve güncel bir hedeftir. İşçi ve emekçilerin gündemi bu olmalıdır.

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...