Ana Sayfa Blog Sayfa 73

Let’s Win Through Struggle!

  • Heating, electricity, water, communication should be made free and public!
  • Education, health, transportation should be made free and public!
  • Basic food items should be provided without any cost!
  • Everyone should be provided with the right to free housing in healthy and quality conditions!
  • Wages should be updated every month on the basis of purchasing power, the inflation of the people!
  • The lowest wage should be above the poverty level announced by the unions!

They talk of an “historical raise” to the minimum wage. It evaporated before we even got it. Has anyone received 4253 liras this month? But we filled our monthly transportation pass for 430 liras to go to work, if our electricity bill was 150 TL before, it was 300 TL now, no one could turn on the heat without their hands shaking hands. One egg is worth 2 TL each, and there is nothing left to eat in the lunch box that’s prepared for the child, but the esteemed experts said, “If necessary, simit will be eaten”.

“Wait” they say from all sides, “don’t go out”, “don’t revolt”, “be thankful”…

They make fun of our minds, our hunger, our anger!

They fed us with so many lies and made fun of our minds so much that these demands make some of us think that “we don’t have the right to this much.” No, we do! If they can live in luxury and eat as much as they want, if their children can receive the best education, if there are nurses and doctors at home so that they do not get sick, we and our children have the right to live humanely and honorably, not even in luxury.

If you demand it, it is possible to live truly, to live humanely, honorably, with one’s head high.

It is not enough anymore to tell each other about the increasing prices and reproach each other at every break, to change the channel by swearing when we see their faces on TV, to shoot a funny video with sunflower oil on TikTok, to tweet “resign” when we can’t stand it!

Demanding begins with changing.

Wherever you came across this statement, while walking to the job curse at, checking how much the price has increased compared to last week in the market, or getting on a work bus before the sun shines…

If you haven’t been away yet, come back and get one more for your friend.

Fold it, put it in your pocket, and read it again at the table after dinner.

Wherever there is something being done for workers-laborers, we know that it is not being shown, however, there are many things that is being worked on! Start following our newspaper, magazine, social media accounts, send them to one more person. We have something to learn from those resistances, our hope will come from those resistances.

This crisis will not pass by saying, “We have survived today as well”.

Our problems and grievances are common, and the only solution is to come together and organize.

The path to win our rights and lives is to enlarge the resistances and come side by side.

Our problems are obvious. Let’s set up assemblies in our factories, workplaces, schools and neighborhoods to fight together for their solutions. Let’s determine what we will do step by step and take to our rights.

Join the Kaldıraç Movement in your neighborhood, at work, at school!

Join, and let’s start creating a humane, dignified life with our hands!

Join, let’s build a life where we don’t go to bed hungry at night and get exploited during the day!

It is our own arms that will save us!

January 12, 2022

Devlet maske takar mı?*

“Bütün toplumlar eninde sonunda maske takar.”[2]

Bu yıl siyasal psikoloji konferanslarının yedincisinde tema olarak “maske” seçilmiş. Pandemi ile birlikte giysilerimizin asli bir aksesuarına dönüşünce -umarım bu sonsuza dek sürmez-, hâliyle üzerine düşündürtüyor. Giriş ba’bında bu düşüncelerden payıma düşeni, serbest nazım paylaşmak istedim…

Maskelerden söz ederken iki çarpıcı enstantane geliyor aklıma.

İlki, Haziran 2013’ten: Tüm ülke sathında el ele vererek hayatımızı cendereye almak isteyen iktidara karşı ayaklandığımız o müthiş günler… Sokaklarda, alanlarda olmaya doyamadığımız, hiç tanışmadığımız başka direnişçilerle omuz omuza devlet güçlerine karşı direndiğimiz, düşeni kaldırdığımız, limonumuzu, talsidimizi paylaştığımız günler…

O unutulmaz günlerin vazgeçilmezi, iki aksesuardı, anımsarsanız. Madenci bareti ve maske. Copların etkisinden korunmak için baret, güvenlik güçlerinin üzerimizde bolca denediği biber gazına karşı maske…

Maskenin koruyucu bir işlevi vardı, kuşkusuz. İki bakımdan: Bizi biber gazının boğucu, yakıcı etkilerine karşı koruyordu, kısmen de olsa. Ama aynı zamanda kentlerin dört bir yanını sarmış güvenlik kameralarına karşı güvenliğimizi sağlıyorlardı… Polis tarafından teşhis edilmemek için.

Bunlar fiziksel etkiler. Bir de simgesel olanlar var: Maskelerimizle birlikte, sokaklarda devinen devasa anonimliğin bir parçasıydık. Kadın-erkek, Türk-Kürt, Alevî-Sünnî, genç/yaşlı, hatta ateist/seküler-dindar, sosyalist/anarşist, bizi ayıran, giderek bölen kimlik vurguları o maskelerin ardında eriyip gidiyor, hepimizi giderek otoriterleşen bir iktidara karşı tek bir “Hayır!” etrafında birleştiriyordu. “Sıcak” anlardan çıkıp da yaşadığımız kentin göreli “normal” alanlarına girdiğimizde, birbirimizi boynumuzdan sarkan maskelerden tanıyor, karşılıklı gülümsüyorduk.

2013 Haziranı’nda devletin aldığı ilk kararlardan biri, maske takmayı yasaklamak oldu. Bu yönde çıkartılan kararnameler, 2015’te Terörle Mücadele Yasası’na ek fırkaya dönüştürülerek yasalaşacaktı: “Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlar üç yıldan beş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” (TMY, Ek fırka 6638/10 md.).

Aslında Türkiye, “kimliği gizlemek amacıyla yüzün tümünü ya da bir kısmını kapatmayı yasaklayan” tek ülke değil. Örneğin, New York eyalet yasaları herhangi bir anda, bir arada bulunan üç ya da daha fazla kişinin yüzlerini kısmen ya da tümüyle kapatmalarını yasaklıyor. Zamanın başbakanı David Cameron 2011’de benzer bir yasayı geçirmek üzere harekete geçtiğinde, Britanya parlamentosu zaten polisin kamusal alanda yüz örtülerini çıkartma yetkisi olduğu gerekçesiyle yasa tasarısının geri çekilmesini sağladı.[3] Fransız hükümeti ise 2011’de çok farklı bir gerekçeyle kamusal alanda yüzü tümüyle örten nikab ya da burka gibi örtülerin kullanımını yasaklamıştı. Karar, 2004 tarihli, kamu okullarında dinsel simgelerin taşınmasını yasaklayan yasaya dayandırılıyordu.

Gelelim, ikinci çarpıcı enstantaneye. Sanıyorum 2020’nin ortalarına doğruydu. Covid-19 pandemisinin kasıp kavurduğu günler… TV ekranlarına ve sosyal medyaya düşen bir görüntü, işlerin ne kadar kısa zamanda nasıl tersyüz olabileceğini gösteriyor.

Yer Beyoğlu, İstiklal Caddesi. Bir polis maskesini indirmiş, yüzü açık yürüyen bir kadını girdiği mağazaya kadar kovalayıp gözaltına almaya çalışıyor. Kadın, direniyor… Polisin gözaltı yapma gerekçesi, kadının kamusal alanda maskesiz boy göstermesi…

2010’lu yıllarda maske takmanın, 2020’lerin başlarında ise maske takmamanın adeta “suç” sayıldığı, ilginç bir seyir izlemekte “devlet-maske” ilişkisi…

Ama bu ilişkiyi biraz daha irdelemeden önce, soralım: İnsanlar neden maske takar?

Bu soruya o kadar çok yanıt vermek mümkün ki…

Örneğin Üst Paleolitik’te yaşayan atalarımız Fransa’nın Dordogne bölgesindeki Mège sığınağının duvarlarına, pek çok hayvan betimlemesinin yanı sıra, yaban keçisi post ve maskesine bürünmüş insan figürleri de çizmişlerdi. Lascaux’da bulunan bizonun önünde yatan avcı figürünün yanında bir de kuş maskesi resmedilmiştir.[4] Bir başka deyişle atalarımız, günümüzden en az 20-25 bin yıl kadar önce, belki avlarına daha kolay yanaşabilmek, yani av hayvanını aldatmak için, belki de avın bereketli geçmesini sağlayacak ayinlerde veya büyü amaçlı olarak maske kullanıyorlardı…

Etnografik gözlem araştırmalar, yeryüzünün geniş alanlarında insan topluluklarının ayinsel amaçlarla maske kullana geldiği konusunda bolca veri sunar bize. Afrika, Amerika yerlileri, Avustralya Aborijinleri, Okyanusya toplulukları, Asyalı şamanlar… Ata ruhları ya da doğa güçlerini temsilen, doğaüstü güçlerle iletişime geçebilmek ya da sağaltım amacıyla, erginleme ya da cenaze ayinlerinde, tarımsal ürünlerin bereketini sağlayabilmek için, savaş hazırlıklarında, gizli derneklerde… Bir başka deyişle hemen tüm ayinsel etkinliklerinde maske kullanagelmişlerdir. Maske, ayin gereçlerinin vazgeçilmez bir unsurudur; maske imalatçıları toplumları içinde saygın bir yere sahiptir, genellikle ayrıcalıklı bir lonca oluştururlar. Batı Afrika, Mali Dogonlarında maske imal etmek ve takmak, erginlenmiş erkeklerin ayrıcalığıdır, örneğin. Kadın ve çocukların genelde maskelere yaklaşması, yasaktır – maskenin kadınlar tarafından bulunduğuna inanılsa da…[5] Maskeler, takılmadıkları zaman dahi saygı gören, giderek canlı varlıklar muamelesi gören objelerdir; Rasmussen Alaska Eskimolarının maskelere yiyecekler sunduğunu kaydeder… Seneca yerlileri, maskelerini “beslemek” için dudaklarına kavrulmuş mısır unu ve isfendan şekeri sürerler. Orta Amerika Zunileri ata ruhlarını temsil eden Kachina maskelerini her öğünde beslemek zorundadır; aksi takdirde maskenin kendini kenarlarından yemeğe başlayacağına inanılır…[6] Bu ise maske sahibinin ata ruhlarına karşı yeterince saygı göstermediğinin belirtisidir.

Ama maske kullanımı Avrupa-dışı dünyaya özgü değildir; Avrupa toplumlarının hem üst hem de alt sınıflarında maske kullanımı yaygın olarak görüle gelmiştir; “maskeli balolar”, 15. yüzyıldan itibaren Venedik’ten başlamak üzere Avrupa saraylarını ve aristokratların şatolarının gözde eğlenceleri arasındaydı.

Batı Avrupa karnavallarının beşiği sayılan Venedik karnavalının başlangıcı 1268’e dayandırılır. Başlangıçta Paskalya yortusundan önceki Kutsal Perşembe günü tek günlük bir şenlik olan Venedik karnavalı, Venedik Doc’u, soylular ve loncaların öncülüğünde San Marco meydanında maskeli kalabalıklarca kutlanırdı. Zamanla karnaval daha geniş bir takvim aralığına yayılarak Ocak ayından Paskalya’ya dek uzandı. Karnaval ancak 1797’de Napoleon Bonaparte’ın Serene Cumhuriyeti’ni ele geçirmesiyle yasaklanacaktı…

Karnaval zaman içerisine yayıldıkça, maske kullanımı toplumsal etiketin bir parçası hâline geldi. 18. yüzyılda Venedik Docluğu yurttaşlardan kamusal alanda maskeyle dolaşmalarını talep ediyordu. Tarihçi James H. Johnson bu ilginç durumu, karnavalın ilk ortaya çıktığı 13. yüzyıl sonlarında bir avuç aileden oluşan Venedik aristokrasisinin izleyen beş yüzyıl içinde sayıca sınırlı kalsa da, ticaret, imalat, politik kayırmalar vb. aracılığıyla zenginleşen ailelerin, soyluluğun siyaseten başat konumunu tehdit etmesiyle açıklar. 18. yüzyıla gelindiğinde, toplumsal gerçeklikler 500 yıllık toplumsal-siyasal kategorilere sığmamaktadır. Maske, Johnson’a göre her sınıftan Venediklinin yılın büyük bölümü kadim siyasal düzeni tehdit etmeden toplumsal, iktisadî ve kültürel alanlarda kaynaşabileceği ortamı sağlamaktadır.[7]

Maske, sosyal statülere ilişkin rollerin geçici olarak tersyüz, her türlü yasak ve kısıtlayıcı kuralın ilga olduğu ortaçağ karnavallarının da vazgeçilmezidir. Ortaçağ boyunca Büyük Perhiz’in hemen öncesindeki, tüm Hıristiyan toplumlarının büyük şenliği karnavallarda halk sokaklara dökülür, maskeli geçitler düzenlenir, çalgı çalınır, dans edilirdi. Karnaval ahlâkçı toplumun tüm yasaklarının geçici olarak ilga edildiği momentti: tıkabasa yenilir, alkollü içkiler bolca tüketilir, sevişilir, küfürler edilir, zenginlerle yoksullar, soylularla köylüler arasındaki toplumsal farklar en azından sokakta ilga olurdu. Maske, kolektivitenin anonimliğinin güvencesiydi, adeta; kimsenin kendisi olmadığı, gündelik rutinin dışına çıktığı, yaşamını, davranışlarını düzenleyen gündelik kurallardan sıyrıldığı büyük altüstlüğün sigortası…

Bakhtin, maskeyi “folk kültürünün en karmaşık teması” olarak tanımlar. “Maske değişim ve yeniden doğuşun sevinciyle, şen görelilik ve tek-biçimlilik ve benzerliğin neşeli inkârıyla bağlantılıdır. Kişinin kendine uygunluğunu reddeder. Maske geçişle, dönüşümlerle, doğal sınırların ihlaliyle, dalga geçmeyle, takma isimlerle ilişkilidir. Yaşamın oyunbaz unsurunu içerir, en kadim ayin ve gösterileri karakterize eden, gerçeklikle imgenin özgün bir karşılıklı ilişkisine yaslanır. (…) Modern yaşamda dahi özel bir atmosfere bürünmüştür ve başka bir dünyaya değginmiş gibi görünür. Maske asla nesneler arasında bir nesneden ibaret değildir…”[8]

Maskenin yeniden görünürlük kazanması, 20. yüzyıl sonlarında, neoliberal kapitalizmin yıkımına karşı küresel planda patlak veren kitlesel protesto gösterileriyle oldu. 1970-80’li yıllarda Alman ve İtalyan otonomistlerin kullandıkları, ama pek yaygınlaşmayan maskeleri saymazsak, bu bağlamda ilk kez, 1994 yılbaşında, Meksika’nın ABD ile imzaladığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA’nın yürürlüğe girmesinden saatler önce, Meksika’nın Chiapas eyaletinde başgösteren Maya yerlilerinin Zapatista ayaklanmasıyla sahne aldı. İsyancı EZLN gerillaları, sadece gözlerini ve ağızlarını açıkta bırakan kar maskeleri ardında gizliyorlardı yüzlerini.

Yalnızca güvenlik güçlerinin gözetiminden korunmak için değil… Maske, bir bakıma küreselleşme karşıtı hareketlerin çoğunun paylaştığı ilkeleri ifadelendiriyordu:

  1. Parti ve devletin siyasal temsilinin reddi: Birinci tekil şahsın inkârı ve kolektivitenin içerisinde erimesinin göstereni olarak maskeler, devletin yurttaşlarından talep ettiği bireysel açık ve meşru kimlik temsilinin reddiydi.
  2. Toplumsal hareketlerde ayrıştırıcı kimlik gösterenlerinin ilgası: Kimlikler kadın, siyah, LGBTİ, yerli, dindar vb. olarak ayrışabilirdi ama herkes Zapatista, Otonom ya da Anonymous olabilirdi.
  3. Maske doğrudan demokrasi ve eşitlikçiliği desteklemekteydi: Temsilî organlardansa bireylerin karar alma süreçlerine doğrudan katılımını öngören yeni toplumsal hareketler için maske, yetke ve hiyerarşi gösterenlerinin ilgasıydı.[9] “Marcos’un kim olduğunu görmek istiyorsanız, maskenin ardında kimin gizlendiğine bakın, sonra da yüzünüze bir ayna tutup kendinize bakın. Orada gördüğünüz yüz Marcos’un yüzüdür, çünkü hepimiz Marcos’uz.”[10] diyordu EZLN “alt-komutan”ı Subcommandante Marcos.

Mesaj, kısa sürede neoliberalizme karşı tüm protesto hareketlerince alındı, kabullenildi. 2008-2012 küresel krizinde halklara dayatılan yoksullaşma/yoksunlaşma politikalarına karşı ABD’de Wall Street’in işgaliyle başlayıp kısa sürede dünyaya yayılan “Occupy/ İşgal Et” eylemleri, Zapatist kar maskesine V for Vendetta’nın Guy Fawkes maskelerini ekledi. Bu maske, kısa sürede küresel siber eylemci Anonymous hareketi tarafından benimsendi. İkonografiye kısa sürede 2017 tarihli Casa de Papel dizisinin ünlendirdiği Salvador Dali maskesi de eklendi… Ve Kürt/Filistin poşileri hem uluslararası dayanışmanın hem de yüze sarıldığında eylemciyi anonimleştiren gizliliğin simgesi olarak yerküredeki, neoliberal yoksullaştırma/yoksunlaştırma politikalarına karşı protesto eylemlerinin gözdesi olmayı sürdürdü…

Bakhtin’in karnavallara ilişkin sözleri protesto hareketlerinin yeniden güncelleştirdiği maskeyi anlamlandırmada geçerli bir bağlam oluşturmaktadır: “Kalabalığın şenlikli örgütlenmesi, öncelikle somut ve duyumsal olmalıdır. Güruhun sıkıştırması, bedenlerin fiziksel teması dahi belirli bir anlam yüklenir. Birey kendini kolektivitenin ayrılmaz bir parçası, halk kütlesinin bir üyesi olarak hisseder. Bu bütün içinde bireysel beden belirli ölçüde kendisi olmaktan çıkarak bedenleri mübadeleye sokar (kostüm değişikliği ve maske aracılığıyla) yenilenir. Aynı zamanda, halk duyumsal, maddi, bedensel birliğinin ve topluluğun ayırdına varır.”[11]

Buraya dek söylediklerimden, maskenin üstlendiği roller şöylece çıkarsanabilir.

  1. Maske, koruyucudur. Taşıyıcısını sağlık risklerine (hava kirliliği, solunum yoluyla bulaşan virütik hastalıklar, biyolojik/nükleer silahların etkileri…) karşı olduğu kadar, kitlesel eylemlerde otoriteye karşı korur.
  2. Maske bir “temsil”, kimliği değiştirme aracıdır. Küçük ölçekli toplumların kayda geçirilen ayinlerinin pek çoğunda, maske kullanıldığı görülür. Maske kullanıcıları, ayin boyunca somut kişiler (X klanının/topluluğunun Y isimli mensubu) olmaktan çıkarak bir başkası, genellikle klişe bir rol kalıbı içinde kavranan bir “doğa ötesi varlık”a dönüşürler. Ata ya da hayvan ruhları, doğa güçleri, ilahlar, mitik kişiler… Bu rolleriyle avın bereketli geçmesi, ürünün bol olması, sağaltım, yağmur sağlama, ölüm, kehanet… gibi topluluğun kritik gündemlerinde aracılık yaparlar. Maskenin bir başkasına (somut kişi ya da soyut kavram/güç) dönüş(tür)me işlevi, ya da bir başka deyişle “temsil” etkisi, seküler bağlamda, tiyatroda da sürer.
  3. Maske kimliği gizlemenin aracıdır. Maske izleyiciye yalnızca kişinin olduğundan başka bir kişi ya da şey (doğaüstü güç, ata ruhu, hayvan vb.) olduğu kabulünü dayatmaz. O, aynı zamanda, özellikle otoritenin sorgulandığı, protesto edildiği, meydan okumaya maruz kaldığı bağlamlarda, kişinin kimliğini gizlemesine aracı olur. Güvenlik güçleriyle çatışan, yüzü poşiyle sarılı eylemci, 21. yüzyılın gözetim teknolojilerine karşı önlemini almış sayar kendisini. Ama ortaçağ karnavallarında, maskeli balolarda ya da günümüz faşinglerinde gündelik yaşama hükmeden normları, ahlâk kurallarını boşlayan katılımcı da, maskenin kendisine sağladığı anonimlikten yararlanmaktadır. Ya da soyguncu, maskeyle gizler yüzünü. Bir başka deyişle maske (siyasal, idari, dinsel, ahlâksal) yetkeye karşı güvenlik sağlar.
  4. Maske anonimleştirici, eşitleyicidir. Kolektif eylemlerde maskenin, taşıyıcılarını anonimleştirdiği kadar, eşitleyici bir etkisi vardır. “Ben”i “biz”e katarak eritir. Ortaçağ karnavallarında taşınan maske, bir dülgerle bir kont arasındaki toplumsal uçurumu, geçici bir süreliğine de olsa, ilga eder. Zapatistaların kar maskesi, Occupycıların ya da Anonymous’un Guy Fawkes maskesi, otonomların yüzlerini gizlediği poşiler, sınırlarını devletlerin çizdiği meşruiyet alanının dışında devinen aktörlerde yatay ve eşitlikçi ilişkilere dayalı bir anonimite yaratmaktadır.

Yeri geldi, sorayım: Durumsal olarak kimi zaman maske takmamızı yasaklayan, kimi zaman ise (pandemi koşullarında olduğu üzere) teşvik eden, hatta zorlayan devletin kendisi maske takar mı?

Maskenin protesto hareketleri bağlamındaki anlamını tartışırken, “meşruiyet” sorunsalına değinmiştim. Protesto eylemlerinde taşınan maske (eylemcilerin eylemleri şiddet içersin ya da içermesin) devletin yurttaşlar için çizdiği meşruiyet sınırlarına itirazını ifade eder. Maskeli protestocu, kendisinden kamusal alanda yüzünü gizlememesini talep eden devlete, başka şeylerin yanı sıra, “kendi irademle benim için çizdiğin meşruiyet alanının dışına çıkıyorum” mesajını vermektedir. Bu ise bazı ülkelerde (hâlen) yasal kovuşturmayı gerektiren bir “suç” sayıldığı için, kamusal alanda yüzünü örtenler hakkında işlem yapılmasına yol açmaktadır.

Peki, devletlerin kendisi yurttaşlar için koydukları bu “açıklık” ilkesine ne kadar uyarlar?

“Meşruiyet” kâğıt üzerinde, “devlet” olmanın olmazsa olmazı. Premodern devletler meşruiyet kaynaklarını örflere, geleneklere, ilahi iradeye vb. dayandırırken, “modern” devletler meşruiyetlerini “yasalar” ve yasal düzenlemelerden alır. Kaynağını Anayasa ve devletin imzacısı olduğu uluslararası sözleşmelerden alan yasalar ve diğer mevzuat. Devletin “meşruiyet”i asgarî olarak, kendisini bağlayan yasaları çiğnemeyeceğine dair yurttaşa verdiği güvencede yatar.

Bu durumda, hiç kuşku yok ki bu mevzuat erişilebilir olmalıdır. Bir başka deyişle yurttaş(lar) devletin hangi uluslararası ve ulusal yasa, yönetmelik vb. mevzuat ile kendini bağladığını bilme hakkına sahiptir. Bilebilmelidir ki gerektiğinde devlete karşı yargıya başvurabilsin. (“Yargı denetimine açıklık” ilkesi, “hukuk devleti”nin temel özelliklerinden biridir, öyle değil mi?)

Dahası, bir devletin “demokratiklik” iddiası varsa, yalnızca yasal mevzuata bağlılık da yeterli değildir. Bu işleyişi yurttaş denetimine tabi kılmak için “açıklık/şeffaflık ilkesi” de vazgeçilmezdir. Yard. Doç. Dr. Mahmut Akpınar “demokratik yönetim anlayışı”nın üç temel unsurunu şöyle tanımlıyor: “İdarenin karar alma süreçlerinin önceden belli olan usul ve esaslara göre belirlenmesi; idare dışında olanların idarenin elinde bulunan ve gizliliği olmayan bilgi ve belgelere kolayca ulaşabilmesi, yani ‘bilgi edinme özgürlüğü’; son olarak, vatandaşın katılımını kolaylaştıracak şekilde idarenin ‘aleni’, yani açık olması”…[12]

“Aleniyet”, hiç kuşku yok ki yasal çerçevenin erişilebilirliğinin yanı sıra, yurttaşın muhatap olduğu devlet görevlisinin açık kimliğini bilme hakkını da içerir. Bu nedenledir ki, örneğin, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun 4/A maddesi, “Polis, görevini yerine getirirken, kendisinin polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra, kişilere kimliğini sorabilir,” demektedir. Ya da, Emniyet Hizmetleri Sınıfı Mensupları Kıyafet Yönetmeliğinin 5/c maddesi polis şapkasının nasıl takılacağını belirlerken, “Şapka ve kep, vizörünün ön kenar ile kaş arasında bir parmakla, en çok bir buçuk parmak mesafe bırakılmak suretiyle kaşlara paralel olarak” giyilmesini düzenler. Aynı yönetmeliğe 2020 yılında yapılan bir değişiklikle, kadın polislere başörtüsü serbestisi sağlanırken, yüzün örtülmemesi esası getirilmiştir: “Başını örten bayan personel için başı örtecek ama yüzü örtmeyecek” bir örtü kullanılacaktır. (madde 17) Bunun yanı sıra, her polis, görülebilir bir yaka (ya da kask) numarası taşımak zorundadır.

Bunların anlamı belli: Devlet görevlileri, ama özellikle de devletin yurttaşla en sık muhatap olan görevlisi, kimliği açık, teşhis edilebilir olmalıdır…

Tabii bu, kâğıt üzerinde böyledir… Devlet(ler)in “raison d’état” ile açıklanan, yurttaş denetimine kapalı, gizli-kapaklı işleri vardır, ve bunlar “devlet sırrı” kisvesi altında “maskelenir”. Öyle ya, hükümetlerin bütçenin askerî operasyonlar, istihbarat, “devletin güvenliği” vb. işler için kamu denetiminden kaçırdığı (ve 2021 yılının ilk yarısında yüzde 107 oranında artarak rekor bir rakama, 463,7 milyon TL’yi bulduğu bildirilen)[13] kısmının adı “örtülü ödenek” değil mi?

Ödeneğin “örtülüsü” olduğu gibi, devlet güçlerinin de “örtülü”sü vardır… “Terör”le ilişkilendirilen suç isnatlarında mahkeme huzuruna çıkartılan tanıklar, SEGBİS’le katılmaktadırlar duruşmaya ve yüzleri ile sesleri perdelenmektedir, örneğin. “İtirafçı”ların ya da devlet güçlerine “yardımcı” kişilerin, ettikleri “yardım” ölçeğinde kimlikleri gizlenir, değiştirilir, başka bir hayat sağlanır kendilerine.

Ama “devlet ve maske” ilişkisinin en çarpıcı örneği, “maskeli devlet güçleri” ya da “Özel Harekâtçılar”dır. Erişime kapalı bir yönetmeliğe, “Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Dairesi Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilâtı Kuruluş, Görev ve Çalışma Yönetmeliği” (bu yönetmeliği internet ortamında bulamazsınız…) hükümlerine göre görevdeyken maske takmaları “zorunlu” olan görevlilerdir bunlar.[14]

Peki, “Özel Harekâtçılar” devletin yasalarıyla ne kadar bağlıdır? (Aklıma 2015 Aralık’ında tanıklık için bir insan hakları savunucuları heyetiyle birlikte gittiğim Diyarbakır’da, çatışmaların yaşandığı Sur bölgesinde bize “eşlik eden” kar maskeli özel harekâtçının sözleri geliyor: “Burada devlet de biziz, kanun da!”).

Bunu teşkilâtın kurucusu Korkut Eken’in (Bozkurt Yarbay) TBMM Susurluk Komisyonu’na verdiği ifadeden öğrenelim, dilerseniz:

“… Evet, bunlar, güneydoğunun tabiî efendim, bütün kırsal kesimlerini karış karış dolaşan, diyelim ki, bir ay içinde yirmi günü dağda geçirip, üç beş gününü evde geçiren, basılması muhtemel en kritik arazi ve arızalarını bekleyen, ilçeleri bekleyen özel yetişmiş birimler. Bunların çoğu, inanın ifade almayı bilemez diğer polisler gibi. Bırakın pasaport işleri, bilmem ne şeyi, ifade almayı bilemez diyorum. Normal polisten; bunlar, sadece kırsal kesimde, askerlerin özel timleri gibi, sırf kırsal kesimde ama mücadele etmek üzere yetiştirilmiş, hazırlanmış birlikler. … Özel tim personeli diğer polisler gibi yetişmemektedir. Bunlar dağda, bayırda, gece ve gündüz her türlü iklim ve arazi şartlarında görev yapabilmesi, inisiyatifle hareket edebilmesi için, böyle serdengeçti tipte yetiştirilmektedir. Eğer, diğer polisler gibi pısırık -karakol polisi- sadece ifade almak için falan gibi yetiştirilirlerse, PKK ile mücadele etmeleri mümkün değil. Bunu yalnız ben polis özel timleri için söylemiyorum, bütün genel anlamda, askerin de özel timlerinin böyle yetişmesi gerektiğine inanıyorum. Ufak tefek bunların şeyi olacak tabii, başka türlü adam dağda aylarca kalamaz, aylarca PKK ile mücadele edemez, başından kurşun geçmeyen adam da bunları bilemez. …”[15]

Korkut Eken’in sözünü ettiği “ufak tefek şeyler”in ne olduğunu Kürt coğrafyasında yaşayan herkes biliyor… Kürt halkına nelere mal olduğunu da… En yakın örnek, AKP hükümeti ile Kürt hareketi arasındaki müzakerelere dayalı “Barış Süreci”nin sona ermesi ardından Ağustos 2015-Şubat 2016 arasında PKK’nin eylemleri gerekçesiyle estirilen “isyan bastırma” havasında gerçekleştirilen operasyonlardır. İlan edilen sokağa çıkma yasakları boyunca TİHV’in 22 Mart 2016 tarihli raporuna göre “en az 310 sivil” yaşamını yitirmiş, yüzlerce kişi yaralanmış, yaralıların tıbbi yardıma erişimleri engellenmiş, mahalleler yıkılmış, bölge halkı telafisi olanaksız maddi ve manevi kayıplara uğratılmıştır. Ayrıntılar için çeşitli insan hakları kuruluşlarının olayların ardından hazırladığı Suç Duyurusu”na[16] ve İHD, TİHV, MHD, bölge baroları gibi kuruluşların raporlarına bakılabilir. “Suç duyurusu”nda olan-bitenler “İnsanlık suçu” olarak tanımlanmaktadır. Raporlarda sayılan eylemlerin faili ise, hemen tümüyle maskelerinin ardına gizlenmiş, kimliklerinin tespiti mümkün olmayan, dolayısıyla da hiçbir zaman yargı önüne getirilemeyecek olan “Özel Harekât”çılardır. Görevleri arasında, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün tanıtım sitesinde, “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü kayıtsız ve şartsız korumak” bulunan[17] Özel Harekât”çılar… Eli silahlı bir güvenlik “birimi”ni böylesi bir “misyon”la donatıp böylesine kontrol dışı bırakırsanız, yapacakları “ufak tefek” şeyler, toplum nezdinde onulmaz yaralar açabilir…

Olasıdır ki bu sözlerin ardından, “Ya devletin güvenliği?” sorusu gelecektir.

Aslına bakılırsa sorun, elimizdeki en zengin örnek kaynağını oluşturan T.C. Devleti’yle sınırlı değil. Genellikle miladı 11 Eylül 2001 tarihine yerleştirilen “küresel terörle mücadele” stratejisi, çubuğun “Temel İnsan ve Yurttaş Hakları” ucundan “devletin güvenliği” ucuna doğru bükülmesini öngörmekte, devletlerin tasarrufları artan ölçülerde şeffaflıktan, denetlenebilirlikten uzaklaşmakta.

Afganistan’da gelinen duruma bakıldığında, ne denli “başarılı” olduğu bir hayli su götürür hâle gelen bu “güvenlik stratejiler”i, kanımca daha çok hem ulusal hem de küresel ölçekte büyüyen gelir uçurumuyla ilgili. OXFAM verilerine göre, 2019 itibariyle en zengin yüzde 1’lik dilimin servetinin 6.9 milyar insanın toplam servetinin iki katını geçtiği[18] bir dünyada, meşruiyeti de, yurttaş denetimini de, şeffaflığı da, demokrasiyi de sürdürmek, olanaksız…

Bu nedenledir ki devlet(ler) eşitsizliğin devasa (ve sürdürülemez) boyutlara eriştiği bir düzeni korumak adına maske taktıkça, yurttaşlar da maskelerine bürünüp sokaklara, meydanlara dökülmek zorunda kalıyor…

30 Ekim 2021, Çeşme Köyü

 

[*]    16-17 Ekim 2021’de on-line olarak düzenlenen “Maske” temalı 7. Siyasal Psikoloji Konferansı açılış konuşması.

[2]    Jean Baudrillard.

[3]    Archivistpress, “An Anthropology of Masks in Modern Protest Movements”, 25 Şubat 2016, https://archivistpress.wordpress.com/2016/02/25/an-anthropology-of-masks-in-modern-protest-movements/

[4]    Gülfem Uysal, “Mağara sanatı”, 2016 https://www.researchgate.net/publication/ 291137009_Cave_Art_Magara_Sanati

[5]    Polly Richards, “The Dynamism of Dogon Masks and Mask Performances”, https://www.menil.org/read/online-features/recollecting-dogon/dogon-now/dynamism-of-dogon-masks-polly-richards.

[6]    Doug Johnson, “Facing the Mask and Unmasking the Face, a Discussion of Masked Impersonation in North American Indian Religious Traditions”, 1984.

[7]    Jeffry S. Ravel, “Venetian Masks for Carnival and for finessing an archaic political order”, https://shass.mit.edu/news/news-2020-pandemic-meanings-masks-venetian-masks-historian-jeffrey-s-ravel

[8]    Mikhail Bakhtin, Rabelais and his World, Indiana University Press, 1984: 39-40.

[9]    Bkz. Thomas Nail, “The Politics of the Mask”, http://www.huffingtonpost.com/thomas-nail/the-politics-of-the-mask_b_4262001.html. Hiç kuşkusuz, politik arenada maske yalnızca sol hareketlerin eşitlikçiliğine işaret etmiyor. Ku Klux Klan gibi ırkçı yapılanmalar da, kovuşturmalardan kaçınmak için taktıkları kukuletalı maskeleriyle son derece katı bir hiyerarşi sergiliyorlar.

[10]  Aktaran Erhan Özcan, “Unmasking The Power: A Short Genealogy of Political Mask”, https://www.academia.edu/10203836/Unmasking_the_Power_A_Short_Genealogy_of_Political_Mask

[11]  Bakhtin, a.g.y. s. 255.

[12]  Mahmut Akpınar, “Gün Işığında Yönetim Açısından Türk Kamu Yönetiminde Açıklık ve Şeffaflık Sorunu”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Y.2011, C.16, S.2, s.235-261.

[13]  Emre Deveci, “Cumhurbaşkanlığı’ndan Örtülü Harcamada Rekor”, Sözcü, 16 Temmuz 2021, https://www.sozcu.com.tr/2021/ekonomi/cumhurbaskanligindan-ortulu-harcamada-rekor-6542418/

[14]  “Özel Harekât Polisleri mesleğin gerektirdiği gizlilik kurallarına riayet edilmesi bakımından Özel Harekât Daire Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilâtı yönetmeliği hükümlerine göre maske takmak zorundadır.” (https://www.internethaber.com/ozel-harekat-polisleri-neden-maske-takiyorlar-foto-galerisi-1738276.htm)

[15]  https://atin.org/newsdatabase_print.asp?pcmd=articleprint&articleid=245

[16]  ÖDAV (Özgürlükçü Demokrat Avukatlar Grubu) “İnsanlığa Karşı Suça İlişkin Dilekçe Örneği”, https://failibelli.org/wp-content/uploads/2016/06/%C4%B0nsanl%C4%B1%C4%9Fa-Kar%C5%9F%C4%B1-Su%C3%A7a-%C4%B0li%C5%9Fkin-Dilek%C3%A7e-%C3%96rne%C4%9Fi-%C3%96DAV.pdf

[17]  https://www.egm.gov.tr/ozel-harekat-polisi

[18]  Uluslararası Şeffaflık Derneği, “Küresel Servet Eşitsizliği Raporu”, http://www.seffaflik.org/wp-content/uploads/2020/02/Oxfam-K%C3%BCresel-Servet-E%C5%9Fitsizli%C4%9Fi-Raporu.pdf

Mücadeleyle Kazanalım!

Mücadeleyle Kazanalım!

  • Isınma, elektrik, su, iletişim
    kamulaştırılsın, ücretsiz olsun!
  • Eğitim, sağlık, ulaşım
    kamulaştırılsın, ücretsiz olsun!
  • Temel gıda maddeleri
    ücretsiz karşılansın!
  • Herkese nitelikli ve sağlıklı koşullarda
    ücretsiz barınma hakkı sağlansın!
  • Maaşlar alım gücü esas alınarak halkın enflasyonuna göre her ay güncellensin!
  • En düşük ücret işçi sendikalarının
    açıkladığı yoksulluk sınırının üstünde olsun!

Asgarî ücrete “tarihî zam” deniyor. Daha elimize geçmeden buhar oldu. Var mı bu ay eline 4253 lira geçen? Ama işe gitmek için aylık akbilimizi 430 liraya doldurduk, elektrik faturamız 150 TL’yse, 300 TL geldi, eli titremeden kombiyi açabilen kalmadı. Yumurtanın tanesi 2 TL olmuş, çocuğa hazırlanacak beslenme çantasında beslenecek bir gıdım şey kalmamış ama pek sayın bilirkişiler “gerekirse simit yenecek” demiş.

“Bekleyin” diyorlar dört bir yandan, aman “sokağa çıkmayın”, aman “isyan etmeyin”, “şükredin”…

Aklımızla, açlığımızla, öfkemizle dalga geçiyorlar!

Bizi o kadar çok yalanla beslediler, aklımızla o kadar dalga geçtiler ki, bu istekler, bazılarımıza “bu kadarına da hakkımız yoktur” diye düşündürtüyor. Hayır, var! Onlar şatafat içinde yaşayıp, aksıra tıksıra yiyebiliyorlarsa, onların çocukları özel eğitimler alabiliyorsa, onlar hasta olmasınlar diye evlerinde hemşireler, doktorlar varsa, bizim de, çocuklarımızın da, öyle şatafatlı filan da değil, insanca ve onurlu yaşama hakkımız var.

Dönüp baktığında “zor bunların yapılması” mı diyorsun? Açlık sınırının altında 10 saat çalışmak ne kadar kolay? Çocuğuna peynir alırken 3 kere düşünmek mi kolay? 2 lira daha ucuz diye soğukta, sokakta ekmek kuyruğunda beklemek mi kolay? Aslında bizlerin yarınları için hiçbir şey demeyenlerin yalanlarını izleyip geceleri rahat uyumak mı kolay?

Gerçekten yaşamak, insanca, onurlu, başı dik yaşamak, sen istersen mümkün.

Artık, her molada birbirimize artan fiyatları anlatıp serzenişte bulunmak, TV’de karşımıza suratları çıkınca küfrü basıp kanalı değiştirmek, TikTok’ta ayçiçek yağıyla komikli video çekmek, dayanamayıp “istifa” diye tweet atmak, yetmez!

İstemek, değiştirmekle başlar.

Bu bildiri karşına nerede çıktıysa; küfrederek gittiğin işe yürürken, pazarda geçen haftaya göre ne zamlanmış diye bakınırken ya da daha gün ışımadan bir servise binerken…

Henüz uzaklaşmadıysan dön bir tane de arkadaşın için al.

Katla, cebine koy, akşam yemekten sonra sofrada bir daha oku.

Nerede işçi-emekçiler için gerçekten bir şey yapılıyorsa gösterilmiyor biliyoruz, ancak onlarca şey yapılıyor! Gazetemizi, dergimizi, sosyal medya hesaplarımızı takip etmeye başla, bir kişiye daha gönder. O direnişlerden öğreneceklerimiz vardır, umudumuz o direnişlerden gelecektir.

“Bugünü de atlattık” diyerek beklemekle geçmeyecek bu buhran.

Sorunlarımız, dertlerimiz ortak, çözümü de ancak bir araya gelmekten, örgütlenmekten geçmekte.

Haklarımızı ve yaşamlarımızı kazanmamızın yolu direnişleri büyütüp, yan yana getirmekten geçiyor.

Sorunlarımız aşikârdır. Çözümleri için birlikte mücadele etmek için fabrikalarımızda, işyerlerimizde, okullarımızda, mahallelerimizde meclisler kuralım. Adım adım yapacaklarımızı belirleyip haklarımıza alalım.

Mahallende, işyerinde, okulunda, Kaldıraç Hareketi’ne katıl!

Katıl, insanca, onurlu bir yaşamı ellerimizle yaratmaya başlayalım!

Katıl, geceleri aç yatmadığımız gündüzleri sömürülmediğimiz bir hayat kuralım!

Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır!

12 Ocak 2021

Kaldıraç Büroları
İstanbul Avrupa Yakası:
Akdoğan Sk. No:34-36 D:5 / Beşiktaş
İstanbul Anadolu Yakası:
Serasker Caddesi No:35 D:14 / Kadıköy
Ankara:
Selanik Cad. No: 48/10 / Kızılay
İzmir:
1469 Sokak No:128 Daire:4 Alsancak / İzmir

WhatsApp İletişim:
0212 258 6861

ABD, savaşı dayatıyor

Artık, bir genel kabul hâline gelmiştir: ABD hegemonyası çözülmektedir.

ABD hegemonyası, 1945 sonrasında oturuyor.

ABD, 1800’lerin sonlarında, kapitalizm tekelci aşamaya yükselirken, kapitalist emperyalizm oturmaya başlarken, yani kapitalist sistem gerçek karakterini daha dolaysız ortaya koymaya başlarken, İngiliz hegemonyasını zorlayan ülkelerden biri olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. İngiliz hegemonyası, yüzüncü yılını doldurmuştu bile. Avrupa’da Almanya, Uzak Doğu’da Japonya ve en Batı’da ABD, İngiliz hegemonyasını, Fransa’dan daha ciddi biçimde tehdit etmekteydi. ABD, İngiltere ile doğrudan karşı karşıya gelmek yerine, İspanya sömürgelerini fethetmekle meşguldü. Ama esas vurgumuz savaş yolu ile sömürgelerin el değiştirmesi değil, ekonomik olarak ABD, Almanya ve Japonya’nın İngiliz hegemonyasını zorlamaya başlaması idi.

Birinci Dünya Savaşı, ABD’nin hiçbir kayba uğramadığı bir savaş oldu. Ama Almanya, ciddi bir yenilgi yaşadı. Böylece ABD, kapitalist dünya açısından biraz daha öne çıkmaya başladı. Hem Almanya yenilmişti hem de İngiltere güç kaybetmekteydi.

İkinci Dünya Savaşı, daha farklı bir savaştır. Savaşın esas amacı, SSCB’yi yok etmek, böylece tüm kapitalist dünya için yeni bir sömürgeleştirilecek alan yaratmaktı. Bu, hem kapitalist sisteme, sermaye egemenliğine karşı bir tehdit olarak zafere ulaşmış olan proletarya devletini ortadan kaldırmak demek olacaktı, hem de ardından, bu geniş coğrafyanın emperyalist güçler arasında paylaşılması söz konusu olacaktı.

Bu işe en hevesli olanı, Birinci Dünya Savaşı’nın esas kaybedeni olan Almanya olmuştu. Diğer emperyalist güçler, SSCB yenilene kadar Alman ordusunun arkasındaydı. Ama savaşın bu ilk aşaması Almanya nezdinde emperyalist dünyanın yenilgisi ile sonuçlandı. Kızıl Ordu, Hitler’i Berlin’e kadar sürmeyi başardı. Bu zafer, elbette Sovyet devrimi tehdidinin tüm sistemi baştan aşağıya sarması da demek oluyordu.

ABD hegemonyası, işte bu İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda gerçekleşti. Marshall Planı-Truman Doktrini gölgesinde, Dünya Bankası, IMF kuruldu, diğer paralar dolara, dolar da altına bağlandı. NATO kuruldu. Tüm bunlar, ABD hegemonyası altında, yeni dünya düzeni anlamına geliyordu ya da günümüz moda deyimi ile “the great reset”. “The great reset”, ABD hegemonyası da demek idi.

ABD, komünizm tehlikesine karşı tüm emperyalist ve kapitalist dünyanın ortak örgütlenmesinin lideri oldu. Elbette bunun ikili yönü vardı, bir yandan komünizme karşı savaş, diğer yandan ise emperyalist sömürüden en fazla payı almak.

İşte çözülmekte olan hegemonya, bu hegemonyadır.

Hegemonyanın çözülüşü de bir anda gerçekleşmedi. Kapitalist sistemin altın çağı olarak adlandırılan 1950-65 arası dönemin sonunda, 1970’lere gelindiğinde, Almanya ve Japonya, yeniden dirilmişlerdi. Üzerlerindeki ABD askerî kontrolü bir yana bırakılırsa, ABD’nin yeni rakipleri idiler. Ama ABD askerî kontrolü, yabana atılır gibi değildi. Bu nedenle, ABD’ye itirazlar yüksek sesle ilan edileceği zaman Fransa öne çıkmıştır. 1971 petrol krizi, ABD’nin karşılıksız dolar basmasının ayyuka çıkması sonrasına aittir. ABD, tüm petrol satışlarını dolara bağlayan bir sistem kurdu ve mesela Katar, o zamana kadar İngiliz sömürgesi iken, bir “kuyu-devlet” oldu. Katar, Kuveyt, BAE birer kuyu-devlettir. Suudi Arabistan, çok kuyulu bir devlet olarak ele alınabilir.

SSCB çözüldükten sonra, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, biten komünizm tehdidi ile ABD’nin hegemonyasına direnmeye başladılar. Önceden başlamış olan süreç, artık su üstüne çıkmaya başlamıştır.

ABD, hegemonyasının çözülüşünü önlemek için, “tek dünya devleti”, “imparatorluk” gibi hamleler yaptı. Afganistan ve Irak işgalleri bunun devamıdır. Ama bu süreç tıkandı. Nihayet Suriye savaşı ile, bu sürecin sonu görünmüştür. Artık, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere, bu eski paylaşımı kabul etmeyeceklerini ortaya koymaya başladılar ve böylece yeni paylaşım savaşımı tam olarak ortaya çıktı.

Balkanların, Yugoslavya’nın paylaşımı, tam da budur.

Suriye savaşı, Rusya ve Çin’in, sistemin yeni sömürgeleri olmayacaklarını ilan etmeleri de demektir. Bu durum, krizi hem boyutlandırdı hem de derinleştirdi.

İşte çözülme dediğimiz şey tam da budur. Bu özet, “çözülmekte olan ABD hegemonyası” adlandırmasını yeni duyanlar içindir. İşte bu artık, sadece bizim söylediğimiz bir şey değil, genelleşmiş bir kabuldür.

Çözülen ABD hegemonyası, sanki eğik düzleme binmiş bir ağırlık gibi sürekli hızlanarak kaymakta olan bir cisme benzemektedir. Ve ABD, bu süreci durdurmak istiyor. Suriye savaşı bunun için idi. Libya, Kafkaslardaki operasyonlar, Çin Denizi’ndeki hamleler, Kuzey Kore’ye karşı hamleler bunun içindir.

ABD, karşısındaki güçlere karşı açıktan savaşmak için elinde var olan askerî üstünlüğün de sınırlarını Suriye savaşı ile görmüş oldu. Bu durumda, ABD, diğer dört emperyalist rakibini yanına alıp, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirme politikasını sahaya sürdü. AB, Japonya, İngiltere bu politikaya “destek” vereceklerini ilan ettiler. Rusya ve Çin, düşman ilan edildi. Bu durum Trump döneminde başlasa da, Biden döneminde de devam ettirilmektedir. Biden, savaş politikaları konusunda, Trump’ı aratmayacak bir tutum aldı, zaten beklenen de buydu.

2022 yılının başına gelirken, bu açıdan ilgi çekici gelişmeler yaşanmaktadır.

1

ABD, Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden hamleler yapmaktadır. Rusya, Ukrayna ile savaş istemediğini açık olarak beyan etmektedir. Zira, bu savaş, neredeyse kaynaşmış iki halkın arasında kan dökülmesi demektir ve doğrusu bunu istememeleri de anlaşılırdır.

Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatı Ukrayna üzerinden yapılıyordu. Ukrayna’da, Kanada ve ABD’den geri getirilen Nazi artıklarının iktidarı alması ile başlayan süreç, bu gaz sevkiyatını da problemli hâle getirdi. Ukrayna, kendisine aldığı gazın ödemelerini yapmadı.

Dahası, yeni Nazi yönetimi Rusya’ya karşı savaş hazırlıklarına başladı. Rusya, daha önce Ukrayna’ya bırakılmış olan Kırım bölgesinde bir referanduma gidilmesini istedi ve bölge Rusya’ya dahil olma kararı verdi.

Rusya aynı zamanda, Kuzey’den ve Karadeniz-Türkiye üzerinden bir yeni gaz hattı döşemeye başladı. Böylece Ukrayna’nın kaprislerine boyun eğmek zorunda kalmaktan kurtulacaktı. Hatlardan Karadeniz-Türkiye hattı faaliyete geçti. Kuzey hattı ise Belarus üzerinden dolaşıyordu. Hat, Ekim 2021’de tamamlandı ama henüz hatta gaz verilmedi. Bu durum, Merkel-Biden görüşmesine konu olmuş, Biden bu hatta karşı yaptırım uygulanmayacağını söylemiştir. Ama buna rağmen, olaylar hiç de rayında ilerleyiş göstermiyor.

Beyaz Rusya üzerinde ABD planları, Batı baskısı devreye sokuldu. Bu konuda Polonya ve Türkiye, özel birer tetikçi rolü oynamaktan geri durmuyor. Süreç, kendini sosyalist olarak görmeye devam eden Beyaz Rusya’nın, Rusya’nın çizgisine gelmesi ile sonuçlandı. Ama bu süreçte Ukrayna meselesi Beyaz Rusya’yı kapsayacak şekilde büyüdü.

ABD, Ukrayna meselesini kaşımaya devam ediyor.

Ukrayna sanki Rusya’nın zayıf karnı olarak görülüyor. Ukrayna’ya sürekli olarak yeni hamleler yapıyor. Bu durum, ABD’nin AB’yi aktif olarak bölgeye sokması için de fırsatlar üretiyor.

ABD, son dönemde Karadeniz’e sürekli olarak savaş gemileri göndermekte, bu savaş gemileri aracılığı ile sürekli gerilim tırmanmaktadır. Son haftalarda, bu sürece İngiltere ve Fransa daha aktif dahil olmaya başlamışlardır.

Öyle anlaşılıyor ABD’de bir grup, Rusya’ya şiddetli bir saldırının zamanının geldiğini ilan etmektedir. Bunun tersini savunanlar da var. Ama saldırı için Ukrayna’nın bir bahane olarak kullanılmasını önerenler, artık bu fikirlerini açıktan tartışmaktadır. Rusya’yı dize getirmenin acil olduğunu öne sürmektedirler. Buna göre, hem Karadeniz’den hem Kuzey’den Polonya üzerinden hem de alttan Türkiye üzerinden Rusya’ya karşı bir NATO saldırısı gündemde gibidir.

Karadeniz’e daha donanımlı bir tarzda ABD savaş gemileri gönderildiğinde, Rusya, yörüngede bulunan kendisine ait bir eski uyduyu yeryüzünden vurarak indirmiştir. Bu durum, ABD tarafından protesto edilmiştir. Aslında Ruslar nihayetinde kendi uydularını vurmuştur. Ama bu durum savaş kapasitesi açısından yeni bir bilgi gibi görünmektedir. Yoksa ABD bunu neden protesto etsin?

Bu olayın ardından, İngiliz ve Fransız gemileri de Karadeniz’e gelip gitmeye başlamıştır. Yani Karadeniz adeta kapalı bir denizden açık bir deniz hâline gelmiş gibi, savaş gemilerine çok rastlanır hâle gelmiştir.

Gelişmelerin ardından, ABD Dışişleri Bakanı, Rusya ziyaretinde, “Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ve işgal etmesi hâlinde, Rusya’ya savaş açmayacaklarını, ama ağır bir ekonomik ambargo uygulayarak Rusya’yı uluslararası sistemden çıkaracaklarını” söylemiştir. Açıklaması böyledir.

Rus tarafı, zaten böyle bir saldırı hedeflerinin olmadığını açıklamıştır. ABD Dışişlerinin bu açıklaması, aslında Ukrayna’nın hayal kırıklığını artırmıştır. Demek ki, ABD bir geri adım atmak zorunda kalmıştır.

Bu nedenle olmalı, Biden ve Putin, 7 Aralık 2021’de bir telekonferansla görüşme yapmışlardır. Görüşmede ABD tarafı, aynı görüşleri tekrarlamış, Ukrayna’nın işgali hâlinde uluslararası yaptırımlardan söz etmiştir.

Aradan bir süre geçtiğinde, NATO Rusya’nın taleplerini ele alacağını duyurmuştur.

Anlaşılan o ki, Rusya, kendi güvenliği için bazı şartlar masaya koymuştur. Muhtemelen bu şartlar NATO’nun bölgeden uzak durması, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınması gibi süreçlerin durdurulması, Ukrayna’ya yabancı asker ve silah sevkiyatının durdurulması vb. gibi başlıklardır.

Son durum, bu noktadadır.

Bu tablo, açıkça göstermektedir ki, Rusya ile hem bir savaş planlanmakta hem de Rusya ile müzakereler yürütülmektedir.

ABD, açıkça Rusya’ya Çin’i yalnız bırak mı diyor? Bizim tahminimiz budur. Ama son “uydu vurulması” sürecinden sonra, masada Çin’in yalnız bırakılması meselesi artık yok gibidir. Masada ABD ve NATO’nun bölgeden uzak durması meselesi var gibidir.

Tam bu noktada, Rus yetkililerin “Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır” türünden açıklamaları -daha çok siber saldırı alanını konu alarak da olsa yapılması-, anlamlı olmalıdır.

2

ABD, bu konuda hem Türkiye’yi hem de Polonya’yı birer tetikçi olarak kullanmaktan geri durmuyor. Türkiye, sadece ve sadece ABD emri olduğu için bunları yapmaktan geri durmayacaktır. Zaten var olan ekonomik kriz nedeni ile Saray Rejimi, ABD politikalarının aktif tetikçisi olmayı severek üstlenmektedir. Ülke içinde sürmekte olan, rant-yağma ve savaş ekonomisi de bunu gerekli kılmaktadır.

Hem Ukrayna hem de Türkiye, ABD adına tetikçilik yapmaktadır. Her ikisinde de çeteleşmiş birer devlet çarkı kurulmuştur. Her ikisinin ekonomisinde de ABD zayıftır, Türkiye’de daha fazla olmak üzere her ikisinin ekonomisinde de Almanya güçlüdür.

Almanya ekonomik gücüne rağmen askerî alandaki durumu nedeni ile, daha sessiz olmayı seçmek zorunda kalmış gibidir. İki savaşta da “öncü” olmayı seçmiş olan Almanya’nın, bu Üçüncü Dünya Savaşı’nda daha pasif ve bekleyen bir görüntü çizmesi anlaşılmaz da değildir. Oysa emperyalist rakipleri (Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere) içinde ABD’yi en çok zorlayan güç Almanya’dır.

Türkiye ve Ukrayna’nın tetikçi rolü, aynı zamanda bu ülkelerdeki rejimlerin sürecini de belirlemektedir. TC devleti, ABD politikalarının dışına çıkmayı bile düşünmemektedir. Tersine, tetikçilikte daha da heveskâr hâldedir.

Türkiye’de yaşanan bunalım nedeni ile, seçimi bir alternatif olarak görenlerin, bu durumu da hesaba katmalarını öneririz. Zira, ABD’nin ihtiyaç duyduğu bir “tetikçi” rejimdir ve bu rejimin devamı açısından oldukça önemli bir itki sağlamaktadır.

Öte yandan Türkiye’nin Rusya ile girift hâle gelmiş ilişkileri vardır. Bu ilişkiler, mesela sadece ve sadece Suriye sahasında, çok etkileyici sonuçlar vermeye müsaittir. Saray Rejimi, İdlib’den ve Suriye’de işgal ettikleri topraklardan çıkmak zorunda kalırsa, sadece ekonomik kayıplara uğramakla kalmayacaktır.

3

Tam bu noktada İngiltere, ABD’nin ardından imdada yetişir gibidir.

Birincisi, Türkiye’de ABD-AB restleşmesine çözüm olarak İngiltere kendi adayı ve çözümü için şans aramaktadır. Akar, öyle anlaşılıyor, bu nedenle şansa sahip gibidir. Erdoğan sonrası açısından bu böyledir. İyi ama Akar, Erdoğan’ın sahip olduğu “tetikçi” rolünü oynamaktaki maharetlere sahip midir? Bunu isteyeceği açıktır, ama bunu başarması daha zordur.

İkincisi İngiltere, Türk Cumhuriyetleri ile bağlantılar üzerinden Rusya’nın arkasına dolaşmak olarak isimlendirilecek ABD projesi için de devrededir. En son Turan toplantıları ve açıklamaları, tam da İngiltere’nin izlerini taşımaktadır. Bunun ABD’ye rağmen olmadığı açıktır ama ABD’den rol çalmak anlamına geleceği de açıktır.

İngiltere-ABD arasındaki yakınlaşma, Avustralya ile anlaşmada da ortaya çıkmıştı. Avustralya, Fransa ile 5 yıl önceden yapılmış denizaltı anlaşmalarını feshetmiştir. Fransa bu duruma “sırtımızdan vurulduk” tepkisini vermiştir.

İngiltere’nin Ortadoğu’da da rol almak isteyeceği kesindir.

Ama bu süreçler dahi, İngiltere’yi, ABD’nin hegemonyasının yerine oturtmaya yetecek gibi değildir.

4

Meselenin bir de Çin’e karşı savaş hamleleri boyutu var.

ABD, yanına Japonya’yı da alarak, Çin’e karşı savaş hamleleri yapmaktadır. Bir yandan Uygur meselesi var ki, büyük oranda ABD bu konuda yol alamamaktadır. Afganistan üzerinden hamlelerini bilemiyor olsak da, ABD’ye yerleştirilmiş Uygur nüfusu üzerinden bir etki yaratmaktan uzaktırlar.

Ama öte yandan Tayvan meselesi var. Çin ve Tayvan arasındaki denize hamleler yapan ABD gemileri, sürekli yeni hamleler denemektedir. En son bir ABD denizaltısı “belirsiz bir cisme çarptı” açıklaması, ABD tarafından yapılmıştır. Bu belirsiz cismin ne olduğu, onca donanıma sahip ABD gemisince “saptanamamış” gibidir. Bu durum sonrasında, ABD bir adım geri atmış olsa da, tacize ve gerilim politikalarına devam etmektedir.

ABD savaş gemilerinin manevralarına destek vermek için Japon savaş uçakları her havalandığında Rusya’nın uçaklarını devreye soktuğu da bilinmektedir.

ABD, Çin’in etki alanını daraltmak için, şiddetli bir ekonomik savaş yürütüyor. Çin’den ithalatın navlun fiyatlarını astronomik artırarak kısıtlanması bunlardan biridir. Ama dahası var. Avustralya, Japonya, Güney Kore ve Hindistan üzerinden bir abluka oluşturma isteği açıkça dile getirilmiş, sahaya sürülmüştür. Fakat, ne Güney Kore ne de Hindistan bu konuda çok da heveskâr değildirler. Endonezya ve Malezya gibi ülkeleri devreye sokmaları ise, çok da güçlü hamleler olmaktan uzaktır. Çin, bölgedeki, Uzak Asya’daki tüm bu ülkelerle son derece gelişmiş, açık ekonomik ilişkilere sahiptir. Öte yandan Çin, hem ekonomik olarak bu savaşa yanıt verebilecek kapasitede hem de askerî olarak bu tehditleri caydırabilecek bir askerî güce sahip gibi görünmektedir.

5

Suriye sahasındaki savaş, tüm bu gelişmeler nedeni ile geri düşmüş, gündemin arka sıralarına düşmüş gibi görünmektedir.

İyi ama, Türkiye’ye Biden görüşmesi sonrası sırasıyla gelen BAE ve Katar heyetleri, kimin tarafından yönlendirilmektedir? Elbette ABD tarafından.

ABD, bu yolla, hem Türkiye’de kendine bağlı daha güçlü bir sermaye kesimi yaratmaktadır hem de bunların karşılığında, tetikçi rolünü yapmakta olan TC devletinden yeni işler istemektedir.

Bu yeni görevler, Karadeniz, Kafkasya, İran ile ilgili gibi görünmektedir. TC devletinin faaliyetleri, bu alanda yoğunlaşmaktadır. İran sınırında mayın temizliği, kayda değerdir. Suriye savaşı öncesinde de aynı şey Suriye sınırında yapılmıştı.

İran üzerine hesapların askıya alındığını düşünmek için hiçbir neden yoktur. Hem Çin ile İran arasındaki ekonomik anlaşmalar hem İran’ın Ortadoğu’daki artan gücü, ABD için açık bir tehdittir. Öte yandan, İran ile TC devleti arasında ortaya çıkacak bir savaşın, her ikisini de çok ama çok güçsüz düşüreceği de kesindir. Doğrusu, bu, ABD açısından sorun da değildir.

ABD’nin Yunanistan’a yaptığı askerî yığınak, hem Rusya’ya hem de AB’ye karşı bir güç yığma hamlesi olarak görünmektedir.

Tam bu noktada, Japon Nomura bankasının raporu anlam kazanmaktadır.

İlginç bir zamanlamaya sahip bir rapordur. Rapor, 13 Aralık tarihlidir. Bu raporda, Erdoğan’ın izleyeceği strateji 5 aşama olarak verilmektedir. İlk aşamasında asgarî ücretin artırılması var. Bir hamle yapıldı. İkincisi elbette emekli maaşları üzerinden yapılacaktır. Bu hem içeride sosyal patlamayı önlemek üzere bir “gelir yanılsaması” oluşturma işini görecek hem de rapora bakılırsa Erdoğan’ın oylarını tazeleyecek. İlkini biz söylüyoruz, Japon bankasının açıklamasını gerçekçi bulmuyoruz. Bu hamle, oyların Erdoğan’a akmasını sağlamaz. Çuvaldan çıkmıştır mızrak ve girmesi bu kadarla mümkün değildir.

Raporun ikinci adımı, faiz oranlarının düşmesi ile piyasanın krediye boğulmasıdır. Bu eğer Saray’a yakın iş çeteleri için söyleniyorsa, bu zaten yapılmaktadır. Ama genel olarak bir kredi bollaşmasının etkileri de sınırlı olacaktır.

Üçüncü aşamada dövizin kontrol altına alınması var. Zor olsa da mümkündür.

Dördüncü aşamada bir “dış olay”dan söz edilmektedir.

Ve beşincisi olağanüstü hâl ilanıdır.

Bu son ikisi bizim konumuzun içinde olabilir.

Dış olay, savaş hamlesidir. Bu savaş hamlesi, görüldüğü kadarı ile, İran, Irak ve Suriye üzerinden olabilir. Libya ve Yunanistan uzak görünmektedir. Kafkaslar ve Karadeniz üzerindeki hamleler TC devletinin tek başına yapacağı hamleler olmaktan uzak olur.

Bu, yüksek ihtimalli bir durumdur.

Zira Saray Rejimi’nin dayanaklarından biri savaş ekonomisidir.

Dahası, ABD adına tetikçilik yapmanın da gerekleri vardır. ABD, eğer Ukrayna üzerinden geri çekilecekse, ihtimal şimdilik yüksektir, bu durumda spotları yeniden Ortadoğu sahasına döndürmesi mümkündür. Bu sahada TC devletinin oynayacağı rol de küçümsenir cinsten değildir.

Bu hamle, sadece içeride seçimleri ertelemeye dönük olacaksa, Irak’a dönük bir saldırı olarak gündeme gelebilir. ABD, böylesi bir saldırıyı, ikinci aşaması İran’a dönük bir saldırı hazırlığı olacağından, isteyecektir. Irak’a saldırmak için, Kürt varlığını bahane etmek de çok olanaklıdır. Bu durum, Kürt dostlarımızın dikkatinden kaçmayacak kadar açıktır. TC devleti, her fırsatta, zaten bu hamleleri yapmaktadır.

2.12.2021 tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, “TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilen ikili anlaşma ile Katar’a ait en fazla 36 uçak ve 250 askerî personel, Genelkurmay’ın belirlediği yerlere konuşlandırılabilecek. Katar envanterinde bulunan uçaklar, Türk Hava Sahası’nda uçuş yapabilecek. Havaalanları da Katar uçaklarına açılacak. Bu uçaklara, ayrı bir uçuş numarası tanımlanacak ve yerli uçaklardan ayırt edilebilmeleri sağlanacak.” Bu tarih, BAE Veliaht Prensi’nin gelişinden, Erdoğan’ın Katar ziyaretinden önceye denk gelmektedir. Bu açıdan anlamlıdır.

Katar’ın bu savaş uçakları acaba ne işe yarayacak? Bu uçaklar, Katar’da konulacak yer olmadığı için mi Türkiye’ye konuşlandırılmak isteniyor? Yoksa, Türkiye topraklarından Katar uçakları ile bir saldırı düzenlenecek de, bunun için bir hazırlık mı yapılıyor?

Katar uçaklarına ayrı uçuş numaraları verilmesi, bir saldırı ardından, “pardon, bunlar Türk uçakları değil” demek için midir?

Japon bankasının bir dış politika olayı dediği şey, eğer gerçekleşecekse, planın dördüncü aşaması olduğu için, en erken Ocak ayında gerçekleşme ihtimaline sahiptir. Zira plana göre ilk üç aşama henüz tamamlanmamıştır. Gerçekçi bir tahminle bu ilk üç aşama, en erken Şubat ayında tamamlanabilir.

Irak’a saldırı için Katar uçakları işe yaramaz, gerekli de değildir. Ama İran’a saldırı için, Libya’ya saldırı için, iş görebilecekleri açıktır. Mesele böyle ele alınırsa, burada sadece bir tek dış politika olayı ile yetinilmeyeceği de açıktır.

Ayrı uçuş numaraları, bu uçakların Karadeniz’de Rusya’ya karşı kullanılabilmesini kolaylaştırıcı bir ayrıntı mıdır? Katar uçağı vuracak ve ardından, “bizim uçak değildi” denilmek için mi bu ayrıntı anlaşmada yer alıyor?

Saray Rejimi, çıkışı savaşta bulmaktadır.

Bu anlaşılırdır.

Tüm ekonomi politikası, rant-yağma ve savaş ekonomisine göre ayarlanmıştır.

Demek oluyor ki, bölgemiz Türkiye’nin ABD tetikçisi olarak yeni savaş hamlelerini görecek gibidir. Bu potansiyel her zaman vardır. Japon bankasının bunu görüyor olması, meselenin çok da yakınlaştığı anlamına gelmektedir.

Her bölgesel savaşta olduğu gibi, bu savaşta da halklar, bölgemiz halkları, yoksullar ölecektir. TC devleti, bir kere daha, alışık olduğu üzere ABD adına tetikçilik yapacaktır.

Ülkemiz işçi sınıfının, ülkemiz halklarının böylesi savaşlara gitmek için hiçbir nedeni yoktur. Bu savaşlar emperyalist paylaşım savaşlarının içindedir. Bu savaşlar, ülke vb. adına savaşlar da değildir. Bu savaşları kundaklayan, esas onlar, halkların, işçi ve emekçilerin düşmanlarıdır. Ülkesinin askerini, işçi ve emekçi çocuklarını en değerli ihraç malı olarak sahaya sürenlerdir işçi ve emekçilerin düşmanları.

2022’ye girerken işçi sınıfının durumu

İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durumu tartışmak için, biraz geriye, 12 Eylül karşı-devrimine kadar gitmek gereklidir.

İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durumu şekillendiren süreçler, 4 önemli gelişme ile birlikte ele alınabilir. Diğer etkenler, süreçler önemsizdir, etkisizdir anlamında değil elbet.

Bunlardan ilki 12 Eylül karşı-devrimidir. Sınıf mücadelesi böyledir, eğer sen devrimi gerçekleştiremezsen, karşı-devrim ortaya çıkar. 12 Eylül yenilgisi de böyledir. 12 Eylül yenilgisi, yenilgilerin en ağırlarından biri olmuştur. Darbe ortak başlığı altında 12 Mart ile 12 Eylül’ü aynı kefeye koymak doğru değildir. 12 Eylül, bir karşı-devrimdir. 12 Mart sonrasında ortaya çıkmayan moral kaybı ve çözülme, 12 Eylül sonrasının karakteristiğidir. Bunun ana nedeni, sol ve devrimci hareketin, savaş alanına açıktan çıkmamış olmasıdır. Savaşlar, çarpışmalar kaybedilebilirler. Ama savaş alanına çıkmadan bir yenilgi yaşarsanız, bunun yıkımı ağır olur. 12 Eylül, bu türden bir yenilgi olmuştur. Neredeyse istisnası olmayacak şekilde sol hareket, açık bir iktidarı alma savaşımına girişmemiştir. 12 Eylül işkencehanelerinde yaşanan büyük direnişe rağmen, 12 Eylül’ün hafızalarda devrimci saflarda bir erozyon olarak kalmasının nedeni buradadır. O işkencehanelerde gösterilen direniş, sokaklarda, barikatlarda ortaya konmuş olsa idi, muhtemeldir ki, bir yenilgi yaşansa bile çok daha onurlu bir yenilgi olacaktı.

Bu durum, devrimci hareketin büyük oranda çözülmesine neden oldu.

İşçi sınıfı, devrim saflarını aynı hızla terk etti. Devrimci hareket çözüldükçe, işçi sınıfından uzaklaştı, işçi sınıfı da devrimci harekete sırtını döndü.

İşçi sınıfı ile devrim safları arasına giren mesafenin artması, siyasal olarak işçi sınıfını sahneden uzaklaştırdı. Devrimci siyasete, hatta sol siyasete uzak duran bir işçi sınıfı, elbette, kendi sendikalarını bile koruyamadı. Hızla apolitik hâle geldi ve aynı anlama gelmek üzere sistem partilerinin kuyruğuna takıldı, kendi sınıf kimliğini bir yana bıraktı. En etkili sendikal örgütlenmeler kapatıldı ve buna karşı bir direniş ortaya çıkmadı. 15-16 Haziran’da, DİSK’i kapatma girişimine karşı ortaya konan direniş, 12 Eylül karşı-devriminde ortaya çıkmadı.

Sendikalar, yeni Sendikalar Yasası ile organize edildi. Yeni yasal zemin, daraltılmakla kalmadı, aynı zamanda işçi sınıfının kanını emen bir sendika mafyası organize edildi. Artık eskiyen “sendikal bürokrasi” yerini, devlet ve patronlarla daha mafyatik yollarla bağlı sendika mafyasına bıraktı. Sendika mafyası, bu açıdan önemli bir kavramdır.

İkincisi Kürt devriminin yükselişidir. 1984’ten başlayarak gelişen Kürt devrimi, işçi sınıfının örgütlenmesinin son derece zayıflamış olduğu, devrimci hareketin son derece dağınık olduğu bir döneme rastladı. Etkisi, daha çok “moral” düzeyinde kaldı ve devrimci hareketin Kemalist damarları ile hesaplaşmasına, o da belli ölçülerde ve sadece belli devrimci çevrelerde, olanak sağlamakla kaldı.

Ardından, SSCB’nin çözülüşü geldi. SSCB’nin çözülüşü, 12 Eylül yenilgisi ile birleşti ve sosyalizm fikri, ciddi bir prestij kaybına uğradı. Adeta bir erozyondur. Bu nedenledir ki “elveda proletarya” gibi saldırılar açılım gibi pazarlandı, Negri gibi dönekler, burjuva saflara iltica ettikleri hâlde, birer teorisyen olarak kıymet gördüler. Belki, SSCB çözülmemiş olsaydı, Kürt devriminin etkisi daha fazla yer tutabilirdi. SSCB’nin çözülmesi, 12 Eylül yenilgisi ile birleşti. Böylece devrim ve sosyalizm fikri, artık, “delilerin” savunduğu fikirler hâline geldi. Bize, yıllardır deli diye bakılmasını, bu nedenle, bir onur sayarız.

Dördüncü etken, Gezi Direnişi’dir. 2000’li yıllar, dünya çapında kapitalizmin yeni bir krize girmeye başladığı yıllar oldu. 2008 krizi, bu süreci tam anlamı ile ortaya çıkardı. Ve giderek dünyanın farklı ülkelerinde, emperyalist metropollerde, farklı farklı kendiliğinden kitle eylemleri ortaya çıkmaya başladı. Bugün bu süreç hâlâ devam ediyor. Ve Gezi Direnişi, ülkemizdeki kendiliğinden eylemlerin en önemlisi oldu. Gezi Direnişi, elbette ki, bir açıdan dünyadaki kitlesel eylemlerin bir parçasıdır. Ama aynı zamanda, ülkede sürmekte olan burjuva egemenliğe, 12 Eylül’ün tüm uygulamalarına, ki onlar hâlâ sürmekteydi, karşı bir tepki, kendiliğinden bir kitlesel tepki olarak ortaya çıktı. Gezi Direnişi, devrimin göz kırpması olarak da ele alınabilir. Nesnel süreçlerin ürünüdür ve 15-16 Haziran işçi direnişinin ardından, ülkemizin en önemli kitlesel eylemlerinden biridir. Kendiliğinden karakterini unutmamak koşulu ile.

Bugün, bu Gezi Direnişi’nin işçi sınıfı üzerinde etkileri görülebilmektedir.

Eğer bu dört kuvveti, dört etkeni hesaba katmazsak, işçi sınıfının bugünkü durumunu anlamakta da hatalı davranırız, eksik kalırız. Bu etkenler, şu ya da bu ölçüde hâlâ etkilerini sürdürmektedirler. Gezi Direnişi, TC devletinin kimyasını belli ölçülerde de bozmuştur. Suriye savaşımına, bir ABD projesi olarak büyük bir hevesle dalan TC devleti, dışarıda savaşı götürme sürecini, içeride de olağanüstü bir rejim örgütleyerek devam ettirmek istedi. Bölgede, dışarıda, ABD tetikçisi olarak “en iyi ihraç malı” olarak nitelenen askerini devreye sokan TC devleti, içeride de baskı ve şiddeti artırdı. Gezi’yi boğmak için her yola başvurdu. Hem Kürt devrimine karşı hem de işçi sınıfı ve onun bağlaşıkları olan toplumsal muhalefete saldırılar, “iç savaş” hukuku ile yürütüldü. Hâlen de öyledir. Saray Rejimi’ni ortaya çıkaran süreç, buradadır. Emperyalistler arası savaşta üstlendiği ABD tetikçisi rol, Kürt devrimi ve işçi sınıfına karşı iç savaş ile birlikte gelişti.

Saray Rejimi’nin dayandığı, yağma-rant-savaş ekonomisi, siyasal alanda ifadesini buldu. Savaş ekonomisini sürdürmenin, rant ve yağma ekonomisini sürdürmenin olağan yolu yoktur. Böylece işçi sınıfının, tüm toplumsal muhalefetin (Toplumsal muhalefet derken, elbette CHP vb. gibi burjuva muhalefeti içine katmıyoruz. Kadın hareketini, gençlik hareketini, çevre hareketlerini vb. içine katarak konuşuyoruz.) karşısına çıkan Saray Rejimi, bugünkü durumu ele almanın önemli bir koşuludur. Onu görmeden olmaz.

1

İşçi sınıfı, sendikal örgütlenmesinde oldukça geri bir noktadadır. Bu niceliksel olarak da böyledir. İşçi sınıfının çok küçük bir kesimi örgütlüdür. Sendikalı işçi sayısı, yüzde beş civarındadır. Bu 12 Eylül öncesi ile kıyaslanmayacak bir niceliksel geri düşmeyi gösterir. 12 Eylül baz alınırsa, o döneme göre işçi sınıfı neredeyse 3 kat büyümüştür, ama sendikalı işçi sayısı, o dönemin neredeyse yarısına inmiştir.

Ama esas olarak sorun, sendikalı işçilerin sayısındaki azlıktan çok, niteliktedir. Gerilemenin kanıtı olarak sendikalı işçi sayısına ya da her yıl imzalanan toplu sözleşmelerden yararlanan çalışan sayısına bakmak, meseleyi oldukça hafife almak olur. Bu rakamlar çok çarpıcı da olsa, işin sadece niceliksel yönünü gösterir. Oysa işçi sendikaları, niteliksel olarak büyük erozyon yaşamıştır, işçi sendikası olmaktan çıkarılmışlardır.

Nitelik olarak işçi sınıfı büyük oranda örgütsüzdür.

Sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıkmıştır. Yasal düzenlemeler buna olanak vermektedir. Ama esas mesele yasal mevzuatların yarattığı cendere değildir. Esas mesele, sendikaların çok büyük kesiminin “işçi sendikası” olmamasıdır. Sendikaların çoğunluğu, kahir ekseriyeti, sendika mafyasının denetimindedir. Bu hâli ile sendikalar, işçi hareketini, işçi sınıfının tepkilerini frenlemek için organize edilmişlerdir. İşlevleri, işçi hareketinin, işçi sınıfının ensesine bir sülük gibi yapışıp, enerjisini emmektir. Hâl böyle olunca, en sıradan bir hak arama eylemine dahi işçiler, yalnız ve örgütsüz olmanın ötesinde, “düşman” kontrolünde başlamaktadırlar. Tekel Direnişi ortaya çıktığında, işçiler sendikalar tarafından denetimde tutulamadıkları için “sorun” hâline gelmişlerdi. 1 Mayıs kutlamalarında işçiler, kendi istediklerini sahaya yansıtamaz durumdadırlar. En başta sendikalar, onların istemlerini sansürlemektedirler. Sendika yöneticileri ile devlet yetkilileri bir araya geldiklerinde, sendikalar en ileri söz olarak “işçileri tutamıyoruz” demenin ötesine geçememektedirler. Masada devletin iki kurumu tartışır gibidir. Türk-İş Başkanı’nın pazarlıklar sürecinde yanlışlıkla açık unutulmuş mikrofonlara yansıyan sözleri, bunun en açık kanıtıdır. Kamu emekçileri ile devletin her görüşmesi, iki devlet yetkilisinin konuşması ölçüsü içindedir. Devletin Bakanı, bir memuru ile konuşur gibidir.

Elbette bunun dışında var olan sendikalar vardır. Ama bu sendikalar, çok küçük sendikalardır ve onlar da içinde yer aldıkları sendikal konfederasyonlarca “lanetli” sendika muamelesi görmektedirler. Hem üye sayıları azdır hem de sendikal konfederasyonlar içinde etkileri azdır. Yanlış anlaşılmasın, bu sendikalar, birer işçi sendikası oldukları için, gerçek işçi sendikası oldukları için, son derece önemli bir yer tutmaktadırlar. Biz, işçi sendikalarının genel durumu açısından bir tablo çizme derdindeyiz.

Bir fabrikada sendikal örgütlenme başladığında, büyük ölçüde sendika, örgütlenmekte olan işçileri satmakta, ihbar etmektedir. Sendika, sendikal çalışma yapan işçileri, hem patrona hem de devlete bizzat ihbar etmektedir. Bu sendikalara işçi sendikası demek mümkün müdür?

2

Sendikal mücadele de dahil, işçi sınıfının mücadelesinde en önemli silahlardan biri grevdir. Sendikal örgütlenme bu hâle gelmiş iken, grev, işçilerin elinden bir silah olarak da alınmış olmaktadır.

12 Eylül baz alınırsa, işçi sınıfı, neredeyse grev silahını hiç kullanmamış gibidir ve etkili hiçbir grev ortaya çıkmamıştır. Sadece Erdoğan’ın sözleri bile buna kanıttır. İşverenlerden bazı aykırı sesler yükseldiğinde Erdoğan, sayemizde, OHAL sayesinde grevleri erteliyoruz, daha ne istiyorsunuz, bile demiştir.

Grev, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmasının yoludur. İşçiler, kendi haklarını elde etmek için, en sıradan ekonomik veya demokratik haklarını elde etmek için grev silahına başvururlar. Bu tüm dünyada, tüm işçi hareketi tarihi boyunca geçerlidir. Ülkemizde, işte bu silah, grev silahı, işçi sınıfının elinden alınmıştır.

Grev silahı, üretimden gelen gücün kullanılmasıdır ve doğrusu bunun yasal bir hak olup olmaması da çok belirleyici değildir. Hem yasal hak olsa da işçilerin eylemleri saldırıya uğrayacaktır hem de yasal olmadan da grev bir silahtır. Burjuvazi bu hakkı tanımak zorunda kalmıştır, yoksa grev hakkından çok hoşlandığından dolayı grev hakkı yasallaşmamıştır. Aralık 2021 başında sağlık çalışanları ülke genelinde bir günlük iş bırakma eylemi yapmışlardır. Doğrusu da bu tip eylemlerin geliştirilmesidir. Yoksa mevcut sendikal anlayışla, zaten yasal olan haklar dahi kullanılmamaktadır.

Grev, sadece bir anlaşmazlık durumunda, işçilerin haklarını almak, alınmış haklarını savunmak için başvurdukları bir silah da değildir. Grev, zaman zaman, işçi sınıfının bir alandaki üyelerinin direnişini desteklemek, sürmekte olan toplumsal mücadelede kendi tutumlarını ortaya koymak için de devreye girer. Bunun dünya ve ülkemiz tarihinde birçok örneği vardır. Dayanışma grevleri, genel grev gibi grevler, tam da bu anlamda iş görürler. Bunlar olmadan da bir grev hakkından, grev silahından söz edilemez.

Özal dönemi ile başlayan, AK Parti dönemi ile süren özelleştirme saldırılarına karşı işçi sınıfının yeterince güçlü ses çıkartamamış olmasının nedeni, sendikal hareketin sendika mafyası tarafından kontrol ediliyor olmasıdır. Bu amaçla, özelleştirme saldırısına karşı ortaya çıkan direniş ve grevlerin tümü, en başta sendika mafyasının işçi düşmanı tutumları ile yenilmişlerdir, etkisiz hâle getirilmişlerdir. 1960 sonrasında özellikle gelişme gösteren grev ve direniş şeklindeki mücadele gelenekleri, 12 Eylül’den bu yana, uzunca süre unutturulmuş gibidir. Tüm yasal sorunlara rağmen, sendika yasasının tüm anti-demokratik yanlarına rağmen, bu sonucun ortaya çıkmış olması, bir “yasal” sorun olarak ele alınamaz. Sendika mafyası anlaşılmadan, kavranmadan, bu durum kavranamaz. Grev silahının, işçi sınıfının elinden bir silah olarak alınması da bu sürecin sonucudur. Son derece önemlidir.

Grev silahı olmadan sendika, bir örgütlenme aracı olarak da iş göremez. İşçi sınıfının büyük ölçüde, siyasal bir sınıf, siyasal bir varlık olmaktan çıkartılarak, salt fabrikalarda kanı emilen bir sınıf olarak şekillenmesi çabasıdır bu.

İşçi sınıfı artık yoktur, işçi sınıfı bitmiştir masalları, gerçekte işçi sınıfını bir siyasal özne olarak sahneden uzak tutmak için geliştirilen saldırının bir parçasıdır.

3

Bugün, Gezi Direnişi’nin ardından, dünyanın birçok ülkesinde gelişmekte olan işçi eylemleri ve kitle gösterilerinin içinde, işçi sınıfı, bu durumun farkına varmaktadır.

TC devleti, Saray Rejimi, açık bir biçimde tüm devlet çarkının işçi düşmanı karakterini ortaya koyması ile birlikte, işçiler, kendi günlük yaşamlarında, bu durumu fark etmeye başlamışlardır.

İşçiler, iki şeyin farkındadırlar:

Birincisi, sendikalar kendilerinin sendikaları, işçi sendikaları değildirler. Sendikalar, sendika mafyası tarafından, işçi sınıfının enerjisini, öfkesini emmek üzere organize edilmiş durumdadırlar. Her örgütlenme girişiminde işçiler, bunun bir kere daha farkına varmaktadırlar.

İkincisi, grev silahının etkisiz olmasının, hatta kullanılmamasının, kendi mücadelelerini çıkışsız kıldığının farkına varmaya başlamışlardır.

Sendikaların birer işçi sendikası olmaktan çıkması ve grevin bir silah olmaması durumu, bir nesnellik olarak ne kadar gerçek ise, işçilerin bu durumu fark etmeye başlaması da, bugünkü somut durumun bir parçasıdır. İşçilerin giderek daha fazla sayıda bölümü, bu somut durumu görmekte, anlamaya başlamaktadır. Bu, yeni bir durumdur.

İşçi sınıfının her üyesi, her gün, günlük mücadelesinde, sendikaların oynadığı bu işçi düşmanı rolün farkına varmaya başlamıştır. Bunun bir bilince dönüşmesi artık çok daha olanaklıdır. Karşılarına çıkan devlet güçlerinin kullandıkları baltaların saplarının, sendika mafyası tarafından yapıldığını görebilecek durumdadırlar. Ünlü hikâyede ağaç, kendisine inen baltaya şöyle seslenir; ey balta sen beni kesemezdin ama ne yazık ki sapın benden yapılmış. İşçi sınıfının içindeki bu ihanet şebekesi, sınıfın sendikal örgütlenmesinin başına çöreklenmiş, kene gibi sınıfın ensesine yapışmış durumdadır.

Bunu görmek ile, bu keneyi enseden kopartıp atmak ayrı şeylerdir. Acı verici bir operasyondur bu. Bu kene, o enseden koparılıp atılmak zorundadır. Neye mal olursa olsun, bu yapılacaktır.

Bu kene atılmadan, işçi sınıfı başı dik hâle gelmeyecektir. Başı eğik bir sınıf, önünü göremez, mücadelenin bütününü göremez, buna uygun eylemler geliştiremez, sınıf kardeşlerinin durumunu fark edemez.

4

Tüm bunlara rağmen, işçi direnişleri, toplumsal direnişlerle birlikte sürmektedir. Gezi Direnişi’nin açtığı yol, işçi sınıfının direnişlerinin daha da gelişmesini teşvik etmiştir, etmektedir. İşçi sınıfı, bir sınıf olarak, ana gövdesi ile fabrikalarda şalterleri indirerek alanlara, barikatlara çıkmamıştır. Birçok işçi bu eylemlerde yerini almıştır. Bu, tarihsel bir zorunluluktur da. Ama işçi sınıfı ana gövdesi ile bu eylemlerin içine kendi damgasını vurmamıştır. Şimdi, bu direnişin etkileri, işçi sınıfı da dahil, tüm toplumsal mücadelenin bileşenlerinde yaşamaktadır. Bu nedenle, Gezi Direnişi, hâlâ egemen sınıf için, burjuvazi için, onun devleti için, Saray Rejimi için, bir kâbus olarak varlığını korumaktadır. Bu nedenle, her kadın cinayetinden sonra, her ekonomik krize karşı tepkiler gündeme geldiğinde, her öğrenci eyleminden sonra, Saray Rejimi, Gezi sendromu ile yüzleşmektedir.

Gelişen her işçi eylemi, her direniş, her sıradan hak arama eylemi, işçi sınıfının bilincinde izler bırakıyor, işçilerin düşmanlarının gerçekte kimler olduğunu görmelerini sağlayacak olanaklar biriktiriyor.

Bu nedenle, bugün, direniş, özellikle de işçi direnişleri, ama her direniş, büyük bir değerdedir. Her direniş, işçiler için, direnişçiler için büyük bir öğretmendir.

Her direniş, devrimci hareket ile işçi sınıfının arasındaki mesafeleri azaltmaktadır.

Her direniş, işçi sınıfının siyasal bilincinde bir gelişime olanak sağlamaktadır. Gerçek anlamı ile sınıf olmanın, tarih sahnesine toplumsal mücadelenin öncü gücü olarak ortaya çıkmanın olanakları buradadır.

Bu direnişler, hem işçi sınıfının devrimci saflarda devrimcileşerek yer almalarının yoludur hem de sendikalarını geri almalarının gerçek yoludur.

Bu demektir ki, işçi sınıfı, her fabrikadaki işçiler, kendi örgütlenmelerini, sendikalar dışında da hayata geçirmek zorundadır. İster adına meclis densin ister konsey, ister adına işçi birlikleri densin ister işçi komiteleri densin, işçiler, sendikalar dışında bu örgütlenmeleri geliştirmek zorundadırlar. Kendi mücadelelerini geliştirmek, kendi güçlerini örgütlemek, kendi örgütlerini yaratmak dışında bir yol yoktur.

Bu örgütlenmeler, bu direnişlerle geliştiklerinde, elbette ki, sendikal alanda da yankılarını bulacaktır. Sendikaları birer işçi sendikası olarak ortaya koymanın yolu, sendikalar ile işyeri örgütlenmeleri arasında kopmaz bir bağ kurulmasıdır. Bunun için, her işyerinde işçi örgütlenmeleri büyük değerdedir.

Bu konuda yol alınmak zorundadır.

Son yıllarda işçilerin birçok direnişi, kendi planlarını da aşarak, yeni eylem biçimlerini yaratmaktadır. Fabrika işgallerine kadar birçok yeni eylem biçimi gelişmektedir. Bu, grev silahını, pratik olarak ele almak demektir.

Örnek olsun. Her seferinde, her yılın sonunda, asgarî ücret üzerine bir tartışma yürümektedir. Devletin resmî verilerine dayalı olarak, işçilerin içinde bile yer almadıkları komisyonlarca, devlet tarafından, işveren tarafından belirlenen asgarî ücret tartışmaları, her seferinde dağın fare doğurması ile sonuçlanmaktadır.

Asgarî ücret, işçi sınıfının ortalama ücreti hâline gelmiştir. Sendikalar, ana gövdesi ile sendikalar, devletin belirlediği asgarî ücreti işçilere kabul ettirmek için iş görmektedir. Sadece işçiler değil, sendikalar da devletin istatistiklerinin yalan olduğunu bilmektedir. Kaldı ki, her yeni asgarî ücret, düzeyi ne olursa olsun, bir-iki ayda erimektedir.

İşçiler, açık olarak bir kamulaştırmayı savunmak zorundadır. Elektrik, doğalgaz, su, eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlar ücretsiz hâle getirilmeden, asgarî ücret üzerine yürütülen tartışmalar yetersizdir, saçmadır.

Okur yazar takımı (OYT) içinde görevli iktisatçılar, sendika uzmanları, hep birlikte, asgarî ücreti, yüzde bilmem kaç artırmak üzerinden bir tartışma yürütmektedirler. Saray Rejimi, “Çin düzeyinin altında bir asgarî ücret” hedefinden söz etmektedir. OYT, sendikacılar, iktisatçılar, utanmadan Çin’deki durumu dahi gizlemektedirler. Çin’de eğitim ücretsizdir, Çin’de sağlık ücretsizdir, Çin’de işçilerin üzerindeki vergi yükü böyle değildir, Çin’de elektrik, doğalgaz, su vb. gibi faturalar asgarî ücretin yarısını götürmemektedir, Çin’de konut kiraları böyle değildir.

Sendikalar, açık olarak, elektriğin, doğalgazın, suyun ücretsiz olmasını, sağlık ve eğitimin, ulaşımın ücretsiz olmasını savunmak zorundadır. Bunun yolu, açık bir kamulaştırmadır. Vergilerin çok büyük bölümünü karşılayan işçilerdir, ücretli çalışanlardır. Bunun değişmesinin tek yolu, kamulaştırmadır.

İşçilerin yaşam ve çalışma koşulları dayanılmaz bir noktadadır.

Her geçen gün bu koşullar zorlaşmaktadır. Kölece bir yaşam işçilere dayatılmış durumdadır. Bundan çıkışın yolu, açıktan kamulaştırmadır ve işçiler bu kamulaştırmayı gündeme taşımak zorundadır.

Bugün bir işçi, evinden çıkarken, akşam eve sağ gelip gelemeyeceği konusunda endişelidir. Soma cinayeti, Soma cinayetinin davası, cenazelerin ortasında, cesetlerine ulaşılmamış işçilerin ailelerinin önünde tekmelenen işçilerin görüntüleri hafızalardadır. Torunlar İnşaat’ın asansöründe feci biçimde can veren işçilerin hatırası canlıdır. Bu ülkede her gün, 4-6 işçi, iş cinayetlerinde can vermektedir. Ve utanmaz iktisatçılarımız, Saray Rejimi’nin gündeme sürdüğü, “ucuz emek” ile kalkınma modelini tartışmaktadırlar.

İşçi sınıfı kendi ekonomik-demokratik haklarını, tüm sosyal haklarını, grevlerle, toplu sözleşmelerle belirlemelidir. Bu, dünya işçi hareketi mücadelesi ile sökülüp alınmış bir haktır. Asgarî ücret de, emeklilik süreçleri de, emekli maaşları da bu sözleşmelerin gündem maddelerinden olmalıdır. İşçiler, kendi mücadeleleri ile haklarını alırlar. Bunun başkaca bir yolu yoktur.

İşçi sınıfı bir oy deposu, işçi sınıfı düzen partilerinin bir seçim tartışmasının nesnesi değildir. İşçi sınıfı, fabrikalarda kanı emilecek, ülkenin ucuz emek cennetine dönüşmesi söz konusu olunca hatırlanacak bir sınıf olmaktan çıkmak zorundadır.

5

Bugün, işçi sınıfı, her yönden bir saldırı ile karşı karşıyadır.

Yaşam pahalılığı, ücretlerin düşüklüğü yaşamı çekilmez kılmaktadır.

Fabrikalardaki çalışma koşulları, işçilerin köle gibi çalışmalarını dayatmaktadır. Pandemi nedeni ile hasta olan işçiler bile zoraki çalıştırılmaktadır.

İşsizlik, işçi ücretlerinin aşağıya çekilmesi için bir silah olarak, bizzat devlet ve patronlar tarafından kullanılmaktadır.

İşçiler, haklarını almak için, sadece patronla, kapitalistle karşı karşıya değildir. Onların karşısına patronlar, devletleri ile dikilmektedir. Devlet, patronların siyasal örgütüdür, en gelişmiş siyasal örgütüdür.

İşçilerin sosyal hakları, 12 Eylül’den bu yana sürekli budanmaktadır.

İşçi çocukları eğitimden mahrumdur.

Sağlık hizmetleri ateş pahasıdır.

Kentlerde yaşam, işçiler için dayanılmaz boyutlarda zorluklar içermektedir.

Tüm bunlara karşı en küçük hak arama eylemlerinin karşısına devlet, tüm güçleri ile, ordusu ile, polisi ile, TOMA’sı ile, copu ile, mahkemeleri ile, gazı ile sendika mafyası ile, burjuva partileri ile dikilmektedir.

Bu topyekûn saldırıya karşı, topyekûn direniş zorunludur.

İşçiler, tüm bu sorunların üzerinden gelebilecek olanaklara, güce sahiptir. Mesele işçi sınıfının örgütlenmesindedir.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefet güçleri, Birleşik Emek Cephesi’nde örgütlenmelidir. İşçi sınıfının alternatifi budur. İşçi sınıfı, burjuva partilerin, Saray Rejimi veya onun sözde muhalefeti olan CHP gibi partilerin kuyruğuna takılarak bu cendereden kurtulamaz, bu mücadeleyi kazanamaz. İşçi sınıfı, kendi yolunu örgütlemek zorundadır. İşçi sınıfının kendi yolu, kendi alternatifi, Birleşik Emek Cephesi’dir.

En küçük işçi örgütlenmesi, en küçük direniş, toplumsal muhalefetin en küçük örgütlenmeleri dahil olmak üzere, her işçi emekçi örgütlenmesi, Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçasıdır.

Birleşik Emek Cephesi, tüm direnişleri geliştirmenin, örgütlü güç oluşturmanın, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm alternatifini canlı hâle getirmenin tek yoludur.

Sendika mafyası da dahil, işçi sınıfının kendi mücadelesinin önündeki tüm engelleri kaldırmasının yolu buradan geçmektedir.

Yaşam bir bütündür. Sorunlar, çoğunlukla tek tek değil, hepsi bir arada çözüme ulaşma eğilimindedir. Mücadelenin tüm ihtiyaçlarını çözecek şey, direniş ve örgütlenme hattındadır, işçi sınıfının kurtuluşu hattındadır.

İşçi sınıfı, sadece kendisini değil, kendisi ile birlikte tüm toplumu kurtaracak güçtür. Bu güç, onun üretimdenki gücünden, hayatı üretenin işçi sınıfı olması gerçeğinden gelmektedir.

Bugün, 2022 yılının başında, işçi sınıfı bunu yapacak potansiyele sahiptir. Dahası, işçi sınıfı, bu zorlu mücadelenin gerekliliğinin pekâlâ farkındadır. İşçi sınıfına, bize gerekli olan, mücadele ve direniş yolundan kararlılıkla yürümektir. Adımlar sıklaştıkça, akıllar da açılacaktır.

Direniş öğretmendir, öğretir.

Öğrenen insan güzelleşir.

Daha sağlam, daha köklü örgütlenmeler yaratmanın yolu buradadır.

İşçi sınıfı, önümüzdeki dönemde, hem kendi günlük acil ihtiyaçları için örgütlenmeler geliştirecek, bunun mücadelesini geliştirecek durumdadır hem de bu mücadele, gelecekteki sosyalist iktidarın organlarını oluşturacaktır.

Mücadelenin kendisi, devrimin kendisi büyük öğretmendir.

Mücadelenin daha da sertleşeceği açıktır.

Bu topraklarda kolay mücadele, kolay zafer olmayacaktır.

Çünkü bu topraklarda gelişen sosyalist devrim, binlerce yıllık sömürü tarihi ile, yüzlerce yıllık aşağılanma ile, yüzlerce yıllık ayrımcılık ile, egemenlerin nesiller boyu gelen egemenliği ile hesaplaşma da demek olacaktır. Bu tarihsel görevlerle yüklü devrimin öncü gücü işçi sınıfıdır.

Örgütsel zayıflık, dünden gelmektedir. Gelecek günlerde bunu yenmek olanaklıdır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi

İsimleri kendi akıllarının önünde koşturulan kişiler, spot ışıkları altında körleşme süreci yaşarlar.

Her zaman mı? Eğer isimleri “koşturulmuş” ise, her zaman.

At arabasının, basit bir düzeneği vardır. Anlayan için son derece açıktır. At, tekerlek bağlanmış bir kasa ve at ile kasa arasında arabacının atları yöneteceği bir bölüm. At arabası, işlemesi için, atın öne takılmasına dayanır. Bu üç “parça”dan at, eğer arabanın önünde değil ise, at arabası iş görmez. At ile tekerlek bağlanmış kasayı yer değiştirseniz, atların yüzünü kasaya çevirseniz, artık o bir “at arabası” olmaz, arkasına at koşulmuş tekerlekli kasa olur. Eğer at arabasının bir “bilgi” birikimini yansıttığını düşünürsek, bu ters araba-at ilişkisi, cahillik olur.

Eğer bir ekonomist, içinde yaşadığı ülkeyi, hakkında konuştuğu ekonomiyi, o ülkedeki devleti vb. anlamıyor ya da “bilmiyor”sa, birdenbire bir cahile dönüşüveriyor. Bakıyor ama görmüyordur. İsimleri “büyük”tür, ama akılları görmüyordur. Böyle olunca “bilgi birikimleri”, olayları açıklamaya değil, olayları karmakarışık tarif etmeye yol açar. Sahnede spot ışıkları kendine çevrilmiş bir maymun gibi davranmaya başlarlar, aydınlanmış sahneye göre karanlık kalmış sahne dışında gözlerine ilişen karartıları tarif etmeye çalışırlar.

Bugünlerde, ülkemiz ekonomisini analiz etmeye çalışan “koca koca” isimlerde gördüğümüz de budur.

Evet bir bölümü, egemen sınıf adına kalem sallamaktadır ve elbette onlar sadece egemen sınıfın çıkarı açısından ne görüyorlarsa onu yazacaklardır. “Eklenmiş gazeteci” terimini, ilk kez Körfez Savaşı sırasında, ABD Irak’ı işgal girişimine başladığında duymuştum. Askerî bir terimdir. Savaş, cephelerin netleştiği mücadele ânıdır. Bu nedenle artık orada “gazeteci”leri de sınıflamak gerekir. “Eklenmiş gazeteci”, savaşın bir cephesi için iş gören, silahı da “gazetecilik” aletleri olan askerdir.

Bugün ülkemizde bu “eklenmiş gazeteciler”e Saray kalemşörü diyebiliriz. Çalıştıkları gazetelerin çoğu da “havuz medyası”dır ya da Saray medyası. Saray medyasında çalışan, doğal olarak “Saray kalemşörü” olur. Acınılacak bir unvan olduğu kesin, Albülhamid dönemindeki gibi bir “değer”i de yoktur, ama fiyatı çoktur.

Egemen sınıf adına kalem oynatan ve rol ismi olarak “gazeteci” ismini almış olan bu gazeteciler, elbette sadece Saray medyasında yer almazlar. Bir bölümü, sadece Saray medyasında iş görür, ama bir bölümü bunun dışındaki burjuva medyada da iş görebilir.

Bu gazeteciler de kendi içinde iki sınıfa ayrılabilirler. Saray için dolar karşılığı yazanlar ile, egemen sınıfın genel çıkarları için, daha onların dili ile söylersek “devlet” için çalışanlar bazı farklılıklar arz ederler.

Bu “eklenmiş gazeteciler” gibi, “eklenmiş ekonomistler” var.

Onların da içinde bu ayrım vardır, Saray ekonomistleri ile, devlet için kalem sallayan, devletin çıkarları için yazan ekonomistler. Devlet için kalem sallayan ekonomistler, daha bir oturaklıdır, içi boş heykeller gibi, ama Saray’a doğrudan hizmet edenler, elbette boğazlarına gem vurulmuş koşu hayvanı gibi çalışmak zorundadırlar.

Saray için çalışanlar, Saray Rejimi’nin karakterine uygun olarak, en çok puan toplamak üzere kalem sallarlar. Saray’ın en küçük bir eleştiriye “hoşgörüsü” kalmayınca, Saray için çalışanlar, açıkça dalkavuk moduna geçerler. Dalkavukluğun kendine has zekâsı ile, ne yazarsam acaba “en çok hoşa giden” olurum, sorusuna yanıt ararlar.

Saray’ın azalan hoşgörüsü içinde kıta hizmetini olduğu gibi göremeyenler ise, uzaktan “kurmaylık” yapmaya başlarlar. Onlar, ister ekonomist olsun ister gazeteci, kalemlerini sallarken, devletin âli çıkarlarını düşündüklerini dile getirirler. Dıştan bakınca içleri boştur, geçmiştir.

Bunların dışında da, bunlara biraz mesafeli, meslek ilkelerine uyduğunu söyleyen ünlüler vardır.

İşte bugünlerde, tüm bunlar, ayrı ayrı, kalemlerine sarılmış, Türkiye ekonomisi üzerine yazmakta, olup biteni anlamakta ve anlatmaktadırlar. Son derece takdire şayan bir çabadır bu, boş ve ama hoş bir çaba.

Kasım ayının son haftasına girilirken, Erdoğan’ın 30 Ekim’de Biden ile görüşüp ülkeye “mutlu” ama “hasta-yorgun” dönmesinden bir süre sonra, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi’nin gelişinden önce, döviz kurlarında sıçrama olmaya başladı. Kurlar, sıçrıyor mu, zıplıyor mu, tarifi zor.

Ekonomistler, her boydan, bu durumu açıklamak için TV ekranlarında boy gösterdi, gösteriyor, kalemlerine sarıldı, sarılıyor. Büyük bir çaba var, ne oluyor, bunu anlama ve açıklama çabası. Elbette Saray medyası, tüm şürekâsı ile, bu sürece kendince isimler koyuyor. Ve diğerleri, bir yandan bu isimlendirmeleri eleştiriyor, bir yandan da olup biteni “muhalif” gözleri ile açıklamaya çalışıyorlar. Ne çaba, ne çaba!

Hiçbir şeye kafa yormadan, bu denli çaba gösterilmesi az rastlanır bir durum olmalıdır.

Olup bitene bir bakalım, gerçekten inişi çıkışı çok olan bir kumar masasıdır bu.

MB, faizleri indirdi.

Ardından dolar ve euro (diğer döviz kurlarının çok da önemi yok gibi) taksimetre gibi sürekli yukarıya doğru yazmaya başladı. Dolar 18.50 TL’ye yaklaştı.

Ve ortada bir tartışma oluşmaya başladı. “Faiz düşerse enflasyon düşer” diye Saray’dan “yumurtlanan” açıklamalara karşı, “bilim” devreye sokuluyor. Ama ne “bilim”!

Yumurtlama, acaba bir çeşit “sıçma” sayılır mı? Özne tavuk ise, en azından görünüşte evet, ama her hayvan için bu böyle değil, değil mi? Tavuğun arkasından çıkan “yumurta” olunca, üzerine düşünmeye değer belki, ama diğeri çıkınca bu kadar düşünmeye değer mi? “Faiz neden, enflasyon sonuçtur”, acaba bir teori mi, eğer teori ise doğru mu? Buyurun tartışmaya. Nesini tartışacaksın, ortada bir “dışkı” var. Ama Erdoğan dedi diye, hep birlikte, “faiz neden, enflasyon sonuç” açıklamasına önce “teori” diyorlar, sonra tartışıyorlar.

Bir şeye “teori” denildiğinde, onun bir tutarlılığı olduğu anlaşılır. İç tutarlılığı yoksa, bir şeye “teori” denmez.

Ekonomistlerimiz, okur yazar takımı (OYT), hep birlikte, durumun nedenlerini açıklamaya çalışıyorlar. Salt ekonomik süreçleri okuyarak, hatta ekonominin bütününü de görmezden gelerek, bilimsel bir çaba ancak bu denli canhıraş bir sürdürülebilir. Doğrusu bravo!

Oysa ortada bazı net bilgiler var. İzleyelim ve hatırlayalım:

1- Erdoğan-Biden görüşmesinde, Kafkaslar ve Karadeniz’de Rusya’ya karşı bazı görevler, tetikçiye verilmiştir. Tüm detayları bilinmese de, aslında son derece açık olan görevlerdir bunlar. ABD savaş gemilerinin Karadeniz’e sürekli girip çıkmaları bunun işaretleridir.

2- Bu tetikçilik görevi karşılığında Erdoğan’ın istediği mali destek için, Körfez sermayesi ABD tarafından harekete geçirilmiştir. Katar’a BAE eklenmiştir.

3- BAE, bu konuda rol almıştır. Söylentilere göre, BAE’ye, getireceği para (Saray medyası, önce 100 milyar dolar, sonra 20 milyar dolar demiştir ve en son 10 milyar dolara inmiştir bu rakam) karşılığında bazı “ayrıcalıklar” sunulmuştur. Bunlardan biri Turkcell’dir ve değeri 39 miyar TL olarak borsa değerlerine bakılarak hesaplanmış gibidir. BAE Veliaht Prensi, gelmeden önce, 8,50 TL olan doların, 12-13 TL’ye çıkmasını talep etmiştir. Söylenen budur. 10 milyar dolar, 8,5 TL üzerinden 85 miyar TL, 13.00 TL üzerinden ise 130 milyar TL eder ki, bu rakam Turkcell’in bedavaya, bonus olarak satılması anlamına gelir. Kârlı bir iştir.

Ama “adam” geldiğinde, ASELSAN’ı vb. istemiştir. Bu bilgi devletin içinden sızmış gibidir. TV ekranlarında, Emin Çapa tarafından ASELSAN’ın talep edildiği bilgisi “patlatılmış”tır. ASELSAN tarafından yalanlanmış olsa da, bu konuda epeyce yazılıp çizilmiştir. Ve ASELSAN-Qatar logolu bir patent başvurusu medyaya düşmüştür. Biz buna BOTAŞ’ı ekleyelim. BOTAŞ’ın döviz borçlarının silinmesi, temizlik işlemidir. Bu satın almaların ABD isteği olduğu, ABD-İngiltere ittifakının operasyonu olduğu sır olmasa gerek.

4- Katar ile Damat Berat döneminde yapılan swap anlaşmasının, doların 12,50 TL üzerinden hesaplanacağının karara alındığı bilgisi ortalığı sızmıştır. Fakat dolar 12,50 TL’de tutulamamıştır. Ve ardından Erdoğan (pardon tüm Saray) Katar’a gitmiş, swap anlaşması uzatılmış ve doların 22 TL olarak hesaplandığı bilgisi sızmıştır. Dünya gazetesinden bir yazar bu konuda açıklama yapmıştır ve 1 dolar eşittir 22 TL eşitliğinin vadesi olmadığı da deklare edilmiştir.

5- Katar’ın 36 adet savaş uçağının, Türkiye’de üslenmesi yönünde bir kanun TBMM’den geçmiştir. Bu haber, tüm medyada, üzerine hiç durulmamış bir haber olarak kalmıştır. 2 Aralık tarihli Cumhuriyet’e bakabilirsiniz.

6- Hazine Bakanı’nın, yabancı basında, 6 Aralık’ta görevinden alınacağı haberleri çıkmıştır. Bakan, o tarihten birkaç gün önce görevinden alınmış, affı kabul edilmiş ve Hazine Bakanı Nebati olmuştur. Nebati’nin kardeşi, MB’nin “yarın faizi bir puan indireceğini” tahmin etmiştir. Tahmini “tutmuş”tur. Ama 20 Aralık gecesi olacakları söylememiştir. Doları 18,50 TL’den satıp, ertesi günlerde dolar alanlara söyledikleri kesindir.

7- Bu arada 23 Kasım’da protesto gösterileri başlamış ve devlet “gösterileri başlamadan ezin” emrini vermiştir. Yüzlerce fabrikada işçiler işi durdurmuştur. Bunun üzerine, CHP, “provokasyona açık gösterileri önlemek için”, resmî bir Mersin mitingi yapmıştır. Mersin özel olarak seçilmiştir. İstanbul’da olacak mitingin denetim dışına çıkacağı düşünülmüştür.

DİSK, işçilerden gelen baskı nedeni ile, 2 hafta sonra bir miting yapacağını ilan etmiş 11 Aralık’ta Kartal’da miting yapılmıştır. Böylece devrimci işçilerin başlattığı gösterilerin, işçiler üzerindeki etkisi kırılmak, kontrol altına alınmak istenmiştir.

8- Erdoğan, Abdülkadir Selvi’ye göre, içeriden ve eklenmiş gazeteci, 4070 TL olacak diye duyurulduğu hâlde, asgarî ücreti 4253 TL olarak açıklamıştır.

9- 21 Aralık, yılın en kısa günü, 21 Aralık’ı 22 Aralık’a bağlayan gece de en uzun gecesidir. Bu en kısa uzun geceden bir gece önce 20 Aralık gecesi, bir anda, birileri dolar satmaya başladı ve dolar, kısa sürede 13 TL’nin altına düştü. Faiz lobisi, 20 Aralık gecesi uyumadı, ayaktaydı.

İşte doların 18,50 TL’ye yükseldiği ardından da düşüşe geçtiği dönemin bazı olayları bunlardır.

Şimdi bizim ekonomistlerimiz, bu olup biten olaylar arasında hiçbir bağ kurma zahmetine katlanmadan, “dolar kuru ve faiz” arasındaki ilişkileri tartışmaktadır. En iyilerine göre, “Erdoğan’ın teorisi, faiz düşerse enflasyon düşer” teorisi yanlışlanmıştır. En iyileri, buna “teori” diyebiliyor. Oysa, olayın bununla zerre kadar olmadığı da açık olmalıdır. Bu konuda Kaldıraç sayfalarında geniş açıklamalar var. Bir özet ile geçmek isteriz. Yeterli olur.

Erdoğan-Biden görüşmesinde ortaya çıkan yenilenmiş görevler ile TC’nin ihtiyaç duyduğu döviz (para) arasında bağ var. ABD ve İngiltere, ortaklaşa, Körfez sermayesini devreye sokmuştur. Onlar da, şirketleri alırken kâr etmek istediklerinden, getirecekleri dolar karşılığında, kârlı bir alışveriş yapmak istemişlerdir. Zaten Katar ziyaretinde Katar Dışişleri Bakanı, TC Dışişleri Bakanı sıfatını taşıyan Çavuşoğlu önünde, bir soru üzerine, açıkça, Türk ekonomisinin içinde bulunduğu durumdan nasıl yararlanacaklarını düşündüklerini söylemiştir. Katar’ın 36 adet F-16’nın Türkiye’de üstlenmesini, artı birkaç limanı bedava işletmeyi aldığı, artı 22 TL dolar kuru üzerinden birçok bonus kazandığı anlaşılıyor. Dahası var mı bilmiyoruz. Nebati’nin kardeşi olmasak da, dahası vardır diye tahmin yapabilecek durumdayız. Dünya gazetesinin yöneticilerinden biri, doların 22 TL olarak bağlandığı bilgisini paylaşmıştır, açıktır. Bunun Katar için nasıl fırsatlar anlamına geldiği de açıktır. ASELSAN, THY, Atatürk Havalimanı, Turkcell, Türk Telekom, BOTAŞ vb. firmaların adları geçmektedir.

Akla bir soru gelmektedir. Acaba 128 milyar dolar, Erdoğan tarafından, Biden ABS’sine mi aktarılmıştır? Sorudur, sadece sorudur. Ama Kılıçdaroğlu, bu paranın nereye gittiğini bilmektedir. Elinde dövizi olmayan bir MB, tetikçilik görevine soyunmuş bir Saray Rejimi’nin olması gereken MB’sidir. Efendi için uygundur, çırılçıplak yakalanmıştır. Efendi ne isterse, TC devleti bunu kabul etmek zorundadır.

Şimdi, doların neden arttığı, TL’nin neden düştüğü açık değil midir?

Doları zıplatmak için, sizce, faizi indirmek gayet normal bir hamle değil midir? Erdoğan, Saray Rejimi, doları tırmandırmak isterse ne yapardı, faizi düşürürdü. Hem sonra nasılsa faiz de düşmüyordu. Bankalar gündüzleri %14’ten MB’den faizle para alırken, akşam %22,70 ile satmışlardır. Bugünlerde bu oran, 14’e 25 olarak değişmiştir.

Duyar gibiyim, ekonomistler, anlı şanlı ekonomistler, “olur mu ülke batar” diyorlar?

Hangi ülke? Erdoğan’ın ülkesi mi, Saray’ın devleti mi batar? Parababalarının ekonomisi mi batar?

Eğer, milyonlarca işçinin ekonomisinden söz ediyorsanız, beyler, o zaten çoktan batmıştır? Ve eğer zenginlerin, parababalarının ekonomisinden söz ediyorsanız, ona bir şey olmamıştır. Dolarlarına dolar katmışlardır ve doğrusu sizin gibi ekonomistlerin, hep onları düşünmesine şaşıp kalmaktadırlar. Dolar çıkarken de para kazanırlar, düşerken de.

Aynı şekilde doları bir gecede 13 TL’ye indirmeleri de rant-yağma ve savaş ekonomisi içinde anlaşılabilir.

Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisine” dayanmaktadır.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi ne gerektiriyorsa, Saray Rejimi, tam da onu yapmaktadır. Neden muhalefet diye ortada dolaşan, spot ışıkları ile parlamaya çalışan Kılıçdaroğlu, TÜSİAD’ı arayıp, Erdoğan ve Bahçeli’nin millete bir iyilik yapmasını, çekilmesini istemektedir? Onun yerine, olup bitenin onda birini neden anlatmamaktadır? Neden Kılıçdaroğlu, CHP parti meclisinde Mersin mitingi kararını alırken, devrimci güçlerin kitleleri hareketlendirmesini önlemekten söz etmektedir, provokasyona açık kitle gösterilerini önlemekten söz etmektedir?

Yağma, rant ve savaş ekonomisini iyi anlamalarını isteri “muhalif ekonomistler”in. Zira, en çok halkı yanıltan onlardır. İşçiler ve emekçiler artık Saray medyasını dinlemiyor. O kendiliğinden etkisiz hâle gelmiştir. “Muhalif ekonomistler”, artık, bu ülkede büyük sermaye transferlerinin yaşandığını açıklamalıdırlar. Tek tek, kalem kalem. İşçiler ve emekçilerin üzerinden elde edilen vergiler, açık ve gizli yollarla sermaye kesimine aktarılmaktadır. Bu hem ucuz kredi olarak aktarılmaktadır hem de aynı anda büyük döviz vurgunları ile gerçekleşmektedir. Rant için döviz kurlarının büyük dalgalarla dalgalanması iyidir. Dalga ne kadar büyük olursa, ne denli sık olursa Saray Rejimi’nin para transferleri o denli büyük olur.

Erdoğan “ortada Nas var” diyor ve hepsi bunun üzerine tartışıyor. Buyursunlar, tüm faizleri silip atsınlar, bir günde MB, faiz sıfıra indirsin. Bakara ile başladılar, Nas varsa ortadaysa, buyursun tüm faizi bir gecede sıfırlasınlar.

Erdoğan’ın enflasyon teorisini tartışıyorlar, oysa TÜİK, bir emirle enflasyonu “sıfır” ilan edebilir.

Yağmayı, rantı ve savaş ekonomisini konuşmadan, bunları anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Neden Katar uçaklarına üslenme izni verilmektedir? Bu olaylar arsında bağ kurmadan, salt ekonomik göstergeler üzerinden tartışmak, açıklayıcı değildir.

Tam bu tartışmaların içinden geçilirken, 13 Aralık tarihli bir rapor, Japon bankası Nomura tarafından açıklanmıştır. Bu raporda Nomura bankası, Erdoğan’ın beş aşamadan oluşan bir planından söz etmektedir.

Bu plana göre, Erdoğan, seçimi kazanmak için bir fırsat kollamaktadır.

Önce, asgari ücret artacak. Bu yolla insanlar yeniden iktidara bağlanacak. Faizler indirilecek ve piyasaya para sürülecek. Krediler yolu ile ortalık rahatlayacak. Ardından, döviz kontrol altına alınacak. Olmazsa, bir dış olay ortaya çıkarılacak ve olağanüstü hâl ilan edilecek.

Plan kabaca böyle.

Bunun üzerine, bir erken seçim, bir “baskın seçim” hazırlığından söz edilmektedir.

Şaşmamak elde değil.

İlkin Japonya’nın da Türkiye ilgisi ortaya çıkmaktadır. Bir emperyalist aktör olarak Japonya’nın Türkiye ilgisi gayet anlaşılırdır. Ama bu kadar yakın ilgilerini izlemek zordu. Nomura Raporu bir “ben de varım” açıklamasıdır.

Ama buna şaşmaktan söz etmiyoruz. İşin erken seçime gelmesinden söz ediyoruz.

İkincisi budur: ABD açık ve net bir biçimde Erdoğan’a seçime gideceksin demediği sürece Erdoğan seçime gitmez. Gitmez, çünkü kazanamaz. Asgari ücretin artırılması, Erdoğan’a oy olarak dönmez. Doların 8 TL’den 18,50 TL ye çıkması oradan da 13 TL’ye inmesi oy olarak geri dönmez. Birkaç davulcuya verilen 100 dolar ile halay çekecek bir ekip, her zaman bulunabilir.

ABD ile AB arsında bir anlaşma olmadan, bir erken seçim olanaklı değildir. Mehmet Barlas’ın 150’likler ve CHP’nin kapatılması açıklaması, onun dalkavuk zekasının ürünü değildir. ABD hamlesidir ve Nagehan Alçı buna açıkça sahip çıkmıştır. Ne de olsa Afganistan ziyaretinden sonra Nagehan Alçı, level atlamıştır. Boğazındaki tasmanın sahibi değişmiş, Saray yerine tasma Saray’ın efendisine geçmiştir. Selvi ile Ahmet Hakan avuçlarını yalasınlar. ABD-AB anlaşmazlığına çözüm olarak, İngiltere’nin devrede olduğu, Akar üzerinde çalıştığı gözlenebilmektedir. Bu konuda bir anlaşma olmadan Erdoğan’ın seçime gitmesi hem gerekli değildir hem de mümkün değildir.

Üçüncüsü dövizi kontrol altına almak, artık, Erdoğan’ın elinde değildir. Oyun sahnelenmiş ve iş dünyasında panik başlamıştır. Erdoğan kendi dolarlarını mı bozduracak? Yeni Bakan Nebati, işadamlarına toplantı sırasında iki şey söylemiştir: İlki Erdoğan’ı yalanlayan “dış güç yok” açıklamasıdır. Bakan Nebati, işadamı olduğu için, işadamlarının ekonomiye saldıran dış güçler olmadığını söylemekte zarar görmemiştir. İkincisi ise işadamlarına, buyurun, 100 milyon dolarınızı bozdurun demiştir. Paralarını yurtdışına çıkartan işadamlarına bunu söylemiştir. Bu durum, birçok insanın paralarını bankalardan çekme eğilimini artırmıştır. Paralarını bankalardan çekme eğilimi, bankalardaki döviz hesaplarına karşı devletten hamle gelmesi korkusundandır. Yani bankaların batmalarından korkulmuyor, devletin bu paraların bir kısmına el koyacağından ya da döviz hesaplarına sınırlama getirileceğinden korkulmaktadır.

20 Aralık gecesi, birdenbire döviz satışı başlamıştır. 16-17 ve 20 Aralık günleri, halk, bankalardaki dövizlerini çekip banka kasalarına aktarmaya başlamıştır. Bu üç gün içinde çekilen döviz toplamının 5 milyar dolar olduğu söylenmektedir. Akbank, “tarihinde ilk kez”, MB’den döviz talep etmiştir. Diğerleri onu izlemiştir. Dövize olan talep karşılanamaz durumdaydı. Daha öncesinden 5 kere dövize müdahale eden MB, gerçekte kendisinin olmayan parayı devreye sürmüştür. Bu durum, 20 Aralık günü, bankacılık sistemini çökmenin eşiğine getirmiştir ve Erdoğan o gece, “dövize endeksli mevduat hesapları” kartını açmıştır. Böylece, tüm mevduatların dolarize olması da sağlanmıştır, bu yol açılmıştır.

Bu yol açılırken, “arka kapıdan” döviz satışı başlamıştır. Kamu bankaları o gece 1 milyar dolar, ertesi gün daha fazlasını, toplamda 7 milyar dolar satmışlardır. Bu yolla dolar 13 TL’nin altına indirilmiştir.

Bu hava, “dövize hücum”u durdurmuş, bir anlık duraklama sağlamıştır. Bunun olsa olsa, birkaç aylık etkisi olacaktır.

Bankalar batmaktan ve TC devleti “iflas ilanından” kurtulmuştur.

Şu bilgiler işe yarayacaktır.

2021 yılının Ocak ayında, piyasadaki toplam TL miktarı, para hacmi, 3 trilyon 300 milyar civarında idi. 2021 Aralık ayında bu miktar, 5 trilyon 242 milyar TL olmuştur. Bu yaklaşık %60 para hacminin genişlemesi, piyasaya 1,9 trilyon TL sürülmesi demektir. Bu da, %60’ları geçmiş olan enflasyonu açıklar.

Yeridir, TÜİK’in enflasyon rakamlarını 3 ile çarpmak gerekir. Enflasyon hesabı için, bu minimum düzeydir. TÜİK 21 diyorsa enflasyon 63’ten aşağı değil demektir. Dolar kuru, 12,50 olarak ele alınırsa, yılbaşına göre %68 artmış demektir.

İkinci bilgi, 17 Aralık’ın son günü olduğu, yani dolarda inişin, döviz garantili TL mevduat uygulamasının başlamasından önceki haftanın son günü, MB’nin net rezervi eksi (-) 38,8 milyar dolardan eksi (-) 46,7 milyar dolara gerilemiştir. HSBC Bank raporunda, 20 Aralık Pazartesi günü 3,6 milyar doların, 21 Aralık Salı günü de 3,4 milyar doların kamu bankaları üzerinden (arka kapı) satıldığını açıklamıştır. Bu bilgi 6,9 milyar dolar şeklinde Uğur Gürses’te de vardır.

Üçüncü bilgi mevduata ilişkindir.

17 Aralık’la biten hafta içinde toplam mevduat 5 trilyon 998 milyar 683 milyon 687 bin liraya çıkmıştır. Bunun 1 trilyon 874 milyar TL’si TL cinsi mevduat, 3 trilyon 904 milyar 476 milyon 687 TL’si, döviz cinsinden mevduattır.

17-17 ve 20 Aralık günleri 5 milyar dolardan fazla döviz cinsinden para bankalardan çekilerek, banka kasalarına, yastık altına vb. gitmiştir.

Bankalarda, 20 Aralık 2021 itibariyle var olan mevduatın %72’si, tutar olarak, 1 milyon TL ve üzerindeki mevduattır ve bu, 367 bin hesaba aittir. Dikkat edilsin, 367 bin kişi demek değildir. Bir kişinin birden fazla hesabı olduğu düşünülmelidir. Bunlar paraya sahip olan hesaplardır ve bunların TL’ye dönüp, döviz garantili hesap açmaları anlamsızdır. Zira, parayı korumanın, bu denli dolara bağlanmış bir ekonomide, dövize yönelmekten başka yolu yoktur. Hesapların %15,2’si, 250 bin TL ile 1 milyon TL arasındadır. 50 bin-250 bin TL arasında olanlar ise toplam hesaplar tutarı içinde %9,8 paya sahiptir. %3’ü 50 bin TL altındaki tutara sahip hesaplardır.

Toplam tüm mevduatın %67’si döviz cinsindendir. Varsayalım ki, bir bölümü TL vadeli-dövize endeksli hesaba geçsin, bu oran %60’lara inebilir, hepsi budur.

Şimdi, dövize endeksli mevduat hesabı yolu ile Saray Rejimi, dövize hücum hamlesini önleyebilmiştir. Ama tüm hesapları bir anlamda dövize çevirmiştir. Bu bir.

İkincisi, bu yolla faiz artırımına gitmiştir. Adı konmuş olduğu üzere bu, “gizli” ya da “örtülü faiz”dir. Gizli ya da örtülü olması, halktan gizlenmesi için değil, Nas’a inananlar içindir. Açıklanan faiz %14 iken, örtülü faiz ile bu %45’lere çıkmıştır. Nas ortadadır ama örtülü faiz için işlemiyor. Yaratan, bunun için bir ayrıcalık tanımış ve bunu da Saray Rejimi’ne vermiştir. Şimdi Hayrettin Karaman’ın bunun için bir “fetva” vermesi gerekir. Ne de olsa “Allah’ın cebinden peygamberi çalmak” marifeti kendisinin hizmet ettiklerine bir ayrıcalık olarak bahşedilmiştir. Allah, kendi cebinden peygamber çalma yeteneğini Saray Rejimi’ne bahşetmiştir.

İster döviz çıkarken ister inerken, paradan para vuranlar, sermaye transferi ile Saray Rejimi’nden nasiplenenler vardır.

Ve elbette unutmamak gerekir ki, Körfez sermayesi, BAE ve Katar sermayesi ile ABD ve İngiltere arasında sıkı bağlar vardır.

Bu durum, dövizdeki yükselmeyi durdurur mu? Geçici olarak evet.

Sabah bankalara %14 ile para veren, akşam ise onlardan %22,70 ile para alan MB, bankalara daha fazla borçlanacaktırç Mevduatların faizi aşan döviz “getirisi” MB veya Hazine üzerinden karşılanacak, bu durum, açmazı daha da büyütecektir. Ama bu arada, büyük bir hortumlama ortaya çıkacaktır.

Dövizin yükselişi durmayacaktır.

Dördüncüsü daha gerçekçidir. Erdoğan, bir savaş nedeni ile, Japon bankası bunu raporuna “dış olay” diye yazmıştır, seçimleri iptal edebilir. Bu durumda bir “yasaklı listesi” ortaya çıkabilir. Ah ah, duyar gibiyim, bazı OYT, “bu durumda demokrasi rafa kalkar” demektedir. Hangi demokrasi? Saray Rejimi’nin hizmet ettikleri için var olan demokrasi mi? Hangisi? Zaten rafta duran demokrasi mi? Hangisi?

Varsayalım ki ABD 150’likler yasaklı listesini ilan etti.

Peki ya, AB, bu durumda, AK Parti içinden gerekli sayıda milletvekilini istifa ettirir ve diğer partilere geçmesini sağlarsa? AK Parti içinde AB’nin gücü yok mudur? Bu nedenle, seçim, ancak efendiler, ABD-AB ve İngiltere arasında bir anlaşma var ise gerçekleşebilir.

Saray Rejimi, seçimleri gözeterek bir ekonomik yol ortaya koymuyor. Eğer asgarî ücret yükseltilmemiş olsa idi, bir patlama durumu ortaya çıkabilirdi. Ortaya çıkacak sosyal patlama ihtimalini önlemek için asgarî ücret yükseltilmiştir. Asgarî ücretin yükselmesini sağlayan şey, Türk-İş’in pazarlıkları değildir, işçilerin sessiz sedasız sürmekte olan direnişleridir. Bunun, bu direnişin, taşmasından, sokaklara akmasından, nasırlı ellerin şalterlere uzanmasından korkuyorlar. Gezi eski değildir, tazedir ve yaşamaktadır.

Egemenler, Saray Rejimi’ni güçlendirmek ya da güçlendirilmiş parlamenter sistem kurmaktan söz ediyorlar. Her ikisi de, egemenlerin çözümüdür.

Saray Rejimi sadece Erdoğan demek de değildir. Bugün, ABD açısından istenilen tetikçi rolü için en uygun aday Erdoğan’dır. Onu değiştirmek ile Suriye savaşının sona ermesi arasında bağ vardır. İdlib ile Erdoğan’ın gidişi arasındaki bağ, kuvvetli bir bağdır.

Savaş ekonomisi, yeterince kavranmamaktadır. Bu sadece silah satışı demek değildir. Erdoğan olmadan, Katar’a veya BAE’ye ASELSAN gibi şirketleri satmak kolay değildir. Tüm bunları yapmak için, Erdoğan’ın elinde dövizi olmayan MB ile Saray Rejimi’nin sürmesi istenmektedir.

Bu noktada, Japon bankasının raporunun en ciddi yönü demek olan “dış politika vakası” üzerinde durmak gerekir. Bu acaba, Irak’a dönük bir saldırı mıdır? Bu acaba, İran’a dönük bir saldırı mıdır? Bu acaba Suriye sahasından yeni bir işgal girişimi midir? Bu acaba Kıbrıs veya Yunanistan’a dönük bir hamle midir? Bu acaba Karadeniz’e ve Ukrayna meselesine bağlı bir hamle midir? Rusya’ya dönük bir saldırı mıdır?

Öyle anlaşılıyor ki, bu durum ABD isteklerine bağlıdır. Biden ile Erdoğan görüşmesinin Karadeniz ile ilgili olma ihtimali yüksektir. Bu yönde emareler vardır. Ama İran ihtimali de zayıf değildir. İran sınırındaki mayınların temizlenmesinden söz edilmektedir. Suriye savaşı öncesinde mayın temizleme sürecini hatırlamak mümkündür.

Savaş ekonomisi, ülke ekonomisinin önemli bir parçası olmuştur. Bu hem Kürtlere karşı savaş açısından böyledir hem de Suriye savaşı açısından böyledir hem de Suriye savaşı açısından böyledir. Bunlara Libya’yı eklemek gerekir. ABD, AB’ye karşı Türkiye’nin bu tetikçi yönünü kullanmakta tereddüt etmeyecektir. Savaş, Türk parababalarının kârlı bulduğu bir alan hâline gelmiştir. Bu konuda deneyimleri de vardır. Suriye’de işgal ettikleri bölgelerdeki yağma, bunun en açık kanıtıdır.

Eğer Erdoğan, Saray Rejimi, yeni bir seçime gidecekse, bu seçim, kan ve katliamlar içinde gerçekleşecek bir “seçim” olacaktır. Burjuva muhalefet, bugüne kadar şaibesi eksik olmayan, açıkça hileli seçimlere sesini çıkarmamıştır. Bu açık hileli seçimler, artık kanıksanmış durumdadır. Halktan çok, muhalefet gibi gözüken partilerin yarattığı yeni bir normaldir bu. Kılıçdaroğlu, Akşener şaibeli seçimleri meşru kılmışlardır. Parlamentodaki varlıkları da bunun ispatıdır. Bu partilerin sağlıklı ve demokratik bir seçimin güvencesi olamayacakları da açıktır.

Saray Rejimi, artık sadece devlet gücünü kullanmak üzerinden iş yapmaktadır. Baskı ve şiddet, yalan ve karanlık üretme mekanizmaları dışında dayanağı yoktur. Saray Rejimi’ni meşrulaştıran CHP ve İYİ Parti’dir, burjuva muhalefettir.

Kılıçdaroğlu’nun döviz kurundaki son süreçlerden sonra, TÜSİAD’ı araması, onların kendisine ses vermesini istemesi, tam da Saray Rejimi’nin bir parçası olması nedeniyledir.

Bugün, parlamenter demokrasi diye ortalığa çıkan “muhalefet”, gerçekte devletin bir parçasıdır. Bu muhalefetin ana odak noktası, halkın öfkesini kontrol etmek, işçi ve emekçilerin sokaklara, barikatlara çıkmasını önlemektir. Devletin baskı ve şiddetine karşı direnen işçi ve emekçileri, kadın ve gençleri, bu “muhalefet”, “provokasyon olur”, bunlar kan döker diye korkutmaktadır. Öte yandan ise, her gün insanlar can vermektedir. İster işyeri cinayetlerinde, ister kadın cinayetlerinde, ister çocuk cinayetlerinde yaşanan kan dökme değil midir? Devlet, tüm güçleri ile zaten saldırmıyor mu?

Sanki, ülkede olağanüstü hâl yok mu?

Seçimlerin ertelenmesi, paralara el konulması vb. gibi durumlar mıdır olağanüstü hâl? Belediyelere kayyum atanması, Kürt illerinde sürdürülen savaş, işçilere karşı saldırılar, öğrenci eylemlerine karşı saldırılar, en küçük bir demokratik hakkın kullanımının önlenmesi, tutuklamalar vb. olağan hâl midir?

CHP’ye, İYİ Parti’ye dokunulmadığı sürece, her hâl “olağan” mıdır?

Açlık, yoksulluk, işsizlik olağan hâl olmuştur.

Kılıçdaroğlu, Akşener, bize esnafın hâlinden söz etmektedir. Akıllarına işçilerin hâli, milyonların hâli gelmemektedir. Siftahsız kepenk kapatan esnaftan, küçük üreticiden söz ediyorlar. Ama fabrikalarda hasta hasta çalıştırılan işçilerden söz etmiyorlar. İşçi sınıfı sanki yokmuş gibi davranıyorlar. Açlıktan söz ediyorlar ama aç kalanların hangi sınıftan olduğundan söz etmiyorlar. Faturaların ödenememesinden söz ediyorlar, ama o faturaları ödeyemeyenlerin işçi ve emekçiler olduğundan söz etmiyorlar. Emekliden söz ediyorlar ama emeklilerin hangi sınıfın üyesi olduğundan söz etmiyorlar. Fakirden söz ederken bile, fakirlerin işçi ve emekçi olduğundan söz etmiyorlar. İşçi sınıfı, onların literatüründe yok. O nedenle sıkıştıklarında patronları arıyorlar. Oy istemek için sendikalara gidiyorlar ama bir şey yapmak için işverenleri arıyorlar. İşçi ve emekçiler, tüm burjuva partiler için, oy deposu, sürülecek sürüdür.

İşyerlerinde, kadın cinayetlerinde, sokakta, çocuk cinayetlerinde ölmek ucuz, ama bir file doldurmak, yaşayacak yiyecek bulmak, ısınmak, bir evde oturmak, su kullanmak, kısacası yaşamak pahalıdır.

Saray Rejimi, rantçıların, yağmacıların, savaş ekonomisinden vurgun vuranların, uyuşturucu mafyalarının, inşaat çetelerinin, ihale çetelerinin, parababalarının, tekellerin, finans çetelerinin vb. iktidarıdır.

Saray Rejimi, uluslararası sermayenin devletidir.

Saray Rejimi, ABD’nin tetikçisidir.

Burjuva muhalefetin anlattığı gibi, Saray Rejimi’nden ayrı bir devlet de yoktur. CHP, İYİ Parti, bu rejimin meşrulaştırıcı yüzüdür. Seçimle Saray Rejimi yıkılmayacaktır. Seçimle Saray Rejimi’nin gideceği hayali, işçi ve emekçilerin direnişini kırmak, enerjilerini emmek, krizin tüm faturasını işçilerin kabul etmesini sağlamak içindir.

Bu devlet, işçilerin, emekçilerin, milyonların devleti değildir. Bir avuç zenginin, parababasının, tekellerin devletidir.

Gerçekten Saray Rejimi’nin yıkılmasını isteyen varsa, işçi sınıfının mücadelesine, şartsız koşulsuz girmeli, saf tutmalıdır. Gerçekten “ülke”den söz eden varsa, gerçekten “kurtuluştan” söz eden varsa, onların safları işçilerin safları, işçi sınıfının devrimci yolu olmalıdır. Tek çıkış yolu, sosyalist devrimdir. İşçi ve emekçilerin iktidarıdır.

Sonradan görme “Çoban”a babadan görme Hazine Bakanı

Genco Erkal, bir tiyatrocudur. Sadece oyuncu değildir ama oyuncu yönü de güçlüdür. Böyle olunca, önüne gelen malzemeye bakarak, en azından “söz söyleme sanatını” konuşturması en beklenen, en normal olan olmalıdır. Erdoğan’a hakaretten yargılandığında, mahkeme salonunda, Erdoğan’a “çoban” demesi de konu oldu. Ama, aslında Genco Erkal değildi Erdoğan’a çoban diyen. Erdoğan, hangi “kutsal” kaynaktan ve hangi danışmanın tavsiyesinden çıktı ise kendini “çoban” olarak ilan etmişti.

Çobanlık, insanoğlunun tarihsel gelişiminde elbette bir yer tutar.

Ama Erdoğan, kendine çoban derken, halkı da sürü yerine koymuştu. Ve elbette bir sanatçı olarak Genco Erkal, buna itiraz etmişti. Gelin görün ki, Saray Rejimi’nin kalifiye hâkimleri-savcıları, Erdoğan’ın kendisine çoban dediğini unuttu. Gerçekte “çoban” bir hakaret ise, Erdoğan, kendi kendine hakaretten yargılanmalı idi. Çok da yerinde olurdu. Çoban olarak kendine hakaret ettiği için Erdoğan, kavalcı olarak Bahçeli, çoban yamağı olarak da Kılıçdaroğlu, hepsi birden yargılansaydı, tiyatro tarihine yeni bir sayfa açılmış olurdu.

Öyle olmadı.

Kendisi her şeyde ilk sırayı almaya hevesli olan Erdoğan, yağmada, rantta gösterdiği ilk sıraya yerleşme ve rekor kırma başarısını, kendisine en çok hakaret edilen cumhurbaşkanı olma konusunda da almak istiyor. Bu nedenle, herkese hakaret davası açıp, kayıtlara geçmesini istiyor. Tescillidir, en çok hakarete uğradığı mahkeme dosyalarına girmiş Cumhurbaşkanı, Reis, Başkan vb. Erdoğan’dır.

Ve Genco Erkal, bu “uydurma” yargılama ile, çoban sıfatını Erdoğan’ın kendisi için söylediğini kayıtlara geçirebilmiştir. Biz yazmıştık, ama bu denli etkili olmamıştı. Şimdi, resmî kayıtlarda var, Erdoğan, kendisine çoban demiştir.

Genco Erkal, aslında buna karşı değildi. Onun karşı olduğu şey, kendisini çoban ilan eden bir cumhurbaşkanının, halkı da sürü ilan etmiş olması idi. Çobanın kendisine çoban demesi sorun değil de, onun bu yolla halka sürü demesi sorundur. Bu nedenle, tüm halka hakaret etmiştir. Ve tek örneği de bu değildir.

Çobanlık, kutsal kitaplarda da önemli bir mertebe olarak görülebilir. Bu ayrı bir tartışma. Ama şu kadarını söylemeliyiz ki, kutsal metinlerdeki çobanı, halk seçmiyordu ya da o kişi halk oyuna yalandan da olsa, hile ile de olsa ihtiyaç duymuyordu.

İşte bu Çoban, sürekli olarak, ekonomi ile ilgili bakanları ya da müdürleri değiştiriyor.

Damat Berat, Hazine ve Maliye Bakanı idi ve doğrusu dillere destan bir serüven ortaya koydu. Sonunda, sosyal medya üzerinden istifa etti. Dayak yediği bile söylendi. Ama nihayetinde anlaşıldı ki, Bakan Damat, kendisini “kutsal yük taşıyıcısı” olarak görmekteydi. Harry Potter filmlerindeki gibi Kutsal Yük Taşıyıcısı Damat, baktı ki “at izi it izine karışmış”, bana eyvallah dedi. Ortadan kayboldu. Kendisine çoban diyen “Sultan Erdoğan”, hazinesini emin ellere emanet etmek üzere, Damat’ı affetti.

O damattan sonra, epeyce Bakan değişti. Bir MB Başkanı, bir Hazine Bakanı değişti. Her yeni Bakan, Erdoğan’a biat etti, her giden affedildiği için teşekkür etti.

Yeni Bakan Nebati, son numaradır.

Yeni Bakan Nebati, olaya aile boyu daldı. Kardeşi, kendisinden önce, para kurulunun faizi ne kadar indireceğini ilan etti.

Bakan Nebati, Damat Bakan gibi zeytinyağı kıvamında değil, nebatî margarin kıvamında hareket edeceğini gösterdi. Ne de olsa, üç günlük dünya, şöyle bir boy göstermek ve TC tarihinde yer almak önemlidir. Nasıl olsa o koltukta kimse uzun süre duramaz. Zira, ekonomi “uçuş” modundadır.

Çoban, bir cuma namazı sonrasında, “aslında biz uçuyoruz ama kimse görmüyor” demişti. O zamanlar, TÜSİAD, Kılıçdaroğlu’na telefon açıp, “bunu ellemeyin, bu özel uçuş modudur” demiş olmalıdır. Yoksa, dolar 17 TL’yi geçince Kılıçdaroğlu’nun, aslan muhalefet temsilcisi olarak TÜSİAD’ı araması gerçekleşmezdi. Kılıçdaroğlu, hangi akla hizmet ise TÜSİAD Başkanı’na, “Erdoğan ve Bahçeli halka bir iyilik yapmalı, çekilmeli” gibi bir şeyler de söylemiş. Demek derin bir sohbet var ve bu sohbet “uçuş modu”na geçmiş ekonominin sahibi TÜSİAD’ın memnun olduğu bir sohbet olmalıdır.

Nebatî margarin, pardon Nebati Bakan, Habertürk’ten Sevilay Yılmaz’a özellikle telefon açmış ve bir röportaj vermiş. Sevilay Hanım, muhtemelen çok şaşırmış olmalıdır. Ama röportaj ilginç ilerlemiş. Bakan Nebati, “sen ne kaybedeceksin, olsa olsa enflasyon altında ezilirsin, senin bir maaşın var, ama ben, her şeyimi kaybederim” demiş.

Bakan Nebati, Damat gibi zeytinyağı kıvamında olmadığını göstermiştir. Sert bir giriş yapmıştır, hayırlısı ile. Sert giriş, uçuş modundaki ekonominin, “Ay’a sert iniş yapma” kararlılığındaki çoban yönetimine son derece uygundur. Madem Ay’a sert iniş esastır, madem ortada Nas durmaktadır, öyle ise Hazine Bakanı olsa olsa Nebati kıvamında olabilir.

Yeni Bakan’dır ve henüz “işadamı” kimliğinden kurtulamamıştır.

Gazeteciye maaşlı adam, kendisine ise işadamı olarak bakmaktadır. Maaşlı çalışan, zaten tek bir şeye sahip olabilir, o da maaşı. Kaybetse kaybetse maaşını kaybeder. Oysa o, koskoca işadamıdır ve her şeyini kaybedebilir. Onun her şeyi, elbette “her şey”lerin en önemlisidir. Allah’ın izni, Erdoğan’ın emri ile Bakan olmuş Nebati, buna uygun bir sertlikte olmalıdır.

Nebati soruyor: “Türkiye ekonomisinin başına getirildim mi?”

Bilen var mı, getirildi mi?

Kendisi de emin değil. Karşı taraftan “hayır efendim, siz ekonominin başında değilsiniz” diyen de yok. Öyle ise emin olabilir ekonominin başındadır Nebati. Kendi kendini çimdiklemesine gerek yok. Zaten, ekonominin başında olduğunu bizzat kardeşi doğrulamaktadır: “Yarın faizler 1 puan inecek” demektedir. Tahmini kuvvetlidir kardeşin ve bunu bildiğine göre, abisinin ekonominin başında olduğunu da bilebilir.

Biraz araştırınca, ortaya çıkıyor ki, Nebati, babadan görmedir.

Babadan görme, sonradan görmeden farklıdır.

Sonradan görme, bulunduğu kaba yakışmaz. Oysa Nebati bir “babadan görme” olarak, bin işçi çalıştırmaktadır. Bin işçi çalıştırmanın, toprak ağalığından gelme bir hayatın ne demek olduğunu gayet iyi bilir. Elinde kırbaç ile serfleri kırbaçlamayı da görmüştür, fabrikada makinaya hizmet etmekte olan işçilerin kanını emmeyi de bilir.

Demek ki, sonradan görme çoban, kendine babadan görme bir bakan bulmuştur.

Yalnız Bakan Nebati, Damat Berat gibi, “kutsal yük taşıyıcısı” olamaz.

Ortada “Nas” var iken, artık o Hazine, kimseye emanet edilemez. Damat Berat, zaten buna müsaade etmez.

İşte size bir çöküş hikâyesi daha.

Şimdi bizim okur yazar takımımız (OYT), ünlü ekonomistler, hepsi birlikte, durumu açıklamak için, bir yol bulma peşindedirler.

Birçok görüş oluşmakta, anlatılmakta, sonra, bir gün sonra bu görüşler, sanki hiç yokmuşlar gibi, yerlerini yenilerine bırakmaktadırlar.

Görüşlerden biri şudur: Efendim, Erdoğan bir “teoriye sahiptir.” Buna göre faiz düşerse enflasyon düşer. Bu denmektedir.

“Teori” sözcüğü, hiç bu kadar utanmazca kullanılmamıştır. Teori, henüz bilimsel olarak ispatlanmamış bile olsa, en azından kendi içinde bir tutarlılık taşır. Mesela “dünya öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır” dediğiniz zaman, bu bir teori olarak ele alınamaz. Çünkü, kendi içinde dahi tutarlı değildir. Zira, ortada bir cevapsız soru vardır: Dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyorsa öküz neyin üzerinde durmaktadır? Görüldüğü gibi, bu kendi içinde tutarlılığı olmayan bir cümledir. Erdoğan’ın “faiz düşerse enflasyon düşer” sözü, olsa olsa bir kılıf olabilir. Kılıflar, teori olarak ortaya konamaz.

Demek bizim OYT, düşünmesini de unutmuş olmalı. Akılları karışmış, dillerine vuruyor. “Kılıf”a “teori” diyorlar ve sonra hep birlikte, bu teorinin ne kadar saçma olduğunu anlatmaya başlıyorlar.

Faiz, paranın fiyatıdır denilebilir. Faiz, borç sermayenin artı-değerden aldığı paydır. Ve elbette bu birçok etkene bağlıdır. Ama sermayesini ödünç veren, enflasyondan daha az bir miktara elbette razı olmaz ya da ancak çok sınırlı durumlarda buna razı olabilir.

Erdoğan, elbette bir sonradan görme çoban olarak, kendisinin ve hizmetinde olduğu sermayenin çıkarlarını korumak üzere hareket etmektedir. Efendileri vardır ve efendileri ne isterse onu yapar. Ortada Nas var demesi, yapacaklarını açıklamak için değil, yapmak zorunda olduğuna kılıf bulmak içindir.

Bekliyoruz, OYT, ne zaman Nas için “teori” diyecektir?

Devleti anlamadın mı, Saray Rejimi’ni kavramadın mı, onun ekonomi politikası olan “rant-yağma ve savaş ekonomisini” görmezlikten geldin mi, Erdoğan’ın sözlerine mantıklı bir açıklama bulmakla kendini görevli bulursun.

Demek ki, faizi, enflasyon düşsün diye indirmiyorlar. Faizi, “rant-yağma ve savaş ekonomisi” mantığı gereği indiriyorlar. Yarın da aynı mantık gereği, sermaye aktarımı tersini gerektirse, faizi yükseltirler. Bu kadar açıktır.

Bir gece yarısı doları fiilî kurun yarısından satan bir Saray Rejimi’ne, bir “ekonomi yönetimine” “teori” gerekmiyor.

Bu ekonomistlere, “Erdoğan teorisi” ile uğraşan bu OYT’ye önerimiz, Kılıçdaroğlu gibi, gidip TÜSİAD’ı arasınlar, TÜSİAD’a “ses ver” çağrısı yapsınlar. Çünkü, OYT, halkın, işçi ve emekçilerin saflarında yer almaktan korkmaktadır. Kendilerinin steril dünyalarının kirlenmesinden korkuyorlar. Halka, gerçeklere, işçi sınıfına mesafeli durmalarının nedeni budur.

İçlerinde birkaç tane “temiz” kişi var, onlara yazık!

İkinci görüş şudur: “Erdoğan, işçiliği ucuzlatıp, ekonominin ihracata yaslanmasını ve bu yolla büyümeyi hedefliyor.”

Aslında bu görüş de Saray temellidir. Saray böyle söylüyor. OYT ve ekonomistlerimiz, bunun imkânsız olduğunu açıklamaya çalışıyor. Öyle ya, ithalata dayalı girdilerin, dolar kuruna bağlı artışı, ihracatı kolaylaştırmaz. Erdoğan’ın bunu yapmak istediğini söyleyip, haklı olarak bunun yanlış olduğunu, olamayacağını söylüyorlar. İyi de, Erdoğan’ın bunu yaptığını söylemesine neden bu kadar çabuk inanıyorlar?

Çünkü onlara göre, bu sürecin bir “akla dayanan” açıklaması olmalıdır.

Peki kimin aklına?

Erdoğan’ın aklına göre, bu sürecin açıklaması nettir: Rant, yağma ve savaş ekonomisi bunu gerektirmektedir. İşçilik ucuz olmalıdır. Döviz kurları büyük vurgunlar vurmak için gereklidir. Örnek mi? Hesap açık. İhracat artacak olsa, diyelim ki, maksimum 100 milyar TL artsın. Ama, kur artışları, dolara bağlı bir ekonomik sistem içinde 6 trilyon ilave yük yaratmıştır.

Kimin üstüne 6 trilyon yük gelmektedir? Elbette işçi ve emekçilerin üzerine. Zira, oto yolundan, Hazine garantili ihalelerinden, dış borçlardan vb. gelen yük, direkt veya dolaylı olarak halkın üzerine biner. %85’inin işçi ve emekçi olduğu halkın üzerine.

İyi de bu, Saray Rejimi için neden kötü olsun?

TÜSİAD için neden kötü olsun?

Hele hele Erdoğan’a bağlı Saray işadamları için, çeteler için, yağmacılar için, rantçılar için, savaş ekonomisinden beslenenler için neden kötü olsun?

OYT ve ekonomistlere göre, “bir ülke ekonomisi” var. Ve onlara göre, Saray bu ülke ekonomisine zarar vermektedir.

İyi ama, onların böyle bir derdi olduğundan emin misiniz? Hangi ülke ekonomisi?

Siz, neye göre terörist, neye göre vatan haini ilan ediliyorsunuz? Saray Rejimi’nin, onun hizmet ettiği sermaye için, Saray Rejimi’nin dayandığı uluslararası güçler için konuşmadığınızda, sözleriniz ve eylemleriniz onların çıkarlarına dokunduğunda terörist veya istenmeyen kişi ilan ediliyorsunuz.

Onlar için ülke, parababalarının ülkesidir.

Onlar için ülke, çek defterlerinin içindekilerdir.

Onlar için ülke, kokuşmuş karanlıklarıdır.

Onlar için ülke, rant ve yağma alanıdır.

Onlar için ülke, savaş ekonomisinin çıkarlarıdır.

Trilyonlarca ilave yük demek, onlar için trilyonlarca kâr, rant vb. demektir. Onlar tam da bunu almanın peşindedirler.

Doların artması bir rant kaynağıdır.

Doların bir anda düşmesi ve ardından artması, bir sermaye transferi oyunudur.

Üçüncü görüş, tüm bunların, bir seçim ekonomisi için yapıldığı görüşüdür. Baskın bir seçim için, önce doları yükseltiyorlar, ardından, asgarî ücreti yükseltiyorlar ve bu yolla bir “parasal yanılgı” yaratarak halktan oy almayı umuyorlar.

Yazık!

Korkut Boratav Hoca da bu görüşü destekler açıklamalar yapmaktadır.

Aynı hatanın sonucudur. Ortada bir “ülke ekonomisi var” ve bu nedenle akla dayalı bir şey yapıyor olmalılar, diye düşünüyor.

Baştan aşağıya, sistemi anlamamanın ürünüdür.

Saray Rejimi’ni doğru anlamak gerekir.

Savaş ekonomisi, rant ekonomisi, yağma ekonomisi doğru anlaşılırsa, bu mesele de açıklığa kavuşur.

İlkin, Saray Rejimi için bir seçim, ancak ve ancak, ABD emri ile, ABD-AB arasındaki bir anlaşma ile gerçekleşebilir. Öyle iç dinamiklere bağlı değildir.

Saray Rejimi, çözülmektedir. Ama bu, kendiliğinden çökeceği anlamına gelmez. Tersine, eğer işçi sınıfının devrimci kalkışması olmazsa, eğer işçiler orakları ve çekiçlerini hazırlamazlarsa, eğer işçiler çarkları durdurmazlarsa, eğer ülkede barikat savaşlarında zafere giden bir direniş geliştirilmezse, Saray Rejimi çökmez.

Saray Rejimi, kendini güçlendirmek istemektedir.

ABD, bölgemizde bir tetikçiye ihtiyaç duymaktadır. Suriye savaşında bunu gördük, Kafkaslarda gördük, Balkanlarda gördük, Libya’da ve Akdeniz’de bunu gördük. ABD, kendi çözülmekte olan hegemonyasını geri kazanmak istiyor, hegemonyasının çözülmesini önlemek istiyor. Bunun en az maliyetli yolu, Türkiye gibi bir tetikçiye sahip olmaktır. Tetikçiye ihtiyaç duyuyorsanız, “parlamento” vb. gibi şeylere ihtiyaç duymazsınız.

Bu tetikçi politikası yeni değildir, örneklerini saydık, defalarca anlattık, eskidir. Ve ABD bu arada, bir sermaye transferini de istemektedir. BAE ve Katar üzerinden gelen sermaye, ABD ve İngiltere kontrolünden uzak değildir. Bu yolla yeni bir sermaye sınıfı yaratılmak istenmektedir. Bu tıpkı, devlet eli ile burjuva yaratma politikalarına benzemektedir. Tekrarı olmayacaktır ama kanlı olacağı, kanlı olmakta olduğu açıktır.

Buna karşılık AB, ekonomisini denetlediği Türkiye’nin artık siyasal olarak kendi denetimine geçmesini istemektedir. AB’nin çıkarları, bu tetikçi politikadan zarar görmektedir. AB, özetle ABD’ye, “yeter, sen çekil” demektedir. Buna biz paylaşım savaşımı diyoruz.

Şimdi, Saray Rejimi’nin bir seçime gidip gitmeyeceği, ABD-AB anlaşmasına bağlıdır.

Erdoğan, eğer bir seçime gidecekse, bu ABD emri ile olacaktır. Yoksa seçimi kaybedecektir.

Artık, Erdoğan’ın, asgarî ücreti 4253 TL yaparak elde edeceği bir oy yoktur.

Asgarî ücretin 4253 TL olması, tümü ile, sosyal patlamaları önlemek, bir gelir yanılsaması yaratarak zaman kazanmak girişimidir.

TC ekonomisinin ucuz işçilik yolu ile ihracat kanallarını büyütmesi, ancak çok küçük bir gelir sağlayabilir. Bunun matematiği de açıktır. Enerjinin, hammaddenin, girdilerin dövize bağlı olduğu bir ekonomide bu mümkün değildir. Erdoğan, eğer böyle bir şey yapacak olsaydı, dövize bağlı ihalelerin, Hazine garantili projelerin üzerine yürümesi gerekirdi. Bundan hiçbir iz yoktur.

Daha gerçekçi olanı, seçimin ertelenmesidir.

ABD buna hiçbir biçimde hayır demez. AB’nin ise yapacağı bir şey yoktur. Erdoğan’ın seçim ertelemesi için, ilave bir şeye ihtiyacı yoktur, TC ordusu doğuya doğru hareketlendiği anda, savaş nedeni ile istediği her şeyi iptal edebilir. Doğrusu, bu ABD’nin çok da işine gelir. İran’a saldıramazsa, Irak’a bir operasyon başlatması mümkündür. ABD’nin, Kerkük ve Musul’u size verelim oyunları, Menderes döneminde de vardır.

Çoban, sonradan görmedir.

Bunu, Nebati’nin vurgularından anlıyoruz.

Çoban olduğunu kendisi söylemiştir ve Genco Erkal, bunu mahkeme kayıtlarına da geçirmiştir. Burası tamamdır.

Nebati, bir “babadan görme”dir. Sermayesi toprak ağası babasından gelmektedir. Yanında bin kişi çalışmaktadır. Bin kişi çalıştırmakta olan bir işadamı Bakan, modası geçmiş de olsa nebatî yağ kıvamında yerine oturma sürecindedir. Fazla oturamayacak olsa da, Çoban’ın sonradan görme olduğunu ispat etmiştir.

Çoban, Damat Bakan’dan daha iyisini bulmuş değildir. O zeytinyağı idi, su üstüne çıkmayı iyi biliyordu. Nebati, margarin, Çoban için ekmeğine sürülecek eski tarzda bir yağdır. Hepsi bu olmalıdır ve Nebati bunu anlamakta gecikmeyecektir. Bu nedenle, “sert” giriş yapmıştır, sınıf savaşımının gereklerine uygun sertlikte.

Babadan görme bir Bakan Nebati, bir gazeteci üzerinden, işçi ve emekçilere seslenmiştir.

“Sizin kaybedecek bir şeyiniz yoktur.”

“Esas kaybetme ihtimali olan ben ve benim gibi işadamlarıdır, zenginlerdir.”

Doğrudur.

Bu doğruyu, çok istedikleri için söylemiyorlar.

Bıçak kemiğe dayanmıştır ve onlar da artık, açık bir sınıf savaşımı yürütmektedirler. Cepheler nettir ve Nebati, bu netliği ifade etmektedir. İfade etmektedir, zira ifade etmese de artık gizlenebilir durumda değildir.

Gerçekler böylesine inatçı şeylerdir, ortaya çıkarlar. Bugün, işçi sınıfının durumu açık olarak budur.

İşçi sınıfının, maaşı ile çalışanların, kaybedecek hiç ama hiçbir şeyleri yoktur.

Maaşlarını da kaybetmiş sayılırlar. Asgarî ücret ne olursa olsun, kaybetmişlerdir. Doğalgaza, elektriğe, suya, kiraya, sağlık hizmetlerine, eğitime gelen her zam maaşı aşındırmaktadır.

Biz de öyle diyoruz.

Sendikalar, açık ve net olarak, ellerini şalteri indirmek üzere kaldırmalıdırlar, asgarî ücreti onaylamak için değil. Türk-İş’in yaptığı budur.

DİSK, işçilerin tepkilerini kontrol altında tutmak, öfkelerini boşaltmak üzere değil, mücadele etmek üzere, makinaları durdurmak üzere eylem yapmalıdır.

İşçi sınıfının, kaybedeceği hiçbir şey yoktur.

İşçi sınıfı, emekçiler, olsa olsa ancak zincirlerini kaybederler.

Kaybedeceğimiz eğer zincirlerimiz ise, onları kendi ellerimizle söküp atmaya niyetlenmeliyiz.

İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedeceği bir şeyi yoktur.

Ama kazanacağı, bir dünya vardır.

Biz devrimci sosyalistler, biz devrimci işçiler, şalterleri indirmek için hazırlık yapmak zorundayız. Bunun için örgütlenmeyi, direnişi geliştirmeyi, direnişi yaymayı ve Birleşik Emek Cephesi’ni örmeyi önümüze hedef olarak koymalıyız. Ancak böylesi bir örgütlenme, şalterleri indirmeyi başarabilir.

Seçim ile Saray Rejimi devrilemez. Seçim ve sandık ile burjuva sistem alaşağı edilemez. Burjuva partilerin kuyruğuna takılarak sömürüye son verilemez. İşçi sınıfı, kendi demokrasisini, kendi iktidarı ile, kendi elleri ile kurabilir. Bu demokrasi, burjuvaziye karşı, proletarya diktatörlüğünün kendisidir.

Mücadele sertleşecektir. Kimse işçi sınıfının kolay bir mücadele ile zafere ulaşacağını düşünmemelidir. Ve işçi sınıfının bunu gerçekleştirecek tarihsel birikimi vardır, devrimci aklı vardır. Tüm işçileri, devrim saflarına, Birleşik Emek Cephesi saflarına, Kaldıraç Hareketi saflarına davet ediyoruz.

Asgarî ücret değil, kamulaştırma

Saray Rejimi, işçi ve halk düşmanı, emekçi düşmanı bir rejimdir. TC devleti, burjuvaların, parababalarının, rantiyelerin, inşaat çetelerinin, faiz lobilerinin, enerji çetelerinin, uyuşturucu çetelerinin, dinî çetelerin, tekellerin, uluslararası sermayenin devletidir, işçi ve emekçilerin devleti değildir.

Saray Rejimi, egemenlerin devletidir.

Egemenler, düzenlerini sürdürmek için, sömürü çarklarını daim kılabilmek için, rant-yağma ve savaş ekonomisini ayakta tutabilmek için, Saray Rejimi’ni organize etmişlerdir.

Saray Rejimi, en küçük bir demokratik hakkı yasaklayan, anayasayı rafa kaldıran bir rejimdir. Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin taleplerine karşı, devletin tüm organları ile saldırıya geçmesi demektir.

Saray Rejimi, dini ve milliyetçiliği kullanarak, işçi ve emekçileri modern köleliğe razı etme uygulamasıdır.

Ama Saray Rejimi, çözülmektedir.

Baskı, şiddet, zulmün binbir çeşidi, artık toplumsal direnişi durdurmaya yetmiyor. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, artık susmak ve kaderlerine razı olmak tutumunu terk ediyorlar. Gezi ile başlayan direniş, parça parça, küçük küçük, adım adım tüm ülkeye ve hayatın her alanına yayılmaya başladı.

Toplumda direniş mayası tutmaktadır.

Saray Rejimi, işçi ve emekçileri, karanlıkta yaşamaya, yalanla uyutmaya çalışıyor. Yalan ve karanlık yırtılmaya başlamıştır.

Saray Rejimi bunu gördüğü için, asgarî ücreti 4253 TL yaptılar.

Yaşamları perişan olan işçiler, bu %50 zam haberlerine sevindiler. En çok da örgütsüz işçiler sevindi. Örgütlü işçiler, bu %50’nin yetersiz olduğunu biliyorlar.

Hesap basittir. Geçen sene Aralık 15’te (asgarî ücret o zaman açıklandı), 1 USD, ne kadar TL ediyordu? Dolar %110 artmıştır. Ocak 2022 sonunda, yani asgarî ücretin elimize geçeceği zaman, bu artış daha da fazla olacaktır.

Devlet, Saray Rejimi, enflasyonu %21,9 olarak açıklıyor. Ama geçen bir yıl içinde en az zam gören ürün %100. Doğalgaza, elektriğe, suya ne kadar zam yaptılar?

İşçilere diyorlar ki, %22 enflasyon var, ama biz size %50 zam verdik. İyi ama, aslında gerçek şöyledir: %76 enflasyon var, siz asgarî ücreti %50 artırdınız. Asgarî ücret, 2021 yılının başına göre, şimdiden dolar bazında %30 azalmıştır.

Ama pek çok işçi, “bir nefes” alabilmek umuduyla, sevinç duymaktadır.

Saray Rejimi, emekli aylıklarını da artıracaktır. 1500 TL emekli aylığı alan bir insanın, intihar etmek ya da sokaklara çıkmak dışında seçeneği yoktur. Ölmeyi beklemek yerine barikata çıkma ihtimali daha da yüksektir. Saray Rejimi, bu nedenle, sürekli Gezi kâbusları görmektedir. Bir sosyal patlamayı önlemek için, elbette emekli maaşları da artırılacaktır.

Saray Rejimi, “gelir yanılsaması” yaratmak istiyor. 2825 TL yerine, 4250 TL ücret alacak bir işçi, elbette “buna da şükür” der, diye düşünüyorlar.

Saray Rejimi, halkın tepkisini bastırmak için, şiddetin yetmediğini, milliyetçiliğin artık işe yaramadığını, dinin hiçbir anlamının kalmadığını görüyor. Bu nedenle, gerçekte ücretler azalsa da, onları artırmış görünüyor. İşçi ve emekçilerin aklı ile oynamaya karar verdiler.

İşçi ve emekçilerin aklı ile oynuyorlar.

Al şu kadar parayı, ver oyunu iktidara. Ölümler, işyeri cinayetleri, kadın cinayetleri, şiddet ve baskılar, hepsini unut. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme siyasetidir bu.

Türk-İş buna çoktan hazırdır. Türk-İş bir işçi sendikası değildir, sendika mafyasının denetimindedir. DİSK ise, eylemsizliği seçmiştir. Gelenek olduğu üzere DİSK’ten CHP milletvekili olarak devlete transfer olma süreci işlemektedir. İşçilerin gelişen direnişini kontrol altına almak için, CHP mitingler düzenliyor, DİSK tepkiyi söndürmek için mitingler düzenliyor.

Aman eller şaltere gitmesin!

Aman işçiler sokaklara taşmasın!

Aman Çerkezköy-Çorlu hattı ve Kocaeli-Gebze hattı İstanbul’a doğru yürüyüşe geçmesin! İşte korkuları budur ve bu konuda, CHP, Saray Rejimi ile aynı fikirdedir. Görevleri, işçi ve emekçilerin tepkisini söndürmektir.

Devrimci işçiler, 24 Ekim’de eylemlere başlamıştır. Fabrikalarda birçok yerde üretim durdurulmuştur. İşçilerin artan öfkesi, emekçilerin artan tepkisi, iktidarı, 3500 TL asgarî ücretten, 4250 TL asgarî ücrete getirmiştir.

Olacak olanlar şunlardır:

1- Daha birkaç ay geçmeden, asgarî ücret eriyecektir. Zamlar peş peşe gelmektedir. Daha zamların yarısını bile görmüş değiliz. Zaten gerçek anlamda düşmüş olan asgarî ücret, daha da düşecektir. Kış koşulları hayatı daha da çekilmez hâle getirecektir.

2- Birçok işçi işini kaybedecektir.

3- Kayıtsız çalışma daha da artacaktır.

4- Elektrik, su, doğalgaz, eğitim, sağlık faturaları artacaktır.

Tüm bu operasyonlar, işçi sınıfı sesini kessin, direniş yayılmasın diyedir.

Açıktır ki, bir bölüm işçi, bu gelir yanılsamasına düşecektir. Böylece direnişe yönelmeyecek, sokaklara taşmayacaktır. Bu yolla direnişi kırmak isteyeceklerdir. Direnişlere saldırılar artacaktır.

Kısacası sınıf savaşımı daha da sertleşecektir.

Diyorlar ki, bu yolla, Saray Rejimi, ani bir seçime gidecek ve işçi ve emekçilerin oylarını geri alacaktır. Böylece seçim hayali kurmamızı, seçime kadar sesimizi kısmamızı, direnişleri durdurmamızı istiyorlar.

Oysa Saray Rejimi, seçimle yıkılmaz. İşçilerin direnişi ile yıkılacaktır.

Bu hayal boşa çıkartılmalıdır. İşçiler, bunca yağmanın, rant ve soygunun, savaş ekonomisinin, zenginlere para aktarılmasının hesabını soracaktır.

İşçiler, öncelikle şu önlemleri almalıdırlar.

1- Direnişlere asla ve asla ara verilmemelidir.

2- İşçiler, sendikaları geri almalı ve sendikalar işçi sendikaları hâline gelmelidir.

3- Bu süreç içinde işçiler BİK çatısı altında toplanmalıdır.

4- Her fabrikada, her işyerinde, işyeri komiteleri, işyeri meclisleri kurulmalıdır. TBMM işlevsizdir. Öyle ise işçiler kendi meclislerini kurmak zorundadırlar; fabrika fabrika, işyeri işyeri, okul okul, mahalle mahalle.

5- İşçi sınıfının talepleri açıktır.

– Doğalgaz kamulaştırılmalı, ücretsiz olmalıdır.

– Elektrik kamulaştırılmalı, ücretsiz olmalıdır.

– Su kamulaştırılmalı, ücretsiz olmalıdır.

– Tüm iletişim, telefon ve internet ücretsiz olmalı, kamulaştırılmalıdır.

– Tüm hastahaneler ve sağlık hizmetleri kamulaştırılmalı, sağlık hizmetleri ve ilaçlar ücretsiz olmalıdır.

– Tüm okullar kamulaştırılmalı, okullar ve okul malzemeleri ücretsiz olmalıdır.

İşçi sınıfı, bir kamulaştırma programı ortaya koymalı ve sendikalar, açık ve net olarak bu konuda tutum almaya zorlanmalıdır.

Başka bir yolla, işçi ve emekçiler, kriz ve enflasyonun altında ezilmekten kurtulmazlar.

Bu talepler, asgarî taleplerdir.

Açık ve bellidir ki, sınıf mücadelesi sertleşmektedir, daha da sertleşecektir.

İşçiler, kendi içlerinde, bu gerçekliği, asgarî ücret yalanını açıkça sınıf kardeşlerine anlatmalıdırlar. Bu talepler tüm işçilerin talepleri olmalıdır.

Bu talepleri elde edebilmek, gerçekleştirebilmek için, işçiler, bir genel greve, genel direnişe hazırlanmak zorundadırlar.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefeti, Birleşik Emek Cephesi’nde bir araya getirmelidirler.

Birleşik Emek Cephesi, direnişi büyütmenin, direnişi örgütlü hâle getirmenin, işçi sınıfının ve kitlelerin bir kere daha aldatılmasını önlemenin tek yoludur.

İşçi ve emekçiler, işçi sınıfı, kendini daha büyük bir direnişe hazırlamalıdırlar.

Biz istedik diye onlar vermeyecektir. Onların her eylemde karşımıza diktikleri barikatlarını yerle bir etmeye hazırlanmak gereklidir. Her koldan bir direniş, ancak böylesi bir genel direniş, bu ülkede milyonların taleplerini gerçekleştirmenin yolu olabilir.

İşçi sınıfı, devrimcileştikçe, devrimci saflarda örgütlendikçe, kendi sınıf çıkarlarını, toplumun çıkarlarını koruyabilecek bir güç hâline gelebilir.

Saray Rejimi’ni yıkmanın tek yolu budur.

Sudan Revolution, general strike, Resistance Committees and broad front leadership – İnterview with official spokesperson of SCP Dr. Fathi Al Fadl

In the first interview with Comrade Fathi Al Fadl in July 2019, we talked about the development of the revolutionary situation in Sudan.  Today, Fadl says “all protest actions be it in the streets, factories, offices schools and fields are aiming to prepare for the launching of the general strike.” He adds; “At the moment, talks are proceeding for reaching the Broad Front leadership which may include women’s and other civil society organizations and political parties. The leadership of such body will facilitate the complete defeat of the present regime and the wrenching of power by the hands of the people.”

In the Northeast African country Sudan, following actions that began in 2019, the 30-year dictatorship of Albashier was defeated; there was a transition government founded through the agreement between the army and the Forces of Freedom and Change. However, on the 25th of October, the military forces instigated a coup, arresting the president and the civilians members of the cabinet.

While there were demonstrations held before to uphold the demands of the pre-coup revolution, later on a determined resistance has been developed against the coup.

With the Communist Party spokesperson comrade Fadl, we talked about the October 25 coup, the interventions of imperialism, the course and situation of the revolution. In answering our question of how we can Show solidarity from Anatolia, Fadl stressed the importance of a “loud and strong solidarity movement.”

 

  1. What kind of power is behind theOctober 25 coup d’etat? Who are they?

The security committee of the previous regime which as a result of an agreement reached in June 2019 formed part of the Sovereignty Council.In the 25th of October, coup was staged to block the path of the growing resistance to the economic policies of the regime. It took place just as it was expected that the presidency of the SC(Sovereignty Council) should pass to the civilian component of the council.

 

2. How should we understand the attitude of Prime Minister Hamdouk?

Hamdock was appointed by the Forces for Freedom and Change. However, from the very beginning he began leaning towards the military component. We should also stress that Hamdock is an international civil servant of western financial institutions. So, in a way, he was the link between the international community and the regime. During his years at the helm of power he introduced and implemented the full instructions of the IMF and the WB. He was more a representative of these institutions. However, the difference between him and the junta is around the issues of handing over Albashir and his clique to the international criminal  court and other issues related to crimes committed against the people in Darfur. He is the stooge of the US, EU and western governments. He fulfilled his role in having Sudan completely under the control of IMF and the WB. The Junta, in the face of the growing opposition to the coup of Oct. 25th tried to use him to appease the opposition as well as to gain or avoid sanction from the west. He signed an agreement with the leader of the coup under the orders of the west. However, he identified himself with the coup, losing the little credibility he has had with small sections of the civil society. He failed in his mission to form a new government and resigned and left the country.

 

3. Did imperialist powers influence the processes that arose during and after the coup? How so?

US imperialism together the EU and Sudans regional countries especially the Gulf states and Egypt have collided in attempts to impede and abort the radical changes demanded by the Sudanese people. The scheme of “Soft Landing” was created by the US imperialism. The main aim of that project is to try to involve some opposition forces to cooperate with the regime, form part of it in exchange for sharing power. This has led to the fact some parties, the UMMA PARTY, and the Sudan Congress Party as well as two of the armed groups to agree to the project and they were engaged in talks with Albashir. However, with the beginning of the mass uprising in Jan 2018, and under the influence of the people taking to the streets these groups started to hesitate and were forced to join the mass upheaval. However, with the coup palace of April 11th 2019, staged by the generals, removing Albashir again, these two parties accepted sharing power with the military. Hamdock was appointed PM. All these developments were realised in cooperation and intervention of the US imperialism.

However, the SCP (Sudan Communist Party), together with the Resistance Committees (RC), Professional Alliance (PA) which groups together the trade unions, managed to mobilize the masses and organized the largest mass demonstration since the beginning of the revolution. This development which have clearly changed the grip of the generals on power, forced the ruling circles to stage a second coup in OCT 25th. It was clearly an act supported by the US, EU and neighbouring countries.

 

4. A unique resistance has been going on since the coup d’etat and before. How would you describe the current stage of the resistance? How do you foresee it progressing?

As back as 2013, the SCP decided to try to organize the masses in a different form, taking into consideration that the Muslim Brotherhood has taken steps to dissolve trade unions, break the main public sector, destroy through privatization all productive industries, liquidating the railways and other major public transport companies and crack down on trade unionists, peasants and all progressive forces including the SCP. The new tactic was based on organizing the masses at the work place, residential areas and institutions of learning in Resistance Committees. These committees were supposed to play the ground role creating a network between the different sectors of the society. The presence of communist activists on the residential areas helped to develop this work. Accordingly, the communists, democrats and patriots in the work place and schools and universities played a major role to attract professional lawyers, teachers, engineers, doctors etc to the opposition. Special attention was given to the situation within the working class and the peasantry, both in the residential area and at work. These RC were organized on a national level on horizontal basis. They formed the backbone of the opposition movement till today.

The RC together with the PA led the struggle since 2018, and today they are at the forefront of the struggle to defeat the coup, overthrow the dictatorship and establish the complete civilian democratic rule. These organizations are the organized force within the broad alliance that is being established.

5. The party offered a ground of unity for the resistance/opposition forces. Today what point is this unity at?

The SCP as stated in answer 4, is engaged in adopting its tactics to realize the organized force that can have a leading role in the broad front. The RC are composed of different social forces pending the concentration of the population. While the workers and peasants play their role in these committees, this is not the only way to organize these important two forces. The SCP is building the workers front on the workplaces, as peasants alliance does in the field. The SCP is trying to establish the national democratic front around which it can build the broad alliance. But due to the reality of the situation described above, the SCP is working on two levels: building its organs of communications with the revolutionary masses and at the same time advancing the work on the broad front. It is rather difficult task, but the SCP have decided to send CC (Central Committee) members to work with the part branches on the ground levels. I can say the process is producing tangible results.

 

6. Resistance committees seem to us to be of particular importance in actions. At what level are their organization and how do they affect/contribute to the resistance?

I think the this question was already answered while dealing with question 5. Just to add that the Resistance Committees represent the main block of the masses in the streets and play a major role in the confrontation against the security forces in the street battles.

 

7. You are under a huge attack. How do the Sudanese people and revolutionaries provide their self-defense?

Since the beginning of the current uprising, that is after the 25th of October coup, 53 people were shot dead. Over 2300 are wounded, some in critical conditions. Hundreds are detained. Yes, we are under huge pressure. But the main weapons we have is the intensification of the mass peaceful protest actions. These include marches in the streets, demand strikes, sit-ins, protest meetings petitions etc and building of street barricades to impede and stop the movements of the security thugs.

The main aim of the current uprising is to win the overwhelming majority of the population, who for one reason or the other do not come out to the streets, but form great weight in the battles to come, especially in the preparation for and the launching of the general political strike and reaching the implementation of the complete civil disobedience.

 

8. You called for a political strike. What line of action do you propose with the political strike, could you define it for our readers? And have you made any progress?

As stated earlier, all protest actions be it in the streets, factories, offices schools and fields are aiming to prepare for the launching of the general strike. The mass protest movement, while united in its actions, has more work is under way to establish the united central leadership of the whole large and broad front. A revolutionary hear is being build. It is composed of the representatives of the coordinating committees of the RC, the Professional Alliance, representatives of the workers and peasant. The SCP, through its presence in the different groups, plays its role.

9. At what stage do you think the Sudanese Revolution is? How will it be shaped?

At the moment, talks are proceeding for reaching the Broad Front leadership which may include women’s and other civil society organizations and political parties. The leadership of such body will facilitate the complete defeat of the present regime and the wrenching of power by the hands of the people.

We have behind us the rich experience of toppling two dictatorial regimes in 1964 and 1985. On that, our people building their tactics making use of the positives and trying to avoid the negatives of the past.

 

10. How can Anatolian peoples support the Sudanese revolution? Do you have a message you would like to convey to our readers?

Our immediate need is a loud and strong solidarity movement to stop and fetter the hands of the security forces unleashing the excessive use of force, to demand the lifting of the state of emergency and its draconian laws, and the release of political detainees.

Thanks for your cooperation and looking forward to receive information on actions of solidarity carried by your organization.

 

Related links:

http://kaldirac5.org/what-we-are-passing-through-the-revolution-in-sudan-is-a-revolutionary-crisis-developing/

http://kaldirac5.org/sudan-is-just-there-turkey-is-here/

Sudan devrimi, genel grev, Direniş Komiteleri ve geniş cephe liderliği – SKP resmi sözcüsü Dr. Fethi El Fadl’la röportaj

Temmuz 2019’da yoldaş Fethi El Fadl’la yaptığımız ilk röportajda Sudan’da devrimci durumun geliştiğinden bahsetmiştik. Bugün konuştuğumuzda Fadl, “sokaklarda, fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda ve tarlalarda yapılan tüm protesto eylemleri genel grevin başlamasına hazırlanmayı amaçlamaktadır.” Derken ekliyor; “Şu anda, kadın kuruluşlarını, diğer sivil toplum kuruluşlarını ve siyasi partileri içerebilecek Geniş Cephe liderliğine ulaşmak için görüşmeler yapılıyor. Böyle bir yapının önderliği, mevcut rejimin tamamen yenilgisini ve iktidarın halkın elleri tarafından ele alınmasını kolaylaştıracaktır.”

Kuzeydoğu Afrika ülkesi Sudan’da 2019 başında gelişen eylemler sonrası, 30 yıllık Beşir diktası yenilmiş; ordu ve Özgürlük ve Değişim Güçleri arasında yapılan anlaşma sonrası geçiş hükümeti kurulmuştu. Ancak 25 Ekim günü ordu güçleri, geçici hükümet başbakanı ve sivil kabine üyelerini de tutuklayarak darbe yapmıştı.

Darbe öncesi devrimin taleplerine sahip çıkılması için gösteriler yapılırken sonrasında da darbeye karşı ısrarlı bir direniş geliştirildi.

Komünist Parti sözcüsü yoldaş Fadl’la 25 Ekim darbesini, emperyalizmin müdahalelerini, devrimin gelişimi ve durumunu konuştuk. Fadl, Anadolu’dan nasıl bir dayanışma gösterebileceğimize dair sorduğumuz soruya ‘yüksek sesle ve güçlü bir dayanışma hareketi’ oluşumunun önemini vurgulayarak cevap verdi.

2019’da yaptığımız röportaj ve bağlantılı makaleleri, yazının sonunda bulabilirsiniz.

Röportajın tümü şöyle:

 

  1. 25 Ekim darbesinin arkasında nasıl bir güç var?

Bunlar, Haziran 2019’da varılan anlaşma sonucunda Egemenlik Konseyi’nin bir parçasını oluşturan, önceki rejimin güvenlik komitesi. Darbe, 25 Ekim’de rejimin ekonomi politikalarına karşı artan direnişin yolunu kesmek için yapıldı. Tam da EK (Egemenlik Konseyi) başkanlığının konseyin sivil bileşenine geçmesi beklendiği süreçte gerçekleşti.

  1. Başbakan Hamduk’un tavrını nasıl anlamalıyız?

Hamduk, Özgürlük ve Değişim Güçleri tarafından atanmıştı. Ancak, en başından beri askeri bileşene doğru eğilmeye başladı. Hamduk’un batı finans kurumlarının uluslararası bir memuru olduğunu da vurgulamalıyız. Yani bir bakıma uluslararası topluluk ile rejim arasındaki bağlantıydı. İktidarın başında bulunduğu yıllarda IMF ve DB’nin (Dünya Bankası) tüm talimatlarını ortaya koydu ve uyguladı. Daha çok bu kurumların temsilcisiydi. Ancak Cunta ile arasındaki fark, El Beşir ve kliğinin uluslararası ceza mahkemesine teslim edilmesi ve Darfur’da halka karşı işlenen suçlarla ilgili diğer konularda açığa çıkıyor. ABD, AB ve batılı hükümetlerin yardakçısıdır. Sudan’ın tamamen IMF ve DB’nin kontrolü altına alınmasındaki rolünü yerine getirdi. Cunta, 25 Ekim darbesine karşı artan muhalefet karşısında, O’nu muhalefeti yatıştırmak ve batıdan yaptırım almak ya da bundan kaçınmak için kullanmaya çalıştı. Batının emriyle darbenin lideriyle anlaşma imzaladı. Ancak kendisini darbeyle özdeşleştirdi ve sivil toplumun küçük kesimleri nezdinde sahip olduğu az da olsa güvenilirliğini yitirdi. Yeni hükümeti kurma görevinde başarısız oldu ve istifa ederek ülkeyi terk etti.

  1. Darbe sırasında ve sonrasında ortaya çıkan süreçleri emperyalist güçler etkiledi mi?

Not: Yoldaş Fadl bizim güncel emperyalist taktiklerle ilgili sorduğumuz soruya, tarihsel süreciyle birlikte bir cevap verdi. İlk paragrafta, Beşir’in devrilmesinden önceki süreçten başlayarak bir tarifte bulunuyor.

ABD emperyalizmi, AB ve bölge ülkeleri, özellikle Körfez ülkeleri ve Mısır, Sudan halkının talep ettiği radikal değişiklikleri engelleme ve iptal etme girişimlerinde birbiriyle çelişti. “Yumuşak İniş” planı ABD emperyalizmi tarafından yaratıldı. Bu projenin temel amacı, bazı muhalif güçleri rejimle iş birliği yapmaya, iktidar paylaşımı karşılığında rejimin bir parçası olmaya dahil etmeye çalışmaktır. Bu, bazı partilerin, UMMA PARTİSİ’nin ve Sudan Kongre Partisi’nin yanı sıra iki silahlı grubun projeyi kabul etmesine ve El Beşir ile görüşmelere başlamasına neden oldu.

(Ç/N: 1977’de öğrenci hareketi yükselirken Bağımsız Öğrenci Kongresi(BÖK) kuruldu. Kongre Partisinin temeli BÖK’e dayandırılıyor. Merkez sol, sosyal-demokrat bir çizgide politik bir çizgiye sahip olduğu belirtiliyor. SKP’nin de içinde yer aldığı Ulusal Konsensüs güçlerinin de bir üyesiydi. Umma Partisi de kuruluşu 1945’e dayanan, Sudan ulusalcısı, “İslami demokrat” bir parti olarak tarif ediliyor. Umma Partisi de 2010 seçimleri için organize edilen Ulusal Konsensüs güçlerinde yer almıştı.)

Ancak Ocak 2018’de kitlesel ayaklanmanın başlamasıyla ve sokaklara dökülen insanların etkisiyle bu gruplar tereddüt ettiklerini ifade ederek kitlesel ayaklanmalara katılmak zorunda kaldılar. Fakat generaller tarafından sahnelenen 11 Nisan 2019’daki saray içi darbenin El Beşir’i tekrar ortadan kaldırmasıyla bu iki parti iktidarı orduyla paylaşmayı kabul etti. Hamduk, Başbakan olarak atandı. Bütün bu gelişmeler, ABD emperyalizminin iş birliği ve müdahalesiyle gerçekleşti.

Ancak SKP (Sudan Komünist Partisi), sendikaları gruplandırıp bir araya getiren Direniş Komiteleri (DK),Profesyonel İttifak (Pİ) ile birlikte kitleleri harekete geçirmeyi başardı ve devrimin başlangıcından bu yana en büyük kitlesel gösteriyi örgütledi. Generallerin iktidara tutumunu açıkça değiştiren bu gelişme, iktidar çevrelerini 25 Ekim’de ikinci bir darbe yapmaya zorladı. Açıkça ABD, AB ve komşu ülkeler tarafından desteklenen bir hareketti.

  1. Darbeden bu yana ve öncesinde benzersiz bir direniş sürüyor. Direnişin şu anki aşamasını nasıl tanımlarsınız? Nasıl ilerleyeceğini öngörüyorsunuz?

2013 yılı öncesinden beri, SKP, Müslüman Kardeşler’in sendikaları feshetmek, ana kamu sektörünü kırmak, özelleştirme yoluyla tüm üretken endüstrileri yok etmek, demiryollarını tasfiye etmek ve diğer büyük toplu taşıma şirketleri ve sendikacılara, köylülere ve SKP de dahil olmak üzere tüm ilerici güçlere baskı yapmak için adımlar attığını göz önünde bulundurarak kitleleri farklı bir biçimde örgütlemeye çalışmaya karar verdi. Yeni taktik, kitleleri işyerlerinde, yerleşim yerlerinde ve Direniş Komiteleri’nin öğrenme kurumlarında örgütlemeye dayanıyordu. Bu komitelerin, toplumun farklı sektörleri arasında bir ağ oluşturmada temel rolü oynaması gerekiyordu. Yerleşim alanlarında komünist aktivistlerin varlığı bu çalışmanın gelişmesine yardımcı oldu. Böylece işyerindeki, okullardaki ve üniversitelerdeki komünistler, demokratlar ve yurtseverler profesyonel hukukçuları, öğretmenleri, mühendisleri, doktorları vb. muhalefete çekmede büyük rol oynadılar. Hem yerleşim bölgesinde hem de işyerinde işçi sınıfı ve köylülük içindeki duruma özel ilgi gösterildi. Bu DK yatay olarak ulusal düzeyde organize edilmiştir. Bugüne kadar muhalefet hareketinin belkemiğini oluşturdular.

DK, Pİ ile birlikte 2018’den bu yana mücadeleye öncülük etti ve bugün darbeyi yenmek, diktatörlüğü devirmek ve tam sivil demokratik yönetimi kurmak için mücadelenin ön saflarında yer alıyorlar. Bu kuruluşlar, kurulmakta olan geniş ittifak içindeki örgütlü güçtür.

  1. Parti, direniş/muhalefet güçlerine bir birlik zemini önerdi. Bugün bu birlik hangi noktada?

Bir önceki soruda belirttiğim gibi SKP, geniş cephede lider bir role sahip olabilecek örgütlü gücü gerçekleştirmek için taktiklerini benimsemekle meşgul. DK, nüfusun yoğunlaşmasını bekleyen farklı sosyal güçlerden oluşur. İşçiler ve köylüler bu komitelerde rollerini oynarken, bu iki önemli gücü örgütlemenin tek yolu bu değil. SKP, köylü ittifakının sahada yaptığı gibi, işyerlerinde işçi cephesini inşa ediyor. SKP, etrafında geniş ittifakı kurabileceği ulusal demokratik cepheyi kurmaya çalışıyor. Ancak yukarıda açıklanan durumun gerçekliği nedeniyle, SKP iki düzeyde çalışıyor: devrimci kitlelerle iletişim organlarını inşa etmek ve aynı zamanda geniş cephede çalışmayı ilerletmek. Bu oldukça zor bir görev, ancak SKP, MK üyelerini taban seviyelerindeki şubeleriyle çalışmak üzere göndermeye karar verdi. Sürecin somut sonuçlar ürettiğini söyleyebilirim.

  1. Direniş komiteleri bize özel bir önemde görünüyor. Örgütlenmeleri ne düzeyde ve direnişi nasıl etkiliyorlar/katkıda bulunuyorlar?

Sanırım bu sorunun cevabı 5. soru ele alınırken verilmişti. Sadece şunu eklemek gerekirse Direniş Komiteleri, kitlelerin sokaklardaki ana bloğunu temsil ediyor ve sokak çatışmalarında güvenlik güçlerine karşı yürütülen mücadelede önemli bir rol oynuyor.

  1. Çok büyük bir saldırı altındasınız. Sudan halkı ve devrimcileri öz savunmalarını nasıl sağlıyor?

Mevcut ayaklanmanın başlangıcından, yani 25 Ekim darbesinden, sonra 53 kişi vurularak öldürüldü.  2300’den fazla yaralı var, bazıları kritik durumda. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. Evet, büyük bir baskı altındayız. Ancak elimizdeki ana silah, kitlesel barışçıl protesto eylemlerinin yoğunlaştırılmasıdır. Bunlar arasında sokaklarda yürüyüşler, hak arama eylemleri, oturma eylemleri, protesto toplantıları, imza dilekçeleri vb. ve kolluk haydutlarının hareketlerini engellemek ve durdurmak için sokak barikatları inşa etmek yer alıyor.

Mevcut ayaklanmanın temel amacı, şu ya da bu nedenle sokağa çıkmayan, ama bilhassa gelecek savaşlar için, özellikle genel siyasi grev ve bütünsel bir sivil itaatsizlik uygulamasına ulaşılması için, büyük ağırlık oluşturan nüfusun ezici çoğunluğunu kazanmaktır.

8.. Siyasi grev çağrısı yaptınız. Siyasi grevle nasıl bir eylem çizgisi öneriyorsunuz, okuyucularımız için tanımlayabilir misiniz? Ve herhangi bir ilerleme kaydettiniz mi?

Daha önce de belirtildiği gibi, sokaklarda, fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda ve tarlalarda yapılan tüm protesto eylemleri genel grevin başlamasına hazırlanmayı amaçlamaktadır. Kitlesel protesto hareketi eylemlerinde birleşmiş olmakla birlikte, tüm büyük ve geniş cephenin birleşik merkezi liderliğini kurmak için önünde daha fazla çalışmaya ihtiyacı var. Devrim niteliğinde bir duyum inşa ediliyor. (Ç/N: ‘a revolutionary hear’ ifadesiyle çalışmaların kitlelerde karşılık bulduğu, devrimci bir durum inşa edildiği belirtiliyor.)  DK koordinasyon komitelerinin temsilcilerinden, Profesyonel İttifak’ın işçi ve köylü temsilcilerinden oluşuyor. SKP, farklı gruplardaki varlığıyla burada rolünü oynamaktadır.

  1. Sudan Devrimi sizce hangi aşamada? Nasıl şekillenecek?

Şu anda, kadın kuruluşlarını, diğer sivil toplum kuruluşlarını ve siyasi partileri içerebilecek Geniş Cephe liderliğine ulaşmak için görüşmeler yapılıyor. Böyle bir yapının önderliği, mevcut rejimin tamamen yenilgisini ve iktidarın halkın elleri tarafından ele alınmasını kolaylaştıracaktır.

1964 ve 1985’te iki diktatörlük rejimini devirmenin zengin tecrübesi arkamızda bulunmakta. Bunun üzerine, halkımız taktiklerini olumlu örnekleri kullanarak ve geçmişin olumsuzluklarından kaçınmaya çalışarak inşa ediyor.

 Anadolu halkları Sudan devrimini nasıl destekleyebilir? Okurlarımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Acil ihtiyacımız, aşırı güç kullanan güvenlik güçlerinin ellerini durdurmak ve zincirlemek, olağanüstü halin ve acımasız yasaların kaldırılmasını ve siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep etmek için yüksek sesle ve güçlü bir dayanışma hareketidir.

Birlikteliğiniz için teşekkür eder, örgütünüzün yürüttüğü dayanışma eylemleri hakkında bilgi almayı dört gözle bekleriz.

Röportajın İngilizcesi:

http://kaldirac5.org/sudan-revolution-general-strike-resistance-committees-and-broad-front-leadership-interview-with-official-spokesperson-of-scp-dr-fathi-al-fadl/

Bağlantılı linkler:

http://kaldirac5.org/sudanda-devrimci-durum-gelisiyor/

http://kaldirac5.org/sudan-el-besir-darbe-ve-erdogan/

http://kaldirac5.org/sudan-surasidir-turkiye-burasi/

 

 

 

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...