Ana Sayfa Blog Sayfa 227

Diyanet İşleri lağvedilmelidir

 

Birçok kurumun tarihi, mesela emniyet teşkilâtı gibi, Cumhuriyet tarihinden daha eskidir. Duyarız, emniyet 150. yaş gününü kutluyor diye. Çünkü TC, Osmanlı’nın, daha sınırlı bir kara parçasında, emperyalist sistemin Sovyetler’i kuşatma politikalarının ürünü olarak, devamıdır.

Ama Diyanet böyle değildir.

Bir noktaya daha bakmalıyız. Osmanlı, bir devlet olarak, feodal bir imparatorluk olarak, acaba elinde tuttuğu halifeliği hiç kullanmış mıdır? Halifelik ve saltanat, Cumhuriyet döneminde kaldırılmıştır. Ama Osmanlı’nın halifeliği kullanma girişimi, ancak Osmanlı’nın son dönemlerine aittir.

Osmanlı’nın dağılma dönemi, dünyada burjuva anlamda uluslaşmanın yükseldiği bir döneme denk düşer. Osmanlı, 1800’lerin ikinci yarısının ortalarında, kendi sınırları içinde başgösteren bağımsızlık hareketlerini önlemek için bir ideolojik hamle yapmaya başladı. Uluslaşma eğiliminin güç kazandığı Balkanları tutabilmek için, İslam işe yaramazdı. Zira o bölgelerdeki halk, çoğunlukla Hıristiyan idi. Bu nedenle, devleti tutabilmek için “Osmanlıcılık” devreye sokuldu.

Ne zaman ki Balkanlar artık kaybedildi ya da büyük ölçüde kaybedildi, 1800’lerin sonlarında, 1900’lerin ilk yıllarında, Osmanlı, bu kez Afrika ve Ortadoğu ülkelerini tutabilmek için, “İslam”ı devreye soktu. Bu dönemler halifelik çok da güçlü olmayan bir biçimde kullanıldı. Bunun dışında Osmanlı’nın aklına halifeliği kullanmak gelmemiştir.

Bugünlerde, yeni elitler, Ortadoğu’ya dönük Osmanlıcılık hamlelerine başvururken, İslam, ümmet, halifelik kavramları yeniden güç kazanmaya başladı. Öyle anlaşılıyor, Erdoğan-Suudi ittifakı, bu konuda yol almak istiyor. Yine öyle anlaşılıyor ki, Suudiler bu konuda kendilerini daha birincil noktaya oturtuyor. Bugün değilse de yarın, Erdoğan ile Suudilerin bu konuda karşı karşıya kalacağı da kesindir. Ama Türkiye, Suudi Arabistan ile IŞİD arasındaki bağlantıların, IŞİD’in halifelik ve devlet vurgusu ile ortaya çıkması boşuna değildir.

Diyanet İşleri ise, TC devletinin dini kullanma isteğinin işaretidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de Alman etkisini temizlemek isteyen ABD, bir yandan orduda temizlik işine koyulurken, buna hazırlık olarak 1946’da Türkeş’in de içinde olduğu bir grubu ABD’de eğitime alırken, aynı zamanda, zamana ayak uyduracak bir devlet şekillenmesi için, Türkiye’yi dizayna girişmiştir. Bir yandan komünistlerin denetiminde bir sendikacılık oluşmasın diye Türk-İş’i organize ettiler, diğer yandan Kore’ye asker gönderme karşılığında özel savaş uygulamalarının gizli örgütlenmesi ve NATO üyeliğini devreye soktular, öte yandan ekonomi için Devlet Planlama Teşkilâtı’nı kurdular ve nihayet dini azgınca kullanabilmek için Diyanet İşleri’ni devreye soktular.

Diyanet İşleri, gerçekte, devletin dini denetim altına almasının ötesinde, doğrudan onu yönetmesidir.

Diyanet İşleri, Sünni İslam çizgisinde bir devlet dini organize etmiştir. Tekkelerin kapatılmasından çok daha ileri bir adımdır ve dini devletin kullanma iradesini örgütlemek demektir.

Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti, gerçek anlamda hiçbir zaman laik olmamıştır. 12 Eylül döneminde, devrimci harekete karşı, son 20 yılda Kürt devrimci hareketine karşı dinin kullanımı, Diyanet İşleri’nin ne demek olduğunu göstermektedir.

Normalde, devletlerin dini olmaz. İnsanlar istedikleri, inandıkları dine uygun olarak kendi yaşamlarını düzenler ve devlet, normalde her dine eşit mesafede durarak, vatandaşlarının dinî inanış ve ibadetlerini özgürce yapmalarına olanak sağlar.

Oysa Türkiye’de, Diyanet İşleri, 120 bine yakın kadrosu ile doğrudan devlet memuru olan din adamları devreye sokmuştur. Ve bu elbette dinin siyasal iktidarın elinde bir araç hâline gelmesini doğrudan sağlamaktadır. 120 bin maaşlı Diyanet İşleri kadrosu, bu konuda da uygun bir pratik ortaya koymuştur.

Siyasal iktidarlar, istedikleri zaman fetvalar verdirerek bu konuda sınır tanımaz bir pratik ortaya koymuşlardır.

AK Parti iktidarı bu konuda önceki pratikleri de aşan bir uygulama devreye sokmuştur. Devrimci harekete, daha çok da Kürt hareketine karşı dinin bu azgın kullanımının yanında, sıradan ekonomik ve siyasal olaylarda da Diyanet devreye girmiştir.

Birkaç örnek hatırlayalım.

301 işçi, maden kazasında katledildi. Bu konu doğrudan AK Parti iktidarı ve seçimlerde kömür dağıtımı gibi noktalara kadar ulaştı. Zaten her gün yaşanan işçi ölümleri, işçi cinayetlerinin ayyuka çıkması 301 madencinin ölümü ile daha da gündeme oturdu. AK Parti iktidarı Diyanet’i devreye soktu. Diyanet İşleri, hemen bir cuma hutbesi hazırladı. Bu hutbede, iş kazalarına karşı önlem almak, aslında bir anlamda Allah’ın işine karışmaktır, denildi. Tabii bu yolla hem iş güvenliği önlemleri konusunda patronların istediklerine uygun bir hava ortaya çıktı, hem de “fıtrat” meselesi onaylanmış oldu. Kimse de kalkıp, efendim bu doğru ise, bir başbakanın koruma ordusu ile dolaşması da Allah’ın işine karışmak değil midir, diye sormadı.

Yine Kabataş yalanını, Dolmabahçe Camii yalanını hatırlayalım. Burada da Diyanet İşleri, Başbakan’ı doğrulamayan din adamını sürgün etmekte tereddüt etmedi.

İşte bu Diyanet İşleri, son günlerde bir fetvaya daha imza attı. Bu fetvaya göre, bir baba ile kızı arasında cinsel ilişki helâl hâle geldi. Gerçekte baba-kız-şehvet gibi kelimelerin geçtiği bu fetvayı tartışmak bile, insanın kalbini yaralayıcıdır. Ama gelin görün ki bu oldu. Ve gelen tepkiler üzerine kurumun sitesinden bu fetva kaldırıldı.

Ardından bir açıklama da geldi. Buna göre, bu doğrudan “paralel” yapının işi imiş. Son günlerde ortaya çıkan pek çok suçun, sonunda paralel yapıya yıkılması, inandırıcılığı azaltıcıdır. Ama daha da önemlisi, bunun bir şeyi değiştirmeyeceğidir. Bize bugün paralel yapı diye sunulan “şeytan”, bugünkü devlet çarkının içine halk tarafından sokulmuş değildir. Kökleri eskiye uzanan, 12 Eylül ile komünizme karşı mücadelede araç hâline getirilen din, bugün kendi içinde karşıt gruplar üretmiş ise, bu gerçeği değiştirmez.

Bu garip fetvalar, yolsuzlukları aklayan dinî açıklamalar, iş güvenliği konusundaki hutbeler vb. aslında toplumda inananların da yüzeyselleştiğinin göstergesidir. Devletin “denetimi” altında din, kendi gerçek doğasını ifade edemez hâle gelir. Bu ise, din adına pek çok saçma sapan işin yapılabilmesine olanak tanır. Olan da budur.

Böylesi bir cuma hutbesinin okutulabilmesi, aslında dinî cehaletin de boyutlarını gösterir. Baba-kız-şehvet açıklaması da buna bir başka örnektir. Yani, öyle paralel yapıya yıkılsa bile geçiştirilebilecek bir şey değildir.

Bizim ülkemizde biz, Filistin’de ölen çocukları izlerken farklı, Kürt çocuklarının ölümünü izlerken ayrı bir dini öğreniyoruz. Bizim ülkemizde biz, Sivas’ta yakılanları ayrı bir din gözü ile, IŞİD’in yaktıklarını ayrı bir din gözü ile izleyebiliyoruz. Bu marifetin temelinde Diyanet İşleri vardır.

Maaşlarını devletin ödediği imamlar, zırhlı Mercedes’lerle gezen başkanlar, Diyanet İşleri yolu ile gerçekleştirilen örgütlenmenin sonuçlarıdır.

“Devletten yana ya da vatan haini”

1128 öğretim üyesi, “Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi” oluşumu içinde, bir bildiri yayınlayarak, Kürt halkına karşı girişilen saldırılara son verilmesini, katliamların durdurulmasını, bir an önce çocuk ölümlerinin durdurulmasını ve barış istediler.

Onların bu isteğine karşı Muktedir, yağdı kükredi; ya devletten yanasın ya da vatan hainisin, dedi. Kesmedi, bunlar hakkında soruşturma yapılması emrini verdi. Sultanahmet’te bombalar patladığında, önceden hazırladığı bu konuşmasını bir gün bile ertelemedi. Bombalar patladı diye gündemi değiştirmedi ve tüm hışmı ile, barış isteyenlere, öğretim üyelerine saldırı başlatma emrini verdi.

Muktedir bunu yapınca, bu sadece Erdoğan’ın tavrıdır demek kolay. Devleti savunan bazı kesimler, aslında bu Erdoğan’ın yaptığı doğru değil, zaten o devleti temsil etmez, biraz da aydınlar “aşırı” bir bildiri hazırladılar, diyorlar.

Peki devletin varsa başka bir tavrı bunu kim açıklayacak, bunu nereden öğreneceğiz? Erdoğan, açıkça bunlar hain, bunlar zalim, bunlar alçaktır, diyor. Her türlü hakareti, nasırına basılmış bir muktedirin ses tonu ile söylüyor. Devlet tavrını görmek için, mesela sentetik Başbakan’ın ne dediğine mi bakalım, mesela ordunun ne dediğine mi bakalım? Hasan Karakaya, Suudi Arabistan’da otelde öldüğünde, ordu, üzerine vazife mi bilemeyiz ama hemen bir taziye işine girişti ve ordunun fikrinin ne olduğunu gördük. Akademisyenler bildirisinde “devlet” denilen şeyin tavrını başka nasıl anlayacağız ki, “devlette başka düşünenler de var” görüşü anlamlı olsun.

Mesela YÖK, hemen soruşturma başlattı.

Mesela savcılar hemen, üstelik hukuksuz, dayanaksız davalar açtılar. Yasalara göre, bir bildiri yayınlanması, muktedirin, iktidarın, devletin görüşlerine ters bir düşüncenin açıklanması suç mudur? Barış istenmesi, katliamların durdurulmasının istenmesi suç mudur? Mesela Filistin’de İsrail saldırılarını bir bildiri ile kınamak bir suç mudur? Ama savcılar yasalarla oynama yeteneğine sahiptirler. Muktedir alçak, hain, zalim dediğine göre, tüm öğretim üyeleri alçaklıktan, hainlikten, zalimlikten yargılanmalıdır.

Polis, mesela hemen harekete geçti, öğretim üyelerinin odalarına girildi ve oradan alıp götürüldüler. Dünyada akademisyen olup da odasına polislerin baskın için girdiği kaç ülke var bilmiyoruz ama bunun sıradan bir “vatan görevi” olmadığı açık. Birçok öğretim üyesinin evi basıldı. Birçoğu tehditler aldı ve tehditleri organize edenlerin devlet korumasında olduğu kesindir.

Yine devletin bir kolu olarak mafya, Sedat Peker, kan, banyo, kan içmek gibi sözleri bir araya getirip tehditler savurdu.

Yine devletin bir kolu olarak basın, tüm kalıbı ile saldırı ve linç kampanyası başlattı. Bazı köşelerde, “ama onlar da bunu yapmasa idi” gibi açıklamalar, aslında, muktedirin hainlik suçlamalarının daha ilerisindedir. Sözde demokrat görünüp, devletin yanına olmak, bir zamanlar teyzenin söylediği gibi ilgili yerin “kılı” olmak için gerçekleri eğip bükmek, hainlik ve alçaklık suçlamalarına ortak olmak, onları masum göstermek girişimidir.

Altıncı olarak, Başbakan’ın, Adalet Bakanı’nın açıklamalarını biliyoruz.

Şimdi bize, “devlet bunlardan ibaret değildir” ve devletin tavrı da tam bu değil diyenlere soralım, acaba ordu bir açıklama yapacaktı ve bildiriyi destekleyecek miydi? Buna inanmamızı mı istiyorsunuz.?

Bu aslında, bu ülkede “gerçeklikten kopma”nın boyutlarını göstermektedir.

Derler ki, “savaşta önce gerçekler öldürülür.” İşte yaşanan budur. TC devleti, tüm kurumları ile, ordusu ile, polisi ile muktediri ile, dinî yöneticileri ile, hukuku ile, basını ile, mafyası ile, önce gerçekleri öldürüyor. Bu ülkede aylardır süren sokağa çıkma yasaklarını “normal” karşılamamızı istiyorlar.

Sentetik Başbakan, itiraf etmiştir: 2013’te bu hazırlıklar başlatılmıştır. Bu savaş naraları bunun içindir.

Akademisyenler, barış isteyince vatan haini oluyorlar, ya devletten yanasın ya da vatan haini diyorlar.

Hangi vatanın haini? İhaleler ve onların etrafında örülen ağ mıdır vatan? Mafya babaları ile girilen girift ilişkiler midir vatan? HES projeleri ile ülkenin harap edilip yağmalanması mıdır vatan? Suriye’ye karşı kurulan kirli ilişkiler ve IŞİD ile kurulan bağlar mıdır vatan? Şehirlerin kuşatılması, ablukaya alınması mıdır vatan? Vatan, çocukların keskin nişancılarca öldürülmesi midir?

Vatan hangisidir?

Sentetik Başbakan, ödül törenlerinde akademisyenlere, bizim karşımızda eğilmeyin, gibi beylik laflar etmektedir. Ama sadece barış istediler diye, öğretim üyelerine dönük cadı avı başlatılmaktadır.

Şimdi bize “demokrasi”den söz edenlere sormak gerekir, milletvekillerinin özerklik istediler diye, yeni anayasa istediler diye haklarında fezleke hazırlanması mıdır demokrasi? Akademisyenlerin barış istediler diye vatan haini ilan edilmesi, evlerinin basılması, okullara polisin operasyonlar yapması, kapılarına çarpı işareti konulması mıdır demokrasi?

Örtülü ödenek ile yapılan işler midir demokrasi. AK Parti döneminde örtülü ödenek harcamalarının 5 kat arttığını biliyoruz, bunu soramamak mıdır demokrasi?

Sizin demokrasiniz, şehirlerin ablukaya alınması mıdır, çocukların öldürülmesi, cenazelere işkence yapılması mıdır?

İşte gerçek bu kadar karışık, bu kadar tuhaf hâle gelmiştir.

Aslında gerçek, görmek isteyen gözler için, görmeye cesareti olanlar için son derece yalın ve açıktır.

TC devleti, muktediri ile, ordusu ile, hukuk sistemi ile, basını ile ve daha başka güçleri ile, gerçekleri görmekten çok uzaktadır. Suriye’de kalkıştıkları savaşın, içeride giriştikleri savaşın tek doğru olduğundan hareket ediyorlar. Çıkarları bunu gerektiriyor. Ve kendi çıkarlarına karşı olan her ses, onlar için vatan hainidir.

Toplum da devletten gelen ideolojik baskı ile, ideolojik şiddet ile, devreye sokulan karanlık yalan makinası ile, gerçeklerden tamamen kopartılmak istenmektedir. Bu nedenle her aykırı ses, toplumu uyandıracak her girişim, büyük bir şiddetle bastırılmak isteniyor.

Muktedir, olumlu örnek olarak Hitler Almanyası’nı boşuna anmıyor. Bu bir dil sürçmesi değil, tersine halkı aptal yerine koyan bir mantığın açık konuşmasıdır.

Sultanahmet’te bombaların patladığı gün, o bombaların üzerinde duran bir devlet çarkı yerine, gerçeklerden korktuğu için akademisyenlerin bildirisi ile öfkeden aklını kaybetmiş bir devlet işleyişi ile karşı karşıyayız.

Kürtlere karşı girişilen bu katliam politikası, aslında tüm ülkenin susturulması, herkesin esir alınması, halkın biat ettirilmesi için girişilen bir savaştır aynı zamanda.

Erdoğan, ABD’li efendilerinden seçimlerde aldığı desteği, bir fırsata dönüştürmek istiyor. Bunun için, şiddetin her türünü devreye sokuyor, bunun için kara propagandanın sınır tanımayan biçimleri devreye sokuluyor. Baskı ve terör ile devlet, halkları tamamen sindirmek istiyor. 1128 akademisyenin bildirisi karşısında başlatılan cadı avı, boşuna değildir. Her koldan, bu akademisyenlere saldırı başlatılmıştır. Amaç, tam bir biat iklimi yaratmaktır.

Önce Kürtlere saldırı başlatılmıştır, önce devrimcilere saldırı başlatılmıştır. Sıra, akademisyenlere, bilim adamlarına gelmektedir, ardından sıra ile, sesini çıkartacak kimseler kalmayıncaya kadar bu saldırı devam edecektir.

Bu nedenle, akademisyenlerin bildirisi çok değerlidir. Belki bazı akademisyenler, bunca şiddetli bir saldırıyı beklemiyorlardı. Ama bildiri, gerçekten de devletin ortaya koyduğu iç savaş planlarına karşı bir girişim olmuştur ve çok değerlidir.

Barış istemek, bugün savaş baronlarına karşı durmak anlamına gelmektedir. Ve özellikle Kürt halkının direnişine Batı’dan gelecek her destek, savaş baronlarının işlerini bozmaktadır.

Ve akademisyenlerin bu çıkışı, peşi sıra başka çıkışları da beraberinde getirmektedir. Bunun ne kadar kıymetli ne kadar insanî olduğunu anlatmaya gerek bile yoktur.

Muktedir buyurmuştur; ya devletten yana olacaksın ya da hain. Dün, darbeleri yapanlar, dün Dersim katliamını yapanlar, dün 1 Mayıs’ı kana bulayanlar, dün 16 Mart katliamını gerçekleştirenler, dün Tan Matbaası’nı basanlar, dün Maraş ve Çorum katliamlarını gerçekleştirenler, dün devlet adına kurşun sıkanlar, dün halkın üzerine ateş açanlar devletten yana idiler. Dün devlet kasalarını soyanlar, dün yolsuzluklarla ülkeyi fakirleştirenler devletten yanadırlar.

Bu topraklarda hep böyledir; devlet, hep halkı düşman görmüştür.

Bugün, gerçeği savunmak, bugün insan olmayı savunmak, bugün barışı savunmak, bugün doğayı savunmak, bugün katliamlara karşı olmak, bugün çocuklar ölmesin demek, vatan hainliği olmuştur.

Eğer başarılı olurlarsa, Erdoğan’a kalacak olan şey şudur; bir avuç kahve köşelerinden toplanmış ve her türlü küfrü kullanmak dışında bir yetenekleri olmayan, yeşil dolarların kokusuna göre hareket eden iktidar savunucuları ve bu saldırganlıktan başarılı çıkarlarlarsa boyun eğmiş sessizleşmiş bir halk. O zaman da korkacaklar, o zaman da gölgelerine ateş edecekler, o zaman da tiranlıkları için katliam emirleri verecekler.

Eğer biz başarırsak, onlar iktidarlarını kaybedecek, tüm halklar özgürce nefes alacak, tüm baskı ve zulüm sona erecek, barış en güzel elbisesi ile sokaklarda dolaşacak, kardeşlik hayal olmaktan çıkacak, işçi ve emekçiler, ezilenler kendi geleceklerini kuracaklar.

İşte bu nedenle bu kadar şiddetle saldırmaktadırlar.

Devrimin vücut bulması sancılı bir yoldur

Suriye savaşı, tüm bölgeyi savaşa sürükleme süreci açmıştır ve Türkiye bu savaşta, hem ABD saflarında, hem de bir aktörden çok bir tetikçi rolu ile yer almıştır, yer almaktadır.

Ama bu, resmin savaş; bu, resmin paylaşım yüzüdür.

Bir de bölgede Kürt halkı başta olmak üzere, halkların direnişi söz konudur. Filistin’de kırılamayan direniş, yeniden anti-emperyalist bir rotada yol almanın koşullarını oluşturuyor. Suriye coğrafyasında, Irak coğrafyasında, başta Kürt halkı olmak üzere halklar, hem direniyor, hem de ortak direniş, ortak mücadele yollarını arıyor. Halkların ortaklaşa yaşama iradesi, Kobanê örneğindeki gibi, henüz çok yeni ve yaygın olmasa da, gelişiyor.

Emperyalist güçler, bir yandan paylaşım savaşımına tutuşmuş, her biri pastadan daha büyük pay almaya çalışırken, diğer yandan, henüz Ekim Devrimi korkuları unutulmamıştır ve dünya gericiliği halkların ortak direnişi karşısında, bir bütün olarak karşı-devrim savaşı örgütlüyor.

Erdoğan’ın AK Parti aracılığı ile aldığı son seçim desteği, bir ABD operasyonudur ve dünya gericiliğinin ortaklaşa iradesinin ifadesidir. Dünya gericiliği, nasıl ki, IŞİD’in ortaklaşa babasıdır, aynı şekilde ülkemizdeki savaşın da doğrudan tarafıdır.

Devletteki çeteleşme, dünya kapitalist ekonomisinin tüm ülkelerinde gelişmektedir. Bu çeteleşme, bizim ülkemizde de aynı biçimde devrededir. Yakın dönemde, bir Cumhurbaşkanı konuşacak, bir de Peker konuşacak. Çeteleşme, sadece ihale süreçlerinde, sadece rüşvetin dağıtılmasında, sadece kamu kaynaklarının yağmalanmasında yoktur. Çeteleşme, medyada da vardır, bürokraside de. Bakanlar Kurulu bir kukladır, sentetik Başbakan’ın yönettiği bir iş takip kuruludur. Parlamento tümü ile devre dışıdır. Parlamentonun hiçbir işlevi kalmamıştır. Cumhurbaşkanı, doğrudan kendi konumu, fiili durumu için yeni yasalar, anayasa vb. istemektedir. Ama öte yandan, Kürt halkının fiili durumuna uygun bir yasa talebi, ne olursa olsun, büyük bir şiddetle karşılanmaktadır.

Ve dünya gericiliğinin yetkili kurumlarından biri olan NATO, bunu desteklemektedir.

Ama bu arada, Kürt halkının ve halkların direnişi gelişiyor. Sur, Cizre, Silopi gibi ilçelerin ablukaya alınması resmin bir yüzüdür ve aynı anda burada bir direniş, sokak savaşları devrededir. Elbette çetindir, elbette zorlukları vardır.

TC devletinin saldırıları, elbette hayatı zindan etmeye, ülkeyi kana bulamaya dönük saldırılardır. Suruç, Ankara bombalamaları, aslında kitlelerin Gezi ile başlayan sokaklara taşma eğilimini yok etme isteğinin ifadesidir. Kuşku yok ki bu konuda devlet, silâhsız, örgütsüz, haklarını isteyen, kitleleri bastırma konusunda yol alabilmektedir. Ama buna rağmen, daha az sayıda, ama daha kararlılık kazanan bir direniş de gelişmektedir. Direnişin giderek kararlılık kazanması, onu daha da güçlü kılacaktır.

Gezi Direnişi ile başlayan süreç, Soma cinayeti ile ortaya konan tepki, doğayı savunmak için geliştirilen halk mücadelesi, işçi grevleri vb. birbirine besleyerek gelişecek olanakları kolaylıkla yaratamıyor. Elbette bu anlaşılmaz değildir. Ama bu direniş, zorluklar içinde de olsa ilerleyecektir.

Biz buna devrimin vücut bulması diyebiliriz.

Bir sosyalist devrim, tüm bölgede, zorluklar ve dağınıklıklar içinde ilerlemektedir.

Anadolu sosyalist devrimi, bölge devrimlerinin bir bileşenidir. Anadolu sosyalist devrimi, bir yandan halkların, diğer yandan işçi sınıfının uyanışı ve dirilişinin bir eseri olacaktır. Devrim, tüm bölgede gelişen devrimlerden hem etkilenmektedir, hem de onları da etkileyecektir. Bu nedenle, bölgemizde süren her anti-emperyalist mücadelenin destekçisidir ve onlardan da hangi koşulda olursa olsun destek alacaktır, almaktadır.

Kuşku yok ki, bu uzun bir mücadele yoludur. Devrimci savaş arkadaşlığı, her şeyden önce, binlerce yıldır bölgemize halklar arasına ekilen ayrılık ve ötekileştirme politikalarının mücadele ortaklığı içinde yenilmesi, aşılması anlamına gelmektedir.

Bunun ne kadar uzun süreceği ayrı bir konudur, ama bölgemizdeki vahşi gerici saldırı, başka yol da bırakmamaktadır. Tüm bölge halklarının tek çıkış yolu, devrim ve sosyalizm mücadelesidir.

Devrim ve sosyalizm, hem savaşı önlemenin, hem de nefes alabilmenin, insan olarak kalabilmenin, katliamları önleyebilmenin tek yolu hâline gelmiştir. Bölgemizde yer tutan emperyalist güçler ve onların artık tetikçileri hâline gelmiş olan yerli ortakları, bölgemizdeki tüm devletler, halklara karşı bir savaş yürütmektedirler. Ve bu savaş artık öyle bir boyuta gelmiştir ki, emperyalistler ve onların yerli ortakları gerici devletler, sistemin tüm çürümüşlüğünü açığa çıkarmaktadır. Sistem, kapitalist dünya sistemi, çürümüştür ve her tarafından bu çürümenin kokuları ortalığı kaplamıştır. Bu çürüme, sistemin ömrünü tamamlamış olduğunun açık ispatıdır. Bu çürüme, sistemin her düzeyde sahiplerinde derin ve karşı konulamaz bir korku yaratmaktadır. O denli korkuyorlar ki, her yolla saldırıyorlar, her hak arama, her insanî tepki karşısında salyalarını akıtarak bağırıyorlar.

Bu korkularının gerçeğe dönüşeceği günlere yaklaşıyoruz. Yel ekiyorlar ve fırtına biçecekler. Bölgemizde IŞİD gericiliğini beslemeleri, tam da bunun en açık kanıtıdır. Sistem, IŞİD gibi varlıkları yarattığına göre, ne denli çürümüş olduğunu anlamak zor olmasa gerek.

Gelişmekte olan devrim, onun bir parçası olan Anadolu sosyalist devrimi, binlerce yıllık tarihle, egemenlerin halkları imha ve inkâr siyasetine dayanan tarihle, zulüm ve baskı tarihi ile hesaplaşmak demektir. Bu, büyük bir hesaplaşmadır. Bu derinlikte bir hesaplaşma, özgürleşmenin, insanlaşmanın, kurtuluşun tek ama tek yoludur.

Bu sadece sömürünün, zulümün ortadan kaldırılması demek değildir, bu aşağılanmanın, bu her türden ayrımcılığın (din, cinsiyet, ırk vb.) de ortadan kaldırılmasının tek yoludur. Sadece sömürünün temeli olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, ortak mülkiyetin geliştirilmesi demek değildir, bu aynı zamanda yıllarca geliştirilen, beslenen gericiliğin, önyargıların, hurafelerin de tarihe gömülmesi demektir.

Bu halkların, insanların binlerce yıldır genlerine sinmiş korkuların parçalanması, yok edilmesi anlamına da gelmektedir.

Bu aynı zamanda, insanlaşma, ayakları üzerine dikilme, özgürleşme ve büyük barışma da demektir. Halkların kendilerinin doğrudan birbiri ile konuşabilmesi demektir. Tüm emperyalist yağmacıların bölgeden atılması demektir. Tarihle, tarihî bir barışma demektir. Tarihin yeniden yazılması, halkların gerçek tarihinin önünün açılması demektir. Geçmişle, tam, koşulsuz ve gerçek bir hesaplaşma demektir. Temizlenmek demektir.

Anadolu sözü, tarih içinde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Biz, burada, Anadolu derken, ne onu Ortadoğu’dan, ne Mezopotamya’dan, ne Kafkaslar’dan, ne de Balkanlar’dan ya da Trakya’dan koparıyoruz. Belki daha uygun bir isimlendirmeyi, daha uygun bir adlandırmayı, mücadele bize öğretecektir. Ama bizim kullandığımız anlamda Anadolu, bugün, bölgemizde gelişen başta Kürt devrimi olmak üzere halkların her türlü mücadelesine saygıyı ifade eder, yoksa devrimi coğrafî ve tarihî olarak sınırlandırma denemesi değildir, olamaz. Bu nedenle, Anadolu devrimi bölgedeki devrimlerin bir bileşenidir.

Dahası, bölgemizdeki giderek ortaklaşa bir mücadelenin, fiili ya da organik farketmez, gelişmesi, dünya devriminin bir bileşeni olduğumuz gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bölgemizdeki devrimci hareketler, kendilerini öyle görsünler ya da görmesinler, dünya devrimci hareketinin bir parçasıdırlar. Biz kendimizi, buna layık olabildiğimiz ölçüde, dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olarak görürüz, isteğimiz ve irademiz budur.

Bugün halklara dayatılan savaş, gerçekte, halkların gelişmekte olan ve yüzlerce yıllık sürdürülen mücadelenin bastırılması girişimidir. Bu yeni değildir. Dünya gericiliğinin tarihi, bunun sayısız örnekleri ile doludur. Halkların gelişen mücadelesi karşısında bu baskı ve zulüm, bu vahşi saldırı, hiçbir zaman ebedî bir iktidar, ebedî bir egemenlik kuracak bir zafer elde edememiştir. Bu sefer de elde edemeyecektir. Binlerce yıllık baskı ve zulüm tarihine karşı gelişmekte olan bir direnişin, derinden ve güçlü gelişi onları çıldırtmaktadır.

Bugün, ülkemizde ve bölgemizde, her demokratik hak arayışı, egemenlerin artık dayanamayacağı bir hâle gelmiştir. Kobanê karşısında dünya gericiliğinin tutumu bunun kanıtıdır. Kürtlerin “demokratik özerklik” tatışması karşısında egemenlerin verdiği tepki, bunun en açık kanıtıdır.

Her hak arama eylemi, en sıradan bir sosyal hak arayışı ya da iş güvenliği talebi ya da “demokratik özerklik” önerisi, bir anayasa önerisi, devletin şiddetine karşı en küçük bir itiraz, HES’lere karşı bir itirazın karşısında vahşi bir saldırıyı bulmaktadır.

Bu, açık olarak, sisteme karşı tüm mücadele biçimlerinin, sistemle bir hesaplaşmaya, devrimci bir hesaplaşmaya doğru evrildiğini göstermektedir.

Sistem, basını ile, hukuku ile, diyanet işleri ile, bürokrasisi ile, ordusu ve polisi ile her tür hak arama eylemine karşı tahammülsüz bir şekilde, şiddetle saldırmaktadır.

Devrim bu koşullar altında, ağır ağır ama kararlılık kazanarak kendi yolunu oluşturmaktadır.

Halkların, işçi ve emekçilerin örgütlenmesi zorlu bir yokuşu çıkar gibi gelişmektedir.

Zorlu bir yoldayız.

Güzellikler, zorlukların içinden, onları aşarak, onların üstesinden gelerek gelişir, ortaya çıkar, büyür. Bu aynı zamanda öğrenme sürecidir, bu aynı zamanda yaratıcı mücadele yöntemleri geliştirme sürecidir. Bunca yıllık sömürü ve baskı tarihi ile, aşağılanma ve yok etme tarihi ile hesaplaşmanın kolay olacağını hiçbir zaman düşünmedik.

Şimdi, zorluklarla başa çıkma ve kitleleri örgütleme, onları kendilerinin öncüsü hâline getirme dönemindeyiz. Şimdi, direnişi geliştirme iradesini geliştirmeliyiz. Halkların direnişi, diğerlerine örnek olacaktır. Hak verilmez alınır, özgürlük sunulmaz sökülerek alınır.

Devrim vücut bulmaktadır. Devrimden öğrenmesini bilmek, iyi bir öğrenci olmak dönemindeyiz. İyi bir öğrenci olmak, kötü bir öğretmen rolüne soyunmaktan çok ama çok daha yeğdir. Öğrenmek, her şeyden önce örgütlenmektir. Kitlelerin, işçi ve emekçilerin örgütlenmesi, direnişin odak noktasıdır.

FARC-EP’den Barış Görüşmelerine dair açıklama

Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) lideri Timoleon Jimenez tarafından 30 Aralık’ta yapılan açıklamada, Kolombiya hükümeti ile devam eden barış görüşmelerine ilişkin de detaylara yer verildi.

500 günde 45 oturum

Havana’da 500 gün süren ve 45 oturum gerçekleştirilen barış görüşmelerine ilişkin olarak, “Ülke hakkında tamamen farklı vizyonlara sahip taraflar arasında anlaşma sağlamak kolay değildir.” Ifadeleri kullanılırken, maddeler üzerinde tartışılmaya devam edildiği vurgulandı.

Görüşmelerde Ocak ayında açılacak oturumun önceki görüşmelerde anlaşmaya varılan hususlar ile daha hızlı gelişeceğinin ifade edildiği açıklamada, “Ordu yetkilileri ve gerilla komutanları ile birlikte teknik alt komisyon 2015 yılının Mart ayından beri Çift Taraflı Koşulsuz Ateşkes ve Silahların Bırakılması için 7 bölümden 5’inin geliştirildiği anlaşma üzerinde çalışıyor.” denildi.

Süreç baskıya maruz bırakılamayacak kadar hassas

FARC-EP, devam eden müzakerenin hassa ve karmaşık olduğunu da hatırlatarak, “bu nedenle süreç baskıya ve zaman kısıtlamasına maruz bırakılmamalı.” uyarısında bulundu.

Hükümetin barış için kamuoyuna declare etmiş olduğu iyi niyet ve Havana’da varılmış olan kısmi anlaşmalarla çelişen uygulamalara giriştiği, toplumun baskılanması ve zorla yerinden edilmesi, güvenlik yasası gibi baskıcı yasaların çıkartılması ve politik tutsakların kötü koşulları örnekleriyle açıklamada yer aldı.

Küba ve Bolivarcı Venezuela olmasaydı, ilerlemek mümkün olmazdı

2015 yılında da kitle örgütlerinin ölümlere, tutuklamalara tanık olduğu hatırlatılan açıklama şöyle devam etti:

“2015 senesinde, sivil toplum örgütleri ölümlere tanık oldu ve yüzlerce insan sadece Havana’da değil Birleşmiş Milletler’de ve daha birçok uluslararası forumda barıştan, demokrasiden ve sosyal adaletten konuşan hükümet tarafından hapse atıldı. Ulaşım sektörü, toprak reformu yanlısı sivil toplum örgütleri, madenciler, eğitimciler, politik tutsaklar, köylüler, yasa dışı mahsuller nedeniyle askeri yaptırımlara maruz kalan halk, sağlık emekçileri ve yetkililerin gözü önünde büyüyen paramiliter çeteler tarafından artırılan haraçların kurbanları sene boyunca muhalefeti yükseltti. Bütün bu mücadelelere yerinden edilenlerin verdiği yasal mücadele de eklenmeli. Kolombiya’da barış anlaşması için çalışan bir çok farklı ses mevcut. Onların hepsine teşekkür ediyoruz. İhtişamlı sosyalist devriminin 57. Yılını kutlamaya hazırlanan ve topraklarını, yetkililerini ve halkını barış görüşmeleri için seferber eden Küba Cumhuriyeti’nden başlamak isteriz. Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin hükümetinin önemli katkıları olmasaydı barış görüşmelerinde ilerlemek mümkün olmazdı.”

Açıklamada Havana’daki görüşmelere tarafsız ve daimi katkı sunduğu vurgulanan Şili Cumhuriyeti hükümetine ve Birleşmiş Milletler, AB, ABD ve Almanya hükümetleri, Vatikan, CELAC (Latin Amerika ve Karayipler Topluluğu), Güney Amerika Halklar Birliği’nin (UNASUR)de aralarında bulunduğu ülkelere barışın inşa edilmesine katkıda bulunmalarından dolayı teşekkür edilirken, Kolombiya halkına da seslenildi:

“Kolombiya barışı hak ediyor”

“Kolombiya halkına, köylerinden, kentlerinden barışa ve demokratik adil bir ülkenin inşasına destek veren milyonlarca kadın ve erkeğe, kadın örgütlerine, LGBTİ örgütlerine, işçilere, çiftçilere, güvencesiz işçilere, yerlilere, siyah ve etnik topluluklara, öğrencilere ve devrimci gençliğe, halk mücadelesinin ve solun içindekilere, daha iyi, yoksulluğun ve şiddetin olmadığı, barışın hüküm sürdüğü bir ülkenin hayalini kuran herkese teşekkür ederiz. Herkese beyan ediyoruz ki 2016’nın Final Barış anlaşmasının imzalandığı ve uygulamaya geçtiği yıl olması için mücadeleye devam edeceğiz. Bütün FARC hareketi iradesi ve enerjisi ile bu yegane hedefe yönelmiş durumda ve bu hedefi gerçekleştirme yolunda Kolombiya’daki çoğunluğun ülkenin ihtiyaç duyduğu değişimi getirecek güçlü bir politik ve sosyal hareketi inşa etmek umuduyla bize eşlik edeceğine inanıyoruz. Kolombiya barışı hak ediyor. Havana’dan ve Kolombiya ormanından kardeş elimizi uzatıyoruz.

2016 Yeni Kolombiya’ya açılan kapıyı aralayacak. Bugüne nasıl gelindi?

Kolombiya’da devlet ile FARC-EP arasındaki silahlı çatışma yaklaşık 50 yıldır sürüyor. Taraflar Kasım 2012’de Küba başkenti Havana’da bir araya gelerek çözüm sürecini başlattılar.

Çözüm sürecinin başlatılmasından bu yana bazı maddelerde anlaşılmasına rağmen “kalıcı bir çözüme varılıp varılmayacağı” konusuna hep şüpheyle yaklaşıldı. Kolombiya Ulusal Tarihi Hafıza Merkezi’nin raporuna göre FARC ile ulusal güvenlik güçleri arasında çatışmada bugüne kadar 220 bin kişi öldü. Ülkede 7 milyondan fazla kişi hükümetin Mağdurlar Birimi’ne kayıt oldu. Nüfusun önemli bir kısmı şiddet nedeniyle yerinden edilirken; çok sayıda kişinin ise kaçırıldığı, tehdit edildiği, zorla kaybedildiği ve kara mayınları nedeniyle yaralandığı belirtiliyor.

Taraflar Mayıs 2013’te, altı ay süren müzakerelerin sonucunda toprak reformunda uzlaştı. Varılan anlaşma uyarınca kırsal kesimlerde ekonomik ve sosyal dönüşüm yapılacak, fakir çiftçilere toprak verilmesi öngörülüyordu. Kasım 2013’te ise taraflar muhaliflerin siyasi katılımıyla bir barış anlaşması

yapılması konusunda anlaştıklarını açıkladı. Mayıs 2013’te yasadışı uyuşturucu ticaretinde işbirliği yapma sözü verildi.

Kolombiya devletinin saldırı ve baskıları da bu süreçlerde devam etti. Bu nedenle zaman zaman kesintiye uğrayan görüşmeler Eylül 2015’te Havana’da 4. anlaşma ile yeniden gündeme taşındı. Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) lideri Timoleon Jimenez ile Havana’da bir araya geldi. Görüşmede Küba Devlet Başkanı Raul Castro da hazır bulundu. Aralık 2015’te Kolombiya devleti ile FARC arasında devam eden barış görüşmelerinde çatışma mağdurlarını içeren konularda anlaşma sağlandı. Tarafların barış anlaşmasının son halini 23 Mart 2016’dan önce imzalamayı hedeflediği bildiriliyor.

Kolombiya’da ELN ve hükümet arasında da barış görümeleri başlıyor

FARC ile Kolombiya hükümeti arasında barış görüşmeleri sürerken, ülkede gerilla mücadelesi veren bir diğer örgüt ELN hükümet ile barış görüşmelerinin 2016 yılı başında kamuoyuna açık bir biçimde başlayacağı açıkladı. ELN liderlerinden Nicolas Rodrigez (Gabino) barış anlaşması imzalanması amacıyla barış görüşmelerine başlama kararı aldıklarını söyledi. ELN ile Hükümet arasında iki yıldır yapılan ön görüşmelerinin ardından kamuoyuna bu açıklama yaparak, “Şimdiye kadar bir şey kaybettik sayılmaz. Görüşmeler gelecek yıl başlayacak” dedi.

FARC ELN’ye çağrı yapmıştı

FARC’ın önde gelen liderleri ELN’ye de çağrı yaparak ölüm ve göçlere neden olan çatışmaların sonlandırılması için çağrıda bulunmuştu.

direnisteyiz2.org

FARC: Kamu şirketinin yabancı firmalara satılması barış anlaşmasına aykırı

Başkan Juan Manuel Santos satıştan gelen gelirin ülkedeki büyük alt yapı projelerine aktarılacağını duyursa da, Vergi Adalet Ağı temsilcilerinden Jose Roberto Acosta aksini iddia ediyor. Acosta, satıştan gelen gelirle altyapı projelerini üstlenen inşaat şirketlerinin finanse edileceğini, böylelikle kamu yararının özel şirketlerin karı için hiç edileceğini belirtiyor.

Havana’da hükümetle yaptığı barış görüşmelerine devam etmekte olan FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) barış heyeti de kamu şirketinin özelleştirilmesine karşı olduklarını açıkladı. Barışın ancak sosyal adalet ile birlikte sağlanabileceğini savunan FARC, Kolombiya halkına ait olan zenginliğin yabancı şirketlere satılmasının müzakereleri devam etmekte olan barış anlaşmasının ruhuna da aykırı olduğunu belirtti.

isyandan.org

Transpasifik ticaret anlaşmasına karşı güney amerika halkları sokakta

Peru’da yapılan gösterilere solcu Broad Front (Geniş Cephe) partisi, sağlık hizmetleri bedelleri ile ilaç fiyatlarını yükseltecek anlaşmaya parti olarak karşı olduklarını beyan etti.

Santiago, Concepcion, Valparaiso, Temuco, Puerto Montt ve Iquique kentleri başta olmak üzere bütün Şili’de gösterilere binlerce insan katıldı. TPP anlaşmasından doğrudan etkilenmemesine rağmen Arjantin’de de eylemciler, çiftçileri kendi tohumlarını ekmekten alıkoyup Monsanto tohumlarını almaya zorlayan Monsanto tarım-kimya ürünleri şirketi başta olmak üzere bütün ulusötesi şirketlerin yükselişine karşı sokağa çıktılar.

Protestolar Latin Amerika’nın da dışına taşarak devam ediyor. Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da binlerce gösterici, hükümetin ABD ve çok uluslu şirketler lehine yerel işletmeleri yok edecek olan ticaret anlaşmasını imzalamasını önlemek amacıyla düzenlenen eylemlere katıldı.

Anlaşmanın tarafları olan oniki ülkenin –ABD, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Malezya, Brunei, Singapur, Vietnam, Kanada, Meksika, Peru ve Şililiderleri şeffaf olmayan ve kamuoyundan saklanan müzakereler sonucu ilk anlaşmayı Ekim ayında imzalamış ve tasarıyı tartışılmak üzere kendi parlamentolarına götürmüştü.

Liderlerin anlaşmanın son onayı için Yeni Zellanda’da 4 Şubat tarihinde yeninden toplanması öngörülüyor.

isyandan.org

FHKC’den işgale karşı intifada’yı yükseltme çağrısı

FHKC, 9 Ocak sabahında kuzey Eriha’da yer alan El-Hamra kontrol noktasında işgal askerleri tarafından soğuk kanlılıkla vurulan Ali Hajj Muhammad (21) ve Said Abu al-Wafa (38) isimli şehitleri onurlandırdı.

FHKC aynı zamanda, zorla yerinden etme uygulamalarını, korkak işgal askerleri tarafından Filistinli çocuklara ve gençliğe karşı gerçekleştirilen suikastları ve direnen Filistin gençliğiyle baş edemeyen işgalcinin ırkçı ve faşist doğasını gözler önüne seren bir şekilde askerleri ve yerleşimcileri siviller üzerine salmasını kınadı.

FHKC, Tel Aviv’de sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine neden olacak derecede işgal rejiminde panic yaratan ve işgalci gizli servisini günlerce şaşırtan Arara köyünden şehit Nashat Melhem’i onurlandırdı. Siyonist işgale ve onun suçlarına karşı çıkan Melhem’in Filistin halkının oğlu olduğunu ifade eden FHKC, kuzeyden güneye, nehirden denize Filistin halkının, ne Oslo’nun ne de işgal uygulamalarının silip atamayacağı bir kararlılığa sahip olduğunu da ekledi.

Aynı zamanda yoldaş Mahmoud al-Ras da, Melhem’in adını İntifada şehitleri arasından kaldıran ve Melhem’in eylemini İntifada’ya karşı işlenmiş ahlaki ve ulusal bir suç ve Filistin gençlik direnişini itibarsızlaştırma girişimi olarak niteleyen Ramallah’taki Sağlık Bakanını kınadı. Mahmoud al-Ras, bunun Melhem’in Filistin davası şehidi olduğu gerçeğini değiştirmediğini ve hiçbir bakanın kimin şehit olduğu konusunda karar merci olmadığını, bu kararı sadece ve sadece Filistin halkının verebileceğini ifade etti. FHKC, şehit Melhem’e karşı yürütülmüş olan operasyonun işgal altındaki Filistin topraklarını ayırma ve halkı ve davasını bölme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığını gösterdiğini belirtti. Her tülü faşist ve ırkçı baskı, toplu ceza ve gençlerin soğukkanlılıkla katledilmesi halkımızın Filistin topraklarında İntifada’yı yükseltme kararlılığını ancak ve ancak perçinleyebilir.

FHKC, resmi Filistin liderliğinden İntifada’ya sahip çıkmasını, şehit ailelerine arka çıkmak da dahil olmak üzere İntifada’nın devamı ve yükselişi için her türlü desteği sağlamasını ve işgal güçleriyle güvenlik koordinasyonu başta olmak üzere bütün koordinasyon ilişkilerine son vermesini istedi. Dahası FHKC, Filistin halkının nabzı ve eğilimleriyle uyumlu ve halklarının özgürlüğü için herşeyi veren Filistin gençliğinin fedakarlıklarına yaraşır düzeyde resmi bir Filistin politik hattının ve söyleminin oluşturulmasını talep etti.

direnisteyiz2.org

Tunus’ta ülke çapında sokağa çıkma yasağı!

Bakanlık yayınladığı Facebook paylaşımında kamusal ve özel mülkiyetin protestolar sebebiyle zarar görmesi riskini en aza çekmek için bu yasağın getirildiğini belirtti. Protestolar birkaç gün öncesinde Tunuslu genç Ridha Yahyaoui’nin işsizlik nedeniyle intihar etmesi üzerine başlamıştı.
direnisteyiz2.org

Japonya Rusya ile ‘Barışmak’ istiyor

Japonya Başbakanı Şinzo Abe, İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından 70 yılı aşkın süre geçerken Rusya ile ilişkilerin normalleştirilmesi gerektiğini kaydetti. Rusya ile Japonya arasında hâlâ bir barış antlaşması bulunmamasının ‘normal olmadığını’ belirten Şinzo Abe, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de aynı görüşü paylaştığını vurguladı.

Başbakan Abe, kuzeydeki topraklar konusunun siyasi liderler arasında fikir alışverişi olmadan düzene koyulamayacağını belirterek, “İmkanlar elverir vermez Devlet Başkanı Putin ile diyaloğumu sürdüreceğim” dedi. Abe, Putin’in Tokyo’ya yapacağı bir ziyaret için en uygun zamanın seçilmesi gerektiğini kaydetti.

Kuril Adaları konusundaki anlaşmazlık 70 yılı aşkın süredir devam ediyor. Abe, Rusya’nın çeşitli uluslararası sorunlarda çözüme dahil edilmesi gerektiğini belirterek, Suriye iç savaşının sona erdirilmesi çabaları, İran ile ilişkiler ve terörle mücadeleyi bu alanlara örnek gösterdi.

Kuril Adaları sorunu

İki ülke arasında İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dört Kuril adası nedeniyle anlaşmazlık bulunuyor.

Bu adalar savaşın sonunda Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov eylül ayı sonunda Japon mevkidaşı Fumio Kişida ile görüşmesi sonrası yaptığı açıklamada, Tokyo yönetiminin ‘tarihi gerçekleri’ kabul etmesi gerektiğini belirtmişti.

DeutscheWelle

Kerry’den Suudi Arabistan’a: ABD her zaman yanınızda

Kerry, resmi temaslarda bulunmak üzere geldiği Suudi Arabistan’da Adil el Cubeyr ile görüştü. Başkent Riyad’daki görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında konuşan Kerry, “Hizbullah’ın, çoğu Şam üzerinden İran’dan gelen 70 bin veya 80 bin füzeye sahip olduğunu biliyoruz ve Körfez ülkelerinin bu konudaki endişesini paylaşıyoruz” diye konuştu.

ABD ile İran arasında nükleer program konusunda varılan antlaşmanın Körfez ülkelerinde oluşturduğu tedirginliği de anladıklarını belirten Kerry, ABD ile Körfez ülkeleri arasında askeri ve istihbarat ile güvenlik eğitimi alanlarında çeşitli mutabakatların bulunduğunu hatırlattı. Kerry, söz konusu mutabakatların yanı sıra füze savunma sistemi üzerinde de çalışıldığını ifade etti.

direnisteyiz2.org

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...