Ana Sayfa Blog Sayfa 226

Bu abluka dağıtılacak

Sur’un ablukaya alınması ne demektir, Cizre’nin ablukaya alınması ne demektir?

Savaşın gerçek boyutunu ortaya koyabilmek için, devletin hangi güçlerle savaştığını bilmek gerekir. Sadece tanklar, sadece keskin nişancılar, sadece on binlerce asker, polis “karma bir şey” demek değildir. Sadece öldürülen çocuklar, Kürt halkına dayatılan katliam demek değildir.

İşin elbette bir de Ortadoğu ayağı var, bunu da herkes biliyor ve görüyor.

Ama işin bir de, basın ayağı var. Kara propaganda konusunda Goebbels’i aratır vaziyete gelen TC basını var. Sadece havuz medyası değil, tüm burjuva medya, bir ağızdan kanla manşetler atmaktadır. Basın, tüm halkın, tüm kitlelerin kafasını karıştırmak, onları nefes alamaz hâle getirmek için, her yola başvurmaktadır. Dün müzakere masasını büyük bir hevesle savunanlar, bugün aynı hevesle savaşı savunmaktadırlar. Dün PKK ile görüşenler, bugün barış diyenleri evlerinden toplamaktadırlar. Dün analar ölmesin edebiyatı yapanlar, bugün aynı tonda çocuk ölümlerini kutsuyor, cenazelere yapılan işkenceleri alkışlıyorlar. Öyle bir ideolojik bombardımandır ki bu, soru sormayı, düşünmeyi önlemek istiyorlar. Büyük bir karanlık yaratmak istiyorlar. Halkları esir alabilmek için, büyük bir saldırı organize ediyorlar. Basın bunun parçasıdır.

Mafya liderlerini sahaya sürüyorlar. Yeni özel savaş örgütleri oluşturuyorlar. IŞİD artıklarını devreye sokuyorlar. Ülkenin her alanını kan gölüne döndürmek istiyorlar ve “kandan banyo” yapmak dillerinden düşmüyor.

Çeteleri devreye sokuyorlar.

Düşünmeyi, barışı hayal etmeyi, özgürlük istemeyi, hak aramayı, insan olmayı yasaklamak istiyorlar.

Görünüşe göre savaş tanrıları çıldırmış ve kendilerine tanınmış kısa süre içinde her şeyi yakıp yıkmayı istiyorlar. Tam bir biat istiyorlar.

İşte abluka budur.

Batı’da yaşayan insanların, bu savaş konusunda duyarsız, sağır, kör olmalarını sağlamak istiyorlar. Beyaz Show’da Ayşe Çelik isimli öğretmen bu ablukaya bir delik açınca kıyametler kopuyor, medya patronları azarlanıyor, özürler devreye sokuluyor.

Akademisyenler barış isteyince cadı avı başlatılıyor.

İşte abluka budur.

Sur’da abluka olduğu kadar direniş vardır.

Cizre’de onbinlerce asker olduğu kadar direniş vardır.

Ve son bir yılda savaşı tırmandıranların gerçekleştirdiği vahşilikler bu direnişi kıramamıştır.

Şimdi direniş yayılacaktır.

Şimdi direniş hayatın her alanında mayalanmaktadır.

Ayşe Çelik’in sözlerinden bu nedenle korkuyorlar.

Akademisyenlerin 1128 imzalı bildirisi bu nedenle onları korkutuyor. Akademisyenlere, “imzanızı geri çekin” diyorlar. Yakında akademisyenlere “pişmanlıktan yararlanma” yasası yaparlarsa şaşmayız.

Akademisyenlerin imzası 2000’i geçti. Ardından, gazeteciler, hukukçular, fotoğrafçılar, kitle örgütleri, öğrenciler, edebiyatçılar, sinemacılar, tiyatrocular devreye girdi, girecek.

İşte bundan korkuyorlar.

Bir katliamı seyretmek, insanı kirletir, seyredeni öldürür, insanlığını alır. Bir katliam karşısında sessiz kalmak insan olmaktan çıkmaktır.

İşte bu insanî tepki bu nedenledir.

Bu abluka elbette dağıtılacaktır.

Kararlıca direnişi büyütmek gereklidir. Evet, bir anda çok büyük eylemler örgütlemek mümkün olmayabilir. Ama kararlı bir biçimde, direnişe destek olmak, yüksek bir moral ve bilinçle örgütlenmek, direnişi her alanda geliştirmek gereklidir. Bu mümkündür.

Devlet, tüm çıplak gerçekliği ile kendi karakterini son yıllarda ortaya koymaktadır. Evet büyük bir savaş yürütüyorlar, büyük bir kıyım yürütüyorlar. Ama aynı zamanda kendi karakterlerini dolaysız bir biçimde açığa vuruyorlar.

Medyanın tüm karanlık tutumuna rağmen, gerçek, kendini bir biçimde gün ışığına çıkartıyor. Mesele örgütlenmektedir. İşçi ve emekçilerin daha sağlam, daha sıkı, daha ileri bir bilinç ile örgütlenmesi gereklidir. Öğrencilerin, kamu çalışanlarının, hukukçuların, sağlık çalışanlarının, kısacası herkesin ilk işi daha sağlam örgütlenme olmalıdır.

Direniş iradesini büyütmek, direniş iradesi örgütlemek mümkündür.

Bombalamalar, katliamlar, elbette kitlesel eylemleri bir nebze olsun geriye çekmiştir. Ama bu baskı artık tutmayacaktır. Bir yere tıkarlarsa, diğer taraftan tepki yükselmektedir.

Toplum, kitleler, halklar, işçi ve emekçiler bunca yıllın baskı ve sindirme politikalarına karşı direnmeyi öğrenmektedir.

Bu bir öğrenme ve örgütlenme sürecidir de.

Ne Gezi ruhu ezilecektir, ne Kürt devrimi ezilecektir.

Zalim sahne almış, tüm toplumsal yaşamı yok etmeye, katliamlarla halkları susturmaya çalışıyorlar. Ama bu sahnenin bir sonu olacağı da gün kadar açıktır. o

SURİYE’NİN GÜÇ SAVAŞINDA CENEVRE-3 ETKİLİ OLABİLİR Mİ?

İç toplumsal dinamiklere dayanmayan her arayış başından itibaren başarısız kalmakta ve beklenilen sonucu vermemektedir. Cenevre-1 ve 2’nin başarısızlığı bunun çok somut bir örneğidir. İki gündür dolaylı görüşmeleri başlanan Cenevre-3 olarak tanımlanan toplumsal/politik istikrar arayışı görüşmelerinde, Suriye’nin toplumsal dinamikler muhatap alınmazsa hiçbir sonuç vermeyeceği daha ilk gününde görülmeye başlandı.

Suriye’nin en önemli toplumsal dinamiklerini oluşturan PYD’nin ağırlıkta olduğu ‘Suriye Demokratik Meclisi’ olmaksızın Suriye’de politik bir istikrarın sağlanamayacağı hem ABD hem de Rusya tarafından kabul ediliyor. PYD, Suriye içerisinde sosyal dinamikleri olan politik-toplumsal bir hareket olup, gücünü Suriye halklarından alıyor. PYD sadece Kürtleri temsil eden bir sosyo/politik hareket olmayıp aynı zamanda Arapları, Türkmenleri, Süryanileri, Alevileri, Ermenileri, Çeçenleri vb halkları da temsil ediyor. Bu bakımdan PYD’nin içerisinde yer almadığı hiçbir barış görüşmesi başarılı olmaz. PYD’nin askeri kolu olan YPG ve YPJ, aynı zamanda askeri güç olarak da dengeleri belirleyen ve değiştiren bir konumda bulunuyor. YPG-YPJ olmadan, IŞİD, El Nusra gibi Radikal İslamcı Hareketlere karşı başarılı ve kalıcı bir askeri sonuç elde edilmeyeceği bütün verileriyle ortaya çıktı. Bugün ABD ve Rusya, söz konusu radikal İslamcı örgütlerle mücadele sonuç alıcı bir başarı elde edemeyeceklerini bildikleri için YPG-YPJ ile askeri işbirliği yapıyorlar. Bu bakımdan Suriye’de iki stratejik güçten bahsedebiliriz.

Cenevre görüşmelerini birkaç noktada özetlemek mümkün:

Birincisi, Suriye’nin geleceğini belirleyen uluslararası ve bölgesel güçlerin odaklandığı Cenevre-3 görüşmelerinin esası, kimin bölgede etkin bir güç olacağıdır. Bir yandan bölgenin aktif iki dinamik unsuru haline gelen Rusya ve İran, diğer yandan daha pasif durumda kalan ABD ve S. Arabistan. Politik etki gücü kırılmış ama kendisine rol biçmeye çalışan Türkiye bulunuyor. Bugünkü politik ve diplomatik süreç esasen Rusya ve İran merkezli politikalar üzerinde yürüyor.Rusya yapmış olduğu askeri müdahaleyle dengeleri önemli oranda değiştirdi ve Ak Deniz havzası başta olmak üzere Ortadoğu’da etkinliğini önemli oranda arttırdı. İran’ın küresel sisteme dahil edilmesi için önü bütünüyle açıldı ve son iki haftadır, uluslararası güçler İran’a yatırım yapmak için sıraya girmiş bulunuyorlar. Buna paralel olarak İran’ın bölgede etkin olması için gerekli destek sunulacak.

Esad rejiminin son iki aydır elde ettiği başarılar, Suriye’nin geleceğini belirlemede önemli bir etki yarattı. Radikal İslamcı Hareketlerin önemli bir darbe alarak alan kontrolünü kaybetmeleri, Esad ordusunun hâkimiyet alanını genişletiyor. Bu durum Rusya ve İran’ın etkinlik alanını genişletirken, ABD ve S. Arabistan’ın inisiyatifini önemli oranda kırdı denebilir. Bu bakımdan Cenevre-3 görüşmelerinde Esad’ın kalıcı olacağı ve Suudi destekli muhalif güçlerin ABD’nin baskısıyla Esad’ın kalıcılığını kabul etmekten başka bir şansları olmadığı görüldü. Cenevre-3 görüşmeleri bütünüyle başarısız olsa dahi, Suriye’de muhaliflerin politik inisiyatifleri çok önemli oranda kırılmış bulunuyor. Bu bakımdan Radikal İslamcı Hareketleri aktif olarak destekleyen S. Arabistan, Türkiye gibi devletler, Cenevre-3’ün başarısız kalmasını, politik kaosun devam etmesini tercih ettikleri görülüyor.

İkincisi, Suriye’de iki stratejik güç bulunuyor. Rusya’nın çok aktif olarak desteklediği Esad rejimi ile kendi toplumsal dinamikleri üzerinde yükselen PYD’dir. Suriye’nin geleceğini belirlemede söz sahibi olacak iki temel güç olarak Cenevre’den rejim adına Şam temsilcileri bulunacaklardır. Karşı taraftan gerçekten, Suriye içerisinde demokratik güçleri temsil eden ve rejime muhalif olan PYD ve onun da içerisinde yer aldığı güçler de bulunmalıdır. Bu bir bakıma zorunluluktur. Masaya davet edilen ve esasen dış dinamiklerden beslenen ve hiçbir toplumsal dayanağı bulunmayan İslamcı örgütlerin masada bulunması, Suriye’deki çözüm sürecine ciddi bir katsını olmayacaktır. Bu bakımdan Cenevre’den kalıcı bir sonucun alınmasının tek yolu PYD’nin masada bulunmasıdır. PYD iradesinin yansımadığı bir anlaşmanın başarılı olma şansı da oldukça düşüktür. Bu da Suriye’deki askeri ve politik krizin çok daha derinleşmesi ve çözümsüzlüğün devam etmesi, kaosun devam etmesi anlamına gelir. Cenevre-3 toplantısının sonuçları, Cenevre 1 ve 2 gibi olacaktır. IŞİD ile mücadelede aktif bir rol üstlenen ve büyük bir bedel ödeyen PYD’nin katılmaması nedeniyle ortaya çıkacak olan başarısızlık kaygısı özellikle ABD’yi ciddi oranda tedirgin ediyor.

Üçüncüsü, ABD ve Rusya’nın PYD’yi ‘terörist’ görmemelerine hatta ittifak gücü olarak değerlendirmelerine rağmen, PYD’nin davet edilmemesi bir çelişkidir, hem de çok açık ve herkesin dikkat çektiği bir çelişkidir. Rekabet, çatışma ve ittifak ilişkilerinin olduğu hemen her yerde böylesi durumlar sıklıkla görülür. Küresel güçler PYD’nin konumunu ve etki alanını çok iyi bilmektedirler. PYD’yi esasen stratejik bir güç olarak görmeyecekleri açık. PYD’nin kurmak istediği toplumsal düzen ABD’nin bölgesel çıkarlarına bütünüyle terstir. Ancak bazen tarihsel koşullar farklı güçleri zorunlu olarak bir araya getirebilir. ABD ve Rusya’nın PYD’de zorunlu olarak ihtiyaçları var. Rusya çok açık olarak PYD’nin temsil edilmesi gerektiğini belirtiyor. ABD ise bu görüşünü dolaylı olarak ama herkesin anlayacağı bir dilde ifade ediyor. Bu iki güç PYD olmaksızın ne toplumsal uzlaşı, ne politik çözüm ne de askeri başarı elde edebilir. Bu bakımdan PYD’nin masada olmaması birincisi çözümün dışına itildiği anlamına gelmemelidir. İkincisi izlediğim kadarıyla PYD’nin temsiliyeti konusunda arayışlar halen devam ediyor. Cenevre-3 görüşmeleri birkaç oturumluk bir süreç olmayıp birkaç ayı kapsayacak bir dönemi kapsayacaktır. Moskova’nın ‘YPD şimdilik yer almazsa dahi Cenevre’de PYD’nin masası hazırdır’ açıklaması, ABD Dış İşleri Bakanlığı sözcüsünün ise ‘PYD’nin şimdilik davet edilmedi’ değerlendirmesi, aslında PYD merkezli krizin devam ettiğini gösteriyor. ABD ve Rusya gibi iki küresel güç, Suriye’de PYD olmadan bir çözüm sürecinin başarılı olmayacağını çok iyi görüyorlar. Ancak karmaşık denklem içerisinde özellikle ABD’nin Arap dünyası ile olan ilişkileri, Türkiye ile olan bağları dikkate alındığında bir tercih yapmak zorunda kaldığı görülüyor. Ancak böylesi bir tercih, önümüzdeki birkaç hafta içerisinde PYD’nin bütünüyle dışlanması olarak devam ederse, bundan kaybedecek olan ABD olacağı, bunun savaş sahasında kendisini çok daha belirgin olarak hissettireceği de biliniyor. PYD’nin ‘Cenevre kararlarını tanımayacağız’ tarzındaki açıklaması en çok ABD yankı buldu. Bu bakımdan PYD’nin katılmaması kesinleşmiş bir konu olarak ele almamak gerekir. Bu bakımdan küresel güçler, Suriye’nin toplumsal dinamiklerinin bulunmaması nedeniyle Cenevre’de uygulamak istedikleri stratejinin çökeceğini en çok kendileri görüyor. Böylelikle PYD merkezli muhalefet sahada kazanan olarak Cenevre’de kaybetmeyecektir. Gerçek olan Suriye’deki mücadelenin nasıl ilerlediği ve ilerleyeceğidir.

Bu bakımdan PYD’nin önümüzdeki süreçte görüşmelere dahil olma olasılığı giderek artıyor. Örneğin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner “Fakat bizim anladığımız kadarıyla PYD bu hafta yapılacak toplantıda olmayacak.” Dikkat ederseniz ‘bu hafta yapılacak’ görüşmelerde bulunmayacak denildi. Ayrıca Moskova’nın ‘PYD’nin katılmadığı bir görüşmenin sonuçsuz kalacağını’ açıklaması önümüzdeki süreçte PYD’ye ilişki yeni bir formülün bulunma arayışlarının devam edeceğini gösteriyor.

PYD davet edilmeden Cenevre görüşmelerine katılmayacağını açıklayan Suriye Demokratik Konseyi Eş Başkanı Menna; “Listemizi tamamladık. Görüşmelerde olması gereken 15 isim ve 15 alternatif üyeden oluşan, demokratik ve seküler Suriye listesi’ olarak tanımlayabileceğimiz bu liste konusunda (BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan) De Mistura’dan, Amerikalılardan ve Ruslardan yanıt bekliyoruz.” Bu değerlendirme önümüzdeki bir kaç gün içinde bir kısım alternatif çözümlerin gündeme geleceğini gösteriyor. Sanırım tıkanma daha çok «PYD’nin Salih Müslüm olarak temsil edilmesi’ üzerinedir. Benim edindiğim bilgilere göre, ‘PYD’nin Suriye Demokratik Konseyi içerisinde davet edilmesi ve başka bir kaç ismin katılması » konusunda bir kısım önerilerin gündeme gelmiş olmasıdır. Menna’nın 15 kişilik bir liste verdiklerini ve yanıt beklediklerini açıklamış olması, aslında tıkanmanın aşılmasına yönelik bir çaba olarak görünüyor. Bu bakımdan gerek toplantının başlamasının ilk gününde gerekse ileriki toplantılarda PYD’nin katılması konusunda bir kısım arayışların devam edeceğini ve PYD’nin bir biçimiyle temsil edilmesine yönelik bir formülün bulabileceğini düşünüyorum. Böylesi bir çözüm bulunmadığı sürece özellikle ABD’nin bölgede çok daha ciddi bir darbe alacağı, askeri başarılarında çok önemli bir rol üstlenen PYD’yi kaybedebileceğini hesaplıyordur ya da hesaplaması gerekir. Ancak, bu süreçten sonra PYD katılır mı? Tabi ki bu da bir soru işaretidir.

Dördüncüsü, Bölgesel politik krizden ısrar eden Türkiye, PYD’nin Cenevre’ye katılmaması için elinden geleni yapan Türkiye’nin diplomatik bir zafer elde ettiği iddiası da gerçekçi değildir. Türkiye, PYD’nin Cenevre görüşmelerine katılmaması için belki de cumhuriyet tarihinin en kapsamlı diplomatik faaliyetini yürüttü. Bunu yaparken esasen diplomatik prensiplerin dışına çıkarak bütün gücünü, olanaklarını hatta şantaj yaparak kullandı. PYD’nin Cenevre’ye davet edilmesi halinde İncirlik Üssünün kullanımını yeniden gündeme getirmekten, göçlerin yeniden Avrupa’ya dayanabileceğine kadar birçok koşulu doğrudan ve dolaylı olarak ABD ve AB’nin önüne koydu. Bu bakımdan PYD karşısında bu düzeyde şantaja dayanan bir politika yürütmüş olması, hiçbir şekilde başarı olarak görülemez. Tersine önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin karşısına çok daha ciddi olarak çıkacak yeni bir sürecin başlamasıdır. PYD, Suriye’nin çözüm sürecinin aktif bir gücü olarak her şekilde masada olacaktır. Bu gerçeğin değiştirilmesi artık pek mümkün olmadığı, Suriye denklemini belirlemede PYD’nin mutlak bir rol üstleneceğini Esad rejimi dahi kabul ettiğine göre, Türkiye’nin bu çabasının pek ciddi bir sonuç almayacağı açıktır. Kısacası Türkiye’nin bir diplomatik zaferi söz konusu değil, bunu önümüzdeki birkaç ay içinde çok daha net olarak göreceğiz.

 Peki, buna rağmen neden böyle bir telaş içine düştü denebilir. PYD’nin Cenevre görüşmelerinin daha ilk gününde masaya oturmuş olması, Rojava’nın bugünkü mevcut statüsünün ‘uluslararası güçler tarafından kabul edilmesi’ anlamına gelmesidir. Bir bakıma Suriye’nin geleceği belirlenirken ‘Özerk Rojava’ gerçeğinin tescil edilmesidir. Türkiye’nin politik kaygısı veya korkusu, Rojava’nın Özerk bir bölge olarak uluslararası ilişkilerde kabul edilmesidir. Rojava’nın mevcut statüsünün resmileşmesi, devletin Kürt politikasını bütünüyle etkilenecektir. Böylelikle kendisine komşu olan ikinci bir Kürdistan Özerk bölgesinin çıkmış olması, yok saydığı Kürt sorunun çok daha fazla uluslararası bir boyut kazanacağını ve bu gerçekten kaçamayacağını biliyor. Bu bakımdan Rojava gerçeğinin yok sayılması, uluslararası alanda kabul görmemesi için onun toplumsal-politik temsilcisi olan PYD’nin muhatap alınmaması için bütün gücünü ortaya koymaktadır.

Bugün Cizre ve Sur’da devam eden savaş ile Rojava’nın politik statüsü arasında çok ciddi bir organik bağ bulunuyor. PYD’nin uluslararası ilişkilerde elde edeceği pozisyon, Suriye’nin yeniden yapılandırmasında üstleneceği rol, Türkiye’nin tasfiye politikalarını bütünüyle alt üst edecektir. Bu bakımdan hem PYD’nin uluslararası alandaki temsiliyetini engellemeye çalışmakta hem de Sur ve Cizre’de Kobanı ve Halep’te yürütülen benzeri bir savaşı sürdürmektedir. Bütün bunlara rağmen izlediği politika çok yönlü çökecektir. Birincisi PYD, başta dünyanın iki stratejik gücü ABD ve Rusya tarafından ittifak gücü olarak görülmektedir. PYD’nin Cenevre’de bir biçimiyle bulunması önemli ama hayati bir durum değildir. Bu iki güç PYD’yi müttefik olarak görmesinin nedeni, sahadaki etki gücüdür. Bu bakımdan PYD’nin politik pozisyonu Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen güçlenerek artıyor. İkincisi Halep’e benzer bir şekilde Sur ve Cizre’de bir yıkım içine girmesi, Türkiye’nin politik olarak tıkandığının çok açık bir yansımasıdır. Bu tarz savaş politikası hiçbir şekilde uluslararası ilişkilerde destek bulmayacaktır ve bulmamaktadır. Tersine Türkiye’nin müzakerelere dönmesi ve demokratik çözümü esas alan bir politikaya yönelmesine yönelik uluslararası çağrılar artmaya başladı. Bu bakımdan Suriye’de Radikal İslamcı Hareketlerin önümüzdeki birkaç ay için çok önemli oranda kaybederek zayıflayacakları, Esad ve PYD merkezli iki gücün kalacağı görülüyor. Bu gelişmeye paralel olarak Türkiye’nin de önümüzdeki birkaç ay içerisinde yürüttüğü savaş politikaları terk etmek zorunda kalacak ve zorunlu ve kaçınılmaz olarak çözüme yönelik adımlar atacaktır. Atmazsa ne olur: Ortadoğu’da olduğu gibi içte de kaybedecek bir Türkiye olacaktır. Bu bakımdan ne askeri ve politik ne de ekonomik olarak uzun süreli bir savaşı sürdürme koşulları söz konusu değildir.

Beşincisi, Bahar süreci herkes bakımından önemli mesajları içeriyor. Yukarıdaki soruda belirttiğim gibi Suriye’de aktif saldırıya geçen Esad ordusu, radikal İslamcı güçlerin denetim altına aldığı birçok bölgeyi tekrar kontrol altına almaya başladı. Mart-Nisan ayları Esad askeri güçlerinin Rojava bölgesi dışında kalan bütün bölgeleri çok önemli oranda kontrol altına alacağına dair çok önemli veriler ortaya çıkmış bulunuyor. Rojava bölgesinde ise PYD’nin politik ve askeri hâkimiyeti daha çok pekişecektir. Özellikle Rojava’da kantonların birleştirilmesi süreci önemli oranda tamamlanmış olacaktır. Türkiye’yi belki de en çok tedirgin eden ve ısrarla karşı çıktığı Kantonların birleşmesi tamamlanmış olacaktır. Özellikle IŞİD denetiminde olan Cerablus’un kimin kontrol edeceği oldukça önemlidir. Hem ABD, hem de Rusya çok açık olarak bu bölgenin YPG-YPJ tarafından denetim altına alınması konusunda hem fikirdirler. Bu bakımdan önümüzdeki birkaç ay içerisinde Cerablus’un PYD askeri güçleri tarafından kontrol edilmesi ile hem Kantonlar arasındaki fiziki/coğrafik bağ kurulmuş olacak ve Rojava’nın politik pozisyonu çok daha netleşmiş olacaktır, hem de Türkiye’nin kırmızı çizgileri aşılmış olacaktır. Bu çizginin aşılmasında ABD ve Rusya önemli rol üstlenmiş olacaklardır.

 Rojava kantonları arasında kurulacak olan bağın bir başka    ifadesi de Türkiye’nin ikinci bir Kürdistan ile sınır komşusu olmasıdır. Bunun politik yansımaları çok daha büyük ve etkili olacaktır. Türkiye’nin kendi içerisinde yok saydığı Kürt meselesi bütünüyle uluslararası ilişkilerin bir parçası haline gelecek ve çözüm de zorunlu olarak Suriye’de olduğu gibi uluslararası bir düzeyde ele alınacaktır. Bugün ABD ve AB başta olmak üzere küresel güçlerin AKP hükümetine ‘müzakere’ çağrısı yapması bir tesadüf olmayıp önümüzdeki birkaç yılda neler olabileceğine dair bir veri sunmaktadır.

Bu bakımdan Suriye ve Irak’taki her gelişme Türkiye’deki yansımaları beklenilenden daha sarsıcı olacaktır. Türkiye, mevcut gelişmelere gözünü kapamadan, artık gerçekçi olup objektif ve çözümleyici politikalara dönmek zorundadır. Dönmek istemese, başkaları bu çözüm sürecini Türkiye’nin önüne koyacaklardır. Yani doğrudan Türkiye’yi muhatap alan yeni bir ‘Cenevre toplantısının’ gündeme gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Önümüzdeki Bahar birçok alanda büyük ve sarsıcı sonuçlar doğuracaktır. Politik dengelerin değişeceği, yeni stratejilerin devreye gireceği, güç merkezlerde önemli bir kaymanın olacağı sürece gidiyoruz. Doğru bir politik hatta ilerleyen kazanır.

 

 

Şah Mahkemesinde İki Devrimci Sanatçı: Keramat Daneshian ve Khosrow Golesorkhi [1]

1974 yılı. İki devrimci; Şair Khosrow ve Yönetmen Keramat,karanlık günlerde, halk düşmanı şah rejimine karşı açılan isyan bayrağının yere düşmesine izin vermedi.
O zamanlarda, şah içerde ve dışarda destekçi kazanmak için, hiçbir rejimin harcamadığı kadar para harcamıştı. Ağır sansür altındaki gazeteler şaha övgülerle doluydu. Bütün posterleri ve portreleri, Beyaz Devrimin(Şah reformları) masraflı sütunlarına rağmen halk; “Duymuyorum!” diyordu. Çocuklarına yapılan işkenceyi, onların tutuklanıp öldürülmesini fısıldaşıyordu.

Devrimci Öğretmen
Daneshian 1946’da Shiraz’da doğdu. Mahkemede: “İlk mahkemede faşist yapınızdan dolayı savunmamızı dinlemediniz. Oysa benim savunmam yoksulların ve ezilenlerin hakları ve yeminli insanlık düşmanları tarafından karşı devrimci saldırılar ile karşılaşan halkın savunusundan daha önemli değildir. Eğer devrimci güçlerden ve halkın ayaklanmasından korkmuyor; İran’da egemen sınıfların ebedi olduğuna inanıyorsanız, tarih size gerçeği gösterecek.”
Keramat Daneshian SAVAK(İran gizli polisi) tarafından ilk olarak 1970’te yakalandı ve bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste işçiler arasında çalışmaya karar verdi. Şah diktatörlüğüne karşı mücadele ederken yapılması gereken ne kadar çok tartışma vardı… Bu eğilim İran’a özgü değildi.
Bir keresinde hapishane yöneticisinin, “Ne yapabilirsiniz ki?” sorusunu, halkın öfkesini uyandırmak dışında hiçbir şey, diye yanıtlamıştı. “Hemen zafer beklemiyoruz. Kendimiz için bir şey istemiyoruz, belki 50, 70 hatta 100 yıl sonra… Ama kim bilir belki daha erken… Diktatörler öleceklerine hiç inanmıyorlar.”
Tebriz’e taşınınca Azeri kültürünü tanıdı. Samed Behrengi’yle tanıştıktan sonra, takipçisi oldu. Azeri bölgelerinde sosyalist ideolojiyi yaymak istiyordu. Behrengi’nin bazı takipçilerinin orda zaten öğretmenlik yaptığını duyunca, güneye geçti. İlk kez orda tutuklandı.

İran’ın Guevara’sı
Khosrow Golesorkhi Rasht’ta 1944’te doğdu. Bir devrimci çalışma grubunun parçası olarak, ’73 nisanında yakalandı. Mahkemeye çıkarılıp, en fazla 3 yıl ceza alacağı düşünülüyordu. Ama bir önceki rejimin kanunlarından biriyle, ölüm cezasıyla yargılanmasına karar verildi.
30’unda hakimin karşısına çıktığında, askeri hakimin yüzüne bakıp: “Halkın şanlı adına! Meşruluğunu hiçbir zaman tanımadığım bir mahkeme karşısında kendimi savunacağım. Bir Marksist olarak halktan ve tarihten yanayım. Bana ne kadar saldırırsanız saldırın, bunu onur sayarım. Size ne kadar uzaksam, halka o kadar yakınımdır. İnançlarımı ne kadar kötülerseniz, inançlarım, halkın sempatisini ve desteğini daha çok kazanır. Eğer beni yakarsanız bile ve kesinlikle yapacaksınız, insanlar cesedimden bayraklar ve şarkılar yapacak”der.
Hüseyin ve Ali’den devrimciliğini öğrendiğini; İslam’dan yola çıkarak Sosyalizme ve Marksizm-Leninizm’e ulaştığını ve islam hukukuna saygı duyduğunu söyler. İslamın sosyalizme giden özü barındırdığını, egemen sınıfın bunu çarpıttığını söyler.
Hooman Maid’in 1974’te İran’ın Che Guevara figürü olarak tarif ettiği, Golesorkhi Birlik Marşı şiirinde: “Her kalp atışı, şarkımız/Kan kızılı, sancağımız/Yüreklerimiz, bayrağımız /Ve şarkılarımız olmalıdır.”  Yazar.

‘Kamplaşma; Dönemin Karakteri
Sanat ve edebiyat net olarak ikiye bölünmüştü. Yaratıcı sanat ve edebiyatla yozlaştırıcı olan. İlk kampta yer alanlar, halkın acılarını, umutlarını ve ideallerini anlatanlar, ağır şartlar altındaydı. Sansür ve baskılar ciddi boyutlardayken, üretimin büyük bir kısmı, hapishane çıkışlıydı. Diğerleri feodal yönetimin propaganda aygıtı olarak görev alıyor, petrolün, yeşil dolarların ve çeşitli devlet örgütünün koruması altında hareket ediyor ve bunlar tarafından semiriliyordu.
Siyasi cinayetler yaşanıyor; şair Furuq Farrokhzad’ın devlet organizasyonu araba kazası, olimpik altın madalyalı güreşçi ve halk kahramanı, Takhti’nin şüpheli ve trajik ölümü, Küçük Kara Balık kitabının da yazarı Samed Behrengi’nin Aras nehrinde boğdurulması, Ali Şeriati’nin infazı ve işkenceler ve silahlı asilerin infazları dönemin profilini ortaya koyuyordu.
Emperyalistlerin peydahladığı darbe, çirkin yüzünü göstermeden önce bile devlet destekli mafya örgütleri ve çeteler aracılığıyla bir çok insanlık suçu işleniyordu.

Egemenler’in Hukuk Şovu; Devrimciler
Boyun Eğmez!
Şah devrilmesinin yakın olduğunu hissettiği için her yolla propaganda yapıyordu. Mahkemenin yapılacağı dönem İran’da uluslararası bir insan hakları konferansı düzenleniyordu. Devlet, bunu fırsata çevirmek ve Beyaz “Devrim”in havasını estirmeye çalışıyordu. Daneshian’la Golesorkhi’nin davasını propaganda yapmak için devlet televizyonunda canlı yayınladı. Umdukları, devrimcilerin pişmanız diyip, af dilemesiydi. Bu sayede ne kadar “demokratik” bir rejim oluşturduklarını göstereceklerdi.
Mahkeme sürerken Tağmen Ghaffarzadeh, başyargıç; Golesorkhi’yi kendi savunmasını yapması konusunda uyarınca, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle “Sözcüklerimden korkuyor musunuz?” dedi.  Daha öncesinde savunmasında “İran toplumu, öldürülmeye çalışılmamın nedeninin Marksist görüşlerim olmasını bilsin. Benim suçum suikast değil, fikirlerimdir. Burada, yabancı gazetecilerin şahitliğinde bu mahkemeyi, dosyamın yazarlarını, sorumsuz ve hukuksuzlukla suçluyorum. Bütün insan hakları örgütlerini, komitelerini, burada işlenecek devlet suçuna tanık olmaya çağırıyorum.”
“Askeri mahkeme, savunmamı okuma hakkını bile vermedi. Ben bir Marksist-Leninistim. İslami hukuğa saygı duyuyorum. Uğruna öleceğim görüşlerimi,  yüksek bir sesle haykıracağım: Dünyanın bizim gibi Neo-kolonyalizm tarafından yönetilen  hiçbir ülkesinde, Marksist bir hatla yola çıkmadan doğru, ulusal bir yönetim oluşturulamaz. ”
Khosrow Golesorkhi, kendisinden, konuşmasını kendi savunması ile sınırlı tutması istenince, kendi savunusunun, tiranlığa karşı savaşan kitlelerin savunusu olduğunu söyledi. Yargıç ısrar edince, Golesorkhi, kağıtlarını toplayıp, “O zaman oturuyorum. Konuşmayacağım.” dedi ve konuşmasını bitirdi. Mahkeme tarafından “terör” faaliyetlerine devam edip etmeyeceği sorulunca, evet diye yanıtladı.
Mahkeme Keramat ve Khosrow’un ölüm kararını açıklayınca gülümsediler, el sıkıştılar ve sarıldılar. Khosrow “Yoldaş!” dedi. Keramat “En iyi yoldaşım!” diye yanıtladı.
Golesorki’nin kitabı “Sanatın Politikaları, Şiirin Politikaları” ağır sansür altında bir kitabın en fazla 2000 baskı yaptığı dönem, bir kaç ay içinde 50.000 baskı yaptı. Legal ve illegal yollarla binler, Golesorkhi’nin fikirlerine ulaşmak istedi.

Son Gece
17 Şubat 1974;  iki devrimci sanatçının son gecesini geçirdiği hücre, sloganlarla doldu. Yemeklerini sessizce yediler ve kendilerini infaz alanına götüren kamyondaki askerlerin suratlarına sloganlarını haykırdılar. Gözlerini kapatacak gözlüğü, doğacak kızıl şafağı görmek için reddettiler.
“Yoldaşlar! Kahramanlar! Canımızı, korkmadan ülkemiz için feda ediyoruz…”
Sonra “Ateş!” emrini kendileri verdiler.
Golesorkhi: “Sanatsal bakışı olan bir insan, toplumla daha geniş bağlar oluşturur. Sanatçı, kendi coğrafyasındaki insanların yaşamıyla bağlantı kurar ve onlarla birlikte mücadele eder. Bu herhangi bir edebiyat okulunda böyle olmayabilir. Tıpkı Filistinli fedailerin şiirlerinin bu okullarda okutulmayacağı gibi.  Neden okutulsun ki? Neden etkili sanat formlarımız, edebiyat ve sanat, okullarda hapsedilsin? Şiirin yeri kütüphaneler değil, diller ve zihinlerdir. Edebiyat , her zaman sosyal hareketteki yerini almalıdır. Edebiyatın görevi uyandırmaktır. İlerici edebiyatın görevi, sosyal hareketler oluşturmak ve halkların tarihsel ilerleyişlerine yardım etmektir. “ yazar.

 

YUSUF ALP

“Susma! Sustukça Sıra Sana Gelecek…” [1]

Sözlerime izninizle bir anıyla başlamak istiyorum.

Temel (Demirer)’le bir iş için Bilecik’e düşmüştü yolumuz. Temel burada yıllar önce yattığı Bilecik cezaevini görmek istedi.

Kent, değişmiş. Araya sora cezaevinin yerini bulduk. Ama sadece yerini. Cezaevi uzun süre önce yıkılmış; yerine, geçmiş zaman, anımsadığım kadarıyla otel yapılıyordu.

Yıkıntılar arasında dolaşmaya başladık: “Şurası benim yattığım koğuş, burası malta, şura nizamiye…”

Bir süre sonra Temel’i dinleyemez oldum. Bir koku… Tanıdık bir koku… Evet, koğuş yıkıntısından yoğun, tanış bir koku yükseliyor: İnsan kokusu. İki-üç yıl önce yıkılmış koğuşlar hâlâ buram buram insan kokuyor…

Yan yana, et ete olmak… Birbiriyle dertleşmek, birlikte türkü söylemek, hastalanan koğuş arkadaşı için birlikte dövmek kapıyı… Yemeği birlikte pişirip ortak karavanaya birlikte kaşık sallamak. Koğuşun çay ustasının elinden demli çayları yudumlarken ülke hâli konusunda söyleşmek… Birlikte insan kokmak…

2000 yılındaki, yeryüzündeki istihzaların en acısıyla “Hayata Dönüş” adıyla kayda geçen operasyonla siyasî tutsakların elinden alınan, tam da buydu… Onları ortak yaşamın insanı ayakta tutan desteğinden kopartarak yalnızlaştırmak, 7/24’lük bir gözetim alrında olduklarını bir an için akıllarından çıkarmamalarını sağlamak, dirençlerini kırarak ruhlarını, beyinlerini teslim almak… Foucault’nun deyimiyle “disipline etmek”… İtaati sağlamak.

“İçerideki” dostlarımızın, yoldaşlarımızın F-tipleri tarafından teslim alınamadıklarını da biliyoruz. Onlar soğuk, gayrışahsî, yalnızlaştırıcı, dirençsizleştirici “disiplin”e teslim olmamayı başardılar… Kitap oluyor, resim oluyor, mektup oluyor, direniş oluyor, açlık grevi oluyor, akıyorlar dışarı. Yaşama tutunmakla kalmıyor, onu değiştirme, dönüştürme mücadelesine de omuz veriyorlar, olanca güçleriyle.

Bu durumda iktidara, baskıyı arttırmak düşüyor. Daha fazla, daha fazla arttırmak. F Tipi’nin soğuk tecridine, başka fiziksel ve psikolojik baskıları ekleyerek katmerlendirmek…

Sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyerek başlayayım söze: Adı resmen konulmamış savaş koşulları ülke çapında ağırlaştıkça, cezaevlerindeki durum, özellikle siyasi tutsakların maruz kaldığı uygulamalar vahimleşiyor.

Gözünü “en tepedeki”nin dudaklarının arasından dökülecek sözlere, gözlerindeki manalara dikmiş kapıkulları, yukarıdan gelen “vurun, kırın, acımayın, arkanızdayız!” işmarlarını aldıkça züccaciyeci dükkânına girmiş filler gibi yakıyor, yıkıyor, eziyorlar.

Sokaklar, basın, sosyal medya, üniversiteler, hatta evlerimizin içi her biri “küçük dağları ben yarattım” havasındaki “emir kulları”nın tasallutundan muaf değilse:

Sokaklara yansıyan en küçük protesto, saçlarından sürüklene sürüklene, karga tulumba “merkeze” çekiliyorsa;

Haberciler yaptıkları haberden dolayı “PKK destekçisi, paralelci, casus” yaygaralarıyla içeri atılıyorsa;

Sosyal medyada iktidara yönelik en küçük eleştiri “sanal alem kontraları”nın küfür, hakaret ve tehditleriyle bastırılmaya çalışılıyorsa;

Hükümetin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı eleştiren öğretim elemanlarına “adınızı okulunuzdaki ülkücü öğrencilere bildirdik” sopası gösteriliyorsa;

Kürdistan’ın yasaklı sokaklarında “kim kurşunlanmadan, öldürülmeden karşıdaki arsaya kadar koşabilecek” en gözde çocuk oyunu hâline gelmişse…[3]

Bu ülkede işlerin iyi gitmediğini, iktidarın yanlış yaptığını söyleyen her kadın ve erkek şu ya da bu biçimde tehdit altında ise eğer…

Siz varın, devletin eline düşmüş bir “rehin” olarak görülen siyasal tutsakların hâlini düşünün!

İktidarın önünde el bağlayıp hizaya dizilen “küçük insanlar”ın, “vatan haini/bölücü/ yıkıcı/terörist” olarak gördükleri, uhdelerindeki savunmasız insanlara karşı, üst katlardan gelen icazetle “yetki”lerinin sınırlarını nasıl zorladıklarını varın siz tahayyül edin.

Nitekim, “içeriden” gelen haberler, başta sağlık olmak üzere, cezaevlerinin koşullarında genel bir bozulmaya, keyfî uygulamalarda artışa işaret ediyor. Buyrun birkaç örnek:

* Türkiye’de hak ihlâllerinin yaşandığı cezaevlerinde ağır sağlık sorunları yaşayan hasta tutsaklardan biri de Mehmet Öztekin. Hepatit B hastası olmasına rağmen Van F Tipi Kapalı Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulan Öztekin, günden güne eriyor. Tedavisi için başka bir cezaevine nakli istenen Öztekin’in, talebinin kabul edilmemesi hayati risk oluştururken, Öztekin son 2 ayda 30 kilo verdi. 85 kilodan 55 kiloya düşen Öztekin, sürekli kusma, vücudunda morarma, şişme, gece uyuyamama, yemek yiyememe gibi sağlık sorunları yaşıyor.[4]

* Antalya Döşeme altı L Tipi Kapalı Cezaevinde 4 aydır tecrit altında tutulan Genç-Sen Üyesi Hüseyin Yıldırım’da yüz felci başladığı bildirildi. Antalya Körfez gazetesinde Müzeyyen Yüce’nin haberine göre, Hüseyin Yıldırım’ın tedavisine idare tarafından izin verilmiyor. Hastanede kelepçeli muayene edildikten sonra ilaçlarının 5 gün sonra temin edildiğini belirten Avukat Hakan Evcin, Yıldırım’ın yatarak muayene olması için başvurdukları Adalet Bakanlığının, ‘Hayati tehlikesi olmadığını’ gerekçe göstererek onay vermediğini söyledi.[5]

* Osmaniye T-2 Kapalı Cezaevi’nde tutulan ve uzun süredir psikolojik tedavi gören Özgür Azad İnce adlı PKK’li tutsak, kulak çınlaması ve baş dönmesi nedeniyle sevk edildiği Maraş Devlet Hastanesi’nde kelepçeli tedaviyi kabul etmediği için tedavi edilmeden cezaevine geri götürüldü.

Baba Cemil İnce, yaptıkları telefon görüşmesinde oğlunun yaşadıklarını kendisine anlattığını belirterek, “Oğlum, pazar günü telefonla arayarak Maraş Devlet Hastanesi’ne götürüldüğünü ve elleri kelepçeli vaziyette tedavi edilmeye çalışıldığını söyledi. Kendisine uygulanan bu zulmü kabul etmediğini ve bu yüzden tedavi edilmeden tekrar cezaevine götürüldüğünü anlattı.[6]

* Silivri 2 No’lu L Tipi Hapishanesi’nden milletvekili Veli Ağbaba’ya yazan Berk Ercan, mektubunda şu ifadelere yer veriyor: “12 Eylülcülerin ‘Asmayıp da besleyecek miyiz’ fetvaları anlaşılan hâlâ birilerinin kulaklarında çınlıyor… Çeşitli rahatsızlıklarımız üzerine revire çıkmak için defalarca dilekçe verdik. Ama hiçbirine karşılık alamadık. İdare, doktor yüzünü görebilmemiz için ölmemizi bekliyor. Gardiyanlara neden revire çıkarılmadığımızı sorduğumuzda ise ‘Burada bin beş yüz kişi kalıyor’ cevabını alıyoruz.” Yeterli sayıda personel ve doktor bulunmadığını belirten Ercan, “Zaten havalandırması olmayan hücrelerde kalıyoruz, üzerine bir de böylesi konularda sorun yaşarsak buradan tabutlarımız çıkar” diyor.[7]

* PKK’li tutuklu Turgut Koyuncu’nun, Tutuklu Aileler ile Yardımlaşma Derneği (TAYD-DER) İzmir Şubesine yolladığı mektupta, şunlar aktarılıyor: “Yaklaşık bir buçuk aydır hastaneye giden arkadaşlarımıza çift kelepçe uygulaması dayatılmaktadır. Daha önceleri doktor muayenesine giderken tek kelepçe takılıyordu. Ancak bölük komutanının emriyle bir buçuk aydır rencide edilecek şekilde çift kelepçe uygulaması dayatılıyor. Bu uygulamayı kabul etmediğimiz için bize, ‘Ya çift kelepçe uygulamasını kabul eder tedavi olursunuz ya da hastalığınızın sonucuna katlanırsınız’ deniliyor. Ağır hasta arkadaşlarımızın birçoğunun tedavisi bu şekilde bilinçli olarak engelleniyor.”[8]

* Türkiye’de devreye sokulan savaş politikalarıyla beraber hasta tutsaklar üzerindeki baskılar da arttı. Birçoğu ölüm sınırında olan hasta tutsakların çoğu tedavi adı altında ya daha kötü hapishanelere sevk ediliyorlar ya da tedavileri erteleniyor. Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan ve “Yüzde 96 engelli” raporu bulunan hasta tutsak Celal Şeker’in (30) durumu günden güne kötüye gidiyor. “Örgüt üyesi” olduğu iddiasıyla hakkında açılan dava sonucu tutuklanan ve “Tek başına yaşayamaz” raporuna rağmen cezaevinde tutulan ağır diyaliz hastası Şeker, kalp yetmezliği, damar tıkanıklığı, fıtık, yüksek tansiyon ve akciğerinde kitle gibi birçok hastalığın yanı sıra görme sorunu yaşıyor. Tüm bu raporlara rağmen İstanbul Adli Tıp Kurumu ise skandal bir karara imza atarak Şeker için “cezaevinde kalabilir” raporu verdi.[9]

* 13 Kasım’da haber takibi yaparken tutuklanarak Van M Tipi Kapalı Cezaevi’ne konulan DİHA Muhabiri İdris Yılmaz’ın haberine göre, 1995 yılında tutuklanan Ahmet Doğan (49), cezaevi koşulları nedeniyle kalp hastalığı, yüksek tansiyon, idrar yolları enfeksiyonu ve bel fıtığı hastalıkları gibi birçok hastalığa yakalanmış. Yaşadıkları hastalıkların tedavisi için Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe yazan Doğan’ın başvurusu üzerine 10 tutsağın heyet raporu alnması için Amed’e gönderilmesi kararlaştırıldı. Daha sonra Amed yerine Van’a “geçici sevki” yapılan Doğan, bu karara karşı çıktıklarını ifade etti.

Amed’e sevk edilmeleri yönünde ısrar etmeleri üzerine cezaevi yönetiminin, “Van’a gitmek istemiyorsanız hasta olmadığınıza yönelik imza verin. İmza vermeseniz de sizi zorla Van’a göndereceğiz” şeklinde tehditlere maruz kaldıklarını söyleyen Doğan, “Bizi Şırnak’a dönmemiz şartı ile Van’a gönderdiler. Burada hasta olduğumuz ve doktor gözetiminde tedavi olmamızı belgeleyen heyet raporumuzu aldık. Aradan 6 aylık bir süre geçti ancak hep oyalandık. Bu oyalamalar sırasında 7 arkadaşımız gizli bir şekilde sürgün edildi” dedi.

Cezaevinde bulunduğu 30 yıl boyunca ağırlaştırılmış cezaevi koşullarına maruz kalan ve bu uygulamalar sonucu kronik karaciğer, beyinde tümör, mide ülseri ve nefes darlığı gibi hastalıkları olduğunu ifade eden Aydın Çubukçu’nun durumu da diğer hasta tutsakların durumundan farklı değil. Çubukçu, “Yaşadığım hastalıkların raporlaştırılmasına rağmen sürekli sürgün ediliyorum. Tedavi edilmem gerekirken maruz kaldığım sürgünler hastalığımı derinleştiriyor,” dedi.[10]

* “Kırıkkale Cezaevinde kalan hasta tutsak Yılmaz Kahraman, beynindeki tümör nedeniyle Kırıkkale Tıp Fakültesi tarafından ‘acilen ameliyat edilmesi gerekiyor’ kararına rağmen 6 aydır ameliyat edilmiyor.”[11]

Evet, Kaç/ak Saray’ın cezaevlerinde görevli kapıkulları, hasta tutsakların tedavisini engelliyor, savsaklıyor, sürgün ediyor, keyfî uygulamalar dayatıyor, ölümcül hasta olanların tahliyesini erteliyor… böylelikle de yasal olarak kaldırılan ölüm cezasını fiilen uyguluyorlar. Nitekim, CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi’nin hazırladığı “Cezaevi Raporu”, AKP iktidarında 3 bin 77 tutuklu ve hükümlünün hapishanelerde yaşamını yitirdiğini, yani her 38 saatte bir mahkûmun cezaevinde öldüğünü ortaya koyuyor. Raporda, bu süre içinde 2 bin 501 hasta mahkûmun yaşamını yitirdiği, 511 mahkûmun ise intihar ettiği bildirilirken, şu kayıt düşülmekte: “Türkiye’de hapishaneler insanları yavaş yavaş öldüren şartlarla donatılmış ve bu amaçla inşa edilmiştir. AKP iktidarında toplam 3 bin 77 tutuklu ve hükümlü hapishanelerde yaşamını yitirmiştir. 1 Ocak 2009 ile 29 Haziran 2015 tarihleri arasında hayatını kaybedenlerden dokuzu 18 yaşından küçük mahkûmlardır.”[12]

Ama sorun hasta tutsaklardan ibaret değil. Tutsaklar, aynı ölçüde keyfî yasak ve kısıtlamalarla karşı karşıya. Alın, misal kitap-dergi yasakları: Amasya F Tipi’nde mahkûmlara mizah dergisi Penguen verilmiyor. Neden mi? “O dergi devlet büyüklerinin ağzını, burnunu yamulttuğu için”![13] Yalnızca Penguen değil; Leman ve Uykusuz gibi mizah dergileri “sakıncalı” oldukları gerekçesiyle Kandıra 1 no.lu F Tipi’ne, Kaos-GL “müstehcen” olduğu,[14] Yürüyüş Dergisi “örgüt propagandası yaptığı” ve “örgüt üyelerini övdüğü” gerekçesiyle Bafra T Tipi’ne sokulmuyor. Maltepe 3 no.’lu L Tipi cezaevi ise, “demokratik düzeni yıkmaya çalışan bir gazete” olduğu gerekçesiyle Özgür Gndem’i kabul etmiyor.[15]

  1. Murat yasakları kitap-dergiyle sınırlı olsa, neyse ne; cezaevi yönetimlerinin ideolojik saplantıları kimsenin meçhulü değil. Ama örneğin “kapşon yasağı”na ne buyrulur? Yanlış okumadınız: “Kapşon yasağı”! Bafra T Tipi’nden Veli Ağbaba’ya yazan Raşit Dörtyol, “Adımıza gelen, ailelerimizin gönderdiği kışlık montlar, ‘kapşonu var’ denilerek verilmiyor,” diyor. Gerekçe mi? Şöyle: “Eşya yönetmeliğinde mont var ama kapşonlu mont yer almıyor. Kapşonlu mont, hükümlü ve tutukluların yüzünün tanınmasına engel olabileceği ve güvenlik açısından uygun değildir”!

Ve “beyaz kağıt” yasağı. Aynı mektuptan:

“Diğer bir keyfiyet örneği de, beyaz ya da renkli kağıtlarda uygulanmaktadır. Dışarıdan posta ile gönderilen kâğıtlar (kırtasiyeden alınmış ambalajındaki kağıtlar), ‘görünmez mürekkeple yazı yazılmış olabilir’ denilip verilmiyor. İdare beyaz ya da renkli kağıtlara el koyuyor. Cezaevi yönetimi bu kâğıtları inceleyip vereceği hâlde keyfi davranıyor. Dilekçe, mektup yazıp, karikatür çizmemiz için kağıt verilmemesi, ‘düşünmeyin, yazmayın’ demektir.”[16]

Bunlar, yasaklar. Bir de cezaevi yönetimlerinin tutsaklara dayattığı “zorunlu uygulamalar” var. Örneğin, Kırıkkale F Tipi’nde TV’lerde IŞİD ve Hizbullah propagandası yapan kanalların sabitlenmesi… Kaloriferleri yakmamak… Sıcak su saatlerinin azaltılması…[17] Koğuşların köpek eşliğinde aranması… Cezaevi yönetimiyle görüşme talebinin, “mahkûmlar ancak askerî nizamda dururlarsa görüşürüz” şartı koşulması…[18]

Yasak ve keyfî uygulamalar, doğal olarak ziyaretçilere de sirayet ettiriliyor. Tutuklu olan babasını ziyarete gittiği Eskişehir H Tipi’nde 7 Haziran’dan bu yana her seferinde “çıplak arama”ya[19] maruz bırakıldığını bildiren Dilen İvrendi, ekliyor: “Arama sırasında kapılar bilerek açılıyor. O anki durumumuzu askerler ve erkek ziyaretçiler görüyor. Gardiyanlar bunu kasten yapıyor ve askerlerin, erkek ziyaretçilerinin önünde onurumuzu kırıyorlar. Bu şekilde bedenimizi teşhir ediyorlar (…) Çıplak arama nedeniyle birçok kadın da benim gibi mağdur oldu. Bu nedenle psikolojim bozuldu. Her seferinde aynı uygulamayla karşılaşınca moralimiz bozuluyor. Bir an önce bu keyfi uygulamanın son bulmasını ve onurlu bir insan gibi görüşmelerimizi yapmak istiyoruz.”[20]

Ziyaretçilere dek uzanan Marquis de Sade’a rahmet okutturacak uygulamalardan bebekler dahi kaçınamıyor: Kocaeli1 No.’lu F Tipi’nde, annesinin ziyarete getirdiği 6 aylık bebeğin, -öyle anlaşılıyor ki sırf adı Mahir Berkin olduğu için!- bezine kadar soyulup x-ray cihazından geçirildiği haberi yer aldı basında![21]

Ve çocuklar…

Adalet Bakanlığı açıklamasına göre şu anda (Kasım 2015 itibariyle) tutuklu ya da hükümlü çocuk sayısı 2157.[22] Cezaevinin en güçsüz, en savunmasız ve dolayısıyla da en “alttaki” tutsakları. Pozantı’da olup bitenlerden hiç söz açmayacağım; burada olan herkes olaylardan haberdar. Peki, Pozantı bitti mi? Tabii ki hayır: 2015’in Nisan ayında Aliağa Şakran Cezaevi’nde yaşları 18’in altında 3 çocuğun hamile oldukları gerekçesiyle tek kişilik hücrelerde tutulduğu ve gerekli sağlık yardımını alamadıkları ortaya çıkmadı mı?[23] “Pozantı’dan sonra bile bir sürü cinsel istismar vakası oldu. Adana Ceyhan’da, Van’da, Muğla’da oldu,”[24] diyor, Çocuk Cezaevleri Kapatılsın İnisiyatifinden avukat Hasan Erdoğan![25]

Yalnız cinsel saldırılar değil: 15 yaşındaki Onur Önal, Maltepe Çocuk ve Gençlik Kapalı Cezaevi’nde kafası duvarlara çarpılarak beyin kanaması geçirip yaşamını yitirmedi mi?[26]

Onur Önal, ne yazık ki cezaevlerinde yaşamını yitiren tek çocuk değil: Trabzon’da Bahçecik E Tipi Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumunda tutuklu olan 15 yaşındaki E.N’nin kendini koğuş kapısına asarak intihar etmesi ile birlikte, 2009-2015 arasında cezaevlerinde ölen çocuk sayısı, 10’u buldu. İktidarın bu soruna karşı düşünebildiği tek önlem ise, çok bildik: Yeni çocuk cezaevleri açmak…[27]

* * *

Bunlar yalnızca dört duvar arasından dışarıya yansıyabilenler… Ve “içeride” yaşanıp da dışarının haberdar olmadıkları var… Avukatı olmayan, ziyaretçisi kıt, yoksul adlîlerin yaşadıkları…

Ne yazık ki insanın canını acıtan, ruhunu ezen bir çok olay karşısında olduğu gibi, cezaevleri gerçekliği karşısında da “yüreklerin kulakları sağır.” Bir avuç duyarlı insanın, tutsak yakınlarının ve insanlığını, vicdanını satılığa çıkarmamış az sayıda avukatın dışında, Türkiye toplumunun büyük bölümü, cezaevlerinde olan biten karşısında “görmedim, duymadım, konuşmuyorum” tavrında.

Oysa cezaevleri hiçbirimizin “uzağında” değil. Türkiye İstatistik Kurumu’na göre 31 Aralık 2014 itibariyle cezaevi nüfusu 158 590’ı buldu. Bu sayı, 2013’ün aynı tarihine göre yüzde 10.1 artışa işaret etmekteydi. 31 Aralık itibarıyla Türkiye’de 100 bin kişi başına düşen ceza infaz kurumundaki kişi sayısı 2010’da 163 olurken, bu sayı yıllar itibarıyla sürekli artarak 2014’te 204’e ulaştı.[28]

Yıl başına yüzde 10’luk bir artış… Birbiri ardına açılan yeni cezaevleri… AKP iktidarı otoritaryanizmden totalitaryanizme doğru yönelirken, artan koğuşturmalar, tutuklamalar, mahkûmiyetler… Yaygınlaşan, derinleşen yoksulluk…

Bir başka deyişle, bu ülkede hemen kimse “ben asla içeri düşmem” deme lüksüne sahip değildir. Cezaevi bu ülkede yaşayan neredeyse herkese, ama tabii öncelikle yoksullara, Kürtlere, Alevîlere, hakkını arayan emekçilere, muhaliflere, sosyalistlere bir kaç adım mesafede… Kendileri ya da yakınları, sevdikleri, dostları, çalışma arkadaşları için…

Bu nedenle bu ülke insanlarının cezaevlerinin durumu konusunda başını kuma gömmesi, aslında kendi kuyusunu kazmak, sırası geldiğinde canı sıkılan infaz memuru ya da asker tarafından darp edilmeye, keyfî baskılara, yasaklara, tecride, tacize, tecavüze, ölümcül kertede sağlıksız koşullara maruz kalmaya razı olmak anlamına gelmektedir.

Cezaevleri konusunda toplumsal duyarlılık yaratma, kamuoyunun bu konuya eğilmesini sağlama çabası, bu nedenledir ki, çok önemlidir. Cezaevleri sorununun yalnızca “gözümüden ve gönlümüzden ırak olan onlar”a yönelik bir “hamiyetperverlik”, ya da yalnızca ocağına ateş düşmüş olanları, tutsak ailelerini ve yakınlarını ilgilendiren bir uğraş, ya da yalnızca siyasi tutsaklarla ilgili bir konu değil, bu ülkenin ayrıcalığa sahip olmayan tüm yurttaşlarını ilgilendiren bir sorun olduğunun kamuoyuna anlatılması, cezaevlerinin kamuoyunun gündemine oturmasını sağlamak, cezaevlerinin bağımsız kuruluşların denetimine açılması konusunda uğraş vermek; bu bakımdan, toplumsal muhalefetin bütününün gündeme alması gereken, gerçekten çok önemli bir konu.

Çok önemli, çünkü “majestelerinin” keyfine bırakıldığında, iktidarın gündeminde bu hususta, yeni cezaevleri açmaktan, ya da cezaevlerine durmadan imam atamaktan başka herhangi bir düzeltim niyeti olmadığı, Pozantı cezaevindeki tecavüz ve şiddet olaylarını haberleştiren gazeteci Zeynep Kuriş tutuklanıp cezaevine konulurken, cezaevi sorumluları hakkında hiçbir cezaî işlem uygulanmayışından bellidir.

Cezaevlerindeki hak gaspları, suistimaller, taciz ve tecavüzler özenle örtbas edilirken bunları dile getiren tutsakların çeşitli cezalara çarptırılmasından, haberleşmelerinin engellenmesinden bellidir.

Ve eğer kamuoyu müdahil olmazsa işlerin hangi boyuta varabileceği, “sahipsiz” sayılan tutsakların cezaevlerinde öldürülüp iç organlarının çalınarak pazarlanmaya başlanmasından bellidir![29]

 

17 Ocak 2016 19:49:24, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Çağdaş Hukukçular Derneği’nin 23-24 Ocak 2016 tarihlerinde İstanbul’da düzenlediği Cezaevleri Sempozyumu’nun “Hapishane Direnişleri ve Toplumsal Muhalefet” başlıklı oturumuna sunulan tebliği.

[2] Nevzat Çelik.

[3] Bkz: Işıl Özgentürk, “Söz Soğumaya Devam Ediyor Hâlâ”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2016, s.17.

[4] “Cezaevinde İki Ayda 30 Kilo Verdi”, Gündem, 27 Mart 2015, s.5.

[5] “Cezaevinde Yüz Felci Geçirdi Tedavisine İzin Verilmiyor”, Evrensel, 15 Aralık 2015, s.4.

[6] “ATK Tutsaklara Düşmanca Yaklaşıyor”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.7.

[7] Ceren Çıplak, “Sen misin Gazeteye Cezaevi Yasağı Yazan”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2015, s.3.

[8] “Cezaevinde Çift Kelepçe Dayatması”, Evrensel, 15 Eylül 2015, s.3.

[9] “Diriye de Mezara da Hastaya da Zulüm”, Gündem, 24 Ekim 2015, s.5.

[10] “Tedavi Kılıfıyla Sürgün”, Gündem, 4 Aralık 2015, s.5.

[11] “Hasta Tutsak 6 Aydır Ameliyat Edilmiyor”, Gündem, 8 Ağustos 2015, s.5.

[12] Meriç Tafolar, “2015’te En Çok Ölüm Sincan ve Samsun’da”, Milliyet, 25 Ağustos 2015, s.22.

[13] Ceren Çıplak, “Amasya’da P Tipi Yasak”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2015, s.19.

[14] Damla Yur, “Köpek Gibi Yaşıyorum”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2015, s.3.

[15] “Bir Sansür de Cezaevinden”, Gündem, 8 Ağustos2015, s.5.

[16] Meriç Tafolar, “Cezaevinde Boş Kağıt ve ‘Kapşon’lu Mont Yasağı!”, Milliyet, 23 Kasım 2015, s.18.

[17] Kırıkkale Cezaevi’nde IŞİD Propagandası”, Birgün, 9 Kasım 2015, s.6.

[18] Bu son iki örnek, Niğde cezaevinden… Bkz: “Cezaevinde Darp ve Sürgün”, Gündem, 28 Kasım 2015, s.5.

[19] “Çıplak arama tutuklu ve hükümlülere, özellikle de kadın ve trans tutsaklara sıkça yapılan bir uygulama. 1.5 ay tutukluluğun ardından tahliye edilen JİNHA muhabiri Vildan Atmaca, çıplak aramaya karşı çıkınca tacize uğradığını anlatıyor, örneğin. (“Çıplak Şekilde Aranmak İstendim”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2016, s.12.) Ve trans tutsakların cezaevlerindeki durumunu anlatan ‘Voltaçark’ başlıklı kitabın yazarı Amed’li LGBTİ aktivisti Rosida Koyuncu, anlatıyor: “Trans kadınlar tekli hücrede tutuluyor, erkek cezaevlerine gönderiliyor, saçları zorla kestiriliyor. Çıplak arama adı altında bedenleriyle dalga geçiliyor, aşağılanıyorlar, gardiyanlar ve mahkûmların tacizine, tecavüzüne uğruyorlar. Ayrıca eşcinsel erkekler zorla psikiyatriye götürülüyor veya anal ilişki yaşayıp yaşamadıklarının kontrolü için makatları parmaklanıyor.” (Zeynep Kuray, “Cezaevinde ‘Katmerli Ayrımcılık’…”, Birgün, 26 Haziran 2015, s.2.)

[20] “Onurumuzu Kırmak İstiyorlar”, Gündem, 8 Ekim 2015, s.5.

[21] Meriç Tafolar, “6 Aylık Çocuğu X-Rayden Geçirip Çıplak Aradılar”, Milliyet, 28 Aralık 2015, s.20.

[22] Alican Uludağ, “510 Çocuk Annesiyle Zorunlu Hapiste”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2015, s.14.

[23] “Şakran’da Yine İşkence İddiası”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2015, s.10.

[24] “Başbakanlık İnsan Hakları Kurumu (İHAK), Muğla E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu dört çocuğa tecavüz edildiğini ve işkence yapıldığını açıkladı. İHAK, cezaevinde yaptığı araştırma ve incelemesini raporlaştırdı. Raporda, cezaevinde çocuk tutuklulara insanlık dışı uygulamalar yapıldığı belirtilirken, yaşça büyük olan bir çocuğa ise “cinsel saldırı” suçundan beş günlük disiplin cezası verildiği ifade edildi.” (“Muğla Cezaevi’nde Pozantı Manzaraları”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.)

[25] Züleyha Karaer, “Çocuklar Üzerinden Korku Yayıyorlar”, Evrensel, 8 Haziran 2015, s.3.

[26] Hilal Köse, “Onur’u Ölürken Tahliye Etmişler”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2015, s.12.

[27] “Adalet Bakanlığı 5 yeni çocuk cezaevi açacak. 2016 yılında Diyarbakır, Hatay ve Tarsus’ta, 2018’de de Kayseri ve Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde toplam 1440 kapasiteli yeni çocuk cezaevi açılması planı, insan hakları ve çocuk hakları savunuculuğu yapan hak örgütleri tarafından ‘endişe verici’ bulunuyor.” (Sevda Karaca, “Çocukları Cezaevine Mahkûm Etmek Suçtur!”, Evrensel, 19 Kasım 2015, s.2.)

[28] “Cezaevleri Doluluk Oranı Yüzde 10 Arttı”, Milliyet, 8 Aralık 2015, s.16.

[29] “Adana’da 2015 yılı eylül ayında tutuklanan Xêr Şêx Musa bir ay cezaevinde kaldıktan sonra İzmir’e sürgün edildi. Ailesi, tutuklanan oğullarına ulaşmak İzmir’e kadar gitti, ancak cezaevi yetkilileri ailenin çocukları ile görüşmesine izin vermedi. 4 Ocak 2016’da ise cezaevi yetkilileri aileye çocuklarının cezaevinde öldüğü haberini verdi. Mihemed’in cenazesi Dirbêsiyê sınır kapısından geçirilerek Rojava’ya getirildi ve ailesine teslim edildi.

Mihemed’in ailesi çocuklarının bedenine ait birçok iç organının çıkarılmış olduğunu fark ettiklerini, vücudunda karnın altından boğazına kadar dikiş yerleri olduğunu gördüklerini söyledi. Mihemed Xêr Mûsa’nın babası, “Oğlumun cenazesini aldıktan sonra kontrol ettik. Türk devletinin çocuğumuzun iç organlarını çaldığını gördük. Bu organların ne zaman alınıp kimlere satıldığını, Mihemed’i ne zaman ve neden katlettiklerini de bilmiyoruz” dedi. Baba Mûsa, uluslararası kuruluşlara, örgütlere çağrıda bulunarak Türkiye’de tutuklu olanların durumuna ve cezaevlerindeki hak ihlâllerine ilişkin gözlemlerde bulunmalarını istedi. Baba Mûsa, ‘Cezaevlerinde akıbetleri oğlum Mihemed gibi olacak birçok genç ve göçmen var,’ dedi.” (“T.C Hırsızlıkta Çığır Açtı: Tutsağın İç Organlarını Çaldı!”, 7 Ocak 2016… http://direnisteyiz2.org/t-c-hirsizlikta-cigir-acti-tutsagin-ic-organlarini-caldi/)

 

Kararlılık ve Süreklilik Üniversiteyi Direniş Odağı Yapacaktır

Diğer yandan ise Kürdistan’da kentleri kuşatıp teslim almaya çalışmakta, bundan önce işgal ettiği topraklarda artık daha çete mantığıyla, talancı bir mantıkla yerleşmeyi planlamaktadır. Anadolu’da ise Gezi ile beraber yükselmiş kitle hareketini ve devrimci hareketi baskı altına almayı söndürmeyi hedeflemektedir. Bunun için evlerde infazlar yapmakta, Suruç’ta, Ankara’da bombalar patlatarak kitleleri sindirmek, korkutmak, en küçük hak arama eylemlerinin dahi olmasını engellemek istemektedir.

Bunlar bugün yaşadığımız tarihin parçaları olarak önümüzde durmaktadır. Ve görünen odur ki bu tarih birçok şeye gebedir. Bu tarihten devrimler, isyanlar büyüyerek çıkma imkanına da sahiptir. Bir yanıyla tarihin öznelerine bağlı olarak kan,zulüm,gözyaşının da büyümesine sebep olacak önemli bir dönüm noktasından geçmekteyiz. İçinde yaşadığımızı fark etmek ve kavramak ise bize zor gelmekte ve bizi arayışa itmektedir. Bizi bu süreci analiz etmeye, hangi yollarla çözüme ulaşılacağını tartışmaya itmektedir.

Dediğimiz gibi yaşanılan süreç, tarihi bir süreçtir. Bize, halklara, devrimcilere, bu ülkenin geleceğine karşı ilan edilmiş bu savaş derinleşmektedir. Sesini çıkaran herkese, hemen başta muktedir olmak üzere devletin bütün birimlerinden bir cephe halinde yanıt geliyor, bütün çatlak sesler susturulmaya çalışılıyor.

Mesela Ayşe öğretmen böyledir. Ayşe öğretmen herkesin söylemesi gerekeni söylemiş; katılmayanın bugün savaş suçlarına ortak olacağı bir sözü söylemiştir. Fakat hemen herkes terör soruşturmalarına tabi tutulmuştur. Doğrudur, bir terör vardır; bu devlet terörüdür. Doğrudur, devlet bu ülkede her gün çocuk öldürmektedir ve bunun üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Devletin yaptıklarını anlatmak bu ülkede suç olmuştur. Ağızdan çıkanlar devletle örtüşmek zorundadır, karşıt bir görüşe tahammül kalmamıştır.

Akademisyenlerin yaptığı açıklamayı ele aldığımızda da aynısını göreceğiz. Yaptıklarında “Bu ülkenin işlediği suçlara ortak olmayacağız” demekten başka bir şey yoktur. Açıklamanın yapıldığı gün İstanbul’un göbeğinde, Sultanahmet’te, bomba patlatılmış, 10 kişi ölmesine rağmen hiç bir devlet organı tarafından umursanmamıştır. Ambulanslardan önce yayın yasağı getirilerek bu olayın da üzeri örtülmeye çalışılmıştır.

Konu akademisyenlere gelince ise hemen yaygara koparıldı. Erdoğan başta olmak üzere, YÖK, rektörler, üniversite senatoları, medya ile her taraftan yüklenilmiştir. Katil sürüsünün başındaki tecavüzcü Sedat Peker açık açık tehditler savurmuştur ve tehditleri bu tayfanın ne kadar insanlıktan çıktığını ispat etmektedir.

Bu kadar çok tepki göstermelerinin bir sebebi var. Çünkü kürt hareketi, devrimciler dışında bu toplumun aydınları, gençliği yetiştiren hocaları savaş suçlarına karşı ses çıkarmıştır. Hemen karşılarına alınıp medya başta olmak üzere her alandan top atışına tutulmaları gerekmektedir.

Sormak lazım hani bu ülkede kürsü özgürlüğü, düşünce özgürlüğü vardı? Hani insan hakları? Hani demokrasi? Her şey yok olmuştur. Çünkü bu kavramlar onlar için geçerlidir. Bunlar işçiler, emekçiler, öğrenciler için geçerli değildir. Terör desteği diyorlar, hangi terör? Kentler bombalanıyor, tanklardan, zırhlı araçlardan ateş açılıyor. Şimdi durum buysa o tanklar kimindir? Terörist hangi taraftır? Sur’da, Cizre’de, Silopi’de direnenler mi teröristtir yoksa kentleri yakıp yıkanlar mı?

TC devleti, Anadolu’dan çıkacak sesten tedirgindir bundan dolayı her sesi bastırma işlemine tüm hızıyla devam edecektir. Bunun bir ayağı da üniversitelerde yürüyecektir. Bunu açıktan ifade ediyorlar ve bir dönem boyunca da uygulamaya çalıştılar. “Cizre’ye nasıl girdiysek ODTÜ’ye de öyle gireriz” demeleri(Sanki cizre’ye girebilmiş gibi) ya da İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere Kocaeli, Anadolu, Hacettepe Üniversitelerindeki saldırılar bunu göstermektedir.

Bu saldırılar o kadar mesnetsiz ve toplumun tamamına yönelik suçlar barındırmaktadır ki Soma işçileri döneminde yapılan yazılamalar silinmiş, alay edilmeye çalışılmıştır. Özgecan ve Berkin için de yapılanlara karşı aynı şekilde saldırılmıştır. Bunlar yetmezmişçesine üniversite duvarlarına PÖH, JÖH gibi yazılamalar yapılmıştır. Tüm toplumsal dinamiklere karşı olduklarının en açık göstergesi halini almıştır.

Bu savaş elbette Anadolu’yu da etkilemektedir. Gezi ile Anadolu ve Kürdistan’ın kalbi beraber attı. Bunun tekrar gerçekleşmemesini istiyorlar. Bu nedenle Kürdistan’da katliamlar yapılırken Anadolu’da susturma politikaları, polis ve çete işbirliğinde saldırılar düzenleniyor.

Her gün üniversitelere saldırılar düzenlenmesi bizi mücadele kısmını,direniş kısmını atlayarak saldırıları tartışır duruma sokuyor. Lakin biz devrimciler, bu sistemde yaşamak istemeyenler için bunun bir anlamı, bir ifadesi bulunmamaktadır. Saldırıları yalnızca konuşmak bizi saldırılardan korumayı sağlamayacaktır. Bir şey yapmamak bizi kurtaramayacaktır. Biz en temelde hareket halindeyken öğrenir ve hareket halindeyken değişebiliriz. Direnişe uygun biçimler geliştirebiliriz. Bu nedenle biz direnişi konuşmalıyız. Her alanda somutlamalıyız. Bu noktada hareketin büyüğü küçüğü gibi tartışmalarımız olamaz. Bir şeyin büyümesi için öncelikle küçüğünün olması gerekmektedir. Konu bugün var olanı süreklilik ve kararlılıkla örgütlemektedir ki yaşanan süreçte bu konuda örnek gösterilebilinecek eylemlilikler olmuştur. Biz bunları tartışıp, direnişi büyütmeyi hedeflemeliyiz.

Eğer konuyu somutlayacak olursak: İstanbul Üniversitesi’nde saldırılar konuşuluyor ya da devletin yaydığı görüntüler tartışılıyor. Oysa orada, devlet bugün tam istediğini alamamıştır. Orada direnişi kıramamıştır. Her gün üniversiteye girmesine rağmen, her gün gözaltı yapmasına rağmen, herkese soruşturmalar açmasına, çetelerini salmasına rağmen başaramamıştır. Evet, İ.Ü’de bugün polisi fiziki olarak püskürtecek bir örgütlülük yoktur. Fakat onu rezil edebiliriz. “Simit sat onurlu yaşa” diyerek onursuzluğunu gösterebiliriz veya polis üniversiteye girerken alkışlamalar etkili olabilir. Öğrencilere çete, polis, ögb saldırdığında, amfilere girerek ajitasyon konuşması yapmak en azindan insanlara ne olduğunu bildirecek ve yalnızlaşmamızın önüne geçecektir. Tüm devrimci güçler ile planlı olarak alan tutup yapılacak saldırılara cevap üretme çabası bir yol açacaktır. Örgütlülük böyle gelişecek ve derinleşecektir. Bunlar olmazsa devamı gelmez.

Bu örnekler artırılabilir. Örneğin Anadolu Üniversitesi’nde ki olta eylemi yine polise karşı psikolojik üstünlüktür ya da Hacettepe Üniversitesi’nde saldırılardan sonra toplanan yüzlerce öğrencinin yürüşü böyledir. ODTÜ’de tüm bileşenlerle yapılan açıklamalar, topyekün saldırılara karşı topyekün direnişin altını dolduracak hamlelerdir.

Bir yanıyla da düşünülünce ODTÜ’de Beyaz TV ile alay edilmesi ya da Kolektifli yoldaşların Beyaz Show’da açtığı pankart karanlık medyada gedik açmakta işe yarar ve yol çizer. Konunun bir tarafı olan medya karartmasını hem gösterip hem de bunu kırabileceğimizi gösterir.

Bizim konumuz direnişi, eylemi, sürekliliği konuşmak olmalı. Biz devrimciler, biz bu sistemde yaşamak istemeyenler, aşağılanmaktan bıkmışlar olarak bundan kurtuluşun yolunu ve eylemini konuşmalıyız. Yapılan her örneği ayırmaksızın yaymamız gerekmektedir. Çünkü bizi kurtaracaksa bunlar kurtacak, geliştirecekse bunlar geliştirecektir.

Herkese açık çağrımızdır:

1.) Üniversitelerde sürekliliği sağlayacak, kararlılığı örgütleyecek ve direnişi büyütecek komiteler kurmalıyız. Bu konuda ısrarcı olmalıyız. Elimizde her alandan veriler mevcuttur. Komitemizin bulunduğu alan ile bulunmadığı alanda hareket farkı ortadadır ya da bir alanda direniş komitesinin olmasıyla olmaması ortadadır.

2.) Her alanda birleşik, hareket edeceğimiz ve alanın örgütlülüğünü büyüteceğimiz sol ile kuracağımız bileşkeler olmalıdır. Bu, alanı topyekün hazırlayacaktır. Bu konuda Kocaeli ve Eskişehir’de güzel örnekler bulunmaktadır veya İstanbul Üniversitesi’nde alanı paylaşıp nöbetleşe durmak da bunun bir göstergesi ve ihtiyacıdır.

3.) Eylemlerimiz süreklilik içinde ve örgütleyici olmalıdır. Aynı zamanda eylemlerimiz alanda kararlılığın ifadesi olacaktır.

4.) Her saldırıyı, her eylemi kitlenin de derdi haline getirmeliyiz. İstanbul Üniversitesin’de saldırı sırasında amfi dolaşılması hem dersleri işlemez hale getirir ve bu durum sistemin istemediği bir durumdur. Hem de saldırıların bir tarafı sadece biz değiliz bu konudaki rahatsızlığı tüm kitleye yaymış oluruz.

5.) Mutlaka örnekleri paylaşmalı, var olan ileri örnekleri yaymalıyız. Bunda grup ayrımı yapılamaz, yapılmamalıdır. Bizim birleşik hareket, eylem örme konusunda ki ciddiyetimizi de bu tavır gösterecektir. Aynı konuda tüm dost kurumlardan da beklentimiz budur.

6.) Kurumlar arasındaki toplantılarda da aynı ciddiyetle yaklaşmalıyız. Bu konuda kimin çağırdığı değil ne için çağırdığı, ne örgütlemeye çalıştığı bizim için ayırt edicidir. Yine aynı şekilde tüm kurumlara çağrılarımızda da bekletimiz aynı şekildedir. Bu ciddiyet, bu süreci aşma isteğinin de göstergeleri arasında olduğu kaanatindeyiz.

7.) Her alanda fakülte fakülte; akademisyenler, işçiler, öğrenciler ile üniversite meclisleri ya da benzeri işlevli toplamlar kurmak geliştirici olacaktır. Bugün hocalarımıza yapılan saldırılara cevap üretmenin de bir aracı oluşacaktır. Ayrıca üniversitede direnişin örgütlenmesini bir adım öteye çıkaracaktır. Bugün toplumun her alanına, üniversite de dahil, topyekün bir saldırı vardır. Süreci topyekün karşılamanın yolu budur.

8.) Fikirlerimizi alanlara daha yaygın taşımalıyız. Bu konuda başta dergi/gazete dağıtımını arttırmalıyız. Bununla beraber gelişen her duruma dair daha sık bildiri yazmalı, afiş hazırlamalıyız ya da alana uygun biçimler üretmeli bir şekliyle gündemimizi taşımalıyız, tartışmalıyız.

9.) Üniversitelerde mücadele tarihine bakmalıyız. Yapılan eylemleri, önderleri ve toplumsal mücadelede nasıl yollar açıldığını kavramalıyız. Komer’in arabasından, İ.Ü işgaline, Politeknik direnişine bir çok konu ve önderler vardır.

 

Üniversite direnişi, toplumsal direnişin bir parçası ve onun dinamik ayaklarından bir tanesidir. Hocalarımızla, üniversite emekçileriyle birlikte bizim direnişi örmemiz, yükseltmemiz gereklidir. Üniversiteleri birer Cizre, birer Sur yapmalıyız. Bakalım sonra ODTÜ’ye girebilecekler mi? Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez, örgütlü bir üniversiteyi de kimse teslim alamaz. Üniversite bilimin, doğanın, barışın ifadesi olarak hayatımız da yer edecektir.

 

Umut Günaçan

 

 

 

 

Kent için Savaşmak: Yurttaşların Başkaldırısı

Kent mekanı politik bir savaş alanı mıdır? Soruya vereceğimiz cevap büyük oranda kent ve/veya savaş kavramsallaştırması ve devletin/hükümetin yerel ve ulusal politikalarıyla yakından ilişkili olacaktır. Siyasetin mekana ihtiyaç duyduğu gibi mekanın da siyasete ihtiyacı vardır. Özellikle 2002 sonrası AKP politikalarında, genel olarak mekan; özelde ise kent mekanı siyasal iktidar tarafından tanımlanan düşmanla olan savaşın hem nesnesi hem de taşıyıcısı konumundadır. Bir tarafa tüm muktedirliğiyle kenti hem değişim değeri üzerinden parlatarak pazarlamaya çalışan, hem de metalaştırarak üzerinden ekonomik ve siyasi rant elde etmeyi amaçlayan siyasal iktidarı koyarsak, diğer tarafa kente aidiyet hissetmeye çalışan; söz hakkı isteyen ve kendine dayatılanı yıkarak kendi haklarını kendisi kurmaya çalışan yurttaşları koyabiliriz. Sermayenin kent üzerinde egemenlik kurması için ¨kentleşmesi¨ gerekir. David Harvey, son yıllarda sıklıkla gündeme gelen Henri Lefebvre’nin popüler kavramı ¨Şehir Hakkı¨ tartışmalarına değinirken tam da bu yüzden, şehir hakkını bir amaçtan ziyade bir araç olarak tanımlar:
Mütemadi birikime dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan sömürenler sınıfı ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Şehir hakkını talep etmek bu amaca giden yolda bir uğraktır. Her ne kadar gitgide tutulacak en elverişli yollardan biri gibi görünse de, asla başlı başına bir amaç olamaz.

Şehir hakkı bir bakıma, özel mülkiyetin ortaya çıkışından önceki, insanlığın müştereklerini; sokakları, mahalleleri, meydanları ve en nihayetinde sermayenin ele geçirdiği kentleri geri alarak, insanın kendini yeniden kurma çabasıdır. Açıktır ki bu çaba çoklukla isyan, direniş ve başkaldırıyı gerektirir, zira müşterekleri savunan halk yığınları karşısındaki düşman, sonunu getirmesi beklenen krizlerden beslenen kapitalizm ve onun taşıyıcısı siyasal iktidardır. Tam da bu yüzden kentte, insana ve/veya mekana dair her talep aslında bir savaş habercisidir. James Holston bu yüzden günümüz kentini bir savaş alanı olarak görür; yoksul/yoksun sınıfların sosyal hareketliliği vatandaşlığı resmi tanımından çıkarıp genişletirken, yurttaşlık hakları ve “kendi kendini yönetme”nin yeni şekilleri için kaynak yaratmış olur.  Tabii ki bu hak arama eylemliliği karşısında hakim sınıflar boş durmaz; kentin bu yeni aktörlerine karşı ayrıştırma, özelleştirme, dışlama ve kendileri için güvenli kaleler yaratma yoluyla yeni “savaş stratejileri” geliştirirler. Açıktır ki bu eşitsiz bir savaştır. Bir tarafta ellerinde silah olarak kendi eylemlilikleri ve en nihayetinde canlarıyla savaşan bir sınıflar koalisyonu varken; diğer tarafta kenti ele geçiren, devleti/hukuku/yönetim şeklini hakimiyeti altında tutan ve bu anlamda savaşmak için her türlü güce sahip muktedirler koalisyonu yer alır. Harvey’in dediği gibi günümüzde her tarafta başkaldırının işaretleri mevcuttur.  Türkiye’de özellikle AKP’nin intikam döneminin başlangıcı olarak adlandırabileceğimiz 2007’den bu yana kent ve kentliler yoğun bir saldırı altında. Bu saldırı karşısında,  kenti yaratan/yaşatan ve kentte yaşayan yurttaşlar hak talepleriyle kendilerine bu savaşta bir mevzi edinmeye çalışıyorlar.

Asilerin Yükselişi: Yurttaşlığın Yaratıcı Yıkımı
İsyan/başkaldırı kavramı kent/kent hakkı söz konusu olduğunda yapıcı ve üretken bir kavrama dönüşmekte. İlk kullanımını Holston ve John Friedmann’da gördüğümüz “başkaldıran yurttaş”  yurttaşlık kavramının anlamı ve uyarlanması üzerindeki mücadeleyi anlatıyor. Holston, başkaldıran yurttaşlık kavramının yapıtaşını oluşturan başkaldırıyı günümüz kentlerine tahakküm eden modernizmin mekanlarının muhalefeti olarak nitelendiriyor: Aslında vatandaşlığı modernist siyasi bir proje olarak devlet inşasının tasarladığı tanımdan çıkardığı ölçüde başkaldıran bir boyutu var. Holston, gecekondu bölgeleri, göçmen kampları…vb.ni isyanın mekanları olarak tanımlıyor çünkü bu mekanlar üzerinden kentte var olan, kurulmuş tarihi rahatsız eden yeni kimlikler, eylemler dağıtılıyor. Aslında başkaldıran yurttaş, hak talep eden bir konumdan kendini kurduğu için, modern vatandaş tanımına da bir isyan niteliğinde. Zira bu kurguda, seçkinlerin öncü olmasına ihtiyaç yok; varoşlardaki, çöküntü bölgelerindeki kitleler çıkarlarının devletin tasarımlarından değil kendi deneyimlerinden elde edileceğinin ve kendi kararlarını kendilerinin vereceğinin farkındalar. Bu açıdan bakınca, aslında yurttaşlık yalnızca modern bir kavram değil, dahil etme/eşitlik/dışlanma üzerindeki mücadeleleri içeren dinamik bir süreç olduğu için resmi bir siyasi kurumsallığın ötesinde yaşayan ve sürekli kurulan bir tarihselliğe gönderme yapan bir anlama sahip.
Benzer şekilde Friedmann da başkaldıran yurttaşlığı iradeyle ilan edilen ve aşağıdan kurulan bir kavram; başkaldıran yurttaşları ise mekânsal sınırı olmayan siyasi topluluklarda, mevcut hakları koruyan ve aynı zamanda yeni haklar talep eden ikili bir mücadele içerisine giren, demokrasinin mekanlarını genişletme mücadelesi veren projelerde aktif rol alan ve sınırların ötesindeki demokratik projelere kendini adayan insanlar olarak tanımlıyor. Bizim için de oldukça tanıdık olan ve daha çok Latin Amerika’daki barınma, su hakkı, eşit vatandaşlık hakları…vb mücadeleleri yürüten halkları tanımlayan bu kavram, özellikle AKP’nin saldırılarını yoğunlaştırdığı 2007’den bu yana, kentte/kentle mücadele veren halklar/sınıflar/toplulukları tanımlamak açısından da oldukça anlamlı. Kendinden başkasına yaşam hakkı tanımamakta kararlı olan AKP iktidarı, kenti bir savaş alanı, kentte mücadele veren kentlileri ¨yok edilmesi gereken düşmanlar¨ olarak görme eğilimindeyken, yarattığı düşmanın da haklarını elinden almak için de  ¨ya hep ya hiç¨ mücadelesine girmiş durumda. Örneğin Sulukule’de 2005’te yaşam alanlarını işgale karşı barınma hakları için mücadele talebiyle yola çıkan hareket, ilk olarak Türkiye’deki diğer halklara/etnik kimliklere verilen hakları içeren eşit bir yurttaşlık tanımını temel almıştı. O dönem bir araştırma için gittiğimiz Sulukule’de görüşmecilerden en sık duyduğumuz cümle ¨Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz?¨ oluyordu. Çünkü yapılmak istenen, kent merkezlerinden en eskisi olan Beyoğlu’na yakınlığı ile bir rant merkezi olan Sulukule’nin soylulaştırılarak zengin vatandaş/müşterilere satılmasıydı. Haklı olarak Sulukule halkı, her ne kadar cevabını bilseler de ¨neden biz¨ sorusunu kendilerine soruyorlardı. Harvey’e göre (2013) kapitalizm “aşırı birikim”in periyodik krizleriyle mücadele ederken yapılı çevre üzerindeki yatırımları niteleyen “mekansal sabitleme” çözümünü kullanır. Ancak sermaye doğası gereği doyumsuzdur; sermaye için “kâr”ın sınırı yoktur ve bu sınır tanımaz doyumsuzluğu tatmin etmek için ürettiği çözüm “yaratıcı yıkımdır”. Harvey yaratıcı yıkımı sermayenin dolaşımı için organik bir yöntem olarak görür, ki sürekli ve kesintisiz olarak yeni ihtiyaçlar ve taleplerin üretilmesi bu yöntemi hiç durmadan besler. Coğrafi olarak sürekli yer değiştiren ve kendini sürekli olarak yeniden üreten doyumsuz sermayenin, Sulukule’de izlediği politika da basitçe çöküntü alanlarını soylulaştırarak yoksul/yoksunları İstanbul çeperlerine göndermeydi. Bu açıdan Sulukule’de yaşayan Romanlar üç temel nedenden dolayı açık bir hedef haline gelmişlerdi: (1) Kent merkezine yakınlığından dolayı arsası değerlenen topraklarda yaşamaları, (2) Örgütsüz bir halk olmaları ve (3) Toplumun “genel” kabullerine göre hali hazırda “makbul” vatandaşlar olmamaları.
Sulukule halkı özellikle ¨Birçok kentsel dönüşüm projesi arasında” ilk olarak Sulukule’nin işgal edilmesini örgütsüz olmalarına ve kendilerinden bir başkaldırı/isyan beklenmiyor olmasına bağlıyorlardı. Ancak, örgütsüz ve çoğu zaman temel vatandaşlık haklarından bile yoksun bırakılarak, sosyal/siyasi/mekânsal ve kültürel dışlanmaya maruz kalan Romanların örgütlenerek, hak talep etmeleri beklenmeyen bir hamleydi. Romanlar o dönemde Türkiye’de devletin dayattığı vatandaşlık konumuna hapsolmayı reddeden, kendi tanımladıkları şekilde haklarını talep eden, yaşam alanlarını kurmaya ve muhafaza etmeye çalışan bir sosyal hareket olarak kendilerini var ettiler ve toplum nezdinde hem tanınırlık/kabul edilebilirlik kazandılar hem de birçok farklı sosyal hareketten destek gördüler. David Harvey, Asi Şehirler’de kapitalist sınıfın hâkimiyetinin yalnızca emek gücü değil, aynı zamanda toplumun hayat tarzları, siyasi ve kültürel değerleri üzerinde gözlemlenebileceğini söylerken beklenenin/umulanın üzerinde bir kullanım ömrü olduğunu krizlerden beslenerek kanıtlayan kapitalizmin, kent/kentsel süreçler ve sosyal hareketler ve/veya direnişler üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesi yürüttüğüne dikkat çeker. Her ne kadar kentin çeperlerine sürülmelerine engel olamamış olsalar da, Sulukule hareketi aslında tam olarak bu hakimiyetin reddi ve ¨diğer vatandaşlar¨la eşit bir yurttaşlık talebinin tezahürü olarak kendini kurdu ve bu sayede verilenden fazlasını talep etmenin ¨en zayıf halka¨ için bile mümkün olduğu göstererek kendinden sonraki hareketler için olumlu bir örnek olarak var olabildi.

Başkaldıran Yurttaşlar Ordusu…
Üzerine çokça yazılan/düşünülen ve hatta son dönemde çokça akademik çalışmaya/teze konu olan Gezi Parkı Direnişi’ni de kenti talep eden, bir lidere ihtiyaç duymayan ve kent vatandaşlığını dönüştürmeyi, yeniden kurmayı kısacası kentteki aidiyetini devletin inisiyatifine bırakmayı reddeden bir eylemlilik hali olarak okumak mümkün. Bir savaş alanı olan kentte kendine mevzi bulmaya çalışan, oyunda kendilerine aktif bir rol arayan Türkiye’nin pasif vatandaşları 2013 Mayıs’ında hükümet tarafından sunulanı reddederek hak temelli meşru taleplerle meydanlara çıktılar. İsyan bir yanıyla, sınıf temelli hak arayışlarını içerirken, diğer yanıyla kente dair eşitlik/tanınma taleplerini de içeren “şehri değiştirirken kendimizi değiştirme hakkı” olarak kendini gösterdi . Bu, hem hükümete karşı bir savaştı; hem de kenti ele geçiren, yaşam alanlarını zapt eden sermayenin kenti değişim değeri üzerinden pazarlamasına karşı kentin kullanım değeri için yapılan bir mücadeleydi. Friedmann’ın dediği gibi: demokrasi mücadelesine kendini adayan bir dayanışmanın ürünü; birbirinden farklı ama birbiriyle alakalı birçok sorunla aynı anda mücadele eden, sınır tanımayan bir ¨yurttaşlar ordusu¨nun savaşıydı . Bu açıdan, Gezi Parkı direnişi gücünü sınıflar arası bir dayanışmanın ürünü olmasından; buna ek olarak sınıf önderliğinin en azından hareketin ortaya çıkışında tetikleyici olmamasından alsa da, bu ¨başsızlık¨ aynı zamanda sürekliliğine ve/veya evrimine zarar veren en önemli etkenlerden biriydi. Gezi Parkı Direnişi’nin başarısı/başarısızlığı çokça tartışılsa da, bu topraklardaki eylem kültürünü geri döndürülemez bir şekilde değiştirdiği ve bu eylemler serisi sonucunda artık kendine verileni kabul eden pasif vatandaşların yerini hak talep eden ve kendi hayatını kendisi kurmak isteyen yurttaşların aldığı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.  Bütün bir eylem repertuarının değişmesinin, ve hatta artık ¨isyan¨ın haklı bir eylem biçimi olarak kendini yoksul/yoksun sınıflar ve toplumsal gruplar içinde kabul ettirmesinin Türkiye için tarihsel bir mihenk taşı olduğunu söylemek mümkün. Bir açıdan tanıdık olduğumuz, yalnızca bir toplumsal eylem biçiminin değişmesi değil, pasif vatandaşlığın, kendi kuracağı bir kent için hak talebinde bulunan, yaşadığı mekana bir değer atfeden bir kent yurttaşlığı kavramına dönüşmesiydi.
Yeni Emperyalizm kitabında Harvey, yaratıcı yıkımın cebri yönünü sermayenin emek gücü de dahil varlıkların mülkiyetini ele geçirme ve kâr amaçlı kullanmak olarak tanımlar. Bu anlamda, günümüzde kapitalist sistemde kamu kurumlarının ve yoksulların varlıkları, arazileri, emek güçleri de ucuz bir fiyata satın alınarak bunlardan yüksek kârlar elde edilir. Lefebvre’ye göre devletin ve kapitalist mantığın hareketleri yoluyla, organik mekan hâkim güçlerin- devlet ve kapitalist sınıfın- çıkarlarını karşılayabilmek için sürekli parçalanarak, homojenleştirilerek soyutlanır. Bu parçalanma da en nihayetinde yurttaşların yaşam alanı olan şehrin- şehir hayatının- sermaye tarafından ele geçirilen kapitalist kent tarafından yenilgisiyle sonuçlanır. Sulukule’de ve Gezi Parkı Direnişi’nde gözlemlenen bu durum 2014’te Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ODTÜ arazisine yapılan Malazgirt Bulvarı’nda da karşımıza çıkmıştı. Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından ¨kamu yararı¨na hizmet edeceği temel alınarak kampanyası yürütülen süreçte, Gökçek’in elindeki en önemli koz ODTÜ Yönetimine ağaçların/arazinin ¨bedelini ödemek¨ olmuştu. Yapım sürecinin ekonomik olarak kâr getirmesinin yanı sıra, bir diğer beklentinin siyasi bir rant (bu durumda adaylığı son ana kadar tehlikede görünen Melih Gökçek’in tekrar aday gösterilme umudu) sağlamak olduğu da söylenebilir. Bu saldırı karşısında, artık bir refleks olarak isyanı benimsemiş olan Ankara dışındaki kentlerde yaşayan yurttaşlar da zaman-mekan sınırı olmaksızın harekete geçtiler. Toplumsal protestolar -her ne kadar aynı yoğunluk ve büyüklüğe ulaşamamış olsa da- Gezi Parkı Direnişi’nde olduğu gibi yalnızca fiziksel eylem olarak değil, sosyal medya, alternatif yazılı basın, forumlar…vb aracılığıyla da gerçekleştirildi. İsyan eden, ¨kesilen ağaçlar¨ üzerindeki taleplerinin ¨hak¨ olduğunun bilincinde olan insanlar, Holston’ın dediği gibi aslında yurttaş olarak tanınma isteğini de dile getiriyorlardı:
¨Şehir hakkı tartışmaları ¨haklara sahip olma hakkı¨nı taşıyan yurttaşların tanınma mücadelesi için bir araçtır… Yeni kavramların dahil olmasını talebi mevcut sistemin içinde kalsa dahi isyankardır. İsyankardır çünkü yurttaşların talep ettiği ‘haklara sahip olma hakkı’ asgari değildir. Mümkün olan bütün hakların hepsini talep eder.
Aslında ODTÜ yolu direnişinde de, yol, insanların şimdiye kadar gasp edilen hakları için vermek istedikleri mücadelenin/başkaldırının taşıyıcısı konumundaydı diyebiliriz. Yalnızca Ankara’yla sınırlı kalmayan, diğer şehirlere de yayılan zaman/mekan tanımayan protesto eylemlerinin de öznesi kenti rant aracı olarak gören sermaye ve siyasal iktidarın koalisyonuna karşı kurulmuş ¨başkaldıran yurttaşlar¨ ordusuydu.

Kenti geri almak…
Gün geçtikçe derinleşen ekonomik eşitsizlikler ve sosyal adaletsizlik, etnik ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık, “mekanın soyutlaşması” ile birleşince sınıflar/gruplar/topluluklar arası bir koalisyonu gerekli kılıyor. Bu açıdan şehir hakkı hem kaybedilen haklara/kentsel yaşama bir ağıt, hem de güçlü bir talep olarak karşımıza çıkıyor. Castells, Kent, Sınıf, İktidar’da sınıfın artık kent mücadelesi için merkezde olmadığından söz eder; sınıf artık bir kimliğe indirgenmiştir, yani Castells’e göre kentsel bir mücadelede kadın/ kürt/ ekolojist…vs olmakla sınıfsal aidiyet arasında temelde bir fark yoktur. Castells’in kent mücadelesinde sınıfın rolünü hafife almayı amaçlamadığını düşünmek naiflik olsa da;  bu görüşünü geniş bir toplumsal tabanı, kimlikleri ve bütün bir kent muhalefetini sınıf hareketinin belirleyici rolünü üstlenmeye bir çağrı olarak okumak, günümüzdeki sosyal hareketleri anlamak açısından daha yapıcı bir tavır olacaktır. Sulukule’den, Taksim’e; ODTÜ’den Yırca’ya; Soma’dan Diyarbakır’a güncel kent mücadelesinde bu geniş toplumsal tabanı ve bu tabandan gelen gücü görmek mümkün- her ne kadar çoğu durumda sınıf önderliğinin eksikliği hareketin devamlılığı açısından paradoksal bir zayıflığa yol açsa da. Geniş toplumsal tabanı sağlamanın yolu da aslında taleplerin çeşitliliğinden/sınırsızlığından ve zamansızlığından geçiyor; bu sayede Taksim’i direniş noktası olarak alan bir hareket, Mardin’de destek bulabiliyor.
Artık yurttaşlar başkaldırıyor, talep ediyor, kentte radikal bir değişiklik için mücadele ediyor ve devletin dayattığı vatandaşlık kavramını yeni baştan, bu sefer kendileri yazıyorlar. Kentte/kentle muktedirlerin kenti değişim değeri üzerinden pazarlama girişimine karşı yürütülen savaş, güçlerini birleştiren bir halk ordusuna ihtiyaç duyuyor, kenti yeniden kuracak ve kentle beraber kendi tarihini de baştan yazacak bir orduya; yurttaşlar ordusuna…

Duygu Tanış Zaferoğlu

Bibliyografya
Castells, M. (2015) Kent, Sınıf, İktidar, Phoenix Yayınları.
Friedmann, J. The Prospect of Cities, University of Minnesota Press: Minneapolis/London
Harvey, D.(2004) Yeni Emperyalizm, Everest Yayınları.
Harvey, D. (2008). “The Right to the City”, New Left Review 53.
Harvey, D. (2013),  Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Metis Yayınları
Holston J. (1999), Cities and Citizenship, Duke University Press.
Holston, J. (2010) ¨Right to the City, Right to Rights and Urban Citizenship”, Mershon Center for International Security Studies, Ohio State University.

“Faili meçhul” -olmayan- “kayıp”(lar) [1]

Berfo Ana’yı tanır mısınız?

12 Eylül darbesinin ardından Kars’ın Göle ilçesinde evinden gözaltına alınarak kaybedilen Cemil Kırbayır’ın 100 yaşını aşmış annesini, faili meçhul ve kayıp yakınlarının sembolünü.

Berfo Ana’nın, “31 yıldır evimin kapısını kilitlemiyorum. Belki bir gün çıkar gelir, kapıyı kilitli bulmasın diye açık tutuyorum. Oğlumun tek bir kemiğine bile razıyım. Senden oğlumun mezarını istiyorum” sözleri yürekleri dağlamıştı; hâlâ da dağlıyor…

Nasıl dağlamasın? (“Faili meçhul” diye sunulan kayıp(lar), sessiz çığlıkları duyulabilen, tanıdık öldürülen çocuklarıdır!)

“Kaybolmak”! Hem de gözaltında… Gözün gördüğü bir şey nasıl kaybolur!? Türkçenin azizliği mi acaba?

“Gözaltında”nın tanımı: “Korunan, tutulan, gözlenen” şeydir. Bu hâlde kaybolmaktan nasıl söz edebilirsiniz? Gözün gördüğü bir şey nasıl kaybolur ki?

İronik ve düşündürücüdür!

Başka bir açıdan: “Fail: Suç işleyen kişi”… “Meçhul: Kayıp, belirsiz”… “Faili Meçhul: Suç işleyen kişinin belirsiz olması”dır.

Yani “faili meçhul”, “Kimin yaptığı belli olmayan” ya da “Kim vurduya giden” anlamına gelir.

Bir ceza hukuku terimidir. Herhangi bir suç unsur taşıyan olayın faillerinin yani olayı işleyenlerin kim olduklarının belirlenememiş olması durumunda kullanılır.

“Faili meçhul cinayet” derlerse de inanmayın; herşey ayan/ beyan orta yerdedir; haki veya mavi renkli devletlûlarca işlenmiş, cezalandırılması mümkün olmayan cinayetlerdir onlar…

Aslında hiçbir cinayetin “faili meçhul” değildir.

Sadece katillerin bir isminin olmamasıdır/ kon(a)mamasıdır; aslında bir örgüt adıdır; bütün cinayetleri işleyen!

Siz bakmayın “faili meçhul” dediklerine; aslında onlar, “faili meşhur cinayetler”dir.

“Faili meçhul” cinayetlerin faili malûmdur.

“Faili meçhul” diye sunulan cinayetler, Susurlukçuların, JİTEM-Hizbullah-kontrgerilla yani “Derin (denilen) Devlet”in eliyle, malûm kişilerce işlenmiştir.

  1. Hicri İzgören’in, “Bütün kayıplar devletin bilgisi dahilindedir,” notunu düştüğü hâle ilişkin olarak Emekli Koramiral Atilla Kıyat, 1993-1997 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin “devlet politikası” olduğunu söylemedi mi?[3]

Ya da emekli Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu, “Bu memlekette 15 bin 747 faili meçhul cinayet var,”[4] gerçeğinin altını çizerken; Mehmet Y. Yılmaz, “Türkiye’de bir derin devlet yapılanması olduğu, bazı kişilerin kendilerini kanunların da, seçilmiş iktidarların da üzerinde görerek kendilerince “devleti korumaya” kalkıştıkları bir sır değil;[5] Kurtuluş Tayiz, “Devletin infaz listesi olur mu? Bugün çoğu insanın kuşkuyla karşıladığı, ‘hadi canım sen de’ diyerek burun kıvırdığı bu iddialar, yakın zamana kadar bir Türkiye gerçeğiydi”;[6] Oral Çalışlar, “Ölüm listeleri konuşulurken MGK nerede? Neden hâlâ o listeler ve listeleri hazırlayanlar ortaya çıkmıyor?”[7] demek durumunda kalmışlardırlar…

El özet, failleri aramızda ve devletin güvencesi altında olan cinayetlerdir “faili meçhul”ler. Ve en önemlisi terör kavramı, terörü yaratan muktedirin ta kendisine aitken;[8] “faili meçhul”ler de terörü yaratan muktedirin eseridir.

Evet devlet’in kendini, “raison d’etat”sını korumak adına işlediği cinayetlerdir, terördür.

Kolay mı? 1990’larda işlenen 17 bin siyasi cinayetin failleri elbette belliydi. Örneğin dört cinayete bizzat katıldığını itiraf eden özel harekâtçı polis Ayhan Çarkın tutuklanıp, hapse götürülürken bağırdı: “Adalet için herkes yardımcı olsun. Bütün dosyalar açılacak, bütün gerçekler ortaya çıkacak. Herkes müracaat etsin. Bütün herkesi yanıma bekliyorum”![9]

Mantık(sızlığ)ı gereği iktidarın günahları arttıkça faili meçhuller sıklaşır.

Devletlerin gizlemek, görünmez kılmak için her şeyi yapabilecekleri gerçekliktir “faili meçhul”ler!

Genel olarak kimlerinin yaptığı bilinen, devlet patentli cinayetlerdir. Ancak öyle ulu orta yerde söylenmez. Malum… “Devlet güvenliği”!

Genellikle, göz göre göre gerçekleşir. Cinayet önceden bilinir, istihbaratlar alınır, önemsenmez. Tek bilinmeyen (!) emir verendir…

Faili meçhuller ısmarlama bir iştir. Ismarlayan “meçhuldür” sözüm ona.

Coğrafyamızın geçmişinden bugüne kadar uzanan “devlet geleneği” olması yanında; nihai kertede Cumartesi Anneleri’dir; bir kara deliktir “faili meçhul”ler.

Belki de sorunu açıklamaya en uygun düşen cümle: “Tutuklandılar, katledildiler, mezar taşları bile olamadı”dır!

Kolay mı? Dünyanın en genç mezarlığı bizimdir. Onlar, karanlığın ötesinden gelen seslerdir, -Eduardo Galeano’nun deyimiyle,- “mezarsız ölüler”dir!

 

ÖRNEKLERİYLE “FAİLİ MEÇHUL”LER, ÖLÜM TARLALARI

 

“Faili meçhul”lerin, kirli savaşla/ Kürt Sorunu ile olağanüstü bir ilişkisi olduğu herkesin malumudur!

Hatırlayın: “PKK’ya yardım eden işadamlarının ve sanatçıların listeleri elimizde,” diyen dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in 4 Kasım 1993’te cümleyi kurmasından çok kısa bir süre sonra Türkiye, peş peşe öldürülen Kürt işadamları ve bürokratların haberlerini okumaya başladı. Çiller’in 1993’teki bu sözleri bir anlamda karanlık, korkutucu, acımasız, pervasız ve gayrimeşru olaylara açılan kapı oldu. Türkiye, 90’lı yıllar boyunca faili meçhuller, köy boşaltmalar, toplu öldürmeler, siyasi cinayetler, yargısız infazlar, ‘asker – polis – mafya’ tarafından oluşturulmuş çeteler, provokasyonlar ve bunlara uydurulmaya çalışılan kılıflarla uğraştı.

Çiller’in cümlesinin gerçek anlamı ise emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın itiraf gibi ifadesiyle ortaya çıktı. Kıyat “1990’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler devlet politikasıydı” dedi. Yani Kıyat 1993’te belki de tüm on yıl için “malumu ilan etmiş” olmaktan başka bir şey yapmadı.

İçişleri Bakanlığı verilerine göre sözkonusu 10 yılda yalnız polis bölgesinde 1912 siyasi cinayet işlendi. Bunun 608’i faili meçhul olarak bildirildi. Tansu Çiller’in meşhur cümlesini takip eden dönemde ise 1993’te 411, 1994’te 453 olmak üzere 864 siyasi cinayet işlendi, 303’ü faili meçhul olarak kaldı. ‘Türkiye İnsan Hakları Vakfı’ (TİHV) ve ‘İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) göre bu rakamların misliyle fazla insan öldürüldü. Öldürmeler akademisyenler, askerler, işadamları, siyasetçiler avukatlara uzandı.

TBMM’de 1993’te kurulan Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu üyesi Hüsamettin Korkutata, sonucu şu ünlü cümleyle anlattı: “Görüldü ki vatan, millet dedikleri şey para, pul, kaçakçılık ve rant işidir.”

Tansu Çiller’in danışmanı Memduh Bayraktaroğlu ise ‘Çillerli Yıllarım’ başlıklı yapıtında “Resmi olmayan, sabıkalı isimlerden özel bir tim kuruldu. Bu tim daha sonra uyuşturucu ticaretine karıştı. O dönemde sivrisinek öldürür gibi insan öldürüldü,” diye yazdı. İşte karanlık 10 yılın tablosu…[10]

 

RAKAMLARLA “ALACAKARANLIK” 10 YIL
1912 İçişleri Bakanlığı’na göre polis bölgesinde 1990 – 2000 arasında işlenen siyasi cinayet.
608 1912 siyasi cinayetten 608’i faili meçhul kaldı.
1165 “Yargısız infazlar” o yılların korkulu rüyasıydı. Kayıtlara geçen rakam 1165 oldu. (TİHV)
GÖZALTI VE CEZAEVİNDE
403 kişi öldü (TİHV)
205 1990 – 2000 yılları arasında “kayıp” sayısı (TİHV)
253 Türkiye’deki toplu mezar sayısı (İHD)
3541 Boşaltılan köy ve mezra sayısı (İHD)

 

Oysa olan “biten”, 10 yılla sınırlı değil. “Derin (denilen) Devlet”in suç listesi, uzar gider bu ülkede! Örnek(ler) mi?

JİTEM davası, Kürt illerindeki “faili meçhul” cinayetler, Susurluk, Yüksekova çetesi, “yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım ve Hüseyin Oğuz’un ifade/ itirafları…

Mesela Vedat Aydın, Mehmet Sincar, Medet Serhat…

Mesela Ramazan Elçi, Abdurrezak Binzet, Beyaz Toroslar, Korucular…

Hasan Ocak, Metin Göktepe, Gazi Mahallesi olayları mesela…

Mesela 1 Mayıs 1977…

Mesela Metin Lokumcu…

Mesela İstihbarat Örgütleri, Abdullah Çatlı, İbrahim Çiftçi, Haluk Kırcı, İbrahim Şahin…

Sonra Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, Cavit Orhan Tütenğil, Abdi İpekçi…

Örnek mi? “Ayhan Çarkın, onca cinayet itirafına rağmen ‘somut delil yok’ diyen mahkemeye bir anlamda ‘alın size yeni somut deliller’ diyor”ken;[11] hızla sıralayalım:

  1. i) Kürt illerinde faili meçhul cinayetler en çok da gazetecileri seçti. Gündem gazetesinin muhabiri veya dağıtımcısı olan 18 gazeteci ya evlerinden veya yoldan alınıp öldürüldü. Musa Anter, Halit Güngen, Cengiz Altun, Namık Tarancı, Ferhat Tepe, Nazım Babaoğlu, İzzet Kezer, Mecit Akgün, Çetin Abayay, Yahya Orhan, Hüseyin Deniz gibi isimler faili meçhullere kurban gitti. Bu cinayetler hâlâ aydınlatılamadı. Kürt gazeteci ve yazar Musa Anter, 20 Eylül 1992 tarihinde Diyarbakır’ın Seyrantepe semtinde tuzağa düşürülerek öldürüldü![12]
  2. ii) ‘Özgür Gündem’ Bitlis muhabiri Ferhat Tepe’nin cansız bedeni, 8 Ağustos 1993’te Elazığ’da bir gölden çıkarıldı. “Kimsesiz” denilerek basına haber verilmeden apar topar gömüldü…

Oysa henüz 18 yaşındaki muhabir, 28 Temmuz’da sivil giyimli ve telsizli kişiler tarafından kaçırılmış, bir daha da haber alınamamıştı… Dönemin DEP Bitlis İl Başkanı olan baba İshak Tepe, Özgür Gündem gazetesi avukatlarıyla birlikte her yerde oğlunu arıyordu.

Aile olayı öğrenince, Tepe’nin cesedi çıkartılarak teşhis edildi. Otopsiye göre Ferhat’a yoğun işkence yapılmış, vücudunda sigara söndürülmüş ve boğazı telle sıkılarak öldürülmüştü![13]

iii) Hakkâri Yüksekova’da, Nezir Tekçi adlı çobanın 1995 yılında askerler tarafından öldürüldüğü ve sonra cesedinin bombayla parçalandığı iddiasına ilişkin davada, talimatla ifadeleri alınan eski askerler ‘infazı’ doğruladı. Veysi Kaya, “Atış emri verildi, ben de ateş ettim” dedi. Üzeyir Yantur, “Çobanı dağa götürdük, uzak bir mesafede öldürüldü, silah seslerini duydum” diye konuştu. Hakan Gündüz ise “Gösterdiği mağara boş çıkınca 50 kişiye infaz ettirildi” diye anlattı. Cengiz Ekici ise “Öldürüldükten sonra gömdük” diye ifade verdi![14]

  1. iv) Mardin Dargeçit’te güvenlik güçleri Seyhan Doğan, (14) Abdurrahman Coşkun (21), Mehmet Emin Aslan (19), Abdurrahman Olcay (20), Nedim Akyön (16), Hikmet Kaya (24) ve Süleyman Seyhan’ı (57) gözaltına aldı. Davut Altınkaynak’ı (13) almak için evlerini basan askerler kendisi evde olmadığı için annesi Hayat Altınkaynak’ı gözaltına aldı. Anne, sonra verdiği ifadesinde “panzerle götürüldüğünü, elbiseleri çıkarılarak sopayla vücudunun her yerine vurulduğunu, 2 saat boyunca işkence yapıldığını” anlatacaktı.

Gözaltına alınan çoban Seyhan Doğan’ın yerine ertesi gün hayvanları otlatmaya götüren 11 yaşındaki kardeşi Hazni Doğan da gözaltına alındı. Dargeçit Jandarma Taburu’nun altındaki işkence merkezine götürülen çocuk, ağabeyiyle birlikte işkence ve tacize maruz kaldı. 4 günün sonunda serbest bırakılan çocuk, yaşadıklarını ailesine anlattı. Annesi Asiye Doğan diğer oğlu Seyhan’ı sormak için jandarmaya gittiğinde “serbest bırakıldığı, dağa gitmiş olabileceği” yanıtını aldı. Doğan, savcılığa dilekçe verdikten sonra gözaltına alındı. Çıkar çıkmaz yaşadıklarını gazetelere anlattı. Haberlerin ardından Doğan yine alındı ve 20 gün işkenceli sorgulara tabi tutuldu![15]

  1. v) Silopi’de 1993 yılında gözaltına alınan 6 köylünün, kurşuna dizilip öldürüldüğü ve bilinmeyen bir yere gömüldükleri ortaya çıktı. İddianameye göre; 13 Haziran 1993’te Silopi’ye bağlı Görümlü köyünde konuşlanan Tekirdağ 3. Zırhlı Tugay 2. Tabur Komutanlığı’na PKK saldırdı, altı asker şehit oldu. Saldırıdan sonra Görümlü Köyü’nü basan jandarma, Keldani kökenli baba oğul Hamdo ve Hükmet Şimşek ile köy imamı İbrahim Akıl, Mehmet Salih Demirhan, Derecik’ten Şemdin Cülaz, Koyunören’den Ömer Kurtay’ın da aralarında olduğu 13 köylüyü gözaltına aldı. Yedisi bırakılırken, altısından bir daha haber alınamadı![16]
  2. vi) 1995 yılında Mardin’in Dargeçit ilçesinde, 9 kişi PKK’ya yardım ettikleri gerekçesiyle Dargeçit Jandarma Komutanlığı tarafından gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan 11 yaşındaki Hazni Doğan ve 28 yaşındaki Hayat Altınkaynak serbest bırakıldı. Ancak 7 kişiden bir daha haber alınamadı. Ailelerin yaptığı ısrarlı takip üzerine, Dargeçit Cumhuriyet Savcılığı 2009 yılında soruşturma dosyasını yeniden açtı. Ailelerin ve Mardin İnsan Hakları Derneği’nin takibi sonucu 17 Şubat 2012’de, Dargeçit’in Bağözü Köyü’nde kazı çalışması yapıldı.

Toplu mezar alanı olduğu ileri sürülen Bağözü Köyü çevresinde başlatılan kazı çalışmaları, 4 gün sürdü. Kazı çalışmaları sırasında bir kuyunun içinde yanmış insan kafası ve bazı kemikler bulundu. Bulunan kemikler, gözaltında kaybolan kişilere ait olup olmadığının belirlenmesi için Adil Tıp Kurumu’na gönderildi. Adli Tıp Kurumu’nda gelen ilk raporda, bulunan kemiklerden birinin gözaltında kaybolan 19 yaşındaki Mehmet Emin Aslan’a ait olduğu belirlendi. Adli Tıp Kurumu, diğer kemikler üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda, bazı kemiklerin de 14 yaşında Seyhan Doğan’a ait olduğu yönünde rapor hazırladı. Hazırlanan rapor Dargeçit Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi.

Mardin İHD şubesi yaptığı açıklamada, “Talep edilen ek rapor sonucunda Bağözü Köyü’nün içinde bulunan kuyuda bulunan kemiklerin bir kısmının Seyhan Doğan’a (14) ait olduğu tespit edilmiştir. İşlemler bittikten sonra cenazenin Doğan ailesine teslimi yapılacaktır” denildi. Aranan 7 kişinin içinde bir de asker var. İddialara göre Uzman Çavuş Bilal Batır, söz konusu cinayetler hakkında bilgisi olduğu için yakılarak öldürüldü ve diğer cesetlerle birlikte aynı kuyuya atıldı![17]

vii) Kızıltepe’deki “JİTEM’in ölüm merkezi”nde bulunan kemikler, 1995’te kaçırılan iki kardeşe ait çıktı. Böylece aynı yerde üç “kayıp” kişiye ulaşılmış oldu.

Mardin Kızıltepe Savcılığı’nın 2008 yılında yaptığı kazıda bulunan kemiklerin, 1995 yılında evinden alındıktan sonra kendisinden bir daha haber çıkmayan Şemsettin Yalçınkaya ve Nejat Yalçınkaya’ya ait olduğu belirlendi.

1995 yılında Kızıltepe Belediyesi’nde zabıta memuru olarak görev yapan Şemsettin Yalçınkaya ve kardeşi Nejat Yalçınkaya, evlerine gelen bazı kişilerce, o dönem bölgede gözaltılarda yaygın kullanılan ‘Toros’ araca bindirildi. İki kardeşten bir daha haber alınamadı. Yalçınkaya ailesinin yıllarca iki kardeşe ulaşma çabaları sonuçsuz kaldı.

Kızıltepe Savcılığı’nın sürdürdüğü fail meçhul cinayetler soruşturması kapsamında 2008 yılında “JİTEM’in ölüm merkezi” olarak kabul edilen Katarlı Köyü’nde kazı yapıldı. Yapılan kazılarda insana ait olduğu belirlenen kemiklere ulaşıldı. Bulunan kemikler, yakınlarını arayan ailelere umut oldu. Savcılık kazılarda bulunan kemikleri DNA incelemesi için İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderdi. Adli Tıp Kurumu, kazılarda bulunan kemikler ile kan örnekleri alınan aileler arasında eşleşme yaptı…

İHD Mardin Şubesi’nin gözaltında kayıplarla ilgili olarak yayımladığı raporda, Mardin’de 1993-1996 yılları arasında 52 sivil vatandaşın gözaltında kayıp edildiği belirtiliyor: “Mardin ve çevresinde bulunan kemikler, yargısız infaz ve kaybettirilmenin bir devlet konsepti olarak uygulandığının teyididir. Parça parça bulunan deliller bir bütün olarak insanlık dışı muamele ve uygulamaların sistematikliğini ortaya koymaktadır”![18]

viii) Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Alacaköy’de bulunan toplu mezardan haberiniz var mı? 11 cesede ait olduğu anlaşılan kemikler, 10 yılı aşkın bir süredir yerleşime kapalı olan bir bölgede, bir dere yatağında bulundu. Oracıkta topluca katledilmiş olduklarına dair bulgular var. Gömülmemişler bile. 2003 yılının Eylül ayında da Muş-Kulp karayolunun inşasında çalışan işçiler, çalışmaları sırasında insan kemikleri buldukları iddiasıyla savcılığa başvurmuştu. Bildiğimiz kadarıyla bir araştırma yürütülmedi. 1993 yılında Alacaköy’de gözaltına alınıp kaybolan 11 köylü neredeyse unutulacaktı…

9 Ekim 1993 günü Muş-Kulp-Lice üçgeninde yapılan operasyonda Alacaköy’de tutuklanan Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutus, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmetşah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya ve Ümit Taş’dan bir haber alınamamıştı. O dönem sıkça kapağı açılan muamma dosyasına yazılmışlardı. Kulp Savcılığı’na tahkikat için dilekçe ile başvuran kayıp yakınları, bir sonuç alamadılar…

Tanıklar var. Sözkonusu operasyonda tutuklanan ancak sonradan serbest bırakılanlar olayı ayrıntılarıyla anlatıyor. İsteyen, bu ayrıntılara İHD raporlarından ulaşabilir.

Operasyon, General Yavuz Ertürk himayesinde yapıldı. Dava dosyasında, operasyonun Bolu Jandarma Tugayı’ndan geldikleri anlaşılan 2 bin 500 asker tarafından yapıldığı belirtiliyor. Operasyona General Ertürk’ün bizzat komutanlık ettiği kaydediliyor. Tanıkların ifadelerinden de anlaşıldığı gibi olay günü askerlerin köylüleri operasyon bitene kadar elleri bağlı olarak tuttukları, sonra da helikopterlere bindirerek götürdükleri anlaşılıyor![19]

  1. ix) Kelektepe Mezrası’nda 17 Mayıs 1994 günü gözaltına alınan Piro Ay’dan bir daha haber alınamadı. Adakent köyünü 12 Haziran 1994’te basan jandarmalar Vejdin Avcıl’ı gözaltına aldı. Avcıl, baskın yapılan bir sığınağa sokulurken çıkan çatışmada öldürüldü, kayıtlara da “terörist” diye geçirildi.

Tekirdağ’dan Derik’e gelen Mehmet Faysal Ötün’ün bindiği otobüs durduruldu ve gözaltına alınan Ötün’ün cesedi 14 gün sonra bir köprü altında bulundu. Eşi Nurten Çelik’e göre, Ötün, kardeşinin kaçırdığı kızın korucu akrabaları tarafından PKK’li olduğu söylendiği için öldürülmüştü.

Mardin Başsavcılığı, dönemin İlçe Jandarma Komutanı Çitil hakkında kaybedilen ve öldürülen 13 kişi için ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet hapis talebiyle iddianame düzenledi. Mardin’de başlayan dava Çorum’a gönderildi. Çitil, savunmasında davanın kendisini ve jandarmayı itibarsızlaştırmak için açıldığını savundu. Tanıkları ve mağdur yakınlarını “terör örgütüne yakın olmakla” suçlayan Çitil, “infazları PKK’nin yaptığını, beyaz Toroslarla vatandaşları kaçırdığını” ileri sürdü.

Dava sürerken Ankara Jandarma Bölge Komutanı olarak görev yapan Çitil, 21 Mayıs 2014’te beraat etti. Beraat kararına yapılan temyiz başvurusu 2 Haziran 2015’te Yargıtay’ca onandı. Çitil de 6 gün sonra YAŞ kararlarıyla Tümgeneral yapılarak Diyarbakır Bölge Jandarma Komutanlığı’na getirildi![20]

  1. x) İHD Diyarbakır Şubesi 2011 yılında açıkladığı Toplu Mezar Raporu’nu, aradan geçen 3 yılın ardından 2014’de güncelleyerek yeniden kamuoyu ile paylaştığı belgeye göre, 25 ilde yapılan incelemelerde 348 toplu mezarda 4 bin 201 kişinin bulunduğu ifade edildi. Çatışmalı süreçte 17 bin faili meçhul cinayet işlendiğini vurgulayan İHD Genel Başkan Yardımcısı Raci Bilici, “bastığımız her karış toprağın bir toplu mezar yeri olma ihtimali var,” dedi![21]
  2. xi) Silopi’de 2001’de kaybedilen iki HADEP yöneticisi Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz için 2 Ocak 2014’de Dargeçit’te kazı yapıldı. Ailelerin de izlediği kazıda kemiklere ulaşıldı![22]

xii) Bitlis’in Mutki ilçesi Hacinan köyü kırsalında toplu mezar ortaya çıktı. Köylüler toprak yüzeyinde insan kemikleri ve elbiseler bulunca durumu yetkililere bildirdi. İHD Bitlis temsilcisi Hasan Ceylan, elbiselerin üzerinde kurşun ve kan izleri olduğunu, kemiklerin vahşi hayvanlarca çıkarıldığını belirtti. 1996’da bölgede düzenlenen bir operasyonda 9’u kadın 24 PKK’linin öldürüldüğünü belirten Ceylan, kemiklerin PKK’lilere ait olabileceğini söyledi![23]

xiii) Mardin’in Dargeçit ilçesinde 17 yıl önce kaybolan köylülerin cesetlerinin bulunması için 22 Şubat 2012’de ikincisi yapılan kazılarda, bir kafatası, kemik ve elbise kalıntıları bulundu. Şırnak’ın Güçlükonak ilçesindeki kazılarda da kafatası ve kemiklerin bulunduğu bildirildi![24]

xiv) Susurlukçu Ayhan Çarkın’ın işkence edildikten sonra gömüldüğünü söylediği, 1992 yılından bu yana “kayıp” listesinde bulunan Ayhan Efeoğlu adlı üniversiteli gencin “kayıt dışı” şekilde gözaltına alındığı ortaya çıktı![25]

  1. xv) Eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür, 17 yaşındaki Ayten Öztürk’ü, Dersim’de 1992’de işkenceyle öldüren “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’la o dönemde tanışmadığını, cinayetle ilgisinin olmadığını söyledi. Ayten Öztürk’ün ölümüyle ilgili şüpheliler arasında altıncı sırada yer alan Eymür, “O kadar çok olay oldu ki 1994’e kadar. O kadar çok faili meçhul olay yaşandı ki hangi birini duyacağım,” dedi![26]

xvi) Musa Anter’in katledilmesine ilişkin davaya MİT’ten gönderilen belgede “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın MİT’te çalışmadığı ancak bir jandarma yetkilisi aracılığı ile Şemdin Sakık’ı öldürmek için başvurduğu ancak bunun kabul edilmediği belirtildi![27]

xvii) Ergenekon davasından yargılanan eski Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin, Dev-Sol’a yönelik İstanbul Çiftehavuzlar’da 1992’de düzenlenen operasyonda Dursun Karataş’ın eşi Sabahat Karataş’ı kendisinin öldürdüğünü açıkladı. Sivas Ermeni Cemaati lideri Minas Durmazgüler’e düzenleneceği iddia edilen suikast hazırlığına dair silahı sanık Garip İrfan Torun’a verdiği iddiasına ilişkin ifade veren Şahin, “30 yıl terörle mücadele ettim. DHKP/C lideri Dursun Karataş’ın eşini operasyonda ben öldürdüm. Şimdi terörden tutukluyum. Takdir yüce mahkemeye aittir” diye konuştu![28]

xvii) “Anayasa Mahkemesi’nin Resmi Gazete’de yayımlanan bir kararında gizliydi hikâye. Failin görünmez kılınmaya çalışıldığı, çaresiz kalınınca cezasız bırakıldığı bir memleket hikâyesi, en geçerli resmi belgede!”[29]

 

SUSURLUK VE ÖTESİ

 

“… ‘Everybody Knows’, Leonard Cohen’in ünlü bir şarkısıdır. Herkes bütün düzenbazlıkları, yalanları bilir ama her şey aynen devam eder. Susurluk, bu şarkıda anlatılana çok benzer,” diyen Ahmet İnsel hiç de haksız değildir…

Çünkü Susurluk, burjuva devletin anatomisidir!

“Nasıl” mı?

“Susurluk davası”ndan yargılanan Mehmet Ağar, Abdullah Çatlı’nın 1980’den 1994’e kadar çeşitli konsolosluklar ve valiliklerden 9 pasaport aldığına işaret ederken “Pasaportlar göz önüne alındığında şahsın sahte veya gerçek herhangi bir belge edinmekte bir güçlük çekmediği anlaşılmaktadır,” derken; Ağar’ın verdiği bu bilgi, Çatlı’nın devlet tarafından nasıl korunduğunu ortaya koyar![30]

“Kayıp silahların alım iznini Başbakanlık verdi. O silahlar gerekli yerlerde kullanıldı,”[31] diyen Mehmet Ağar, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na açıklamalarında, faili meçhul cinayetlerde kullanıldığı iddia edilen kayıp silahların alımı için “Alım talimatı başbakanlıktan verildi. Gerekli yerlerde kullanıldı. Kaydı tutulmaz,” dedi ve işkence olaylarından “sert sorgu yöntemi” olarak bahsetti![32]

Nihayet Susurluk’un kilit ismi İbrahim Şahin, savcılık ifadesinde “Eğer ortada illegal bir yapı varsa bana değil gidin Mehmet Ağar’a sorun,” dedi![33]

 

“SUSURLUK’UN ANATOMİSİ”: KİM KİMDİR?[34]
ABDULLAH ÇATLI Abdullah Çatlı karanlık ilişki ağının kilit noktasında duruyordu. 1977 yılında Ülkü Ocakları Ankara İl Başkanı’ydı. 1978 yılında Ankara Bahçelievler’de 7 TİP üyesi gencin öldürülmesi olayının planlayıcısı ve başsorumlusu olarak aranırken yurtdışına kaçmıştı. Yurtdışında uyuşturucu ticaretine karıştığı öne sürüldü. Susurluk kazasında öldüğünde Interpol tarafından kırmızı bülten ile aranıyordu. Kazadan sonra ortaya dökülen bilgiler devlet ile yakın ilişkisini ortaya koydu. Abdullah Çatlı’nın ortaya çıkan ilk ilişkisi Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin ve Özel Timci polislerdi. Karanlık ilişkiler ağı onların geçmişlerine bakıldığında daha net ortaya çıkacaktı.
HÜSEYİN KOCADAĞ Susurluk’ta ölen eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ o dönem İstanbul Kemalettin Eröğe Polis Okulu Müdürlüğü’nde görev yapıyordu.
GONCA US Kazada ölen Gonca Us, Abdullah Çatlı’nın sevgilisiydi.
SEDAT BUCAK Susurluk kazasından yaralı olarak kurtuldu. Bucak aşiretinin reisi olan Bucak o dönem DYP Şanlıurfa Milletvekiliydi. Milletvekili dokunulmazlığı kalktıktan sonra yargılandı ve ‘Çeteye yardım etmek’ten 1 yıl 15 gün ceza aldı, ancak ceza ertelendi.
TANSU ÇİLLER Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Susurluk iddiaları üzerine “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır” dedi.
MEHMET AĞAR Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı olduğu dönemler Susurluk çetesi iddialarının neredeyse tamamını kapsıyordu. Ömer Lütfü Topal cinayetinin ardından bir ihbar üzerine gözaltına alınan Özel Tim polislerinin Ankara’ya gönderilmesini ve serbest kalmasını sağladığı öne sürüldü. Çatlı ve Yaşar Öz’e silah taşıma belgesi ve yeşil pasaport verilmesini sağlayarak görevi kötüye kullanmakla suçlandı. Milletvekili dokunulmazlığı ve eski vali olması nedeniyle uzun süre yargılanmadı.
VELİ KÜÇÜK Tuğgeneral Veli Küçük, Susurluk kazasından sonra Türkiye’nin yüzleştiği en karanlık figürlerden biriydi. Çatlı’yı tanıyordu ve kazadan sonra Balıkesir Emniyet Müdürü’nü arayarak Çatlı’nın cenazesine sahip çıkmasını istemişti. Düzce-Bolu-Sapanca bölgesindeki cinayetlerden sorumlu olduğu öne sürüldü. Susurluk davasında yargılanmadı.
İBRAHİM ŞAHIN Özel Harekât Dairesi’ne Mehmet Ağar tarafından atanmıştı. Özel Timci polislerin amiriydi ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşıydı. Kazadan sonra ortaya çıkan düğünde çekilmiş bir fotoğraf bu yakınlığı gözler önüne serdi. Susurluk davasında 6 yıl hapis cezası aldı. Sağlık sorunları nedeniyle Cumhurbaşkanı’nca affedildi. Ergenekon operasyonu kapsamında 7 Ocak 2009’da gözaltına alındı. Genç polis ve askerlerden bir örgüt kurduğu iddia edildi.
KORKUT EKEN Özel Harekât şubelerinin kurulmasında ve polislerin eğitilmesinde görev aldı. Susurluk davasında çete kurmak ve yönetmekten 6 yıl hapis cezası aldı. Hapisten çıkışında kahraman gibi karşılandı.
ÖZEL TİM POLİSLERİ Çatlı’nın ortaya çıkan ilk ilişkisi Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin ve Özel Timci polislerdi. O dönemde operasyonlardaki yargısız infazlarda hep onların adı geçiyordu. Gazi Mahallesi’nde onların olduğu öne sürülmüştü. Kronolojik inceleme Susurluk kazası gününe yaklaşırken uyuşturucu ve mafya bağlantıları bir bir ortaya döküldü. Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal’ı bu ekibin öldürdüğü öne sürüldü. Bu nedenle İstanbul’da gözaltına alındılar, ancak Mehmet Ağar’ın emriyle Ankara’ya gönderildikten sonra serbest kaldılar. Özel tim polis memurlarından Mustafa Altunok 284 gün, Abdulgani Kızılkaya 193, Enver Ulu 141 gün Susurluk davasında aldıkları ceza gereği hapiste kaldıktan sonra özgür kaldı.
AYHAN ÇARKIN Özel Tim polisi. Yargısız infazlara katıldığı öne sürülmüştü. Yargısız infazları gerçekleştirdiği iddialarının yanı sıra Ömer Lütfü Topal cinayetine katıldığı iddia edildi. Susurluk davasında 4 yıl hapis cezası aldı, 290 gün cezaevinde kaldı.
OĞUZ YORULMAZ Susurluk davasından dört yıl ceza aldı. Ağustos 2009’da bar kavgasında öldü. Annesi “Oğlumu devlet katil yaptı” dedi.
ERCAN ERSOY Topal cinayetinden gözaltına alınıp bırakıldıktan sonra Sedat Bucak’ın koruması oldu. Susurluk davasından 4 yıl hapis cezası aldı.
AYHAN AKÇA Diğer polislere yönelik suçlamaların yanı sıra MİT’çi Tarık Ümit’i öldürdüğü öne sürüldü. Susurluk davası sonrası 184 gün hapis yattı.
ZİYA BANDIRMALIOĞLU Tarık Ümit’in kaçırılması olayına karıştığı öne sürüldü. Susurluk’tan 184 gün hapis yattıktan sonra başka suçlardan da yargılandı.
HALUK KIRCI Eski ülkücü katliam zanlısı Haluk Kırcı Susurluk çetesi içindeydi.
ÖMER LÜTFİ TOPAL Kumarhaneler Kralı Topal 28 Temmuz 1996’da öldürüldü. Onu öldüren silahlardan birinde Çatlı’nın parmak izi olduğu öne sürüldü. Baş zanlı Özel Timci’lerdi.
ALİ FEVZİ BİR Ömer Lütfü Topal’ın ortağı. Topal’ın öldürülmesi olayına adı karıştı.
SAMİ HOŞTAN Uyuşturucu kaçakçısı. Susurluk sanıklarıyla ilişki içindeydi.
YAŞAR ÖZ Uyuşturucu kaçakçısı olduğu öne sürüldü. Sahte silah ruhsatında Ağar’ın imzası vardı. Susurluk’tan 4 yıl ceza alıp başka bir suçtan tutukluyken Ağar’ı “Konuşurum” diyerek tehdit etmişti.

 

Gelelim; “Tüm iktidarların Mehmet Ağar’a ‘borcu’ var,”[35] denilen Susurluk’un kara kutusuna…[36]

Oncasının ardından Mehmet Ağar, beş yıla mahkûm edildi. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Mehmet Ağar’ın 5 yıllık hapis cezasının gerekçeli kararını açıkladı: “Silahlı örgüt yöneticisi Ağar, kamu gücüyle çete oluşturdu.”[37]

Sonrası mı?

Susurluk’tan 5 yıla mahkûm olan eski bakan Mehmet Ağar, ‘denetimli serbestlik’ten yararlandı, 1 yıl yattıktan sonra tahliye oldu.

2012 yılının 25 Nisan’ında cezaevine giren Demokrat Parti eski Genel Başkanı ve eski İçişleri ve Adalet Bakanı Mehmet Ağar da “denetimli serbestlik”ten yararlandı.

Susurluk Davası’nda Ankara 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nce 5 yıl hapis cezasına çarptırılan ve Aydın’ın Yenipazar İlçesi’ndeki Kapalı Cezaevi’nde kalan Mehmet Ağar, 369 gün hapis yattıktan sonra 29 Nisan 2013’de tahliye oldu.

Avukatı Abdullah Egeli’nin verdiği dilekçenin ardından Ağar 1 yıl 4 gün hapis yattıktan sonra 29 Nisan 2013’de tahliye edildi. Yasaya göre Ağar 4 gün de fazladan yatmış oldu!

Ağar, gazetecilere şunları söyledi: “Hepsine şükran borçluyum, teşekkür ediyorum. Girerken, bunu bir devlet görevi olarak gördüm, tamamladım. Devlet ‘gel’ dedi geldik, ‘git’ dedi gittik. Şu anda yapacağımız 76 milyon gibi, sade bir vatandaş gibi ailemle, çocuklarımla, torunumla yaşamaktır. Umudumuz odur ki, Türkiye’mizin geleceği bugününden daha iyi olacaktır. Bizim gönlümüzden geçen samimi temennimiz budur, Allah milletimizin, memleketimizin yardımcısı olacaktır, buna da gönülden inanıyoruz.”

Mehmet Ağar’ı cezaevinde, Teknik Direktör Fatih Terim, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, AKP Milletvekili Hakan Şükür, işadamı Mustafa Koç, Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, futbolcu Arda Turan, Türkiye Futbol Federasyonu eski Başkanı Haluk Ulusoy gibi birçok ünlü isim ziyaret etmişti.

Kanuna göre “yüksek güvenlikli” cezaevine nakledilmesi gereken Ağar için Yenipazar Cezaevi’nde yine bir Susurluk hükümlüsü Korkut Eken’in gözetiminde tadilat yapıldı. Ağar’a diğer mahkûmların ulaşamayacağı, içinde banyo ve tuvaleti bulunan özel bir bölüm hazırlandı. Tadilat süresince cezaevindeki mahkûmlar başka yere nakledildi. Cezaevine ziyaretçileri düşünülerek helikopter pisti bile yapıldı![38]

İşte buydu ve bu kadar!

 

“DERİN (DENİLEN) DEVLET” VERİLERİ

 

“Derin (denilen) Devlet”, kökü Nazilere uzanan “made in USA”[39] patentli terör aygıtıdır!

Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri ve gerçeği üzerine ciltler dolusu söz edebiliriz.

Gerçekten de 1952’de NATO’nun isteği üzerine Seferberlik Tetkik Kurulu’nu (Özel Harp Dairesi) kim kurmuştu?

Kıbrıs’ın başına TMT’yi bela eden kimdi?

6-7 Eylül’deki şu “mükemmel” operasyon nasıl yapılmıştı peki?

51 Tevkifatı neydi? Ruhi Su’yu, Enver Gökçe’yi, Mihri Belli’yi, Behice Boran’ı kim süründürdü hapishanelerde?

Nâzım’ı kim attı vatandaşlıktan?

Veya eski İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, devletin PKK’ye karşı Hizbullah’a göz yumduğunu belirtip, “Devlet dışarıdan birtakım kimseleri de görevlendirdi. Yani devlet, kendi görevlerini, devlet görevlisi olmayan birtakım kişilere yaptırmak istedi,” demedi mi?[40]

Evet, evet “faili meçhul” denilen ve aslında faili malum olan cinayetlerle, “Derin (denilen) Devlet” doğrudan ilintilidir!

“Derin Devlet” lafına hiç bir zaman katılmadım, katılmayacağım da. Onun için de “Derin (denilen) Devlet” dedim öyle de, diyeceğim.

“Derin Devlet” deyince devletin bizzat doğrudan işlediği suçları kendini ötekileştirerek kabahatini örtmüş oluyoruz. Bizzat devlet tarafından emri verilmiş cinayetler var, “derin” filan da değil.[41]

Özetle, “Derin (denilen) Devlet” devletin hülasasıdır!

İHD verilerine göre, 1994’te, 292 cinayet ve saldırı, 298 yargısız infaz, işkence ve gözaltında ölüm olayı yaşandı. Bu olayların büyük bölümü bugüne kadar aydınlatılamadı.

1995’te faili meçhul cinayet ve saldırı sayısı 321, yargısız infaz, işkence ve gözaltında ölüm olayı 122 olarak gerçekleşti. 1996’da cinayet ve saldırı sayısı 124, yargısız infaz, işkence ve gözaltında ölüm olayı 190 oldu. 1997’de cinayet ve saldırı sayısı 109, yargısız infaz, işkence ve gözaltında ölüm 114 olarak gerçekleşti.

İHD verilerine göre 1990’ların sonuna kadar bu tablo devam etti. 1999’da 212 cinayet ve saldırı, 205 yargısız infaz olayı gerçekleşti.

“Nasıl” mı?

Tansu Çiller Türkiye’sinin karanlığında Kürt siyasetçi, hukukçu ve işadamlarını hedef alan cinayet zincirinin üzerinden geçen yıllardan sonra ortaya çıkan “deliller”e rağmen hâlâ hakkında hüküm tesis edilmiş tek fail bile bulunmuyor.

Tarih 4 Kasım 1993… Hatırlayalım: “Elimizde PKK’ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yla olduğu gibi, PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir,” diyordu Tansu Çiller…

Sonrasında 14 Ocak 1994’te Behçet Cantürk’le başlayan, 25 Şubat’ta avukat Yusuf Ziya Ekinci ile devam eden o cinayet dizisinde Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, sağlık bakanlığı teftiş kurulu başkan yardımcısı Namık Erdoğan, avukat Medet Serhat, DEP’li avukat Faik Candan, Fevzi Arslan, Şahin Arslan ve Ankara’nın Altındağ ilçesinin Yüksekovalı nüfus müdürü Mecit Baskın katledildiler. DEP milletvekili, Mehmet Sincar da 4 Eylül 1993’te Batman’da katledildi.

Sonrasında devlet cinayetleri, AKP iktidarında da devam etti; her şey İHD’nin faili meçhul raporundaki gibiydi: 2002: 41 ölü 18 yaralı… 2003: 80 ölü 22 yaralı… 2004: 68 ölü 56 yaralı… 2005: 43 ölü 56 yaralı… 2006: 72 ölü 13 yaralı… 2007: 103 ölü 72 yaralı… 2008: 52 ölü 117 yaralı… 2009: 91 ölü 77 yaralı… 2010: 57 ölü 96 yaralı…

  1. i) Amed’in (Diyarbakır) Pasûr (Kulp) ilçesi Alaca Köyü’nde, 1993 yılında 11 köylünün katledilmesinden sorumlu tutulan emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk’ün ödüllendirildiği ortaya çıktı. Mesut Hasan Benli’nin haberine göre, 11 köylünün katlinden sorumlu davanın tek sanığı, dönemin Bolu Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk’ün, AİHM’de açılan davada tanık olarak ifade verdiği ve bu tanıklığından dolayı Dışişleri Bakanlığı tarafından “takdir” belgesi ile ödüllendirildiği ortaya çıktı![42]
  2. ii) İçişleri Bakanlığı’nın 20 yıl önce “devlet sırrı” gerekçesiyle mahkemeye göndermediği “PKK ilişkili sakıncalı işadamları listesinin”, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı arşivlerinde “Müteahhit Çizelgesi” adıyla yer aldığı ortaya çıktı. Ankara’daki faili meçhul cinayetlerle ilgili devam eden davanın dosyasına giren Milliyet’in haberine göre Müteahhit Çizelgesi başlıklı belgenin Tansu Çiller döneminde hazırlanan liste olduğu ifade edildi![43]

iii) Milli Güvenlik Kurulu’na (MGK) sunulduğu söylenen ‘Kürt işadamı listesi’ ile ilgili yeni bir iddia, “Toplantıda Erdal İnönü, Turgut Özal, Süleyman Demirel vardı. Demirel hâlâ yaşıyor. Listeyi en iyi o bilir,” diyen DYP’li eski Bakan Salim Ensarioğlu’ndan geldi![44]

  1. iv) Susurluk çetesinin 1990’lı yıllarda işlediği faili meçhul cinayetlere ilişkin 19 kişi hakkında açılan davanın 11 Temmuz 2014 tarihli duruşmasında “tarihi yüzleşme” gerçekleşti. Duruşmada önce tutuklu sanık Ayhan Çarkın, itiraflarda bulunurken, “Bütün cinayetler devletin bilgisi dahilinde işlendi” diyerek dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, başbakanlar Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve MGK üyelerini suçladı![45]
  2. v) Çankaya Köşkü’ndeki toplantıda Çiller’in, Yılmaz’ı başbakanlığı dönemindeki faili meçhul cinayetler nedeniyle suçladığı da ortaya çıktı. Tutanaklara göre, toplantıda Çiller ile Yılmaz arasındaki tartışmalardan biri de faili meçhul cinayetlere ilişkin. Çiller, Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde bir ayda 81 faili meçhul cinayet işlendiğini söylüyordu![46]
  3. vi) İHD, HDP ve HDK, kayıplar haftasına ilişkin İzmir, Mersin ve Ankara’da yapılan açıklamalarda 940 civarında gözaltında kaybedilen yurttaşın yarısından fazlasının akıbetinin bilinmediğini belirterek, AKP hükümetinin BM Kayıplar Sözleşmesi’ni onaylamamasını kınadı. 224 toplu mezarda 3 bin 58 kişinin naaşının usulüne göre çıkarılmayı beklediği ifade edildi![47]

vii) Şile kazısı davası sanıklarından itirafçı Ulaş Özel, JİTEM için çalıştığını belirterek, “Ben cezaevinde yatıyor gözükürken, dışarıda operasyonlara katılıyordum. Öldürdüğümüz kişi başına zarf içinde para alıyorduk,” dedi![48]

viii) Mardin Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan Atilla Uğur’un bir numaralı şüpheli olduğu, fail meçhul cinayetlere ilişkin sürdürdüğü soruşturma kapsamında, Katarlı Köyü’nde kazı çalışmalarına başlamıştı. Köyde bulunan ve 11 metre derinliğe sahip kuyu çevresinde iki gün yapılan kazılarda 15 kemik parçası bulundu. Kazılarda görev yapan doktorlar, söz konusu kemiklerin kol, bacak kemikleri olduğunu ve insanlara ait olduğunu belirledi![49]

 

JİTEM’İN 12 CİNAYETİ[50]
YUSUF TUNÇ 9 Şubat 1994 günü Kızıltepe ilçesi Kengerli Köyü’nde kaçırıldı. JİTEM tarafından kaçırılıp öldürüldüğüne dair kuvvetli şüphe içeren deliler mevcuttur.
ABDULVAHAP ATEŞ 14 Haziran 1994 günü Kırkuyu Köyü’ne gelen jandarma tarafından dövülerek gözaltına alındı. JİTEM tarafından alınan Ateş öldürülüp 17 Haziran 1994 günü askerle çatışarak ölen terörist şeklinde lanse edildi.
NECAT YALÇINKAYA, NURETTİN YALÇINKAYA 27 Ocak 1995 günü evlerinden alındılar. Kendilerini polis olarak tanıtan JİTEM mensupları tarafından kaçırılıp öldürdüklerin dair kuvvetli şüphe içeren delillerin mevcut olduğu anlaşılmıştır.
KEMAL BİRLİK, ZÜBEYİR BİRLİK, ABDULBAKİ BİRLİK ve ZEKİ ALABALIK 28 Mart 1995 günü Kemal Birlik ve Zeki Alabalık Kızıltepe Cezaevi’nden tahliye oldular. Kendisini karşılamaya gelenlerle Abdulbaki Birlik ve Zübeyir Birlik ile birlikte JİTEM tarafından alıkonup kaçırılarak öldürüldükleri yönünde kuvvetli şüphe içeren delillerin mevcut olduğu anlaşılmıştır.
MAHMUT ABAK, MEHMET EMİN ABAK 14 Ocak 1995 tarihinde ikametlerinde askerler tarafından alındılar. Mehmet Abak, 11 Ocak 1995 günü Kırkkuyu Köyü Aysun mezrasında bir su kuyusunda çürümüş hâlde bulundu. Mehmet Emin Abak’ın cesedinin aynı kuyuda olma ihtimaline binanen savcılıkça 10-11 Haziran 2013 tarihinde yapılan çalışma sonucu aynı kuyuda elbiseleriyle birlikte ikinci bir cesete ulaşıldı. Bu surette Mehmet Emin ve Mahmut Abak’ın JİTEM tarafından evlerinden alınıp Kırkkuyu Köyü Aysun mezrasındaki su kuyusuna atıldığı yönünde kuvvetli şüphe içeren delileri mevcuttur.
MEMDUH DEMİR, BEDRAN KABAN Memduh Demir 13 Mayıs 1995 günü Mazdıdağ ilçesi Yüceba Köyü kırsalında hayvan otlatıyordu. Aynı bölgede güvenlik güçleriyle PKK mensupları arasında çatışma çıktı. Örgüt mensubu Bedri Kapan yaralı olarak yakalandı. Korucuların beyanlarına göre ikisi de helikopterden atıldı.

 

“FAİLİ MEÇHUL” -OLMAYAN- ROBOSKÎ

 

“Faili meçhul” -olmayan- Roboskî için Pınar Öğünç, “Katliamının tek bir faili bile yargı önüne çıkarılmadı. 34 gencin yattığı o mezarlığın plastik çiçeklerini kim bilir kaç yüz fotoğrafta gördük. Devlet kim, yurttaş kim, adalet ne, tüm bunlara dair de senelerdir veremediğimiz bir ders. Aslında bu dersten buralarda ne zaman geçtik, o da meçhul”; A. Hicri İzgören de “Roboskî’de zaman hâlâ kırık bir keman gibi. Acıya ve hüzne kurulmuş bütün saatler… Ve hâlâ adalet bekliyor birileri,” derler demesine ama…

‘Hakikât, Adalet, Hafıza Merkezi’nden Meltem Aslan, devletin, sorumlu olduğu katliam ve hak ihlâllerindeki 100 yıllık cezasızlık geleneğinin Roboskî’de sürdürdüğünün altını çizip; Müge Tuzcuoğlu, “Roboskî, yeni bir kırmızıçizgi gayreti… Katliam, Kürtlere yeni bir gözdağıydı,” notunu düşerken; Hüseyin Ali de, “Roboskî AKP hükümetinin kimliğidir,”[51] diye ekler…[52]

Ve zannetmeyin ki Roboskî’nin hikâyesi yalnızca korkunç bir katliamın hikâyesidir. Ayrımcılığın, zulmün, hesap vermemenin hikâyesidir o aynı zamanda; Türkiye’nin hikâyesidir!

Roboskî, kanamaya devam eden derin bir yaradır, ama yeni değildir, kökleri üç yıl öncesinden çok daha gerilere uzanmaktadır.

Roboskî’nin tarihi, Kürtlerin yurtsuz ve kimliksiz bir varoluşa mahkûm edilmek istenmeleriyle başlar. Böyle bir hayatı reddetmenin bedeli, Kürtler için katliam, sürgün, zindan olmuştur. Roboskî katlıamı da, bu zulüm tarihinin bir parçasıdır.

Roboskî’de otuz dört insanın bedeni, kendi yurtlarını ve hayatlarını parçalayan sınırları tanımadıkları için parçalanmıştır. Tıpkı “otuz üç kurşun olayı” diye bilinen katliamda olduğu gibi.[53]

Tam da bunun için HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın ifade ettiği gibidir her şey: “Adliyedeki dosyayı kapattınız. Ama vicdanlardaki dosyayı nasıl kapatacaksınız? Olayın kapatılmaya çalışıldığını ilk gün gördük, uyardım ama bizi dinlemediler”![54]

 

SINIRA GÖMÜLEN HAYATLAR, HAYALLER… [55]
KARKER ENCÜ 16 yaşındaydı. Maddi durumu kötü olduğu için okulu bırakmak zorunda kaldı ve yaşıtları gibi sınırın öte yanına gidip, gelmeye başladı.
SEYİTHAN ENCÜ 21 yaşındaydı. Okumayı çok istediği hâlde ailesinin maddi durumunun kötü olduğu için okulu bıraktı. Sınıra ilk gidişinde bombaların hedefi oldu.
NADİR ALMA 26 yaşındaydı. Ailesi bakmak için sınıra gidiyordu.
MEHMET ALİ TOSUN 24 yaşındaydı. Bir katıra dahi sahip olmadığı için arkadaşlarından 25 lira karşılığında kiraladığı katırla sınıra gitmişti.
ŞERVAN ENCÜ 19 yaşındaydı. Lise 2’deyken okulu bırakmak zorunda kaldı. Katırını çok sevdiği için binmeye bile kıyamıyordu. Bombardımanda parçalanan Şervan’ın cansız bedeni, katırına yüklenerek köyüne getirildi.
NEVZAT ENCÜ 19 yaşındaydı. Sınırda üzerine bombalar yağdığında henüz lise son sınıf öğrencisiydi.
OSMAN KAPLAN 31 yaşındaydı. Borçlarını ödemek ve en büyüğü 12, en küçüğü 7 yaşında olan 5 çocuğuna bakmak için ‘son gidişim’ dediği sınırdan bir daha dönemedi.
ÖZCAN UYSAL 18’ine yeni girmişti. Ailesinin bankadan çektiği krediyi ödeyebilmek için lise 2’deyken okulu bıraktı. O da o kara günde bombalara hedef oldu.
SELİM ENCÜ 39 yaşındaydı. Evli ve 3 çocuk babasıydı. Sınırda katledildiğinde hamile olan eşi, daha sonra dünyaya bir erkek bebek getirdi.
VEDAT ENCÜ 18’indeydi. Lise birinci sınıfa kadar okuyan Vedat, yazın iş makinesi operatörlüğü yapıyor, kışın sınıra gidiyordu.
MUHAMMET ENCÜ 13 yaşında ve 7. sınıf öğrencisiydi. Ailesinin tüm itirazlarına rağmen sınıra giden Muhammet’in de sınıra son gidişi oldu 28 Aralık 2011.
MAHSUM ENCÜ 17 yaşındaydı. Lise 1. sınıftaydı. 18’ine girdiğinde ehliyet almak için para biriktiriyordu. 18’ine giremedi. 1997’de sınırda hayatını kaybeden dedesinin akıbetine uğradı.
BİLAL ENCÜ 16 yaşındaydı. Gözleri görmeyen babası Ahmet Encü’nün eli, ayağıydı. Katliamda yaşamını yitirdiği gün okuldan gelmiş, üstünü değiştirip sınıra gitmişti. Bir daha dönemedi.
ERKAN ENCÜ 13 yaşındaydı. Ancak ilkokul 7’ye kadar okuyabildi. Sınıra ikinci gidişiydi.
HÜSNÜ ENCÜ 20 yaşındaydı. Normalde ağabeyi giderdi sınıra. Ama o askere alınınca iş ona kaldı. Evliydi, katledildiğinde eşi henüz 2 aylık hamileydi.
SAVAŞ ENCÜ 14’ündeydi. Ağabeyi Hüsnü ile birlikte sınıra gittiği o gece savaş uçaklarının hedefi oldu.
CİHAN ENCÜ 19 yaşındaydı. Sınıra bozulan cep telefonunun tamir etmek için gereken 50 lira için gitmişti.
CEMAL ENCÜ 17 yaşındaydı. YGS sınavına giriş başvurusu ücreti ve okul kantinine olan 20 lira borcunu kapatmak için sınıra gitmişti.
SERHAT ENCÜ 15 yaşındaydı. İki ağabeyi üniversitede okurken, onun payına sınıra gitmek düştü. Ağabeyinin köye gelmek için babasından yol parası istediği konuşmaya şahit olduktan sonra, ağabeyini arayarak ‘Ben sınıra gider sana gönderirim, bir iki gün idare et’ dedi. Ağabeyi cenazesine geldi.
HAMZA ENCÜ 21 yaşındaydı. Annesinin ısrarları üzerine evlilik hazırlıkları yapıyordu. Annesi bombardımanda parçalanan cesedini elleriyle topladı.
CELAL ENCÜ 15 yaşındaydı. Çalışmak için gittiği batıda iş ararken ‘siz teröristsiniz’ cevabını duyunca, geri döndü. O gece gittiği sınırdan bir daha dönemedi.
ŞERAFETTİN ENCÜ 18 yaşındaydı. Sınıra yitirdiği annesine bir mezar yapmak üzere gitmişti. Onun da sınıra son gidişi oldu…
SELAM ENCÜ 22 yaşındaydı. Üniversite son sınıf öğrencisiydi. Okul masrafları için sınıra gidiyordu. Uludere Kaymakamlığı’na okul masraflarının karşılanması için yaptığı başvuru reddedildikten iki gün sonra sınıra gitti.
BEDRAN ENCÜ 13 yaşındaydı. Babasına söylemeden o karlı ve soğuk gecede katırını hazırlayıp, sınıra gitti. Ayağındaki naylon ayakkabıyla yola çıkan Bedran, kendisi ve küçük kardeşlerine kışlık ayakkabı alacak parayı kazanmak istiyordu.
FADIL ENCÜ 20 yaşındaydı. Fenerbahçe formasını üzerinden hiç çıkarmazdı. Babası 28 Aralık’ta bombaların altınca parçalanan cesetlerin arasında onu formasından tanıdı.
HÜSEYİN ENCÜ 20 yaşındaydı. İçine kapanık biri olarak tanınırdı. Kimseye derdini anlatmazdı. 28 Aralık 2011 son günü oldu.
ASLAN ENCÜ 17 yaşındaydı. Sınıra normalde ağabeyi Halil giderdi. Ama sınırda bastığı mayınla sol bacağını kaybetti. Artık sıra ondaydı. Ağabeyine protez bacak taktırmak istiyordu. Bütün bedeni sınırda kaldı.
ŞIVAN ENCÜ 13’ündeydi. Hayattan koparıldığında boynunda sarı, kırmızı ve yeşil renklerinden oluşan puşisi vardı.
ORHAN ENCÜ 21 yaşındaydı. Hayalini kurduğu bilgisayarı almak için gittiği sınırda ağabeyi Zeydan’la birlikte yaşamını yitirdi.
ZEYDAN ENCÜ 25 yaşındaydı. Ağabeyinin karşı çıkmasına rağmen o gün kardeşi Orhan’la birlikte sınıra gitti.
SALİH ENCÜ 16 yaşındaydı. Çocukluğundan bu yana dinlediği sınır hikâyelerinden etkilenirdi. O da sınıra ilk kez gitti ve bu son gidişi oldu.
YÜKSEL ÜREK 21 yaşındaydı. Keklik ve güvercin beslerdi. Onun da sınıra son gidişi oldu 28 Aralık.
ADEM ANT 19 yaşındaydı. Yakında evleneceği için sınıra gidip para biriktiriyordu.
SALİH ÜREK 18 yaşındaydı. Son gidişinden kız arkadaşına aldığı hediye kolyeyi saklaması için annesine verdi. Geri dönüşünde kız arkadaşına kendisi verecekti.

 

Gerçekten de 34 Kürt’ün öldürüldüğü Roboskî Katliamı’nda sorumlular net olarak belirlenebilecekken dosyanın olağan bir yargısal süreç işletilmeden kapatıldı.[56]

Roboskî katliamına ilişkin ortaya çıkan hukuki bilgi ve belgeler, sorumluların net olarak belirlenebileceği bir manzarayı ortaya koymasına rağmen dosyanın savcılık, askeri savcılık ve askeri mahkeme üçgeninde olağan bir yargısal süreç işletilmeden kapatıldığını gösterdi.

El özet: Roboskî’deki 40 haneli köyün 11 hanesinden cenaze çıktı, çıkmasına ama Anayasa Mahkemesi’ne taşınan Roboskî katliamı soruşturmasına ilişkin görüşü istenen Adalet Bakanlığı yazısında, “Daha sonra bir hata olduğunun anlaşılması, kullanılan gücü otomatik olarak haksız hâle getirmez,”[57] demeden edemedi!

 

NE(LER) DEDİLER?
TEK OĞLUNU VE YAKINLARINI YİTİREN KORUCU MEHMET ENCÜ Ortaya çıkan belgelerle artık failler de açığa çıkmıştır. O gece çocuklarımızı bombalayan o acımasız kararı verenlerin hesap verme zamanı geldi. Her ne kadar yıllardır Genelkurmay Başkanlığı, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve MİT, olayın bir operasyonel kaza olduğunu ifade etseler de belgeler onları yalanlıyor. Ne o gece ne de ondan önceki günlerde bombalanan bölgede ‘Bahoz Erdal’ ya da başka PKK’liler yoktu ve olmadı. Orası hiçbir zaman PKK’lilerin geçiş güzergâhı olarak kullanılmadı. Orayı sadece kaçakçılar kullanıyordu. Belgelerde de bazı askerlerin oradaki grubun kaçakçı olduğunu söylediği hâlde bombardımanın yapıldığı ortaya çıkmış oluyor. Yani bilerek katletmişler. Bu haberlerden sonra her şeye rağmen adaletten beklentimiz arttı. Bu belge ile Anayasa Mahkemesi’nden olumlu bir karar çıkacağını umut ediyoruz.
6 KUZENİNİ KAYBEDEN ORTASU KÖYÜ MUHTARI HAŞİM ENCÜ Gerçekler birer birer ortaya çıktı. Eğer Türkiye gerçek anlamda bir hukuk devleti ise yargı gerçekten söylendiği gibi bağımsız ise ortaya çıkan bu belgelerin Anayasa Mahkemesi’nde bekleyen başvuruyu doğrudan etkilemesi gerekir. Çünkü artık kasten katliam yapıldığı, bir hata olmadığı gün gibi ortaya çıkmıştır. Sorumlular er ya da geç hesap verecektir.”
KARDEŞİNİ YİTİREN REBER HİKMET ALMA Ortaya çıkan belgelerde olay yeri ile ilgili, biri bir ay öncesinden, diğeri de bir hafta öncesinden olmak üzere iki farklı istihbarat olduğu anlaşılıyor. Bir ay öncesinden verilen istihbaratı ele alırsak, madem istihbarat gerçekti, neden o istihbarat alındıktan sonra Beyaz Tepe mevkiindeki ileri üs bölgesinde konuşlu bir bölük asker oradan alınıp, tugay içlerine çekildi. PKK’li grubu geçecekse niye oradan aldılar o askerleri? O bölük oradan götürüldü çünkü planlı bir katliam hazırlanıyordu. Eskiden kaçakçılar o bölük orada iken sadece geceleri gidip gelebiliyordu, bölük oradan gittikten sonra gündüzleri de rahatlıkla gidip gelmeye başladık. Her şey yapılacak katliam içinmiş. Ama ortaya çıkan belgelerde fail artık bellidir. O dönemdeki Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’den, dönemin Başbakanı Erdoğan’a kadar, zincirleme bir sorumluluk vardır ve bu sorumluların hepsi adalet önüne çıkarılmalıdır.
ROBOSKÎ DERNEĞİ BAŞKANI VELİ ENCÜ “Zamanla gerçekler ortaya çıkıyor. Ve katillerin yüzlerindeki maskeler düşüyor. Şimdi çok daha iyi anlıyoruz ki yapılan katliam planlı ve programlıydı. Devlet kurumlarının arasındaki yazışmalardan anlıyoruz ki emir komuta zinciri içinde olay bir proje doğrultusunda gerçekleşmiştir.”[58]
22 YAŞINDAKİ SELAM ENCÜ’NUN ANNESİ SEMİRE ENCÜ Bizim tek suçumuz Kürt olmak ve Kürtçe konuşmak. Her gün acımız biraz daha büyüyor. Roboskî Katliamı’nın adaleti olmadı. Ben oğlumu fakirlik ve yoksulluk içinde büyüttüm. Ben oğlumun düğününü yapmak isterdim. Onun hayalleri vardı. Ömrü 22’sinde kaldı. AKP hükümeti ve Türk devleti bizim hayallerimizi yıktı. Bizim artık bir keyfimiz kalmadı. Köyde düğün, bayram kutlaması yapılmıyor, bayramları mezarlıklarda geçiriyoruz. Yargılama olmadan rahat etmeyeceğiz.
17 YAŞINDAKİ ÖZCAN UYSAL’IN ANNESİ TÜRKAN UYSAL Oğlum üç gün sonra 18 yaşına girecekti. Yılbaşı akşamı oğlumun doğum günüdür. 50 lira için bize bu acıyı yaşattılar. Oğlum sağlam gitti Irak’a ama bir torba içinde bana geldi. Bu devletin ne hakkı vardı da bizim çocuklarımızı katletti. Biz 3 yıl boyunca ağlıyor, yas tutuyoruz. 34 annenin yüreği acı dolu ve 34 kadın yas tutuyor. Bize bıraktıkları yas ve acı oldu. Bu yol kaçak yolu değildi. Her gün insanlar gelip gidiyordu. Hükümetin gözü önünde askerlerin gözü önünde insanlar gelip gidiyordu.
OSMAN KAPLAN’IN EŞİ PAKİZE KAPLAN Sürekli televizyon izleyerek katliamın ne zaman açığa çıkarılıp, sorumluların yargılanacağını bekliyoruz. 5 çocuğum var amcaları onlara bakıyor. Her perşembe mezarlığa geliyoruz. Benim en büyük oğlum 12 yaşında en küçüğü 8 yaşında ve şimdi bunların hepsi okuyor. Çocuklar bizimle beraber mezarlığa geliyor. Çocuklarım babalarını merak ediyorlar.
SELMAN ENCÜ’NUN EŞİ FATMA ENCÜ Engelli bir çocuğum sürekli babasının ismini sayıklıyor. Zaten küçük oğlum babasını tanımıyor. Dedesini görünce onu babası sanıyor. Eşim yaşamını yitirdiği zaman oğlum karnımda bir aylıktı. İlk defa katliamın olduğu gün gitti ve o katliam gerçekleşti eşim bir daha eve dönmedi. Biz bu davanın peşini bırakmayacağız.
KARKER ENCÜ’NÜN ANNESİ FEHİME ENCÜ Bu güne kadar devlet ve Erdoğan bir şeyi açığa çıkartmadılar. Türkiye yılbaşı akşamını kutluyor ancak bizler acılar içinde çocuklarımızı anımsıyoruz. Bize dünyayı verseler oğlumun acısını unutturamazlar. Tüm Türkiye’yi bana verseler oğlumun parmağı bile olamaz. Artık yeter kimsenin çocuğu ölmesin.
VEDAT ENCÜ’NÜN ANNESİ MERCAN ENCÜ 3 yılı acı ve hastalıkla geçirdim. Her yıldönümünde çocuklarımızı bir kez daha defnediyoruz. Bir hafta kaldı çocuklarımızın ölüm yıldönümlerine ancak ayaklarım varmıyor mezarlığa gitmeye. Her mezarlığa gittiğimde yeniden çocuğumu defnediyorum gibi geliyor. 3 yıldır Türkiye’de çalmadığımız kapı kalmadı ancak gittiğimiz her kapıyı Tayyip Erdoğan yüzümüze kapattı. Erdoğan bu kapıları kapatarak failleri bizden saklıyor. Bu olay saklanamayacak. bizler ölsek de çocuklarımız, torunlarımız bunun takipçisi olup hesabını soracak. Böyle barış süreci olmaz. Bir yandan tank, top, baraj, kalekol yap diğer yandan ‘barış yapıyoruz’ demek olmaz.
13 YAŞINDAKİ BEDRAN ENCÜ’NÜN ANNESİ SABRİYE ENCÜ Oğlum babasına yardım etmek için kaçakçılık yapıyordu. Bedran okuldan döndüğü gibi katırını hazırlayıp yola çıktı. Oğlumun parçalarını bile göremedim. Katırlar üzerinde parçalanmış cesetler bize geldi. Bedran eve ve kardeşlerine yardımcı oluyordu. Ev okul sırasında bir yaşamı vardı. Onu görünce mutlu oluyordum. Oğlum varken keyifliydik. Şimdi okul arkadaşlarının resimlerini görüyorum. Benim için bayram kalmadı ve yaşamımız alt üst oldu. İki bidon mazot için çocuklarımız katledildi. Bugüne kadar Erdoğan ve onun devleti faillerin yargılanmasına dönük bir şey açığa çıkartmadı. Bize tazminat vermek istediler. Biz tazminatı ne yapacağız? Benim oğlum gittikten sonra parayı ne yapacağım. Ben oğlumun elbiselerini saklıyorum. O daha 13 yaşında bir çocuktu. Ben oğlumun faillerinin açığa çıkmasını istiyorum. Hâlâ oğlumun kullandığı telefonu, giydiği elbiseleri saklıyorum. Kullandığı tespihi nefes almak için saklıyorum.[59]
KATLİAMDA HEM KENDİ KARDEŞİNİ HEM DE NİŞANLISININ KARDEŞİNİ KAYBEDEN HANIM ENCÜ “Katliamdan önce nişanlanmıştım. Nişan günüm çok güzel geçmişti. Kardeşlerim yanımdaydı. Ancak katliamdan sonra neşemiz bir daha yerine gelmedi. Roboskî’yi paramparça ettiler. Onlardan sonra bizim hayatımız da çok değişti. Artık Roboskî’de düğün olmadı bayram olmadı. Katliamdan önce rengarenk bir hayatımız vardı şimdi hep siyahlar içindeyiz. Ben babamın evinden çıkarken beyaz gelinliği bile giymedim. Kimliğini taşıdığımız devlet çocuklarımızı katletti. Bana da o gelinliği çok gördü.17 Şubat 2013 tarihinde evlendim. Gelin olduğum gün gecenin karanlığında babamın evinden kap kara elbiselerle çıktım. Gelin olan kızların beline kırmızı kuşak bağlıyorlar ya benimkine kara kuşak bağlandı. Kına gecesinde elime kına sürdürmedim. İnsanlar gelip hayatımıza nasıl devam ettiğimize baksınlar. Gelip de içimizdeki acıyı görsünler. Bir genç kızın en büyük hayali sevdiği adama beyaz gelinlikle gitmektir. Bense sessiz sedasız bir şekilde gözyaşlarımla, o kara elbiselerimle babamın evinden çıktım. Hayat bize çok acımasız davrandı.

Bizim gözümüzde bu katliamı yapan devlettir. Bu katliama sesiz kalan herkes de bunun ortağıdır. Katliamın üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen hâlen bir şey yapmadılar. Susmaya devam ediyorlar. Bu da yetmezmiş gibi bize olan tehditleri, baskıları, ‘susun, konuşmayın, bir kazadır oldu’ demeleri… Eğer 34 insanın böyle öldürülmesi bir kaza olsaydı biz kaza derdik, susardık. Ama ekmek parası için giden 34 çocuğu paramparça ettiler. Böyle kaza olur mu hiç? Madem kazaydı, bir kez bile neden özür dilemediniz? Bu devletin ne adaleti var ne kanunu var, ne insanlığı ne de vicdanı var.”[60]

 

Tüm bunlar böyleyken; İstanbul Gelişim Üniversitesi’nde Roboskî Katliamında yaşamını yitirenleri anan öğrencilere üniversite yönetimi tarafından 1 ay uzaklaştırma ve burs kesme cezası verildi…[61]

28 Aralık 2015 tarihinde mezarları başında Roboskî’nin 4. yılı anmasında HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş, “Henüz tek bir kişinin bile sanık sıfatıyla yargı karşısına çıkartılmadığı”na dikkat çektiği tabloda “Hâlâ nasıl” mı?!

İHD İstanbul Şubesi Adalet ve Hakikât Komisyonu’nun, “Roboskî katliamının Ankara’dan planlandığı ve faillerinin korunduğu” vurgusundaki gibidir her şey![62]

Ve nihayet 2013 yılında BDP Eş Genel Başkanı Selehattin Demirtaş, onu dinleyen binlerce kişiyi derinden etkileyen bir konuşma yapmıştı karlar altındaki Roboskî’de. Güney Kürdistan’a 500 metre, Doğu Kürdistan’a birkaç saat mesafede bulunan o damın üzerinde, “Bugün Kürt’ün gücü vardır, onuru, şerefi, şehitleri vardır. Kürt’ün tek eksiği vardır o da Kürdistan’dır. Bir Kürdistan’ımız olsaydı Roboskî olmazdı” demişti.[63]

Haksız mı? Elbet değil!

 

İNKÂRIN YARGI KOMEDİSİ

 

“Hükümetin volümü yüksek ama içi boş hamasetinde bir ‘Yeni Türkiye’ lafıdır gidiyor. Kimi yalaka köşe yazarları, gazeteciler filan da kullanır oldu. Politika ‘yeni’ adı altında eski ezberleriyle devam ediyor. Yani ülke cephesinde ‘yeni’ bir şey yok. Sadece kavramlar değişti, isimler yenilendi. Beyaz toroslar geçmişte kalmışmış… Bu ‘Yeni Türkiye’de Olağanüstü hâller yok ama hergün olağan sokağa çıkma yasakları var. Faili meçhuller yok, açıktan suikastlar var. JİTEM yok şimdi, duvarlarda da keskin nişancılar tarafından koca yazılarla belirtildiği gibi ‘Esedullah Timi’ var. Ya sev ya terket yok belki ama ‘Türksen övün, değilsen itaat et’ var. Delik deşik edilen bir gecekondunun duvarına; ‘Devlet geldi’ diye yazmak var. ‘Kurdun dişine kan değdi’ yazıları var. Her sokağın başında da kirpi, kobra, akrep araçları var.”[64]

Bu çerçevede “Yeni Türkiye”de, “faili meçhul” yok diyenlerin suratına tükürün!

Kolay mı?

AKP’nin aydınlatmamakta müthiş bir kararlılık gösterdiği cinayetler. CHP, araştırma önerisini 4. kez reddetmişler. BDP’li Sırrı Sakık, “Vicdan sahipleri, Allah adına, CHP ve bizim verdiğimiz önergeler niye sizin oylarınızla reddediliyor. Gelin hakikâtleri araştırma komisyonu kuralım,” derken AKP’lilerin değerlendirmesi de harikaydı: “CHP bu öneriyi “meclis’in çalışma programını aksatmak için getiriyor”![65]

Onlar tarihin tanık olduğu en katmerli inkârcılardır!

Mesela… Emniyet Genel Müdürlüğü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Meclis Komisyonu’nun “DAL” hakkındaki bilgi talebine, böyle bir yapılanmaya dair resmi bir kayıt olmadığı yanıtını verirler![66]

Mesela… “Özel Harp Dairesi suç örgütü değil… Gayrinizami bir teşkilât olması, onu baştan gayrikanuni yapmaz. Gayrimeşru âlemde faaliyet gösterdiği manasına da gelmez,”[67] derler!

Ve eski MİT’çi Enver Altaylı’nın ağzından da eklerler: “ABD de dahil tüm Batı ülkelerinin özel harp daireleri vardır. Genelkurmay başkanı, başbakan ‘Bir örgüt kurup cinayet işleyelim’ demez. Nedir peki bu? Soğuk Savaş’ın sıcak savaşa dönüşme riski vardı. Herhangi bir işgal ihtimaline hazırlıklı olmak için Özel Harp Dairesi kuruldu. Legal, normal ve meşru bir hazırlıktır bu.

Ben böyle bir teşkilâtın cinayet için kurulduğunu sanmıyorum. Ancak ne var. Mesela Güneydoğu meselesi… Orada devlet adına faaliyet gösteren birtakım güvenlik güçlerinin bir süre sonra insan öldürmeyi meşru görmeye başladıklarını düşünüyorum. Bazıları böyle bir düşünceyle hareket edip rutin dışına çıkıyor. Mafyalaşma olmuştur. Ama bu, organize değildir”![68]

Bu kadar da değil!

Yalanlarını, yargılarıyla yasallaştırırlar!

İşte yargılarının komedisine ilişkin kimi veriler!

  1. i) 1993 yılındaki uçak kazasından sonra olay yerinde ilk incelemeyi yapan emekli savcı Albay Hasan Tüysüzoğlu, eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in öldürüldüğünü açıklayıp soruşturmanın kendisinden alındıktan sonra takipsizlikle sonuçlandığını açıkladı![69]
  2. ii) İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Silivri’de görülen duruşmada dosyaya gelen evrakı okuyan Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı tarafından düzenlenen raporda eski Özel Harekât Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin’in “ceza ehliyetinin tam olmadığı”nın kaydedildiğini açıkladı![70]

iii) Ayhan Çarkın’ın ifadeleri ile faili meçhul cinayetler soruşturmasında tutuklanan 7 eski Özel Harekâtçı sürpriz şekilde tahliye edildi![71]

  1. iv) Musa Anter’in (Apê Musa) Amed’de JİTEM tetikçileri tarafından katledilmesiyle ilgili Ankara 6’ıncı Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davada JİTEM davalarında katillerin aklandığına dikkat çeken Av. Selim Okçuoğlu, davanın üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen tanıkların hâlâ dinlenemediğini belirtip, dava ile ilgili delilleri kararttığını ifade etti.[72]
  2. v) Geçmişe sünger: Temizöz ve Diğerleri Davası. Bu JİTEM davası, Cizre’de 1993-1995 yılları arasında tespit edilebilen 35 zorla kaybetme vakasından 21’inin keyfi infaz faillerini cezalandırmayı hedefliyordu. Sanıklar hakkında güçlü iddianameler hazırlanmıştı. Daha önce aynı dönemde Yüksekova’da, Mardin’de, Silopi’de insanlığa karşı suç işleme iddiasıyla haklarında dava açılan ve beraat eden subaylar gibi, Cemal Temizöz davası sanıklarının hepsi en sonunda beraat etti.[73]

Şırnak’ın Cizre ilçesinde 1993-1995 yılları arasında meydana gelen 20 faili meçhul cinayetle ilgili olarak haklarında dava açılan, aralarında emekli Albay Cemal Temizöz ile Cizre eski Belediye Başkanı Kamil Atağ’ın da bulunduğu 8 tutuksuz sanığın tamamı beraat etti.

Cizre’de 93-95 yılları arasında 21 kişinin gözaltında kaybedildiği veya infaz edildiği iddiasıyla açılan davada beraat ve zamanaşımı kararı çıktı. Mahkeme, aralarında dönemin Cizre Jandarma Komutanı Cemal Temizöz ile eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atağ ile eski PKK itirafçıları ve korucuların olduğu 8 sanık hakkındaki delillerin yetersiz olduğunu savundu. Karar duruşmasında sanıklar mağdurlarla adeta dalga geçer gibi savunma yaptı. Eski PKK itirafçısı Adem Yakin, “Benim bildiğim tek JİTEM Fransızca seni seviyorum demek” dedi.

“Temizöz davası” 5 Kasım 2015’de Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada yakınlarını kaybeden kadınlar beyanlarını Kürtçe verdi. Ancak profesyonel bir tercüman görevlendirilmemesi nedeniyle sıkıntılı anlar yaşandı. Adliye’de yazı işleri müdürü olan Abdülkerim Işın tercümanlık yaparken zorlanırken beyanlar tutanaklara eksik geçti.

Gözaltında kaybedilen İzzettin Padır’ın oğlu Abit Özmen “Temizöz ve adamlarının beyaz torosları vardı. Cizre’de bizden habersiz kuş uçmaz diyorsanız, amcam ve babamın akıbetini nasıl bilmiyorsunuz?” diye sordu. Öldürüldüğünde 14 yaşında olan Yahya Akman’ın annesi Bedriye Akman “Oğlumun parmağını kestiler. O parmak unutulmaz. 21 yıldır karalar giyiniyorum” dedi…

Faili meçhul davaları bir bir kapatıldığı Kürt illerinde 1990’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili açılan davalar son 3 ayda bir bir kapanarak, sanıklar beraat ettirildi. Yıllardır yüzleşme ve adalet bekleyen aileler, bir kez daha hayal kırıklığı yaşadı. Çözüm süreci ile birlikte açılan davaların sürecin “buzdolabına” konulmasıyla kapatılması dikkat çekti.

* Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Görümlü beldesinde 14 Haziran 1993’te 6 köylünün gözaltında kaybedilmesiyle ilgili davada dönemin Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanı emekli Tuğgeneral Mete Sayar dahil olmak üzere 5 subay temmuz ayındaki duruşmada beraat etti.

* Mardin’in Derik ilçesinde 13 köylünün öldürülmesiyle ilgili davada yargılanan Tuğgeneral Musa Çitil, 2015’in Ağustos ayında beraat etti.

* Hakkâri’nin Yüksekova İlçesi’ni Aşağı Ölçek köyünde Nisan 1995 tarihinde çoban Nezir Tekçi’nin gözaltında öldürülmesi ve cesedinin bombalanarak yok edilmesiyle ilgili açılan davada Yarbay Kemal Alkan ile emekli Albay Ali Osman Akın 2015’in eylül ayında beraat etti…[74]

Evet hâl budur, böyledir! Tıpkı Diyarbakır’ın orta yerinde katledilen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin, “Faili meçhul davaları sıfırlanıyor,”[75] deyişindeki üzere!

 

“UNUTMA SAKIN UNUTMA”

 

Diyeceklerimi toparlıyorum: “Aydınlatılmadığı sürece hepimizin de biraz fail olarak kalacağı cinayetler. Bir türlü çekilemeyen tuğladan dolayı meçhul kalan cinayetler silsilesi. Devlet geleneğinde tetiği çeken de çektiren de belli aslında, ama onlara ‘faili meçhul’dendi.

Biz onlara ‘faili meşhur cinayetler’ de diyebiliriz. Bu meşhur failler de daha ileri seviyelerde şerefli görevlere atandılar. ‘Derin devlet’ deniyor, Oysa devlet bizzat derin oldu hep.

Önceden faili halka meçhul devlete malum cinayetler olurken şimdi faili halka da malum olan cinayetler. Aydınlatılmadıkları sürece, bu ülkeye gerçek barışın gelmesinin mümkün olmadığı vahşetler.

Kurban yakınları çalmadık kapı bırakmadılar, kapılar da tıpkı yüreklerin kapakçıkları gibi kapalıydı. Ne bir ses veren vardı ne de bir nefes. Aradan geçen zaman içinde çocukları büyüdü, büyükleri yaşlandı, yaşlıları öldü… Bir kısım kurbanın toplu mezarlarda, asit kuyularında, garnizon bahçelerinde kemikleri bulundu.

Mecliste gelin Hakikâtleri Araştırma Komisyonu kuralım diye önergeler verildi ama her seferinde reddedildi. Çoğu 90’lı yılların başlarında işlenen faili meçhul cinayetlerle ile ilgili olarak ise 20 yıllık zamanaşımı nedeniyle bir daha görülemeyecek.

Oysa insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı kaldırılmıştı. Dahası faili meçhuller yerini faili belli olan cinayetlere bıraktı. Devlet topu tüfeğiyle mahalleler bombalıyor, keskin nişancılar tarafından insanlar katlediliyor.

Hiçbir iktidar kendini yaşanan cinayetlerden soyutlayamaz. Meclis’te yapılan basın toplantılarında AKP dönemindeki faili meçhul cinayetlerin istatistiği açıklanıyor. Buna göre: ‘2002’de sekiz, 2003’te on altı, 2004’te sekiz, 2005’te dört, 2006’da yirmi bir, 2007’de iki, 2008’de otuz, 2009’da on sekiz, 2010’da dokuz, 2011’de on üç, 2012’de on dokuz, 2013’de yedi ve 2014’te 53… Yani AKP döneminde toplam 208 faili meçhul cinayet işleniyor ve birileri hâlâ; ‘Bizim dönemimizde faili meçhul yok’ diyor.

Diyor ama 2000-2013 arasındaki faili meçhul cinayetleri inceleme kararları alınıyor. Savcılık kaynaklarından gazetelere düşen haberlerde; ‘Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu’nda görevli savcılar, 2000-2013 arasındaki faili meçhul cinayetlerle ilgili dosyalarda ‘FETÖ/PDY’ bağlantısı olup olmadığını inceleyecek’ deniyor.

Niye? İnsan düşünmeden edemiyor; Amaç cinayetleri ‘paralel devlet yapılanması’ kaynaklı kılıp işin içinden sıyrılmak mı yoksa? Üstelik bu cinayetlerin en yoğun yaşandığı yıllar 1990’lı yıllar. O dönemdeki vahşetin hesabı kimden sorulacak?”[76]

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere yakın tarihimizin kanlı sayfalarına baktığımızda nice kıyımlar katliamlar vardır…

Ölüm mangaları, reisler, patronları!

Reisin emriyle bir sonbahar akşamında Musa Anter, kaldığı otelden alınıp “icabına” bakılmıştı…

Katil belli ama 1992 yılından bu yana ona kimse dokunamadı…

Çünkü “reis” devletin emrindedir, verilen görevi yerine getirir…

Bahriye Üçok’tan Çetin Emeç’e, Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya, Mehmet Sincar’dan Vedat Aydın’a dek “Türk- Kürt” ayırt etmeden “ölüm emri”ni yerine getirir.

Katil sürüsü hep vardı bu ülkede…

Sabahattin Ali’den başlayıp Muammer Aksoy’a dek kanlı zincirin halkalarında nice aydınlar, yazarlar, savcılar, öğretmenler, işçiler, gençler, sosyalistler, demokratlar, kurulu düzenin “sadık bekçileri” tarafından katledilmiştir.

Devlet içinde örgütlü silahlı güç, NATO gladyosu, kontrgerilla, derin devlet…

Adını siz koyun!

Sabahattin Ali’den Abdi İpekçi’ye değin yakın tarihimize bir göz atın isterseniz.

Ölümler! Acılar! Gözyaşları!

Hrant Dink cinayetinin asıl sorumluları çok yazıldı, söylendi ama “patron” bir türlü ortaya çıkarılmadı…

Vur emrini veren kimdi?[77]

Bu soruya yanıt vermeden, bunun için de tarihle yüzleşmeden ve Ariel Dorfman’ın, “Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının iddia ettikleri kadar kolay değildir. Bu dünyada hâlâ onları hatırlamak ve diri tutmak isteyen tek bir insan varken bunu yapmak mümkün değildir. Bu yeter; ahlâki çölde haykıran bir insan, önce biri, sonra biri daha, adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için bu yeter. Tarih bizi dinliyor olabilir. Tarih bize cevap verebilir,” uyarısını “es” geçmeden açabiliriz yolumuzu!

İşte tam da bunun için Nâzım Hikmet’in, “Söz yalan söylüyorsa,/ ses yalan söylüyorsa,/ ellerinizden geçinen/ ve ellerinizden başka her şey yalan söylüyorsa,/ elleriniz balçık gibi itaatli,/ elleriniz karanlık gibi kör,/ elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,// elleriniz isyan etmesin, bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir,” uyarısının daha gür telaffuz edilmesi gerektiğini bir an dahi unutmadan; “Unutma sakın unutma/ Bağışlama sakın/ Sakın düşmanını sevme, sakın susma/ Bekle büyük kavgayı bekle/ Anlıyor musun yüreğim,” diyen Gülten Akın’ı terennüm etmeliyiz o son güne dek!

 

5 Ocak 2016 17:03:22, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 10 Ocak 2016 tarihinde Mersin Gençlik Koordinasyonu’nun düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[2] Ergin Yıldızoğlu, “Elinde Çekiç Olan Adamlar”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2015, s.7.

[3] Mahmut Oral, “Fırat’ın Doğusuna Geçilemedi”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2012, s.7.

[4] Şenay Yıldız, “Savcı Sacit Kayasu: Derin Devletin Hâlâ Yüzeydeyiz”, Akşam, 12 Ağustos 2013, s.15.

[5] Mehmet Y. Yılmaz, “Gladio Gerçekten Yakayı Ele Verdi mi?”, Hürriyet, 12 Ağustos 2013, s.15.

[6] Kurtuluş Tayiz, “İnfaz Listeleri Ölüm Mangaları”, Akşam, 18 Ocak 2014, s.17.

[7] Oral Çalışlar, “Ölüm Listesi MGK’da”, Radikal, 10 Aralık 2011, s.14.

[8] “Nasıl” mı? Bundan 3.000 yıl önce, ilk imparatorluklar duman bulutu ve ölüm kokusu arasında genişlediler.  Irak’ta bulunan Ninova sarayı, ilk büyük imparatorlukların gücünü ve azmini temsil ediyordu. Sarayda fildişi, bazalt, mermer ve sandal ağacı süslemeleri yer alırdı. Zenginliklerinin en büyük kaynağı savaşın getirdiği ganimetlerdi. Asur kralı Sanherip imparatorluk kurma fikrinin orijinal ilk örneğiydi. MÖ 701’de, Asurlular dünyanın en güçlü ordusuna sahipti; 200.000 civarında askerden oluşan devasa bir ordu.

Lakiş şehri, Asurlara karşı isyan etmeye cesaret etti. Yıldırım gibi misilleme geldi. Çağın en korkunç ordusunu karşılarında buldular. Sanherip şehir surlarının üstüne doğru büyük bir kuşatma rampası yaptırdı. Ve tabi ki kuşatma çok uzun sürmeyecekti. Şehir çabucak düştü. İsyan edenlere, Asur orduları karşısında direnme cüreti gösterenlere ne mi oldu? Esir düşenlerin onurlarını kırmak için önce erkekler toplu tecavüze maruz kaldı. Daha sonra cinsel organlarını kesildi. Bazı esirlerin canlı canlı derisi yüzüldü. Liderlerinin kafası kazığa asılıp ortalıkta gösterildi ve geriye hayatta kim kaldıysa ya sürgün edildi ya da köle yapıldı. Köleler, efendileri adına zafer anıtları yapmak için çalıştırıldı.

Bütün bunları nasıl bildiğimizi sorabilirsiniz? Asur kralları bütün bunlarla övünürdü. Kil tabletlerde ve büyük frizlerde zaferlerinden oluşan propaganda resimleri yapıldı. Derisi yüzülenler… Kazığa oturtulanlar… Sürgün edilenler… Ninova sarayı’nın duvarlarında bu vahşet tabloları sergilenirdi.

[9] “Ayhan Çarkın’ın sözlerine dudak bükenler, Susurluk’ta nelerin kapatıldığını bilmiyor demektir.” (Cüneyt Özdemir, “Leoparın Kuyruğunu Tutma!”, Radikal, 25 Mart 2011, s.8.)

[10] Enis Tayman, “Alacakaranlık ve Acı Dolu 10 Yıl”, Radikal, 4 Aralık 2011, s.24-25.

[11] Eyüp Can, “Al Sana Somut Delil”, Radikal, 20 Aralık 2011, s.4.

[12] Mahmut Oral, “Ölümün İmgesi Beyaz Toros”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2012, s.7.

[13] Mehveş Evin, “Ferhat”, Milliyet, 3 Ağustos 2013, s.7.

[14] İsmail Saymaz, “Çoban Nezir’e Komutan Emriyle İnfaz”, Radikal, 24 Temmuz 2013, s.10.

[15] Kemal Göktaş, “Çocukları Öldürüp Kuyuya Attılar”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2015, s.14.

[16] İsmail Saymaz, “Altı Köylüyü Öldürüp Gömmüşler”, Radikal, 8 Eylül 2013, s.10.

[17] Mesut Hasan Benli, “Anne-Babası Kemiklerini Bile Göremedi”, Radikal, 22 Temmuz 2013, s.12-13.

[18] Mesut Hasan Benli, “Faili Meçhul Çukurunda İki Kardeş”, Radikal, 8 Mayıs 2013, s.10-11.

[19] Yıldırım Türker, “Geçmişin Kemikleri”, Radikal İki, 14 Kasım 2004.

[20] Kemal Göktaş, “Korku Filmi Gibi Köy Baskını”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2015, s.7.

[21] Mahmut Oral, “348 Toplu Mezar, 4 Bin 201 Ceset”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2014, s.13.

[22] “Battaniyeye Sarılı Kemikler Bulundu”, Radikal, 3 Ocak 2014, s.7.

[23] “Bitlis’te Toplu Mezar”, Cumhuriyet, 1 Eylül 2012, s.7.

[24] Mahmut Oral, “Dargeçit Kazısında Kemikler Çıktı”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2012, s.6.

[25] İsmail Saymaz, “Devletin 19 Yıllık ‘Efeoğlu Yalanı’…”, Radikal, 20 Eylül 2011, s.18.

[26] “Faili Meçhul Çoktu, Bilemem”, Taraf, 11 Mart 2012, s.13.

[27] Mahmut Oral, “Suikast İzni İstemiş”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2014, s.8.

[28] “Sabahat’ı Öldürdüm”, Radikal, 11 Mayıs 2012, s.10-11.

[29] Gökçer Tahincioğlu, “Resmi Gazete’deki ‘Tecavüz’…”, Milliyet, 27 Aralık 2015, s.16.

[30] Alican Uludağ, “Çatlı’ya 15 Yılda 9 Pasaport”, Cumhuriyet, 22 Mart 2011, s.6.

[31] Evrin Güvendik, “Mehmet Ağar: İşkence Sert Sorgu Yöntemiydi”, Sabah, 11 Kasım 2012, s.22.

[32] Önder Yılmaz, “Kontrgerilla Terörü Önlerdi”, Milliyet, 11 Kasım 2012, s.29.

[33] Mesut Hasan Benli, “Susurluk’u Ağar’a Sorun”, Radikal, 13 Ekim 2011, s.16-17.

[34] “Susurluk’un Anatomisi”, Radikal, 25 Mart 2011, s.22-23.

[35] Serpil İlgün, “Belma Akçura: Derin Devlet Kendi İçindeki Bir Grubu Tasfiye Etti”, Evrensel, 12 Ağustos 2013, s.14.

[36] Eşinin katli olayının aydınlatılmasını isteyen Güldal Mumcu’ya Mehmet Ağar’ın söylediğini hatırlayalım: “Hanımefendi, bir tuğla çekilirse bütün duvar yıkılır. Benden bunu beklemeyin!” (Baskın Oran, “Bir Tuğla Çekildi mi?”, Radikal İki, 25 Eylül 2011, s.7.)

[37] Mesut Hasan Benli, “Yardımcı Değil Çetenin Reisi”, Radikal, 5 Kasım 2011, s.12-13.

[38] Kemal Göktaş, “Mehmet Ağar 1 Yıl Sonra Serbest Kaldı”, Vatan, 30 Nisan 2013, s.14.

[39] BBC Arapça servisiyle ‘The Guardian’ gazetesi, WikiLeaks belgelerinden çıkan bilgileri kullanıp uzun bir araştırma sonucunda Irak işgali sırasında sistematik işkence yapan Amerikalı görevlilerin 1980’lerdeki Kirli Savaş döneminde El Salvador ve Nikaragua’da aynı eylemleri yaptığını ortaya çıkardı.

Habere göre Kirli Savaş’ta rol oynayıp özel kuvvetlerden emekli olan iki albay; James Steele ve James Coffman, Irak’ta da benzer bir görev üstlenmiş. İki emekli işkencecinin Irak’taki faaliyetlerine tanık olanlar 8 elemanlı bir sorgu komitesinden bahsediyor. Bu komitenin faaliyetleri arasında elektrik verme, ayaktan asma, tırnak çekme, kabloyla işkence gibi yöntemler söz konusu.

Anlatılanlara bakılırsa ABD’lilerin Irak’a taşıdığı işkence yöntemleri Kirli Savaş dönemiyle büyük benzerlik gösteriyor. Fakat işkencenin kıtalararası yolculuğu bununla sınırlı değil. Kirli savaş döneminde Latin Amerika’daki darbecilerin, işkence yöntemleri konusunda bir esin kaynağı daha var: Emekli Nazi subayları. İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Şili ve Arjantin’e kaçan Nazi subaylarıyla cunta liderleri arasındaki ilişki sır değil.

Bu Nazilerin en ünlülerinden biri Paul Schaefer’di. Bir Nazi subayı olarak kaçtığı Almanya’dan Şili’ye sığınan Schaefer, orada Lutheryan bir dini lider rolüne soyundu. İnançları ve çevresine topladığı ‘elitler’ sayesinde Şili’de komünizmle mücadeleye aktif destek verdi. Bu sayede devletten kendi kolonisini kurma izni aldı. ‘Colonia Dignidad’ ismini verdiği özerk bölgede, tıpkı ABD’nin Amish’leri gibi dünyadan bağlantısız bir cemaat oluşturmaya çalıştı. Tabii Şili’nin buna izin vermesi boşuna değildi. Schaefer, darbe günlerinde Pinochet yönetimine Nazi deneyimiyle hizmet etti. Nazilerin sığınağı hâline gelen koloniyi bir işkence merkezi olarak kullandı.

Schaefer 2006’da 25 çocuğa cinsel istismardan hüküm giyinceye kadar Şili’de rahatça yaşadı. Yani Irak’ta ortaya çıkan sistematik işkence Latin Amerika’daki Kirli Savaş’tan esinlenirken, oradaki işkencenin kaynağında da Nazi Almanya’sını görmek mümkündü. Benzer yöntemlerin farklı sonuçlarıydı. ‘The Guardian’ ve BBC’nin haberinde zikredilen yöntemler Türkiye için de yabancı sayılmaz. Sistematik işkence Türkiye’de özellikle darbe ve kirli savaş döneminin imzası gibi kabul edildi. (Gökçe Aytulu, “Bana İşkencecini Söyle…”, Radikal, 10 Mart 2013, s.25.)

[40] “İsmet Sezgin: Devlet Hizbullah’a Göz Yumdu”, Hürriyet, 5 Eylül 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29992757

[41] RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) 70’li yılların Almanya’sında bir şiddet örgütüydü. Bombalar patlatıyor, Nazi dönemine dayanan geçmişleri kanlı, iri kıyım işadamlarını, finans baronlarını, bu arada onların polis memuru korumalarını öldürüyorlardı. Anderas Baader, Gudrun Enslin, Ulrike Meinhof, Irmgard Möller ve Jan Karl Raspe’den oluşan önder kadro tutuklandı ve yalnız Federal Almanya’nın değil belki de yeryüzünün en iyi korunan, yüksek güvenlikli Stammheim Hapishanesi’ne kondular.

RAF’ın ikinci takımı, arkadaşlarını kurtarmak için Alman İşverenler Derneği Başkanı, Nazi eskisi Schleyer’i kaçırdılar. Ardından 4 Filistinli gerilla yine RAF önderlerinin serbest bırakılması için Lufthansa yolcu uçağını kaçırıp Mogadişu Havalimanı’na indirdiler. Alman hükümeti uzlaşmayı reddetti.

Tuhaf bir kriz oturumu düzenlendi. Oturuma Başbakan, İçişleri ve Dışişleri bakanları, ana muhalefet lideri ve Münih Belediye Başkanı katıldı. Bu ekibin ne yasalarda, ne anayasada yeri yoktu. Bir karar verdiler: 1977’nin 17 Ekim’ini 18 Ekim’e bağlayan gece yarısında Alman anayasası 15 dakikalığına askıya alındı. O 15 dakika içinde Mogadişu’daki uçağa Alman Özel Harekât Timleri baskın düzenlediler ve dört kişi öldürdüler. Aynı dakikalarda Stammheim Hapishanesi’nde Andreas Baader, Gudrun Enslin ve Jan Karl Rasper tabanca kurşunları ile vurulmuş olarak, Irmgard Möller ise dört yerinden bıçaklanmış olarak bulundular. İlk üçü ölmüştü. Möller ise çok ağır yaralıydı.

Alman medyası ertesi sabah RAF önder kadrosunun Mogadişu baskınının başarısızlığından dolayı intihar ettiklerini yazdı. Dev bir medya kampanyası ile bütün dünya bu intihara inandırıldı. Stammheim gibi bir hapishaneye denetim dışı sinek bile giremezken üç tabancanın nasıl girdiğini, mermi seslerinin neden duyulmadığını soranların sesi bastırıldı. Adli tıp biliminin temel ilkesi “İntihar etmek isteyen kendini sadece bir defa bıçaklayabilir. İkinci ve daha fazla bıçaklama bilimsel olarak mümkün değildir” der. Oysa Irmgard Möller tam dört ölümcül bıçak yarası almıştı. Bu da sorulamadı… O geceki oturumun tutanağı hâlâ devlet sırrı olarak ulaşılamazlık taşıyor. (Aydın Engin: “Devlet Terörü Olmaz Öyle mi? Hele Bir Okuyun Bakalım…”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2015, s.15.)

[42] “Teşekkür Belgeli Katil”, Gündem, 6 Şubat 2015, s.5.

[43] “Ölüm Listesinin Adı ‘Müteahhit Çizelgesi’…”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2015, s.5.

[44] Ömer Şahin, “O MGK’da 1200 Kişilik Liste Vardı”, Radikal, 13 Aralık 2011, s.13.

[45] Alican Uludağ, “Al Sık, Siftah Yap”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2014, s.7.

[46] Mesut Hasan Benli, “Zirvede En Sıcak Anlar”, Radikal, 24 Eylül 2011, s.10-11.

[47] “224 Toplu Mezar; 3 Bin İsimsiz Kayıp”, Gündem, 31 Mayıs 2014, s.5.

[48] “JİTEM’ciden Kanlı İtiraflar”, Evrensel, 27 Temmuz 2011, s.7.

[49] Mesut Hasan Benli, “Kızıltepe’de 15 İnsan Kemiği Bulundu”, Radikal, 25 Nisan 2013, s.16.

[50] Mesut Hasan Benli, “Savcı: JİTEM Devletle Bağlantılı”, Radikal, 18 Temmuz 2013, s.12-13.

[51] Hüseyin Ali, “Roboskî AKP Hükümetinin Kimliğidir”, Gündem, 26 Aralık 2014, s.9.

[52] İHD Diyarbakır Şubesi, 2009-2014 yılları arasındaki 5 yılda 110 kişinin sınır hatlarında vurularak öldüğünü, 130 kişinin kalıcı fiziksel hasarlarla karşı karşıya kalacak biçimde yaralandığını açıkladı. (“Sınır Gerçeği: 5 Yılda 110 Kişi Öldürüldü”, Evrensel, 26 Aralık 2014, s.8.)

[53] “Roboskî Katliamı: Yüz Yıllık Bir Yara”, BasHaber Gazetesi, 28 Aralık 2014… http://basnews.com/tr/opinion/2014/12/28/Roboskî-katliami-yuz-yillik-bir-yara/

[54] ‘Adliyede Uludere Dosyasını Kapattınız, Vicdanlardaki Dosyayı Nasıl Kapatacaksınız’, Hürriyet, 28 Aralık 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27856873.asp

[55] Cumhur Daş-Vecdi Erbay, “Ben 34 Kişinin Faili Olsam Cumhurbaşkanı Olmazdım”, Evrensel, 30 Aralık 2014, s.7.

[56] Genelkurmay’ın MİT’i suçlamasının ardından, Roboskî dosyasına ‘Tüm komutanların grubun terörist olmadıklarına’ dair verdikleri ifadeler de girdi. Buna rağmen bombardıman yapıldı. (Kemal Göktaş, “Komutanım Bunlar Kaçakçı”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2015, s.12.)

[57] “Adalet Bakanlığı’ndan Skandal Roboskî Görüşü: Öldürsek de Haklıyız”, Birgün, 23 Ocak 2015, s.9.

[58] Mahmut Oral, “Roboskî’de Adalet Bekleniyor”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2015, s.13.

[59] Perihan Kaya-Beritan Elyakut, “Roboskî: ‘Kusursuz’ Katliam Yok Hükmünde Adalet”, Gündem, 26 Aralık 2014, s.14.

[60] Cumhur Daş-Vecdi Erbay, “Devlet Karnımdaki Çocuğu da Öldürdü”, Evrensel, 29 Aralık 2014, s.9.

[61] “Roboskî Anmasına Uzaklaştırma Cezası”, Evrensel, 9 Şubat 2015, s.3.

[62] “Roboskî’ye Adalet Talebi: Failler Ankara’da Korunuyor”, Gündem, 2 Mart 2015, s.6.

[63] Mehmet Aslanoğlu, “Kürt Gerçekliğinin Ta Kendisi”, Evrensel, 29 Aralık 2014, s.9.

[64] A. Hicri İzgören, “Budur Katlimize Sebep Suçumuz”, Gündem, 3 Aralık 2015, s.15.

[65] http://www.telgrafhane.com/basliklar/guncel/2590

[66] “Kayıtdışı İşkence Birimi”, Taraf, 27 Ocak 2013, s.12.

[67] Akif Beki, “Gladyo Bir Yalan mıymış?”, Radikal, 19 Şubat 2013, s.10.

[68] Bahadır Özgür, “En Büyük Sorun Temel Kurumlardaki Sızmadır”, Radikal, 17 Şubat 2013, s.19.

[69] Emre Soncan, “Eşref Bitlis Öldürüldü”, Zaman, 25 Eylül 2010, s.15.

[70] “Cezai Ehliyeti Tam Değil”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2011, s.7.

[71] Mesut Hasan Benli, “Susurlukçu Polislere Tahliye”, Radikal, 15 Aralık 2011, s.12-13.

[72] “MİT JİTEM’ci Katilleri Gizliyor”, Gündem, 22 Aralık 2015, s.5.

[73] Ahmet İnsel, “Yargı Görünümlü Mafya İçi Hesaplaşma”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2015, s.13.

[74] Kemal Göktaş, “Cezaların da Faili Meçhul… Cizre JİTEM Davasında Bütün Sanıklara Beraat”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2015, s.12.

[75] Mahmut Oral, “JİTEM de Sıfırlanıyor”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2015, s.7.

[76] A. Hicri İzgören, “Adalet Yoksa Devlet Yoktur”, Gündem, 17 Aralık 2015, s.15.

[77] Hikmet Çetinkaya, “Hukuk Devleti Nerede?…”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2015, s.5.

 

101. YILDA 100. YIL İÇİN NOTLAR [1]

Ermeni Soykırımı’nın 101. yılında 100. yılına dair söylenmesi gerekenlere nereden başlamalı?

Herkesin bu konuda farklı bir tercihi olabilir; benimki de farklı.

Bir zamanlar dillere pelesenk olan bir “Müzeyyen Senar Şarkısı”yla başlayacağım: “Kimseye Etmem Şikâyet/ Ağlarım Ben Hâlime”…

Çok kimse bilmez; bu şarkının bestecisi de, söz yazarı da Üsküdarlı Kemençeci Ermeni Onnik Efendi’nin Oğlu Kemani Sarkis Suciyan’ı!

Kemani Sarkis Efendi 1885’te İstanbul Beşiktaş’ta doğar. Babasından ve ailesinden dolayı musikiye çok yatkın bir sanatçıdır. 1910’a gelindiğinde İstanbul genelinde çok nam salmış biridir artık. 1915 Soykırımı yaşandığında otuz yaşındadır. Öyle bir travmaya, trajediye tanıklık eder ki, soykırım sonrasında içine kapanır. 1920’li yıllarda adı anılan “Kimseye Etmem Şikâyet” şarkısının sözlerini yazar. Garip bir ruh hâli içinedir Kemani Sarkis Efendi. “Yalnızlık” ve dahi “Sahipsizlik” hayatının bundan sonrasına yön verecektir. İşte tam da böylesine çaresizlik ortamında yazar şarkının sözlerini:

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime/ Titrerim mücrim gibi, devri istikbalime/ Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime/ Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime…”

Evet Kemani Sarkis Efendi 1921’de devrin taassup İstanbul’unda hiçbir gelecek görmeyen, görmediği içinde terk-i diyar edip Paris’e yerleşmeye karar veren bir Ermeni sanatçı; bir soykırım mağdurudur…

Müzeyyen Senar’ın sesinden “Kimseye Etmem Şikâyet”i diyenlerin kaçı bundan haberdardır 2015’de acaba?

Gerçekten de ‘The New York Times’ın, ‘Türkiye’nin İnatçı Unutkanlığı’ başlıklı yazısında, “En büyük tehlikenin soykırım ifadesini kullanmak değil; 100 yıl önce yaşananları inkâr etmek olacağı”nın altını çizdiği bir ufukta; hiç birimizin unutmaması gerek: Tarihin karanlık yüzüyle karşılaşmak, hiçbir toplum için “kolay” ve sancısız değil.

Öncesiyle 2015’de hâlâ çektiğimiz bu sancıları, önümüzdeki kesitte de artarak çekeceğiz; akıntıya kürek çekeceğiz; çekmemiz gereken o yere kadar.

Bu çabayı ‘futil’ ya da ‘futilite’ olarak mahkûm etmeye kalkışmayın[3] ve H.Ç. rumuzunu kullanan bir Ermeni’nin, ‘Birgün’ gazetesinin sorusuna verdiği, “Çok üzülerek söylüyorum sevgili Hrant yaşarken ‘yapamadığını’, ölerek başarmıştır,”[4] yanıtını anımsayın yeter!

Biliyorum bu da kolay değil; hele hele Ingeborg Bachmann’ın ‘Ağustosböcekleri/ Die Zikaden’ oyununda tasvir ettiği adada yaşarken!

Ingeborg Bachmann’ın oyunu, bir adanın tasviri ile başlar. Tuhaf bir adadır aslında burası. Hep birileri gelir, ama gelenlerle birlikte ortalık sanki daha bir tenhalaşır. ‘Ağustosböcekleri’ diye anılanlar, insandır aslında. Fakat insanca yaşamayı, insanı ancak sevmenin, sevebilmenin, hemcinslerinden ancak hiçbir ayrımcılığın tuzağına düşmeden sorumlu olabilmenin insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklara dönüşmüşlerdir. Yaşamanın hiç ayrım yapmaksızın her insandan sorumlu olmak anlamına geldiğini görmezlikten gelip sevmeye son vermişler ve hiçbir insanca duyguya seslenmeyen şarkılarla oyalanmaya koyulmuşlardır.

Bachmann’ın oyunundaki ada, insanların 2015’deki, bugünkü dünyasıdır. Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içersinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin gittikçe azaldığı, birbirlerinin yanından geçip gitmekle yetinenlerin bunu birlikte yaşama sandıkları, sevgiden bütünüyle yoksun bir dünya.[5]

Ermeni Sorunu’nun meselesi de bugünün dünyası ve insan(cıklar)ıyla ilintilidir.

Hani Onat Kutlar’ın dediği gibi: “Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış.

Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğuyla dolanıyoruz.”

“Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumları ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu…”[6]

 

TARİH VE RESMÎ OKUMALARI

 

Tarih meselesinin, bir yerde, okuma sorunu olduğu kanısındayım.

2015’de biz, Ermeni Soykırımı’ndan bahsederken; “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı’nın yayınladığı bir sunuş yazısında şöyle deniyordu: ‘Ermeni tahrik ve ihanetleri sonucu zorunlu olarak alınan tedbirler kapsamında tehcir gerçeklerin aynasında değil de gerçekliğin saptırıldığı aynalarda görülmek isteniyor.’ Hava korgeneral Erdoğan Karakuş imzalı bu söylemle Dr. Nazım’ın söylemleri, Kılıçdaroğlu ve Tayyip Erdoğan’ın söylemleri hiçbir fark taşımamaktadır. Resmi tarihi de işte bu anlayış belirlemiştir. O nedenledir ki sürekli, ‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ derler. Onların sözünü ettiği tarihçiler, devletin resmi tarihini yazan tarihçilerdir. Tarih ise, egemenlerin tarihini yazan tarihçilere bırakılamayacak kadar suçlarla doludur.”[7]

Yani onlar tarihi, bulundukları yerden, iktidar prizmasından okurlar. Bunun için de “klasik” (ve herkesi acı, acı güldüren) şu tür yalanlara sarılırlar: “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler, 1915 olaylarında yaşananların fazla bilinmeyen yüzünü de ortaya koyuyor.

Belgelerde, Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve arazilerinin korunmasından, nakiller sırasındaki şartların Osmanlı askerlerine sağlanan şartlarla aynı olmasına yönelik birçok bilgi bulunuyor. Ermenilere kötü muamelede bulunanların Divanı Harp’e gönderilecekleri de göze çarpan bir başka belge olarak yer alıyor.”[8]

“Ama”lı, “Fakat”lı söylemlere sarılıp, “1915’te ne oldu sorusuna, gözlerimizi, kulaklarımızı ve vicdanlarımızı kapayamayız,” diyerek devletçilikten bir milim geri atmayan Emre Kongar,[9] Nilgün Cerrahoğlu,[10] Mustafa Balbay,[11] Taha Akyol,[12] vb’leri “entelektüel iyi polis”i oynarken; “Vatikan’ın ardından Avrupa Parlamentosu da 28 yıl aradan sonra bir kez daha soykırımı öngören kararı kabul etmeye hazırlanıyor. AKP, MHP, CHP milletvekillerinden oluşan bir heyet son dakikada Brüksel’e gitti. Karar geçerse Ankara, ‘Bizim için yok hükmünde’ diyecek,”[13] biçiminde formüle edilenler de “politik kötü polis”liğe soyunurlar…

Ancak ne, nasıl yapılmak istenirse istensin veya tarih egemen okunuşundaki üslup ne olursa olsun; “Bu bir soykırım değil. Soykırımdan da beter” vurgusuyla ekler Gürsel Göncü: “Bu bir tarihten-coğrafyadan silme girişimi. Bu sadece bir Teşkilât-ı Mahsusa operasyonu değil, dedelerimizin bizzat ya da dolaylı katıldığı bir toplumsal linç hadisesidir.”[14]

Evet, 1915’te başlayan tehcirlerin koşulları daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri değil, Doğu Anadolu’daki tüm Hıristiyanları kapsayacak şekilde genişledi. Söz konusu tehcirler yeniden iskân olunarak düşünülemezdi. Çünkü belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı gibi bu yerlere ulaşabilenlerin sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde ya da dışında, hemen diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda ölmüş ya da öldürülmüştü. Öldürülenlerin çoğu erkekti. Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu.

Bu kafilelere de sürekli saldırılıyor, kadınlar tecavüze uğruyor, çocuklar kaçırılıyordu. Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek, su ve barınak sağlamak için hiçbir tedbir almamışlardı. Buna karşılık üst düzey memurlar ve yerel siyasetçiler ölüm mangalarını harekete geçirmişlerdi. Bu gruplar tehcir edilenlerin mallarına el koyuyor, bir bölümünü dâhiliye nezaretine gönderirken, bir bölümünü zimmetlerine geçiriyorlardı. Mezalim şeklinde cereyan eden tehcirin bu hâli alması Almanları dahi rahatsız ediyordu.

Yapılan tehcirler nüfus mübadelesi değildi. İngiliz sosyal tarihçi David Gaunt’un belirttiği gibi bu tehcirlerin amacı özgül bir nüfusu tamamen özgül bir alandan çıkarmaktı. Hızla yapılması istendiğinden gözdağı, şiddet ve zulüm unsuru artıyordu. Yeniden iskân gibi bir amaç taşınmadığından tehcir edilen nüfusun nereye gittiği ya da fiziken yaşayıp yaşayamayacağı, yönetimi de orduyu da ilgilendirmiyordu. Ermenilerin sahip olduğu gelişmiş derecedeki kültür ve uygarlık onlara yapılan bu mezalimi dünyanın gözünde çok daha korkunç hâle getirmişti. Talat Paşa yanılgı içinde son noktayı şöyle koyuyordu; “Artık Ermeni sorunu diye bir şey yok.”

Buncasına karşın 1915’te ne olup da Ermeni nüfusunun bu topraklardan söküldüğünün adını koymaya sıra geldiğinde, sıklıkla “Bu işi tarihçilere bırakmak lazım” önerisi yükselir. Ama nedense buradaki tonlama, bilime duyulan güvenden çok minder güreşi davetini anımsatır. Sanki (o dönem literatürde zaten yer almayan, hatta karşılığını bulduğu için ilk kez buradan isimlendirilen) “soykırım” ancak bu kelimeyle, tek bir resmi belgede imzalı hâlde geçince ispatlanabilirmiş gibi bir eğilim mevcuttur. Bu yoksa “tarihi belgesi” eksik kalacaktır!

Ama siz “İster ‘soykırım’ deyin, ister ‘soysürgün’, ister katliam, Ermenilerin bu topraklarda varlığı sona erdirildi. Müslüman halk da bu esnada büyük kayıplar verdi, ama çoğu kendi yöneticilerinin onları sürüklediği savaş nedeni ile, dahası topyekûn kovulup yok edilen, mallarının üzerine oturulan Ermeniler oldu.”[15]

Yani sermaye Türkleştirildi!

Böylelikle de İttihat ve Terakki’nin 1915’lerde programlaştırdığı Türk milliyetçiliği ekonomi politiği, cumhuriyetle kalıcılaştı. “Tek dil, tek millet ve tek kimlik” zihniyeti gereği Türk kimliğini hâkim kılmak ve “öteki”ni tasfiye etmek politikası aynen icra edile geldi…

Yani İttihatçı hükümetin 1915’te temellendirdiği, milleten Türk ve dinen Sünnî Müslüman olmayanı demografik ve ekonomik yapıdan tasfiye etme politikası, Cumhuriyet’le kalıcı hâle getirildi. On binlerce evin, tarlanın, bahçenin, arsanın Müslüman-Türk’e transferi sağlandı. Bu mülkler yeni sahipleri adına tapulandırıldı. Böylece T.“C”, elindeki resmi tapu kaydını deldi.

İttihat ve Terakki mirasçısı T.“C” ağır basan özelliği her zaman milliyetçi yüzü oldu. Daha 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde “Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi siyaseti teşebbüs-ü şahsi (=özel teşebbüs) esasına dayanır” ilkesini benimseyerek, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile “devlet fideliğinde kapitalist yetiştirme”nin kapısı aralandı. Ardından İttihat Terakki’nin Anadolu’yu ve sermayesini Türkleştirme siyaseti benimsendi ve inkârcılık resmi devlet politikasına dönüştürüldü. 1938 Trakya’daki Yahudilere yönelik saldırılar, 6-7 Eylül’de, ardından 1964 ve 1974’te Rumların tasfiyesi aynı uğursuz sürecin halkalarıydı…

Bunlar böyleyken; hâlâ “Arşivleri açalım”, “1915 yılında olan ‘şey’in adını koymayı tarihçilere bırakalım,” denmesine gelince… Bunlar, “şey”in adını “Ermeni soykırımı” olarak koymak istemeyenlerin öne sürdüğü itirazlar. Tutum bazen bilinçli bir siyasi direnişten, bazen de o “şey”in temel özelliğini kavrayamamış olmaktan kaynaklanıyor.

Kim inkâr edebilir ki, 1915 yılında bir “şey” oldu! Bu kesin. “Çok sayıda” insanın yaşamına mal olan kötü bir şeydi bu da… Bu “şey”in, bir “özne” tarafından ne kadar örgütlü, planlı olarak yapıldığı tartışılabilir. İttihat ve Terakki “bir örgütten ziyade bir liderlikler, örgütler toplamıydı”, “büyük çaplı harekâtlar düzenleme yeteneğinden de yoksundu” iddialarını, Alman devletinin bu “şey” olurken Osmanlı askeri yapılarının içinde büyük, hatta kimi zaman belirleyici bir yeri olduğuna ilişkin saptamaları da göz önüne almak gerekir.

Bunlarla, daha çok sayıda benzer sorularla, belirsizliklerle o “şey”in adının konulması arasındaki ilişki çok zayıftır. Bu belirsizliklerin, soruların aşılması için arşivlere başvursak, cevapları bulmayı tarihçilere bıraksak sonunda karşımıza bir sürü yeni olgu, soru ve belirsizlik gelecektir. Ancak bir “adım” atarak “adını” koyacak kararı alma sorunu yine ortada kalacaktır. O adımı atarak o kararı o zaman alacak olanlar, bugünkünden daha avantajlı ve kolay bir “işle” karşı karşıya olmayacaklardır.

Çünkü o “şey”e adını koymak, bilgilerle değil bir “hakikât”le ilgilidir. Hakikât bilgiden farklı bir şeydir, var olan bilgi sistemi içine sığmaz, farklı önkoşullara sahiptir.

1915 yılında bir “şey” oldu. Bu “şey”, felsefi olarak tam anlamıyla bir “olay” kategorisine girer. Beklenmedik bir şeydir, ilk kez olmaktadır, büyük bir toplumsal sarsıntıya ilişkindir. O sarsıntıyla yok olanların izleri hâlâ olayın “yerinde” görülebilmektedir. Bu sarsıntı, içinde olup da hayatta kalanların yaşamlarını, öznelliklerini altüst etmiş, bu hakikâte daha sonra ulaşanların hayatlarını olmasa bile öznelliklerini altüst etmeye devam eden bir travma yaratmıştır.

Bu “olay” kendi hakikâtini, bu hakikâte sadakat ilan eden kendi insanını yaratmış, “Yahudi Soykırımı” yaşandıktan, evrensel bir tanım oluştuktan sonra da bu sadakat, geriye doğru “Hah işte bu! Benim adını koyamadığım bu büyük felaketi ancak bu tanımlar” diyerek bu “olayın” adını “soykırım” olarak koymuştur. Her olaydan sonra olduğu gibi, “adını koyanlar” bu ada sadakat beyan edenler, bunu evrenselleştirmek için mücadele etmeye başladılar. Kimliğini bu “olayın hakikâti” etrafında inşa eden kuşaklar yetişti. Bir başka grup da bu “olay” olmadı diyerek aksini savunmaya başladı. Bir üçüncü kesim de “bilinemezliklere” sığınmayı tercih etti, kararını erteledi.

Bu “hakikât” bugün Ermeni halkının/ ulusunun, kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hakikâti tanımak Ermeni ulusunu/kimliğini tanımakla aynı anlama gelmektedir. Ermeniler vardır! Ermeni kimliğini tanımamak, gerçekliği inkâr ederek yaşamaya karar vermek anlamına gelecek patolojik bir duruma açılmaktadır.

1915’te olan “şeyin” adını koymak hakikâte ilişkin bir karar, ahlâki kaygılarla atılmış bir adımdır. 2015 yılında, bu adımın, bu kararın, arşivlerden çıkacak olgularla, tarihçilerin bulacakları bir belgeyle; adını koymanın ekonomik, siyasi, jeopolitik sonuçlarıyla ilgisi yoktur.

Ermeniler yalnızca insan haklarının soyut insanı olarak değil, esasen tarihsel, kültürel, siyasi, ekonomik bir varlık olarak vardır. Bu nedenle artık sayıları gittikçe artan bireyler, esas olarak ahlâki, devletler de jeopolitik kaygılarla Ermeni kimliğini tanıma, “olayın” hakikâtini kabul etme, olayın insanının koyduğu “soykırım” adını benimseme noktasına gelmektedir.[16]

Bir şey daha: Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir. Somut sonuçları olan kanlı ve utanç verici sayfaların deşifrasyonudur. Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî sonucudur.

  1. yılda, Ermeni Soykırımı’nın sermayenin Türkleştirilmesi olduğunun altını çizip, Türk milliyetçiliğinin marifetlerini deşifre edemedik!

Ermenistan Diaspora Bakanı Hranush Hakopyan’ın altını çizdiği üzere:

“Sadece 1895-1896 yılları arasında Sultan Hamid yönetimi 300 bin Ermeni’yi öldürdü. Bu süre içinde yaklaşık 100 bin Ermeni Rusya’ya, 200 bin Ermeni de ABD ve Avrupa’ya göç etti,” vurgusuyla Hakopyan; 1915-1923 tarihleri arasında 1.5 milyon Ermeni’nin tehcire zorlandığını, öldürüldüğü ve 1918-1921 tarihleri arasında 77 bin Ermeni çocuğun yetim kaldığını ifade ederek ekliyor:

“Soykırım’da 1.5 milyon kadın, erkek, yaşlı ve çocuk öldürüldü. 66 şehirde 2500 köydeki Ermeni malları yağmalandı ve yok edildi. Paris Barış Konferansı’nın verilerine göre 19 milyon 130 bin 982 Frank, yani bugünün parasıyla 3 Trilyon dolarlık zarar yaratıldı”![17]

 

ADANA’DAN 1915’E SOYKIRIM: YAĞMA, YIKIM, KATLİAM

 

Öncesi de var; ancak 1915’in işaret fişeği 1909 Adana’sı oldu!

Adana’nın 550 binden biraz fazla olan nüfusunun 60 bin kadarı Ermeni, 25 bini Arap, 10-15 bini Rum, 450 bin kadarı da Türk’tü. Ancak bu kesimler arasında en zengini pamuk tarımı ve ticareti elinde tutan Ermenilerdi. Adana’da Ermeni nüfus yoğun olmasına karşın II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları’nın 1894-1896 dönemindeki Ermeni nüfusa yönelik kanlı saldırıları bu bölgeye ulaşmamıştı.

1908’de Abdülhamit’in devrilmesi ve Meşrutiyet’in ilanıyla gelen “eşitlik ve özgürlük” bir yanıyla coşku ve sevinç bir yanıyla da memnuniyetsizlik kaynağıydı. Türkler egemenliklerini yitirmekten dertliydi. Ermeniler ise ayrımcılığın sürmesinden şikâyet ediyor, daha fazla hak istiyordu.

13 Nisan’da, 1908 Devrimi’yle iktidara gelen İttihat Terakki’yi devirmek isteyen İslâmcı, saltanatçı, liberal çevreler İstanbul’da “31 Mart Ayaklanması”nı başlattı. Aynı gün Adana’da iki Ermeni gencin öldürülmesiyle Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmalar başladı.

Adana’da olaylar patlak verdiğinde Müslümanların dükkânlarına zarar gelmemesi için tebeşirle işaretlenmiş, hükümet yetkilileri dahil bütün Müslümanlar fes yerine sarık giymiş, Payas Hapishanesi’nden üç bin tutuklu silahlandırılarak salıverilmişti. Bu nedenle Ermeniler olayların planlı ve kasıtlı olduğunu savundu. Türklere göre ise olaylar Kilikya Ermeni Krallığı’nı diriltmek isteyen Ermenilerin kışkırtmasıydı.

Ayşe Hür’ün ifadesiyle, “Ermeniler, 31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu olaylara müdahale edecek diye ikna edilerek ellerindeki silahları yerel yöneticilere teslim ettikten sonra katliam şiddetlenmiş, 23 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu’nun bir bölüğü şehre girdiğinde ise ortalık kan gölüne dönmüştü. Şiddet olayları buna rağmen durmadı. Sadece Adana’da değil Misis, İncirlik, Ceyhan, Osmaniye, Tarsus, Kozan kazalarında da sürdü. 25 Nisan’da Adana’da bazı Ermeni gençlerinin askerî kışlaya silahlı saldırıda bulunması üzerine Adana’da yeni bir alevlenme yaşandı. Ardından kan gövdeyi götürdü.”

Adana’da 2 bine yakın Türk (bu sayıda bütün Müslüman unsurlar Türk diye anıldığı için Kürtler de dahil olabilir), 20-30 bin civarında da Ermeni öldürüldü. Ermeni mahalleleri yerle bir edildi. Ermenilerin Abdülhamid karşısında müttefik saydıkları İttihat ve Terakki’nin temel amacı devleti sağlama almaktan başka bir şey değildi. 1909’daki bu işaret karşısında İttihatçılarla bir kez daha uzlaşmanın yollarını arayan Ermenileri 1915 faciası, katliamı bekleyecekti.[18]

Adana’nın ardından savaşın arifesinde İttihat ve Terakki yönetimi, Yunanistan’a nüfus mübadelesi teklifinde bulundu, ama cevabını bile beklemeden “etnik temizlik” hareketine girişti. Teşkilât-ı Mahsusa elemanları, Rum köylerini basarak gençleri angarya işi yapan Amele Taburları’nda topladılar ve birçoğunun da ölümüne sebep oldular. 1914 yılında 100 binden fazla Rum’un Yunanistan’a sığındığı sanılmaktadır. Sonraki yıllardaysa askerî bahanelerle Anadolu’nun birçok kentindeki Rumlar mallarını mülklerini alamadan sürüldüler. Büyük işkence ve kayıplara maruz bırakıldılar.

Asıl “etnik temizlik” Enver Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa ve Sultan V. Mehmet Reşat imzasıyla çıkarılan 27 Mayıs 1915 tarihli kötü ünlü Tehcir Kanunu’nun, savaş bölgesindeki bütün Ermenilerin Suriye çöllerine yerleştirilmesini öngörmesi ile başladı. İttihatçılar eliyle yukarıdan örgütlenen bu soykırım girişiminde[19] Osmanlı yurttaşı 600.000 ile 800.000 arasında Ermeni’nin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.[20]

Hâlen tartışma konusu olan bu rakamların daha altta ya da üstte olması, çoluk çocuk demeden askerler ve özel görevlilerce öldürülen, kimi açlıktan ve hastalıktan yollarda kırılan böyle bir insanlık trajedisinin esasını değiştirmezken; Eric J. Hobsbawm da bu konuda şunları söylüyordu: “Kitle hâlinde kovma, hattâ jenosid ilk kez I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’nın güney ucunda, Türklerin 1915’te Ermenileri kitle hâlinde yok etmeye koyulmaları ve 1912 Yunan-Türk Savaşı’ndan sonra, 1.3-1.5 milyon Rum’un Homeros devrinden beri yaşadıkları Küçük Asya’dan kovulmalarıyla görünmeye başlamıştı.”[21]

Bu bir soykırımdı!

Ancak “Soykırım” dendi mi ortalama bir Türkiyeli’nin tahayyül dünyasında bir tek Nazilerin yaptığı soykırım (Holokost) anlaşılıyor. İşin içinde ayrıntılı bir ırkçı ideoloji, sistematik bir devlet aygıtı, makine gibi çalışan kamplarda imha edilmiş tamamen masum ve çaresiz halklar veya halk kesimleri olması gerektiği düşünülüyor. Holokost, en çok işlenen, lafı edilen, filmi çekilen soykırım olduğu için bu bir dereceye kadar anlaşılır bir durum. Aynı zamanda Holokost, bütün şeytaniliği ortaya konarak net bir şekilde lanetlenmiş neredeyse tek soykırım. Dolayısıyla “1915 de soykırımdır” dendiğinde, ilk reflekslerden biri “biz Naziler kadar kötü değiliz/ olamayız” oluyor. Zira Naziler tescilli lanetli, şeytani kötülük timsali olarak kodlanmış durumda. 1915’in de bir soykırım olma ihtimali, ortalama Türkiyeli için Nazilerle aynı kutuya konmak anlamına geliyor. “Tiksinç bir haksızlık” olarak algılanıyor.

Oysa 1951’de kabul edilen BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımı epey geniş ve esnek; 1915’in bu tanıma göre soykırım sayılmaması mümkün değil. Bu tanım çerçevesinde dünyada yüzlerce soykırım suçu işlendiği düşünülüyor ve bu soykırımların illa Holokost’un bütün özelliklerini barındırmaları hiç gerekmiyor.

BM’nin soykırım suç tanımı 1951 tarihli olduğu için, bu tarihten önce işlenen bu tür suçların hukuken soykırım olarak yargılanması mümkün görünmüyor (Holokost da soykırım olarak yargılanmamıştı); ama mecburen sert/ katı standartları olan hukuk alanının dışına çıktığımızda, 1951’den önce vuku bulmuş olaylar da – eğer BM tanımına uygunsa – tarihsel, politik ve psikolojik açıdan soykırım olarak değerlendiriliyor.

Evet, bu bir soykırımcı yağmadır![22]

Örneğin 1915 24 Nisanı’ndan önce bu topraklarda Osmanlı nüfus kayıtlarını esas alırsak 1milyon 290 bin, Ermeni kilisesinin vergi kayıtlarına bakarsak 1milyon 914 bin, Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1.750.000 Ermeni yaşıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927’de bu topraklarda yaşayan Ermeni sayısı “100 bin civarında” diye açıklandı. Bugün hemen hepsi İstanbul’da yaşayan 60 bin dolayında Ermeni yurttaş var.

Şimdi soralım: Bu toprakların en kadim halklarından Ermeniler 1915’te vardı, bugün yoklar. Ne oldu onlara?

Ayrıca geçen yüzyılın başlarında (yani 1915’lerde) Anadolu’da zenaat erbabı olarak Ermeniler açık ara ile öndeydiler. O kadar ki Falih Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ başlıklı yapıtında Kurtuluş Savaşı sırasında Trabzon Limanı’nda biriken cephane ve silahların cepheye sevk edilememesini “Kağnı ve araba tekerleği yapacak Ermeni ustalar kalmadığından…” diye açıklıyor.

Şimdi soralım: Peki, Ermeniler bu topraklarda yok edildikten sonra atölyeleri, işlikleri, küçük çaplı fabrikaları, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri ne oldu? Kime kaldı? Yağmalanmadığı, devlet denetiminde uygun kişilere ve ailelere dağıtıldığı biliniyor. Ama o kişilerin, ailelerin kimler olduğu bir devlet sırrı. Açıldı denen arşivlerde nedense bu sorunun cevabını verebilecek belgeler yer almıyor.

Peki kabul, soykırım filan değildi. Peki kabul, büyük felaket de değildi. Peki, kabul Türkler Ermenileri değil, Ermeniler Türkleri öldürdü.

Ancak 1915’te bir milyonu aşkın Ermeni vardı, şimdi yok. Ne oldu onlara?

Peki, diyelim Ermeniler öldürülmedi güle oynaya Suriye’nin Deyr-i Zor çölüne gittiler. Peki, onların mülkleri, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri, atölyeleri ne oldu? Kimlere verildi?[23]

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere: Mülkiyet gaspı Ermeni soykırımının doğrudan bir parçasıdır. Ermenilerin hem bireysel hem de toplu olarak mülksüzleştirilmelerini ve sahip oldukları varlıkların dağıtımını içeren mülkiyet gaspı, doğrudan Ermeniliğin imhası ile ilişkilidir. Bu bağlamda, on binlerce ev, tarla, bahçe gibi taşınmaza ve sabundan basmalık kumaşa çeşitli taşınır mala devletin çizdiği mülksüzleştirme ve dağıtım çerçevesi kapsamında el konulması öngörülmüştür. Kilise, manastır, okul gibi Ermeni kimliğinin kamusal alandaki simgelerine de soykırımsal ekonomik şiddet çerçevesinde kimi yerlerde devlet, kimi yerlerde yerel aktörler tarafından el konulmuştur. Toplumsal ve tarihsel anlamlarından arındırılan bu mekânlar devlet tarafından hapishane ya da karakol gibi yapılara dönüştürülmüş, yerel aktörler tarafından gasp edilenlerse gasp edenlerin şahsi çıkar ve arzuları doğrultusunda kullanılmıştır.

Osmanlı hükümeti, 30 Mayıs 1915 tarihli tehcire dair kabine kararından itibaren Ermeni mülklerinin idaresi ve dağıtımına yönelik ‘yasal’ kararlar almış ve emirler vermiştir…

Türkleştirme/ Müslümanlaştırma politikasına ek olarak, Ermeni malları İttihatçıların 1913 yılından itibaren çerçevesini çizdikleri ve uygulamaya koydukları, gayrimüslimlerin ekonomik alandan tasfiyesini öngören ekonominin millileştirilmesi siyaseti için de kullanılmıştır. Bu kapsamda, Ermenilere ait üretim araçları, imalathaneler ve fabrikalar devlet tarafından Türk/Müslüman girişimcilere dağıtılmıştır. Bir başka deyişle, oluşmaya başlayan Türk burjuvazisi için Ermeni malları “ilk sermaye” işlevi görmüştür…

Ermeni mallarının bölüşümü, şiddetin uygulayıcıları ve örgütleyicilerinin işbirliklerinin sağlanmasının ötesinde, soykırım politikalarının sıradan insanlar nezdinde meşrulaştırılmasında ve halkın sürece ilişkin tutumunun etkilenmesinde de belirleyici olmuştur. Emval-i metruke komisyonlarınca çeşitli merkezlerde taşınır mal ve hayvanların dağıtımı için kurulan müzayedeler geniş halk kitlelerinin el konan Ermeni mallarının paylaşımına katılmalarına olanak vermiş ve yoğun ilgi görmüştür. Fiziksel şiddete doğrudan katılmasalar da ekonomik şiddetin bu en sıradan biçimine katılmaktan imtina etmeyen binlerce insan soykırım sürecinden devlete yakınlıklarının ve yereldeki konumlarının elverdiği ölçüde ekonomik kazanç sağlamışlardır.

Ermeni mallarının gaspı ve paylaşımı soykırım politikasının yürütülmesi açısından devletin şiddet mekanizmasını işletebilmesini, fiziksel şiddete katılan aktörlerin katılımının devamlılığını sağlamasını ve farklı halk kesimlerinin rızasını almasını kolaylaştırmıştır.

Bir kere daha altını özenle çizelim: Tehcirin ekonomik boyutu göz ardı edilemez!

Savaşın ikinci yılında Osmanlı devleti ve İT rejimi iflas noktasındadır. Devletin toplam bütçe geliri 1913’te 33 ve 1914’te 36 milyon sterlindi. 1915 ve sonrasında sağlıklı bir bütçe yapılamadı, ancak kamu gelirlerinin sıfıra düştüğünü varsayabiliriz. Açık piyasada borçlanma imkânı kalmamış, ancak Almanya’dan 110 milyon sterlin dolayında askeri kredi alınmıştır. Fikir vermek için belirtelim: Savaşın son yılında İngiltere’nin savunma bütçesi 2.4 milyar sterlin, Almanya’nınki 1.6 milyar sterlin idi.

1913-1923 arasında ülke nüfusunun yaklaşık bir çeyreğinin tehcir veya imha edildiğini biliyoruz. Ekonomik açıdan daha etkin olan bu zümrenin, ulusal servetin yüzde 25’ten fazla bir payına sahip olduğunu varsayabiliriz. Demek ki ulusal servetin belki üçte birine ulaşan bir değer bu süreçte el değiştirmiştir. Terk edilen varlıkların bir bölümünün ziyan olduğu düşünülse bile, ortada devasa bir servet transferi vardı![24]

Ayrıca soykırım bir yıkımdır…

İşte birkaç veri:

  1. i) 1901 yılında Muş’un Vardenis köyünde doğan Şoğer Abrahami Tonoyan o günü şöyle anlatıyor: “Bizim köyü yağmaya geldiler; koyunları, mandaları ve malları alıp götürdüler. Güzel olanları götürdüler. Halamın bir oğlu vardı; o gece gündüz benim yanımdaydı; onu da götürdüler. Erkek kalmadı. Küçük büyük herkesi toplayıp Avzut Köyü’nün ahırlarına doldurdular; onları ateşe verip diri diri yaktılar.”

Bölgedeki nüfusun büyük bölümünün ahırlarda öldürüldüğünü anlatan Tonoyan, yaşananları büyük bir felaket olarak tanımlıyordu: “Gerçek bir Sodom-Gomora durumuydu. Yanan insanlar koşuşturup, duvarlara çarpıyorlardı; yere düşen kendi çocuklarını kendi ayakları altında çiğniyorlardı… Keşke ben ve küçük kardeşim de yanan 60 kişi gibi yansaydık da o imansız insanların acımasız ve Allahsız kanunu görmeseydik!”…

1883’te Muş’un Mıkragom köyünde doğan Noyemzar Melkoni Muradyan içinse 1915 yılının Vartavar’ı eşi Danyel’in öldürüldüğü gündü: “Muş Ovası’ndaki katliam tam da o gün başladı. Vardavar Pazarı’ydı… Ben çocuklarımı alıp samanlığımıza girdim; biraz orada kaldım ama dama çıktım ki, ne göreyim! Köyümüzün en uç kısmındaki evlerden ateş ve dumanlar yükseliyor, gökyüzünü kaplıyordu. Küçük kızım henüz kucak çocuğuydu. Avisar, Grigor, Sose, Kyaram ve Satik isimli beş çocuğum vardı. Ne yapacağımızı şaşırdım. Sonra dışarı çıkıp kaçmak üzere dikkatle yola çıktık.”

Fazla uzaklaşamadan yakalanan Muradyan bir samanlığa götürülüyordu. Komşu kadınların da aynı samanlığa götürüldüğünü gören Noyemzar Melkoni Muradyan küçük bir delikten çocuklarıyla kaçmayı başarsa da herkes onun kadar “şanslı” değildi. Samanlık ateşe verilmişti: “Hepsi feryat ediyordu, ateşten çatırtı sesleri çıkıyordu. O neydi öyle… O günü unutamam…”

1886’da Sasun’da doğan Yeğyazar Karapetyan’ın anlatısıysa bölgedeki Ermenilerin gözünde Vartavar Bayramı’nda yaşanan acının etkisini ortaya koyuyordu: “28 Nisan günü Vardavar dini yortusunun Pazar günüydü; Ermeni Ulusu’nun mutlu bayramı; fakat ne yazık ki o gün Muş Ovası’ndaki Ermeniler için “mardavar” (insan yakma) gününe dönüştü. Pazar gecesi ve onu takip eden gece Muş Ovası’nın köylerindeki masum ve silahsız kadın ve çocuklar yok edildiler”![25]

  1. ii) Yamacın içerisine dikilmiş, harap hâldeki taş manastır, korkunç bir geçmişin terk edilmiş ve perişan bir anıtı gibi duruyor. Bu dağ köyünün öbür ucundaki çürümekte olan kilise de öyle. Daha da ileride, yerde açılmış derin bir yarık var; o kadar derin ki, içine bakan karanlıktan başka bir şey göremiyor. Yüz yıl önce, sayısız Ermeni, geçmişinin getirdiği bir rahatsız ediciliği olan bu deliğe atılarak ölümlerine terk edilmiş.

78 yaşındaki Vahit Şahin, köyün merkezindeki kahvede oturup, nesilden nesle aktarılan hikâyeleri anlatıyor: “Hepsini, tüm erkekleri o çukura attılar.”

Şahin, sandalyesinde dönüyor ve manastırın olduğu yöne işaret ediyor: “O taraf Ermeni’ydi.” Bu kez diğer tarafa dönüyor: “Bu tarafsa Müslüman. İki taraf başta epey iyi anlaşıyordu”![26]

iii) Erzincan ile Eğin’i (Kemaliye) birbirine bağlar bu köprüdür… Eğin’de büyük bir Ermeni nüfusu bulunmaktadır. Eğin 1915’te patlamaya hazır barut fıçısı gibidir. Huzurlu ve barış içinde yaşanan şehirde büyük sermaye sahibi olan Ermenilere müthiş bir kin beslenmektedir gizliden gizliye. Fışkıracak bir su gibi kendine bir ark arayan kin istediği fırsatı 1915’te bulur. Kara gün geldiğinde herkes kinini kusmaya başlar. Evler, dükkânlar yağmalanır, sokaklarda güpegündüz cinayetler işlenir. Yaklaşmakta olan felaketin ayak sesleridir bunlar. Sürgün kafileleri oluşturulup Ermeniler ölüm yolculuğuna çıkartıldığında ise her şey serbesttir artık. Kafile yağmalandıktan, genç kızlar seçilip alındıktan sonra Şırzı Köprüsüne sürerler insanları…

Şırzı Köprüsü iki insanın yan yana yürümesine imkân vermeyen dar bir köprüdür o vakit. Eğinli Altın Diş İsmail nam ile bilinen katil iki metre boyu ve köprüyü tamamen kapatan gövdesiyle köprünün sonuna geçer. Eğinli milisler kafiledekileri tek sıra köprüye sürerler. Altın Diş İsmail tek sıra ilerleyen kurbanları teker teker kavrar, dizinin üzerinde bellerini kırıp suya atar. Ölüme akan bir insan selidir kurbanlar. Beli kırılan insanlarla dolar Fırat. Feryatlar, bağırışlar… Beli kırılan insan ölmez fakat hareket edemez, yüzemez… Ağır ağır ve dayanılmaz acılarla gelen bir ölümdür onların ki… Kırılan kemiklerin sesi vadide yankılanır durur. O köprüde Altın Diş İsmail kaç cinayet işledi kimse bilmez… O köprüden aşağı atılan hiç kimse kurtulmaz fakat milislerden bazılarının vicdanı taşıyamaz onca yükü. Anlatır dururlar kuşaklar boyu. Bir de türkü yakarlar Altın Diş İsmail’in ardından… “Kalmaya kalmaya, ahım kalmaya/ Altın Diş İsmail murat almaya…”[27]

  1. iv) Antep’te Ermeni soykırımında katledilen veya yurtlarından edilen Ermenilere ait evler yıkılıp, yerlerine oteller dikiliyor. Antep’in en eski mahallelerinden olan ve zamanında Ermenilerin yaşadığı Bey Mahallesi, artık neredeyse ticari bir pazar hâline gelmiş durumda. Ermeni evleri ya cafe ya bar ya da yıkılıp otel yapılıyor![28]
  2. v) İstanbul’un simge yapılardan biri olan Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı Garabet Balyan’ın kayıp olan mezar taşı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kartal’da kullandığı bir şantiyede ortaya çıktı. Bilindiği gibi, İstanbul’daki pek çok önemli yapı, Balyan Ailesi’ne mensup mimarların eseri…

‘Agos’ gazetesinden Uygar Gültekin’in haberine göre, İBB’nin uzun yıllardır kullandığı şantiye alanındaki binalarının yıkılmasıyla, binaların arasında kalmış mezar taşı ortaya çıktı. Balyan’ın mezar taşının yanı sıra, üzerindeki Ermenice yazılar tam olarak okunamayan başka mezar taşları ve kitabeleri de bulundu. Yıllardır kayıp olan Balyan’ın mezar taşının İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kullandığı şantiye alanına nasıl geldiği ve mezar taşlarını korumaya yönelik tedbirlerin neden alınmadığı soruları ise hâlâ yanıtsız![29]

  1. yılda Adana’dan 1915’e uzanan yağma, yıkım, katliamı sokaktaki insanlara yeterince anlatamadık!

 

ÖTEKİ TÜRKLER

 

Adana’dan 1915’e uzanan soykırım; yağma, yıkım, katliamın acı ve utancında somutlanırken; madalyonu öteki yüzünde de öteki Türkler vardı.

Ankara Valisi Mazhar Bey, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Konya Valisi Celal Bey bunlar arasındaydılar. Aynı direnci gösteren bir sürü de kaymakam çıkmıştı.

Örneğin Konya Valisi Celal Bey, kendisine “milli mefkûre”den söz eden İttihatçı liderlere “Hangi milli mefkûre?” diye haykırmıştı; “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir.”

Aynı Celal Bey, 1919’da ‘Vakit’ gazetesinde yayımlanan anılarında tehciri yorumlarken, “Bir çeteci her şeyi yapabilir; diyordu; çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler.”

Ve yine Celal Bey, Rusların Sakarya havzasına asker çıkaracağını; Ermenilerin de bunlara yardım edeceğini ileri süren İttihatçı tezlere de şu yanıtı vermişti: “Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? (…) Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler.”[30]

1915 cehenneminde Ermenileri korumak için İttihat Terakki yönetimine karşı çıkmaya cesaret edenlerden biri de, “Başkasını tayin edin, emirleri o uygulasın!” diyen Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Ozansoy’du…

Faik Ali Bey, mutasarrıf olarak görev yaptığı 1915’in Ocak ayından 1916’nın Mart ayına kadar Kütahya’dan tek bir Ermeni tehcir edilmez. Faik Ali, Ermeni çocuklarının eğitimine devam etmesi için yeni bir okul açılmasına destek olur, Ermeniler tarafından yerel yetkililerin gözüne girmek için Kızılay’a yapılan bağışlar kendi teşebbüsüyle fakir Ermenilere dağıtılır, korkudan din değiştirmek isteyenlere kendisi engel olur ve çevre vilayetlerden Kütahya’ya sığınan Ermenilere yer ve yiyecek yardımı yapar.

31 Ekim 1918 tarihinde Kütahyalı A. Torosyan, ‘Jamanak’ gazetesine gönderdiği bir mektupta Faik Ali Bey hakkında şöyle yazmaktadır:

“Bütün Kütahya Ermenileri ve bölgedeki diğer bütün Ermeni muhacirler, her zaman saygı ve minnetle anacaklardır Faik Ali Bey ismini. Tehcir yolundaki Ermeniler yorgun bedenlerini dinlendirebilecek, dağılmış ruhlarını toparlayabilecek bazı vahalara rastladılar. Kütahya, Faik Ali Bey sayesinde işte o vahalardan biri oldu. O din, ırk, yaş ayrımı gözetmeksizin eşit bir şekilde herkese aynı sevgi, hassasiyet ve hizmeti gösterdi. Hiçbir karşılık istemeden, sadece vicdanının sesini dinledi. ‘Teşekkürünüzü sadece dua ederek gösteriniz. Benim için dua ediniz.’ Ne zaman minnettimizi göstermek istediysek işte bize böyle cevap verirdi, biz de susar kalırdık. Faik Ali Bey insani görevini yerine getirdiğine inanıyordu. Bu yücelik gerçekten de Türk’e saygınlık getirir: ‘Sadece bir dua’. İşte Faik Ali Bey’in tek isteği… Temiz, saf bir şahsiyetin doğal bir isteği.”

Bu mektuptan kısa bir süre sonra Kütahya Ermenileri, hayatlarını borçlu oldukları Faik Ali Bey’in anısına Kütahya Ermeni kilisesinin avlusuna bir “şükran kitabesi” koyar. Bu “şükran kitabesi”nde, “Ermeni halkını ıstırap dolu günlerinde koruyup kollayan ve insani bir tutum sergileyen mutasarrıf Faik Ali Bey anısına” diye yazılır.[31]

Ayrıca 10 Haziran 1915’te ’Ermeniler’e Ait Mülk ve Arazilere Dair Tedbirler’i de kararname tartışmalarında, İttihat Terakki’nin kurucuları arasında yer alan Ayan Meclisi üyesi (senatör) Ahmet Rıza Bey, söz alıp, Meclis’e şöyle seslenir:

“Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun!”[32]

Nihayet Halep doğumlu Kürt bir Osmanlı subayı olan Cemil Könne, 1915’te görev yaptığı Birecik’te yüzlerce Ermeni sürgününü tersanesine işçi, usta olarak kaydederek, ölümden kurtardı.

1915 Ermeni Tehciri ve soykırımı sırasında Ermenileri koruyan, kollayan ve evlerinde neredeyse tehcir bitene kadar hayatını tehlikeye atarak saklayan Müslüman Kürtler, Araplar ve Türkler oldu. Bu kişiler İttihat ve Terakki idaresinin “evlerinde Ermeni saklayan tespit edilirse idam cezasıyla hüküm giyeceklerdir” emrini hiçe sayarak, kendi yaşamları pahasına Ermenileri saklamaya devam ettiler. Bu aslında bir anlamda Müslümanların, İttihat ve Terakki’nin aldığı kararlara ve imha politikasına göstermiş oldukları bir direnişti!

“Katliamdan kurtulan bir anne-babanın çocuğuyum. Ailemi Hacı Halil adlı komşuları saklamış,” diyen Toronto’dan George Shirinian (Şirinyan), 1915’te bu “saklamanın” ne anlama geldiğini şöyle anlatır: “Evinde Ermeni saklayanlar evlerinin önünde asılacaklar, evleri de yakılacaktır! Resmi görevliler, azledileceklerdir. Böyle talimatlar yayınlanmıştı. Buna rağmen Türkler komşusu olan bazı Ermenileri evlerinde sakladılar.”

Şirinyan şu örnekleri de verdi: “Rakha kaymakamı Tehcir kararını uygulamayacağını belirtti, görevden alındı. İttihat ve Terakki yerel yöneticisi Ahmet Rıza ve Şeyhülislâm Hayri Bey idam edildiler!”

Adana Kozanlı bir Ermeni Aile’nin üyesi olan İshkhan Chiftjian da büyük dedesi Garabet Farajian Chiftjian, onun kardeşi Ahbar ve ailesini evinde saklayan Kozan Müftüsü Hafız Osman’dan şöyle söz eder: “Büyük dedem Kozan’dan ayrılma tarihini bir gün aksatmış. Herkes 1 Haziran günü gitmiş. Bizimkiler 2 Haziran günü bir bakmışlar ki, mahallede hiç Ermeni kalmamış.”

Kozan Müftüsü Hafız Osman onları evine alıyor. Ama bu durum öğreniliyor. Silahlı 300 kişi “Gâvurları bize ver,” diye kapıya dayanıyor. Hafız Osman öfkeli kitlenin karşısına çıkıyor ve diyor ki:

“Onların namusu benim namusumdur. Onların canı benim canımdır! Malımı istiyorsanız hepsini alın, sizin olsun. Ama komşularımı size vermem!”[33]

  1. yılda öteki Türkleri yeterince anlatamadık!

 

ERMENİLERİN BUGÜNÜ=HRANT+KAMP ARMEN

 

“Soykırımın 100. yılında soykırım devam ediyor”ken;[34] bu hâli en iyi, ‘İpek Tuzcuoğlu ile Yüzleşme’ programında, dedesinin Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğunun altını çizip, “Gayrimüslimden şehit olmaz dediler. Ne mantıksızlık,” diyen Fedon’un saptaması resmeder![35]

Gerçekten TCK 301’in Türkiye’sinde Ermeni (ya da Kürt, Arap, Yunan, Laz vd’leri) olmak ister misiniz?!

“Neden” mi?

Bilmiyor olamazsınız: TCK’nın 216. Maddesi “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” suçudur.

Mesela… Kars Ülkü Ocakları’nın “Ne yapalım, sokaklarda Ermeni avına mı çıkalım” sözünden daha tipik bir “halkı kin ve düşmanlığa sevk etme cümlesi” bu olabilir mi?

Nasıl oluyorsa, hukuk sisteminin gözleri kör, kulakları sağır oluyor bu tür nefret söylemleri karşısında!

Alın size başka bir tipik nefret söylemi daha: Adana’nın MHP’li belediye başkanı, Ermeni kökenli milletvekillerinin TBMM’ye girmesini kastederek, “Manukyan’ın Adana’daki yeğeni mutludur. Üç teyze çocuğu daha Meclis’e girdi,” diyerek tweet atıyor![36]

Melih Gökçek Almanya Yeşiller Partisi’nin Türk kökenli Milletvekili Cem Özdemir’i hedef alan bir tweet atıyor. Ona, “Senin kökenin Ermeni mi” diye soruyor.

Bunun üzerine Hayko Bağdat, #melihgökçekermeniymiş hashtag’i ile bir tweet atıyor ve “Başkenti resmen Ermeni’ye vermişler, yazıklar olsun” diye yazıyor. Yani, küçük bir ayna tutuyor Melih Gökçek’in yüzüne, Cem Özdemir’e sorduğu sorunun ne anlama geldiğini anıştırıyor.

Sonrası ancak Türkiye’de olabilir. Gökçek’in dava dilekçesinde, “Ermeni tiksinti veren anlamında kullanılan bir kelimedir, kendisi hakkında bu ibare kullanılarak kişilik hakları zedelenmiş, kendisine oy verenlere saygısızlık yapılmıştır,” deniyor![37]

Ve Angela Davis’in, “Hrant Dink sömürgecilik, soykırım ve ırkçılığa karşı yürütülen mücadelenin güçlü bir simgesi olmaya devam ediyor. Hrant Dink eşitlik, barış ve adalet hayalini ortadan kaldırabileceğini düşünmüş olan kişiler zannediyorum artık farkındalar: Sayısız Hrant Dink yarattılar aslında,”[38] diye betimlediği katliamı ve davasını düşünün![39]

Sonra da Batman Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli iken Prof. Dr. Baskın Oran’a, üzerinde Türk İntikam Tugayı (TİT) yazılı e-posta göndererek, “tehdit ve hakarette bulunduğu” iddiasıyla yargılanan eski polis memuru Alper Alptuğ’a beraat kararı verdiğini[40] hatırlayın!

Bu kadar da değil; Sevag Balıkçı, Batman Gümüşgörü Jandarma Karakolu’nda askerlik yaparken er Kıvanç Ağaoğlu tarafından vuruldu. Üstelik de 96 yıl sonra ilk defa 24 Nisan Anması ve paskalya bayramının aynı güne denk geldiği bir tarihte; 24 Nisan 2011’de!

“Ülkemden utanmak istemiyorum” diyordu kendisiyle yapılan her söyleşide annesi Ani Balıkçı. Ülkesinden utanmaması için istediği tek şey; oğlunun katilinin adil yargılanmasıydı. Mahkeme olaya “kaza” deyip Ağaoğlu’na 4 yıl 5 ay 10 gün ceza verdi. Ani ve Garbis Balıkçı hâlâ adalet arayışında.

Garbis Balıkçı, “Normalde adalet yok da Ermeniye hiç yok, daha doğrusu ötekiye” diyordu![41]

Er Sevak Şahin Balıkçı cinayetini annesi Ani ve babası Garbis Balıkçı çifti, oğullarının Ermeni kökenli olduğu için soykırım günü olarak anılan 24 Nisan’da öldürüldüğünü belirtip, katile ‘taksirle cinayet’ suçundan verilen dört yıl beş aylık ceza için de “Öteki olduğumuzu anladım. Biz vatandaş sayılmıyoruz,” diyordu annesi![42]

Sevag’ın 24 Nisan 1915’te gerçekleşen Ermeni Soykırımı ile aynı gün öldürülmesinin tesadüf olmadığını söyleyen kardeşi Lerna Özder de, “Biz bu ülkede eşit olduğumuzu sanıyorduk. Ancak kardeşimin öldürülmesi, dava süreci ve arkasından gelen cezasızlık, bize bu ülkede öteki olduğumuzu hissettirdi. İşte bu bana çok ağır geldi” diye belirtti![43]

Sanki herşeyi özetler Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesi’nin (Kamp Armen) yıkılmaması ve tapunun iade edilmesi için kampta 100 gündür nöbet tutan gönüllülerden 3’ünün saldırıya uğraması![44]

Norair Chahinian’in, “Ermeni mülklerinin 100 yıl sonra hâlâ tartışılıyor olması bir zincir. 1915’ten beri kültürel soykırım sürüyor. Bunu görebiliyoruz,”[45] diye betimlediği hikâyeyi bilmiyor olamazsınız: Tuzla Armen Çocuk Kampı, yetim ve yoksul Ermeni çocuklarının yaz tatillerini geçirmesi amacıyla 1962 yılında Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi tarafından Sait Durmaz’dan satın alındı. 9 bin metrekare alan üzerine kurulan kampın yapımında bizzat çocuklar da yer alırken, kamp her yaz 200’ün üzerinde muhtaç Ermeni çocuğa ev sahipliği yaptı. Kamp, Ermeni cemaatinin sembolik mal varlıklarından biri hâline geldi. Ancak ne olduysa 8 Mayıs 1974’de oldu.

Yargıtay Genel Kurulu, cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri taşınmazların büyük çoğunluğuna el konulması yönünde karar alınca Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başvurusuyla mahkeme araziyi eski sahibi Sait Durmaz’a verdi.

Durmaz, 1962’de boş olarak sattığı araziyi, 21 yıl sonra kamp tesisleriyle birlikte bedelsiz geri aldı.

32 yıldır atıl vaziyette olan Armen Kampı, 6 Mayıs 2015’de iş makineleri ve dozerler tarafından yıkılmaya başlandı. Aralarında HDP adayı Garo Paylan’ın olduğu bir grup haberi alır almaz Tuzla’ya giderek iş makinelerini karşısına dikildi. Bu sayede kampın sadece dörtle birlik kısmında yıkım yapılabildi. Ermeni Cemaati’nden yıkıma tepki geldi.

Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Başrahibi Kirkor Ağabaloğlu, kampın faaliyet gösterdiği 21 yılda 1500’den fazla yetim ve yoksul Ermeni çocuğu ağırladığını ve söz konusu taşınmazların adeta gasp edildiğini savunarak, “Eski sahibine iade edilmesi için açılan davayı kaybedince tapumuz otomatikman iptal edildi ve 1983’de kamp kapandı. Bizden haksız yere bedelsiz olarak alınan arsanın yıllar içerisinde 4-5 el değiştirdiğini öğrendik. Son sahibi de belediyeden ruhsat alarak yıkıma başladı,” dedi…[46]

Bir kere daha sorayım: Gerçekten TCK 301’in Türkiye’sinde Ermeni (ya da Kürt, Arap, Yunan, Laz vd’leri) olmak ister misiniz?!

Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan Aktar’ın, “Soykırımı Ankara’ya değil sokaktaki insana anlatmalıyız,”[47] uyarısını “es” geçerek, 100. yılda bu hâlle empati kurulmasını sağlayamadık!

 

“BUÇUK MÜNEVVER(LERİN)TAVRI”(!?)

 

2015’i betimleyen bu tabloda “In vas pertusum congerere/ Delik sürahiyi dolduramazsın”, “In vas prof undum congerere/ Dipsiz fıçıyı dolduramazsın” gerçeğinden bihaber olan “buçuk münevver(lerin) tavrı”(!?) “Cribro aquam haurire/ Elekle su taşımak”tan başka bir anlam taşımıyordu…

Mesela… “Topyekûn cinnet geçirilen o yıllarda sadece Ermeniler değil herkes acı çekti,”[48] diyen Soner Yalçın, sorunu genellemelerle görünür kılınmaktan uzaklaştırıyordu!

“Soykırımla yüzleşmek yeni Türkiye için elzemdir,”[49] diyen Nagehan Alçı, AKP şakşakcılığına tam istim devam ediyordu!

“Soykırım gerçek mi?” vurgusuyla Orhan Erinç, “Ben de ‘soykırım’ sözcüğüne karşı olanlardanım,”[50] diyerek işin içinden çıkıyordu! (“1915 bugün yaşansaydı, ihtimal belki tehcirin hepsi değil ancak kimi uygulamaları hukuken soykırım sayılabilecekti,”[51] fantastik notunu düşen Özgür Mumcu’ya rağmen!)

Ahmet İnsel, “Ermeni Soykırımı’yla yüzleşme medeniliğin gereğidir,”[52] soykırımla yüzleşmeyi bir “medenilik/ incelik” sorusuna indirgiyordu; daha önce söylediklerinden farklı olarak![53]

Ya da İstanbul Ermeni patriği, cemaatin ileri gelenleri hatta Ermeni kökenli milletvekilleri çağırılarak onlar son kez uyarılır: ‘Bu ayaklanmadan vazgeçin, Müslüman katliamını durdurun. Yoksa gerekli tedbirleri alacağız.’ Oysa Ermeni komiteleri tehciri körüklemekte ve isyana devam etmektedirler,”[54] diyebilen(?!) Hasan Pulur ekliyordu: “Sonunda Osmanlı’nın bütün uyarılarına rağmen 24 Nisan 1915’te Ermeni komiteleri kapanır ve yöneticileri tutuklanır. Arkasından ‘Tehcir Kanunu’ gelir. Ermeniler Doğu Anadolu’dan çıkarılarak güneye, çoğunlukla Suriye’ye göç ettirilir. İşte tehcir budur!”[55] Tehcir konusunda kimsenin şüphesi olmamalı. Yani insanları evlerinden, yurtlarından, köylerinden, mahallelerinden çıkarıp başka yerlere sürmek, işte tehcir denilen bu! Ama soykırımla ilgisi yok. Devlet vatandaşını sürer mi? Sürer, sürmüştür de…”[56]

Veya Güray Öz’e göreyse olup-bit(mey)en, “Büyük emperyalist oyunun ‘mütemmim cüzü’ydü; parçasıydı”![57]

Nihayet kendisine ilişkin, “Ben bir ‘gri’yim. Bu yüzden, beyazlar ve siyahlar beni pek tutmaz. ‘Ermeni Kırımı’ deyişim (ayrıca, devletin özür dilemesini ve tazminat ödemesini isteyişim) nedeniyle Türkler, ‘Ermeni Soykırımı’ demeyişim nedeniyle de Ermeniler ve şimdi kimi Türkiyeliler,”[58] notunu düşen Baskın Oran da, “Anadolu’daki en büyük medeniyet olan Ermeni medeniyetinin yok edilmesi bu panik içinde oldu… Yani merkezi planlanmış bir olay yok. Ama, Tehcir ölüm yürüyüşü demekti. Bu insanlar evlerinden çıkıp sadece paralarını yanlarına aldılar… Bu terim meselesinden hiç hoşlanmıyorum. Ben ‘soykırım’ terimini kullanmıyorum… 1915’te ‘sırf Ermeni oldukları için’ öldürülme durumu yok. İttihatçıların kendi yarattıkları dağılma durumunu önleme çabasının yarattığı bir insanlık suçu var,”[59] diyebiliyordu!

 

RESMİ DURUŞ, DEVLET TAVRI, “TANIMA”(!)

 

2015’de, manipülasyon makineleri tam istim çalıştı!

“Resmi duruş” değişikliğinden; “AKP özrü”nden; “Meselenin tanınması”ndan; “Devletin yumuşaması”dan söz edildi…

Ancak liberallerin boruzancıbaşılığını üstelendiği bu yaygaraların tümü yalandı!

Mesela “Resmi duruş”!

İade-i itibara mazhar olan bir Ergenokon’cu, Bedrettin Dalan, “Yemin ediyorum ki gerçekten Türklerin Ermeni meselesi yoktur. Ermeni meselesi Batılıların meselesidir. Batılıların Ermeniler üzerinde oynadığı oyundur,”[60] derken Rahmi Turan da ekliyordu: “Eee, yetti be! Nedir bu çektiğimiz? Yarın 24 Nisan… 1915 olaylarının yıldönümü…”[61]

Resmi tavır hâlâ ve kararlılıkla, “En iyi savunma saldırıdır” pozisyonunu koruyordu; şu birkaç örnekteki üzere:

  1. i) “1915-2015… Üzerinden tam 100 yıl geçti… Bunun son 50 yılında şişirilmiş bir yalan atıldı ortaya: ‘Ermeni soykırımı’! Sovyetler’in çöküşü ve Ermenistan’ın bağımsızlığına kavuşmasıyla bu yalan şişirildi, büyütüldü ve uluslararası bir sorun hâline getirildi…”[62]
  2. ii) “Batı medeniyeti de din ile siyaseti karıştırdı ve bir cephe oluşturarak Ermeni soykırımı iddiasıyla karşımıza dikildi…”[63]

iii) “1915 olaylarına ilişkin Ermenilerin sözde ‘soykırım’ iddiaları, Berlin’de yaklaşık 15 bin Türkün katıldığı büyük yürüyüş ile protesto edildi. Türk bayrakları taşıyan grup ‘Önce hakikât, sonra adalet’, Tehcir soykırım değildir’, ‘Yurtta sulh dünyada barış’, ‘Parlamentolar Mahkeme Değildir’, ‘Türk tarihini karalamaya son’ şeklinde dövizler taşıdılar ve ‘Soykırım yapmadık vatan savunduk’, ‘Yaşasın Türkiye’ sloganları attı…”[64]

  1. iv) “1915 olaylarına ilişkin ortaya atılan iddiaların aksine, Türk Silahlı Kuvvetleri arşivleri, Ermenilerin nakil ve sevkleri sırasında gösterilen azami dikkati ortaya koyuyor. Belgelerde, Ermenlerin geride bıraktıkları mal ve arazilerinin korunmasından, nakiller sırasındaki şartların Osmanlı askerlerine sağlanan şartlarla aynı olmasına yönelik birçok bilgi bulunuyor. Ermenilere kötü muamelede bulunanların Divanı Harp’e gönderilecekleri de göze çarpan bir başka belge olarak yer alıyor.

Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler, 1915 olaylarında yaşananların fazla bilinmeyen yüzünü de ortaya koyuyor. Arşivde, 1915 olaylarına ilişkin çok sayıda belge bulunuyor.

Ermenilerin nakil ve sevklerini gerektiren sebepler, ‘Bakanlar Kurulunca kabul ve ilan edilen karar’da tüm açıklığıyla ele alınıyor. 31 Mayıs 1915 tarihli kararda, ‘Harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerden bir kısmının Osmanlı hududunu düşman devletlere karşı korumaya gayret eden ordumuzun harekâtını zorlaştırdıkları, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdikleri, düşmanla işbirliği yapmak ve birlikte hareket etmek emelinde oldukları, düşman saflarına katıldıkları, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırılar düzenledikleri’ belirtildi.

Bu tespitler nedeniyle ‘isyancı unsurların harekât sahasından uzaklaştırılmasının gerekliliği’ vurgulanan kararda, bu faaliyete başlanacağı da yer aldı. Kararda, ‘İsimleri yazılı olarak bildirilen köy ve kasabalarda oturan Ermenilerden gönderilmesi gerekenlerin, gidecekleri yerlere rahat bir şekilde taşınmaları ve ulaştırılmasıyla yolculukları boyunca istirahatlerinin sağlanması, can ve mallarının korunması ve tespit edilen yerlerine vardıklarında kesin olarak yerleştirilmelerine kadar göçmenler ödeneğinden iaşeleri sağlanacak, daha önce sahip oldukları mali ve ekonomik durumları oranında kendilerine emlak ve arazi dağıtılacaktır’ ifadesi dikkati çekti.

Söz konusu kişilerden muhtaç durumda olanlara devlet tarafından ev yapılacağının belirtildiği kararda, ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve malların veya bunların değerleri karşılığının Ermenilere aynı şekilde verileceği de vurgulandı.

Belgelerde, savaş hâli ve olağanüstü siyasi zorunluluklar dolayısıyla başka yerlere nakledilen Ermenilerin, iskan ve beslenme konularına gösterilen özeni de ortaya çıkıyor. Bununla ilgili 10 Haziran 1915’te yayımlanan yönetmelikte, ‘İskan yerlerine sevk edilen Ermenilerin yol boyunca can ve mallarının korunmasıyla iaşe ve dinlenmelerinin sağlanmasından gidiş yerleri üzerinde bulunan yerel görevliler sorumludur. Bu konuda meydana gelecek gevşeklik ve ilgisizlikten sırasıyla bütün görevliler sorumludur’ ifadesi yer alıyor…

Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler arasında Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar da tüm detaylarıyla yer aldı.

Van’da Kaymakam Kemal imzalı belgede, Ermeni çeteleri tarafından bazı köylerde yapılan katliamlara yer veriliyor. Köylülerin nasıl öldürüldüğüne dair bilgilerin de yer aldığı belge, katliamın boyutlarını da ortaya koydu. Buna göre, köyün erkeklerinin bir bölümü kurşuna dizilerek, geri kalanı süngülenerek öldürüldü. Köyün kadınlarından bazıları tandıra atıldı, bazıları tecavüz edildikten sonra öldürüldü.

Keçikayası köyünde Hacı Molla Sait’in kızını kendi eliyle boğazlaması için zorlandığı, her teklifte uzuvlarından biri kesildiği yönündeki bilgi de söz konusu belgede yer aldı. Van’ın bir başka köyüne ilişkin belgedeki, ‘Nezu Hatun, tandırda yakılarak iki torununun etini babasına ve anasına yedirmek üzere zorlandığını ve onların yemek istememelerinden dolayı öldürüldüğünü görmüş olmasından etkilenerek delirmiştir’ ifadesi ise Ermeni çetelerinin yaptığı mezalimi gözler önüne seriyor…”[65]

Mesela “Devlet tavrı”!

“Devlet tavrı”nı en iyi özetleyen dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in şu açıklamalarıydı:

“Geçmişte yaşanmış bir kısım acıların kin tutmaya, yeni husumet cepheleri oluşturmaya sebebiyet vermemesi lazım. Bizim görevimiz geleceği inşa etmektir. Bu coğrafyada en büyük acıları yaşadığımız savaş, Birinci Cihan Savaşı’dır. Osmanlı coğrafyasında kimler yaşıyorsa, bu savaşın olumsuzluklarından hepsi etkilenmiştir. Bu arada Osmanlı’nın sadık tebaa olarak ifade ettiği Ermeniler de savaşın olumsuz sonuçlarından maalesef etkilenmişlerdir. Bakınız Van’da, Bingöl’de, Bitlis’te, Erzurum’da hâlen yapılan kazılarda toplu mezarlar, kemikler çıkmaktadır. Bunlar da o günkü çatışmalarda bir kısım çetecilerin icra ettiği katliamlardır. 2014 ve 2015 yılında Türkiye’nin en önemli dış politika konularının başında bu geliyor. Devlet olarak ve toplumun bütün kurumları olarak buna karşı politika geliştirmeye çalışıyoruz.”[66]

Bunun hemen yanında Başbakanlığın yayınladığı ‘Bin yıllık Komşumuz Ermeniler ve Bir Asırlık Mesele: Demokratikleşme Sürecinde Yeni Yaklaşımlar’ kitabına göre yurtlarından edilen Ermenilerin aç bırakılarak sürgün edilmesi “aksaklık”(?!)[67] olarak sunulurken; yine aynı Başbakanlık, “Ermenilere yapılanlara soykırım dememek imkânsız” diyen Başdanışman Etyen Mahçupyan’ın görevinin son bulduğunu açıklanıyordu!

Mahçupyan’ın 15 Nisan 2015’de yaptığı “Bosna ve Afrika’da yaşananların soykırım olduğu kabul edilirken 1915’te Ermenilere yapılanlara soykırım dememek imkânsız” sözlerine önce AB Bakanı Volkan Bozkır tepki gösterip, CNN Türk’te katıldığı bir programda, “Şahsını bağlayacak bir demeç olarak düşünüyorum. Başbakan Başdanışmanı olarak bu açıklamayı yapması doğru olmaz, şahsını bağlar. Bir Türk vatandaşına yakışmamıştır” demişti![68]

Ayrıca Bilgi Üniversitesi, daha önce 26 Nisan 2015’de düzenleneceğini duyurduğu konferansın üniversitede yapılmayacağını -herhangi bir gerekçe belirtmeden- açıkladı. Böylelikle İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tarih Vakfı ve UCLA eş sponsorluğunda düzenlenmesi planlanan ‘Ermeni Soykırımı: Kavramlar ve Karşılaştırmalı Perspektifler’ konferansı engellendi![69]

Bu kadar da değil elbet!

Örneğin AB Bakanı Volkan Bozkır, Papa Francesco’nun “soykırım” tanımını kullanmasını Türkiye’nin “yok farz edeceğini” belirtti; Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Papa’nın “tarihi ve hukuki gerçeklerle çeliştiğini” ifade etti![70]

 

AKP ÖZRÜ(?) MÜ(!)

 

Demiştim, tekrarlıyayım: 2015’de, manipülasyon makineleri tam istim çalıştı!

Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda 1915’teki Ermeni tehciri ile ilgili bir “taziye” mesajı yayımladı. Başbakanlık internet sitesinde Batı ve Doğu Ermenicesi de dahil Türkçe, Almanca, İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Arapça ve Rusça olarak 9 dilde yayımlanan mesajda, 1915’te hayatını kaybeden Ermeniler için “Huzur içinde yatsınlar” denilirken, bugün hayatta olan yakınlarına da devletin taziyesi iletildi.

Erdoğan, “Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan hadiseler hepimizin ortak acısıdır. XX. Yüzyıl’ın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz,” dedi.[71]

Tehcir kararı alındıktan sonra 1915’te ölenlerin anısına Ermeni Patrikhanesi tarafından Kumkapı’daki Meryem Ana Kilisesi’nde düzenlenen ayine mesaj yollayan Erdoğan, geçmişte yaşanan acıları “samimiyetle paylaştığını” ifade etti.

1915 olaylarının 100. yılında Türkiye Ermeni Patrikliği’nde düzenlenen anma töreni ilklere sahne oldu. Resmi düzeyde ilk kez katılım gerçekleşen ayini AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır da izledi. Ayine mesaj yollayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Ermeni toplumunun geçmişte yaşadığı üzüntü verici hadiseleri bildiğimizi ve acınızı samimiyetle paylaştığımı bir kez daha ifade ediyorum” ifadelerine yer verdi.[72]

Bu “olay”, her neyse -başta liberaller olmak üzere!- çoğunluğun yüreğine “su serpti”!

Hem de “Bizim üzerimizde soykırım diye bir leke, gölge söz konusu değil,”[73] diye haykıran Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1915 olaylarıyla ilgili parlamentoların aldığı soykırım kararları için “Bizim için yok hükmündedir,”[74] dediği unutularak!

Hem de Çanakkale Savaşı’nın 100’ncü yıldönümünü 18 Mart’taki törenlerle anan Türkiye’nin, şimdi 23- 25 Nisan tarihlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın evsahipliğinde yapılacak anma törenlerine hazırlandığı ve Ankara’nın ülkelerin katılımını arttırmaya çalıştığı[75] “es” geçilerek…

Bu patırtılar arasında Başbakan Ahmet Davutoğlu da, 24 Nisan için yazılı açıklama yaparak Osmanlı Ermenilerinin torunlarına taziyelerini sundu. 1915 olaylarıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Ermeni Patrikhanesi’nce düzenlenecek törenle, Osmanlı Ermenileri Türkiye’de de anılacaktır,” dedi.[76]

Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Biz hiçbir zaman ihanet etmedik. Bilerek, kasıtla ve isteyerek soykırım yapmadık. Soykırım yapanlar bellidir. BM’nin soykırım tarifi içerisine Türkiye’de 1915’te yaşanan olaylar girmez. Biz kendimizden eminiz. Bütün dünyaya bu tezlerimizi inanarak haykırıyoruz,”[77] dedi![78]

Dedik ya bu manipülasyonlarda, -başta yalakalar olmak üzere!- çoğunluk pek hoşnut kaldı!

İşte ibret-i alemlik örnekler:

  1. i) Ali Bayramoğlu: “Başkanlığın 24 Nisan taziye bildirisinden çok daha önce çeşitli unsurlarıyla toplum 1915’e doğru vicdan istikametinde kuvvetli bir başlangıç yapmıştır. Tutturulan yol ‘toplumsal meşruiyet yolu’dur. Uzun, yavaş ilerleyen, buna karşın etkili, sahici ve kalıcı olacak bir yol…”[79]
  2. ii) İbrahim Karagül: “Cesur adamlar ve cesur adımlar tarih yapar. Ezber bozanlar, derin dönüşümlere imza atar. Sadece statükoyu koruma telaşına düşenler, sistem içinde eriyip gidenler tarihin tozlu sayfalarında da kaybolup gider. 23 Nisan 2014’de Türkiye ve dünya şok edici bir gelişmeye tanık oldu. 1914 Ermeni tehcirinin yüzüncü yılı arefesinde, 24 Nisan’dan bir gün önce, ABD’nin meşhur açıklamasının hemen öncesinde Başbakanlık, ‘tehcirde hayatını kaybeden Ermeniler için taziye’ yayınladı. Cumhuriyet tarihinde bir ilk gerçekleşti. Türkiye’nin geleneksel resmi tezlerinin çok çok önünde, Ermeni Diyasporası’nın ‘geleneksel tezler’e göre şekillenmiş duruşunu bile sarsacak bir gelişme bu”![80]

iii) Cem Küçük: “Bizim ülkemizin karakutusu Ermeni meselesiydi. Bu karakutu açıldı, üstelik dönülmez bir şekilde. Türkiye Cumhuriyeti devleti 1915 çıkışıyla Avrupa, ABD ve Ermeni diasporasının elinden bütün kozları almış oldu. Bu mesele bizim, hepimizin. Eğer devletimizin üzerine düşen başka şeyler de varsa, bunların hepsi yerine getirilir”![81]

  1. iv) Murat Yetkin: “Erdoğan’ın açıklaması ilk kez 1915 tehcirinin ‘gayri-insani sonuçları’ bakımından eleştirip ‘ortak gelecek’ öneriyor”![82]
  2. v) Mustafa Karaalioğlu: “1915 Ermeni tehciri 100 yıl sonra bu ülkenin lideri tarafından tarihe bir özürle geçiyor ve dünyaya bir empati ilanı olarak duyuruluyor”![83]
  3. vi) Verda Özer: “Erdoğan’ın Ermeni katliamlarına ilişkin mesajı, Türkiye tarihinde bir milat… Türkiye ilk kez, Ermenilerin yaşadıkları acıları inkâr etmedi, kabullendi. İlk kez bu konuda insan odaklı ve vicdanıyla konuştu. İlk kez 3. tarafları aradan kaldırdı, Ermenilere hitap etti. İlk kez savunmacı olmadı, sorumluluk aldı. İlk kez çoğulcu davrandı, farklı görüşlere kucak açtı. Ve ilk kez ‘ortak tarih’, ‘ortak acı’ dedi. Konuştuğum üst düzey bir hükümet yetkilisi, başka bir ilkin daha altını çiziyor: Gelecek vizyonu. Bu mesajla Türkiye ilk kez, Ermenilerle ortak bir geleceğe vurgu yaptı”![84]

vii) Türkiye Ermenileri Patriği 24 Nisan 2014’de yazılı açıklama yaparak, Erdoğan’ın 1915 olaylarına ilişkin mesajıyla ilgili, “İletilen taziyeyi sevgiyle kabul ediyoruz” değerlendirmesini yaptı.[85]

Erdoğan’a, ilk destek Türkiye Ermenileri Patrikliği Genel Partik Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan’dan geldi. Başepiskopos Ateşyan’ın ilk tepkisi, “Heyecan verici, tarihi bir açıklama. Sayın Başbakan’ın bu açıklaması, açıklamasıyla ortaya koyduğu yaklaşım acılarımıza su serpti. Açıklama Türkiye’ye karşı olanlara da verilen bir cevaptır. Patrikhanemiz ve şahsım adına memnuniyetimi bildiriyor, teşekkürlerimi sunuyorum. Eminim ki pek çok kesim tarafından layıkıyla değerlendirilecek ve gelecekte kurulacak dostluk köprülerinin en önem temel harcı olacaktır. İlk defa böyle bir açıklamayı en üst düzeydeki bir devlet görevlisinden, yöneticisinden duyuyoruz. Dolayısıyla bu açıklama hem Türkiye’deki Ermenileri hem de Dünya Ermenilerini mutlu edecektir. Bu açıklama, gelecek güzel günlerin, dostluk köprülerinin başlangıcı olacaktır,” oldu![86]

viii) Erdoğan’ın, 1915 olaylarının yıldönümündeki ezber bozan taziye mesajı Ermenilerce olumlu karşılandı. Hrant Dink’in kardeşi Orhan Dink, ‘Türkiye’nin inşa edeceği demokrasinin en temel taşlarından biri de budur. “Gecikmiş’ denilebilir ama önemli olan, bu ilk adımın atılmasıdır,” dedi![87]

Tüm yalakalıklara karşın balonun bir lahzada patlaması yanında; Ayşe Günaysu’nun, “Bu açıklama ilk anda bendeniz dahil, birçoğumuzu şaşırttı ve neredeyse sevindirdi,”[88] saptaması; veya ‘Fransa Ermeni Federasyonu’ (CCAF) Başkan Yardımcısı ve ‘Nouvelles d’Armenie’ Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ara Toranian’ın, “Türkiye’nin tarihinde bir ilk teşkil eden taziye mesajının olumlu bir adım olduğunu düşünüyorum. Bence, bu açıklama 1915’in yüzüncü yılına yaklaşırken artan uluslararası baskının sonucunda kat edilmiş bir ilerlemedir,” demesi; ya da ‘Halk Hareketi Birliği’ (UMP) Genel Sekreteri Patrick Deveciyan’ın da “100 yıldır ilk kez Türk hükümeti Ermenilerin acılarını anlayarak taziyesini iletiyor. Çok büyük bir adım olmasa da bir ilerlemedir,” şeklinde konuşması[89] meselenin asılsız beklentiler alt başlıklı trajik boyutunu yeterince net sergiliyordu!

2015’deki aslî yanlış tam da buradaydı; yani AKP’de “çözüm” aramak!

Oysa tam da o günlerde Masis Kürkçügil, “Bu üslubu şaşırtıcı buldum. İfadeler alışılmışın ve resmi söylemin dışında. Ancak sorunun yüz yıl sonra da tarih komisyonlarına devredilmesiyle ne şiş yansın ne kebap yaklaşımı da sürecektir,”[90] dememiş miydi?

İhsan Çaralan, “Erdoğan’ın bu açıklaması… diplomatik alanda Türkiye’yi rahatlatabilecek bir manevra olması yanıyla değerlendiriliyor,”[91] diye uyarmamış mıydı?

Ya da Orhan Kemal Cengiz şunların altını çizmemiş miydi: “Da Vinci’nin Şeytanları (Da Vinci’s Demons) başlıklı televizyon serisinin girişinde oldukça ilginç bir diyalog var. Al-Rahim isimli kişinin Da Vinci’ye şunları söylediğine tanık oluyoruz: ‘Zaman bir nehirdir deyimini duymuşsundur. Pek çok insanın kavrayamadığı şey o nehrin bir çember şeklinde olduğudur.’

Zamanın çember şeklinde bir nehir olduğu metaforu, bizim geçmişle yüzleşme hikâyemize cuk diye oturuyor. Tarihimize, o tarihte yaşanan acılara dönüp bakma konusunda, dönüp dolaşıp aynı yerlerden geçen bir nehrin içinde akıyoruz. Mesafe aldığımızı zannederken en başa dönüyoruz.

2014 yılında, 1915’in 99. yıl dönümü vesilesiyle Erdoğan bir mesaj yayınlamış ve bu topraklarda yakınlarını kaybeden Ermeniler’e taziyelerini bildirmişti.

2015’te ise, Ermeni soykırımı tasarısını görüşen Avrupa Parlamentosu’na, siz ne derseniz deyin, bizim bir kulağımızdan girip diğerinden çıkar, diyordu Erdoğan…”[92]

 

YÜZLEŞME, TANIMA, TAZMİNAT

 

Ermeni Soykırımı’nın tanıması ne Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco’nun, Vatikan’da düzenlenen ayinde “XX. yüzyılın ilk soykırımının Ermeni toplumuna karşı yapıldı”ğını[93] ifade etmesinden; ne Belçika Başbakanı Charles Michel’in parlamentodaki konuşmasında[94] “soykırım” demesinden; ne Barack Obama’nın bir çift kelamından[95] ne de Avrupa Parlamentosu (AP), 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelediği ve Türkiye’ye geçmişiyle yüzleşerek “tanıma” çağrısından[96] geçmez, geçemez…

Yüzleşmenin yani Ermeni Soykırımı’nın çözüm noktasında belirleyici olan son durak Türkiye’dir. Yani doktor da ilaç da buradadır.[97]

Bu trajediye, Ermenilerin anayurdu bu topraklardan çözüm bulunulacaktır. Bu acılı meseleyi dış politikada imaj tazeleme için av olarak kullanıp sonra da iç siyasete kurban etmek, soykırım kurbanlarına bir kez daha yaşatılacak en büyük zulüm olur!

Ermenilerin yaşadıkları trajedi hâlen sürüp giderken, soykırım iç ve dış politik çıkarlara malzeme yapılıyor olunması bile bu acımasızlığın boyutlarını gösterir niteliktedir.

Bu minvaldeki en somut gösteriyi ABD ve Fransa sergilemektedir. Özellikle ABD, sözleşmesel yükümlülüğü yerine getireceğine en az 30 yıldır Ortadoğu ve Kafkasya’daki çıkarları için soykırım tasarısını masada en son kart olarak saklamayı yeğlemekte, Fransa farklı dengelerle benzer yaklaşımla inkâr yasasını elinde tutmakta, İngiltere ve Almanya ise tüm olup bitenlere en hafifinden seyirci kalmakla yetinmekteler.[98]

2015’de bu gerçek de göz ardı edildi ki, bu da yüzleşme dinamiklerini dumura uğrattı…

Gerçekten de 1915’te Ermenilere yapılan büyük kötülükle yüzleşmediği ve ülkenin halkı bununla kendi toplumsal vicdanında hesaplaşmadığı için bu felaketi başka kötülükler izleyebildi… Bu kötülüklerin kurbanları hep ülkenin azınlıktaki gruplarıydı.

1934’teki Trakya pogromunda Yahudiler, 1938 Dersim’de Alevîler, 1942’deki Varlık Vergisi’yle gayrimüslim azınlıklar, 1955’teki 6-7 Eylül olaylarında Rumlar başta olmak üzere yine gayrimüslim azınlıklar, 1978 Maraş katliamında Alevîler, 1993 Sivas katliamında yine Alevîler, 2012 Roboskî katliamında Kürtler…

Bu ülkede yerleştirilmeye çalışılan yeni siyasi kültür yeni düşmanlıklardan besleniyor; kutuplaştırıyor, ötekileştiriyor… Halkın bir kesimi, ötekini ülkenin milli kültürüne yabancı bir azınlık olarak görmeye koşullandırılıyor. Bu gidiş gelecekte yapılabilecek yeni kötülüklerin habercisidir.

Kötülükleri önlemenin yolu bütün kötülüklerin anası olan 1915’le gerçekten ve samimi biçimde yüzleşmekten geçiyor. Çünkü vicdansız hafıza adil olmaz, olamazdı![99]

Sadece bu kadar da değil; bunun elbette bir tazminat yanı var.

Mustafa Pamukoğlu’nun -dehşet içinde!-, “Ermeni lobisinin esas derdinin para ve toprak olduğunu söyleyebiliriz,”[100] dediği koordinatlarda, çok kimse “umutsuz” olsa da, vazgeçilemez olan dört temel talep şudur:[101]

1) Osmanlı dağılırken Ermeni vatandaşlara yapılanları Türkiye Cumhuriyeti şiddetle kınayıp, Ermenilerin acılarını paylaşmak; 2) Tarihsel gerçekleri yani Ermeni Soykırımı’nı bunca zamandır gizlediği için özür dilemek; 3) Ermenistan ile ilişkileri normalleştirirken, Osmanlı-Türkiye kökenli Ermenileri TC vatandaşlığına davet etmek; 4) Hak sahiplerine mallarının haklarını tazmin etmek…

Bu “olmazsa olmaz”lardan hareketle bir parantez açarak altını ısrarla çizelim: İttihat ve Terakki ile onun “Türkiye Türkçülüğü” versiyonu olan Kemalizm ile yani resmi ideolojiyle hesaplaşıp; açık açık, “Kendi adıma ben İttihatçıların mirasçısı filan değilim. 1915 tartışmalarında İttihatçıların suçuna kılıf arayanlar kendilerini o çizginin ve hareketin mirasçısı olarak mı görüyorlar?”[102] diye sormadan yol almak; artık ve kesinlikle mümkün değildir!

Şu çok açık olsa da, tekrarda yarar var: Ermeni Soykırımını inkâr edilerek elbette bir yere varılamaz. Ne var ki, bu süreçte emperyalizmin rolünü görmezden gelen; sadece milliyetçiliğin değil, dinsel bağnazlığın, fırsat bu fırsat, husumeti nasıl körüklediğinin altını çizmeyen; İttihat Terakki’ye yüklenirken gerici ve işbirlikçi Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne toz kondurmayan bir anlayış da tarihle yüzleşemez. O acıları duyumsarken tabii ki “Hepimiz Ermeniyiz”, ama bizler ayrıca “sosyalistiz”…[103]

 

VE 2015 PARANTEZİ!

 

“24 Nisan tarihi yaklaştıkça Türkiye’nin nahoş sürprizlerle karşılaşabileceğini görmemiz lazım,”[104] diye egemenler, 2015’den korktular.

Ancak, “Kritik tarih bu yıl da atlatıldı,”[105] dedikleri üzere korktukları gibi olmadı. Çünkü 24 Nisan günü ABD Devlet Başkanı tarafından yapılacak açıklamaya, daha doğrusu, yaşananları “soykırım” deyip demeyeceği noktasında düğümlendi kaldı…

Meselenin Anadolu ayağı zayıf kaldı/ bırakıldı…

Erik-Jan Zürcher’in, “Soykırımı tanıma sadece Ermeniler için değil, Türkiye için de önemlidir”;[106] Natali Avazyan’ın, “Ermeni soykırımını kabul etmekle ilk adım atılmış olur. Önce bir sorun olduğunu kabul etmek gerekir,”[107] biçiminde ifade ettiği ana halka kaçırıldı.

Tam da bunun için “Osmanlı’dan sonra cumhuriyetin temellerinden sızan kan hâlâ durdurulamadı. Ermeni ve Süryanî (Seyfo) soykırımlarıyla 100 yıl geçse de yüzleşilmedi.”[108]

Bunlar böyleyken; bir Ermeni kardeşi(mizi)n, Sarkis Hatspanian’ın, ‘100 Yılda Yüzleşilemeyen Suçun Muhasebesini Yapmanın Zamanıdır!’ başlıklı girift yazısının, bizi ilgilendiren bölümünde şunları demesi kabullenilemez bir hâldir:

“2015’te ne oldu diye soran olursa, söyleyeyim. Ermeni canı, kanı, varlığı ve toprağı üzerine kurulmuş, şimdilerde nüfusu 80 milyona yakın bir devletin vatandaşlarından sayısı birkaç bini bile bulmayan sol gelenekten gelme meseleye duyarlı bazıları tarafından bile 100 yıllık sorun ‘senede bir gün’ usulü 24 Nisan’da anma toplantıları düzenlenmesine endeksli olarak algılandığından, öylesine bir oldu-bittiyle 24 Nisan günü de geçiştirildi işte! Eh, sol geleneğin sarsılmaz gelenekleri bizde geleneksel olarak tartışılmazdır ya hani, nasıl her senenin 30 Mart’ında Kızıldere şehitleri, 6 Mayıs’ında darağacında 3 fidan, 18 Mayıs’ında da İbo yoldaş anılıyorsa, bunlara 19 Ocak’ta Hrant Dink, 24 Nisan’da da Ermeni soykırımını anma geleneği ekleniverdi işte! Ve nasıl oldum olası duyup, bir türlü bıkıp-usanmadığımız hâliyle olsa da, değerinin gittikçe daha da düşürülmesine şahit olduğumuz ‘kanları yerde kalmayacak, hesabını soracağız’ türünden aslı-astarına uymayan kof söylemlere bu yıl, belki de bir ilk olmak üzere Avrupa’daki 24 Nisan toplantı ve yürüyüşlerinden birinde tanıdık solcularımızca açılan ‘Ermeni soykırımının hesabını soracağız’ yazılı bir pankartın varlığı da eklenmiş oldu. Olur ya, birilerimiz kalkıp da bu yazıyı alenen, binlerce insan arasında uzun kilometreler boyu ellerinde taşıyarak yürüyüp, Avrupa’daki ‘T.C.’ konsolosluklarından birinin girişine kadar getirerek ‘düşmana korku salarcasına’ onun kalkanlı polisler tarafından korunan kapısına diken yiğitlere ‘hesabını nasıl soracaksınız peki?’ diye soracak olsa, sizi nasıl cevaplarlar, ne derler acaba diye düşüneniniz oldu mu hiç? Sahi, Ermeni soykırımının hesabı nasıl sorulur?”[109]

Herkes müsterih olsun, radikal sosyalistler Ermeni Soykırımı meselesinde, tüm güçleriyle (ne kadarsa!) ellerinden ne geliyorsa yaptılar, yapıyorlar, yapacaklar da…

Hâl(imiz) ve güç(ümüz) meydandayken; mesnetsiz “suçlamalar”, laf spekülasyonu dışında hiçbir şeyi açıklamaz!

Bir şey daha: Nâzım Hikmet’in, “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni/ Çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk halkının alnına,” dizelerindeki sorumluluğun bilincindeki radikal sosyalistler, Ermeni Soykırımı 2015’de çözülecek falan demediler; ancak bu mücadele için -eksiklikleriyle- ellerinden geleni yaptılar…

Çünkü sosyalistler, devrimciler bir şeyi gayet iyi biliyorlar: Ermeni Soykırımı’nın gerçekleşmesine olanak sağlayan iklim, bu ülkede barıştan, özgürlükten, kardeşlikten, eşitlikten yana herşeyi çürüterek hâlâ hüküm sürüyor. Soykırımla yüzleşmek, bu boğucu iklimin dağıtılmasında önemli bir adım olacaktır.

24 Nisan 2015 Soykırım anmasının ardından bu ülkede olanlardan bazıları Hatspatian kardeşimize hatırlatayım:

6 Haziran: Diyarbakır’daki HDP mitinginde bomba patlatıldı…

20 Temmuz: Kobanê’yle dayanışmak amacıyla Suruç’ta toplanan gençlere bir canlı bomba saldırısı gerçekleştirildi, 34 genç yaşamını yitirdi…

24 Temmuz: Hükümet güçleri ile PKK arasında çatışmalar yeniden hız kazandı…

10 Ekim: Ankara’daki Barış mitingine canlı bomba saldırısı sonucu yüzün üzerinde insan yaşamını yitirdi…

Kasım-Aralık 2015: Diyarbakır, Cizre, Silopi gibi Kürt yerleşimlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasakları boyunca çoğu çocuk, çok sayıda sivil yaşamını yitirdi…

Hatspatian’ın deyişiyle “sayıları birkaç bini bulmayan” sosyalistlerin, devrimcilerin karşılarında bulduğu gündem, eksiğiyle böyle…

Bu durumda, Hatspatian kardeşimiz devrimcilerin, sosyalistlerin ne yapmasını bekliyordu acaba?

Dediğim gibi, devrimciler, dün Ermenileri katleden, Rumları süren zihniyetin bugün barış talep eden akademisyenleri “kendi kanlarında duş yaptırmakla” tehdit eden sınır tanımaz zorbalıkta sürdürdüğünün bilincindeler. Hatspatian kardeşimizin, devrimcilerin mücadelesine dudak bükecek yerde, onların uçsuz bucaksız bir umursamazlık, zorbalık ve zulüm iklimindeki belki sayıca az, ama onurlu karşı duruşuna omuz vermesi gerekmiyor mu?

Çünkü ancak bu karşı duruş zafere erdğinde, bu coğrafya soykırım dahil tüm “suç”larıyla yüzleşip onlarla hesaplaşma olanağını bulacaktır.

Nihayet F. Dostoyevski’nin, “Ne zamanki dünyanın bir köşesinde haksız bir kan dökülürse tüm dünya halklarının elleri bu kanla kirlenir,” uyarısı asla unutulmamalıdır!

 

12 Ocak 2016 14:00:06, Ankara.

 

N O T L A R

[1] ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin 16 Ocak 2015’de Ankara’da düzenlediği ‘Yüzyıllık Yalnızlık Sempozyumu’nda yapılan konuşma…

[2] Julia Quinn, Son Söz Aşkın, Çev: Serap Işıkçıus, Epsilon Yay., 2010, s.177.

[3] Ne demek ‘futil’ veya ‘futilite’: Mitolojiden alma bir söz; “Boşuna, nafile uğraş” demek… Mitolojide tanrıların yaptıkları bir hatadan dolayı kız kardeşleri dibi olmayan bir su küpüne su doldurmaya mahkûm etmiş. Tabii yapılan bütün bu taşımalar su küpünü doldurmuyor.

[4] Aylin Ünal, “H.Ç.: Güvercin Tedirginliği”, Birgün, 2 Eylül 2015, s.14.

[5] Ingeborg Bachmann, Radyo Oyunları/ Bir Düş Alışverişi/ Ağustos Böcekleri/ Manhattan’ın İyi Tanrısı, çev: Ahmet Cemal, Mitos Boyut Yay., 1995.

[6] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, YKY., 2012, “Düşle Gerçek Arasında”.

[7] Eren Keskin, “Soykırım ve Resmi Tarih…”, Gündem, 21 Nisan 2015, s.7.

[8] “TSK Arşivini Açtı: 1915 Olaylarının Bilinmeyen Yüzü…”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015, s.12.

[9] Bkz: Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım-I”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım-II”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım – III”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım- IV”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım V”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.3; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım -VI”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2015, s.4; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım VIII”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2015, s.2; Emre Kongar, “Holokost ve Tehcir IX”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2015, s.2; Emre Kongar, “Her Savaş Bir Soykırımdır-X”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2015, s.3; Emre Kongar, “Tehcir Bir Soykırım mıydı? XII”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2015, s.2; Emre Kongar, “Tehcir ve Soykırım XIII”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2015, s.2.

[10] Bkz: Nilgün Cerrahoğlu, “Yüzleşmek Deyince…”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.17; Nilgün Cerrahoğlu, “Soykırım Krizi (II)”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2015, s.18; Nilgün Cerrahoğlu, “Soykırım Silahı (III)”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2015, s.17; Nilgün Cerrahoğlu, “Ermeni Soykırımı=IŞİD Vahşeti (IV)”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.17; Nilgün Cerrahoğlu, “ABD Neden ‘Soykırım’ Demez? (V)”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.17.

[11] Mustafa Balbay, “Göçkırım!”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2015, s.16; Mustafa Balbay, “Soykırımı Geç… Aman Oykırım, Olmasın!”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2015, s.12.

[12] Bkz: Taha Akyol, “Savaş ve Tehcir”, Hürriyet, 13 Mart 2015, s.20.

[13] “Soykırım Kuşatması”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2015, s.11.

[14] Gürsel Göncü, aktaran: Mehveş Evin, “Nisan Acısı”, Milliyet, 6 Nisan 2015, s.6.

[15] Nuray Mert, “İster ‘Soykırım’ Deyin, İster Demeyin!”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015, s.5.

[16] Ergin Yıldızoğlu, “Tarihçilere Bırakalım”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.10.

[17] Elif Akgül, “Diaspora Bakanı Hakopyan’dan Türkiye’ye Altı Soru”, BİA Haber Merkezi, 18 Mart 2015… http:// bianet.org/ bianet/ insan-haklari/ 163127-diaspora-bakani-hakopyan-dan-turkiye-ye-alti-soru

[18] Ali Ergin Demirhan, “Ermeniler Silahlarını Teslim Edince”, 24 Nisan 2013… http://www.sendika.org/2013/04/ermeniler-silahlarini-teslim-edince-ali-ergin-demirhan/

[19] Talat Paşa, İstanbul’da 8 Mart 1919 tarihli özel bir kararname ile [yeniden] kurulan Bir Numaralı Askerî Mahkeme’de yargılanmış ve gıyabında idam cezasına çarptırılmıştır. 27 Nisan 1919 tarihli ilk duruşmada okunan iddianamenin tam metnini, 5 Mayıs 1919 tarih ve 3540 sayılı Takvim-i Vekayi’de, dönemin Resmî Gazete’sinde okuyabilirsiniz.

İddianamede, Talat ve yakalanamayan diğer İttihat ve Terakki yöneticilerinin gıyaplarında yargılanacağı söylenir. İşledikleri suç Ermeni kıtalı [katliamı] gibi “alçakça cinayetlerden” sorumlu olmaktır. Ceza Kanunu’nun 45’inci maddesinin birinci fıkrasına uygun olarak idamla cezalandırılmaları istenir.

4 Mayıs 1919 tarihinde, Talat’ın dosyası diğer yakalanmayan kişiler ile birlikte davadan ayrılır ve ayrı bir dava açılır. Talat hakkındaki karar 5 Temmuz 1919 tarihinde verilir ve 22 Temmuz 1919 tarih 3604 numaralı Resmi Gazete’de yayımlanır. Talat, Enver ve Cemal başta olmak üzere İttihatçı yöneticiler Ermeni kıtalından sorumlu bulunarak idam cezasına çarptırılırlar. (V. N. Dadrian, Taner Akçam, Tehcir ve Taktil: Divan-ı Harb-i Örfi Zabıtları: İttihad ve Terakki’nin yargılanması, 1919-1922, Bilgi Üniversitesi, 2008.)

[20] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay., 1995, s.170.

[21] Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yay., 1993, s.160.

[22] Kilikya Katalikosluğu’nun avukatı Cem Sofuoğlu, Adana’nın Kozan ilçesindeki mülklerini geri alabilmek amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurduklarını açıkladı. Bu yurtdışında bulunan bir Ermeni dini merkez tarafından açılan ilk dava.

“Yalnızca duvarları kalmış” diye başladı anlatmaya. Mekânın eski fotoğrafı olarak ellerinde bir tane bulunduğunu söyledi. 1915 yılı öncesi fotoğrafta görkemli bir manastır yapılanması görülüyor. Yeni fotoğrafta ise, duvarlar, kilise kalıntıları yer alıyor.

Kilikya deyince bir bölgeden söz ediyoruz. Mersin’den Maraş’a kadar uzanan geniş bir bölge. Bu bölgede üç yüz yıla yakın bir süre Kilikya Ermeni devleti egemen olmuş. Kilikya Ermeni Krallığı, 1080-1199 arası Beylik ve 1199-1375 arası krallık olan Çukurova bölgesinde bulunan bir devletti.

Kilikya Ermeni Katalikosluğu’nun tarihçesi ise daha değişik ve daha uzun. Sis ya da bugünkü adıyla Kozan’da yer alan Kilikya Ermeni Katalikosluğu, 1293 yılında kurulmuş, 1915’e kadar orada varlığını sürdürmüş. Katalikosluğun 1915 yılında başlayan yolculuğu, değişik inişler ve çıkışların sonunda Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta son buldu… (Oral Çalışlar, “Kilikya Ermeni Katalikosluğu Arazisi Anayasa Mahkemesi’nde”, Radikal, 11 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/kilikya-ermeni-katalikoslugu-arazisi-anayasa-mahkemesinde-1490511/)

[23] Aydın Engin, “Tutun ki Soykırım Dendi, Tutun ki Denmedi…”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2015, s.12.

[24] Sevan Nişanyan, “24 Nisan İçin Yazılmış Bir Yazı. Geç Oldu Ama Olsun.”, 12 Haziran 2015… http://nisanyan1.blogspot.com.tr/

[25] Serdar Korucu, “1915’te ‘Vartavar’, Martavar’a Dönüştü”, 13 Temmuz 2015… http://www.ozgurmedya.org/1915te-vartavar-martavara-donustu—serdar-korucu-12909.html

[26] Tim Arango, “Türkiye’nin Yüzyıllık İnkârı: Ermeni Soykırımı”, The New York Times, 16 Nisan 2015.

[27] İsmail Taylan Kaya, “1915 Erzincan Şırzı Köprüsü”, 19 Mart 2015… http://www.kaypakkayahaber.com/haber/1915-erzincan-sirzi-koprusu-ismail-taylan-kaya

[28] “Ermeni Evleri Otel Yapılıyor”, Evrensel, 29 Nisan 2014, s.2.

[29] “Dolmabahçe’nin Mimarının Kayıp Mezar Taşı Şantiyede Bulundu”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2015, s.15.

[30] Ayşe Hür, Radikal, 28 Nisan 2013.

[31] Ari Şekeryan, “Bu Cinayetleri İşlemeyeceğime Göre İstifamı Kabul Buyurun!”, 28 Mart 2015… http://www.ozgurmedya.org/bu-cinayetleri-islemeyecegime-gore-istifami-kabul-buyurun-12459.html

[32] Yavuz Baydar, “Ahmet Rıza Bey’in Kemiklerini Sızlatıyorsunuz”, Bugün, 20 Nisan 2015… http://www.bugun.com.tr/ahmet-riza-beyin-kemiklerini-sizlatiyorsunuz-yazisi-1599589

[33] Nazım Alpman, “Soykırımın 100. Yılında Vicdan ve Sorumluluk”, Birgün, 16 Mart 2015, s.7.

[34] “Soykırımın 100. Yılında Soykırım Devam Ediyor”, Gündem, 9 Aralık 2014, s.11.

[35] “Şehit Torunu”, Hürriyet, 18 Mart 2014, s.2.

[36] Orhan Kemal Cengiz, “Ermeni Avı”, Bugün, 8 Temmuz 2015… http://www.bugun.com.tr/ermeni-avi-yazisi-1728842

[37] Orhan Kemal Cengiz, “İğrenç Ermeni”, Bugün, 26 Mart 2015… http:// www.bugun.com.tr/ igrenc-ermeni-yazisi-1558268

[38] “Angela Davis: Sayısız Hrant Dink Yarattılar”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2015, s.15.

[39] “Türkiye’deki bütün siyasal davalar iktidarlar ile var olur ve iktidar değişimlerine bağlı olarak da biçim değiştirir. Hrant Dink davasını düşünün, bundan daha iki yıl öncesine kadar Dink davası, askeri kadroların esas fail olduğu bir dava idi. İktidar yapısı değiştiği andan itibaren, Dink davasının yönü bu kez de ‘Cemaat’in ve ‘Cemaat polisleri’nin asli fail olduğu bir sürece doğru ilerliyor. Aynı durum, Ergenekon davası için de geçerlidir. Erdoğan, daha dün bu davanın savcısıydı. Şimdi ise bu davanın ‘mağdurları’ ile ‘kandırılmışları’ arasındaki bir ittifakın zemini hâline geldi. Yine Dink davasında olduğu üzere Cemaat, bu davada da asli fail oldu. Bu bize şunu gösteriyor: Türkiye’de hiçbir davanın ciddiye alınabilir bir dayanıklılığı yoktur. İktidar davanın nasıl olmasını istiyorsa o öyle olur. Bu ise iktidarların çelişkisi olarak gördüğümüz şeyin gerçekte iktidarların bir tutarlılığı olduğu gerçeğini önümüze seriveriyor. Buradaki tutarlılık davaların farklı dönemlerle farklı hâller alması değildir. Her dönemde iktidar ve güç sahiplerinin çıkarına hizmet etmesidir. Bir de buradan bakarsak Erdoğan’ın birkaç yıllık aralarla neden birbirine ters söylemler geliştirdiğini daha iyi anlarız. Çünkü onun ne söylediği değildir burada önemli olan. Her şeyin onun çıkarlarına hizmet etmesidir…” (Can Uğur, “Orhan Gazi Ertekin: Sorun Hukukun Siyasallaşması Değil Hukukun İktidarlaşması”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:450, 25 Ekim 2015, s.10-11.)

[40] Kemal Göktaş, “Baskın Oran’a Tehdide Şok Karar!”, Vatan, 25 Nisan 2014, s.19.

[41] Deniz Ülkütekin, “Biz Nefret Ettik, Onlar Öldü”, Cumhuriyet Pazar, No:1503, 11 Ocak 2015, s.2.

[42] “Esas Duruşta Cinayet”, Radikal, 5 Haziran 2014, s.10.

[43] Evrim Kepenek, “Anne Balıkçı: Soykırım Sürüyor”, Gündem, 21 Nisan 2014, s.7.

[44] “Kamp Armen’de Yıkıma Karşı Nöbet Tutanlara Sopalı Saldırı”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2015, s.3.

[45] Serdar Korucu, “Ermeni Fotoğrafçı Norair Chahinian: O Kamp 1915 Zincirinin Son Halkası”, Radikal, 17 Mayıs 2015… http://www.radikal.com.tr/kultur/o_kamp_1915_zincirinin_son_halkasi-1359671

[46] Mert İnan, “Armen Kampı’nda Yıkım Gerginliği!”, Milliyet, 7 Mayıs 2015, s.15.

[47] Serpil İlgün, “Prof. Dr. Ayhan Aktar: Soykırımı Ankara’ya Değil Sokaktaki İnsana Anlatmalıyız”, Evrensel, 9 Mart 2015, s.14.

[48] Soner Yalçın, “Cinnet Yılları”, Sözcü, 23 Nisan 2015, s.10.

[49] Nagehan Alçı, “Soykırımla Yüzleşmek Yeni Türkiye İçin Elzemdir”, Milliyet, 26 Nisan 2015, s.18.

[50] Orhan Erinç, “Soykırım Gerçek mi?”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.9.

[51] Özgür Mumcu, “Bakkal Karabet”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.7.

[52] Ahmet İnsel, “Ermeni Soykırımıyla Yüzleşme Medeniliğin Gereğidir”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.15.

[53] “24 Nisan; Osmanlı hükümet güçlerinin tasarladığı, planladığı ve nihai sonucuna kadar yürüttüğü, bir etnik-dini topluluğun tehcir, kitlesel imha ve kültürel ve ekonomik varlığına el koyma yoluyla varlığını yok etme politikasının hüzünle anıldığı bir gündür… Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı felaketin niteliği elbette bir soykırımdır.” (Ahmet İnsel, “Medeniyet ve Soykırım”, Radikal, 22 Nisan 2014, s.18.)

[54] Hasan Pulur, “Ermeni Sorunu”, Milliyet, 1 Nisan 2015, s.3.

[55] Hasan Pulur, “İsyan ve Tehcir”, Milliyet, 11 Nisan 2015, s.3.

[56] Hasan Pulur, “Evet, Tehcir”, Milliyet, 25 Nisan 2015, s.3.

[57] Güray Öz, “Uluslardan Değil Sınıflardan…”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2015, s.12.

[58] Baskın Oran, “Bir 24 Nisan Tahlili”, Radikal İki, 27 Nisan 2014, s.2.

[59] İlkay Kirişçioğlu, “Baskın Oran: Adı Önemli Değil; Ermeni Medeniyeti Yok Edildi”, 21 Mayıs 2015… http://yazhocam.com/2015/05/baskin-oran-adi-onemli-degil-ermeni-medeniyeti-yok-edili/

[60] “Dalan: Ermeni Sorunu Batı’nın Sorunudur”, Milliyet, 17 Mayıs 2015, s.22.

[61] Rahmi Turan, “Obama ‘Soykırım’ Demezse Hatırım Kalır!”, Sözcü, 23 Nisan 2015, s.11.

[62] Mehmet Türker, “Soykırım Yalanı!”, Sözcü, 23 Nisan 2015, s.12.

[63] Cüneyt Arcayürek, “Yeni Ermeni Yalanı”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.11.

[64] Çiğdem Hızkan, “Soykırım Yapmadık Vatanımızı Savunduk”, Milliyet, 27 Nisan 2015, s.21.

[65] “TSK Arşivlerinden 1915 Olaylarının Bilinmeyen Yüzü”, Hürriyet, 23 Nisan 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28814733.asp

[66] “Acılar Husumet Cephesi Olmasın”, Hürriyet, 25 Nisan 2014, s.29.

[67] Tamer Arda Erşin, “Başbakanlığın Kitabına Göre Ermeni Soykırımı ‘Aksaklık’mış”, Evrensel, 7 Mayıs 2015, s.9.

[68] Duygu Güvenç, “Mahçupyan’a ‘Soykırım’ Cezası”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2015, s.12.

[69] “Bilgi Üniversitesi’nde Ermeni Paneline Engel”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2015, s.11.

[70] “Sözleri Diplomatik Açıdan Hükümsüz”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.20.

[71] İlhan Toprak, “Hepimizin Ortak Acısı”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.10.

[72] Mert İnan, “Acınızı Paylaşıyorum”, Milliyet, 25 Nisan 2015, s.20.

[73] “Erdoğan: Bir Kulağımızdan Girer, Öbür Kulağımızdan”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2015, s.13.

[74] “Dertleri Ermeniler Değil Türkiye Düşmanlığı”, Hürriyet, 17 Nisan 2015, s.14.

[75] Duygu Güvenç, “Erdoğan’ın 24 Nisan İçin Davetli Listesi Fire Veriyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2015, s.7.

[76] “Patrikhane’de Ermenilere Tören”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2015, s.12.

[77] “Patrikhane’de Ermenilere İlk Anma Töreni”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.12.

[78] “Ne diyor Bülent Arınç: ‘Bilerek öldürmedik’… Bu sözlerin uluslararası bir mahkemede savunma yapmak amacıyla söylendiğini düşünün! ‘Bilerek öldürmedik…’Adama ‘siz kimsiniz?’ diye sormazlar mı? İttihat ve Terakki üyesi misiniz? Doktor Nazım’ın dava arkadaşı mısınız, Talat Paşa mısınız, Bahattin Şakir misiniz? Onların devamı mısınız?” (Hüsnü Arkan, “Soykırım”, Birgün, 24 Nisan 2015, s.2.)

[79] Ali Bayramoğlu, “1915 Karşısında Türk Toplumu (2)”, Yeni Şafak, 26 Nisan 2014, s.14.

[80] İbrahim Karagül, “24 Nisan Çıkışı: Cesur Adamlar Tarih Yapar…”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.10.

[81] Cem Küçük, “Galileo Etkisi ve 1915 Ermeni Tehciri”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.16.

[82] Murat Yetkin, “İlk Kez Bir Türk Başbakanı 1915 İçin Ermenilere Taziye Sundu”, Radikal, 24 Nisan 2014, s.18.

[83] Mustafa Karaalioğlu, “1915 Taziyesi… Cesaretin Siyaseti”, Star, 25 Nisan 2014, s.19.

[84] Verda Özer, “Türkiye İçin Yüzleşme Vakti”, Hürriyet, 26 Nisan 2014, s.22.

[85] “Başbakan’ın Dileklerine ‘Amin’ Diyoruz!”, Vatan, 25 Nisan 2014, s.17.

[86] Okan Konuralp, “Başepiskopos Ateşyan: Acılarımıza Su Serpti”, Radikal, 24 Nisan 2014, s.9.

[87] “Ezber Bozan Mesaj Acımıza Su Serpti”, Yeni Şafak, 25 Nisan 2014, s.10.

[88] Ayşe Günaysu, “Al Erdoğan’ı, Vur Türk Tarih Kurumu’na”, Gündem, 29 Nisan 2014, s.11.

[89] Emre Demir, “Taziye Mesajı, Fransa’daki Ermeni Diasporasını Umutlandırdı”, Zaman, 25 Nisan 2014, s.18.

[90] İsmail Saymaz, “Ermeni Aydınlar Nasıl Yorumladı?”, Radikal, 24 Nisan 2014, s.19.

[91] İhsan Çaralan, “Bu 100 Yıl da Bu Mesajla İdare Edilir mi?”, Evrensel, 25 Nisan 2014, s.3.

[92] Orhan Kemal Cengiz, “1915’te Ne Olmuştu?”, Bugün, 17 Nisan 2015… http://www.bugun.com.tr/1915te-ne-olmustu-yazisi-1595653

[93] Duygu Güvenç, “… ‘Soykırım’ Dedi Ankara Karıştı”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2015, s.17.

[94] “Belçika Başbakanı da 1915 Olayları İçin ‘Soykırım’ Dedi”, Radikal, 18 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/dunya/belcika_basbakani_da_1915_icin_soykirim_dedi-1381913

[95] İlhan Tanır, “ABD Başkanı’ndan Önceki Yılların Çok Ötesinde Bir Açıklama…”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.12.

[96] Güven Özalp, “Avrupa Parlamentosu’nda ‘Ermeni Soykırımı’ Tasarısı Kabul Edildi”, Hürriyet, 16 Nisan 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28746695.asp?utm_source=newsletter&utm_medium=mailling&utm_campaign=gunluk-bulten

[97] “Türkçe tekerlemelerle büyüdüm,” diyen Charles Aznavour ‘Bir Türk Dosta Mektup’unda, “Senin ayağında bir diken var,/ Kardeşim,/ Benim yüreğimde bir tane senin için,/ Benim içim de her şeyi güç kılıyor rahatsız./ Gülün dikenleri var el atılınca korur/ Bir kan damlası oluşabilir parmağın ucunda,/ Ama eğer dikkat edilirse/ O kendi güzelliğini bağışlar/ Renk ve koku verir günlerimize/ Hatta damaklarımızı okşar/ Doyumsuz lezzetiyle./ Ben gülleri severim/ Dikenleri hep olacak/ Bundan kaçınılmaz kardeşim…/ Eğer sen karar verseydin/ Yüreğimdeki dikeni çekmeye/ Ayağında diken de beraber/ Çıkıp kaybolacaktı kendiliğinden/ Ve biz ikimiz sen ve ben/ Özgür kalacaktık/ Ve kardeş…” der ve ‘Otobiyografi’sinde ve söyleşilerinde ekler: “Geçmişteki hatalardan şimdiki kuşaklar sorumlu tutulamayacağı gibi, şimdiki Türk gençliği de büyüklerinin hatalarından ve yaşananlardan sorumlu tutulamaz”. (Müge Akgün, “Doğum Günün Kutlu Olsun Charles Aznavour”, Radikal, 18 Mayıs 2014, s.23.)

[98] Erdal Doğan, “24 Nisan Taziye Mesajına Dair”, Taraf, 29 Nisan 2014, s.10.

[99] Kadri Gürsel, “Vicdansız Hafıza Adil Olmaz”, Milliyet, 27 Nisan 2015, s.22.

[100] Mustafa Pamukoğlu, “Ermeni Lobisinin Derdi Para ve Toprak”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2014, s.10.

[101] Türkiye’de kurulan Cumhuriyet Osmanlı topraklarının Anadolu’daki “uluslaşmış” devamı olarak onun mali borçlarını üstlenmiş, ama suçlarını üstlenmemiştir. Mesela Lozan Barış Konferansı’na giden Türk Heyeti’nin başındaki İsmet Paşa’ya Gazi Paşa’nın verdiği kesin direktif “Ermeni meselesini gündeme getirdikleri takdirde, bana hiç danışmadan masayı terkedip, Türkiye’ye döneceksin” olmuştur. (Hüseyin Aykol, “100. Yıldönümü”, Gündem, 18 Ocak 2015, s.14.)

[102] Aydın Engin, “Bu İttihatçı Tayfası Bizim Neyimiz Oluyor?”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2015, s.6.

[103] Hayri Kozanoğlu, “100. Yılda Acıyı Paylaşmak”, Birgün, 21 Nisan 2015, s.5.

[104] Sami Kohen, “24 Nisan Yaklaşırken…”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.20.

[105] Sami Kohen, “24 Nisan Sonrası…”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s.24.

[106] Erik-Jan Zürcher, “Ermeni Soykırımının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle”, http://zanenstitu.org/ermeni-soykiriminin-yuzuncu-yili-vesilesiyle-erik-jan-zurcher/

[107] Önder Abay, “Natali Avazyan: Anadolu Ermenilerini Twitter’da Anlatmak”, Birgün, 23 Mart 2015, s.2.

[108] M. Ali Çelebi, “Yüzleşmek”, Gündem, 20 Nisan 2015, s.13.

[109] Sarkis Hatspanian, “100 Yılda Yüzleşilemeyen Suçun Muhasebesini Yapmanın Zamanıdır!”, 31 Aralık 2015… http://ermenistan.de/sarkis-hatspanian-yazi-100-yilda-yuzlesilemeyen-sucun-muhasebesini-yapmanin-zamanidir/

Bir binanın ön cephesine ‘üniversite’ yazmakla orası üniversite olmaz!

Aksi halde, kapısına istediğiniz kadar üniversite yazın, diğer devlet kurumlarından bir farkı olmaz. Bizde üniversite üyelerinin ezici çoğunluğu, bilimsel- entelektüel kaygılara yabancıdırlar. Pekâlâ başka bir devlet kurumunda, bir bankada, bir şirkette de çalışıyor olabilirlerdi… Onun için, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi kaygılar taşıyanlar, bilimsel- entelektüel iddiası olanlar çok küçük bir azınlıktır. Aslında orada Mete Kaynar’ın, “uzman yetiştiren uzmanlar” dediği söz konusudur.

Türkiye’de gerçek üniversite tanımıma uygun kurumlar hiç bir zaman olmadı. Ama her zaman sayıları çok az da olsa, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip, üniversiteye yakışan hocalar oldu! Zaten devletin kutsal sayılıp tabu mertebesine yükseltildiği bir rejimde, hiç bir özerk kurumun yaşamasına izin verilmezdi ve verilmedi. Tabii hiç bir farklı, aykırı, eleştirel düşünceye de yaşama şansı tanınmadı. Böylesine bağnaz, böylesine köşeli, böylesine boğucu bir resmi ideolojinin geçerli olduğu bir rejimde, özgür düşüncenin serpilip, gelişmesi mümkün değildir. Türkiye’nin sürekli yerinde saymasının, patinaj yapmasının başlıca nedenlerinden biri, toplumun bağnaz bir resmi ideoloji tarafından rehin alınmış olması, özgür düşüncenin ve özgür tartışmanın önünün kesilmesidir. Özgür düşünce ve özgür tartışmanın yasaklandığı, dahası lânetlendiği durumdaysa, toplum kendisi hakkında düşünme yeteneğini kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker…

Bir kurumun üniversite sayılabilmesi için, kendine mahsus bir üslûp ve gelenek oluşturması, kendini savunabilmesi ve üniversite dahilinde yapılanların   toplumdaki özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi mücadelesiyle örtüşmesi/kavuşması gerekir… Aksi halde kapısında üniversite yazılı olan kurumlar, sömürü düzenini yeniden üreten birer gericilik yuvası olmaktan, devlet aygıtının herhangi bir bileşeni olmaktan kurtulamazlar… Üniversite aynı zamanda kendini savunabilmelidir ve onu da kendine mahsus yöntem ve araçlarla yapabilir elbette… O halde bu işi nasıl yapacak, kendini nasıl savunacak? Söylediğime açıklık getirebilmek için, yakın tarihimizden bir örnek verebiliriz.

12 Eylül 1980 sonrasında askeri cunta, YÖK denilen ucubeyi dayatmaya kalktığında, yüksek öğretim kurumlarını birer askeri kışlaya çevirmek üzere harekete geçtiğinde (1982), eğer üniversite üyeleri entelektüel dürüstlüğün ve bilim namusunun gerektirdiği tavrı ortaya koyabilselerdi, öğrencileri, akademik olmayan personeli, mümkünse üniversite dışındaki muhalefeti de arkalarına alarak, Ey “memleketin sahipleri”, sizin dayatmak istediğiniz kışla düzenini kabul edemeyiz, bu bizim varlık nedenimize saldırıdır diyebilselerdi. Cunta böyle bir durumda iki şey yapabilirdi: Üniversite’nin direnci karşısında geri adım atmak veya üniversiteleri kapatmak. Fakat üniversiteleri kapatmak, sadece bir kaç yüz bin öğrenciyi ilgilendirmekle kalmaz, milyonlarca aileyi de ilgilendirir. Öyle bir durumda cunta, anneleri, babaları, kardeşleri, amcaları, dayıları halaları… milyonlarca insanı karşısına almış olurdu. Dolayısıyla, toplumun önemli bir kesimini karşısına almaktan çekinebilirdi. Her şeye rağmen kapatsaydı bile YÖK bu kadar uzun ömürlü olmaz ve üniversitenin gösterdiği direnç, akademik-demokratik mücadelenin önemli bir anı olabilir, ileriki dönem için moral yükseltici, yol gösterici bir örnek, özgürlük ve demokrasi mücadele sürecinin de önemli bir durağı olabilirdi…

Oysa dönemin üniversite ve akademi başkanları cunta şefinin karşısında esas duruşa geçtiler, secdeye durdular… Üniversite üyeleri de meslektaşlarını cuntaya ihbar ederek, “kutsal devlete” bağlılıklarını kanıtladılar ve tabii karşılığında da ödüllendirildiler. Ezici çoğunluğu bu tür unsurlardan oluşan bir kurum söz konusuysa, elbette YÖK de 34’üncü yaşını rahatça kutlayabilirdi…

Türkiye’de üniversiteler resmi ideolojiyi içselleştirmiş, “kutsal devletin” bekçiliğine memur edilmiş kurumlardır. Elbette devletin kutsandığı durumda, (ki, neden kutsandığı bizim için bir sır değil), fikir özgürlüğüne, akademik özgürlüğe, araştırma özgürlüğüne yer yoktur. Resmi ideolojinin, dolayısıyla ‘kutsal devletin’ yasakladığı ‘mayınlanmış alana’ girmeye cüret edenler “hak ettikleri” cezaya çarptırılırlar. Üniversiteden kovulurlar ve ekseri kendilerini mapusane duvarlarının arkasında bulurlar… Ve üniversiteler, kurumsal olarak düşüncelerinden, yaptıkları araştırma, yazdıkları kitap ve makaleden dolayı, asıl işlerini, asıl yapmaları gerekeni yaptıkları için, “kutsal devletin” hışmına uğrayan üyelerine asla sahip çıkmazlar. Tam tersine linç kampanyalarına, cadı avına ortak olurlar. Son “Barış için akademisyenler girişiminin” bildirisinin yayınlanmasından sonra olduğu gibi… Bildiriye imza atan akademisyenlere saldıranların başında ve en önde YÖK rektörleri ve “sevgili meslektaşları” yok mu?

 

Kendi kendini yönetemeyen bir üniversite olamaz. Üniversite üyeleri rektör “seçimlerine” müdahil olarak, 34 yıldır rejimin ayıbına ortak oldular. Aslında siz “seçim” dendiğine bakmayın, orada söz konusu olan basbayağı bir tayındır. Üniversite üyeleri tarafından seçilen 6 rektör adayı YÖK’e bildiriliyor, YÖK de üçünü eleyerek cumhurbaşkanına iletiyor. Cumhurbaşkanı da ideolojik olarak kendine yakın bulduğu, “davaya daha iyi hizmet edeceğini”… düşündüğü kişiyi tayın ediyor. Ekseri en çok oy alanı eliyor ve sayın hocalar da en çok oy alanı tayın etmedi diye mızmızlanıyor… Neden daha baştan o sefil oyunun parçası olmayı reddetmiyorlar? O “seçim cambazlığını” reddetmek, pasif bir tepki ortaya koymak çok mu zor? Eğer ortalama kafa memur kafasıysa, ‘emre itaat etmemek’ mümkün müdür? Kaldı ki, öyle bir şey akıllarından bile geçmiyor.

Lâkin şimdilerde o göstermelik rektör seçimi de ‘kutsal devlet’ tarafından mahsurlu sayılmamış olacak ki, seçim oyunundan da kurtulmak istedikleri anlaşılıyor. Herhalde bundan sonra rektörler de genel müdürler gibi tayın edilecek. İşi garantiye almak istedikleri açık… Ne demeli? Böyle kiliseye böyle papaz…

Türkiye’de üniversite denilen kurumlar yakın zamana kadar başlıca iki işlev görüyorlardı: 1. resmi ideolojiyi gençlerin bilincine zerk etmek; 2. “kutsal devletin ihtiyacı olan bürokratik kadroları ve sermayenin ihtiyacı olan “yetişkin” (kalifiye) işgücünü yetiştirmek. Fakat, neoliberal küreselleşme çağında metalaşma, şeyleşme, paralılaşma daha da derinleşirken, artık ne var ne yoksa bir kâr aracına dönüştürülürken, üniversiteler de bilgi ve diploma ticareti yapılan kapitalist işletmelere dönüşmekteler… Artık Coca Cola şirketi gibi birer ticarethane haline geliyorlar… Tabii şimdilik durum o kadar net görünmüyor… Şirketler, vakıf adı altında kuruluyor. Oysa, üniversite ancak bir kamusal-sosyal etkinlik olarak var olabilir, adına, misyonuna ve varlık nedenine lâyık olabilir… Birer gericilik yuvası olan bu kurumlar, şimdilerde bir adım daha ileriye taşınarak, yegane amacı kâr etmek olan birer kapitalist işletmeye dönüştürülüyor… Oysa, bilimsel-entelektüel-estetik faaliyet ve yaratıcılık, yegane amacı ve varlık nedeni daha çok kâr olan şirketlerin işi olamaz, onlara havale edilebilir bir şey değildir… Zira öyle bir şey üniversitenin inkârıdır…

Bu gericilik yuvalarından ezilen-sömürülen geniş kitleler lehine bir şeyler beklemek, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Böyle bir durum ortaya çıkmışken, elbette yapılması gereken şeyler var. Mümkünse her mahallede, her semtte, her kent ve kasabada bağımsız (özerk değil) eleştirel düşünce odakları, ‘halk üniversiteleri” oluşturmak gerekli ve mümkündür. Zira, eleştirel düşünceye hiç bir zaman bu kadar ihtiyaç olmadı. Eleştirel düşünceyi ve bilimsel bilgiyi emekçi sınıfların hizmetine sunmak, onu asıl bulunması gereken zemine çekmek bizim irademizi aşan bir şey olmadığına göre…

 

 

“Beyaz Show”da üç dakikalık gerçek ya da biat ama nereye kadar?

Ve Ayşe Çelik isimli kadın, Diyarbakır ve bölgede yaşananları aktarıyor. Şehirlerin abluka altında nasıl bir yaşama sahne olduğunu duyuruyor. Ölümlerden, çocukların durumundan söz ediyor. Tüm dünya basınında beyaz bayrak kaldırmış insanların hastahaneye gitme çabaları, evlerin durumları zaten yayınlanıyor. Ama Diyarbakır’da yaşananlar, Türkiye TV kanallarında yok. Bu konuda da bir “fikir birliği” olmalı basında. Basın, gerçeklere, olup bitene gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamış durumdadır. Ama Ayşe Hanım, bir şans elde ediyor ve bu vesile ile durumu aktarıyor. Beyaz, etkilenmiş olabilir ve sonuna kadar Ayşe Hanım’ın söyledikleri canlı yayınlanıyor.

Acaba kaç dakika sürmüştür?

Bu üç dakika içinde, Ayşe Hanım’ın aktardığı gerçek, sanki bir perdeyi yırtmış gibi, devlet çarkı hemen harekete geçiyor.

Savcılar Ayşe Hanım için soruşturma başlatıyor.

Üç dakikalık gerçeğe dayanamıyorlar.

Kim bilir Aydın Doğan, Vuslat Doğan Sabancı ya da diğer yöneticiler, nasıl bir telefon konuşması ile karşı karşıya kalıyorlar? Göz önüne getirmek güç, Demirören’in telefonda ağlaması gibi bir konuşma mıdır acaba?

Aydın Doğan’ın evinde bir toplantı yapıldığı söyleniyor. Toplantıya katılanlar, Beyaz’ın Kanal D Ana Haber Bülteni’nde özür dilemesine karar veriyorlar. Ve elbette Beyaz, daha farklı bir yol tutup da direnecek değil, o da buna uyuyor. Ana haber bülteninde hem özür diliyor, hem de “özür” diliyor. Yani öyle bir pişmanlık ortaya konuyor ki, bu vesile ile, işini, belki de canını koruyabiliyor.

İşte size ileri demokrasi!

İleri demokrasi, Beyaz’a çarptı. Bundan böyle Beyaz Show, asla ve asla eskisi gibi olamaz. Üç dakikalık bir telefon konuşması, çok masum, çok da insanî bir konuşma, savaş koşullarında, Beyaz’ın ipini çekmiştir. Artık, Beyaz idareten devam edebilir, bir süre kadar.

Bundan böyle Beyaz, kalkıp mesela arkadaşlarının yanında bir tek konuda olsun, gerçeği savunamaz, anlatamaz.

Bu, Beyaz bölümüdür.

İşin bir de Doğan Medya bölümü vardır.

1 Kasım seçimlerinden sonra, Doğan Medya, hemen rotayı çevirdi, biat ettiğini ilan etti. İnandırıcı olmaz korkusu ile, Ertuğrul Özkök, “fabrika ayarlarıma dönüyorum” demiştir. Fabrika ayarları, belki ABD’li yetkilileri ikna etmiştir, ama Erdoğan ve ekibini ikna edememiş olabilir. Bu nedenle, Özkök, birden çok kere aynı konuyu işlemiştir. Yetti mi? Olmaz. Ardından Ahmet Hakan, “u” dönüşü konusunda marifetlerini sergilemeye başlamıştır. Yeter mi? Kesinlikle yetmez.

Beyaz Show olayından sonra, yani üç dakikalık gerçek’ten sonra, Doğan Medya Grubu’nun başka işler de yapması gerekir. Muhtemelen bir temizlik yapacaklardır. Yeter mi? Bizce yetmez. Erdoğan, mutlaka oraya bir isim de ekletecektir. Belki de Beki, belki de Selvi, belki de bir başka isim, Kanal D ve Hürriyet grubunun tepesine müfettiş olarak gelmelidir. Gelecektir de.

Sonra ne olacak?

Üç dakikalık gerçek ile Doğan Medya’nın yeni yönetimi şekillenmekle kalmayacaktır. Arkasından başkaları da devreye girecektir. Mesela Ahmet Hakan bir hamle yapsa iyi olur. Mesela CNN-TÜRK, yayın politikasını değiştirdi diye kurtulabilir mi? Sanmıyoruz.

Aydın Doğan, bu konuda Koç ailesi ve TÜSİAD’ın fikirlerini de alacaktır. Ve emin olabilirsiniz ki, işadamları, çıkarları gereği, balolarda konuştuklarını yutacak, kapalı kapılar ardında konuştuklarının dinlendiğine karar verecek ve ardından bir adım daha geri atacaklardır.

Peki, bu ülkenin burjuvaları, acaba pastadan başka paylar alarak idare edebilirler mi? Bunu da sanmayız. Çünkü pastadan alınacak pay da küçülmektedir. Erdoğan pastadan onlara pay verirse, “bu milletin anasını” bellemekte hevesli yeni zenginlerimizin payı azalacaktır. Bu durumda işler daha da karışacaktır. TÜSİAD, ABD’li yetkililerle yeniden konuşacak, çıkış yolu arayacaktır.

Ama derler ki, bir ordu subayını verdi mi, her şeyi vermeye başlar. Burada da durum böyledir. Beyaz ile başlayan “kaza”, giderek yeni geri adımları beraberinde getirecektir.

Yakında TÜSİAD’ın, Erdoğan’ı dinlerken verilmiş görüntülerini görürsek şaşırmayız. Muhtarlar toplantılarının sonu gelmek üzeredir. Şimdilerde TÜSİAD, başkanlık sistemi üzerine farklı açıklamalara yönelecektir.

Biat böyle bir iştir. Bir kere bu sürece girdiniz mi, arkası adım adım gelecektir. Küfürbaz anayasa profesörümüzün TÜSİAD’a danışman olması hayırlı olur. Ama bunlar da kurtarmaz. Sultanahmet’te patlayan bomba, yeni devlet mafyamız Sedat Peker’in açıklamaları acaba TÜSİAD için yeni korku kaynakları mıdır?

İşte üç dakikalık gerçek, üç dakikada Ayşe öğretmenin anlattığı savaş sahnesi, bu nedenle dayanılmaz olmuştur.

Üç dakika yetmiştir.

Gerçekler inatçı şeylerdir, siz görmezsiniz, o kendini gösterir. Siz örtersiniz, o örtünün altına sığmaz. Siz karartırsınız, o, gün yüzüne çıkacak bir yol bulur.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...